Emperyalist stratejiler ve Türkiye

Hükümet ve sermaye medyası, Türkiye’nin gündemini “AB’ye girmek için tarih alınıp alınmayacağına” kilitleyip, dünyayı 17 Aralık etrafında döndürdükleri son 2-3 ay içinde, hem dünyada hem de Türkiye’yi de kapsayan bölgede çok önemli gelişmeler gerçekleşti. Elbette ki, burada sözü edilen “yeni gelişmeler” birden ortaya çıkmış değil. Tersine, bunlar, dün olan ve bölgeye emperyalizmin müdahalesine bağlı gelişmeler, ama bugün, bir yandan Bush’un seçimi kazanması, öte yandan Avrupa’nın giderek Bushçu Amerika’ya benzeme çabaları; ABD’nin, Türkiye’den beklediği desteği “istediği çabukluk ve düzeyde” elde edememesine tepkileri ve Türkiye üstüne yeni bir “Amerikan operasyonu” fikrini güçlendiren gelişmeler; bölgedeki gelişmelere, “yeni” diyebileceğimiz önemli unsurlar eklemiştir. (*)
– Irak direnişi, ABD’nin başlıca kentleri yeniden sokak sokak savaşarak zaptetmek zorunda kaldığı bir aşamaya ulaştı.
– ABD’de Bush’un seçimleri kazanması, bu ülkede, dünyanın her yerindeki Amerikancılar için, en gerici güçlerin zaferi olarak gerçekleşti. Ve ABD yönetimi, daha sert bir Bush’çuluk için hazırlıklarının sonuna geldi.
– Bush’un seçimleri kazanması, Ortadoğu’da ABD’nin daha saldırganlaşacağının işareti olurken, aynı zamanda, İran’a yönelik Amerikan saldırganlığını daha açık hale getirdi. İran’ın yanı sıra Suriye’ye yönelik tehditler de arttı.
– Arafat’ın ölmesi, bir yandan Filistin direnişini yeni bir yol ayrımına getirirken, öte yandan İsrail-ABD cephesine, Filistin’de kalıcı bir çözüm için adım atmak zorunda olduğunu daha iyi görmeye başlaması için bir fırsat sundu.
– Bölgenin en güçlü ve en önemli ülkesi Türkiye’ye ABD’nin biçtiği rol konusunda yeni bir krizin ipuçları ortaya çıktı. ABD’nin Fener Patrikhanesi’nin statüsü üstünden Türkiye’nin içişlerine açıkça müdahaleye varan girişimine, AKP Hükümeti’nin tepki göstermesi, Musul yakınlarında 5 Türk Özel Tim elemanının öldürülmesi ile birleşerek, Ankara-Washington ilişkilerinde “başa çuval geçirilen günleri” anımsatan bir kiriz eşiğine gelindiğinin işaretlerini verdi.
Elbette ki, ABD’nin Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye müdahaleleri, bölge için amaçları bilinmez değil. Dahası, Irak’ın işgalinden sonra, kendisini, Ortadoğu’nun efendisi, bölgeyi ıslah edecek güç, Batı uygarlığının “seçilmiş koruyucusu” olarak gören ABD’nin, bölge ülkelerinin kiminin sırtını okşaması, kimisini “düşman”, “terörist” ilan etmesi de yeni değil. Ancak, bir yandan Bush’un yeniden seçilmesi sonrasında, bu saldırganlığın ideolojik biçimlenişi ve bölgedeki hedeflerini yenilme bakımından bu gelişmelerin önemli olduğu da bir gerçek. Bu yüzden de, bu yazı çerçevesinde; Bushçuluğun ideolojik dayanakları ve bu dayanakların bugünkü biçimlenişi ile, Türkiye-ABD ilişkileri ile bölgedeki hedefleri arasındaki bağlantının üstünde duracağız.

BUSH’UN SEÇİMİ KAZANMASININ ANLAMI
Bush’un 2 Kasım 2004’te yapılan seçimi rakibine fark atarak kazanmasını, Bushçular; Amerikan halkının Bush’un izlediği politika ve temsil ettiği radikal, Evangelist Hıristiyanlık tutumunu, ABD’nin “terörizme karşı mücadele” adı altında dünyanın her köşesine saldırılar düzenlemesi ve ülkeleri işgal etmesine onay verdiği biçiminde yorumladılar. Bunun, dünya kamuoyu ve özellikle de Avrupa’nın gerici güçleri için bir mesaj anlamı vardı, ama, asıl olarak, bu tutumun, dünya halkları bakımından anlamı, Bush yönetiminin saldırgan tutumunu daha da ileriye götüreceği idi. Çünkü Bushçular; önceki dönemde, Amerikan tekelci sermayesi ve gerici güç odaklarından tam destek almışlardı, ama halkın bu saldırgan emperyalist politikalara destek vermesi konusunda endişeliydiler. Bu yüzden de, bazı konularda ikircikli tutumlar aldılar; hatta Bush yönetiminin önde gelen simaları, kendi aralarında çatışmak durumunda kaldılar. Örneğin Colin Powell gibi; Bush’un ve Rumsfeld’in temsil ettiği değerlerle çelişen, zaman zaman onları engelleyen durumlar yaratan bir kişiye Dışişleri Bakanı olarak tahammül ettiler. Oysa şimdi, seçimle, bu türden tereddütlerini de geride bırakmış olarak sahneye çıkmaktadırlar. Nitekim, Bush ekibindeki “güvercin” Dışişleri Bakanı Powell’in yerine, Bush’un Ulusal Güvenlik Başdanışmanı “yarasa” Condoleezza Rice’ın, Bush takımının en fanatik kişisinin getirilmesi, yeni Bush döneminin dünyaya nasıl bir yazgı yazmaya hazırlandığının işareti olarak görülmelidir.
Amerikan seçimlerinde Bush ve adamları; “terörizm” adını verdikleri tehdidi, “Amerikan hayat tarzına karşı bir saldırı”, “Amerikan değerleri”ni tehdit eden uluslararası bir güç olarak tarif edip; kendilerini de, bu saldırıyı Amerikan topraklarına gelmeden önlemeye çalışan bir “seçilmiş kurtarıcılar ekibi” olarak sunmuşlardır.
Demokratlar ise, muhtemeldir ki, bu seçimi kazanmak da istemedikleri için, Kerry gibi bir kişiliksiz adayla Bush’a karşı yarışırken, politik tutum olarak da, mevcut politikaları, kendilerinin, Bush ve ekibinden daha etkin ve daha az masrafla gerçekleştireceklerini propaganda etmeyi öne çıkarmışlardır. Çünkü, Demokratlar da, “Amerikan hayat tarzını koruma” ve ona yönelen tehdidi yok etme dışında bir teze sahip olamamışlardır.
Hal böyle olunca; “terörizm” korkuluğu ile sindirilip, “tehdit” paranoyasına sürüklenmiş basit, orta sınıf Amerikalı için; dünyanın kaymağını yiyen Amerikan tekelci burjuvazisinin sofrasından fırlayan kemiklere sahip olamama korkusu, her endişenin önüne geçmiştir.
– Çünkü, Amerikan orta sınıfı için; “hayat tarzına saldırı” ve “Amerikan topraklarında güvenlik yokluğu”, içinden sayısız Hollywood filmi senaryosu çıkarılacak bir ana çerçeve oluşturmaktadır!
Burada en can alıcı sözcükler; “Amerikan hayat tarzı” ve “Tehdidi Amerikan toprakları dışında karşılamak”tır.
– Çünkü, Amerikan orta sınıfı, 1990 öncesindeki, yarım yüzyıllık dönemi kapsayan bütün bir soğuk savaş sürecindeki şartlanmalarını; “Amerikan hayat tarzına komünizmin yönelttiği tehdit”, “komünizm geliyor” paranoyası arkasında yaratılan ruh haline kolayca geri döndü. Çünkü; söylenen şey çok basitti, “herkesin bildiği” ve “yeniden kanıtlanmasına gerek olmayacak kadar bilinen” bir şeydi; sadece  “komünizm”in yerine “terörizm” geçirilmişti.
Amerikan propagandasında en önemli yeri tutan “Amerikan hayat tarzı” denilen şey; sadece, sınırsız bir tüketme güdüsü ve bu güdünün verdiği saldırganlık, geri kalan dünyanın yanmasını umursamamak değildir. Elbette ki; temelde bu vardır; ama bu, aynı zamanda, Amerikalıların tanrı tarafından seçilmiş bir ulus olduğu; Amerikan çıkarlarının tüm diğer ulusların çıkarlarından önemli olduğu; bu çıkarların savunulması için her yolun mubah sayıldığı bir dünya görüşünü de içermektedir. Dolayısıyla bir “öz savunma”, en fazla “masum bir bencillik” ifade eder gibi görünen “Amerikan hayat tarzı” kavramı, bir yanıyla açık emperyalist saldırganlığa, bir yanıyla Anglosakson ırkçılığına, öteki yanıyla Evangelist mezhebinin meczup Şeriatçılığına karşılık gelen ögelerle iç içe geçmiş bir “hayat tarzı”nı belirtmektedir.
Uzaktan bir bakışla Hıristiyan Evangelist görüşlerin baskısının “Amerikan hayat tarzı” içindeki etkisi pek hissedilmezse de, bu hayat tarzı; günlük aşırı tüketim alışkanlıklarından dinin sosyal yaşamı belirlemesine; sosyal yaşamı taşranın, küçük fanatik cemaatler oluşturan “müminlerin” damgaladığı bir tür şeriatçılığın resmi eğitimi, bilimi, siyaseti baskı altına almasının mekanizmalarını oluşturan bir hayat tarzı olarak şekillenmiştir. Ve kendisini ayakta tutmak için, emperyalizm, bu Ortaçağ kalıntısı güçleri yardıma çağırmıştır.
Ortaçağı yaşamamış, ama gerçek bir Aydınlanma da yaşamamış olan Amerika, Aydınlanmanın Avrupa’dan sürdüğü bu gerici fikirler için de sığınak olmuş; bugün de bu Ortaçağ dünya görüşünü, kendi yeni dünyasının ideolojik dayanağı olduğu kadar, bu inancı, tipik bir Amerikan ideolojisi olan pragmatizmle birleştirerek, “Amerikan hayat tarzı”nın da bir dayanağı yaparak, bu radikal Hıristiyan Evangelist kitleyi sistemin kitlesel dayanağı da yapmayı amaçlamıştır. Tıpkı Hitler’in milliyetçi sosyalizmi ideolojik motif olarak kullanırken, işsizleri, en yoksulları ve gelecek endişesi içindeki geniş küçük burjuva yığınları politikasının kitlesel dayanağı yapması gibi.
Amerika ve Amerikan ulusunun “seçilmiş” olduğunu düşünen bu geniş kesim (Son Amerikan seçimleri sırasında yapılan araştırmalara göre, Amerikan seçmenlerinin yüzde 62’si, Amerika’nın “tanrı tarafından seçilmiş bir ülke”, Amerikan ulusunun da “seçilmiş bir ulus” olduğunu düşünmekteymiş!); elbette ki, bu toprakların “kafir”, inançsız, vahşi sürülerin ayağı altında kirlenmesini istemez. Yani Amerikan ordusunun onlarla savaşını da, bu seçilmiş topraklar dışında, (Amerikan toprakları dışında) başka ülkelerin sınırları içinde yapmasını uygun görür. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre, Bush ve yandaşlarının; başka ülkelere müdahale ve o ülkeleri işgal etmesi, gayet normaldir. Aksi ise, Amerikan yaşam tarzı ve Amerikan ulusunun “seçilmiş bir ulus” olarak varolma hakkıyla çatışır! Bunu içindir ki, “bütün dünyanın nefretini kazanan en büyük Amerikalı” olan Bush, Amerikalı seçmenler tarafından “zafer” denilecek bir farkla seçilmiştir.
Bush’un iki seçimine bakıldığında, birinci seçimi, liberal Clinton’dan sonra, “muhafazakar”, pürüten Hıristiyan, Evangelist değerlerin seçimidir. Bush’un ikinci kez seçimi ise, bu değerlerin, emperyalist Amerika’nın çıkarları uğruna (Amerikan tekelci burjuvazisinin demek daha doğru) dünyanın kana bulanması, bir üçüncü dünya savaşı da dahil, her şeyin göze alınmasının arkasına konularak, Bush’un temsil ettiği saldırganlığın “referandum”a sunulmasıdır. Bu yüzdendir ki, ikinci Bush dönemi, birincisine göre daha saldırgan bir mevziden hareket edecektir demek bir yanılgı olmaz. Nitekim bunun ilk emareleri de, Irak’ta; Felluce’nin yerle bir edilmesinde, saldırganlığın bir soykırıma dönüştürülmesi boyutuna götürülmesinde; camiler, türbeler gibi İslam’ın kutsal mekanlarının topa tutulması ve Amerikan askerleri tarafından bu yapıların tahrip edilmesindeki pervasızlıkta görüldü.

AVRUPA KENDİ BUSH DÖNEMİNE GİRİYOR
Kuşkusuz ki; Ortaçağ değerlerine dönüş, bu değerlerin emperyalizmin dayanağı yapılarak, toplumsal yaşamda, bu türden dinci, ırkçı değerlerin itibarının yükselmesi gibi gelişmeler, ABD gibi dünya kapitalizmin baş patronu olan bir ülkede oluyorsa, sadece Amerika’ya özgü olarak kalamaz. Bütün diğer kapitalist ülkelerde de benzer eğilimlerin güç kazandığına tanıklık edilir.
Gerçekte de böyle olmaktadır.
11 Eylül sonrasında, kendi “demokratik normları” ve kişisel özgürlüklerinin sınırlarından endişeye düşen Avrupa’da; “iç güvenlik”, “terörizme karşı önlem” adına pek çok kişisel hak sınırlamaları gündeme gelmişti. Bu sınırlamalar, hava alanları başta olmak üzere, kalabalıkların bulunduğu mekanlarda polisiye önlemlerin artırılması biçiminden başlayarak, yasalardaki anti-demokratik uygulamalar ve iç güvenlik güçlerinin yetkilerinin artırılmasına, “yabancıların”, “göçmenlerin”, Müslümanların polis ve “sivil vatandaşlar” tarafından taciz edilmesine kadar uzanmıştı.
Dolayısıyla, 11 Eylül sonrasında Avrupa ülkelerinde, “muhafazakarlık”, “Hıristiyan demokratlık”, neo nazilik”, “yabancı düşmanlığı” gibi bilinen şer güçlerin harekete geçtiğine tanık olunmuştu. Ama Bush’un ikinci kez seçilmesi; sadece bu şer güçlerin nispeten güç kazanmasını değil, aynı zamanda, bu şer güçlerin Amerika’daki gibi, Hıristiyan değerlerini öne çıkaran bir kanala girdiklerini de göstermektedir. Bunu bazen şu ülkede bazen bu ülkede, şu ya da bu vesileyle ortaya çıkan tutumlarda değil, ama aynı zamanda, tüm Avrupa ülkelerinde; “yabancı düşmanlığı”, “neo nazizmin yükselişi”, “İslam karşıtlığı”, “Hıristiyan değerlerinin öne çıkarılması” olarak da görüyoruz. Dahası, dün bu “aşırılıklar”, neonaziler, neofaşistler, kimi küçük dini cemaatler tarafından temsil edilirken, bugün; Hıristiyan demokrat”, “muhafazakar” adı altında faaliyet gösteren, kimi ülkelerde iktidar, kimi ülkelerde ana muhalefet olan kitle partilerinde de bu eğilimlerin temsil edilmeye başlandığına tanık oluyoruz.  Örneğin, Türkiye’nin AB’ye girmek için yaptığı girişimler karşısında, Avrupa, neredeyse ikiye bölünmüştür. Bir bölümü, Müslüman olan Türkiye’nin AB’ye alınmasını savunmuş, bir bölümü ise; Haçlı seferlerini, Viyana Kuşatmasını, tarihteki Müslüman-Hıristiyan çatışmasını “bugün de oluyor”, “yarın da olacak”mış gibi göstererek, Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin, Hıristiyan uygarlığının bir merkezi olarak görünen AB’ye girmesine karşı çıkmışlardır. Üstelik bu karşı çıkış içinde olanlar, sadece küçük, marjinal uç partiler değil; Fransa, Almanya, İngiltere gibi Avrupa’nın en önemli ülkelerinin iktidar ya da iktidara aday partilerinin içinde yer aldığı siyasi mihraklar olmuştur. Yapılan kamuoyu yoklamalarında da, nüfusun yüzde 50’sinden çok fazlasının (hiçbir ülkede nüfusun çoğunluğu, Türkiye’nin AB’ye alınmasından yana değildir), Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı çıktığı görülmüştür. Ve dahası, genel olarak politikanın dışında kalmayı tercih eden Vatikan bile, sıcak tartışmaya katılarak; Müslüman Türkiye’nin Avrupa’da yeri olamayacağını öne sürmüştür.
İşin ilginci; Türkiye’nin AB’ye alınmasını isteyen sosyal demokratlar, sosyalistler, komünistler, yeşiller gibi “ilerici” partilerin Türkiye’nin AB’ye alınmasının gerekçeleri de; asla bir insanlık bütünleşmesi; ırkların, milliyetlerin, dinlerin böldüğü insanlığı yüksek insani değerler etrafında birleştirmek değildir. Tersine onlar da; emperyalist Avrupa’nın duyacağı silah gücü ihtiyacı, Ortadoğu ve İslam dünyası üstünde egemenlik kurmada Türkiye’nin önemli bir ülke olduğu gerekçesiyle Türkiye’nin AB’ye alınmasını savunmaktadırlar. (Aslına bakılırsa, Türkiye’nin bu açıdan önemini “Hıristiyan partiler” de kabul etmekte, ama “içimize almadan ayrıcalıklı ortak olalım” demektedirler.)
Yine Türkiye-AB tartışmaları içinde görülmüştür ki; Fransa, Avusturya gibi ülkeler; eğer Türkiye’nin AB’ye girişini öteki yollardan engelleyemezlerse, “referandum”a giderek engelleyeceklerini öne sürmüş; şimdiden bu doğrultuda karar almışlardır. Yani, referandum gibi demokratik bir araç; burada, halklar arasında düşmanlığı körüklemek, Avrupa’da Türk ve Müslüman düşmanlığını teşvik etmek için kullanılmak istenmektedir. Nitekim daha bugünden; din ve milliyet ayrılıklarını, halkları kötülemeyi, halklar arasında düşmanlık yayan görüşleri ders kitaplarından çıkarmayı “norm yapan Avrupa”nın parlamentosunda; Türkleri, Viyana’yı kuşatan, barbar, saldırgan bir halk; Müslümanlığı, asla uzlaşılamayacak, uygarlık dışı bir din olarak gösteren konuşmalar yapılmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, Amerika’da Bush’un seçimi ve çoğunluğun Bush’un temsil ettiği politikalar etrafında birleşmesi eğilimini, Avrupa’da da görüyoruz. Özellikle Bush’un seçim zaferi sonrasında, Hıristiyanlık ve muhafazakar değerler daha da yükselen bir trend göstermektedir. Çünkü; Bush’un seçim kazanması, gerici, Hıristiyan partiler için, dünyanın, bir “muhafazakarlık iklimine uygun” olduğu fikrini getirmiştir. Nitekim; son günlerde Türkiye üstünden estirilen Hıristiyanlık, Avrupa’nın Hıristiyan bir birlik oluşturduğu fikrinin yanı sıra, Avrupa ordusunun kurulması çabalarının artması, radara yakalanmayan nükleer denizaltı örneği silahlanmanın öne çıkarılması, Amerika karşısında (Rusya ve Japonya karşısında da) Avrupa’nın çıkarlarını korunması için “siyasi bir güç oluşturulması fikrinin önceki dönemlerde görülmedik biçimde işlenmesi, deyim yerindeyse, Avrupa’nın kendi Bushlarını iktidar getirmek üzere, kendi Bush dönemine hazırlık yaptığının işaretleri olarak görülmesi gerekir. Dahası; bu politikalar prim yaptıkça (ki öyle görünüyor), bugün nispeten daha demokratik değerleri savunur gözüken sosyal demokrat, yeşil vb. partilerin de aynı kulvara yönelmesi için hiç bir engel görünmemektedir.

‘PATRİKHANE SORUNU’ BİR PATRİKHANE SORUNU DEĞİL
Bush ve onun temsil ettiği tekelci kliğin politikaları; püriten Hıristiyan değerler ile emperyalist yağmacılığın birleştirilmesi üstünden biçimlenen bir ideolojik zemine oturtulmuştur. Şimdi Avrupa’da da, bu biçimleniş, hızla rağbet kazanmaktadır. Bu ise; ABD ile Avrupa arasındaki rekabeti, hızla “genel olarak olan” bir karakterden çıkarıp somut ve güncel politik tutumlarda da kendisin ifade eden bir gerçeklik düzeyine yükseltmektedir. Irak’ın işgaline Fransa-Almanya blokundan gelen açık karşı çıkış, İran politikasında Avrupa ve Amerika’nın karşıtlaşması, Avrupa Ordusu’nun vurucu gücünün artırılması ve silahlanma için kararlar alınması,… gibi.
ABD karşısında Avrupa’nın sözcülüğünü, son yarım yüzyıldır olduğu gibi yine Fransa yapmaktadır. Ve bu sefer, yanına, ebedi düşmanı Almanya’yı da almıştır. Bu ikili, Rusya’yı da yanlarına alarak, ABD’yi, sadece mali ve siyasi bakımdan değil, askeri bakımdan da dengeleyebilecek karşıt bir mihrak oluşturmak hesabı içindedirler. En azından gelecekte buna ihtiyaç duyacaklarının farkında olarak davranmaktadırlar.
Bu rekabet, ABD’ye, Avrupa’da ikinci bir hamle yapma ihtiyacını dayattığı gibi, bir müdahale imkanı da yaratmıştır. Rusya’da ve öteki doğu Avrupa ülkelerinde müdahalenin en etkin yolu olarak Hıristiyan değerlerinin önemini gören ABD, bu ülkelerde de, Ortodoks Kilisesi’nin devletlerle iç içeliğini görmüş ve Ortodoks Kilisesi’ne el atmıştır. Burada da kilit nokta, uzunca bir zamandan beri hamisiz, Türkiye’nin de baskılarından muzdarip olan Fener Patrikhanesi’dir.
Eğer Fener Patrikhanesi’ni kendi etkisi altına alır, “ekümenlik” sıfatını tanıtabilirse, Amerika, Ortodoks dünyasında (dünyada 350 milyon Ortodoks var), Ortodoksluğun ruhani lideri Fener Patriğini Müslüman-Türk baskısından kurtarıp özgürlüğüne kavuşturan yeni hami olarak büyük bir otorite kazanacağı gibi, bütün Ortodoks ülkelere müdahale için de çok önemli bir mevzi kazanmış olacaktır. Hele Rus, Yunan ve Bulgar patrikhanelerinin Fener Patriği’nin “ekümen” olmasını istemedikleri düşünüldüğünde, ABD, bu ülkelerdeki kiliseleri de en azından ikiye böleceğini hesaplamaktadır.
Demek ki; son günlerde Türkiye ile ABD’nin arasında ciddi bir gerginliğe yol açan ve Türk-Amerikan ilişkilerini “çuvallama dönemi”ndeki gibi kritik bir aşamaya getiren “ekümenlik krizi”, basitçe bir Hıristiyan mezhebinin baskı altında tutuluyor olmasından duyulan bir rahatsızlığın çok ötesindedir. Tersine, ABD’nin bütün bir Doğu Avrupa’nın Ortodoks ülkelerine müdahalesinin kilit noktası olarak ortaya çıkmıştır. Bu müdahalenin, Türkiye gibi bir İslam ülkesinde, ama Amerika’nın elinin altındaki bir ülkede yapılacak olması da, onun için bir avantaj oluşturmaktadır. Bu yüzden de ABD, Avrupalılardan da (AB de, Kopenhag Kriterleri üstünden, Fener Patriği’nin daha serbest çalışması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, kiliselerin tamirine imkan tanıması gibi sorunların çözümü için uğraşıyordu) önce vaziyete hakim olmak için, “ekümenlik” üstünden bir girişim yaparak, AB’yi de sürecin dışına itip, Ortodoks dünyasına müdahalede ilk adımı atmıştır. (Bu hamlenin,, aynı zamanda Türkiye’yi Amerikan yörüngesine tam oturtmak için süren Amerikan operasyonunun devamı olarak da bir öneminin olduğu apaçıktır.)
Amerika’dan Doğu Avrupa’ya kadar, bakıldığında; ABD’de Evangelist Hıristiyanlık bir yükseliş içindedir ve Amerikan toplumu içindeki bütün tutucu, küçük burjuva değerlerle bütünleşerek toplum yaşamını biçimlendiren bir canlanma göstermektedir.
Avrupa’da ise, Hıristiyan değerler yeniden öne çıkarılmakta, Aydınlanma değerlerini toplum yaşamından kovmaya girişen din, bir yandan devlet ve siyasi partiler, öte yandan değişik “sivil kurumlar” aracılığı ile yeniden toplum yaşamındaki etkisini artırmaktadır.
Ortodoks Hıristiyan dünyasında ise, din; geçen 50-60 yıl boyunca sosyalizme karşı kullanıldıktan sonra, şimdi de bir kez daha, bu eski sosyalist ve halk demokrasisi ülke haklarının zapturapt altına alınıp ABD ya da Avrupa emperyalizmi tarafından yedeklenmelerine vesile edilmek üzere kullanılmak için, her gün yeni hamleler yapılmaktadır. Dolayısıyla Amerika’nın, durup dururken, Ortadoğu’daki en iyi müttefiki Türkiye ile “papaz olması”nın boş yere ve sorunun da “Fener patriği ekümen mi olsun yoksa düz patrik mi” gibi kıytırık bir mesele olmadığı anlaşılır.
Kuşkusuz ki; sorun, ne “saf Hıristiyanlık” idealidir (Hıristiyanlık için Hıristiyanlık) ne de Hıristiyan değerleri kullanmaktan ibarettir. Tersine; emperyalizm, egemenliğini tehdit eden güçleri ürettiği için, birinci tehdit olarak gördüğü İslam dünyasında da bir bölünme yaratarak; “Ilımlı İslam” adını verdiği (“ılımlılık”, az Şeriatçı olmaları değil, Amerika ile işbirliği içine girmeleri anlamında kullanılmaktadır. Yoksa en radikal Şeriatçı Vahabiler; Arabistan’da, Çeçenya’da Amerika’nın himayesinde faaliyet göstermekte, Afganistan ve Pakistan’da radikal Şeriatçı gruplar, ABD ile işbirliği içinde oldukları için ılımlı görülmektedir!) Amerikancı, emperyalizmin dünya egemenliğinde Amerika ile işbirliği yapacak bir İslami eğilimi de, kendi müttefiki olarak görmektedir. Bu yüzden de, İslam’ı, “radikal” ve “ılımlı” diye ayırmakta; “ılımlı İslam”ı, “radikal İslam”a karşı, radikal Hıristiyanlığın müttefiki olarak görmektedirler.
Bu tabloda açıkça görüldüğü gibi, Hıristiyanlık (ve “ılımlı İslam”), günümüz emperyalizminin ihtiyacına uygun olarak, emperyalist ülke halklarını kendi tekelci sermayesinin yedek gücü olarak hazırlanması için kullanılırken, tüm dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların muhtemel başkaldırılarına karşı bir panzehir olarak kullanılmak üzere de hazırlıklar yapılmaktadır.
Başka bir söyleyişle, kapitalizm; kendisinden önceki dünyanın şer güçlerini kendi imdadına çağırmıştır, ve 21. yüzyılın, Yeni Dünya Düzeni’nin kurulacağı yüzyıl; savaşsız, baskısız, refahın paylaşıldığı bir yüzyıl olacağını ilan eden emperyalizmin ideolog ve propagandacıları, şimdi herkesi; Ortaçağın, insanlığın en karanlık çağının değerleri etrafında birleşmeye çağırmakta; insanlığın kurtuluşunu, Ortaçağ değerlerine dönüşte görmektedirler.

TÜRKİYE BU GERİLİMİN NERESİNDE?
Ortalıktaki resmi söyleme bakılırsa, Türkiye, bu olup bitenle ilgisiz; fırtınaların birbirine karıştığı bir okyanusta, asude bir liman gibidir. Ama görünüşün arkasındaki gerçeğe bakıldığında, Türkiye, bütün bu olup bitenlerin merkezindedir; bütün çelişmelerin en girift bölgesinde yer almaktadır.
Bu yüzden de sıkça; “Türkiye ABD’nin Ortadoğu’daki en iyi müttefiki mi”dir yoksa, ABD’nin Ortadoğu’daki “hedef ülkelerinden birisi mi” sorusu, bütün bu kargaşa içinden çıkıp, gündemin ivedilikle yanıtlanması gereken sorusu haline gelmektedir.
Kuşkusuz ki, Türkiye’nin böylesi kritik bir önem kazanması, hem ABD’nin amaçları, hem de Türkiye’nin Ortadoğu’da tuttuğu tarihsel, coğrafi, ekonomik, siyasi, askeri, stratejik,… pozisyonla ilgilidir.
Ancak sorunun bu yanına değinmeden önce; son 50 yılda Türkiye-ABD ilişkilerinin bir yönüne dikkat çekmek oldukça aydınlatıcı olacaktır.
Çünkü genel bir bakışla; “Türkiye-ABD ilişkileri, son 60 yıl içinde, Kıbrıs bir yana bırakılırsa, hemen hiçbir ciddi krizle karşılaşmamış; gelen de giden de, Amerika ne emrederse onu yapmaya çalışmıştır” diye görülebilir. Ama gelişmelere daha yakından bakınca, sorunun pek öyle olmadığı, dahası, ABD için, “ne istiyorsa onu yapmış olmanın” çoğu zaman yetmediği görülür.
Şöyle ki;    
Türkiye, Amerika’nın, İsrail’le birlikte, tartışmasız Ortadoğu’daki en iyi, en sadık, en güçlü, en vazgeçemeyeceği müttefikidir. 50, hatta 60 yıldan beri, hükümetler, ufak tefek kimi pürüzler bir yana bırakılırsa, Amerikan stratejisine bağlanmak, onunla uyum içinde olmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Dahası denebilir ki, hiçbir Amerikan dostu ülke, ABD’ye, Türkiye kadar sadakat göstermemiştir. Türkiye’yi bugün yöneten AKP Hükümeti ise, gelmiş geçmiş hükümetler içinde, en Amerikancı hükümetlerden birisidir. Dahası AKP Hükümeti, Kemalizm’le hesaplaşmak, iktidara gelmesinde yığınsal destek gördüğü muhafazakar ve dinci güç odaklarını rahatlatmak için, Amerika’yı arkasında görmek isteyen bir iç politika tarzı benimsemiştir. Bu yüzden de, AKP Hükümeti, gelmiş geçmiş hükümetler içinde, ABD ile işbirliğine en hevesli hükümettir demek bir abartı olmaz. Bir adım daha atarak, şunu söyleyebiliriz ki, son yıllarda, Amerikan dünya egemenliği stratejisinin merkezi Ortadoğu’ya kaymıştır. Dolayısıyla ABD’nin, Ortadoğu ve İslam dünyası ilişkileri önem kazanmıştır; bu çerçevede de, Türkiye’de, İslam dünyasındaki İslamcı, Şeriatçı rejimlerle ilişki kurabilecek İslamcı ve Amerikancı bir Türkiye Hükümeti, Amerika için asla vazgeçilmezdir.
AKP Hükümeti de, kurulduğu günden beri, elinden ne geliyorsa, onları seferber ederek, büyük gayretle ABD’ye hizmette kusur etmemeye çalışmaktadır. Bu amaçla, Irak’ın işgali gibi, BM yaslarına aykırı, bütün uluslararası hukuk kurallarını çiğneyen bir eylemi bile, Türkiye Hükümeti destekledi; yetmedi, “kararname” çıkararak Amerikan kuvvetlerinin Türkiye’de üslenmesi ve Türkiye’nin işgal üssü yapılması için elinden gelen gayreti gösterdi. Bunu başaramayınca da, Türkiye’yi işgalin lojistik destek üssüne dönüştürdü. Ama bu ve bu türden pek çok desteğine karşın, AKP Hükümeti, ikide bir, ABD ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu karşı karşıya geliş, Irak’ın işgalinden sonra, Türk askerlerinin Kuzey Irak’ta Amerikan askerleri tarafından yakalanıp başlarına çuval geçirilmesine kadar vardı. Aradan 15 ay geçtikten sonra; son günlerde benzer bir süreç işlemeye başlamış; Fener Patriği’nin “ekümenlik sıfatı”nın ABD tarafından tanınması üstünden; ABD’nin açık diplomatik saldırısı (Ankara’da “Ekümen Patrik” adına yemek düzenlenmesi ve hükümetin katılmamasını not etmesi, Büyükelçi Edelman’ın Tayyip Erdoğan’ın kendisine altı haftadır randevu vermediğini New York’ta, Türkiye’ye karşı bir “nota verme” biçiminde açıklaması), beş Türk Özel Tim elamanın resmi görevleri gereği gittikleri Musul yakınlarında pusuya düşürülüp öldürülmesiyle yeni bir krizin eşiğine gelinmiş bulunulmaktadır.
Olup biteni anlamak için tarihe şöyle bir göz atalım:
Menderes, 1950’de, “Türkiye’yi Küçük Amerika yapacağım” iddiasıyla iktidara gelmiş; 10 yıllık devri iktidarı boyunca da, ABD’nin bir dediğini iki etmeyen bir ABD işbirlikçiliğinin dünyadaki simgelerinden biri olmuştur.
Ancak Menderes’i ve partisini devirerek, iktidarı eline geçiren 27 Mayıs ihtilalcilerinin ilk açıklamaları da, “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” olmuştu. Üstelik bu “aşk” tek yanlı da değildi. Çünkü sonraki yıllarda görüldü ki, 27 Mayıs darbesini, Kemalist çevreler, her ne kadar Kemalist, Türkiye’nin demokratik ve bağımsız bir ülke olması için girişilen bir “Kemalist ordu harekatı” olarak sunsa da, darbe, ABD’nin bilgisi dahilinde bir harekat olarak gerçekleşmiştir. Zaten o günün dünya koşulları ve Türkiye’nin o dünya içindeki yeri düşünüldüğünde, ne ordu ne de başka bir devlet gücü, ABD izin vermeden “tuvalete” bile zor giderdi.
Sadece Menderes de değil. O Süleyman Demirel ki, siyasete atılmaya hazırlandığı günlerde; Amerikan Ordusu’nun inşaat işlerini yürüten bir Amerikan inşaat firması olan Morisson’nun Türkiye temsilcisiydi. 27 Mayıs sonrası ortamında ortaya çıkan anti-Amerikancılığı bastırmak; Menderes’in belirlediği ama ulaşamadığı amaçların gerçekleşmesini sağlamak, dolayısıyla Türkiye’de dizginlerin yeniden ama daha ileri bir düzeyde ele alınması için hazırlanmış politikaları hayata geçirmek için rol verilen bir kişidir. Demirel de, kendisine biçilen bu rolden hoşnutsuz değildir. Ve bu Demirel; Amerika’nın arkasında olduğunu göstererek, partisi AP (Adalet Partisi) içindeki “en Amerikancılık” yarışını kazanmak için, dönemin ABD Başkanı L. Johnson ile kol kola çekilmiş fotoğraflarını dağıtacak kadar Amerikanofildir.
Ama bu “sıfır Amerikancı” Demirel ve partisi, 12 Mart darbesiyle iktidardan uzaklaştırılır. 12 Mart darbesi sonrasında yaptığı bir konuşmada, Demirel, Amerika’yı kastederek; “Adamlar altımı oymuş da, haberim olmamış” diye yakınarak anlatır olup biteni. Demirel’in burada “Adamlar” dediği, Amerka’dır; Amerika’nın Türkiye’deki görevlileridir; “altını oymak”tan kastı da, Amerika’nın ordu içinde cunta örgütlemesi, üstelik de, bu organizasyonu yaparken, MİT’i de kontrol altına alması ve cunta organizasyonundan, MİT’in bağlı olduğu Başbakanı haberdar beli etmemesidir.
Ama 12 Mart darbesi tokadı bile, Demirel’in Amerikan aşkını (biraz buruklaştırsa da) kıramaz; Demirel, sonraki yıllarda da, Amerikan stratejisine (“Yeşil Kuşak” ve anti-komünist kampanyaya katılma vb.) uygun davranmak için elinden geleni yapmıştır. Ama buna rağmen, Demirel; 12 Eylül Cuntası’na da başbakan olarak yakalanır; soluğu Zincirbozan’da alır. Ve 12 Eylül Cuntası’nın da bir ABD yapımı olduğu, daha harekat başladığında bilinir. O gün Washington’da bir tiyatro seyrederken, “Türkiye’de darbe” haberini alan dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’in, yanındakilere, “Telaş edecek bir şey yok. Bizim çocuklar yaptı” şeklindeki sözlerini, daha 12 Eylül’ün hemen arkasından, cuntanın, arkasında Amerika’nın olduğunu göstermek için basına sızdırdığı bir gerçekti. Cunta ve sonrası Özalcı dönemi; bu dönemin ilişkilerindeki çığrından çıkmış Amerikancılığı biliyoruz.
Yukarıda şöyle bir değindiğimiz, 20 yıla sığan üç askeri darbe açısından bakıldığında; Türkiye’de iktidar değişimlerinde, “Amerikan uşaklarının Amerikan uşakları tarafından darbeyle uzaklaştırılması” gibi bir ironi ile karşı karşıya kalırız. Ya da bu 20 yıllık dönemi; Amerika’nın, yeni uşaklarına yol açmak için, eski uşaklarına karşı darbe yaptırdığı bir dönem olarak görebiliriz.
Gerçek böyle midir? En azından görünüşte olan budur. Ancak; ABD bunu, yeni uşaklar kolayca ikbal sahibi olsun da, bana daha çok hizmet etsin, ya da kudretinden sual olunmaz bir güç olduğunu dost düşman görsün diye yapmamaktadır. Ama Amerikan uşakları, işbirlikçileri; Amerikan stratejisinin değişen ihtiyaçlarını anlamama, onlarla çelişen (ya da verilen rolde etkisiz duruma gelme) bir pozisyona düşme ve bu strateji içinde kendi rollerini yeterince başarıyla oynayamamaları sonucu Amerikan (ya da olurunu alan) müdahalesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Menderes de, Demirel de bu nedenle askeri darbeyle düşürülmüştür. “Eğer askeri bir müdahaleyle ipler yeniden ele alınmasaydı, ülkede kontrolü imkansız hareketler meydana gelebilirdi” iddiası, 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de, darbeciler ve arkasındaki güçlerin değişmez “tezi” olmuştur. Hatta ünlü “28 Şubat” harekatının bile; ABD’nin bu müdahale içinde etkin bir rol oynadığı, sonradan “medeniyetler savaşı” olarak adlandırılan ve İslam dünyasında Amerikan ve Batı karşıtı eğilimlerin Türkiye merkezli bir mihrak oluşturma ihtimaline karşı bir müdahale olarak, Amerikan icazetinde ve kontrolünde geliştiğini söylemek gerekir. Çevik Bir ve onun etrafındaki organizasyon bunu açıkça göstermektedir.
AKP Hükümeti ile ABD arasında ikide bir denecek sıklıkta oluşan, ama bir darbeye varmayan “krizlere” bu tarihsel dayanaklardan bakıldığında, çatışmaların arkasında benzer nedenler görülüyor.
Evet, AKP Hükümeti, var gücüyle Amerika’nın Ortadoğu üstünden giriştiği dünya hegemonyası mücadelesine uyumlu bir rotada ilerlemeye çalışıyor; bunun için gayret ediyor ama, bir yandan Türkiye halkı içindeki anti-Amerikan duygular ve yatıştırılması sorunu, öte yandan da İslam dünyasındaki tepkiler karşısında panikliyor; Amerika’nın istediği kararlılıkta bu eğilimlerin karşısına çıkıp; onların geri döndürülmesi için başarılı hamleler yapamıyor. Burada, Amerika neyi kast ettiğini, bir buçuk yıl önceki “çuval krizi” sırasında, Rusmsfeld ve Wolfowitz gibi Pentagon’un kurtlarının ağzından açıkça söyledi. Hükümet ve Genelkurmay’ın, “Biz elimizden gelen gayreti gösterdik ama, ne yapalım ki Meclis’te gerekli çoğunluğu sağlayamadık” mazeretine karşı, Amerikan tarafı; “Türk hükümeti ve Genelkurmay Başkanlığı, kararnamenin Meclis’ten geçirilmesi sürecinde kararlı bir önderlik sergileyememiştir!” diyerek açıkça acizlik ve yeteneksizliklerine işaret etmiştir. Başka bir söyleyişle, ABD; Türkiye’deki hükümetten beklediğinden daha az destek görüyorsa; işbirlikçilerini, uşaklarını işe yaramaz görmekte, daha becerikli ve yetenekli olanları onların yerine geçirmek için, mekanizmaları harekete geçirmektedir. Ancak son 15 yıldır; Yeni Dünya Düzeni’nde, darbeler klasik biçimiyle, hiç olmazsa şimdilik de olsa, tercih edilen bir yol olmadığı için, ABD, işbirlikçilerini; “havuç” ve “sopa” yöntemiyle “eğitmek”te; konuşmakta, pohpohlamakta, para-pula boğarım vaadleri yapmakta; yine de sonuç alamazsa, “başına çuval geçirmekte”, içeride ve dışarıda “şer güçleri” harekete geçirmekte, kucağına alıp bir güzel pataklayarak aklını başına getirmeye çalışmaktadır.
AKP Hükümeti ile ABD’nin ilişki biçimi, şimdi, böyle bir platformda cereyan etmektedir. ABD’nin bölge stratejisine, Türkiye’deki hükümet, askerler, başka türden güç odakları, verebilecekleri azami desteği vermede yetenek gösteremezlerse, Amerika’nın şiddetini üzerlerine çekmektedirler. Kaldı ki, ABD, Türkiye’yi, herhangi bir Ortadoğu ülkesinden fazla olarak; bir “ılımlı İslam modeli” ve kendi kurmak istediği “Ortadoğu İslam düzeni”nin “model ülkesi” olarak seçmiştir; ondan, bu modelliğe uygun davranışlar beklemektedir. Çünkü model ülke olmak, örnek davranışlar sergileyen bir ülke de demektir.
Evet; Türkiye, 50-60 yıldır Amerika’nın dostu ve en sadık müttefikidir. AKP Hükümeti de, ABD için her şeyi yapmaya çalışmaktadır, ama Türkiye hükümetlerinin, genelkurmayının ve öteki Amerikancı odakların kendilerine göre “takıntıları” (bu takıntılar, bir önceki dönemde Amerika için önemli değildi) vardır. Amerika; “ılımlı İslam” derken, aslında Amerikancı İslam dediğini; Müslüman işbirlikçilerinin de, kendi ülkelerinin ya da İslam ülkelerinin değil, “Amerika’nın hassasiyetlerini dikkate almaları” gerektiğini, bunları bilmelerini istemektedir. Oysa, örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünde ısrar, İran’la ilişkilerde Amerika’nın isteklerini yeterince süzememek, “ılımlı İslam değil, laik bir ülke”, Kıbrıs ve son zamanlarda da Ortodoks Patriği konusundaki “takıntılar”, Türkiye’yi yöneten Amerikancı güç odaklarıyla ABD’yi sık sık karşı karşıya getirmektedir.
Hal böyle olunca da, ABD; bütün bu takıntıları aşmak için işbirlikçilerini zorlamakta; eğer istekleri dikkate alınmaz ve gereği yapılmazsa, “takıntı” edilen konuların, başlarına gelecekler yanında hiçbir şey olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Kuzey Irak’taki “kırmızı çizgiler” efelenmesinin çökmesi, “ekümenlik belası”nın çıkarılması, kamyon şoförlerinin öldürülmesi ve Irak’ta iş yapan şirketlerin korunmaması, en son 5 özel timcinin öldürülmesi – bunların; Amerika’nın burun sürtme, sopa ile hizaya getirme uygulamalarının göze batanları olarak görülmesi gerekir.
Bunu içindir ki, ABD’nin en yakın müttefiki Türkiye de, zaman zaman Amerikan operasyonlarının hedefi olmakta; bu operasyonlarla, halka gözdağı verildiği kadar, işbirlikçilere de “balans ayarı” yapılması amaçlanmaktadır.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELEDE GÜNCEL GÖREVLER
Bush ve Bushçuların iddiasına göre; “Amerikan yaşam tarzı”na ve onun şahsında temsil olunan değerlere uluslararası planda bir terörist saldırı stratejisi vardır. ABD, bu saldırıyı, kendi topraklarına gelmeden, hatta doğduğu topraklarda yok etmeyi amaçlayan bir kuvvet politikası geliştirmiştir. Amerika’ya yönelik saldırının kaynakları ise; radikal İslamcı görüşlere dayanan bir tutum olduğu kadar, bu tutum, kimi İslam ülkelerinin yönetimleri tarafından da desteklenmektedir. Bu İslam ülkesi yönetimleri de, Amerikan stratejisinin hedefleridir.
Bu mücadelenin bir yanı da, bir “Medeniyetler Savaşı”dır. Bu “Medeniyetler Savaşı”nın doğru, haklı olan yanını, Hıristiyan-Yahudi değerlerini savunan Bush’un başını çektiği ABD yönetimi ve onun müttefikleri temsil etmektedir. Bu yüzden de, bu değerlerin tüm dünyada egemen olması için mücadele, uygarlık ve insanlığın ilerlemesi mücadelesidir. Bu mücadelenin liderliğinde Bush yönetimi vardır. Bugün bu tutum, Avrupa’da da öne çıkan ve giderek yaygınlaşan bir tutumdur. Dünün pasif muhafazakar, Hıristiyan demokrat partilerinin daha radikal bir söylem ve politikaları benimsemeye yönelmiş olmaları bir rastlantı değildir. Kısacası; Hıristiyan-Yahudi dünyası, radikal bir Batı uygarlığının temsilcisi olduğunu iddia eden en gerici dini ve siyasi odaklar; “Batı uygarlığı”nı, ilkel, çağdışı uygarlıklara karşı savunmak iddiasını kendilerine paravan yapmış; “ılımlı İslamcı” güçleri de yedekleyerek, amaçlarına yürümek istemektedirler.
Sorunun, bir “uygarlık”, “insanlığın yarattığı en ileri değerlerin savunulması” olarak konması bir aldatmacadır. Ama; kuşkusuz ki, örneğin Amerikan tekellerinin çıkarlarını savunmak, Amerika’nın dünyayı yağmalama hakkını savunmak demekten çok daha masumdur ve çok daha geniş kesimleri yedekleme imkanı tanımaktadır. Dahası; bir uluslararası strateji oluşturmak bakımından, “Amerikan hayat tarzı”ndan (“Amerikan hayat tarzını korumak” iddiası, ancak ABD’nin kendi iç politikası bakımından önem taşır) bile kapsayıcıdır. Çünkü, Hıristiyan dünyasının dini etki altındaki geniş yığınlarını (elbette ki Kilise’yi ve çeşitli muhafazakar dini ve siyasi toplulukları,…) olduğu gibi, İslam dünyası ve öteki “uygarlık” bölgelerinde de “Batı değerleri”nin insanlık için önemini gören geniş bir kesimi, daha da önemlisi entelektüel çevreleri de yedekleyici bir karaktere sahiptir. Bu yüzdendir ki, “Medeniyetler Savaşı” kavramı öyle kafadan atılmış, marjinal bir çevrenin öne sürdüğü bir saçmalıktan çok fazla bir şeydir.
İslamcı ve Şeriatçı çevreler bakımından da, “Medeniyetler Savaşı”; Şeriatçılığı savunmaktan daha kapsayıcı; İslami değerlerin etkisindeki geniş Müslüman çevreleri de, Şeriatçı, marjinal dini çevrelere yedekleme imkanı tanıdığı için “sarılınan” bir kavrama dönüşmüş bulunmaktadır.
Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkileri ve kendi “Ortadoğu projesi”nde Türkiye’ye vermek istediği rol de aslında hiç farklı değildir. Onlar için de, Ortadoğu; istikrasız yönetimlerden radikal İslamcı eğilimlere yataklık yapan, yoksulluktan şeyhlik rejimlerine sayısız sorunları olan, ama bir dünya hegemonyası mücadelesinde de; petrol ve doğalgaz rezervleri ve enerji geçiş yollarının güvenliği açısından jeo-stratejik konumundan dolayı, olmazsa olmaz olan bir bölgedir. Türkiye ise; bu bölgede, egemen sınıfları Batıya sadakatle bağlı, Batılıların oturup konuşabilecekleri ve Batı emperyalizminin amaçları üstünden geleceğe dair hesaplar yapabilecekleri “çok önemli” bir ülkedir.
Kuşkusuz ki, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa; bölgeye, bugün ABD ile aynı amaçla, ama “farklı bir üslupla” yaklaşmakta, bu ülkelerin ordularla işgal edilmesine, silahla hizaya getirilmesine karşı görünmektedir. Çünkü bir yandan, şu anda sorunlara yaklaşımı nedeniyle, öte yandan ve bununla bağlantılı olarak, ABD ile silahla müdahale alanında rekabet edemeyecekleri için, böyle bir üslup kullanmaktadırlar. Yugoslavya’da, Afganistan’da, Makedonya’da, Bosna ve Kosova’da, en son da Irak’ta bunu gördüler. Bırakalım başka kaygıları; eğer ülkeleri silahla hizaya getirmek öne çıkarılırsa; ABD’nin, kendilerini paylaşım masasının dışına iteceğini artık biliyorlar. Bu yüzden de; Yugoslavya’ya silahlı müdahaleye ses çıkarmayan AB’nin patronları, Irak’ın işgaline karşı çıktıkları gibi, İran’ın güçle hizaya getirilmesine, öteki İslam ülkelerini de ABD’nin silahla tehdit etmesine sıcak bakmıyorlar.
Ama bundan, AB’nin daha insancıl bir emperyalizm türü geliştirdiği (1960’lı yıllarda böyle teoriler öne sürülmüş, hayli de taraftar toplamıştı. Maoculuğun temeli yapılan ünlü “Üç Dünya Teorisi” de, bu varsayım üstüne oturtulmuştu.) anlamı çıkmaz. Nitekim daha geçtiğimiz ay, Fransa’nın Afrika’da yaptıklarına tanık olduk.) Ama; dünya hegemonyası için ABD ile şimdilik silahla rekabet etme imkanı olmamasından kaynaklanarak, AB de, kendi güçlü olduğu alan olan diplomasiyi öne çıkarmaktadır. Kaldı ki; Amerika’dan sonra, Avrupa’da da emperyalizm, bir süreden beri Hıristiyanlığı; yabancı düşmanlığını, ırkçılığı, muhafazakar değerleri” yardımına çağırmış bulunmaktadır. Ve Amerika’dan yükselen ideolojik planda Ortaçağa dönüş, Avrupa’yı da etkilemekte (Avrupa emperyalizminin gerici duygularını kışkırtmakta); dolayısıyla, Amerikan üslubunun Avrupa’da egemen üslup olması, bu üslubun gerektirdiği diplomatik ve askeri donanım imkanlarının geliştirilmesi, iç politikanın buna göre yeniden şekillendirilmesi eğilimi güçlenmektedir. Avrupa’da neo-Nazi ve yabancı düşmanı marjinal odaklardan sonra, kitle partileri olan Hıristiyan ve muhafazakar partilerin Hıristiyan değerleri öne çıkarması, bunun alametidir.
Öte yandan, Türkiye’nin, iki emperyalist gücün (Rusya, Çin ve Japonya’nın da bölge ile yakın ilgisi olduğu unutulmamalıdır) çatışma alanında bulunması ve aynı zamanda “çatışma konusu” olması; Türkiye’nin, Kürt sorunu başta olmak üzere, demokrasi sorunundan ekonomiye, tarihsel sorunlardan Şeriatçı eğilimlerin kışkırtılmasına, “ılımlı İslam” müdahalelerine, pek çok konuda müdahaleye açık olması; Türkiye’ye emperyalistlerin müdahalesini kolaylaştırmaktadır. Bu müdahaleler, aynı zamanda, bütün bu sorunların demokratik halkçı çözümü ve ülkenin demokratikleşmesi için mücadele ile emperyalizme karşı mücadelenin genel ve sloganlar düzeyinden çıkarılarak, emperyalizmin somut hedefi olan ve bu bölgedeki hedef ülkelerden biri olan Türkiye’de mücadelenin, kendine özgün talepleri bakımından yenilenmesini zorlamaktadır. Örneğin Irak’ın işgaline, bölgeye ABD müdahalesine karşı mücadele, sadece “ABD’ye hayır”, “Diren Felluce” denilerek(**) olamaz; olmamalıdır da. Tersine, Türkiye’de anti-emperyalist mücadeleye katılımın; Türkiye’nin savaşa verdiği desteği kesmesi, hükümetin ABD yanlısı tutumuna son vermesi, üslerin kullanımına son verilmesi, Kürt sorunun çözümü ve bu sorunu ABD’nin müdahalelerinden koruyacak bir sahiplenmenin öne çıkarılması,… gibi Türkiye halkı için somut taleplerle zenginleştirilmesi aciliyet kazanmış bulunmaktadır. ABD işbirlikçisi ve Avrupa ile de işbirliği isteyen bir hükümetin varlığı, Türkiye’nin bölgedeki konumu ve mücadelenin aynı zamanda işbirlikçi egemen sınıflar ve onların hükümetlerine karşı bir mücadele olduğu göz önüne alındığında; taleplerin söz ve içerik olarak yenilenmesi, bu perspektiften yeniden değerlendirilmesi gereken önemli bir görev haline gelmiştir.
Yani; ABD ve Avrupa’daki gelişmeler; Türkiye-ABD ve Türkiye-AB ilişkilerinin muhtemel seyri; propaganda ve ajitasyondan demokratikleşme ve anti-emperyalist mücadelenin taleplerini özgünleştirmeye, bir yenilenmeye aciliyet kazandırmıştır. İlerici aydınlar ve demokrat güçler arasında; egemenlerin Avrupa kapitalizmine entegre olma ve Avrupa emperyalizmine silahlı güç olma eğiliminin “demokrasi ve özgürlüklerin Avrupası”na, “Emeğin Avrupası”na katılma olarak algılandığı; bir bilgisayara sahip olma ve internete girmenin gerçek bilgiye ulaşma sayılmasının egemen bir görüş olduğu göz önüne alındığında; emperyalizmi, onun insanlığı nasıl bir karanlık döneme doğru sürüklediği gerçeğini aydınlar arasında olduğu kadar, emekçiler arasında da tartışmaya açmanın; kürsüyü, hem aydınlar, demokrat çevreler arasına, hem de halk yığınları arasına kurmanın önemi daha açık görülür.
Kapitalizmin insanlığa “yeni Ortaçağ” denebilecek bir gelecek hazırladığını deşifre etmek; bu amaçla genel olarak kültür, sanat piyasa kıskacına sokulurken, resmi eğitimin de gericiliğin pençesine atıldığı; gerçeğin bilinemeyeceği, sermeye güçlerinin ihtiyaç duyduğu ve söylediği “piyasa gerçekleri” dışındaki her şeyin aslında gerçek olmadığı biçimindeki yönelişi deşifre etmek; bu geniş alanda kapsamlı bir ideolojik mücadeleyi örgütlemek; bu ideolojik mücadeleyi, güncel mücadelenin ihtiyaçlarıyla birleştirirken, güncel mücadelenin bir araya getirdiği güçleri de ideolojik mücadelenin güçleri olacak biçimde aydınlatmayı örgütlemek, düne göre, bugün on kat, yüz kat daha önem kazanmıştır.
Muhtemeldir ki, 2005; sınıflar mücadelesinin ve dünya ölçüsündeki ilericilik-gericilik mücadelesinin bu yönlerinin öne çıktığı, emperyalizme karşı mücadelenin ideolojik boyutunun da işçi sınıfı, emek örgütleri ve tüm öteki ilerici demokrat güçlerin ilgi ve dikkat alanı içine gireceği, girmesi gereken bir yıl olacaktır.

(*) “AB’ye giriyoruz” gürültüsü arkasında, IMF ile üç yıllık stand-by anlaşmasının yapılması, Bütçe’nin emekçilerden kaçırılması, eğitim alanında Milli Eğitim Bakanlığı’nın hamleleri ve SSK yasasının değiştirilerek “genel sağlık sigortası” tasarısının gözlerden saklanması gibi çok önemli gelişmeler de gözden kaçırılmıştır. Ama bu yazının konusu emperyalizmin Ortaçağ değerlerine dönmesi ve bölgeye emperyalizmin müdahaleleri ile bunun Türkiye üstünde yarattığı sorunlar olduğu için, güncel gelişmelerin, “AB’yi fethettik” yaygarasının örttüğü bu sorunlara bu yazı kapsamında yer verilmemiştir.

(**) Irak’ta işgale hayır mitingleri çalışması sırasında; Felluce katliamı, Irak’a destek için yapılan ajitasyon sırasında hamlıktan gelen en ilginç tepkilerden birisi de, “Irak’taki mücadeleye nasıl destek vereceğiz. Biz de oraya gidip direnişçilere mi katılalım?” biçimindeki sorulardır. Çünkü; iki yıldır süren savaş karşıtı çalışmalar boyunca, somut yaklaşım; “tezkereye hayır” dönemi dışındaki genel tutum; “Kahrolsun Amerika”, “Savaşa hayır”, İşgale hayır” ve “Diren Felluce” gibi,… direnişi övme sloganlarından ibaret kalmıştır. Bu da, ister istemez, “Irak’a destek” denilince, akla ya buradan “kahrolsun” sloganları atma ve öfke boşaltmayı ya da Irak’a gidip savaşmayı akla getirmiştir. Oysa Türkiye hükümeti, savaşın lojistik hizmetlerini üstlenerek, üsleri kullandırarak, uluslararası her platformda Amerika’nın arkasında yer alarak savaşın tarafıdır ve bunlardan hareket eden özgün taleplerle hükümetin karşısına çıkmak; hükümeti savaşın tarafı olmaktan çıkarmak, herhalde Irak’a yapılacak en büyük destek ve ABD emperyalizmini kahretmenin en kestirme yoludur.

“Ilımlı İslam” mı, ABD’nin vurucu gücü mü?

Son zamanlarda sıkça tartışılan konulardan birisi “ılımlı İslam” ve bununla bağlantılı olan “dinde reform” sorunudur. Bu sorun, ABD’nin Ortadoğu merkezli BOP –bu proje Büyük Ortadoğu, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika vb. adlar alıyor– projesi ile daha da güncelleşmiş durumdadır. Bu proje, ABD’nin bu bölgedeki emperyalist çıkarlarını genel olarak ifade etmektedir. Bölge halklarının ağırlıklı olarak İslam dinine mensup olması, BOP ideologlarınca da İslam dininin “terör ve şiddeti” doğuruyor sayılması, beraberinde İslam dininin “ılımlılaştırılması”, “reformdan geçirilmesi” hedeflerini de beraberinde getirmektedir. Ancak bu “ılımlılaştırma” ve “reformdan” geçirme, “Amerikan İslamı” denilebilecek gerici bir amaçla ele alınmaktadır. Bu nedenle, bugün “ılımlı İslam”ın ve bununla bağlantılı olan dinde “reform” çalışmalarının, ABD’nin dünya egemenliği politikasından, bunun içinde İslam ülkelerine yönelik stratejilerinden ayrı ele alınması olanaklı görünmemektedir. Bölgedeki İslam halkları, ABD’nin müdahale ve işgallerine razı bir pozisyona getirilmek istenmekte, bu amaçla, bugün onlar arasında hemen hemen en etkili ideoloji durumundaki İslam, ABD’nin gerici, emperyalist girişimlerine olur verecek biçimde yeniden yorumlanmak istenmektedir. AB’nin bir “medeniyet projesi” olarak yansıtılması gibi, “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika” projesi de, “bir uygarlık ve demokrasi projesi” olarak yansıtılmaktadır.
Türkiye açısından bütün bu gelişmeler son derece önemlidir. Çünkü Türkiye, bu bölgede, GOP sözcüleri tarafından, “model” ve “örnek” ülke olarak takdim edilmektedir. Ülkenin, İslami kökenlerine vurgu yapan bir hükümet tarafından yönetilmesi, bu hükümetin ABD’nin bölge politikalarına yatkınlığı, Türkiye’de de, “ılımlı İslam” sorununun tartışılmasını doğal olarak beraberinde getiriyor. Bölgedeki gelişmeler, uluslararası politik ilişkiler, belli başlı emperyalist büyük güçler arasındaki derinleşen çelişkiler, BOP’u ve onun stratejik dayanaklarından birisi olmaya aday “ılımlı İslam” sorununu, yakın gelecek dönemde sürekli olarak gündeme getirecektir. Burada belirtmek gerekir ki; bu yazı, soyut olarak “dinde reform” sorununu ele alma amacında değildir. Sorunu, asıl olarak, ABD’nin bölge politikaları ve müdahaleleri açısından ele almakta, bu arada kısaca dinde reform örneklerini ve İslam halklarının geçmişini hatırlatmaktadır.
Burada konuya daha yakından girmeye başlayabiliriz. Din ve reform üzerine kısaca neler söylenebilir? İlk elden söylenebilecekler, her halde şunlar olmalıdır; “Ilımlı İslam” tartışmaları beraberinde din ve dinde reform meselesini doğal olarak gündeme getiriyor. Çünkü ortada “ılımlılaştırılmak istenen” bir din var ve bu dinin nasıl ve hangi yönde “ılımlılaştırılacağı” –neden ılımlılaşma ve İslam? Bunu ileride açmaya çalışacağız– sorunu, bu sorunun temelini oluşturuyor. Bu nedenle, kısaca, dinler açısından, genel olarak tarihsel gelişmeye bir göz atmak gerekmektedir. Genel olarak dinlerin gelişim evrelerine bakıldığında, onların, genelde “çağın koşullarına ayak uydurma” yönünde bir değişimden geçtiğini görüyoruz. Bunun en belirgin örneği Hıristiyanlık’ta görülmektedir. Hıristiyanlık, Luther Hareketi ile bir reformasyondan geçmiş, yükselen kapitalizm koşullarına uygun bir içerik ve biçim kazanmıştır. Protestanlık, bu gelişimin ürünü olarak şekillenmiştir. Kazanç ve kâr kutsanmış, “kazancın” buyruğu ile dinin bu yönde evrimleşmesinin, daha sonraki gelişmelere uyum sağlayabilmesinin önü açılmıştır.
Musevilik ise, bir taraftan kendi katı iç kuralları ile dikkat çekmekte, diğer taraftan ise, daha baştan beri, özellikle mülk sahibi kesimlerinin aşırı tutkusunu ifade eden tefecilik ve ticaretle adeta özdeşleşmekle karakterize olmaktadır. Bu ikinci yanı ile, Museviliğin her döneme iyi uyum sağladığı görülmekte; Musevilik, bu yanıyla sınırlı kalmak üzere, çağın değişen koşullarına, “dünyasal işlere” uyumu ile dikkati çekmektedir. Ancak dinsel fanatizmin bu dinde halen etkili olduğu gerçeği yadsınamaz. Bu dinin kendi içinde ayrıca bir iktidar talebinin olmaması –kendi sermayesinin ve uluslararası sermayenin Yahudi etiketli kesimlerinin zaten bu işlevi yerine getirdiği varsayılmaktadır– güncel bir çatışmaya yol açmamaktadır. Bu çatışma, Siyonizm aracılığı ile kendi dışına, özellikle de İslam’a, Müslüman halklara karşı yönelmiş durumdadır. Filistin sorununun güncelliği, somut bir kanıt olarak ortada durmaktadır.
Bugün “ılımlılaşması” için emperyalizmin temsilcileri tarafından hedefe konan din, asıl olarak İslam’dır. Bu hedefin neye göre belirlendiğine ise, yazının giriş kısmında kısaca değinildi. Bir cümle ile ifade edecek olursak, neden, ABD’nin bölge çıkarlarının güvenceye alınmasıdır. –Yazının ilerleyen bölümlerinde İslam’ın ABD çıkarlarına ne ölçüde tehdit oluşturup, oluşturmadığına değinilecektir, ancak– Bugün başta ABD olmak üzere, emperyalist büyük güçler, İslam’ı “uygarlaştırma ve “ehlileştirme” peşindedirler. İslam halklarının bir zamanlar insanlığın ilerlemesine yaptığı katkılar unutulmakta, onların da bir uygarlık yarattığının üzeri örtülmekte, bu halklar, “uygarlaştırılmaları” gereken barbar sürüleri olarak görülmektedir. Bu nedenle, burada, kısa bir hatırlatma yararlı olacaktır. İslam dininin bir reformdan geçmediği genelde kabul edilmektedir. İslam’ın yükseliş dönemi, özellikle 8., 9. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar olan dönem, “İslam rönesansı” olarak da adlandırılmaktadır. İslam’ın yükseliş döneminde, bu dine mensup Arap halklarının tıp, astronomi, matematik ve bilimin çeşitli dallarında çok önemli bilim adamları yetiştirdiği bilinmektedir. Batı rönesansının sonradan yararlandığı antik Yunan kaynaklarını Arapça’ya çeviren, koruyan ve tabii bu arada Yunan filozoflarından, özellikle de Aristo ve Platon’dan büyük ölçüde etkilenen İslam filozofları olmuştur. Orta Çağlarda, Batılılar, El Farabi’ye, “ikinci usta” demektedirler. “Birinci usta”, elbette Aristo’dur. El Farabi, Platon ve Aristo’ya dayanarak –yeni Platonculuk–, idealist dinsel felsefeyi yetkinlikle işlemiştir. (Bu konularda mükemmel bir özet için Enver Hoca’nın Ortadoğu Üzerine Düşünceler adlı kitabında yer alan “halkların Şanlı Geçmişleri İnkar Edilemez” makalesine bakılabilir.)
Avrupa’da, 17. yüzyılda “din mi-akıl mı” sorunu Descartes’le birlikte tartışıldı ve bu sorun aklın yararına çözüldü. Böylece iman ve irrasyonalizme karşı, rasyonel bakış açısı egemen oldu. İslam Dünyası’nda ise, bu tartışma, çok erken bir dönemde, 11. yüzyılda gündeme gelmişti. İslam bilgini Gazali bu sorunu aklın değil, dinin yararına çözdü. Her şey akıl ve akıla göre değil, Kur’an’la ve Kur’an’a göre açıklanmak zorundaydı. Hiçbir düzeltme ve gelişme, Kur’an hükümlerine uygulanamazdı. O zaten mükemmeldir ve tanrının kelamıdır. Daha sonra içtihat kapısının kapanması –hadislerin koşullara göre yorumlanması çabası– vb. nedenlerle, İslami dinsel ideoloji, bütünüyle taşlaşmıştır. Kapitalizmin İslam toplumları arasındaki geç gelişiminin de, özünde bu durumu değiştirmediği görülmüştür. Ancak İslami ideolojinin çağa ayak uydurması yönündeki çabaların, özellikle 20. yüzyıldan itibaren yoğunlaştığını da görmekteyiz. Ancak İslam ülkeleri, 19 ve 20. yüzyılda sömürgeciliğin ve emperyalizmin denetimi ve yönetimi altına girdi, ve bu güçler, her türlü gelişmenin önünü daha baştan kestiler, dinsel düşünceyi halkı uyuşturmanın etkili bir aracı olarak kullandılar.
Özellikle Ekim Devrimi ve onun ateşlediği ulusal kurtuluş mücadelelerinin, İslam ağırlıklı Doğu halkları arasında büyük bir uyanışa neden olduğunu tespit etmek gerekir. Bu etkinin “İslam sosyalizmi” vb. adlar almaya kadar uzandığını görebiliriz. Elbette bu tür adlandırmanın bir yanı, İslam halklarını modern sosyalizm düşüncesinden, materyalist felsefeden uzak tutma çabalarıdır. Ama madalyonun diğer yanında, sosyalizmin prestijinden yararlanma, halkların hareketine bir itilim kazandırma bulunmaktadır.

FARKLI İKİ YÖN
Burada zorunlu olarak sorulması gereken soru şudur; dinin –burada İslam’ın– reforma tabi tutulması, ılımlılaştırılması, başlı başına, karşı çıkılması gereken bir gelişme midir? Dinin fanatik savunucuları olan küçük bir azınlık dışında, bu düşünceye karşı çıkan hemen hemen yok gibidir. Toplumsal, tarihsel koşullardaki değişme ve gelişmeler, dinin, çağın koşullarına ayak uydurmasını her zaman beraberinde getirmiştir. Burada önemli olan, bu hareketin söz konusu toplumun kendi iç dinamiklerinin ürünü olması, toplumun kendisini ve dine yaklaşımını bilinçli olarak bir reforma tabi tutmasıdır. Ya da gerçekten ilerici düşünce ve akımların dış zorlamasının –sosyalizm, ulusal kurtuluş vb.– itici güç olmasıdır. Bu tür bir reform hareketi, dinin içinden gelebileceği gibi, dinin dışından, ama söz konusu toplumun içinden de gelebilir. Örneğin Kemalist Türkiye’nin hilafetin kaldırılması, laiklik vb. reformları bu türden bir harekettir. Dinin çağın koşullarına ayak uydurması çabalarının birinci yönü budur. Burada doğal olarak bu tür hareketlerin başarı derecesi üzerine ayrıntılı bir değerlendirmeye girilmeyecek, dini bu tür reform ve ılımlılaştırma –içinden veya dışından gelsin– çabaları, bu yazının konusu olmayacaktır. Ancak şu söylenebilir ki, bu tür hareketler belli bir başarı sağlamışlar, toplumsal ilerlemeye katkıda bulunmuşlardır. Bu tür bir gelişme evresinden geçse de, dinin idealist özünün korunduğunu ve halkı uyutmaya devam etmek üzere kullanıldığını, sanırız ayrıca belirtmeye gerek yoktur.
Dinin reforma tabi tutulması çabalarının ikinci yönü, bizi asıl ilgilendiren yönü ise, topluma ve dine dıştan dayatılan “ılımlılaştırma” çabalarıdır. Burada temel amaç, toplumu ve dini çağdaşlaştırma, reformdan geçirme değildir. Dışarıdan dayatılan belli bir gerici politikaya –burada emperyalist politika– uyum göstermesi, onun bir aleti olmasıdır. BOP’la yeniden güncelleşen “ılımlı İslam” dayatmaları, bu türe girmektedir. Burada İslam, belirli bir emperyalist politikanın hizmetine koşulmak üzere, ehlileştirilmekte, söz konusu ülke halkının, yerli işbirlikçiler aracılığıyla, uysal köleler haline getirilmesi hedeflenmektedir. Emperyalist Batı’nın dini –Hıristiyanlık– ile olan çelişkiler yumuşatılmakta, İslam, Hıristiyanlıkla yeni bir uzlaşmaya –Hıristiyanlık yararına– zorlanmaktadır. Açıkça görülmektedir ki, İslam, emperyalizm yararına, geriye doğru bir reforma tabi tutulmakta, bu dinde önemli bir unsur olan “esarete karşı savaşın” üstü örtülmekte, işgal altındaki, baskı altındaki Müslümanlara “cihat” ve mücadele yasaklanmaktadır. Bu, şu açıdan, son derece önemlidir; eğer bir İslam ülkesi işgal altındaysa, dine göre, cihat zorunludur. Bugün de, örneğin Irak’ta yankılanan ve etki bulan çağrılardan en önemlisi, her halde budur. “Cihat”ın hedefini, cihat eden güçler nasıl açıklarsa açıklasın, cihatın, objektif olarak, emperyalist müdahale karşıtı olduğu gerçeği göz ardı edilemez. Burada, elbette, cihat adına yapılan terör saldırılarını dışta bırakmak gerekir.
Burada, “Hıristiyanlık ile Müslümanlığın uzlaşmasının ne kötülüğü olabilir?” sorusu akla gelebilir. Ancak sorun bu değildir. Bu halklar, barış içinde ve yan yana, iç içe yaşamanın olumlu örneklerini verdiler ve veriyorlar. Sorun, İslam halklarının emperyalist müdahaleye teslimiyet sınırına çekilmesi, bu teslimiyetin, “Hıristiyan-Müslüman” uzlaşması olarak sunulmasıdır.

“YEŞİL KUŞAK” VE “ILIMLI İSLAM”
Burada, bugünkü Amerikan doktrinine hizmet eden “ılımlı İslam” ile, bir önceki dönemin –soğuk savaş– İslam ülkeleri için tasarlanmış dinsel ideolojisi ve yine Amerikancı olan “yeşil kuşak” arasındaki belirgin farklılığı da vurgulamak gerekir. ABD ve Batı açısından, bir önceki dönemin temel düşmanı “Sovyet yayılmacılığı” ve onun şahsında simgeleşen “komünizm” idi. Materyalist ve tanrı tanımayan komünizme karşı, Müslümanlardan beklenen, “cihada” daha fazla sarılmaları, dinsel manevi değerleri yükseltmeleri idi. Din, bu alanlarda, olabilecek en radikal tarzda yorumlanıyor ve sadece Sovyetlere karşı değil, içte, işçi ve emekçi hareketine karşı da kullanılıyordu. Bu mücadelede temel müttefik ABD’ idi ve İslamcı kralların, şeyhlerin, şeriat yönetimlerinin açıktan desteklenmesinde bir sakınca bulunmuyordu. Afganistan’daki Taliban hareketinin ve Bin Ladin’in, ABD ile bu ilişkinin çocukları olarak dünyaya geldikleri, çok iyi bilinmektedir. Öz olarak denilebilir ki, Yeşil Kuşak İslamı’nın temel karakteristiği, anti-komünizm idi. İslam, “komünizme” karşı yöneltilmişti.
Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından gelişen süreç ise, farklı bir dünya ortaya çıkardı. ABD, tek süper güç ve dünya zorbası olarak, kapitalist emperyalist dünyanın başına oturdu. Dünyanın yeniden paylaşımı söz konuydu ve bu paylaşımda aslan payını almak isteyen de, ABD idi. Ve paylaşılacak alanların başında ise, petrol ve enerji kaynakları zengini Ortadoğu ve çevresi gelmekteydi. ABD, bu alanda hem sahip olduklarını korumak, hem yenilerini kazanmak zorunluluğu ile karşı karşıya idi. Burada temel sorunlardan birisi, bu ülkelerin halklarının Müslüman olmaları idi. “Komünizme, Sovyet yayılmacılığına” karşı, “cihat ruhuyla”, “anti-komünizm” temelinde eğitilen İslam dünyasının, yakın geleceğin işgalci ve müdahalecisi ABD karşısında yeni bir eğitime tabi tutulması gereği ortada idi. ABD provokasyonu olup olmadığı tartışılan 11 Eylül terör saldırısının ardından, ABD’nin, BOP ve onun içinde temel ayaklardan birisi olan “ılımlı İslam” projesi, yeniden güncelleşti ve piyasaya sürüldü.
Ancak bu kez, “ılımlı İslam”, işaret edildiği gibi, “Yeşil Kuşak İslamı”ndan farklı özellikler taşımak zorundadır. Bir kere, işgalciye karşı “cihat” aforoz edilmiştir. Çünkü işgalci, Sovyetler gibi “tanrısızlık” değil, “özgürleşme uygarlık ve demokrasi” getirmektedir. “Cihat”, artık terörizm olarak ilan edilmiştir. Ülkelerinin bağımsızlığı için savaşanlar ise, artık bir önceki dönemdeki gibi, “özgürlük savaşçıları” değil, “uluslararası terörizmin” taşıyıcılarıdır. Artık “kurtarılacak topraklar” yoktur. İşgal kabul edilmeli, “tevekkülle” sineye çekilmelidir. “Yeşil Kuşak”ta İslam içerisindeki mezhepler arasındaki farklılık, “komünizme” karşı ortak mücadele gereği, öne çıkarılmazken, “ılımlı İslam” döneminde, Irak’ta olduğu gibi, asıl vurgu ayrılığadır. Sunni ve Şiiler belirgin bir biçimde ayrıştırılmış, hatta mezhep çatışması körüklenmeye başlanmıştır. Bu, sömürgeciliğin ve emperyalizmin bölme ve yönetme politikasına uygun gerici bir politikadır. Ilımlı İslam’ın temel karakteristiği, İslam’ın, müdahaleci güçler yararına, İslam’a karşı kullanılmasıdır. Ilımlı Müslümanlar, radikallere ve genel olarak bağımsızlık mücadelesine yönelen İslam halklarına karşı kullanılacaktır. Tabii ABD’nin hizmetine koşularak. Örneğin, “İslamda reform”, “ılımlı İslam” dayatmalarında bulunanların, kendi gerici amaçlarını şöyle açıkladıklarını görüyoruz; “Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere –İslam ülkelerindekiler kastediliyor– güvenilmez. Fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek bir yakınlık kesinlikle engellenmeli. Hatta birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur’an’ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir.”* (* RAND Corporation’ın hazırladığı ve muhafazakar Smith Richardson Vakfı’nın finanse ettiği “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı 88 sayfalık rapor. Rapor Yeni Amerikan Yüzyılı projesinin ideologlarından, Bush’un şimdiki Afganistan temsilcisi Zalmay Halilzad’ın karısı Cheryl Benard tarafından hazırlanmıştır. Aktaran: İ.Karagül, 30 Kasım Yeni Şafak) Rapor, buna benzer pek çok gerici düşünceyi içermekte, ABD yönetimine, bir “ılımlı İslam” stratejisi sunmaktadır. “Ilımlı İslam”da anti-komünizm ise, dinin, olağan komünizm karşıtlığının sınırlarına çekilmiştir.
Bu gerici politikanın hayata geçebilmesi için, işgalciye karşı dinin yumuşatılması, işgale ve emperyalist müdahaleye razı bir pozisyona çekilmesi, özel bir önem kazanmaktadır. İşgalci, ne de olsa bir dine sahiptir ve üstelik bu din –Hıristiyanlık–, Kur’an tarafından, “hak dini” –semavi din– olarak nitelenmektedir. Diğer “hak dini” ise, Museviliktir. Bu dinlerin yeni uluları –Bush ve çetesi–, İslam ülkelerine karşı seferi, “Yeni Haçlı seferi” olarak niteleseler de, bu, onların, cephe gerisini düzlemek için kullandıkları bir laftır ve “ılımlı İslamcılar”a göre, buna fazla itibar etmemek gerekir! Onlara göre, artık dinsel hoş görüye sahip olmak ve diğer dine saygılı olmayı öğrenmek gerekir. Böylece İslam, adeta Hıristiyanlığın uysal bir alt mezhebine indirgenir ve bu mezhebin “sapkınlarına” karşı Haçlı seferleri açılır.
Bu “argümanların”, bir önceki dönemin “Yeşil Kuşak” argümanlarından farklı olduğu ortadadır. Ortak nokta ise, yine dinin kullanılması, üstelik her iki dönemde de, ABD emperyalizmi lehine kullanılmasıdır. Ama bu kez, kullanılma yönü değişmiştir. Artık İslam, İslam’a karşı kullanılacaktır. “Dinin akideleri”nin, bu yön değişikliğine uygun olarak yorumlanması gerekir. Yani, Kabe, Washington’dur ve tanrının kelamını –Kur’an’ı– değiştirmeye, sadece emperyalist ideologlar, bu “yeni peygamberler” yetkilidir. Dinde reformasyon, böylece, “Beyaz Saray Buyrukları” olarak yerine getirilir. Bu amaçla, “yeni Kur’an” bile yazılmış durumdadır. “Yeni Furkan” adıyla CIA tarafından yazdırılan bu kitap, “BOP”un “kutsal kitabı” olarak piyasaya sürüldü. Kitap, ABD’nin Ortadoğu’da Müslüman ülke ve halklara karşı güç ve egemenlik için yaptığı saldırıları, “Hıristiyanlık” ve onun müttefiki “Musevilik” açısından kutsuyor ve bu saldırıya ideolojik temel sağlıyor. Kitap, “üç dinin kitabı” vb. biçimlerde de adlandırılıyor. ABD’nin bu iş için geniş bir işbirlikçiler ağını kullandığını, elbette, ayrıca belirtmek gerekir.
İslam’da reform tartışmalarının, ABD ile doğrudan bir bağlantısının olduğu açıkça görülmektedir. ABD emperyalizmi, dünya egemenliğinin kilit sorunu olarak, Ortadoğu’yu, buranın petrol ve enerji kaynaklarını, geçiş yollarına sahip olmayı görmektedir. Doğal olarak, bu gerici amaç, bölgeye müdahale ve saldırıyı da beraberinde getirmektedir. Keskinleşen emperyalistler arası çelişkiler, ABD’nin bu bölgeye eski yöntem ve tarzlarla egemen olamayacağını göstermektedir. Din açısından bakılacak olursa, bölge halkları ağırlıklı olarak Müslüman, müdahaleci gücün dini ise, Hıristiyanlıktır. Bu çelişkinin bir biçimde çözülmesi veya uzlaşır hale getirilmesi gerekmektedir. Yukarıda işaret edilen gerici çabalar, bu uzlaşmayı olanaklı hale getirmeyi amaçlamaktadır.

DİN TEMELİNDE YÜRÜTÜLEN BİR MÜCADELENİN BAŞARI ŞANSI VAR MI?
Burada genel olarak şu soru öne çıkmaktadır: ABD emperyalizminin önderliğinde, Ortadoğu’nun Müslüman halklarına karşı yürütülen bu savaş ve müdahale saldırısı, dine, Kur’an’a dayanarak püskürtülebilir mi? Ortadoğu’nun Arap, Kürt, Türk, Pers ve diğer halkları, tek bir “cihat bayrağı” altında toplanarak, ya da tek tek ülkelerde, bu emperyalist saldırıyı püskürtebilirler mi? Yoksa Ortadoğu halkları ulusal ve sosyal kurtuluş için farklı bir temele dayanmak, birliğini ve mücadelesini bu temel üzerinden geliştirerek zafere ulaşmak zorunluluğu ile mi karşı karşıya? Orta ve Yakındoğu halklarının önümüzdeki dönemde yürütecekleri mücadelenin kaderinin, büyük oranda bu sorunun çözümünde yattığı ortadadır.
Bugün Ortadoğu’daki Müslüman halklarının, tarihlerinin en büyük saldırısı ile karşı karşıya geldikleri açıktır. Düşman, ABD’nin şahsında simgelenen emperyalizmdir. Bugünkü emperyalist saldırının, geçmiştekilere göre çok daha köklü ve güçlü olduğu görülmektedir. Çünkü Ortadoğu, bugün, yeni bir paylaşım mücadelesinin tam göbeğinde bulunmaktadır ve bu niteliği ile, hem yeni bir dünya savaşının, hem de ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin başlangıcı olmaya aday bir bölgedir. Petrol ve zengin doğal kaynakları, büyük geçiş yollarının merkezi olması, yüz milyonlarca nüfusu ile büyük bir pazar olma niteliği, bu bölgeyi, dünyanın paylaşımındaki “en değerli mücevher” haline getirmektedir. Bölgeye sahip olan, aynı zamanda, rakipleri üzerinde stratejik bir üstünlük sağlayacaktır. ABD emperyalizmi, bölgeye büyük güçler yığmaya ve bölge gericilikleri kendi etrafında birleştirmeye, saldırılarını daha da yıkıcı hale getirmeye adeta mahkum durumdadır. Rakip emperyalistlerin de, eğer dünyanın bölüşülmesinde söz sahibi olacaklarsa, giderek buna yakın bir gücü harekete geçirmek zorunda oldukları kendiliğinden anlaşılır.
Bütün bunlara karşın, bölgenin Müslüman halkları, dine, Kur’an’a sarılıp, “cihat bayrağını” yükselterek, birliklerini sağlayıp bu büyük saldırıya karşı koyabilirler mi? Olgu ve olaylara gerçekçi bir bakış, tarihsel deneyimler, böylesi bir birliğin sağlanamayacağını göstermektedir. Bunun nedenleri kısaca şunlardır; İlk olarak; din –burada söz konusu olan Müslümanlıktır–, kendi içerisinde farklı mezheplere bölünmüştür ve bu bölünme, halkları birleştirme değil, ayrıştırma yönünde etkide bulunmaktadır. Irak’taki Şiilerin direniş hareketine katılmamaları, ya da bazı kesimlerinin zayıf bir destek vermeleri, güncel bir örnektir. Bu, halkların birliğini zayıflatmakta, mücadelelerini güçten düşürmektedir. Ayrıca aynı mezheplerin bile, kendi içerisinde alt parçalara bölündüğü, dini farklı biçimlerde yorumladıkları bir gerçektir. Bu durum, bölünmeyi derinleştiren bir etkide bulunmaktadır. İkinci olarak; bölge halklarının farklı devletlere, uluslara bölünmüş olduğu, bunlar arasında, yine kaynağını emperyalizm ve gericilikten alan köklü çelişkilerin (Türk-Kürt, Arap-Kürt, Arap-Fars vb.) olduğu bilinmektedir. Bu çelişkiler, emperyalizm tarafından kışkırtılmakta ve derinleştirilmektedir. Üstelik Araplar da, farklı uluslaşma yönünde ilerlemekte, farklı devletlere sahip olma ile birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bütün bu farklılıkları Müslümanlığın “ümmet birliği” ya da Arapların “Arap Birliği” altında toplayamayacağı ve toplayamadığı, bugün de, geçmişte de görülmüştür. Üçüncü olarak; İslam halkları, işgalciyi, aynı zamanda, Hıristiyanlığın temsilcisi olarak görmektedirler. Emperyalizmin saldırısı, “Hıristiyan emperyalizmin” ülkelerine saldırısı olarak algılanmaktadır. Bu, dinsel karşıtlıkları körükleyen –bu, emperyalistlerin işine gelmektedir, zaman zaman kasıtlı olarak bu yönü öne çıkarmaktadırlar– bir yaklaşımdır. Oysa “Hıristiyan dünyada” bir de işçi ve emekçi yığınlar vardır. Bunlar, halkların işgale ve emperyalizme karşı mücadelesinin doğal müttefikleri durumundadırlar. Ezen ve ezilen halkların mücadelesinin aynı hedeflere yönelmesi hayati bir önem taşımaktadır. Irak’ın işgali öncesinde, milyonlarca “Batılı Hıristiyan”ın işgale karşı çıktığı unutulmamalıdır. Din merkezli bir mücadele, bu doğal müttefikliği baltalayan, onun gerçekleşmesini önleyen bir yönde etkide bulunmaktadır.
O halde, bölge halklarının, dinsel, mezhepsel etkilerden kurtuldukları oranda, hareketlerini birleştirme ve güçlendirme yeteneğine sahip olacakları anlaşılamaz bir şey değildir. Bu ise, ancak, dinsel ve gerici etkilerden kurtulmuş, modern bir hareket etrafında birleşmekle olanaklı olabilir. Bu halkların işçi ve emekçilerini, ulusal ve sosyal kurtuluş etrafında birleştirebilecek, onların emperyalizme karşı birliğini, kendi içlerinde demokrasiyi sağlayabilecek tek modern hareket ise, sosyalizmdir. Dinin, eski toplumun böldüklerini, ancak sosyalizm birleştirir ve bir araya getirebilir. Bu, elbette, bütün bu toplulukların hemen sosyalizmi benimsemeleri gerektiği ve bunun bir çırpıda olabilirliği anlamına gelmiyor. Vurgulanmak istenen, mücadele birliğini, dinin değil ancak sosyalizmin, buna varan bir ulusal kurtuluş fikrinin sağlayabileceğidir. Bu mücadele birliği ise, anti-emperyalist, demokratik ilkeler etrafında sağlanabilir. Farklı din ve mezhepler ise, bu birlik altında ve birbiri ile çatışmadan yer alabilirler.
Öte yandan, İslam ülkelerinde, “İslamcıların” yekpare bir bütün oluşturmadıkları da bilinmektedir. İslamcıların aralarında anti-emperyalist, anti-Amerikan kesimler bulunmakta, bunlar, giderek güçlenmektedirler. Bu kesimler, daha çok, alt ve orta sınıflardan gelmektedirler. İşçi ve emekçi kesimlerin anti-emperyalizmi, bugün sosyalizmin zayıflığından dolayı, kendisini, İslami kılıklarda da ifade edebilmektedir. Ancak savaş ve işgaller dönemi, halkları, geçmişe –görece olağan günlere– göre, daha çabuk olgunlaştırmaktadır. Onlar, bugün, İslam ülkelerindeki üst sınıfların Amerikancılığını daha fazla fark etmekte, kendilerini şeyhlerden, krallardan, prenslerden ayrıştıran farklılıkları daha fazla görmektedirler. Bütün bu gelişmelerin, İslam ülkelerinde modern düşünce ve akımların gelişmeleri yönünde etkide bulunduklarını görmek gerekiyor. Aksi bir gelişme ise, işgale ve müdahaleye karşı İslam’ın tek alternatif olarak sivrilmesini, dinin, giderek daha radikal biçimler kazanmasını da beraberinde getirecektir. Burada, Türkiye işçi sınıfının oynayabileceği tarihsel rol, son derece önem kazanmaktadır.

“ILIMLI İSLAM” VE TÜRKİYE
Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik emperyalist stratejisi içerisinde kilit öneme sahip ülkelerden birisidir. Ülke, “ılımlı İslam”a yatkın, ABD ile işbirliğine hazır bir hükümet tarafından yönetilmekte, nüfusunun çok önemli bir kısmını Müslümanlar oluşturmaktadır. ABD’li stratejistler, Kemalizm’in vaktini doldurduğunu –Türkiye’nin Kemalizm’le ilişkisini kesmesi, kuşkusuz uzun yıllar önce gerçekleşti, ama burada, içte laikliğin yumuşatılması, dışta saldırgan bir politikanın uygulanması kastedilmektedir– hükümet ve devlet yöneticilerinin kulağına üflemektedirler.
Bu üflemelerin etkisiyle, politik düzeyde “ılımlı İslam”ı savunan kesimlerin, şu tür düşüncelerin daha yüksek sesle dile getirdikleri görülmektedir: “Cumhuriyet dönemi ile birlikte, kendi içine kapanma yaşandı. Çevremizde olup bitenler –özellikle İslam ülkelerinde– artık buralara ilgisiz kalamayacağımızı açıkça göstermektedir. Türkiye tarihten gelen mirasını ve tecrübesini bu alanda kullanmalıdır vb.” AKP Hükümeti, Fethullahçılık vb. gibi kesim ve akımlar da, Amerikan İslamı diyebileceğimiz bu gerici düşüncelerin piyonluğuna soyunmuş durumdadırlar. Fethullahçılar, ABD’yi mesken tutmuşlar, Kabe yerine Beyaz Sarayı tavaf etmenin “İslami duygularını” daha da güçlendirdiğini keşfetmişlerdir. İşbirlikçi Türkiye egemen sınıfları arasında, bir tür “Yeni Osmanlıcı” diye adlandırabileceğimiz bir klik, giderek palazlanmaktadır. ABD ile, özellikle Kürt sorununda, Kürt halkının başı üzerinden yeni, gerici bir anlaşmaya gidilmesi durumunda, bu kliğin ağır basacağı kesindir.
Böylece “Ilımlı İslam” ülkesine dönüştürülmüş bir Türkiye’nin, Ortadoğu’nun diğer Müslüman halklarının üzerine doğru sürülmesinin kolaylaşacağı hesap edilmekte; Türkiye, BOP’un temel ayaklarından biri yapılmak istenmektedir. Diğer ayağın ise, İsrail olduğu tartışılmazdır. İsrail, bölgede, ABD çıkarlarının en güçlü bekçisi ve temsilcisi durumundadır. ABD çıkarları ne zaman tehlikeye düşse, bölgede İsrail’in provokasyonları başlamaktadır. Kuşkusuz, İsrail’in kendi gerici bağımsız çıkarları bulunmaktadır. Ancak, arkasında ABD desteği bulunmayan bir İsrail’in, bölgedeki durumunun bugünkü gibi olamayacağı da, bir gerçektir. ABD’deki güçlü Yahudi sermayesi bu ittifakı pekiştirmekte, hatta ABD’nin İsrail tarafından kullanıldığı gibi bir görüntü bile ortaya çıkabilmektedir. Çıkarların iç içe geçtiğini, ama asıl kumandanın, emperyalist sermayede olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Din sorununun çokça öne çıkması, bu gerçeği karartmakta, emperyalist politikanın dini kullandığı gerçeği kararmakta, dinin emperyalizmi –din de kuşkusuz bu durumdan yararlanmaktadır– kullandığı gibi bir görüntü egemen olabilmektedir. Oysa halkların emperyalizme karşı mücadelesinin gelişebilmesi için, bu ayrımın yapılabilmesi büyük bir önem taşımaktadır.
Bütün bunlara karşın, Türkiye’de, diğer Müslüman ülkelere göre, gelişmiş bir işçi sınıfının ve daha ileri toplumsal koşulların olduğu yadsınamaz. Ayrıca Türkiye işçi sınıfının küçümsenmeyecek bir sosyalizm birikimi de bulunmaktadır. Bu yanıyla, Türkiye emekçileri, bölgede, anti-emperyalist ve demokratik bir hareketin başını çekebilecek potansiyele sahiptirler. Türkiye’nin bölgede ABD stratejisi için kilit önemi, Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerinin bu potansiyeli ile boşa çıkarılabilir, ve Türkiye, emperyalist saldırının değil, bölge halklarının mücadelesinin kilit ülkesi olabilir. Türkiye halkının, daha geri koşullarda, geçmişte böyle bir rolü oynamış olduğu gerçeği, gelecekte de böyle bir rol oynayabileceğinin bir kanıtı değil midir?

AB ile ilişkiler ve Türkiye’nin önündeki süreç

Nihayet 17 Aralık da geldi geçti ve arkasında büyük gürültüler, sayısız soru işaretleriyle birlikte karmaşık bir tablo bıraktı. Oysa daha önceleri söylenenleri şöyle bir hatırlarsak, 17 Aralık, Türkiye açısından, belirsizliklerin yerini belirli olana bırakacağı gün olarak tarif ediliyordu. Ama şu andaki tablo hiç de böyle değildir. Hatta gelinen nokta, 17 Aralık öncesine göre daha çok belirsizlikler içermektedir.
Avrupa Birliği’nin getireceği yükler, alacakları, kaybettirecekleri, yerli üretim ve tarımın tasfiyesi vb… Emperyalistler arasındaki kamplaşmaların daha belirgin bir hal aldığı dünyada Türkiye nerelere sürüklemektedir? Ya da 17 Aralık belirsizliğinin, Türkiye’ye reva görülen muamelenin ardında neler yatmaktadır? AB’nin başka hiçbir ülkeye karşı davranmadığı biçimde ve aşağılamaya varan bir tavrı Türkiye’ye karşı göstermesinin nedeni nedir?
Tüm bunları anlayabilmek için, 17 Aralık’ta AB ile yürütülen müzakerelerde, hükümetin zafer kazandığını mı yoksa rezil olduğunu mu tartışmak yerine, meselenin arka planına bakmak lazımdır. Yoksa neredeyse karikatürleştirilmiş nedenlerden yola çıkarak bir yere varmak ve Türkiye’nin düştüğü veya düşürüldüğü durumu açıklamak mümkün olmayacaktır. Kaldı ki, AB’ye girmeyi bir zafer olarak lanse etmek bile, başlı başına aldatmacadır. Eğer AB’ye girmek bir zaferse, Bulgaristan, Polonya, Hırvatistan, Romanya çok büyük zaferler kazanmış ülkelerdir! Ama bu ülkelerin pozisyonlarına bakınca, gerek ekonomik, gerek siyasal, gerekse itibar bakımından hiç de zafer kazanmış ülke konumunda olmadıkları pekala görülecektir. Ama kabul etmek gerekir ki, bu ülkelerin hiçbirisi Türkiye kadar hırpalanmamış, aşağılanmamış, yerlerde süründürülmemiştir. Üstelik yine bu ülkeler bile, AB’ye girmeyi, erişilmesi zor bir zafer diye sunmamıştır.
Aslında Türkiye hükümeti ve egemenlerin 17 Aralık’ın ertesinde sergilediği bayram tutumu bile, aklı başında burjuva diplomasisinin yapacağı bir şey değildir. Bu tutum, bundan sonrası pazarlıklar için kendi kendini vurmak, kendini silahsızlandırmak, rakiplerinin elindeki kozları güçlendirmekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Bu kadar ucu açıklığa, belirsizliğe, tehdit, şantaj ve aşağılamaya karşın bile bayram yapan bir ülkeye, rakipleri neden daha fazla hak tanıma yoluna gitsin, esnesin, taviz versin? Ama işte, dış politika, diplomasi denen şey ayağa düşmüşse, bir yerlere yamanma, ne pahasına olursa olsun emperyalist politikalara eklemlenme damarlara kadar işlemişse, böyle oluyor. 

KESKİNLEŞEN ÇELİŞKİLER, NETLEŞEN KAMPLAR
Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması, kapitalist entegrasyon sürecine girdiğini açıklaması, o güne kadar kendisini “Sovyet yayılmacılığına karşı” kapitalizmin hamisi ilan eden ABD’yi dünyanın tek efendisi pozisyonunda bıraktı. Ancak dünya üç beş büyük emperyalistin paylaşımına nasıl küçük gelirse, tek başına bir emperyalistin egemenliği için de o kadar büyüktü. Kıyasıya bir rekabet halinde bulunan emperyalist kapitalist dünya, sonsuza değin, ABD’yi tek başına hükümran olarak bırakmaya asla yanaşmayacaktı. Hiç şüphesiz, bu rekabeti belirleyecek şey ise, en başta emperyalistlerin ekonomik gücüydü. “Emperyalistler dünyayı sermayeleri oranında paylaşacaktı”
Amerikan hükümranlığına karşın, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa Birliği rekabette etkin olarak yer almaya başladı. Diğer yandan da, Putin’in iş başına gelmesiyle birlikte toparlanma sürecine giren Rusya da, kendi çıkarları doğrultusunda manevralara girişiyor; bir yandan içte yeniden güçlü bir merkez oluşturmak isterken, diğer yandan Çin ile ortak ittifak projeleri geliştiriyordu. Şanghay İşbirliği Örgütü bu doğrultuda oluşturulmuştu ve bölgede giderek etkinlik kazanıyordu. Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, tarafından kurulan ŞİÖ’nün ilk amacı, daha çok ortak ticaret işbirliği biçimindeydi. Üye ülkeler, Eylül 2004’de Kırgızistan’da gerçekleşen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Başbakanlar Konseyi toplantısında, “yeni ve hızlı bir anti-terör gücünün” oluşturulması konusunda anlaştılar. Bu kararla, ŞİÖ askeri olarak da devreye giriyor, Rusya ve Çin önderliğinde güçlü bir cephe olarak, bölgeye ağırlığını koymaya başlıyordu.
Herkesin kendine uygun bir stratejisi vardı. Taktikler stratejilerine bağlı biçimde gelişiyordu. Görünen o ki, şimdilik Çin ve Rusya, değişik manevralarla zaman kazanmaya uğraşıyor. Her ikisi de, gerek enerji alanında, gerekse diğer alanlarda ABD ile direkt karşı karşıya gelmekten dikkatli biçimde kaçınıyor. Ama bu, sulh anlamına gelmiyor. Tersine, taraflar, büyük kapışmalar için güç toparlamaya uğraşıyor. Ama direkt karşı karşıya gelmekten kaçınan taraflar, dolaylı yoldan sürekli mücadele içersinde. Rusya; Gürcistan, Azerbaycan, Ukrayna vb. dolayısıyla ABD ile yüzleşmektedir. Çin; Tayvan meselesiyle, Dünya Ticaret örgütü aracılığıyla ve enerji baskısıyla sıkıştırılmaya çalışılmaktadır.
Irak’ı işgal eden, petrol bölgesine neredeyse tek başına hükümdarlık eden ABD, Venezüella’yı kuşatmaya, teslim almaya uğraşıyor. Çin ise, daha önce Saddam Hüseyin zamanında, Irak’la sıkı işbirliği içersindeydi, enerji sağlamaktaydı. Şu an Venezüella’dan da petrol alıyor. Ve ABD’nin vuruşları, Çin’i zora sokuyor.
Kazakistan-Çin ortak boru hattı projesiyle Kazak petrollerinin Çin’e taşınması için anlaşmalar yapıldı. Bu projeye Rusya da ortak. ABD ise, Azerbaycan, Gürcistan, Afganistan ile ve Ukrayna’dan Tacikistan’a, Kazakistan’dan Türkistan’a kadar iç politikaya müdahale ederek, Soros vb. vakıfları aracılığıyla para saçarak, Rusya’yı ve İttifakı sıkıştırmaya çalışıyor.
AB ile Rusya, ABD’ye karşı, zorunluluktan doğan bir dayanışma görüntüsü içersindeydi. Ama Rusya’nın toparlanmaya başlaması ve Avrasya’da tekrar merkezi bir güç olmaya doğru ilerlemesi, AB için memnuniyetle karşılanacak bir durum değildi. Ama AB, ABD’ye karşı ortak dayanışmada bulunduğu Rusya’ya karşı manevralara girişiyor. Öte yandan da, kapılarını kendine sonuna kadar açması için, Çin’in üzerinde baskı uyguluyor. Yani emperyalist akbabalar arasında hiçbir zaman saf bir dostluk ve kalıcı birlikteliklerden söz edilemiyor.
Almanya ve Fransa ise, artık ABD’ye daha fazla kafa kaldırıyor, karşı politikalar geliştiriyor ve bu politikaları açıkça ortaya koyuyor. Üç beş sene öncesine kadar, Almanya ve Fransa, belli konularda ABD’ye karşı mırın kırın yapsalar da, sonunda ABD ağırlığını koyup dediğini yaptırıyordu. Ama özellikle Irak işgali, bu bakımdan dönüm noktası niteliğinde oldu. AB, ABD’den ayrı tutum aldı. Sonrasında, özellikle ABD’nin Irak’ta başarısızlığının belli olmaya başlamasıyla birlikte, AB, tavrını daha netleştirerek, ABD’nin isteklerine hayır demeye başladı. Örneğin, ABD’nin BOP projesi, Fransa ve Almanya tarafından darmadağın edildi..
Ama AB hiçbir zaman tek bir vücut olmadı. İngiltere, ABD’nin sadık bir müttefiki olarak, ayrı bir baş çekmeye çalıştı. Ancak süreç içersinde Almanya ve Fransa ağır basarak, AB içersindeki liderliği ele aldı, İngiltere ise, neredeyse tecrit durumuna geldi. Irak başarısızlığı, ABD’nin dünya hükümdarlığının sarsılması, AB’nin giderek ağırlığını hissettirmeye başlamasıyla, Blair hükümeti, İngiliz burjuvazisi tarafından sorgulanmaya başladı, Blair, AB’den koptuğu için eleştiriliyor. Bu, İngiltere’yi yeni hükümet arayışlarına ve buna bağlı olarak yeni manevralara sürükler mi, bunu önümüzdeki gelişmeler gösterecektir.
Türkiye ise, ABD’nin sıkı bir müttefiki, “stratejik ortağıdır.”
İşte Türkiye’nin AB süreci, tam da bu koşullarda, emperyalistler arasında giderek kızışan dalaşmanın ortasında yürüyordu. Ve hiç şüphesiz, Türkiye’nin AB ilişkilerini, bu gelişmelerin ışığında değerlendirmek ve ucu açıklığın nedenlerini buralarda aramak gerekmektedir. Yoksa salt zafer veya yenilgi üzerine yürütülecek değerlendirmelerin, sadece, meseleyi asıl tartışılması gereken noktadan uzaklaştırmaya yarayacağı açıktır.

AB, ABD VE TÜRKİYE
ABD nasıl ki, Rusya’yı içerden sıkıştırıyor, ayrılıkçılığı körükleyerek bir süre sonra karşısına güçlü bir biçimde dikilecek rakibini zayıflatmaya uğraşıyor, Çin’i kuşatmaya çalışıyorsa; AB’yi de güçsüzleştirmek için plan ve manevralar gerçekleştiriyor. Bu planlar, AB’yi sulandırmak, kararlarının uygulanmaz hale gelmesini sağlamak ve nihayetinde bölmek içeriklidir. Eğer yaratabilirse, İngiltere önderliğinde ikinci bir Avrupa, Alman Fransız önderliğine karşı devreye sokulmak istenen formüldür. İngiltere’nin yanına mevzilendirilmek istenen ülkeler ise, başta Türkiye olmak üzere, Polonya, Romanya, Bulgaristan, İtalya’dır.
İşte Almanya ve Fransa, Türkiye’nin AB üyelik girişimlerine bu gözle bakmaktadır. Elbette Türkiye’nin ekonomik yapısı, işsizlik, dinsel motifler Avrupa’nın devlerini kaygılandırmaktadır; ama hepsi o kadar. Nasıl olsa bu kaygılar bir biçimde halledilebilir. Dolaşıma engel konularak, ekonomik yaptırımlar getirilerek söz konusu kaygıların sorun teşkil edilmesinin önüne geçilebilir. Ama esas olan, Türkiye’nin ABD’ye bağımlı kökleşmiş politikaları ve ABD’nin planlarıdır.
Hiç şüphesiz burada, şöyle bir soru sorulabilir. Madem öyle, Almanya ve Fransa, ABD’ye yakın olan Polonya, Romanya ve Bulgaristan’a karşı neden bu kadar katı davranmamışlardır?
Bu sorunun yanıtı hiç de karmaşık değildir. Polonya, Bulgaristan, Romanya bir takım ekonomik girişimlerle, sıkıştırma manevralarıyla belirli bir süreç dahilinde nispeten izole edilebilir, hizaya getirilebilir. Bu konuda Avrupa, coğrafi olarak da, ABD’ye göre daha avantajlıdır. Nitekim daha önce, ABD’ye yakın olan İspanya yönetimi devrilmiş, yerine, daha Avrupacı bir yönetim gelmiştir. Yine mesela Amerikancı olarak bilinen ve Türkiye’nin AB üyeliği için çalışan İtalya Başbakanı Berlusconi, 17 Aralık zirvesinde manevra olanağı bulamamış, Türkiye’ye karşı Almanya ve Fransa’nın yanında yer almak zorunda kalmıştır. Ve ihtimal odur ki, Amerikancı politikaları Berlusconi’nin sonunu getirecek, İspanya örneği, İtalya’da  tekrar edilecektir.
Polonya’nın durumu daha çarpıcıdır. Irak işgalinde ABD ile birlikte hareket eden ve Irak’a asker gönderen Polonya, Almanya ve Fransa’nın sıkıştırmaları sonucu, daha fazla direnç gösteremeyerek, Irak’ta bulunan askerlerini önümüzdeki aylarda geri çekeceğini açıklamıştır. Bulgaristan ise, daha kolay bir lokmadır, AB için. En son Rusya ile Bulgaristan arasında imzalanan petrol ve doğal gaz boru hattı anlaşmalarıyla gündeme gelen Rusya’dan Avrupa’ya enerji taşınması projesi, Bulgaristan’ı ABD’den kopartmaya dolaysız biçimde hizmet edecektir. Üstelik Romanya, Polonya ve Bulgaristan’ın ABD ile ilişkileri kökleşmiş ilişkiler değildir.  
Ama Türkiye, bütün bu ülkelerden farklıdır. Her şeyden önce, Türkiye, stratejik bakımdan bu ülkelerin hepsinden önemli bir konumdadır. Bir tarafıyla Rusya’ya, diğer tarafıyla Ortadoğu’ya komşudur ve bu her iki taraf da, şu anda dünyada cayırtının koptuğu ve bundan sonrasında da kopacağı merkezlerdir.
Türkiye, Rusya içlerinde “Türki Cumhuriyetlerde” kışkırtma faaliyetleri sürdürmekte, diğer taraftan, Fethullah Gülen İslamı kullanarak, ABD adına çalışmaktadır. Her ne kadar Pan Türkçüler, bunu, Türkistan’ı birleştirmek adına yaptıklarını söylüyorlarsa da, tesadüf bu ya, Amerikan çıkarlarıyla çakışılmaktadır!  Kestirmesi, Amerikan çıkarları için çalışılmaktadır. Çünkü Rusya içlerindeki operasyonların CIA ile ortak yürütüldüğünü bilmeyen yoktur.
İşte sorun buradadır? Bundan böyle Türkiye, Rusya içlerinde kimin için çalışacaktır? ABD için mi, AB için mi?
Ya da en basitinden bir örnekleme yapmak gerekirse, Türkiye, Irak’ta Amerika’nın yanında savaşmak için tezkere çıkartmıştır. Eğer ABD gelin deseydi, Türkiye, şu ana Irak’ta, ABD’nin yanında işgal gücü olarak bulunacaktı. Oysa, Irak’ın ABD tarafından işgali, Almanya ve Fransa’nın onaylamadığı bir tutumdur. ABD için savaşan bir Türkiye, AB için kabul edilebilir mi?
Ya da şu meşhur BOP projesini ele alalım. Türkiye, BOP projesine balıklama atlamış, projenin asıl ve merkez unsuru olmak istediğini beyan etmiştir. Oysa Almanya ve Fransa bu projeyi uygulanmaz kılmak için çalışmış ve çalışmaktadır. BOP’un asli unsuru olmak isteyen bir ülkeye AB’nin sıcak bakması düşünülebilir mi?
Mesela bir başka durum; ABD, İran’ı nükleer santral girişimlerini bahane ederek sıkıştırmaktadır. Eğer Irak’taki fiyasko olmasa, şu an ABD İran’a saldırmış durumdaydı ve muhtemelen savaş şu anda İran’da sürüyordu. Avrupa Birliği ise, bu durumdan kendi adına faydalanmak ve İran’ı ABD’ye kaptırmamak için, kendi çıkarları doğrultusunda avantajlar elde etmeyi gözeterek, İran’a karşı daha uzlaşmacı bir tutum takınmıştır. Soru şudur: Türkiye’nin tavrı ne olacaktır? ABD’nin yanında mı, yoksa AB’nin yanında mı yer alacaktır? Şimdi belki şöyle denilecektir: Son zamanlarda Türkiye’nin gerek Suriye gerekse İran ile ilişkileri düzelmeye başlamış, eski gerginlikler yerini belli alanlarda yakınlaşmalara bırakmaktadır. Ama bunun yarın için hiçbir garantisi yoktur. Yarın koşullar değiştiği, ABD politikaları net biçimde ortaya konduğu anda, bugün olanlar, mazide kalacaktır. Unutulmamalıdır ki, ABD Irak’a saldırmadan sadece ve sadece bir-iki ay önce, bu hükümetin bakanı Irak’ı ziyaret etmiş, iki ülke arasında kapsamlı ticaret anlaşmaları imzalanmış, Saddam Hüseyin’le yanak yanağa pozlar verilmiş, AKP hükümeti ve bakan Kürşat Tüzmen bu anlaşmaları büyük birer zafer olarak lanse etmişti. Ama bir-iki ay sonra ne oldu? Ortada ne anlaşma, ne ticaret, ne dostluk kaldı. Türkiye, ABD’nin yanına yerini aldı.
Bu ve benzer yaşanmışlıklar, elbette, AB tarafından da ciddi biçimde izleniyor. Bu yüzden de müzakere sürecinin “ucu açık” bırakılıyor.
Aslında 17 Aralık zirvesinde yaşananlar bile bu durumu açıkça teyit etmiştir. Her ne kadar, bizim medya tarafından, Tayyip Erdoğan’ın “masadan kalkar, geri dönerim” tehditlerinin Avrupa’yı çok paniklettiği, korkuttuğu yazılıp çizildiyse de, sonucun hiç de öyle olmadığı, sonunda, AB’nin dayattığı koşulların, Tayyip Erdoğan tarafından imzalandığı ortadadır. Kaldı ki, ticaretinin yüzde 72’si Avrupa’yla olan Türkiye’nin, o masadan paldır küldür kalkamayacağı herkesin malumudur!
Peki, Avrupa çok korkmuştur da, ne olmuştur? Tayyip Erdoğan’la yeniden konuşan Blair ve Berlusconi olmuştur! Ne Schröder, ne Chirac “masadan kalkma, geri dönme” üflemesiyle muhatap olmamıştır. Yani Amerikancılar baş başa bırakılmıştır. Bu bile, diplomasinin mesajlı dilinde son derece anlamlıdır. Almanya ve Fransa demiştir ki, “Ey, Amerikancılar, buyurun, başınızın çaresine bakın, işinizi kardeş kardeş halledin!”

BUNDAN SONRASI
Ucu açık müzakere sürecinin ucunun daha da açılacağı ya da kapanacağı, bundan sonra Türkiye’nin izleyeceği politikalar, dünyadaki gelişmeler tarafından belirlenecektir. Türkiye, Almanya ve Fransa’ya yaklaştığı oranda müzakerelerinin ucu kapanacak; ABD ile ilişkilerin eski dozda sürmesi ve boyutuna göre daha da açılacak, hiç kapanmayacaktır. Ama ABD mi-AB mi tercihi, salt Türkiye’nin kendi iradesiyle belirlenebilecek bir şey değildir.
O zaman soru şu şekilde sorulmalıdır: Varlığını emperyalizme bağımlılık ve yamanmak üzerine kurmuş Türkiye, bu kez, kim veya kimlere hizmet edecektir? Avrupa’ya hizmet, ABD’nin kızdırılması, kafaya çuval geçirilmesidir. ABD’ye kölelik, Rusya içlerinde ve bölgede ABD için çalışmak, AB’nin sulandırılması girişimleri ise, AB’nin hoşnutsuzluğu demektir.
Bağımlılık ilişkisine bir kez girildikten sonra, her yeni adım, batağa doğru ilerleyiş demektir. Her yeni adım emperyalist efendilerde yeni beklentilerin oluşması anlamına gelmektedir.
Stratejik konumdan faydalanılıp emperyalistler arasındaki çelişkilerle oynayarak, biraz o tarafa biraz bu tarafa meyledilerek ilişkileri sürdürmenin ve aradan sıyrılmanın yolu var mıdır?
Dünyanın hızla kutuplara bölündüğü, çelişkilerin keskinleştiği, hammadde kaynakları ve pazar alanları üzerinde kavgaların kızıştığı bir dünyada, Türkiye,  bağımlılık ilişkileriyle, o şansı kaybetmiştir. Eğer Türkiye, gerçekten bağımsız ve özgür bir ülke olsaydı, bu çelişkilerden pekala yararlanılabilirdi. Ama mevcut pozisyonuyla, çelişkilerin keskinleşmesi, kendi durumunu daha fazla sıkıştırmaktan başka bir işe yaramamakta, manevra şansı tanımamaktadır.
Görünen tablo şudur: Emperyalist bağımlılık ilişkileri, eklemlenmek, jandarma olmak üzere kurulu bir dış politika, Türkiye’ye fazla seçenek tanımamaktadır: Ya emperyalizmin oyuncağı haline gelinecek, her gün daha fazla bela ile karşılaşılacak, ya da gerçekten bağımsız ve demokratik olunacaktır.

Amaç, araç ve Eğitim Sen

Türkiye egemenlerinin 40 yıllık “Avrupa’yla bütünleşme rüyası”, 17 Aralık’ta AB tarafından Türkiye’ye tam üyelik için müzakere tarihi verilip verilmeyeceğine odaklanınca, tartışmalar, ister istemez “AB Kopenhang Kriterleri”nin Türkiye tarafından yerine getirilip getirilmediği; dolayısıyla demokrasi sorununda asgari şartların sağlanıp sağlanmadığı ekseninde yürütüldü. Bu vesileyle de olsa, demokrasi sorunu, bütün yakıcılığı ve yönleriyle ülke gündemine oturdu. Egemenler ve AB yandaşları açısından tarih almak için siyasi cepheden (demokrasi cephesinden) şartlar oluşmuştu, ekonomik cepheden (Maastrich Kriterleri) ise şartlar nasıl olsa müzakere sürecinde sağlanırdı.
Böyle bir ortamda, sınıf çıkarları AB’ye karşı olmayı zorunlu kılan ve demokrasiye en çok ihtiyaç duyan işçi ve emekçilerin, –AB dolayımıyla da olsa– sermaye ve burjuvazi karşısında, demokrasi başta olmak üzere, taleplerini yükseltmeleri ve bu yolla dönemin sunduğu olanaklardan yararlanmaları beklenirdi. Bu ne ölçüde başarılabildi? Henüz vakit geçmiş olmamakla birlikte, şu ana kadar yapılanlara bakıldığında, bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Sendikal hareketin aktüel durumu, sendika bürokrasisinin varlığı ve hareket üzerindeki bloke edici etkileri başta olmak üzere, pek çok açıdan irdelenmesi gereken bu durum, oldukça kapsamlı başka bir yazı konusudur. Biz bu yazıda, “sendikalar ve demokrasi mücadelesi” sorununu, aynı döneme denk gelen bir başka gelişme üzerinden irdelemeye çalışacağız. Anlaşılacağı üzere, Eğitim-Sen’e açılan kapatma davası ve bunun karşısında takınılan tutumlardan söz ediyoruz.

“EMİRLE” AÇILAN DAVA
Bilindiği gibi, tüzüğünün amaçlar kısmının 2. maddesi b fıkrasında “… bireylerin anadillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini savunur..” maddesine yer verdiği için, Eğitim-Sen hakkında Ankara 2. İş Mahkemesi’nde kapatma davası açıldı. Dava, Ankara Valiliği’nin talebi üzerine savcılık tarafından açılmış olsa da, sonradan basına yansıdığı gibi, gerçekte Genelkurmay Harekat Daire Başkanlığı’nın, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yaptığı ihbar sonucu davanın açılmış olması, bir emir-komuta zincirinin devreye sokulduğunu göstermektedir.
Sonuçta, Ankara Valiliği konuyu Eğitim-Sen’e aksettirerek, tüzükte değişiklik yapılmasını istemiş, ancak belirtilen sürede bu yapılmadığı için Basın Savcılığı’na suç duyurusunda bulunarak dava açılmıştır. Ancak uzatma pahasına, konunun anlaşılması için evveliyatında yaşananların da bilinmesinde fayda vardır. Çünkü, anadil sorunu Eğitim-Sen ve sendikal hareketin gündemine yeni gelmemiştir. Eğitim-Sen tüzüğünün amaçlar kısmının 2. maddesi b fıkrasının ilk hali “ laik, parasız, demokratik, anadilde eğitim..” biçimindeydi. Bakanlık ve valiliğin talebi üzerine, ilgili madde bugünkü haline dönüştürülmüştür. Bakanlık ve savcılık tarafından, değişiklik, yapıldığı andan itibaren uzun bir süre herhangi bir biçimde dava konusu edilmemiştir. Aradan uzunca bir süre geçtikten sonra, konunun –üstelik Genelkurmay Başkanlığı’nın yönlendirmesiyle– yeniden gündeme getirilmesi; davanın hukuki değil, siyasi nedenlerle açıldığını göstermektedir. Herkesin üzerinde anlaştığı olgu budur. Fakat, iş bu olguya karşı nasıl bir mücadele yürütülmesine gelince, tavırlar farklılaşmaktadır. Baskın eğilim, mücadelenin hukuki zeminle sınırlı yürütülmesi biçimindedir.
Oysa, söylemek bile gereksizdir ki, siyasi bir sorun salt hukuk zemininde kalınarak, ne kavranabilir ne de ona karşı sağlıklı bir mücadele verilebilir. Bunu derken, işin hukuki boyutunu küçümsediğimiz sanılmamalıdır. Tersine, hukuki mücadele sonuna kadar verilmelidir. Fakat, kategorik olarak sınıf içeriğinden bağımsız bir hukuk düşünülemeyeceğine göre, asıl mücadelenin başka alanlarda verilip kazanılacağı, sonra bu kazanımların hukuki bir çerçeveye oturtulacağı anlaşılır olmalıdır. Bu durumu, genel olarak kamu emekçileri, özel olarak da eğitim emekçileri, kendi mücadele tarihleri ve pratikleriyle herkesten daha iyi bilmek durumundadırlar. İşin hukuki boyutunu hukukçulara bırakarak sınıf güç ilişkileri alanına dönerek belirtmek gerekirse; kapatma davasında işin aslı, egemenlerin ülkenin en temel demokrasi sorunlarından biri olan Kürt sorunu karşısındaki tahammülsüz tutumudur. Kürt sorunu söz konusu olduğunda, sistemlerinde en küçük bir gedik açılmasına dahi tahammül göstermeyen egemen sınıflar, özellikle emekçiler arasında kardeşleşmenin önüne geçmek için her yolu denemekten tarihleri boyunca geri durmamışlardır. “Böl-yönet politikası” sürekli devrede tutulmuş; emekçi sınıflar içinde ajanlaştırdıkları kesimler bu imkanı hemen her seferinde egemenlere sunmuşlardır. Bu yüzden “kızıl elmacılar” başta olmak üzere, bazı kesimlerin, “mal bulmuş mağribi” edasıyla bu davaya dört elle sarılmalarında ve davayı emekçiler arasında şoven duyguları kışkırtmanın bir vesilesi yapmak istemelerinde garipsenecek bir yan yoktur. Gelgelelim, iş kızıl elmacılarla sınırlı kalsa, “ateş olsa cürmü kadar yer yakar” der geçerdik. Ne yazık ki, öyle değil. KESK ve Eğitim-Sen’de ağırlıklı olarak yönetimi oluşturan DSD grubu ve Sendikal Birilik (SB) çevresi de benzer bir yaklaşım sergilemektedir, ama daha “usturuplu” bir biçimde.

AMAÇ, ARAÇ İLİŞKİSİ
Eğitim emekçileri içinde “sırf bu yüzden sendikamızın kapatılması doğru mudur?” yönlü bir tartışmayı “sendikamız kan kaybediyor, istifalar başladı” söylemleri eşliğinde açan DSD ve Sendikal Birlik çevreleri, sendikanın maddi birikimlerinin de elden çıkabileceğini ortaya atarak, yığınları ikna etmeye, tüzük maddesini militanca savunan emek hareketinin temsilcilerini bu yolla püskürtmeye yönelmişlerdir. Tüzük değişikliği yapmaktan, yeni bir sendika kurmaya, Eğitim-Sen kongrelerini iptal etmeye varana kadar, mağlubiyeti baştan kabul eden öneriler havada uçuşmaktadır. Bu arada bu çevrelerin, içinde bulunulan KESK seçimleri sürecinde, bu konuyu bir “koz olarak kullanma” fırsatçılığını da bir kenara not etmekte yarar vardır. Yasalarda yeri yokken –kamu emekçilerinin sıklıkla zikretmekten zevk aldıkları– fiili ve meşru mücadele hattıyla sendikalarını kuranlar, şimdi ne olmuştur da, gerçek anlamda mücadele etmeden, mücadele eder gibi gözükerek sendikalarının kapanmasına razı gelir durumlara sürüklenmişlerdir? Asıl irdelenmesi ve cevaplanması gereken budur. Gerek uluslararası gerekse ülkemiz koşulları dikkate alındığında (mevcut konjoktürde), davanın kapatma cezasıyla sonuçlanma ihtimali oldukça düşüktür. Bundan da önemlisi, öncelikle sorulması gereken eğitim emekçilerinin ne için örgütlendikleridir. Bunca acı, sürgün, kıyım ne için çekilmiştir? Cevabı basittir: Ekonomik, demokratik, siyasal hak ve özgürlükleri kazanma, ülkemizin bağımsız, demokratik bir ülke olmasını sağlama mücadelesinin temeline kendi mevzisinden harç olmak için. Yani, katıksız bir demokrasi mücadelesi yürütmek için. Türkiye işçi ve emekçileri, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde, bugüne kadar sendika, siyasi parti gibi örgütlerini çok kere baskıcı egemen sınıfların ceza ve kapatmaları yoluyla yitirmişler ve fakat her seferinde daha mücadeleci bir biçimde yeniden örgütlemesini bilmişlerdir. O yüzden, kapatma tehdidini eğitim emekçilerine umacı gibi göstermenin gereği yoktur.
fiu soruları sormaya her eğitim emekçisinin hakkı vardır: Ülkemizin en temel demokrasi sorunlarından biri (Kürt sorunu) karşısında “topu taca atarak” hangi hak savunulabilir? Ana dilde eğitimin, öğrenimin, kişinin eğitilmesi ve kişiliğinin oluşmasındaki vazgeçilmez önemini en fazla bilenler olmaları, eğitim ve bilim emekçilerine, toplum ve halk karşısında ayrı bir sorumluluk yüklemiyor mu? Bir an için, tüzük değişikliği yapıldığını ya da yeni bir sendika kurulduğunu kabul edelim. Bu durumu sinesine çekmiş, içine sindirmiş bir sendikal hareketi, sermaye ve siyasi iktidarlar, demokrasi ve hak mücadelesinde niye ciddiye alsın ki?
Hal böyleyken, yığınların gücünü harekete geçirip, kitlelere yaslanmak yerine, takiyyecilere taş çıkartan “ince taktikler”le bir örgütü “kurtarma”ya çalışmak, sınıf mücadelesinde amaç-araç ilişkisini tersyüz etmekten başka ne anlama gelmektedir? Herkesin bildiği bir gerçeği bir kere daha hatırlatmakta fayda var: Sınıf mücadelesinde sendikalar, siyasal partiler başta olmak üzere, her tür örgütlenme, ait olduğu sınıfın kısa ve uzun erimli amacına varmak için kullandıkları araçlardır. Araç, amaca varmada bir işlev görüyorsa anlamlıdır. Kendisi amaç haline gelmiş bir aracın, yığınlara değil, olsa olsa kendisinden “yararlanan” “sahibi” olan kişi ya da gruba faydası olabilir. Böylesi bir yaklaşıma, söz konusu örgüt sendika olduğuna göre, literatürde sendika rantçılığı denir ve tavsiyemiz odur ki, hiç kimse kendisini bu duruma düşürmemelidir.
Bu süreçte Kürt sendikacıların yaklaşımları da dikkat çekicidir. Bu kesimdekiler de, dava karşısında net bir tutum almaktan kaçınıp ortaya oynayarak “bela”dan kaçabileceklerini ve “çözüm”e ulaşabileceklerini zannetmektedirler. Bu yüzden tüzük değişikliğine “evet” demeyip, utangaçça yeni bir sendika kurma fikrine yeşil ışık yakıyorlar. Kestirmeden söyleyelim; “orta yolculuk”un bugüne kadar kimseye bir hayrı olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. 
Her şey gün kadar açıktır: Kürt sorunu gibi temel demokrasi sorunlarından birinde işçi ve emekçiler ve dolayısıyla onların örgütlenme ve mücadele merkezleri olan sendikalar taraf olacaklar mıdır, olmayacaklar mıdır? Ortası yok. İkircikli her tutum, çözümü sermaye ve burjuvazinin insafına bırakmak anlamına gelecektir ki; onların yaklaşımı da 82 yıllık Cumhuriyet dönemi boyunca pratikleriyle ortadadır.

SENDİKALAR VE DEMOKRASİ
DSD, SB ve Kürt sendikal çevreleri, bugüne kadar, Türk-İş başta olmak üzere geleneksel sendikal çizgileri; ücret sendikacılığı yapmakla, demokrasi sorunu başta olmak üzere ülkemizin temel meseleleri hakkında kayıtsız kalmakla eleştirdiler. Şimdi bu kesimlere sesleniyoruz: Başkalarının gözünde mertek aramanın alemi yok, madem ki sendikalar demokrasi mücadelesinin en temel araçlarından biridir, Halep oradaysa arşın burada, gelin demokrasi mücadelesinin anası olan bir konuda mücadeleyi örgütleyelim. Egemenlerin emekçileri bölmek için gündeme getirdikleri bir “silah”ı, demokrasi mücadelesinin bir mevzisi haline getirelim, onlar bölmek istedikçe biz birleşelim. Bunun için, bu davayı Kürt sorununu emekçiler içinde tartışmanın ve kitlelerin aydınlanmasının yeni bir imkanı haline getirelim. Unutmayalım ki, Kürt sorununun demokratik halkçı tarzda bir çözüme kavuşması her kesimden çok emekçilerin çıkarına olacaktır. Aksi, yaklaşımla, bu sorun karşısında geri çekilerek ne demokrasi savunulabilir, ne de ekonomik demokratik haklar.
Üstelik sorun, Kürt sorunu ve bu sorunda demokratik tutum almakla sınırlı da değildir. Bugün Kürt sorunu, yarın başka bir sorun. Yarın bir yana, bugün memurun yüz yüze bırakıldığı ücret, personel rejimi, KYTK, sosyal güvenlik, işgüvencesi, özelleştirme saldırıları ortada. Sorun şudur: Bir sendika olmanın hakkı verilerek, örgütün de mücadele içinde sağlamlaşacağı bilinerek, saldırılara, püskürtmeyi hedefleyerek yanıt mı verilecek yoksa mevzi hemen terk edilerek geri mi çekilinecek? Mücadele mi? “Eldekini koruma” adına mücadele etmeme ve bir mücadele örgütü olarak “eldeki”nden de olma mı? Kamu emekçileri biliyorlar ki, sendikaları mücadele içinde sendika oldu, yine ancak mücadele içinde varolabilir, gelişip güçlenebilir.

Kim kime hizmet ediyor?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Erzurum’da ”Çiftçinin hali ne olacak” diye soran bir üreticiyi azarlarken sarfettiği sözler bazı gerçeklerin yeniden gündeme getirilmesini zorunlu kılıyor. Çünkü; Başbakan’ın, “Bir kesimi sübvanse edip, diğerini mağdur edemeyiz. Doğrudan Gelir Desteği ile çiftçiye ciddi miktarda para geliyor. Bu paranın nereden geldiğini biliyor musun? Mazot desteğini alıyor musun? Bir de hâlâ ‘Çiftçi ne olacak’ diyorsun. Yahu bu millet, yatıp kalkıp size mi çalışacak?” sözleri, bazı gerçekleri ters yüz etti.
“Kim kimi besliyor?”, “Millet yatıp kalkıp kime çalışıyor”, “Çiftçi ülke bütçesini mi hortumluyor yoksa tarımdan sermaye kesimine kaynak mı aktarılıyor?” sorularının cevabının verilmesi, gerçeklerin de netleşmesini sağlayacak. Fakat, bu soruların cevaplarını netleştirmeden önce, Doğrudan Gelir Desteği ile çiftçiye ciddi miktarda para aktarıldığı iddiasıyla Başbakan’ın sürekli gündeme getirdiği mazot desteğine ilişkin kısaca not düşülmesinde yarar var.
Hükümet çiftçiye dönüm başına 8 litre hesabı üzerinden mazot desteği sağlıyor. Dönüm başına 8 litre mazot tüketildiği varsayılarak, tutarın yüzde 35’i üreticiye veriliyor. Fakat bu şekilde yapılan destekte bir sorun var. Hükümet, ürün farklılaştırmasına gitmeden, dönüm başına 8 litre mazot tüketimi üzerinden hareket ediyor. Halbuki her ürün cinsinde dönüm başına tüketilen mazot farklı. Dönüm başına pamukta 30 litre, buğdayda 15 litre, soya ve mısırda 22 litre mazot kullanılıyor. Sulama pompasında harcanan mazot miktarı bunun dışında. Çiftçi, sulamak için çalıştırdığı su pompasında mazot yakıyor. Köylünün kendi traktörü ve pompası varsa, mazotu doğrudan alıyor. Tarlayı sürdürüyor ve suyu başkasından alıyor ise, mazot parası, traktör kirasını ve su parasını yükseltiyor. Ürün cinsine göre, bazı tarlaya bir yılda 3 kere, bazı tarlaya 5 kere traktör giriyor. Bir dönüm tarla sürdürmek için 3.5 milyon lira ile 5 milyon lira arasında para harcanıyor. Bu şartlarda, bir litresinin fiyatı 1 milyon 400 bin lira olan mazotun yüzde 35’inin karşılanması, üreticiyi rahatlatmıyor. Desteğin dışında kalan miktar bile üretici köylüye ağır geliyor, çünkü çoğu kez, ürün bedeli mazot parasını dahi karşılayamıyor.
Bahsedilen somut durumun dışında da mazot desteğinde yapısal sorunlar var. Mazot yardımından, sadece, 2002 yılında doğrudan gelir desteği (DGD) almak için başvuran çiftçiler yararlanabiliyor. DGD için başvurmayan milyonlarca çiftçiye destek verilmiyor. Mazot desteği, ürün veya verime göre değil de, toprak sahibine, sahip olduğu toprağın büyüklüğü ölçüsünde yapıldığı için, sayıları yüz binleri bulan kiracı durumundaki üreticiler destek alamıyor.
Başbakanın “muazzam” olarak tanımladığı ve girdi destekleri yerine uygulanan Doğrudan Gelir Desteği sisteminin yetersizliğine, Özgürlük Dünyası’nın geçmiş sayılarında değinildiği için, kısaca özetleyelim: DGD çiftçiye destek olamıyor. Arazilerin küçüklüğü nedeniyle, bazı illerde çiftçi başına ödeme 400 milyon liranın altına iniyor. İki taksitte yapılan bu ödemeler, kişi başına 100-200 milyon liraya karşılık geliyor. Bu rakamlar, ortada, çiftçinin üretimini sürdürülebilmesine katkı sağlayacak bir desteğin olmadığının açık göstergesidir.

KAYNAK AKTARIMINDAKİ DEĞİŞİM
Şimdi kimin kimi beslediği konusuna dönelim. Türkiye’de, 24 Ocak 1980’de hayata geçirilen istikrar ve yapısal uyum programının sonuçlarının özetlenmesi, kaynakların üreticiye mi yoksa sermayeye mi aktarıldığının anlaşılması açısından gereklidir. 24 Ocak Kararları’yla dışa açık ve ihracata yönelik bir strateji benimseyen ülke ekonomisi, ihracatı artırabilmek için maliyetleri düşürüp ucuz mal üretmeliydi! Bunun yolu ücretleri ve tarım kesimine ödenen fiyatları düşük tutmaktan geçiyordu. Çalışanlardan ve tarım kesiminden sanayie kaynak aktarılması için, toplumsal bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine “ilerletilmesi” gerekliydi. 12 Eylül askeri darbesi, güç dengelerinin bu yönde düzenlemesini sağladı. Darbe sonrası süreçte, yurtiçi talebin kısılması ve tarımdan sanayie kaynak aktarımının sağlanması için çalışan kesimlerin sosyal hakları askıya alındı. Ücretler donduruldu, tarım fiyatları baskı altına alındı ve destekleme alımları azaltıldı.
Programın tarıma dönük uygulamalarının esası, küçük üreticiliğin desteklenmesi politikasından vazgeçilmesini öngörmekteydi. Bu çerçevede, 1980 yapısal uyum programlarıyla birlikte, tarım yönetimi değişmeye ve bunun sonunda da işlev değiştirmeye başladı. Temel tarım girdilerinin sağlanmasında ve dağıtımda kamunun tekel konumuna son verildi, kamunun tarımda fiyat ve destekleme alımı işlevi büyük ölçüde terk edildi, tarıma dayalı sanayi özel sektöre devredilmeye başlandı.
Söz konusu gelişmeler, uluslararası sermaye kurumlarının dayatmaları kadar, 1980 sonrası hammaddesi tarım ve hayvancılığa dayanan büyük ölçekli sanayi yatırımlarına yönelen ülke burjuvazisinin de isteğiydi. 12 Eylül askeri darbesinin kendilerine sağladığı olanaklardan cesaret alan Türkiye İşadamları Derneği (TÜSİAD), 1980 öncesi politikaların, tarımsal ürün ihracını, tarımın gelişimini, tarımsal yatırımları engellediği iddialarını açık açık ifade etmeye başlamıştı. TÜSİAD, 1981 yılında hazırladığı tarım raporunda, ekonominin dışa açık olmaması halinde, tarımın da, endüstrinin de iç talebin sınırlarında yavaşlayacağını, tesadüfi veya alışkanlık sonucu yapılan üretim fazlalıklarının ihraç edilmesiyle yetinileceğini; bunun ise, ekonominin gerekli hamleyi yapması için yeterli olamayacağını belirtmişti. Raporunda, uluslararası maliyetlerin üstünde tarıma girdi sağlayan bir iç endüstri yapısının tarımın gelişmesini devamlı köstekleyeceğini, tarım üreticilerinin ihracat dövizlerinin serbest piyasa fiyatları altında Türk Lirası’na çevrilmesinin Türk tarımının dışa açılmasını gizli bir şekilde önleyeceğini dile getiren TÜSİAD, tarıma yüksek girdi sağlanmasının engellenmesini istemişti (TÜSİAD, 1981).
Ulusal ve uluslararası sermayenin isteğince belirlenen politikaların sonuçlarını, iç ticaret hadlerindeki değişime bakarak görebiliriz. Yani küçük ve orta üreticiliğin yaygın olduğu bir tarımsal yapıda, çiftçinin eline geçen fiyatlarla çiftçinin sanayi kesimine ödediği fiyatlar arasında oluşan makasın hareketlerine bakarak, sanayi sermayesi ile köylü arasındaki bölüşüm ilişkilerinin seyrini açıklayabiliriz. Bu seyir iki türlü izlenebilir; ya çiftçinin eline geçen fiyatlarla, çiftçinin sanayi kökenli girdiler ve tüketim malları için ödediği fiyatlara bakılır ya da çiftçinin eline geçen fiyatlarla, aynı ürünün nihai piyasalardaki fiyatlarına bakılır. 

RAKAMLARIN GÖSTERDİKLERİ
1980’li yıllar boyunca uygulanan politikaların doğal sonucu olarak, 1980 yılındaki dünya piyasalarında tarım ticaret hadleri yüzde 32 düzeltilirken, Türkiye’de yüzde 17’lik bir gerileme meydana geldi. 1986-88 yılları içinde de, dünya fiyatlarında yüzde 13’lük göreli bir ilerleme ile Türkiye’de yüzde 20’lik bir gerileme paralel seyretti.
2000’li yılların başlarında art arda yaşanan krizlerin etkisiyle, tarım kesimi, yüzde 6’lık bir küçülme yaşadı. Batık bankaların, yani içi boşaltılarak -popüler deyimiyle- hortumlanan bankaların 50 milyarlık borçlarını ödemeyi taahhüt eden hükümet, 30 milyon çiftçiye aynı cömertliği göstermedi. 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan krizler sonrası da, hükümet, rantiye söz konusu olduğunda, ne kadar cömert olduğunu gözler önüne sermişti. Sermaye sahiplerine bütçeden yapılan faiz ödemeleri, 2001 yılında 40,5 katrilyon lirayı bulurken, bu, toplam bütçe gelirlerinin yüzde 52’sine tekabül ediyordu. O dönem, bireysel ve kurumsal rantiyelere katrilyonlar aktarılırken, ülke nüfusunun yüzde 35’ini oluşturan milyonlarca tarım üreticisine verilen destek ise, 1 katrilyon lirayı bile bulmadı (938 trilyon TL). Tarihinin hiçbir döneminde faize yapılan ödemeler, bu büyüklüğe ulaşmamıştı.
Faizin hükümranlığı kırılamazken, yoksulluk, özellikle kırsal kesimde, tarımda kol geziyor. Tarım küçülmeye devam ediyor. Tarımın kullandığı gübre, ilaç, akaryakıt fiyatları inanılmaz artışlar yaşarken, tarımsal ürünlerin fiyat artışları, genel fiyat artışının altında kaldıkça, çiftçinin eline geçen reel gelir azalıyor.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nce açıklanan rakamlar, 1997 yılından bu yana çiftçinin satın alma gücünün nasıl azaldığını gösteriyor:
* 1997 yılında 34 kg buğdayla 12 kg’lık 1 tüp gaz alabilen çiftçi, bugün 64.10 kg buğdayla 12 kg’lık 1
tüp gaz alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 47 oranında azalmış.
* 1997 yılında 3.5 kg buğdayla 1 kg şeker alabilen çiftçi, bugün 5.40 kg buğdayla 1 kg şeker
alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 35 oranında azalmış.
* 1997 yılında 0.36 kg buğdayla 1 kg amonyum nitrat gübresi alabilen çiftçi, bugün 1 kg buğdayla 1
kg amonyum nitrat gübresi alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 64 oranında azalmış.
* 1997 yılında 2.86 kg buğdayla 1 litre mazot alabilen çiftçi, bugün 4.88 kg buğdayla 1 litre mazot
alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 41 oranında azalmış.
Bu tablo, çiftçiyi üretimden caydırıyor ve kırdan kentlere, hem de hangi işi yapacağını bilmeyen, sorunlu bir kır yoksulu göçünü hızlandırıyor.

EMEKÇİYİ EMEKÇİYE DÜŞMAN ETME TAKTİĞİ
Başbakan, sermaye ve rantiyeye aktarılan rakamların büyüklüğü ortada olmasına rağmen, takındığı tutumla, dikkatleri bu noktadan uzaklaştırıp, emekçileri karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Başbakanın tutumu basından gelen şöylesi sorularla destekleniyor:
– İşçiler ne zaman ayağa kalkıp, “Biz yıllardır asgari ücreti vergi dışı tutamadık, bu küçük çiftçi muafiyeti de ne oluyormuş” diye isyan edecek?
– Küçük esnaf ne zaman “Neden ben kendi dükkânımı kendim çekip çevirmeye çalışıyorum da, köylü emmim ekip biçmek için her şeyi devletten alıyor” diye kazan kaldıracak?
– Müteşebbisler ne zaman “Neden biz yeni bir ürün denediğimizde, bütün riski kendimiz alıyoruz da, çiftçi bütün deneme ve ıslah çalışmalarını devlete yaptırıyor?” diyecek?
– Bizler ne zaman hep bir ağızdan, “Kardeşim, neden senin süne ile savaşını taa 1928 yılından beri ben finanse ediyorum? Neden kendi tarlanı kendin ilaçlamıyorsun?” diye bağıracağız?
– Nüfusun yüzde 35’ini oluşturan, ama gayrı safi milli hasılanın ancak yüzde 15’ini yaratabilen bu kesim, ilelebet, vergi veren 8-10 milyon insanın sırtında mı yaşayacak?
Bu sorulara, yukarıda verdiğimiz rakamlardan yola çıkarak karşı sorular yöneltelim: “Son ekonomik krizlerin ardından tarıma 1 katrilyonluk destek sağlanırken, toplam bütçe harcamalarının yüzde 52’sine karşılık gelen 40.5 katrilyon TL’yi bulan faiz ödemeleri, neden sizi hiç rahatsız etmiyor?”
“Bütçenin yüzde 52’sine tekabül eden faiz ödemelerinin toplam vergi gelirlerinin üzerinde olması, size neden hiç dokunmuyor?”, “Vergi gelirlerinin toplam bütçe harcamalarının yüzde 49’u büyüklüğünde olduğu koşullarda, yüzde 52’lik faiz ödemesi de ‘olacak iş mi’ diye neden sormuyorsunuz? Neden isyana davet etmiyorsunuz?” 
Tarımsal nüfusun fazlalığına gelince, bu tarım sektörünün bir sorunu değil, ekonomideki genel durumun ve tarım dışı istihdam olanaklarının bir sorunudur. Tarım dışında yoğun bir işgücü talebi var da mı, nüfus kırda kalmakta ısrar ediyor! Tarımsal nüfusun fazlalığından bahsedenler, diğer tarafta yaşanan işsizliği görmüyorlar mı? Bir de, tarıma verilen sübvansiyonları çok gören ve sürekli verimsizlikten bahseden ekonomistler, nedense, verimsiz sanayiin sürekli desteklenmesinden hiç bahsetmiyorlar. Bir yandan piyasa ekonomisinden bahsederken, diğer yandan da, hem KİT’lerden görev zararı karşılığı, hem de devletten ucuz kredi ve vergi avantajı sağlayarak ayakta duran şirketlere ses çıkarmıyorlar. Eleştirilen tarım sübvansiyonları, sermayenin kamudan çektiği kaynakların yanında devede kulak kalırken, sermayenin verimli üretiminden, teşvik bağımlılığından hiç bahsetmiyorlar. Verimsiz sanayiin bedeli ile, bankaların açık pozisyonlarından ve de içlerinin boşatılmasından doğan zararların hep topluma yüklenmesine ses çıkarmıyorlar.
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF), batan bankalardan kredi kullanan, ama bu kredi borçlarını ödemeyen 190 bini aşan kişi ve şirketin batan bankalara olan 7 katrilyon lira borcunu toplamaya çalışırken yaşananlar bile, tek başına, halkın ödediği bedele isyan etmesi için yeterli. 
TMSF’nin faaliyet raporuna göre, 2004 yılı başında, batan bankaların hakim ortaklarının yaklaşık 3.3 milyar dolar ödemesi gerekiyor. Fakat, Temmuz ayına kadar hakim ortakların ödediği rakam, sadece 298 milyon dolar. Yani banka ortaklarının ödedikleri, hortumladıklarının 10’da biri bile değil. Batan bankalardan kredi kullanan şirketlerin borcu ise, 1.3 milyar dolar. Şirketler de, sadece ve sadece, 216 milyon dolar ödeme yapmış.
TMSF yönetimi de, baktı ki kimse borcunu ödemiyor, “tenzilatlı tahsilat kampanyaları” yapmaya başladı. TMSF’nin tenzilatını başkası değil, -önemli bir çoğunluğu çiftçi olan- halk ödüyor. Çünkü tenzilatlı tahsilat kampanyası, Güngör Uras’ın benzetmesiyle, “Batan bankadan kullandığın krediyi madem ki ödemeyeceksin, ne sen üzül, ne ben üzüleyim… Attır şu çanağa üç beş kuruş da… Borcunu helal edeyim… Kullandığın kredi de, ödemediğin faiz de cebine kalsın… Ben onu halktan nasıl olsa söke söke alırım…” demek. TMSF, batan bankalara borçlu şirketlerin borç faizlerini indirimli olarak yeniden hesapladı. Bu yeni borç rakamının yüzde 50’sini (yarısını) ödeyenin borcu siliniyor. Yüzde 20 peşin ödeme yapanlarınsa, borcunun, önce yüzde 30’u siliniyor. Borcun kalan kısmını ise, faizsiz, taksitle ödüyorlar… Böylesi bir “kıyağa” rağmen, borcunu ödeyenler yok denecek kadar az. Bu duruma, ne Başbakan’ın ne de emekçiyi emekçiye karşı isyana çağıran basın mensuplarının ve liberal ekonomistlerin itirazı var.

TABLO ÇOK AÇIK
Başbakanın ve medyada köşe başlarını tutan liberal ekonomistlerin verimlilik itirazları olabilir. Bahsi geçen şahıslar, makro ekonomik göstergelerde her ay yeni bir rekor kırıldığını, hedeflerin aşıldığını, birçok alanda tarihi oranlar elde edildiğini, “Çin’i ve Hindistan’ı imrendirecek büyüme”ler yaşandığını, ekonomide rekorlar kırıldığını söyleyebilirler. Fakat yaşanan üretim ve ihracat artışları, ne yüksek yatırımlarla sağlanan üretkenlik artışına ve ne de istihdam artışına dayanıyor. Daha az işçiyi daha yoğun ve daha ucuza çalıştırmakla sağlanan ‘verim’ artışına ve yabancı “sıcak” sermaye girişlerinin dövizi geçici olarak ucuz tutmasına dayanan rakamların, emekçi kesimler açısından, övünülecek bir tarafı yok.
Sadece 2005 yılı bütçesi rakamlarına, kime, hangi kesime ne verileceğine bakmak dahi meselenin anlaşılması için yeter de artar bile. 2005 yılı bütçesinden faize gidecek para 56.4 katrilyon lira. Personele verilecek para 32.4 katrilyon lira. Sosyal güvenlik kurumlarına aktarılacak para 26.5 katrilyon lira… Tarıma destek ise 3 katrilyon. Neredeyse hiçbir hizmet veremeyecek, sadece memur maaşına ve de faize para bulmayı hedefleyen bir ekonomik yapı içinde, milletin yatıp kalkıp kime hizmet ettiği çok açık. Açık olan bir diğer durum, üretici köylüye yönelik yok etme politikalarının ulusal ve uluslararası sermayeye kaynak aktarma sürecinin bir parçası olduğu gerçeğidir.

KAYNAKÇA

BORATAV, Korkut. 1995. “İktisat Tarihi (1981-1994)”. Akşin, Sinan (der.) Türkiye Tarihi, 5. Cilt, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 159-213.
KÖSE, Ahmet ve YELDAN, Erinç 1998. “Dışa Açılma Sürecinde Türkiye Ekonomisi’nin Dinamikleri:
1980-1997”, Toplum ve Bilim, Yaz 77, 45-65.
GÖKTÜRK, Gülay. “Köylüler”, Tercüman, 02.12.2004
SÖNMEZ, Mustafa 1987. “Türkiye’de Tarım ve Büyük Burjuvazi”, Onbirinci Tez, S.7, 230-237.
SÖNMEZ, Mustafa 2002a. “Kriz, IMF ve Sermaye Birikiminde Tıkanma”, Kürkçügil, Masis (der.),
Bizim İçin Ağlama IMF!, Everest Yayınları, 101-127.
SOMEL, Cem. “Rekorlar kıran ekonomi”, Evrensel, 04.07.2004
SÖNMEZ, Mustafa, 2002b, “100 Grafikle Kriz ve Yoksullaşma”, İletişim Yayınları.
TÜSİAD 1981. “Tarım Raporu”, TÜSİAD Yayını,
URAS, Güngör. “Faizsiz de olsa’ borcunu ödeyen yok”, Milliyet

Ölümünün 85. yılında Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin

Lenin, bütün bir 20. yüzyıl boyunca adından en çok bahsedilen, eserleri en çok okunan ve tartışılan, ismi üzerinde en çok spekülasyon yapılan devrimci önderlerden biridir. Egemen sınıflar, bir yandan hakkında karalamalara başvururken, diğer yandan onun mirasını çarpıtmaya, gözden düşürmeye, geçersizliğini ispatlamaya yönelik faaliyetlerinden bir an için geri durmadılar. İşçi sınıfı ve ezilen dünya halkları ise, bütün bu karartma çabalarına inat, Lenin’in mirasından öğrenmeye ve onun adını ve eserini yüksekte tutmaya özel bir önem verdiler. Dünyanın yeni bir devrimci sürece ilerlemenin sancılarını çektiği günümüzde, Lenin’le ilgili bilinenleri bir kez daha özetlemek istedik.

LENİN’İN HAYATI
1870’de Orta Volga’da Simbirsk’te doğdu. Babası fizik öğretmeniydi; 1869’da Simbirsk eyalet ilkokullarına müfettiş, daha sonra da aynı eyalette İlköğretim Müdürü oldu, 1886’da öldü. Annesi öğretmendi ve Ekim Devrimi’nin bir yıl öncesine kadar yaşadı. Anne ve baba aydın kişilerdi. Altı çocukları oldu, bunlardan beşi yaşadı ve hepsi de devrimci oldular. Vladimir’in ağabeyi Aleksandr, o yıllarda Rusya’da etkili olan Narodnaya Volya (Halkın İradesi Partisi) örgütünün aktif üyesiydi ve 1887’de Çar III. Aleksandr’a karşı düzenlenen bir suikastte yer almıştı. 19 yaşındayken idam edildi. Çok sevdiği Aleksandr’ın idam edilmesi, Ulyanov’u derinden etkiledi. Ne var ki, Ulyanov, daha o yaşlarda, Narodniklerin izlediği terörist yöntemleri doğru bulmuyordu ve ağabeyinin idam edildiğini duyduğunda, “Hayır, gitmemiz gereken yol o değil” dediği söylenir.
Lenin Simbirsk Lisesi’nde okurken, baş öğretmeni, 1917 Ekim Devrimi’nin devirdiği hükümetin Başbakanı olan Aleksandr Kerenski’nin babasıydı. Baba Kerenski, Lenin’i, “okulun gururu” olarak tanımlıyor ve “olağanüstü dikkati ve çalışkanlığını”, “sistematik düşüncesini”, “bilincini, izah tarzının açıklık ve netliğini” övüyordu. Lenin, Ağustos 1887’de, Kazan’daki yerel üniversitenin Hukuk Fakültesi’ne kabul edildi. Ancak dört ay sonra, bir öğrenci eyleminin ardından sürüldü.
St. Petersburg Üniversitesi hukuk sınavına girmesine ancak üç yıl sonra, 1891’de izin verildi ve Lenin, bu sınavlardan en yüksek notu alarak, diploma almaya hak kazandı. Ocak 1892’de, liberal bir avukatın yanında yardımcı olarak göreve başladı.
Lenin, daha genç yaşlarda devrimci olmaya karar vermişti ve ağabeyinin ölümünden bir yıl sonra, Marx’ın “Kapital”ini okuyordu. Kazan’da, yasadışı Marksist bir tartışma çevresine katıldı. Sınavlarına hazırlanırken, hukuk konularının yanı sıra, ekonomi politik ve istatistik de çalışıyordu.
Ailesi 1893’de Moskova’ya taşındı, Lenin de St. Petersburg’a gitti. Burada, fabrika işçileriyle ilişki kurmuş Marksist bir aydın grubuna katıldı. 1894 yılında, Narodnikleri eleştiren Halkın Dostları Kimlerdir’i yayınladı. İşçilerle daha sıkı bağlar kurmak için, fabrika işçilerine yönelik broşürler kaleme aldı.
1895 yılında yurt dışına gitti. Amacı, Plehanov ve diğer Rus göçmenlerinden yayınlar sağlamak, Rusya’da bir parti kurma olanaklarını tartışmaktı. Dönüşüyle birlikte, St. Petersburg’da, “İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği” kuruldu. Rusya’nın diğer sanayi merkezlerinde de benzer birlikler kuruluyordu. Yasadışı bir gazete çıkarmak için hazırlıklar yapıldı. Tam da birinci sayının baskısı için her şeyin hazır olduğu bir sırada, Aralık 1895’de, Lenin ve St. Petersburg Birliği’nin birçok öncüsü tutuklandı.
Lenin, bir yıldan fazla hapiste tutuldu. Bu süre boyunca, görünmez yazıyla yazılmış broşürler ve bildiriler çıkarmaya devam etti. Mahkeme onu, Sibirya’da, Yenisey eyaletinde Minusinsk yakınlarındaki Şusenskoye’de üç yıl sürgüne mahkum etti. Lenin, burada, “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı eserini tamamladı. Sibirya’da sürgünken, daha St. Petersburg’dayken tanıdığı aktif bir öğretmen olan Nadejda Konstantinova Krupskaya ile evlendi.
Şubat 1900’de serbest bırakıldı. Hemen mücadelenin içine girdi. 1895’te kesintiye uğrayan ilişkileri toparladıktan sonra, illegal bir gazetenin basımını ve dağıtımını örgütlemek üzere yurtdışına çıktı. Lenin’in fikir babası olduğu ve yayın kurulunda yer aldığı Iskra (Kıvılcım)’nın ilk sayısı, Aralık 1900’de yayınlandı. Lenin, bu yıllarda, örgütlenme üzerine çalışmalarına ağırlık verdi; “Ne Yapmalı?” ve “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” adlı eserlerini 1902 ve 1904 yıllarında yazdı. Temmuz-Ağustos 1903’de, daha Lenin sürgündeyken, 1898 yılında kurulan, ancak kuruluşunun hemen ardından bütün kurucuları tutuklanıp sürgüne gönderilen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin ikinci Kongresi yapıldı. Kongre’de parti üyeliği üzerine çıkan görüş ayrılığı, partinin Bolşevik ve Menşevik olarak iki kanada ayrılmasına yol açtı. 1912 yılına kadar, esasa ilişkin görüş ayrılıklarına rağmen, iki kanat aynı parti içinde bir arada kalmaya devam etti.
Lenin, 1905 Devrimi döneminde, St. Petersburg’a döndü. Orada devrimin örgütlenmesine katıldı. Devrimin yenilgisiyle birlikte, Finlandiya’ya çekildi, Aralık 1907’de Rusya’yı terk etti. 1905 Devrimi’nin yenilgisinin ardından yaşanan gericilik yıllarında, saflarda buhran ve parçalanma eğilimleri uç vermişti ve bazı sosyalistler, kendilerini, dine yönelik çalışmalara vermişlerdi. Bu dönemde bu eğilimlerle mücadeleye girişen Lenin, 1909 baharında “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eserini yayınladı.
1910’lu yıllarda işçi hareketindeki kabarmayı gözleyen Lenin, Çarlık Duması’nda çalışma ve günlük bir işçi basınının örgütlenmesi görevini öne çıkardı. 1912 yılında Pravda (Gerçek) gazetesi çıkarıldı ve yasaklanmalara karşı isim değiştirerek, 1914’de Rusya Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na girene kadar, yayınına devam etti. Emperyalist savaş yıllarında Lenin, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” ve “Sosyalizm ve Savaş” broşürlerini kaleme aldı.
Lenin, 1917 Şubat Devrimi’nin yarattığı demokratik ortamın ardından, Nisan ortalarında Rusya’ya döndü ve faaliyetlerini açık olarak sürdürdü. Bolşevik Parti’nin Nisan Kongresi’nde, ünlü “Nisan Tezleri”ni sundu. Bu tezler, Şubat Devrimi’nden sonra ortaya çıkan değişiklikleri irdeliyor ve Şubat Devrimi’nin otokrasiyi devirerek demokratik devrim görevlerini yerine getirdiğini, sosyalist devrimin, Rusya’nın gündemine girdiğini belirliyordu. Yine buna bağlı olarak, Parti’nin taktik çizgisini de yeniliyordu. Lenin’in Nisan Tezleri’nin Ekim Devrimi’nin yolunu açtığını söylemek, bir gerçeğin ifadesi olur. Lenin, 1917 Temmuz’unda Bolşeviklere karşı girişilen karşı devrimci saldırılarla birlikte yeraltına çekildi, daha sonra Finlandiya’ya geçti. Bu dönemde, kaçakken, büyük eseri “Devlet ve İhtilal”i yazdı.
Kornilovcu karşı devrimin ezilmesiyle birlikte, bir sosyal devrim için koşullar giderek olgunlaştı. Lenin ve Parti, artık kendini, devrimin öznel koşullarını hazırlama ve “olgunlaşan meyvenin” çürümeden koparılması işine adadı. Fiilen devrimci görevlerinin başında olamadığı bu koşullarda, Lenin’in en  büyük yardımcısı, Stalin’di. Büyük Ekim Devrimi’nin (6-7 Kasım 1917) başarısı üzerine, Lenin, kurulan Sovyet Hükümeti’nin Başkanı oldu. Sovyet Hükümetinin ilk yaptığı iş, “Barış” ve “Toprak” kararnamelerini yayınlamaktı.
Yenilmiş, ama bütünüyle ortadan kaldırılmamış gericiliğin son çırpınışı olan iç savaş ve dış müdahale, büyük tahribatlara yol açtı ve 1922 yılında Sovyet iktidarının başarısı ile son buldu. Bu yıllarda Lenin, sosyalizmin ekonomik alanda inşa faaliyetine girişti. 1921 yılında “Yeni Ekonomik Politika” (NEP)’yı ve “Kooperatif Planı”nı gündeme getirdi. NEP, sosyalist iktidar koşullarında kapitalizme kısmi tavizler anlamına geliyordu, geçiciydi ve sosyalist büyük sanayiin kuruluşu için temel yaratmayı amaçlıyordu. Aralık 1922’de, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği kuruldu . 
Ocak 1918’de Lenin, “sosyalist devrimci” bir saldırganın suikastine maruz kaldı. 1922 Kasım’ında ağır bir hastalığa tutuldu ve bu tarihten sonra aktif çalışmanın uzağında kaldı. 24 Ocak 1924 tarihinde arkasında büyük bir teorik ve tarihsel miras bırakarak yaşama gözlerini yumdu.

LENİN’İN TEORİK MİRASI
Lenin, Marksizmin teorik hazinesine büyük katkılar sağlamış bir devrimcidir. Lenin’in katkıları anlaşılmadan Marksizmi anlamak olanaksızdır. Marx ve Engels’in ardından gelen ve Marksizmin takipçisi olduğunu iddia eden birtakım kişiler, Marksizmi, ya donmuş, değişmez kurallar bütünü olarak ele almışlar ve Marksizm savunuculuğunu kuru bir tekrara dönüştürmüşler ya da değişen koşulları gerekçe göstererek, Marksizmin tahrifatı yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda da, bir dönem Marksizmin teorisyenleri olarak el üstünde tutulan Kautsky, Bernstein, Plehanov gibileri, revizyonistlere, Marksizm döneklerine dönüşmüşlerdir.
Bütün bunlardan farklı olarak, Lenin, teoriyi, her şeyden önce, devrimci mücadelenin sorunlarına yol gösteren bir eylem kılavuzu olarak ele almış ve değişen koşulları, diyalektik materyalizmin yol göstericiliğinde çözümleyerek, karmaşık süreçlerin içinden çıkmayı başarmıştır.
Lenin’de büyük sorunları masa başında çözen bir entelektüelin tavrını göremezsiniz. O, mücadele içinde ve kendini devrime adamış bir eylem adamının tutumu içinde olmuştur her zaman. Daha 1894’lerde, ilk teorik eseri “Halkın Dostları Kimlerdir”i yazarken, nasıl, devrimci hareketin önünü açmak için, o günlerde Rusya’da etkin olan Narodnizmin cephaneliğini topa tutmanın zorunluluğunu kavramışsa, sonraki yıllarda da, devrimin önünde engel olan yaklaşımlarla mücadele etmeyi, devrimin temel sorunlarına çözüm getirmeyi bir amaç olarak benimsemiştir.
1903 yılındaki RSDİP kongresinde örgüt sorununu öne çıkarışı da, Birinci Paylaşım Savaşı döneminde emperyalizmin teorik temellerini ortaya çıkarışı da, 1917 Temmuz’unda devlet ve devrim sorununu ele alışı da, devrim sonrasında ‘sol’ komünistlerin tutumunu yerden yere vuruşu da, tek ülkede sosyalizmin inşasına ilişkin yaklaşımı da, onun teoriyi nasıl ele aldığının somut örneğidir.
Bu tutumuyla Lenin, Marksizmi, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü 20.yüzyılın başlarında daha da geliştirmiş, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, onu ve proleter devrimin temel sorunlarını çözümlemiştir. Bütün bunlardan yola çıkarak, Leninizm’i kapsamayan bir Marksizm’in eksik olduğunu, bir başka deyişle, Leninizm’in emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizm’i olduğunu söylemek, tam da gerçeğin ifadesidir. Bugün kurduğu sosyalist devlet yıkılmış olsa da, bırakmış olduğu teorik miras, devrim ve yeni bir dünya kurma mücadelesi veren işçi sınıfı ve ezilen halkların önünde bir eylem kılavuzu olmaya devam ediyor.
Lenin’in Marksizmin hazinesine kattığı başlıca unsurlar şöyledir:
Marx, Kapital’inde kapitalizmin tahlilini yapmıştı. Buna göre, kapitalizm varlığını canlı emek üzerinden sürdürdüğü artı-değer sömürüsü üzerine kurmuştu. Kapitalizmin egemen sınıfı olan burjuvazi, artı-değer sağlamadan ve bunu kâra dönüştürmeden yaşayamazdı. Marx’ın tahlilini yaptığı kapitalizm, daha 1870’lerden itibaren tekelci bir sürece evrildi ve 20. yüzyılın başlarında emperyalizme dönüştü.
Kuşkusuz bu, Marksizmin öngörmediği bir dönüşüm değildi. Marx, sermayenin eğiliminin yoğunlaşma ve tekelleşme olduğunu ortaya koymuştu. Engels son eserlerinde, iktisadi hayata egemen olan tekellerin gelişimine dikkat çekiyordu.
Ancak, kapitalizm, Marx ve Engels’in yaşadıkları dönemde tam olarak emperyalizme dönüşmemişti. Bu evrim, 20. yüzyılın başlarında tamamlandı, dolayısıyla emperyalizmin tahlilini yapmak görevi, Lenin’e düştü. Sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşmesine, burjuva ekonomistler de işaret etmişti. Fakat  bunlardan hiçbiri, Lenin’in ulaştığı sonuçlara ulaşmayı başaramadı.
Lenin, emperyalizm tanımını şu şekilde yapmaktadır:
“1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu “mali sermaye” temelinde bir mali oligarşinin oluşması; 3) Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir önem kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; ve 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.” (V. İ. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Evrensel Basım Yayın, 3. baskı, sf. 119)
Her şeyden önce, emperyalizm, bütün dünyayı bir zincirin halkaları haline getirmiştir. 19. yüzyılda devrimler, feodalizmi tasfiye etmiş ve kapitalist gelişmenin belli bir aşamaya ulaştığı Batı Avrupa ve Kuzey Amerika için söz konusuydu. Emperyalizmle birlikte dünyanın bütün ülkelerinde devrimin koşulları olgunlaşmıştır. Sorun, devrimin hangi ülke ya da ülkelerde patlak vereceği sorunudur. Lenin buna, “zayıf halka” tanımını getirerek yanıt vermiştir. Emperyalist zincir, en zayıf olduğu halkada kırılacaktır.
Emperyalizm, kapitalizmin ilerici özelliklerini yitirdiği son aşamasıdır, yerini, kapitalizmin başka bir aşamasına değil, sosyalizme bırakacaktır. Çağ, aynı zamanda, proleter devrimleri çağıdır. 19. yüzyılda kapitalizme bağlanan demokratik devrimler, artık sosyalizme bağlanmıştır. Geri ülkelerin burjuva sınıfları tekelci sermayenin uzantıları haline dönüştüğünden, devrimci barutunu tüketmiş ve bu ülkelerdeki demokratik devrimleri başarma görevi, işçi sınıfının üzerine düşmüştür. Bu ülkelerin devrimleri, artık yalnızca demokratik görevlerini yerine getiren devrimler olmaktan çıkmış, proleter devrimin bir parçası haline gelmiştir. Ayrıca bu ülkelerde gelişecek demokratik devrimler, ülke gericiliğinin yanı sıra emperyalizmi de hedefe koymak zorundadır. Yani bu ülkelerde gelişen demokratik devrimler, kesintisiz olarak sosyalizme geçişi sağlayacaktır.
Lenin’in emperyalizme ilişkin söyledikleri, bunlarla sınırlı değildir. Emperyalizmin doğasında savaş vardır. Çünkü, emperyalizm aşırı kâr demektir. Aşırı kârı elde etmenin yolu ise, yeni pazarlar ele geçirmektir. Dünyanın bütün pazarları paylaşıldığına göre, yeni pazarlar elde etmenin yolu, diğer emperyalistlerin elinde olan pazarları ele geçirmek için kıyasıya bir mücadeleye girişmektir. Bu mücadelenin doğal sonucu savaştır. Emperyalizm koşullarında savaşlar kaçınılmazdır. Bunun böyle olduğunu 20. yüzyılda yaşanan iki büyük paylaşım savaşı ve onlarca kez yapılan bölgesel savaşlar doğrulamaktadır. Günümüzün hegemon emperyalist devleti olan ABD’nin çıkardığı birçok savaş, Afganistan ve Irak’ı işgali, emperyalizmin niteliğinin değiştiğine ilişkin ileri sürülen iddiaları yalanlayan son örneklerdir.
Savaş ve devrimin koşulları, emperyalizmin kendi çelişkilerinin sonucu olgunlaşıyordu. Buna yol açan da, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişim yasasıydı. Eşitsiz ve sıçramalı gelişme sonucu, dünün nispeten zayıf ve geri durumundaki gücü, diğerini yakalıyor ve önde olanın avantajlarına ortak olmak istiyordu. Önde olan pazar alanlarındaki egemenliğinden vazgeçmek istemeyeceğinden, sorunu çözmenin savaştan başka yolu kalmıyordu. Aynı şekilde devrimin koşullarının yeterince gelişmediği ülkelerde, eşitsiz ve sıçramalı gelişim sonucu, devrimci durumlar ortaya çıkıyor ve devrimin öznel koşullarının da olgunlaştığı ülkelerde, bu devrimci durumlar, devrime dönüşüyordu.
Emperyalist savaşa karşı tutum ne olmalıdır? İkinci Enternasyonal’in dönek önderleri, savaşları, saldırı ve savunma savaşları olarak ayırarak, kendi ülkelerinin gerici sınıflarını destekler, savaş bütçelerine oy verip sosyal şovenlere dönüşürlerken; Lenin, emperyalist savaşın gerici özünü ortaya koyuyor ve savaş bütçelerine oy verilmemesini öneriyordu. Savaşın engellenemediği durumda ise, emekçilere, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme çağrısı yapıyordu. Bunu, yalnızca bir çağrı olarak bırakmıyor, kendi ülkesinde savaş yanlısı gerici iktidarı yıkmak için, emekçileri aydınlatma ve örgütleme faaliyetinden bir an bile geri durmuyor, adım adım Ekim Devrimi’nin yolunu açıyordu. Bunu yaparken de, emperyalistler ve gericiler arasındaki çelişkilerden yararlanmayı ihmal etmiyordu.
19. yüzyılda Marksistler kıta devrimini öngörüyorlar ve devrimin tek ülkede olanaksız olduğunu savunuyorlardı. Lenin, kapitalist emperyalizmin eşitsiz gelişme yasası nedeniyle, tek tek ülkelerde devrimin olanaklı olduğunu ve sosyalizmin tek bir ülkede de inşa edilebileceğini ortaya koydu.
“İktisadi ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi başlangıçta birkaç kapitalist ülkede ya da tek başına alınmış bir ülkede bile olanaklıdır. Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkesinde sosyalist üretimin örgütlenmesinden sonra, kendini diğer, kapitalist dünyanın karşısına koyacak ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekecek, onlarda kapitalistlere karşı isyanlar körükleyecek ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı hatta silah zoruna bile başvuracaktır.” (Lenin, Eserler, cilt 21, 4. baskı, aktaran, Stalin, Sosyalist İnşanın Zaferi Uğruna Mücadele, sf. 14, İnter Yayınları)
Lenin, bu tespiti 1915 yılında yapmıştı. Birtakım Marksizm düşmanları, Batı Avrupa’da beklenilen devrimlerin başarısızlığa uğramasıyla Sovyet Devrimi’nin yalnız kalmasının sonucu olarak, Lenin ve Stalin’in mevcut durumu teori düzeyine yükselterek tek ülkede sosyalizmin inşasının olanaklı olduğunu savunduklarını iddia ederler. Kuşkusuz Lenin ve Stalin, Batı Avrupa ülkelerinde de devrimlerin gerçekleşeceği beklentisi içindeydiler. Ancak Sovyet Devrimi’nin başarısını, Batı Avrupa devrimlerinin başarısına bağlamamışlardı. Yukarıdaki alıntı da, Lenin’in konuya yaklaşımını tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Kaldı ki, sosyalizmin tek bir ülkede inşa edilmesiyle, sosyalizmin nihai zaferi ayrı şeylerdir. Kapitalist kuşatma koşullarında, tek ülkede sosyalizm kesin güvence altında değildir, her an geriye dönüş risklerini içinde taşır. Sosyalizmin nihai zaferi için, devrimin birden çok ülkede başarıya ulaşması ve kapitalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatmaya bırakması şarttır. Ancak bunun böyle olması, sosyalizmin tek ülkede kurulamayacağı anlamına gelmez, kuşkusuz bunun zorlukları vardır, ama devrim de zor iştir.
Lenin’in en önemli katkılarından biri, örgüt sorununa yaptığı katkıdır. İkinci Enternasyonal’in partileri, gevşek, şekilsiz, reformist partilerdi. Parti üyeliğinin sınırı belli değildi. Lenin, her üyenin bir parti görevi üstlendiği ve bir parti organına bağlandığı bir parti üyesi tanımı yaparak, Leninist partinin çerçevesini çizdi. Demokratik merkeziyetçi bir işleyişin egemen olduğu, kararların demokratik bir şekilde alındığı, bir kere karar alındıktan sonra, bütün üyelerin bu kararlara uyduğu bir parti. Sosyalizm adına yola çıkan bir parti başka türlü olamazdı ve Lenin’in inşa ettiği Bolşevik Parti, dünyanın en büyük ülkelerinden biri olan Rusya’da, bu büyük devrimci görevini yerine getirerek, sosyalist inşa faaliyetine girişti. Lenin, legal ve illegal çalışma arasında diyalektik bir bağ kurdu ve tasfiyeciliğin her biçimine karşı amansız bir mücadele verdi. Lenin’in partisinde hizipçiliğe, parti içi gruplaşmalara yer yoktu.
Marx ve Engels, daha Komünist Manifesto’da devletin tanımını yapmışlar ve devrimin sorunlarını ortaya koymuşlardı. Bu konudaki düşüncelerini, sonraki yapıtlarında daha da geliştirerek, burjuva devletin yerine ne konulacağı sorununu çözmüşlerdi. Burjuva devletin yıkılması sorununu, sınıfsız topluma geçiş sürecinin zorunlu bir aşaması olarak, proletarya diktatörlüğüne bağlamışlardı. Lenin, Marx ve Engels’in devlet ve devrim konularındaki görüşlerini daha da geliştirerek, bir sistematiğe kavuşturdu. Devrimin arefesinde kaleme aldığı “Devlet ve İhtilal”, bu konudaki görüşlerin yer aldığı en önemli eserlerinden biridir.   
Lenin, ulusal sorunun çözümüne ilişkin Marx ve Engels’in yaklaşımlarını daha ilerilere taşıdı. Ulusların kendi kaderlerini, ayrılma hakkı da dahil, özgürce tayin etmesi ilkesini getirdi. Ulusların bir arada yaşamasının koşulu gönüllü birlikti, ve bu birlikte, bütün uluslar için eşitlik esastı. Lenin’in bu yaklaşımı, Stalin’in de katkılarıyla, bir halklar hapishanesi olan Rusya’da hayat buldu. Birçok ulusun yaşadığı Rusya, ulusların kardeşçe, bir arada yaşadığı, bütün ulusal hakların anayasal güvenceye kavuştuğu, yok olmaya yüz tutmuş ulusal azınlıkların ve dillerin bile kendini geliştirme olanağına kavuştuğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne dönüştü. SSCB’nin dağılmasından sonra yaşanan, özellikle ABD emperyalizminin kışkırttığı ulusal çatışmalara bakıldığında, Lenin’in ortaya koyduğu tutumun ne kadar doğru olduğu anlaşılır.
Lenin, sosyalist inşanın ekonomik temellerine ilişkin de önemli belirlemelerde bulunmuştur. Sosyalist ekonominin temeli, büyük sanayi ve kolektif çiftçilikti. Ancak, savaştan tahrip olmuş bir ekonomiyle çıkan, ayrıca zaten geri bir ekonomik temele sahip olan Rusya’da, bunu hemen başarmak olanaksızdı. Bu koşullarda, Lenin, sosyalist kuruluşun temellerini oluşturmak için, önce NEP politikasını ve kooperatifçilik planını ortaya koydu. Sonra bütün ülkenin elektriklendirilmesi planını sundu. Erken ölümü nedeniyle bunun sonuçlarını göremedi kuşkusuz. Ancak Stalin önderliğindeki SBKP(B) ve Sovyet işçi ve emekçileri, sosyalist inşayı çok ilerilere götürdüler. 1950’lerde Sovyetler Birliği, sanayi ve tarımda dünyanın en önde gelen iki ülkesinden biri olma başarısını göstermişti.

STRATEJİ VE TAKTİK USTASI LENİN
Lenin, üzerinde faaliyet sürdürdüğü zemini, yani Rusya toprağını çok iyi tanıyordu. Daha işin başında, sürgünde iken yazdığı “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı eserinde, Rusya’nın koşullarını derinliğine tahlil etmişti. Lenin, bir konuda bir şey söyledi mi, sonuna kadar körü körüne onu takip etmez, şayet söylediğini yaşam doğrulamıyorsa, eksiğini düzeltirdi. Ya da dün söylendiğinde doğru olan, bugün doğru olmaktan çıkmışsa, değişiklikleri anlamaya çalışır ve doğruyu bulana kadar bıkıp usanmadan araştırırdı.
Lenin, Rusya’nın yarı feodal, yarı kapitalist bir ülke ve demokratik devrim sürecinde olduğunu savunuyordu. Ancak 1917 Şubat Devrimi gerçekleştikten sonra, aksini iddia eden birçokları olmasına rağmen, demokratik devrim görevlerinin yerine getirildiğini, artık söz konusu olanın sosyalist devrim görevlerini yerine getirmek olduğunu tereddütsüz ileri sürdü ve Parti’ye benimsetti. Bu, büyük bir stratejik dönüşümdü ve Lenin, yine bir kez daha, yaşamın canlı pratiğinin içinden bunu çıkardı, doğrultusunu belirleyerek, sonuna kadar gitti.
Taktik konularda da, Lenin, ne kitlelerin kuyruğuna takılarak temel hedefi gözden kaçırdı, ne de kitlelerin durumunu görmezden gelerek sekter bir çizgi izledi. Yalnızca 1917’nin Şubat’ıyla Ekim’i arasında izlediği taktik çizgi bile, onun ne kadar büyük bir taktik dehası olduğunu göstermeye yeter. Şubat Devrimi’nin Çarlığı yıkmasının ardından ikili iktidar durumu ortaya çıktığında, Lenin, Nisan Tezleri’nde çizgisini ortaya koyuyordu: “Geçici Hükümete Destek Yok, Bütün İktidar Sovyetlere!” Temmuz olaylarının ardından, Sovyetler Geçiçi Hükümetin yedeği haline dönüştüğünde, “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganını geri çekiyor ve Kornilov ayaklanmasının bastırılmasının ardından, Sovyetler yeniden sömürülen kitleler için çekim merkezi haline geldiğinde, aynı sloganı, yeniden, ancak bu sefer eylem sloganı olarak, ileri sürüyordu.
Şubat Devrimi’ni izleyen demokratik ortamda Bolşevik Parti bütünüyle açık çalışmaya girerken, Temmuz gericiliğinin ardından yeraltına çekiliyor, bunu izleyen günlerde açık çalışmayla yeraltı çalışmasını birleştiriyordu. Bütün bunları, ancak Lenin gibi büyük bir önder, bir strateji ve taktik ustası yerine getirebilirdi.        

ÖZEL YAŞAMI VE KİŞİLERE KARŞI TUTUMU
Lenin, yaşamını devrime adamış, her şeyi devrimin çıkarlarına göre planlayan büyük bir Marksistti. Kendisi için, sıradan bir işçinin sahip olduğundan daha fazlasını istemedi. Giydiği elbisesi, bir işçininkinden farksızdı. Devrim sonrası, sevgilerinden dolayı köylülerin ona getirdiği erzakın hepsini, ihtiyacı olan kişilere ve yurtta kalan öğrencilere gönderirdi. Bir keresinde, kendisine sormadan maaşını yükselten devlet görevlisini sertçe azarlayıp, maaşının önceki seviyeye inmesini sağlamıştı. Lenin’e göre, yöneticilerin aldığı ücret, ortalama işçi ücretinden yüksek olmamalıydı. Kaldığı bütün evlerde lükse kaçan hiçbir eşyası olmazdı. Mütevazı ve alçak gönüllüydü.
Dostlarına ve birlikte çalıştığı kişilere karşı dostça davranır, onlara yol gösterirdi. Yanlış yapanlara karşı acımasız davranır, ancak kimseyi kırmamaya özen gösterirdi. Tutumları devrime karşı olanlara karşı sertti. Bu kişiler, daha önce birçok şeyi paylaştığı, hatta belli bir yere kadar ortak iş yaptığı kişiler de olsa, durum değişmezdi. Gerek devrim öncesi, gerekse devrim sonrası, devrime katkı sağlayabileceğini düşündüğü herkesi kazanmaya çalıştı, daha önce devlet kademelerinde görev almış kişilere bile, yeteneğini sunduğunda, devrime yararlı olabileceğine inandığında, görev vermekten kaçınmadı, gerektiğinde bu kişileri sonuna kadar savundu. Lenin için israfın her türü dayanılmazdı.
Kuşkusuz Lenin için söylenecekler bu kadarla sınırlı değil. Yaşamına 45 cilt eser, dünyanın ilk büyük proleter devrimini sığdırmış, hakkında kütüphaneler dolusu kitap yazılmış bir devrimci için ne kadar şey söylense yeridir. Devrim yapmak iddiasında olan herkes, Lenin’i ve eserlerini inceleyip dersler çıkarmasını bilmelidir. Bir de olaya şöyle bakmakta fayda var: Ölümünün üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün Lenin’in söyledikleri ve yaptıkları çıkarılırsa geriye ne kalır?

Yaralanılan Kaynaklar:
– Lenin ve Rus Devrimi, Christopher Hill, Evrensel Basım Yayın,
– Lenin İsviçre’de, Maurice Pianzola, Evrensel Basım Yayın,
– Yönetmeyi Nasıl Öğrendik?, Evrensel Basım Yayın,
– Her Yönüyle Lenin, David Shub, Ceylan Yayınları,
– Eserler, cilt 15, Stalin, İnter Yayınları
– Lenin’in değişik eserleri.

Lenin’in felsefi anlayışı*

(* TOPOS, sayı. 22, Aralık 2003’teki makaleden çeviren: Olcay GERİDÖNMEZ)
60. doğum günü vesilesiyle
Sergio Manes’e

“Lenin’in Felsefi Anlayışı” Devrimci eylemin can alıcı anlarında Lenin, kendi politik teori ve pratiğinin felsefi temelleri hakkında kendisini sık sık sınamadan geçirmişti. 1905 Devrimi’nin yenilgisinin ardından Marksizm üzerindeki pozitivist ve pragmatist etkilerin çürütülmesi acil bir görev olmuştu. En olgun biçimi Hegel felsefesinde görülen klasik burjuva felsefesinin evrimini açıkladıktan sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine yol açan emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin deneyleriyle ilişki kurulmuştu. Bunlardan yola çıkarak, diyalektik materyalizmin yeni biçimi olan düşüncelere varılabilirdi. Ölümünden yalnızca kısa bir süre önce Lenin, sosyalist toplumun kuruluş evresinin genel koşulları içinde materyalist düşünce üzerine programatik bir çalışma kaleme aldı. 1905 ile 1922 arasındaki bu yazılar göz önüne alınarak Lenin’in felsefi düşüncesinin tam bir tanımlaması yapılabilir.* (* Yukarıdaki paragraf orijinal metinde İngilizce olarak kaleme alınmıştır.)

I. Pozitivizmle tartışma
Tarihsel yenilgileri, ideolojik kafa karışıklığı izler. Kazananlar, yalnızca politik iktidar pozisyonlarını işgal etmekle kalmazlar, yanı sıra iktidarlarını kalıcı kılmak için yenilenlerin bilinçlerine de sızma yaparlar. Mücadele sürdürülecekse, teslimiyetle ve ayak uydurmayla da mücadele edilmelidir; yani, kendi devrimci amaçlarına dair kuşkuların ortadan kaldırılması, kendi eyleminin teorik temelinin kararlı bir biçimde geliştirilmesi ve uzlaşmalarla bozulmalara karşı savunulması gerekmektedir. Özellikle bir yenilgiden sonra, doğru dünya görüşsel bilgiler için yürütülecek ideolojik tartışmalar, güçlerin yeniden örgütlenmesi için merkezi bir işlev kazanır. Sorun, taktiksel hareket etme yeteneğini yeniden kazanmak değildir yalnızca; sorun asıl olarak, devrimci partinin içinde yerini aldığı dönemsel tarihsel hareketi belirlemektir. Şubat 1906’da, Rusya’da birinci devrim girişiminden birkaç hafta sonra Lenin, Rusya’da işçi partisinin bugünkü taktiği makalesinde şunları yazdı: “Çarlık Duması’nın boykot edilmesi sorunu; esasında, partinin taktiğinin tamamının revize edilip edilmemesi gerektiğine dair büyük sorunun yalnızca küçük bir parçasıdır. Ve bu sorun da yine, Rusya’daki bugünkü durumun ve şimdiki zaman diliminin Rus Devrim tarihindeki öneminin nasıl değerlendirilmesi gerektiği büyük sorununun yalnızca küçük bir parçasıdır.”* (* Lenin Eserler (LE), SED MK’ya bağlı Marksizm Leninizm Enstitüsü, 1955, Cilt 10, sf. 101 – Lenin’den alıntıların kaynağı, devamında yalnızca cilt ve sayfa olarak belirtilecektir.)

Tarihsel Gerçek
Böylece, verilecek her bir karar açısından, tarihsel gerçeklik sorusu ortaya atılmış bulunuyor. Mesele, şu ya da bu kişinin, verili duruma, geçmişteki hatalara ya da geleceğe dair umutlarına ilişkin fikirleri olamaz. Doğru politik eylem, içinde bulunulan gerçeğin nesnel olarak doğru değerlendirilmesidir. “Kuşkusuz bu tartışmalı soruna, eylemin şu ya da bu yolunun arzu edilir olup olmadığı bakış açısıyla yaklaşamayız, tersine nesnel durumun nesnel koşullarından ve toplumsal güç ilişkisinden hareket etmek zorundayız” diye sürdürür Lenin (LE 10, 104). Bu talep, bilgi teorisine uygun bir pozisyonu şart koşar: Olgu ve olaylar nesnel olarak doğru olarak bilinebilir, bilgilerin doğruluğu ve yanlışlığı hakkında, nedenlerinden hareketle karar verilebilir; gerçek teoriler gerçekliği, onların ışığında geliştirilen stratejilerimizin sağlamlıklarını pratikte sınayabileceğimiz şekilde yansıtırlar. Dünyanın bilinebilirliği “skolastik bir sorun” (MEE 3, 5) değildir, tersine doğrudan politik bir öneme sahiptir.
Nadejda Krupskaya, Lenin’den Anılar kitabında “felsefi cephedeki mücadele, Lenin ve İnok’u çok üzdü. Felsefe, ikisi için bir mücadele silahıydı, tüm görüngülerin diyalektik materyalizm bakış açısıyla değerlendirilmesi sorunuyla, pratik mücadelenin her cephesindeki sorunlar organik bir bağa sahipti.”* (* N.K. Krupskaya, Lenin’den Anılar, Zürih 1933, cilt II, sf. 37 vd.) diye yazmıştı. Kavga, Rus sosyal demokrasisinin başını çekenlerin (aralarında Bogdanov ve Lunaçarski gibi büyük öneme sahip kişiler de bulunuyordu) Marksizmi o dönemin en yeni burjuva felsefesi –pozitivizmin çeşitli varyasyonları– ile tamamlamaya kalkışmaları üzerine çıkmıştı. Varlığın bilinçten bağımsızlığı, doğadaki şeylerin ve ilişkilerin insani duyum ve algılardan bağımsızlığı, özün maddeden bağımsızlığı, bilgi içeriğinin cisimle olan ilişkisinin türü (yansıma ya da kurgu) gibi görünürde “salt metafizik” sorunları Lenin, politik netliği ve dünya görüşünün açıklığını gösteren temel sorunlar olarak ele alıyordu. Lenin, “Ampiryokritisizmin bilgi teorisel skolastiğinin ardında, felsefedeki taraflar mücadelesini görmeyi, son tahlilde modern toplumdaki düşman sınıfların eğilimlerini ve ideolojisini ifade eden mücadeleyi görmeyi” öğretti. (LE 14, 363).

Silah olarak polemik
Lenin, kökenlerini ampirizmden (sözde tüm bilgilerin deneyime dayanması) ve Kant’ın (“kendinde şey”in bilinemezliğini iddia eden) mantık eleştirisinden aldıklarını belirtmek için, kendilerini “Ampiryokritisistler” olarak tanımlayan Rus pozitivistlerinin görüşlerini analiz eder; karşıtlarını ayrıntılı olarak alıntılar. Ancak onun analizi, basit bir tasvir değildir; tersine karşıtlarına öğretilerinin saçmalığını, bunların Marksizmle bağdaşmazlığını gösteren ve Ampiryokritisistlerin dünya görüşsel tuzaklarını teşhir eden bir polemikle iç içedir.
Felsefi çatışmanın bir biçimi olarak retorik polemiğinin uzun bir geçmişi vardır. Edebi bir tür olarak, Hıristiyanlığın ilk zamanlarında, günümüz takvimine göre ilk yüzyıllarda, kilise babaları dinsiz Yunan-Roma felsefelerine karşı –o zamanki Roma İmparatorluğu’nun egemen devlet ideolojisine karşı alt sınıflarca– bir araç olarak geliştirildi. Polemik yazıları, sonraları, Ortaçağda, inancın önceliği karşısında, dünyevi mantık bilgisinin bağımsızlığı için mücadelelerin verildiği arenayı oluşturdu. 17. ve özellikle 18. yüzyıl aydınlanmasında büyük polemikçilerin –özellikle Voltaire’in– yazıları, dine ve olumsuz toplumsal durumlara karşı yöneliyordu; düşmanları, kilisenin ve devlet zorunun savunucuları ise, keskinlikte onlardan geri kalmıyordu. Marx ve Engels bu çizgiyi sürdürdüler. “Kutsal Aile” ve “Alman İdeolojisi” ilk yazılar arasında, “Anti-Dühring” de olgunluk döneminin eserleri arasında polemik türünün usta örneklerindendir.
Lenin, eylemde olduğu gibi, sözlü alanda da büyük bir mücadeleciydi. Kendisini, bilinçli olarak, Avrupa aydınlanmacılığının ve Çernişevski, Herzen gibi 19. yüzyıl Rus eleştirel düşünürleri geleneğinin bir parçası olarak görüyordu. “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”i soyut bir sorun üzerine yapılmış felsefi bir tartışma gibi okuyan biri, bu eserin niteliğini ve yazarı Lenin’in amacını yanlış kavrar. Bu kitapta aldığı teorik pozisyon, burada daha yeni türetilmez, karşıt pozisyonlarla karşı karşıya getirilerek sergilenir. Bir diyalektik materyalist olarak, idealist filozoflarca öne sürülen düşünce kalıplarına yanaşmanın ne gibi dünya görüşsel sonuçlar doğuracağını açıkça göstermek, Lenin için önemlidir. Felsefe, onda, sınıf mücadelesinin bir etmeni durumundadır. Rusya’nın özel düşünsel tarihsel koşullarında idealizme tavizler, bilimsellik öncesi dinci dünya görüş biçimlerine bir geri düşüş anlamına geliyordu. “Felsefenin sorunları, Lenin için, dine karşı mücadele ile kopmaz bir bağ halindeydi”, diye anlatır Krupskaya, ve “Materyalizm ve Ampiryokritisizm” ile zamandaş olarak yazılmış bir dizi makaleye işaret eder. Bunlarda, “dinin sınıf karakteri güçlü bir vurguyla belirtilmekte ve burjuvazinin elindeki dinin, kitleleri sınıf mücadelesinden alıkoymanın ve bilinçlerini karartmanın bir aracı olduğuna işaret edilmektedir.”* (*Age. c II, sf. 38)

NESNEL BİLİMSEL İLERLEME
Bilgimizin içerikleri duyumlar, izlenimler, uyarımlar aracılığıyla ulaşılan nesneler ve ilişkilere dair tasavvurlardır. Bu nesneler, kendimiz dışında bulunduğundan ve bize yalnızca duyumlar aracılığıyla verildiğinden, ampiryokritisistler, bilgimizi, yalnızca duyumların ve tasavvurların öznedeki ilişkisiyle sınırlamak istiyordu. Dünya, bu durumda, salt bilincimizin bir ürünü haline gelir, dışımızdaki gerçek bilinemez kalır; teori, nesnelerden yön bulmaz; tersine nesneler, duyumlar kütlesini, düşüncede, bir bağıntı olarak ilişkilendirdiğimiz teorik bir anlamlandırmanın sonucudur. İnsanın özgür eylemi, nesnel koşulların mantıklı idrakından değil, tersine öznel isteğin kendiliğindenliğinden doğar. Bizim tecrübe ettiğimiz haliyle dünya, önce içimizde, duyumlarımızın bir kompleksi olarak doğuyorsa eğer, öyleyse dışımızda, inanabileceğimiz her şey mevcut olabilir: Tanrı ve şeytan, cennet ve cehennem ve belki de astronot oldukları söylenen o tanrılar.
Buna karşılık Lenin, pratik olarak şekillendirilmiş ve bilimsel olarak temellenmiş olan bir dünya ilişkisinin atlatılamaz önkoşullarına kesin olarak bağlanmayı talep eder. (Daha Leibniz’de rastlanan) Pratik ölçütünün geliştirilmesi bu ilişkiye hizmet eder. “Materyaliste göre, insan pratiğinin ‘başarısı’; tasavvurlarımızın, algıladığımız şeylerin nesnel doğasıyla uygunluğunu kanıtlar (….) Şüphesiz bu sırada, pratiğin ölçütünün, daha meselenin özü itibarıyla, insansal bir tasavvuru hiçbir zaman tamamen doğrulayamayacağı veya çürütemeyeceği unutulmamalıdır.” (LE 14, 134 ve 137)  Dış dünyadaki duyumlarımızın, bilgimizin karşısında pratikte kanıtlanabileceği (ya da düzeltilebileceği) şeylerin nesnel bir doğasına karşılık gelmesi için, bilincimizden bağımsız, kavrayabildiğimiz ve anlayabildiğimiz, kendimize dayanak yaptığımız bir gerçekliğin var olduğunun varsayılması gerekir. Maddenin “felsefi materyalizmin kabulüne tabi olan tek ‘özelliği’, nesnel gerçeklik olma, bilincimizin dışında varolma özelliğidir.” (LE 14, 260). Bu formülasyonla Lenin, maddenin özüne ve özelliklerine dair belirli, bilimin gelişim aşamasına bağlı görüşlerin mutlaklaştırılmasını reddeder. “Diyalektik materyalizm, maddenin yapısı ve özellikleri hakkındaki her bilimsel tezin yalnızca yaklaşık, göreli bir geçerliliğe sahip olduğunu vurgular.” (LE 14, 261).
Dünya, sonsuz bir şeyler ve ilişkiler zenginliğini kapsamaktadır. İnsanın her bilgi edinimi sonludur ve yeni bilgilerin edinilmesiyle aşılabilir. Her tarih gibi, bilginin tarihi de, süreç içerisinde eski görüşlerin aşıldığı ve yerine yenilerinin konduğu yenilenmeler silsilesiyle belirlenmiştir. Her bilimsel gerçek, formüle edildiği zaman ve o zamanın bilgi durumu karşısında görelidir. Ondan bir gerçek olarak söz etmenin, yalnızca mutlak gerçekliğin bir sınır değerinin varolması halinde, bu değere yaklaşık olarak karşılık gelmesi ya da şu veya bu bakımını doğru bir biçimde yansıtması halinde bir anlamı vardır. Pitagoras’ın önermesi, Öklit geometrisi çerçevesinde mutlak olarak geçerlidir; Öklit geometrisi matematik sistematiğinde Öklitçi olmayan geometriyi de kapsayan özel bir durumdur; dolayısıyla Pitagoras’ın önermesi, geometrinin bir bakımı için mutlak olarak geçerli kalmaktadır. Bilgi edinme, var olan bilgiyi genişletme ve derinleştirme (ve bu sırada düzeltme) sürecidir.
Büyük bilim tarihçisi Ludovico Geymonat, bunu bir zamanlar şöyle ifade etmiştir: “Diyalektik materyalizmin savunucusu, bilimin göreli, sınırlı değerini onun bilgi edinme değeriyle birleştirmemize olanak sağlayan Leninist derinleştirme kategorisini uygular. Bilgi edinme süreciyle kopmaz bağa sahip bir uygulama olarak derinleştirmenin kökleri, işte, bilgi edinme kavramının kendisinin ‘bilinenin-ötesine-gitme’yi içermesinde aranmalıdır. Buradan şu sonuç çıkar: Bilgi edinme sorununun gerçekten eksiksiz bir analizi, yalnızca tek tek bilgi edimlerini değil, ayrıca her bir edimin sıralamasını, bir önceki edimlerle ulaşılan sonuçları tamamlamaya ve mükemmelleştirmeye çalıştığı sıralamayı araştırmalıdır.”* (*Ludovico Geymonat, Probleme der Wissenschaftsgeschichte – Dialektik der Wissenschaftsentwicklung (Bilim tarihinin sorunları – Bilimsel gelişimin diyalektiği): M.Hahn / H.J. Sandkühler, Gesellschaftliche Bewegung und Naturprozess (Toplumsal hareket ve doğal süreç), Köln 1981, sf. 175.)
Bilimsel bir teorinin, hatta bilimsel bir evren tasarımının geçerliliği, kendinde gerçek’e uygunluğuyla temellendirilmez, tersine, yalnızca sağlamlığıyla ve işleme yeteneğiyle temellendirildiğinde, bilimsel gelişme son tahlilde yalnızca bir sistemin kopyalanmasıyla ve onun başka bir sistem tarafından onun yerine geçirilmesiyle var olabilirdi* (*Kopyalama ilkesi, Karl Popper, Logik der Forschung (Araştırmanın Mantığı), Viyana 1934, tarafından bilim felsefesinin merkezine konmuştur. “Paradigma değişimleri” teorisi kaynağını buradan alır. Bkz. Thomas Kuhn, The structure of scientific revolutions, Chicago 1962. Karşılaştırınız: Jeroen Bartels, Kennis, Geschiedenis, Ojektiviteit, Groningen 1987.) ve nesnel gerçek diye bir şey olmazdı. Thomas Kühn, bunu “bilimsel devrimlerin yapısı” olarak tanımlamıştır, ancak Geymonat buna karşılık, bunun, devrim kavramının bir kötüye kullanımı olduğunu öne sürmüştür, çünkü bu kavramın anlamı basitçe bir “yıkım” değildir, tersine devamlılık ve kesikliliğin birliğini ve dolayımını (aracılığını) içerir.* (*Ayrıca karşılaştırınız: Jacques d’Hondt, L’idéologie de la rupture, Paris 1978; Hans Heinz Holz, Vermittlung und Bruch, Annalen der Internationalen Gesellschaft für dialektische Philosophie, cilt XI, Bonn 1996.) Karşıt eğilimlerin bu diyalektiğine, bir bilgi düzeyinden bir diğerine ilerleyişi ve bu ilerleyiş sırasında bir “paradigma”nın nitel değişimini ifade eden Lenin’in “derinleştirme” kategorisi karşılık gelmektedir.

GÖRELİ VE MUTLAK GERÇEK
Bilgilerin derinleştirilmesi ve bunun sonucunda değişimi; bilgi, özellikle de bilim sisteminin* (*Buna ilişkin bkz. Jindrich Zeleny, Die dialektische Ontologie (Diyalektik ontoloji), Frankfurt a.M., 2001.) herhangi bir zamanda ulaşılmış tarihsel bir düzeyi, mutlak gerçek olarak ortaya konulmazsa eğer, yalnızca bir süreç olarak (ve ilkesel olarak sıfıra yakın küçüklükte bir süreç olarak) düşünülebilir. Sonsuz bir dünyaya ilişkin sonlu bilgi, daima tamamlanmaya, derinleştirilmeye, değişmeye açık ve muhtaçtır. Bu, onun tamamlanmamışlığıyla, mükemmelleşmemişliğiyle, basitçe doğru olmadığı anlamına gelmez. Kısmen doğru bir bilgi; işlevsel ve bağıntısal yetkinliğini tanıtlayan eylem yönelimi olarak, olgu çeşitliliğinin bir dönemin bilgi düzeyine entegrasyonu olarak, gerçeğin, bilgi öznesinin bakış açısının düzeyindeki perspektifsel algılanışı olarak, bir sonlu bilgi olarak, göreli olarak doğru olabilir. Her durumda bilgi sınırlandırılmıştır ve bu sınırlandırmaya dayanarak payına yalnızca göreli bir gerçeklik düşebilir; sınırlamanın türü, gerçekliğin türünü koşullar.
Göreli gerçekler de gerçeklerdir; yani, bilincin dışındaki gerçeklikte, belirli biçimde isabetle ifade ettikleri bir karşılıkları vardır. Bu nesnel anlamın dışındaki bir anlamda, gerçekten söz edilemez. Salt “öznel” bir gerçek, bilgi teorisel bir kategori değil, yalnızca psikolojik bir olgu (“doğruluk”) olurdu. Lenin, Bogdanov’un nesnellik ve gerçekliğin mutlaklığı sorunlarını iç içe geçirmesini eleştirir: “Nesnel bir gerçek var mıdır; yani, insan tasavvurunda özneden bağımsız olan, ne insana ne de insanlığa bağımlı olan bir içerik var mıdır? Var ise, o halde nesnel gerçeği ifade eden insan tasavvurları, bu gerçeği, hepsini birden, eksiksiz, mutlak ya da sadece yaklaşık olarak göreli bir biçimde ifade edebilirler mi? Bu ikinci soru, mutlak gerçek ile göreli gerçek arasındaki bağıntı sorunudur.” (LE 14, 116.) Ve Lenin şu saptamada bulunur: “Nesnel gerçekliğin varlığı reddedilmeden, mutlak gerçeklik reddedilemez.” (LE 14, 117).
Ne var ki “mutlak gerçek”, birbirinden ayırt edilmesi gereken iki durumu ifade eder. Birincisi, bir olgunun kesin saptanmasıdır; örneğin ışık hızının büyüklüğü veya Napoleon’un ölüm tarihi. İkincisi, dünyada olagelen tüm olguların (hiçbir zaman öğrenilemeyecek olan) bütünüdür. “İnsan düşüncesi, doğası itibarıyla, bize, göreli gerçeklerin toplamından meydana gelen mutlak gerçeği iletme yeteneğindedir ve verir de. Bilimin gelişimindeki her aşama, bu mutlak gerçek toplamına yeni tanecikler ekler; fakat her bilimsel önermenin gerçekliğinin sınırları görelidir ve bilginin daha sonraki gelişmeleriyle genişletilebilir ya da daraltılabilir. (…) Modern materyalizm, yani Marksizmin bakış açısınca, bilgilerimizin nesnel, mutlak gerçeğe yaklaşmasının sınırları tarihsel olarak görelidir; ancak bu tasarımın nesnel olarak var olan bir modeli yansıtması ise mutlaktır.” (LE 14, 129 vd.)
İnsan düşüncesinin, bize mutlak gerçeği iletme yeteneğinde olduğunu söylemesine dikkat edelim. İşte bu, sonlu bilginin sınırlanması nedeniyle, mutlak gerçeğin dolaysız verili olmadığı, aksine bir düşünce yöntemiyle, bir “araçla” tanıtılması gerektiği anlamına gelmektedir.* (*Klasik Alman felsefesinde, Fichte’den Hegel’e dek, terimler “saptanmasında” bu aktarım (dolayım) amaçlanır, Hegel’in yansıma teorisinde onun yapısı ortaya konmaktadır.) (Bu nedenle, pozitif bilimlerin felsefeden ayrılmasından sonra Engels’in, düşüncenin yasalarını, diyalektiği, hâlâ felsefeye saklı tutması indirgemecilik değildir.* [*Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu. “Doğadan ve tarihten kovulan felsefeye geriye bir şey kalıyorsa, o da, yalnızca saf düşüncenin alanıdır: Düşünce sürecinin kendisinin yasalarının öğretisi, mantık ve diyalektiktir.” (MEE 21, sf. 306).])
Burada teori tarihinin, “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”de rol oynamayan, ama Lenin’in gerekçelendirmesine meşruluk kazandırılmak isteniyorsa, aydınlığa kavuşturulması gereken bir sorununa geliyoruz. Gerçeğin  perspektifliliği (Leibniz) ya da gerçeğin yansıma özelliği (Hegel) gibi anlayışlar, materyalist olmayan klasik metafizikler çerçevesinde geliştirilmişlerdir. Lenin, bu tür anlayışları Marx ve Engels’in diyalektik materyalizmi için talep ediyorsa; bu durumda, Marksizmin, sistematik olarak dayanak aldığı Marksizm-öncesi felsefelerle nasıl bir ilişki içinde olduğu –yani bunlardan nelerin ve hangi benimseme biçimiyle Marksizmde yeniden vücut bulduğu– sorusu öne çıkar. Ampiryokritisizm ile tartışmadan sonra bu sorun, Lenin’in felsefe anlayışı için merkezi bir önem kazanmıştır.

II. MARKSİZMİN TARİHSELLİĞİ
Granat’ın sözlüğü için Marx’ın öğretisinin özetini kaleme alan Lenin, “Marx, 19. yüzyılın insanlığın en ileri üç ülkesindeki üç düşünsel ana akımının sürdürücüsü ve dahiyane tamamlayıcısıydı: Klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz politik ekonomisi ve genel olarak Fransız devrimci öğretileriyle bağlantılı olarak Fransız sosyalizmi.” (LE 21, 38.)* (*Engels, “Anti-Dühring”de, MEE 20, sf. 5 vd., üç bölümde felsefeyi, politik ekonomiyi ve sosyalizmi materyalist diyalektiğin temel direkleri olarak geliştirir.) diye yazmıştır. 1914 yazına ait, Marx ile Engels’in kendiliğinden anlaşılan ilişkisine bağlanan bu tanımlama, Lenin’in kısa makalesi “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Unsuru”nda (LE 19, 3 vd.) gerçekleştirdiği, Marksizmin, teori tarihine daha geliştirilmiş ve daha ayrıntılı olarak yerleştirilmesinin kısaltılmış notunu oluşturuyor. Sözlük-makalesinde sürdürme ve tamamlamadan söz ederken, Bolşeviklerin teorik organı için kaleme aldığı yazıda daha sivriltilmiş olarak kaynaklardan ve unsurlardan söz ediyor.
İki çalışmada da, Marksist öğretideki devrimci yeni olan ön plana alınır; ancak, gelenekle bir kopuş halinde değil, onunla süreklilik halinde. Klasik burjuva dönemin büyük düşünce tasarılarıyla bağlantı, adeta, Marksist teorinin yapı taşı olarak nitelendirilmektedir. “Marksizm, gelişimin anayolunun dışında” doğmamıştır, “tersine, insanlığın ileri düşüncesinin daha önce ortaya attığı sorulara yanıt” vermiştir. (LW 19, 3). “Devam” terimi tam da bunu ifade eder. Bu terim, insanlık tarihinin yeni bir aşamasına geçişin, toplumsal deneyimlerin işlenerek teorik bir kavrayış haline getirildiği yeni bir tarih kavramına geçişin, onu önceleyen ve içinden çıkaran toplumsallaşma biçimleriyle ve onların teorik yansımasıyla bağlantılı olduğu anlamına gelir.* (*Karşılaştırınız: H.H. Holz, Vermittlung und Bruch.) “Devam”, her tarihsel gerçekliğin, mevcut her tekil durumun sayısız bağla, bir topluluğu oluşturan ve onun kimliğini tanımlayan üretim biçiminin, yaşam biçiminin, ideallerin ve kültürel şekillenmelerin özelliklerine bağlı olduğu anlamını taşır.
Antonio Gramsci’nin, Lenin’in teorik tarihsel süreç anlayışına nasıl özel bir yorum getirdiğine daha ileride değinmek durumunda kalacağız. Bu anlayışın ilk bakım noktası, yani “devam”a bakım, Gramsci’nin Marksizm anlayışında da “mutlak tarihsellik” olarak geçmektedir: “La filosofia della prassi come risultato e coronamento di tutta la storia precedente. Dalla critica dell’hegelismo nascono l’idealismo moderno e la filosofia della prassi. L’immancentismo hegeliano diventa storicismo, ma è storicismo assoluto solo con la filosofia della prassi, storicismo o umanesimo assoluto”.* (*Antonio Gramcsi, Quaderni del carcere, ed. Critica a cura di Valentino Gerratana, Torino 1977, sf. 1826 vd.)

DEVAM VE MİRAS
Belirli bir tarihsel durumda, yeni bir tarih anlayışını ve politik eylemin yeni bir yönelimini temellendiren Marksizm, bu anlamda burjuva felsefenin, ekonomi ve politika teorilerinin bir “devamı”dır. Bunlar, gelişen kapitalist üretim ilişkilerini ve bunların çelişkilerini yansıtmışlardı; ve başından beri kapitalist üretimde saklı bulunan, aynı zamanda hem mantıksal hem de tarihsel olan proletarya ve burjuvazi çelişkisi kendini apaçık ortaya çıkardığında, (burjuva toplum öğretilerinde de kavramsız ve kapalı olarak ifade bulan) bu çelişkiyi teorik açıklığa kavuşturmanın zamanı gelmişti. Bunu Marx ve Engels yapmıştır. “Komünist Manifesto”, tarihsel gerçeklikle yeni ilişkinin programatik formülasyonudur.
Tarihsel gelişmenin devamı, geçmişte olmuş her şeyi beraberinde taşımaz. Geçmişte kalanın ötesine geçer. Bu ilerleme sırasında bazı şeyler korunur ve yeni koşullara taşınır; başka şeylerse geride bırakılır, terk edilir, onlarla mücadele edilir. Bize, geçmiş kuşaklardan bırakılmış bir miras, kabul veya reddedilebilir. Reddettiğimiz şeyleri de, tarihimizin, tarihsel kimliğimizin bir parçası olarak inceleyip yerli yerine koymamız gerekir. Ancak onu devralmamız gerekmez, karşısına alternatifler koyabiliriz. “Devam” kategorisi, içinde bulunduğumuz kopmaz tarihsel bağlamı ifade ediyor. “Miras” kategorisi, dikkati, değerlendirme ve amaçlarımızı belirleme yoluyla aktarılan mevcudiyet içinden yaptığımız seçime yoğunlaştırır. Miras, pozitif olarak kabul edilmiş ve kendi yaşamına, bir topluluğun tabiatına entegre olmuş bir gelenektir; hep yeniden başvurduğumuz anlamlandırmalar, normlar ve biçimler repertuarıdır. Bir ulusun mirası ya da insanlığın mirasında çağları aşan ilintiler olabilir; örneğin burjuvazinin ilk gelişim zamanındaki Roma stoasına yönelim ya da devrimci sosyalistlerin Thomas Münzer’e duyduğu düşkünlük gibi.* (*Walter Benjamin bu tarihsel “sıçrayışlar”ı tarih felsefesinin bir sorunu olarak tanımlamıştır. Karşılaştırınız: Über den Begriff der Geschichte (Tarih kavramı üzerine), Derleme Yazılar, cilt I, Frankfurt a.M. 1974, sf. 691vd., özellikle tez VI ve XIV.)
“Devam”, doğrusal tarih zamanının bir kategorisidir, “miras”, tarih ediniminin niteliksel yoğunluğunun, yeğinliğinin kategorisidir. İki kategori de, her tarihsellik açısından vazgeçilmezdir. Ne var ki Lenin, Marksizmin genel tarihsel bir kavrayışını aşar. Marksizm öncesi dünya görüşünün üç alanını açık olarak zikreder ve bunların Marksizmin “kaynakları” ve “unsurları” olduğunu söyler: Klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz politik ekonomisi ve Fransız ütopik devrimci sosyalizmi. Bu, ne anlama gelebilir? Engels’in, klasik Alman felsefesinin ve ütopik sosyalizmin aşılmasını, diyalektik ve tarihsel materyalizmin sağladığı temel ilerleme olarak vurgulaması gerçeği karşısında, “kaynak” ve “unsur” kategorileri ne anlama gelmektedir? Aynı şey, İngiliz politik ekonomisi ile Marx’ın “politik ekonominin eleştirisi” bakımından da geçerlidir. Belki kaynak (ki “miras” kategorisiyle bağdaştırılabilir). Fakat neden unsur? Lenin, altı matbu sayfalık bir makalede dört farklı kavramı peş peşe kullanmışsa eğer, Marksizmin teorik tarihsel özelliklerine dair görüşlerini ifade eden, üzerine düşünülüp tartılmış bir anlamı bununla birleştirdiğini var saymamız gerekir. Lenin, sözüne güvenilmesini ve ciddiye alınmayı hak eder!

KAYNAK
Kaynaktan bir nehir doğar; önceleri henüz zayıftır, ta ki başka suların katılmasıyla zenginleşene ve birçok şeyi beraberinde taşıyan geniş, derin, hızlı bir akarsu haline dönüşene dek. Kaynaklar, daha sonraları büyük bir şelaleyi oluşturacak olanın en başlangıçtaki halidir. “Kaynak” sözcüğü, köken mecazı olarak da kullanılmaktadır; örneğin tanrı fons vitae, yaşam kaynağı olarak adlandırılırken. Kaynaklardan, susuzluğumuzu gideren suyu alırız; o halde, bilgi susuzluğumuzu tatmin eden şeyi, kaynak olarak adlandırabiliriz ve o, daha sonra yapılmış katkılar dolayısıyla tahrif olmuş sayılmaz. “Ad fontes” bu nedenle hümanistlerin sloganıydı ve tarihçilerle filologlara yöneltilen reddedilemez bir talep olarak kalmıştır. Fransız sosyalizmi, İngiliz ekonomisi ve Alman felsefesi, daha kapsamlı bir geleneğin içinden Marksizmin kaynakları olarak ön plana çıkarılmışsa; bunun anlamı, bunlarda Marksist teori oluşumuna katışan olgu ve olayların görüldüğü, açıklama ile pratik eylem anlayışları geliştirildiğidir. Engels ütopik sosyalistler hakkında şunları yazmıştır: “Sosyalizm, hepsi için, mutlak gerçeğin, usun ve adaletin ifadesidir ve dünyayı kendi gücüyle fethetmek için yalnızca keşfedilmesi gerekmektedir.”* (*F. Engels, MEE 19, sf. 200.) Sosyalizmin ussal ve adaletli bir toplumu hedeflediği kavrayışı ve onun tarih anlayışının doğru olduğu görüşü, bilimsel sosyalizmde de korunmaktadır. Ahlaki bir fikirden politik bir gerçekliğe dönüşmesi için buraya eklenmesi gereken, tarih akışının genel diyalektik yasalarıydı. Ancak ondan sonra arzular ve umutlar, hedefler haline gelebildi; ki bunlara ulaşmanın haklı umudu mevcuttur. Fakat, bilim akarsuyundaki suyun bitmesi istenmiyorsa, ütopyanın kaynağının kurumaması gerekir.* (*Ernst Bloch, Das Prinzip Hoffnung (Umut ilkesi),  Toplu Eserler cilt 5, Frankfurt a.M. 1959.)
İngiliz ekonomisiyle ilgili durum biraz farklıdır. Burada, Smith ve Ricardo’nun –son derece eleştirel düşünüşlerle de olsa– iktisat teorilerini karakterize eden, halk ekonomisinin liberal anlayışı değil, ekonomi olgusunun bilimsel, yasalarını araştıran bir inceleme gerçekleştirilmiş olmasıdır. Böylece Marx’ın işe başlayabileceği teorik alan saptanmış oldu. “La filosofia della prassi (…) ha universalizzato le scoperte di Ricardo estendendole adeguatamente a tutta la storia, quindi ricavandone una nuova concezione del mondo”.* (*A. Gramsci, Quaderni, sf. 1247.)
Fakat felesefede durum nedir? Diyalektik materyalizmin, Descartes, Spinoza ve Leibniz’den Kant, Fichte ve Hegel’e değin klasik sistemlerin idealizminde ne gibi bir payı vardır? “Feuerbach-Tezleri”nde Marx, materyalizmde de, hatta Feuerbach’ta belirleyici eksiklikler buluyor.* (*K. Marx, MEE 3, sf. 5 vd.) Buna karşın Engels, “biz Alman sosyalistleri, kökenlerimizin yalnızca Saint Simon, Fourier ve Owen’de değil, aynı zamanda da Kant, Fichte ve Hegel’de de bulunmasından dolayı gurur duyuyoruz.”* (*F. Engels, MEE 19, sf. 188.) diye yazar.
Felsefe, veri ve yasalar sunan, sağlaması yapılabilir ve (eğer doğru bulunursa) kabul edilebilir ya da (gerek duyulduğunda) tamamlanabilir ve değiştirilebilir ampirik bir bilimle aynı anlamdaki bir kaynak değildir kesinlikle. Bir felsefe, sistem bağlantıları tasarlar; bunların yapılanma ilkelerini, yöntemlerini, kavram ve argümanlarını yeni sistem bağlantılarına yerleştirmek mümkündür. Felsefe tarihi, bilgi tarihi değil, sorunsallar tarihidir. Sosyalistlerin “kökeni” Kant, Fichte ve Hegel’e dayanabilir; Petty, Smith, Ricardo’dan bilgiler edinmiş olabilirler.* (*F. Engels, MEE 20 sf. 216: “Petty, ‘Treatise on Taxes and Contributions’unda (birinci basım 1662) malların değer büyüklüğüne ilişkin son derece açık ve doğru bir analiz yapar.”) Düşünme biçimimizin köklerini aldığı yer, farklı metaforik bir açıdan, olguları öğrendiğimiz bir ders kitabı olarak “kaynak”tır. Felsefi bir sorunsal ve bu sorunsalın çözüme kavuşturulduğu düşünce biçimi, başka bir düşünceye tümüyle nüfuz edip, ona çıkartılamaz bir “renk tonu” verirken, bilgiler ve hareket yönergeleri sökülebilir tekil öğelerdir. Klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz politik ekonomisinden farklı türden bir kaynaktır, yine (teori statüsünde daha yakın temasa sahip olduğu) Fransız ütopik sosyalizminden de farklı türden bir kaynaktır. Yanlış ekonomik bir sav çürütülebilir, yanıltıcı bir sosyalizm tasavvuru düzeltilebilir (veya onunla mücadele edilebilir); bir felsefeyi ise yıkmak (veya açıklamak) gerekir.

UNSUR
Üç kaynağın “aynı zamanda Marksizmin unsurları” olduğu cümlesi, bir o kadar provokatif geliyor kulağa. Burada da ayırımlar yapmak gerekiyor. Ussal nedenlerle ve dayanışma içinde kendi kendilerini belirleyen, özgür insanlardan oluşan –ütopik de olsa– bir toplum taslağı, tarihsel gelişmelerin yasaların bilgisinin edinilmesi bağıntısı içindeki bir unsur olarak Marksizme yerleştirilebilir. “Ana hedef coşkusu, eski ütopistleri, Bernstein’den beri hareketin her şeyi, hedefin ise hiçbir şey ifade ettiği sosyal demokratizme karşı müttefikler haline getirmektedir. (…) Daha iyi bir dünya hedefi hiçbir suretle geçerliliğini yitirmemiştir; sadece ve sadece o tarihte temel bir değişmezliktir. (…) Marx’tan beri, ütopyanın soyut karakteri aşıldı; dünyanın iyileştirilmesi, nesnel dünyanın diyalektik yasaları bağıntısı içerisindeki bir eylem olarak, kavranmış, bilinçli olarak yaratılmış bir tarihin maddi diyalektiğiyle gerçekleştirilmektedir.”* (*E. Bloch, age, sf. 678 vd.) Phalanstère [???? Phalanx: sıra, saf] değil; adil, ussal olarak düzenlenmiş bir birlikte yaşamın programı, sosyalist toplumun temel unsurunu oluşturacak. Devralınan kurumlar değil, bir teori içerisinde yer bulan fikirlerdir.
Aynı şeyi İngiliz politik ekonomisi hakkında söylemek mümkündür. Kapitalizmin işleme biçimlerinin tarifi olarak o, Marx’ın teorisini kurmaya başladığı malzemeyi oluşturdu. Tarif olduğu sürece, Marx’ın –tarif edilenin yetersiz ya da yanlış açıklanmasını meydana çıkardığı ve yerine doğru bir açıklama modelini koyduğu için eleştiri olan– “Politik ekonominin eleştirisi”nin bir unsuru olarak kalmasında bir sakınca yoktur. Marx’ın British Museum’da incelediği ekonomi ciltlerindeki olgular bir araya getirilmeseydi, “Kapital” yazılmayacaktı. Ampirik bilimin bu sonuçları, dipnotlarına varana dek Marx’ın eserinin bir unsurudur.
Bir daha aynı soru kendini dayatıyor: Bu, felsefe için geçerli olmasa gerek? Sonuçta Marx şunu büyük bir açıklıkla söylemedi mi: “Benim diyalektik yöntemim temelde Hegel’inkinden yalnızca farklı olmakla kalmıyor, aksine onun doğrudan karşıtıdır.” Bununla ne kast ettiğini sonraki cümlede açıklıyor: “Hegel için düşünce süreci, ki onu ide adı altında, bağımsız bir özneye bile dönüştürür, yalnızca onun dış görünümünü oluşturan gerçeğin demiurgosudur. Bende tersine, düşünsel olan, insan kafasındaki dönüştürülmüş ve tercüme edilmiş maddi olandan başka bir şey değildir.”* (*K. Marx, MEE 23, sf. 27.) “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”deki Materyalizm-idealizm karşıtlığına sivrilmiş polemiklerden sonra Lenin, idealist felsefenin* (*Klasik Alman felsefesi Hegel’de yücelir: “Yeni Alman felsefesi Hegel’de nihayet bulmuştur.” (Engels, MEE 19, sf. 202) Klasik Alman felsefesi ile Marksizm ilişkisi önemli oranda Hegel’in sistemine dayanır. Karşılaştırınız. H. H. Holz, Einheit und Widerspruch, cilt III, Stuttgart ve Weimar 1997, sf. 241 vd.; aynı yazar, Riflessioni sulla filosofia di Hegel, Napoli 1997, sf. 165 vd.) Marksizmin bir unsuru haline geldiğini de varsayamaz artık! Ne var ki Lenin, saptamasını, tam da felsefe bağlamında yapar. Marx, erken dönem yazılarından* (*K. Marx, Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie (Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisine ilişkin), MEE 1, sf. 201 vd.; Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie. Einleitung, (Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisine ilişkin. Giriş) MEE 1, sf. 378. Ökonomisch-philosophische Manuskripte (Ekonomik-felsefi el yazmaları), MEE 40, sf. 465 vd. Marx/Engels, Die deutsche ideologie (Alman İdeolojisi), MEE 3, sf. 12 vd.) sonra, açıkça felsefi olan çalışmalar kaleme almamıştır artık; Engels’in “Doğanın Diyalektiği”* (*MEE 20, sf. 307 vd.) el yazması olarak kaldı, –polemik maksadıyla yazılmış olan– “Anti-Dühring” felsefi sistematiğin yerine geçebilecek bir eser değildir. Bütünlük içerisinde felsefe ve politik ekonomi arasındaki ilişki, Marksizmin yaratıcılarınca daha ayrıntılı olarak açıklığa kavuşturulmamıştır. Marx’ın “Kapital”e yazdığı sonsözdeki kısa değinme, Hegel-ardıllarına dair hoşnutsuz biyografik hatırlatmasıyla, aydınlatmaktan çok karartmaktadır. Fakat ondan sonra, bir kez daha şu pasajı aydınlatan teorik bir şimşek çakar: “Diyalektiğin Hegel’in elinden uğradığı mistikleştirme, genel hareket biçimlerinin ilk kez onun tarafından kapsamlı ve bilinçli bir biçimde açıklanmış olmasını hiçbir biçimde engellemez. Diyalektik Hegel’de baş aşağı durur. Mistik kaplamanın ortasındaki rasyonel özü keşfetmek için onu ters yüz etmek gerekir.”* (*MEE 23, sf. 27. Aynı şekilde Engels MEE 21, sf. 277: “…, öyle ki sonuç olarak Hegelci sistem yalnızca yöntem ve içerik açısından idealist olarak baş aşağı çevrilmiş bir materyalizmi temsil eder.”)
Lenin’in felsefi anlayışını buradan hareketle izah etmek gerekir. “Tersyüz” edilebilen, başka bir teorinin “doğrudan karşıtı” olan, “baş aşağı bir durumdan ayaklarının üzerine oturtulması” gereken bir felsefe; böyle bir felsefe, deyim yerindeyse aynada okunan yazı olarak, ona zıt (herhangi bir diğeri değil) bir teorinin unsuru olabilir. Demek ki, Lenin’in Marksizmin üç kaynağı ve unsurlarına dair anlayışını, sözcüklere sadık kalarak yorumlamak için, onun Hegelci “mantık”a dair materyalist yeniden anlamlandırmasını analiz etmek gerekir.
Her geçmiş felsefe, daha sonraki bir felsefenin yararlandığı bir kaynak haline gelebilir; geçmiş felsefeler, daha sonraki bir felsefenin devraldığı ve çalışmalarını onlarla sürdürdüğü bir miras olabilirler. Önceki bir felsefe ise, ancak, sorunsalının toplamında, sistematiğinin yapısıyla bir sonrakine aktarılmasında ya da onun projeksiyonunda bir sonrakinin bir unsuru olabilir (bu arada, bu mecazların, onların müzikteki, daha doğrusu geometrideki gerçek terminolojik anlamlarını kastediyorum). Ki bu arada, aktarımlar ve projeksiyonlar, bir “üretim kuralı” uyarınca tam olarak saptanabilen bir farkla tanımlanmışlardır. Lenin, Hegel’in “mantık”ını öyle okumuştur ki, onda Marx ve Engels’in evrensel materyalist diyalektiğinin aynadaki aksi ortaya çıkmıştır ve materyalist diyalektiğin Marx ve Engels tarafından hiç işlenmemiş evrenselliğinin çerçevesi, bu akiste görülür hale gelmiştir.

GRAMSCİ VE LENİN
Gramsci, Lenin’in yazısını, 24.10.1925’te “Unità”da yayınlanan İtalyanca bir çeviriden okumuştur. Daha sonraki, 1967 tarihli Opere complete’nin çevirisinden farklı olarak bu ilk çeviri, Le tre sorgenti e le tre fonti costitutive del marxismo başlığını taşıyordu.* (*A. Gramsci, Quaderni, sf. 2871, Yayıncının notu: “Cfr. Lenin, Tre fonti e tre parti integranti del Marxismo, in: Opere compete, vol XIX, trad. İtal. Editore Riuniti, Roma 1967, pp. 9-14. Questo scritto di lenin (che è del 1913) eta già stato pubblicato in una prima tradozione italiana, nota a Gramcsi, in ‘l’Unità’ del 24 ottobre 1925, [1913 yılına ait olan Lenin’in bu yazısı, daha önceleri bir ilk İtalyanca çeviriyle 25.10.1925 tarihli Unità’da yayınlandı ve Gramsci tarafından okunmuştu] con il titolo ‘Le tre sorgente e le tre fonti constitutive del marxismo”.) “Fonti costitutive”, Lenin’in başlığını tam olarak karşılamıyor (“parti integranti” ise onu tam karşılar.) Lenin’in argümanının esprisi, bu nedenle Gramsci’den saklı kaldı. Genel teori yapılarıyla ilgilenen Gramsci, Marksizmin daha önceki teori oluşumlarıyla olan ilişkiyi, Lenin’den farklı olarak, devrimci yeni olan bakış açısıyla vurgulamıştır: Marksizm, kitlelerin yaşam biçimini ve politik eylemini entegre edebilecek ve örgütleyebilecek durumda olan dünya görüşüdür. “La filosofia della praxis non ha bisogno di sostegni eterogenci, essa stessa è cosi robusta e feconda di nuove verità che il veccio mondo vi ricorre per fornire il suo arsenale di armi più moderne ed. Efficaci. Ciò significa che la filosofia della praxis comincia ad esercitare una propria egemonia sulla cultura tradizionale… L’affermazione che la filosofia della praxis èuna concezio ne nuova, indipendente, orginale, pur essendo un momento dello sviluppo storico mondiale, è l’affermazione della indipendenza e originalità di una nuova cultura in incubazione che si svilupperà con lo svilupperarsi dei rapporti sociali. Ciò che volta per volta esiste è una combinazione variabile di vecchio e nuovo, en equilibrio dei rapporti sociali”.* (*A. Gramsci, Quaderni, sf. 1434 vd. ve 1826 vd.) (“Pratiğin felsefesi(nin), yeni heterojen desteklere ihtiyacı yoktur; kendisi yeni gerçekler açısından öylesine dinç ve verimli ki, eski dünya, cephanesini daha etkili ve daha modern silahlarla donatmak için ona başvurmaktadır. Bu, pratiğin felsefesinin, geleneksel kültür üzerinde kendine has bir hegemonya kurmaya başladığı anlamına gelmektedir… Pratiğin felsefesi, dünyanın tarihsel gelişiminin bir etmeni olsa dahi, yeni, bağımsız, orijinal bir anlayış olduğu iddiası, olgunlaşmakta olan yeni, toplumsal ilişkilerin gelişmesiyle birlikte gelişecek olan bir kültürün bağımsızlığına ve kökenliliğine dair bir iddiadır. Zaman zaman var olan şey, eski ve yeninin değişimli bir kombinasyondur; toplumsal ilişkilerin dengesine uygun olan, kültürel ilişkilerin o anlık dengesidir.”* [*Almancası Wolfgang Fritz Haug’un yayınladığı Gefaengnishaefte’den alınma, (Cezaevi Defterleri), c. 6 ve c. 8, Hamburg 1994 ve 1998, sf. 1427 ve 1814.])
Teorik anlayışların işlevi, bilimsel sosyalizmden, yeni hegemonyacı bir sınıfın dünya görüşüne geçiş sırasında evrilmektedir; ve bunun anlamı, daha önceki ideolojinin tüm kavram yapılarının yeni bir sistematiğe aktarılmakta olduğudur. Gramsci’nin kafasındaki, dünya görüşü değişiminin bu sürecidir; bu, teori tarihinin politik yönüdür. Şu soruyu sorması bundandır: “Si afferma che la filosofia della praxis è nata sul terreno del massimo sviluppo della cultura della prima metà del secolo XIX, cultura rapresentata dalla filosofia classica tedesca, dall’ economia classica inglese, e dalla letteratura e pratica politica francese. All’ origine della filosofia della praxis sono questi tre momenti culturali. Ma in che senso occotte intendere questa affermazione?”* (*Age, sf. 1246.) (“Deniyor ki, pratiğin felsefesi, 19. yüzyılın ilk yarısında kültür gelişiminin doruk noktasının temeli üzerinde doğmuştur; klasik Alman felsefesinin, klasik İngiliz ekonomisinin ve Fransız politik edebiyatı ve pratiğinin temsil ettiği bir kültürün. Pratiğin felsefesinin kaynağında bu üç kültürel etmen bulunuyor. Ancak bu ifadeyi hangi anlamda anlamak gerekiyor?”)* (*Almancası age, c. 6, sf. 1261.)
Marx ve Engels’in başarısı, sosyalist amaçları, ekonomik görgüyü [ampiri] ve felsefi kategori oluşumlarını, tek tek hareket unsurlarının anlamlarının değiştiği yeni bir birlik halinde eritmeleridir. “La filozofia della praxis ha elaborato sinteticamente i tre movimenti, cioè l’intera cultura dell’epoca, e nella sintesi nuova, in qualsiasi momento la si esamini, momento teorico, economico, politico, si ritrova come ‘momento’ preparatorio ognuno dei tre movimenti? Cosi appunto a me pare. E il momento sintetico unitario mi pare de identificare nel nuovo concetto di immanenza, che dalla sua forma speculativa, offerta dalla filosofia classica tedesca, è stato tradotto in forma storicistica coll’ aiuto della politica francese  economia classica inglese.”* (*Age. sf. 1246 vd.) (“Pratiğin felsefesi üç hareketini, yani çağın toplam kültürünü, sentetik olarak dönüştürmüştür ve yeni sentezde, ister teorik, ister ekonomik, isterse politik etmen olarak, hangi bakış açısından incelenirse incelensin, bu üç hareketin her birine birer ‘hazırlayıcı’ etmen olarak rastlanıyor. Bana da tam olarak öyle geliyor. Ve bütünlüklü sentetik etmen, bana göre, Alman klasik felsefesinin sağladığı spekülatif biçimden, Fransız politikasının ve klasik İngiliz ekonomisinin yardımıyla tarihselci biçime dönüştürülen yeni içkinlik kavramından oluşmaktadır.”)
Bu, Lenin’inkinden farklı bir bakış açısı, onunla farklılık arz ediyor, ama karşıt değil. Bilimsel sosyalizmin metodolojik ve sistematik gelişimi, başlangıcında henüz eksik olduğundan Lenin, Marx ve Engels’in, üzerinde inşa kurabildikleri, burjuva bilimin zengin malzeme havuzundan feragat etmek istemiyordu; tersine onun Marksizme devralınma koşullarını kesin olarak belirlemek istiyordu. Kendisi de bu havuzdan farklı şekilde faydalanmış olan Gramsci’nin meselesi, dünya görüşünün rolünü, biçimlenme dönüşümüyle birlikte anlamak ve sınıf mücadelesi için faal hale getirmekti. Onun, kültürel mirasa sahip çıkmanın önemli bir etmen oluşturduğu tarihsellik anlayışı, devrimci geçişlerde devamlılıkların korunduğu tarzın açıklanmasını gerektiriyor. Tıpkı tersinden Lenin’in anlayışının, devrimci geçişlerde geleneğin yeniye hangi tarzda yerleştirileceğinin açıklamasını gerektirmesi gibi.
Belirli bir anlamda Gramsci, Lenin’in üzerine kurar. Lenin, tarihi, aralıksız bir değişim sürecinde, özdeş bir maddenin, yani emek aracılığıyla kendini yeniden üreten insanlığın temel oluşturduğu* (*İnsanlık ile burada nesilleri aşan tür, yalnızca o anki insan koşullarının gerçekliği değil, aynı zamanda ussal olarak bağımsızlaşmış insanın eski olanakları da kastedilmektedir. Tarih unicum continuum olarak türler tarihidir.) bir unicum continuum* (*Cesare Luporini, Zur Interpretation der Kategorie “ökonomische Gesellschaftsformation” (“Ekonomik toplum sistemi” kategorisinin açıklanması üzerine) in: M. Hahn/H,J. Sandkühler, Bürgerliche Gesellschaft und theoretische Revolution, (Burjuva toplum ve teorik devrim) Köln 1978, sf. 53 vd.) olarak kabul ederken, Gramsci, insanlığın, bu tür, tarihsel bakımdan bütünlüklü özü önkoşulundan hareket eder.
Bu nedenle Marksizmden “hümanizm” olarak söz edebiliyor. Bir sonraki adımda, insanlığın aşama aşama tür tarihsel gelişim hareketlerini ve dolayısıyla da insanlığın türsel özünün ilerleyen gerçekleşmesini belirleyen nitel yapısal değişiklikleri saptar. “Mutlak tarihsellikten” söz edilmesine izin veren bu harekettir. Gramsci, söz konusu “unsuru”, işlevleri açısından ayırt ederken, Marksizmin yaptığı sentezden, aynı zamanda, sosyalist dünya görüşündeki yeni olanı çıkarabilmektedir. Çünkü bu sentez eklektik değildir; onda unsurlar, toplumsal gerçekliğin yalnızca tek bir bakımına ilişkin sınırlamasını kaybetmektedir. Felsefe “spekülatif” bir fikir yapısı olarak kalmamakta, tersine ekonomi kaynaklı maddi koşulların düşünsel biçimi olarak anlaşılabilir hale gelmektedir. Ve düşünsel biçim olarak, amaç koyucu ve amaca yönelik politik sürecin, yani “doğayla özümlenme” zorunluluğunu insanın kendi kendini belirleme özgürlüğüne sevk eden “içkin erekbilim”in, biçimini tasarlamaktadır. Ekonomi determinist, sosyalist politika ahlaki ve kendiliğindenci, felsefe idealist karakterini kaybeder; bunlar, yeni bir özne-nesne-dolayım biçimini oluşturan ve, her bir bakımın göreli “gerçek dışılığı”nın kendisine getirdiği sınırlamanın kaldırılmış olduğu bir ilişki içine girer.

III. HEGEL’İ MATERYALİSTÇE OKUMAK
Lenin’in, Hegel’in mantığı tümüyle incelenip kavranmadıkça Marx’ın “Kapital”ini kavramanın mümkün olmadığına dair ünlü sözü (LE 38, 170), basitçe, Hegels’in “Mantık Bilimi”ne dair bir marjinallik olarak kabul edilemeyecek kadar, zeki bir esprili sözden çok fazlasıdır. Lenin’in, Hegel’i okurken, kendisinden beklentisi çok daha yüksektir: Hegel’i, bir parça düşünce tarihiyle uğraşmak için okumaz; tersine, kendisini pratik olarak –ki bunun öncelikli anlamı: politik pratik olarak– gören bir felsefeye dair bilgiler edinmektir; ve ondan hareketle, Hegel’in anlamını çözdüğü pozisyonu, yöntemli bir titizlikle “materyalist” olarak tanımlar: “Ben genel olarak Hegel’i materyalistçe okumak çabasındayım. Hegel baş aşağı duran materyalizmdir (Engels’e atfen).” (LE 38, 94).
Hegel’in mantığı ve Marx’ın yönteminin saptanmış ilişkisi, demek ki, katı mantıksal olarak anlaşılmayı gerektiriyor; fakat, Hegel’in mantığının, Marx’ın uygulamasını, kendinden biri olarak kapsayan tür olduğu anlamında değil. Hegelci mantığın, materyalist okuma tarzıyla çevirisinin yapılabilmesi için, Lenin, idealist kavramlılığının, ona uygun maddi koşullara tasnif edildiği bir yöntem geliştirir. Hegelci idealizmin tersyüz edilmesinde, kavramı, maddi gerçekliğin yansıması olarak kabul eder ve bu tersyüz edişi, Hegel’in “Mantık bilimi”nin sistematiğinin yapısında gerçekleştirir. Lenin’in bu eserden çıkardığı ve kenar notlarıyla bezediği özet, bu tersyüz edişin felsefi hazırlıklarıdır ve onun ilkelerini içerir. Lenin, 1917 sonrası, devrim tarihinin seyri sırasında, Hegel’in diyalektiği üzerine bir kitap yazma fırsatı bulamadığından, bu “özetler”, onun anlayışını yeniden kurmak zorunda olduğumuz kaynağı oluşturuyor.
Lenin’in kavrayışına göre, iki birbirinden tamamen farklı düşünce sistemi –Hegel’in idealist düşüncesiyle Marx ve Engels’in materyalist düşüncesi– arasında yapısal bir örtüşme ya da eşbiçimlilik bulunmaktadır. Bu eşbiçim, onların aynadaki akislerinin birbirlerine uydukları formülasyonuna olanak veriyor. Marx (ki Lenin, onun ifadesini, Hegel’i incelemeden yirmi yıl önce alıntılamıştı), kendi diyalektik yönteminin Hegel’inkinin doğrudan karşıtı olduğunu söylerken, tam da bu ilişkiyi göz önünde tutmuştu. Bu ifadeyi de, mümkün olduğunca doğru olarak ele almak gerekir. Çünkü bu söz, –Aristocu karşıtlık kategorisinde (tezattan farklı olarak)–, Hegelci ve Marxçı diyalektikte, herhangi bir değişik ve farklı (Yunanca: hetera) bir şeyin söz konusu olmadığı, aksine iki, birbirlerinden kesin olarak ayırt edilebilen (Yunanca: diaphora) düşünce biçiminin birbirleriyle ilgili olduklarını ifade etmektedir. Aradaki fark, “doğrudan karşıtı” olarak belirlenmektedir; ki bu, başka bir yerde, daha rahat bir kullanımda, Marx’ın, Hegelci diyalektiği baş aşağı konumundan ayaklarının üzerine oturttuğu şeklinde ifade edilmiştir. Bir şeyin doğrudan karşıtı, (Aristocu mantık önermelerinin yanlış anlaşılmış formülasyonunda A ve A-olmayanın ikiliği olarak ifade edildiği gibi) geriye kalan diğer her şey değildir; tersine onun tersidir ya da istenirse, onun aynadaki aksi versiyonudur. Demek ki, Hegel’in ve Marx’ın diyalektiği, aynasal akis tersyüz oluş ilişkisinde karşı karşıya geldiğinde, işte o zaman, (mantık-sistemi olarak açıkça açımlanmamış olan) diğerini de kavrayabilmek için, ötekini incelemiş ve kavramış olmak vazgeçilmezdir.
Tersyüz ediliş tasavvuru ve genel olarak felsefi bir sistemin tersyüz edilebilirliği tasavvurunun kendisi, baştan felsefi bir önkoşulu içerir. Çünkü bir sistem, tersyüz edilmiş haliyle, gerçekçi ya da materyalist çıkarsa, yani gerçek olguları ifade ederse; o halde, bu gerçeklik bağlamı, yalnızca gizli de olsa, spekülatif biçimine de özgü olması gerekir. Öznel-idealist kökenli –Arthur Schopenhauer’den Karl Popper’e değin– Hegel eleştirmenlerinden farklı olarak, Lenin, gerçekten de Hegelci sistemi kesinlikle saçmalık olarak görmemiş; tersine, onu son derece ciddiye almıştır. Hegel’in sistemi, diyalektik mantığın somut içeriksel açılımıdır, dünyanın hareket yasalarını kavramlara taşır. Kavramlar, deyim yerindeyse, olguların soyut değişim değeridir. Kavramlar, olgu ve olayları doğru olarak temsil ettikleri zaman, kavramlar sisteminde, dünyanın sureti oluşur. Kavramları statik olarak ele alan ve dolayısıyla dünyanın hareketliliğini ve değişimini yansıtamayan bir mantığa karşılık, diyalektik mantık, kavram içeriklerinin değişebilirliğini kendi kuralları arasına alır ve değişimin kurucu özelliklerini, yani itici güçlerini saptar. Bu, Lenin’in Hegel’e dair yorumundaki anlama gelir: “Hegel, biçimlerin, muhtevaya sahip biçimler oldukları, biçimlerin canlı, gerçek içeriklere sahip oldukları, içeriğe kopmaz biçimde bağlı oldukları bir mantık talep ediyor.” (LE 38, 84)

SÜREÇ BİÇİMİ OLARAK MANTIK
Diyalektik mantık, bundan dolayı, basit hareket biçimlerinde tüketmemektedir kendini, tersine, bir durumun mantıksal şeklini, onun zaten içinde mevcut olan özel gerçeklik içeriğinden geliştirir (Marx’ın dediği gibi, “kendine özgü nesnenin kendine özgü mantığı”). Biçimsel olanın somutlanmasını teori olarak geliştirmiş olmak, Lenin’in altını çizdiği Hegel’in katkısıdır: “Mantık, düşünmenin dışsal biçimlerine dair değil, tersine maddi, doğal ve düşünsel şeylerin, dünyanın somut içeriğinin tamamının gelişiminin ve onun bilgisinin edinilmesinin gelişim yasalarının, yani dünyanın bilgi(sinin) edinilmesinin tarihinden çıkarılan sonucun, toplamın, çıkarımın öğretisidir” (LE 38, 84 vd.)
Biçimlendirmelerin, yalnızca içerik bağıntısıyla birlikte işlevli olduğunun bu kavrayışı olmasaydı, felsefeden pratiğe bu geçiş de mümkün olmazdı.* (*Karşılaştırınız, H.H.Holz, Einheit und Widerspruch, c. III, sf. 271 vd.) Her bilim, kavramsal genelleştirmelerle uğraşır. Kendini, bilimlerin düşünce yasalarının bilimi olarak kabul eden felsefede, konu alanlarının özgüll(N)ükleri en üst bir genellikte toplanmak durumundadır. Felsefe, kendi birliğinin ilkesini kendi içinde taşıyan sonlu, sınırlı bir konu alanına kesinlikle yönelmez. Felsefenin konusu, dünyanın bir bütün olarak sonsuz çeşitliliğidir; ki onun bütünlüğü, asla deneyimde verili değildir, tersine, bir düşünce edimiyle, bilincin bir çabasıyla oluşturulur. Felsefe, sonsuz ampirik olgular arasındaki bağıntıyı, gerçekliğin bir tablosu olarak görünen bir modelin bünyesinde üretir. Düşünsel modeller, tasvir ettikleri yapıları, sağlam, sabit yapılar olarak yansıtmaya eğilimlidirler. Ancak sibernetik* (*Sibernetik: Teknoloji, biyoloji ve sosyolojide, yönetme ve düzenleme uygulamalarının seyrindeki yasalar üzerine karşılaştırmalarda bulunan araştırma akımı. –çn.), yapıların diyalektik yorumu için kullanılabilir dinamik modeller geliştirmiştir.* (*Buna, Gotthard Günther’in çalışmaları örnek oluşturur: Bkz. Grundzüge einer neuen Theorie des Denkens in Hegels Logik (Hegel’in mantığındaki yeni bir düşünce teorisinin ana hatları), Hamburg 1978.) Birlik ilkesini değişmez ve özdeş olarak sabitlemeyen, tersine, bizzat ona içkin farkı, yani özgülleşmelere ayrılışını, böylece de hareket ve değişime geçişi temellendiren bir mantık teorisi geliştirmiş olmak, Hegels’in başarısıydı. “Hegel iki ana talepte bulunur. 1. Bağıntının zorunluluğu ve 2. farklılıkların içkin ortaya çıkışı. Çok önemli!! Bu, kanımca şu anlama geliyor: Zorunlu bağıntı, verili görüngüler alanının bütün yönlerinin, güçlerinin, eğilimlerinin vb. nesnel bağıntısı., 2. farkların içkin ortaya çıkışı; evrimin ve farklılıkların, kutupluluğun mücadelesinin içsel nesnel mantığı.” (LE 38, 89).
Böylece, felsefe, devrimin düşünsel bir hareket biçimi olarak, Rus filozofu Aleksander Herzen’in bir zamanlar ifade ettiği gibi, “devrimin cebri” olarak mümkün olabildi. İnsan düşüncesinde ve insan düşüncesi sayesinde kurulabilir bir hareket bağıntısı olarak, şeylerin çokluğu, fikirde, insan tarafından kavranabilir ve oluşturulabilir bir birlik haline gelmektedir. Lenin, fikrin, Hegel’in mantığındaki bu işlevini açık bir biçimde ayıklamıştır: “Fikir [ide –Ç.N], insanın bilgi edinmesi ve çabasıdır (isteğidir). (…) Bilgi edinmenin ve eylemin (geçici, sonlu, sınırlı) süreci, soyut kavramları, tamamlanmış nesnelliğe dönüştürür.” (LE 38, 185 vd.)
Fakat –diye eklemek gerek–, tamamlanmış nesnellik olduğu gibi kalmaz; zaman içerisinde her şeyin diğer her şey üzerinde uyguladığı etki altında, değişim sürecine tabidir. Lenin şu notu düşer: “Her kavram, diğer her şeyle belirli bir ilişki, belirli bir bağıntı içindedir = kavramların karşılıklı bağımlılığı; istisnasız bütün kavramların karşılıklı bağımlılığı; kavramların birinden diğerine geçişi, istisnasız bütün kavramların geçişi. Kavramlar arasındaki karşıtlığın göreliliği. (…) Kavramlar arasındaki karşıtlıkların özdeşliği.” (LE 38, 187). Bu, daha, yeni çağın ilk büyük diyalektik düşünürü Leibniz’in metafiziğinde ifade bulan bir düşüncedir.* (*Karşılaştırınız: H.H. Holz, Leibniz, Frankfurt a.M. ve New York 1992; aynı yazar Leibniz ve Hegel, Akten des VII. Internationalen Leibniz Kongresses, Berlin 2001, sf. 510 vd.)
Fakat kavramlar, şeylerin ve durumların soyut suretleridir. Düşünce tarafından yalnızca kavramlara ait olarak kurulabilen, kavramların evrensel bağıntı ve evrensel hareketleri, gerçeklikte aranıp bulunmalıdır. “Hegel, şeylerin, görüngülerin, dünyanın, doğanın diyalektiğini, kavramların diyalektiğinde dahiyane bir biçimde tahmin edebilmiştir [ortaya mı-MYçıkarabilmiştir]. Görüngünün, gerçeğin tüm yönlerinin bütünlüğü ve onların karşılıklı ilişkileri; gerçeği oluşturan şeyler bunlardır. Kavramların ilişkileri (=geçişleri = çelişkileri), mantığın temel içeriğidir; ki bu arada, bu kavramlar (ve onların ilişkileri, geçişleri, çelişkileri), nesnel dünyanın yansımaları olarak gösterilmiştir. Şeylerin diyalektiği, fikirlerin diyalektiğini üretir; ama tersi değil.” (Le 38, 186)

PRATİĞİN DÜŞÜNSEL BİÇİMİ OLARAK MANTIK
Demek ki felsefe, şeylerin ilişkilerini (maddi ilişkileri), birlik ve bütünsellik bakımından, her zaman yalnızca düşüncelerin ilişkileri olarak anlatabiliyorsa eğer; o halde, düşünce dilinden şeylerin diline gerisin geriye çevrilmek, ona daima verilmiş bir ödevdir, aynı zamanda. Bu gerisin geriye çevrilme, teoriden pratiğe geçiştir. Pratiğin kendisi de –Marx’tan beri bildiğimiz üzere– felsefi bir faaliyettir. Ve her Marksist felsefe öyle kurulmuştur ki, teorik formülasyon, onun pratiğe çevrilmesinin yöntemini içinde barındırır ve kendi içinden ortaya çıkarır.
Demek ki, Marksist felsefeler açıklamalarını her zaman önceden içinde taşırlar. Kendilerini saf teori olarak gören Marksizm öncesi felsefeler, gerçeklik muhtevalarını göstermek üzere saydamlaştırılmaları için, anahtarı bulunması gereken bir şifre çözülümüne ihtiyaç duyarlar. Kendini toplumsal pratiğin bir etmeni olarak ispat etmesi ve ilerde de tarihsel doğallığın [kendiliğinden anlaşılırlığın] bir unsuru olarak korunabilmesi için, bir felsefi sistemin nasıl yorumlanacağı, felsefe tarihi yazımının bir yöntem sorunudur. Lenin, bu tür bir diyalektik yorumun nasıl yapılabileceğine dair bir uyarımda bulunmuştur: “Felsefi bir sistemi çürütmek, yerine, onun tek yönlü olarak karşıtı olan bir başkasını koymak değildir; aksine onu daha üstün bir şeye yerleştirmektir.” (LE 38, 156).
Felsefi teorilerin yorumu ve somutlanmasının bu genel postulatı [talebi—önermesi-MY] –genel olanını özel olarak görünür kılma postulatı– artık Hegel’in mantığı bakımından, onun (gördüğümüz üzere) baş aşağı durumdan ayaklarının üzerine dikilmesi, yani “tersyüz edilmesi” gerektiği yönünde açıklığa kavuşturulmaktadır. Lenin, tersyüz etme işlemini, Hegel’e ilişkin açıklayıcı notlarının birçok yerinde, Hegel’in metninin bir karşılaştırılmasında, şifresi çözülmüş bir versiyonla göstermiştir.* (*Karşılaştırınız: H.H. Holz, Einheit und Widerspruch (Birlik ve Çelişki), cilt III, sf. 394 vd., Aynı yazar, Reflessioni sulla filosofia di Hegel, sf. 165 vd.) Bu karşılaştırmanın tam analizinden, “mantığın ve insan pratiğinin kategorileri”nin birbirleriyle kesin bir eşbiçimli ilişki içinde bulundukları sonucu çıkmaktadır: “Hegel, insanın amaçlı faaliyetini mantığın kategorileri arasına sokmaya çabalıyorsa, hatta kimi zaman kendini bu uğurda paralıyorsa, ve bu faaliyetin bir ‘vargı’ olduğunu, öznenin (insanın), ‘vargının’ mantıksal ‘biçiminde’ bir ‘halka’ rolünü oynadığını söylüyorsa vb.; o halde bu, öylesine saçından tutulup getirilmiş bir şey, bir oyun değildir. Burada son derece derin, salt materyalist bir içerik var. Meseleyi tersyüz etmek gerekir: İnsanın pratik faaliyeti, insan bilincini, değişik mantıksal biçimlerin tekrarına milyarlarca kez sevk etmesi gerekiyordu ki, bu biçimler aksiyomlar anlamına kavuşabilsin.” (LE 38, 180 vd.) Ne var ki, eşbiçimliliği (yapı eşitliği), basitçe, bir düzlemdeki –gerçeklik düzlemindeki– durumun başka bir düzleme –kavramlar düzlemine– bir tür geometrik projeksiyonu olarak anlamamak gerekir. Gerçeğin felsefe tarafından spekülatif tasvirinde, mesele, daha çok, maddi dış dünya yapılarının bilinç yapıları olarak görünürken; bilinç yapılarının, kendinde şey olarak, tür genelliği içindeki varlık olarak sayılıyor olmasıdır. Varlık ile bilinç arasında, aynasal akis yansımasında karakteristik olduğu üzere, adeta bir taraf değişimi meydana gelmektedir. Ne var ki, dünya, bir bütünlük olarak, bilinçte, yalnızca yansımayla ortaya çıktığından, onun yasalılığı, yalnızca kavramların mantıklı yasalılığı olarak tasvir edilebilir. Lenin’in sözleriyle: “Kavramların nesnelliği(ni-MY), genelin tek olandaki ve özel olandaki nesnelliğini yadsımak imkansızdır. Dolayısıyla, nesnel dünyanın hareketinin yansımasını kavramların yansımasında araştırırken, Hegel, Kant ve başkalarına göre çok daha derinliklidir.” (LE 38, 168). Demek ki, aynasal yansıyabilirlik, felsefenin zorunlu biçimidir ve böylece, aynı zamanda felsefe, gerçek muhtevasına kavuşmak için, onu, tersyüz ederek okuma talimatını barındırır. Az önce alıntılanan paragrafla bir marjinallik oluşturan Lenin, şunları ekler: “Tersyüz etme: Marx, Hegel’in diyalektiğini, gelişmiş biçimiyle politik ekonomiye uygulamıştır.” (LE 38, 168). Böylelikle, somutlanma ele alınmaktadır: Hegel’in felsefesinin kendi geçerliliğini göstermesi, deşifresi, politik ekonomi olarak, dolayısıyla pratiğin sahasında gerçekleşir.

SPEKÜLASYON VE GERÇEKLİK
Politik ekonomi, ve Hegel’in felsefesi; demek ki, birbirleriyle aynasal akis ilişkisindedirler. Bilinç ve varlık biçimlerinin, boylu boyunca birbirlerine göre tasnif edildikleri simetrik eksen, insansal gereksinmedir. İnsan, biyolojik bir varlık, doğa varlığı olduğu ölçüde, gereksinimleri, doğa yasalarıyla nedensel olarak koşullanmıştır. Bunlar, nesnel dış dünya alanına aittir, bu dünyanın bağıntısının bir parçasıdır. “Dış dünyanın, doğanın, mekanik ve kimyasal (bu çok önemlidir) olarak bölümlenmiş yasaları, insanın amaçlı faaliyetinin temelleridirler. İnsan pratik faaliyetinde nesnel dünyayla karşı karşıya bulunur, ona bağımlıdır, faaliyetinin onun aracılığıyla belirlenmesine izin verir.” (LE 38, 177 vd.) Marx’ta, bu, şöyle ifade edilir: O [insan-Ç.N], nesnesel bir varlıktır.* (*MEE 40, sf. 578) Ne var ki, insan, bizzat doğanın kendisini dönüştürmesiyle doğanın zorunluluğunu aştığı ölçüde, gereksinimleri, asıl sınırlarına göre genişler ve kendine tipik insani amaçlar koyar. Bununla, insan varlığının maddi muhtevası düşünsel haline gelir. Dönüşüm, tam olarak, insanın doğal ihtiyaçlarının toplumsal ihtiyaçlara geçiş yaptığı düzlemde olagelir. Bu nedenle, felsefi spekülasyon, basitçe, yanılsama değildir, tersine, doğal varlığın toplum büyüklüğüne yansıtılmasıdır. “Gerçekte, insanın amaçları nesnel dünya tarafından üretilir ve bunları ön koşar; verili olan, mevcut olan olarak bulunur. Fakat insana, amaçlarının kaynağı dünyanın dışındaymış, dünyadan bağımsızmış gibi gelir (‘özgürlük’).” (LE 38, 179). Ve devamla: “Kavramın nesneyle ‘aynı zamana rastlaması’ olarak ‘fikir’e [ide-Ç.N], gerçek olarak ‘fikir’e, Hegel, insanın pratik, amaçlı faaliyeti üzerinden ulaşır. İnsanın, pratiği aracılığıyla, fikirlerinin, kavramlarının, bilgilerinin, biliminin nesnel doğruluğunu kanıtladığı şeye çok büyük bir yakınlaşmadır bu.” (LE 38, 181)
Pratik ve teori, insanın dünya karşısındaki bir ve aynı davranışın aynasal suretinin iki yönüdür; yani çevrenin pratik olarak üstesinden gelinmesidir. Böylelikle felsefe, saf teorinin havadar mekanından, dünyevi gerçekliğe geri getirilmiş oluyor. Bu, teorinin teori olarak geçerli olabilmesi için, daima pratiğe geri dönüştürülmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Ya da diyalektik mantığın terimiyle: Pratik, hem pratiğin kendisini hem de teoriyi kendi türleri olarak kucaklayan, kapsayıcı genel olandır.* (*Kapsayıcı genel olana ilişkin, karşılaştırınız: H.H.Holz, Dialektik und Widerspiegelung (Diyalektik ve Yansıma), Köln 1983, sf. 51 vd.) Marx, Hegel’i, felsefi teorinin potansiyelliliğinden, politik pratiğin gerçekliğine geri getirmiştir. Hegel’in felsefesini, soyut bir felsefe, politik pratiğin şifrelenmiş bir hali olarak okumuştur. Ne var ki, gençlik yazıları döneminden sonra, bu “felsefenin tersyüz edilmesi” işlemine ilişkin teorik hesaplaşmada bulunmamıştır bir daha. Lenin –sosyal demokrasinin ideologlarından farklı olarak–, eğer Marksist bir politikanın, bilimsel olarak temellendirilmiş bir politika olma iddiasının hakkını vermek istiyorsa, yalnızca Marksist bir felsefeyle özdeşlik içinde yürütülebileceğini anlamıştı. Bu nedenle, Lenin, Hegel’ci felsefenin Marksist tersyüz edilişini pratik olarak kavrayabilmek için, onu, felsefi anlamı bakımından incelemeye almıştır.

IV. LENİN’İN FELSEFİ VASİYETİ: MİLİTAN MATERYALİZM
Lenin’in, ölümünden kısa bir süre önce, devrim ve savaş sonrasında, sosyalist toplumun ilk inşasının son derece gerilimli bir döneminde, bir kez daha felsefeye programatik yaklaşımda bulunması ve güncel sorunların teorik olarak üstesinden gelinmesi için, Hegel’in önemine bir kez daha vurgu yapması, dikkate şayandır. Bunu yaparak, 1914/15’te, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında, kendisini, Hegel diyalektiğini incelemeye sevk eden düşüncelerle bağ kurar. Hegel’de, tarihsel süreçlerin genel biçimlerini ortaya çıkartılmış olarak bulur ve bunlar, güncel toplumsal durumların somut analizi için bir ders kitabı [Leitfaden] oluşturabilirdi.
Lenin, zamanın doğa biliminin devrim niteliğindeki en yeni bilgi edinimlerini –özellikle rölativite teorisini– dikkatle takip etti (bu teori, “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”in yazılışından sonra yayınlandı).* (*Özel rölativite teorisine ilişkin ilk çalışma, 1905 yılında, “Fizik Yıllıkları”nın 17. cildinde, “hareketli maddelerin elektrodinamiği üzerine” başlığı altında yayınlandı. Aynı ciltte, ikinci çalışma da “Bir maddenin ataleti onun enerji muhtevasına mı tabidir?” başlığıyla yayınlandı. Einstein’in makalesi “Yerçekiminin ışığın yayılması üzerine etkisi”, 1911’de, “Fizik Yıllıkları”nın 35. cildinde çıktı. “Genel rölativite teorisinin temeli” araştırması ise, 1916’da, “Fizik Yıllıkları” 49. ciltte yayınlandı.) Deborin ve Timiryasev, doğanın diyalektiği sorununu, yeni fizik bakımından ele almışlardı; öte yandan, burjuva felsefesinde, yeni fizikten agnostik ve idealist çıkarımlar türetilmişti. Buna ilişkin Lenin şunları yazar: “Modern doğa biliminin henüz geçirmekte olduğu ani altüst oluştan aralıksız olarak, küçüklü büyüklü gerici felsefi okullar ve akımların boy verdiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Doğa bilimleri alanındaki taze devrimin ortaya attığı soruları dikkatle takip etmek ve bu uğurda doğa bilimcilerini felsefi derginin çalışmalarına kazanmak, bu nedenle, bunların çözümü olmaksızın, militan materyalizmin kabaca ne militan ne de materyalist olabileceği bir görevdir.” (LE 33, 219). İşte bunun ardından şaşırtıcı cümle eklenir: “Bu hedefe ulaşmak için, ‘Pod Snamenem Marksizma’ dergisi çalışanları, Hegel’in diyalektiğinin Marksist bakış açısıyla sistematik irdelenmesini örgütlemelidirler; yani Marx’ın hem ‘Kapital’inde hem de tarihsel ve politik yazılarında pratikte uyguladığı diyalektiğin. (…) Böyle bir hedef güdülmezse ve bu sorunun çözümü üzerinde sistematik bir çalışma yürütülmezse, materyalizm militan bir materyalizm olamaz.” (LE 33, 219 vd.)
Lenin, ampiryokritisistlerle tartışma sırasında, materyalizmi savunmuş ve her bir doğa bilimsel bilgi düzeyinin göreli gerçeklerinden bağımsız bir genel ontolojik madde kavramında ısrar etmişti; şimdi ise, rölativiteci fizik, ona, diyalektiği, evrensel varlık ve düşünme biçimi olarak (doğada da) bir araştırma programı haline getirme vesilesi sağlıyordu. Hegel incelemelerinde, idealist ve materyalist diyalektiğin aynasal akislerinin eşbiçimliliğini yeniden anlamlandırdığı için, artık –materyalizmden vazgeçmeksizin– Hegel’in felsefesini ders kitabı olarak önerebiliyordu. Hegelci mantığın biçimsel yapıları, onun materyalist yorumu altında da yararlanılabilirdir (kullanılabilirdirler). “Materyalistçe ele alınan Hegelci diyalektiğin Marxçı kullanımına dayanarak, bu diyalektiği, her yönlü geliştirebiliriz ve geliştirmeliyiz.” (LE 33, 220). Evet, evrensel materyalist bir diyalektiğe, bütünsellik fikrini esas alan ve “gerçek olan bütündür” aksiyomuna dayanan idealist diyalektiğin geliştirilmiş biçiminin materyalist tersyüz edilişi dışındaki bir yoldan ulaşılması mümkün değildir. Bu şekilde, doğanın diyalektiğinin, (araştırmanın seyrinde yine değiştirilebilen ya da yerine başkası konulan) tek tek doğa bilimsel teorilerle bağı çözülmekte ve genel bağıntı teorisinin (ontolojisinin), yani maddenin genel ontolojik hareket yasalarının teorisinin düzeyine çıkarılmaktadır.* (* Karşılaştırınız: H.H.Holz, Einheit und Widerspruch, cilt III, sf. 311 vd.) (Bu, doğanın kısmi alanlarına dair bölgesel onotolojilerin uygulanabilirliğini dışlamaz). “Çünkü doğa bilimi öyle hızlı ilerlemekte, öylesine derinlemesine devrimci altüst oluşların bir evresini geçirmektedir ki, felsefi çıkarımlar yapmadan, hiçbir koşul altında ayakta kalamaz.” (LE 33, 220 vd.) Bu uyarıyı, kendini Marksist zanneden pratikçiler ve ekonomistler bir kenara not etsinler!
Lenin’in anlayışı, bilimin gerçeklik iddiasını, onun tarihselliğini yadsımaksızın ayakta tutmaktadır. Geçerli olanın, göreli ve mutlak gerçeğin ilişkisi tarafından belirlenmesi gerekir. Bu nedenle, felsefe, kendini hiçbir zaman tek tek bilimlerin toplamına ayrıştıramaz. Felsefe, bilimlerin kendilerine yaptıkları yansımadır; özne ve nesne diyalektiğini, gerçeklik ve tarih diyalektiğini aydınlatır. Bu nedenle Lenin, yaşamının son yıllarında daha(Fazla_MY), Sovyetler Birliği’nin inşasının teorik çalışmasında, yoldaşlarını Hegel’i araştırmakla görevlendirmiştir. “Bu hedefe ulaşmak için ‘Marksizmin Bayrağı Altında’ dergisi çalışanları Hegel’in diyalektiğinin materyalist bakış açısıyla sistematik olarak incelenmesini örgütlemelidirler. (…) Dergi yazar ve çalışanları grubu, görüşüme göre bir tür ‘Hegel diyalektiğinin materyalist dostları topluluğu’ olmalıdır. (…) Böyle bir hedef konulmaz ve bu hedefin yerine getirilmesi için sistematik bir çalışma yürütülmezse, materyalizm, militan bir materyalizm olamaz.” (LE 33, 219 vd.)
Materyalizm; maddi doğayı, insanı bilinciyle ve toplumsal faaliyetiyle birlikte bağrından çıkaran zemin olarak kabul etmektir. Bu, insanın doğal yönelişini, maddi ve düşünsel koşulların bilinebilir olduğunu ve bilimler tarihini dünyanın nesnel bilgisinin edinişine bir yakınlaşma süreci olarak kabul etmektir. Bu şu demektir: İnsan düşüncesi, gerçekliğin özel tasvirinin bir tasarımı değildir, tersine onun bir yansımasıdır. Ne var ki, yansıma, karmaşık bir diyalektik süreçtir, yoksa basit, adeta mekanik bir suret değildir. (Burada Lenin, suret ve kopya sözcüklerinin dikkatsiz bir kullanımı nedeniyle yansıma teorisinin anlamına dair kafa karışıklığına neden olmuştur; ancak bu karışıklık, Hegel üzerine çıkardığı özetlere (LE 38) danışılmasıyla ortadan kaldırılabilir.)
Bu materyalizm militandır; çünkü sömürü ve baskının ortadan kaldırılması mücadelesinde, sınıfsız bir toplum mücadelesinde ideolojik bir silah haline gelir. İnsanın kurtuluş mücadelesi, aklın yol göstericiliğinde kendi kendini belirlemenin sağlanması mücadelesidir. Bu nedenle, dünyanın ussal görünüşünü geliştiren ve açıklayan felsefi teori, politik eylemin vazgeçilmez bir unsurudur. “Sağlam felsefi bir temel olmaksızın, hiçbir doğa biliminin, hiçbir materyalizmin, burjuva fikirlerin hücumuna karşı ve burjuva dünya görüşünün yeniden kurulmasına karşı mücadelede başarı gösteremeyeceğini kavramalıyız.” (LE 33, 219). Bu anlayıştan hareketle Lenin, 1905 devriminin yenilgisinin ideolojik etkilerini savuşturmak için polemik felsefi eseri “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”i kaleme almıştı. Ondan öğrenebiliriz.

İlk sayfaya:
Hans Heinz Holz, 26 Şubat 1927’de Frankfurt/Main’de doğdu. Lise yıllarının sonlarına doğru anti-faşist faaliyetleri nedeniyle Gestapo tarafından tutuklandı. Frankfurt ve Mainz üniversitelerinde felsefe, psikoloji, sanat ve edebiyat tarihi okuyan ve Leipzig Üniversitesi’nde Ernst Bloch’un yanında doktorasını yapan Holz, önceleri serbest olarak radyo ve dergiler için redaktör olarak çalıştı; sanat, tiyatro ve kültür eleştirmenliği üzerinde yoğunlaştı, felsefe ve felsefe tarihi üzerine çalışmalar yaptı. Olağanüstü hal yasasına karşı aktif bir mücadele verdi. Mesleğini icra yasağına karşı uzun soluklu bir mücadele verdikten sonra, 1970-1979 yıllarında Marburg/Lahn Üniversitesi’nde, 1979-1997 yıllarında Groningen Üniversitesi’nde (Hollanda) felsefe profesörlüğünde bulundu. Uluslararası Diyalektik Felsefe Birliği’nin 1981’de Başkanı, 1992’de Onursal Başkanı oldu. 2002’de Urbino Üniversitesi’nden fahri doktorluk unvanını aldı. Documenta V 1972 katalog metninin yazarıdır. 1984’te Varese’de (İtalya) düzenlenen Strutture della visualita sergisinin organizatörüdür. Üzerinde çalıştığı konular: Diyalektik tarihi ve sistematiği; plastik sanatlarda estetik.
Hans Heinz Holz, çalışmalarını 500’ü aşkın kitap ve dergide yayınladı. En son yayınladığı çalışmalar arasında şunlar bulunuyor:
“Einheit und Widerspruch. Problemgeschichte der Dialektik in der Neuzeit” (Birlik ve Çelişki. Yeni Çağda Diyalektiğin Sorunları Tarihi), 3 cilt, (1996/97).
“Die Große Räuberhöhle – Religion u. Klassenkämpfe im Mittelalter” (Büyük Haydutlar İni – Ortaçağda Din ve Sınıf Mücadeleleri) (1999).
“Seins-Formen. Über strengen Konstruktivismus in der bildenden Kunst” (Varlık-Biçimleri. Plastik sanatta katı yapısalcılık üzerine) (2001).

‘Kıbrıs sorununun temelinde emperyalist güçlerin egemenliği yatıyor’

Söyleşi
Kıbrıs Sosyalist Partisi Genel Sekreteri Kazım Öngen:


20 Kasım 2004 günü 1. Kongresini gerçekleştirilen Kıbrıs Sosyalist Partisi’nin (KSP) Genel Sekreteri Kazım Öngen ile hem partilerinin kuruluşundan bu yana geçen iki yıllık süreçteki faaliyetleri, hem de önümüzdeki dönem açısından hedeflerini konuştuk. Kıbrıs sorununda temel çelişkinin, Kıbrıs halkı ile emperyalist koalisyon arasındaki çelişki olduğuna ve Kıbrıs’ın emperyalist sistemden kopabilmesi için “Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti (AEBCH)”nin kurulması gerektiğine vurgu yapan Öngen, bugüne kadar içinde yer aldıkları ittifakları da bu anlayış bakımından değerlendirdi.
41 örgütten oluşan Bu Memleket Bizim Platformu ve Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH) içinde yer alırken de bu anlayışla hareket ettikleri belirten Öngen, bu oluşumların, hedefledikleri cephenin oluşmasına hizmet etmediğine dikkat çekerek, “Böyle bir cephenin başarısında sadece tüm Kıbrıs’ın değil, aynı zamanda, en azından Türkiye, Yunanistan ve Britanya işçi sınıfı ve halkının desteği de kaçınılmaz derecede önemlidir.” dedi.
Öngen’e yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle:

– KSP 20 Kasım günü 1. Kongresini gerçekleştirdi. KSP’nin kuruluşunda belirlediği politik hedef ve stratejiler bakımından 1. Kongre’ye kadar geçen süreci temel yönleriyle değerlendirir misiniz?
– KSP programı açık ve anlaşılır bir şekilde partinin politik hedef ve stratejisini belirlemektedir. KSP’nin nihai hedefi, sınıfsız toplumu, komünist toplumu yaratmaktır. Bu stratejik hedefe ulaşmak için parti, önüne iki önemli stratejik aşama koymaktadır. Birincisi, Kıbrıs’ın emperyalist sistemden kopuşunu sağlayacak olan mücadele, ki bunun somut sonucu, işçi sınıfı öncülüğünde tüm emekçi ve üretici halk yığınlarının, demokrat, ilerici anti-emperyalist güçlerin oluşturacağı Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti (AEBCH)’nin kurulması olacaktır; ve ikinci aşama, proletarya diktatörlüğünün kurulması ile gerçekleşecek olan sosyalist düzendir.
KSP’nin belirlemiş olduğu bu stratejik yol haritası, Kıbrıs’ın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve sosyo-politik gerçeklerin ve şartların bir dayatmasıdır. Kıbrıs, halen Türkiye, Yunanistan ordularının ve üsler vasıtasıyla İngiliz ordusunun işgali altındadır. Ülke ve halk bölünmüştür. Ülkede, bölgede hegemonya kavgası vermekte olan ABD, İngiliz ve AB emperyalistleri ile yerel (periferik) emperyalist güçler olarak Türkiye ve Yunanistan’ın egemenliği vardır. Kıbrıs sorunu olarak bilinen sorunun temelinde yatan unsur da, işte emperyalist güçlerin ada üzerindeki bu egemenliğidir. Kırk yıldan beridir, Kıbrıs işçi sınıfını, emekçi halkını bölen, birbirine kırdıran, düşman kamplara ayıran bu sorun, işçi sınıfının ve halkın önünde, ülkeyi ve halkı yeniden birleştirecek bir şekilde çözülmesi gereken bir sorun olarak durmaktadır.
Sorunu yaratan, adayı bölen ve sorunu sürdürmekte olanlar; Anglo-Amerikan emperyalistleri, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’taki işbirlikçileridir. Yani Kıbrıs sorunu, Kıbrıs halkı ile sözü edilen emperyalist güçlerin oluşturduğu emperyalist kamp arasındadır. Kıbrıs halkı bu emperyalist güçler ile hesaplaşmadıkça, emperyalist güçleri ve onların yerli işbirlikçilerini adadan kovup Kıbrıs’ı emperyalist sistemden koparmadıkça, Kıbrıs sorunu sürdürülecektir. Bu emperyalist güçlerin, adayı ve halkı yeniden birleştirmek diye bir sorunları yoktur. Bölgede sürdürülmekte olan emperyalistler arası hegemonya kavgası, adanın bölünmüş ve paylaşılmış olmasını gerektirir. Bu noktada, Kıbrıs sorununa, emperyalistler arası paylaşım kavgasından dolayı da ayrı bir boyut eklenmektedir. Bugüne kadar sürdürülmekte olan çözüm çabaları da, işte bu boyut içerisinde sınırlanmıştır. Ancak bu emperyalist güçler arasında barışçıl bir paylaşım ve uzlaşma (Annan planında olduğu gibi) olası görülmemektedir –en azından şimdilik. Dolayısıyla da çözüm çabalarını emperyalist çözüm zemininden çıkarıp, anti-emperyalist çözüm zeminine kaydırmaktan başka bir çıkar yol görülmemektedir. Anti-emperyalist bir mücadelenin aracı olarak da, Anti-emperyalist Birleşik Cephe oluşumu tarihsel gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Parti, kurulmasıyla birlikte, siyasi görev olarak önüne AEBC’nin kurulmasını koydu.
KSP kurulduğu zaman, kendini, BM tarafından sunulan Annan planı ile Kıbrıs sorununa BM çerçevesinde bir çözüm bulma sürecinin içerisinde buldu. Parti kendini, kuzeyde T.C.’ye karşı yükselmekte olan anti-işgal kitle hareketlerinin içerisinde buldu. Kıbrıs Türk toplumu, barış ve çözümden yana halk kitleleri ile işgal rejiminden yana işbirlikçi kesimler ve güçler olarak ikiye bölündü. Barış ve çözümden yana güçlerin örgütsel önderliğini Bu Memleket Bizim Platformu (BMBP) yapmaktaydı. BMBP, aralarında siyasi partilerin de bulunduğu 41 örgütün oluşturduğu bir ittifaktır. Bu ittifakın hedefimiz olan bir AEBC’nin çekirdeğini oluşturabileceği anlayışı ile bu platform içerisinde çalışma yürütüldü. Bu süreç içerisinde yer alan 14 Aralık 2003 seçimlerinde,  halkın beklentileri doğrultusunda ve bizim hedeflerimize uygun bir tavır olarak benimsediğimiz, tüm barış ve çözüm güçlerinin tek bir cephede, barış cephesinde seçimlere girmesi ve bu seçimleri bir referanduma dönüştürmesi anlayışı ile hareket ettik. Bu amaçla da BMBP’nun siyasallaşması ve kurumsallaşmasını önerdik. Ancak, CTP’nin bunları reddetmesi üzerine, tüm barış yanlılarının bir cephede toplanması mümkün olmadı. KSP, bunun üzerine, TKP (Toplumcu Kurtuluş Partisi), BKP (Birleşik Kıbrıs Partisi) ve bir kısım sendika ve sivil toplum örgütleri ile birlikte Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH) Sivil İnisiyatifini kurdu. BDH içerisinde, BMBP’nda gerçekleştirilemeyen siyasi bir cephenin çekirdeğini oluşturmak için çaba harcadık. Ancak sonuçta, işçi sınıfının ve onun öncü partisinin önderliğinde ve merkezinde olmadığı bir ittifak veya cephe örgütünün AEBC’ye dönüşemeyeceği gerçeğini yaşayarak gördük. Yine bu süreçte, Kıbrıs somutunda, sadece kuzeye veya sadece güneye özgü, bütün ülkenin bütünlüğünü içermeyen bir siyasi mücadelenin, hedeflediğimiz türde bir AEBC’nin kurulmasına hizmet etmediğini de gördük. Böyle bir cephenin başarısında, sadece tüm Kıbrıs’ın değil, aynı zamanda, en azından Türkiye, Yunanistan ve Britanya işçi sınıfı ve halkının desteği de kaçınılmaz derecede önemlidir.
Kısaca, KSP kurulduğu tarihten 1. Olağan Kongre’ye kadar geçen süreçte, önümüze koyduğumuz AEBC siyasetini örgütsel açıdan kalıcı bir zemine henüz oturtamadık. Ancak bu siyasetin doğruluğu ve vazgeçilemez olduğu, gerek Kıbrıs sorununun içine sürüklendiği çıkmaz, gerekse emperyalist güçlerin Ortadoğu’da ve dünyada uyguladıkları barbarca saldırı siyaseti ile her geçen gün kanıtlanmaktadır. KSP, bu siyaset doğrultusundaki çalışmaları ile, Kıbrıs halkı arasında sesini duyurmakta ve siyasi yelpazede yerini almakta başarılı olmuştur.

– Kongre’ye sunulan faaliyet raporunuzun girişinde “Annan planının sunulması ile halkımız arasında Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunacağı ümidi yeşermişti” deniliyor ve bu süreçte plana destek vermenizin bir kitle kuyrukçuluğu anlamına gelmediği, planı desteklerken aslında bu planın bir emperyalist bir plan olduğunun ortaya konduğu hatırlatılarak, şu vurguya yer veriliyor: “Annan planını bir barış planı olarak değil, birleşik ortak vatanın, birleşik halkın yeniden yaratılması yolunda bir hareket noktası olarak değerlendirdi.” Yaşadığınız bu süreci gerek KSP, gerekse Kıbrıs’ta çözüm yanlısı miting ve etkinliklerin içerisinde yer alan diğer güçler bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Kıbrıs sorununa çözüm modeli olarak iki temel model vardır. Birincisi, var olan emperyalist sistem içerisinde ve Kıbrıs’ta var olan de facto şartların dayatması çerçevesinde olan burjuva-emperyalist çözümdür. Bu da, BM çatısı altında, 1977-1979 doruk anlaşmalarına dayalı “iki toplumlu iki bölgeli AB üyesi federal Kıbrıs” çözümüdür. Bu çözüm modeli, bölgede hegemonya amacı güden Anglo-Amerikan emperyalistleri, AB emperyalistleri ve periferik emperyalist güçler olarak Türkiye ve Yunanistan ile tüm bunların adadaki işbirlikçileri burjuvalar arasında bir uzlaşmayı gerektirmektedir. Kıbrıs halkı, bir özne olarak, bu çözüm modelinde yer almamaktadır. Dolayısıyla da herhangi bir çözüm, kaçınılmaz olarak bu emperyalist güçlerin çıkarlarını korumak zorunda olacak –ki Annan planı, İngiliz üslerini, TC ve Yunan askeri varlıklarını adada korumakla, buna en iyi örnektir– ve sonuçta kalıcı bir barış değil, potansiyel çatışmaları içinde barındıracaktır. Böyle bir çözüm, bugün işgalin yaratmış olduğu de facto durumun de jure hale gelmesini sağlayacaktır. Ancak buna rağmen, varılan nokta göstermektedir ki, bir BM planının uygulanmasında dahi halkın desteği gerekmektedir.
30 yıldan beridir, Kıbrıs’ta  çözüm yanlısı parti ve kesimler, BM odaklı çözüm tezini savunmuşlardır. Ancak bugüne dek bu tezin gerçekleşmesi için inisiyatif ortaya koymamışlar, bu inisiyatifi tamamen, Kıbrıs’ta çıkarı olan, Kıbrıs sorununu yaratan, adayı bölen emperyalist güçlerden beklemişlerdir, beklemektedirler. Bu konuda KSP ile aralarındaki en temel fark budur.
İkinci çözüm modeli ise, Marksist-Leninist temelde çözüm modelidir, ki bu da, ilk aşamada, Kıbrıs’ın tümden emperyalist sistemden kopuşu ve anti-emperyalist, birleşik, bağımsız demokratik bir Kıbrıs’ın kurulmasını öngörmektedir. Kalıcı barışın temeli de buradadır. Bu modelde temel özne, işçi sınıfının önderliğindeki Kıbrıs halkıdır. Bu model KSP tarafından savunulmaktadır ve KSP’nin tüm diğer çözüm yanlısı partilerle arasındaki fark buradadır.
Kıbrıslı Türk halk, ilk kez 18 Temmuz 2000 tarihinde kitlesel olarak meydanlara çıkıp TC işgaline karşı anti-işgal bir duruş sergilemiştir. Çözüm ve barış talep etmiştir. Kendiliğinden seyreden bu gelişme, o gün bağlamında (hatta bugün de) çözüm yanlısı CTP, TKP, YKP gibi partileri aşmıştır. Çözüm talebiyle yapılan 26 Aralık 2002 tarihindeki mitingde, alanda halkın kabul ettiği deklârasyon ile, Kıbrıslı Türk halk, Denktaş ve işgal rejimini reddetmiş ve çözüm inisiyatifinde özne olma iradesini ortaya koymuştur.  KSP’nin bu gelişmeye karşı duyarsız kalması mümkün değildi. Zaten bu eylemlerin örgütlenmesinde de BMBP merkezinde yer almaktaydı. Kitlelerin beklentilerine yanıt verecek bir siyasal çizgi ortaya koydu. Söz konusu deklârasyonun hazırlanmasında görev aldı.
26 Aralık Deklârasyon’u olarak adlandırılan ve kitlenin oyuna sunulan deklârasyon aynen söyle idi:
“Bizler kıbrıs türk toplumunun çok büyük bir çoğunluğu olarak tüm dünya kamuoyuna şunları açıklamak isteriz:
1.    Kıbrıs kalıcı, güvenli ve sürekli bir barışa ulaşana kadar mücadele etmeye devam edeceğiz.
2.    BM genel sekreteri Sn. Kofi Annan’ın sunduğu plan Kıbrıslı Türklerin çıkarına olduğu kadar, tüm siyasi tarafların kabul edebileceği bir içeriğe sahiptir. Annan planı hemen kabul edilmelidir.
3.    Denktaş, Kopenhag zirvesinde, gerek Türkiye’nin gerekse Kıbrıslı Türklerin haklarını zarara uğratmıştır, büyük bir fırsat kaçırılmıştır, hemen istifa etmelidir.
4.    Denktaş’ın Kıbrıslı Türkleri temsil etmediğini, temsiliyetini kabul etmediğimizi tüm dünyaya duyururuz.
5.    Kıbrıslı Türklerin uluslararası alanda ve görüşmelerde temsiliyetini sağlamak üzere, barış taraftarlarının acil önlemler almasını ve gerekli boşluğu hemen doldurmasını duyururuz.
6.    Barış taraftarı tüm siyasi parti ve örgütleri, barışa kadar ortak eylem yapmaya, birlikte davranmaya, dayanışmayı geliştirmeye ve barışa kadar azimle, birlikte mücadele etmeye davet ederiz.
Çözüm, barış ve Avrupa Birliği üyeliğini kabul ettiğimizi duyururuz.”
Halk Annan planı temelinde bir çözümü desteklemektedir. Çözüm yanlısı partiler de bu planı desteklemektedirler. Bu planın temelinde bir çözüm olsa da bunun ne anlama geldiği, az önce belirtildi. Halk, Annan planını, anti-işgal talepleri doğrultusunda destekledi. Bize göre bu yetersizdir. Ancak biz, var olan işgal durumuna karşılık, bu plan temelinde bir çözümün, amaçlarımız doğrultusunda bir takım kazanımlar getireceğini  tespit ettik. En önemlisi, hiç kuşkusuz işgal ortadan kalkacak, halkın ortak hareketi ve örgütlenmesi sağlanabilecekti. İşgalin özellikle Kıbrıslı Türk halk üzerinde yarattığı her tür (ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal vs.) yıkım ve yozlaşma; göç ile toplumsal erime bir dereceye kadar önlenmiş olacaktı. Kıbrıslı Türk ve Rum halkın hiçbir fiziki veya ruhsal bariyer olmadan birlikte örgütlenebilme ve ortak hedefler için birlikte ortak mücadele yürütme olanağı sağlanmış olacaktı. Hayatın her alanında iç içe geçmiş bir yaşam tarzı, ortak ve tüm Kıbrıs çapında, tüm Kıbrıs için mücadele ortamını hazırlayabilecekti. Siyasi anlamda ise, Annan planının halkın tam da arzu ettiği bir çözümü getirmediğini, gerçek barışın, ancak kendi ellerinde olduğunu yaşayarak görebilmeleri açısından önemliydi. Biz, referandum sürecinde bunları halka açıkladık. Annan planının gerçek emperyalist yüzünü açıkladık. Planın imzalanmasıyla barışın gelmeyeceğini, önümüzde daha çok sıkıntıların olacağını vurguladık. Diğer çözüm yanlısı partilerle aramızdaki temel  farklardan biri de buydu. Her ne kadar bugün gelinen aşamada, emperyalist güçlerin kendi aralarında uzlaşıp soruna bir çözüm –barışçı bir çözüm– getirme iradelerinin olmadığı halk kitleleri tarafından görülmüşse de, barış yanlısı partiler, halâ daha, halka Annan planı temelinde bir çözümün sahte umutlarını pompalamaya devam etmektedirler. Bu partiler, geçtiğimiz hafta gerçek yüzlerini gösterdiler. Türkiye’nin bir işareti ile, çözüm yanlısı olarak bilinen ve Meclis’te temsil edilen CTP, BDH, TKP, BKP, statükocu diye bilinen diğer partilerle birlikte, oybirliği ile, Meclis’te, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımaması gerektiği kararını aldılar. Bir çırpıda TC’nin Kıbrıs’taki işgalini ve TC’nin Kıbrıs’ta işlediği suçları akladılar. TC’nin Kıbrıs’ı, kendinin AB süreci içerisinde daha yıllarca rehine olarak tutma politikasını akladılar. KSP ise, şu anda, emperyalist çözüm planlarını teşhir etmeye devam ederken, böyle bir planın dahi uygulanabilmesi için, tüm Kıbrıs halkının örgütlü bir biçimde planın bir öznesi olması gerekliliğini vurgulamaktadır. Ancak bunun ötesinde, halka daha önce de altını çizdiğimiz, emperyalist çözüm planlarına tek alternatif çözüm modeli olan anti-emperyalist çözüm modelini, ve buna bağlı olarak AEBC siyasetini anlatmaya çalışmaktadır. Her attığı siyasi ve örgütsel adımı bu siyasetini pekiştirmeye doğru atmaktadır.

– Faaliyet raporunuzda Kıbrıs sorunundaki temel tezlerinizi sıralarken, “Partimiz için anti-emperyalist birleşik cephe hükümeti sloganı, günün sloganı ve Kıbrıs’ın kurtuluşunun tek yoludur.” diyorsunuz. Bu sloganın temel gerekçelerini ve onu diğer çözüm önerilerinden ayıran farkları anlatır mısınız?
– İlk iki soruya verilen yanıtlarla bu konuya sanırım değinildi. Özetleyecek olursak, Kıbrıs sorununda iki temel çözüm modeli vardır. Birincisi, sorunu yaratan emperyalist güçlerin kendi sistemleri içerisinde ve çıkarları doğrultusunda, kendi aralarındaki dengeleri gözeten ve bu nedenle aralarında bir uzlaşmayı hedefleyen, BM çatısı altında iki toplumlu, iki bölgeli federal bir Kıbrıs çözümüdür. Bu çözüm, burjuva-emperyalist bir çözümdür. İkincisi ise, emperyalist sistemden kopuşu şart koşan, anti-emperyalist birleşik demokratik Kıbrıs modelini içeren Marksist-Leninist çözümdür. Uluslar ve halklar arasındaki haksız savaşların ve çatışmaların emperyalist sistemden kaynaklandığını, emperyalizm yıkılmadan barışın sağlanamayacağını ortaya koyan M-L önermeden kaynaklanan bir çözümdür.
BM çerçevesinde çözüm çabaları, 1968 yılından beri sürdürülmektedir. Geçen süre içerisinde, Kıbrıs halkı, 1974’te faşist darbeyi, arkasından gelen işgali, savaşı ve bu savaşın getirdiği korkunç yıkımı yaşamıştır. Yani Kıbrıs sorununa çözüm süreci, gerek barışçıl gerekse silahlı diplomasi ile 40 yıldan beridir sürdürülmesine rağmen, sonuçlanamamıştır. Sonuçta, bu 40 yılın çözüm girişimlerinin bir birikimi olarak, Annan Planı ortaya çıkmıştır. Bu plan açıkça, sorunun baş aktörleri olan ABD, İngiliz, Türk ve Yunan emperyalistleri ve bunlara ek olarak AB emperyalistleri ile yerli işbirlikçileri burjuvazinin çıkarlarını koruyan, bu emperyalist güçler arasında denge arayan bir plandır. Yani, emperyalizmin sunduğu gibi çatışmış, savaşmış olan iki toplum arasında bir barış veya uzlaşı planı değildir. Bu kadar çok tarafı olan bir sorunu burjuva-emperyalist çerçevede çözmek kolay değildir ve sonuçta çözüm gerçekleşmemiştir. Ancak unutulmaması gerekir ki, bulunması olası bir çözüm, emperyalistler arası bir dengeye oturacağına göre, yeni bir denge arayışı veya dengenin bir şekilde bozulması yeni savaşları getirecektir.
M-L temelde çözümü ele aldığımız zaman, Kıbrıs’ta, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk burjuvalarının kendi aralarındaki kavga ve çatışmanın, Kıbrıs sorunun belirleyici yanını oluşturmadığı ortaya çıkmaktadır. Kıbrıs sorunu ulusal bir sorundur, ve her ulusal sorun gibi, ezilen, işgal altındaki halk ile ezen sömürgeci emperyalistler arasında bir mücadele ve kurtuluş sorunudur. Kıbrıs sorununun da temel çelişkisi, Kıbrıs halkı ile az önce sözü edilen ve adayı askeri, siyasi ve ekonomik işgali altında tutan iç ve dış emperyalist koalisyon arasındaki çelişkidir. Emperyalist güçler, hegemonya için kendi aralarında dalaşsalar da, birleşik bir Kıbrıs halkının karşısına bir ittifak olarak çıkmaktadırlar. Annan planında, özellikle, İngiliz üslerine Türkiye ve Yunanistan’ın garanti olması ve Kıbrıs halkının bu üslere karşı herhangi bir girişiminin suç sayılması, bu politikanın açık göstergesidir.
Yaşadığımız bu çağda, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, emperyalizmi yıkacak tek güç proletaryadır. Sosyalizmi kurmak için emperyalizmi yıkmak zorundadır. Ancak Kıbrıs proletaryasının bugün karşı karşıya bulunduğu bu emperyalist koalisyona/ittifaka karşı, tek başına vereceği bir savaşım ile başarılı olması olası değildir. O zaman oturup, başarının yakalanabileceği şartların oluşmasını mı bekleyeceğiz? Elbette ki hayır! Kıbrıs işçi sınıfı da, emperyalizme karşı kurtuluş savaşında, kendine destek olacak, bu savaşa katılabilecek kendi sınıf dostlarını ve müttefiklerini belirlemelidir. Karşısında duran emperyalist cepheye karşı kendi anti-emperyalist cephesini kurmalıdır. Bu cephe, sadece Kıbrıs’taki anti-emperyalist sınıf ve kesimleri değil, aynı zamanda, Kıbrıs’la doğrudan bağlantılı olan emperyalist güçler olarak, Türkiye, Yunanistan ve Britanya işçi sınıflarını da içermelidir. Anti-emperyalist mücadelenin başarısı için kullanılacak en önemli araç olan AEBC Hükümeti, işçi sınıfının, sosyalizm yolunda anti-emperyalist mücadelenin başarısı için, sınıfsal müttefiklerine verdiği tavizler anlamına gelmektedir ve bir geçiş aşamasıdır. KSP’nin parti programında Kıbrıs’ta AEBCH’nin Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik programı açıklanmaktadır. Bu program, sadece Kıbrıslı Türk halkın veya sadece Kıbrıslı Rum halkın çıkarlarını değil, tüm Kıbrıs halkının ortak çıkarlarını, demokrasi, kurtuluş ve özgürlük taleplerini esas almaktadır. Yine bu program, Kıbrıs’ta var olan tüm emperyalist çıkarları sona erdirmekte ve emperyalist ilişkileri koparmaktadır. Emperyalizmin ada üzerinde varlığının temeli olan işbirlikçi burjuvazinin sınıfsal egemenliği ve iktidarı sona erdirilmektedir. Yani Kıbrıs sorununun temel çelişkisi ortadan kaldırılmaktadır.

– Sadece Kuzey’de değil, Güney’de örgütlenmenin de çözüm açısından bir zorunluluk olduğuna dikkat çeken KSP, bu konudaki hedeflerinin pratik olarak neresinde? Güney’deki ve Kuzey’deki örgütlenmeniz bakımından bunu değerlendirir misiniz?
– Kıbrıs’ta burjuva-emperyalist bir çözümün elde edilmesi için ve de sınırların kapalı olduğu dönemde, KSP, kuzeyde barış yanlısı sol partilerin ve sivil toplum örgütlerinin birleşmesine konsantre oldu. Bu çalışma sürecinde her türlü olumsuzluklara rağmen yılmadan çaba gösterdi ve sivil toplum örgütlerinin bu birliğini oluşturdu. Yukarıda değindiğimiz gibi, 26 Aralık Deklârasyonu’nun kitleler tarafından onaylanmasını sağladı. 24 Nisan 2003 tarihinde sınırların kısmi olarak açılması ile, güneydeki ilerici demokrat kişi ve örgütlerle hızla bağ oluşturmaya girişti. Bu girişimler sırasında karşılaştığımız en büyük zorluk, daha önceden güneyle bağlarımızın çok kısıtlı olmasından kaynaklanan bağlardı. Buna rağmen Kıbrıslı Rum demokratlarla ortak hareket etme yönünde ne gibi adımlar atılması gerektiği konusunda yoğun çabalar harcadık. Kısmi de olsa bazı adımlar attık. Ancak gerçekten kitle örgütü olan sendikalar ve AKEL ile arzu edilen bağları kurmada hâlâ daha zorluklar yaşadığımız açık bir gerçek. Barış mücadelesinin güneyde de yayılması için, bağlantıda olduğumuz ve şu veya bu sol, ilerici ve demokrat örgüt üyesi olan kişilerle bağlarımızı ilerletmemize karşın, bu kişilerin örgütlerine bağımlılığından dolayı, fazla yol kat etmedik. Gençlik örgütümüz, güneyde barış yanlısı Kıbrıslı Rum gençlik örgütleri ile iyi bağlar kurmasına karşın, bu gençlik örgütlerinin bağlı oldukları siyasi partilerden farklı yol izlemeyeceklerine her zaman şahit olduk. Güneyde birçok olanaklar olmasına karşın, siyasi çalışmalarda fazla yol alamadık. Özellikle de Partimize sempati duyan Kıbrıslı Rum sayısının nicel azlığı ve rejimin onlara karşı davranışları, güneydeki çalışma olanaklarımızı sınırlıyor. Tüm bunlara rağmen olanakları zorlamaya devam ediyoruz.

– KSP örgütlendiği kesimler açısından nereye oturuyor. İşçiler, kamu emekçileri, gençlik vb. açısından örgütlenme hedefleriniz ve içinde bulunduğunuz pratik durum ve çalışmalarınız konusunda bilgi verir misiniz?
– Kuzeyde kamu emekçileri çoğunlukla şu veya bu sendikaya üyedirler. Zaten çalışmalarımızın büyük kısmını bu sendikalardaki arkadaşlarla istişare içinde yürütüyoruz. Bilindiği gibi, kamu emekçileri herhangi bir siyasi partiye üye olamadıklarından, Partimiz bu emekçiler arasında, Kıbrıs Sorunu siyaseti temelinde etkin olma çalışması yürüttü. Partimizin siyasetinin doğruluğunu gören kitlelerin, ne kadar partimize sempati duysalar da, iki yaşında olan ve henüz kitle partisi olmayan partimize açıktan destek vermekten çekindikleri açık bir gerçek. Partimizin kurulduğu iki yıllık süre içinde, Kıbrıs sorunu ile yatıp kalkan kitlelerin herhangi başka bir reform hareketine duyarlı olması beklenemezdi, olamazlardı da… Ancak TC emperyalistlerinin 17 Aralık 2004’te AB için tarih almaları ve Kıbrıs’ı da AB üyeliği süreci sırasında da kullanacakları açık olarak görüldüğü bu günlerde, Partimiz, Kıbrıs sorunu haricinde kitlelerin ekonomik, sosyal ve siyasi reform taleplerini öne çıkararak, “barış yanlısı” partilerin tribünlere oynama siyaseti yerine, emekçilerin haklarına gelmekte olan saldırılara karşı bazı çalışmalar başlattı.
Unutulmamalı ki, KSP henüz daha 2 yıllık bir parti. Kitleselleşme çalışmalarında iki çalışmayı beraber yürüttüğümüzden, bir yandan sağlam ve istikrarlı kadroları yaratmak için çalışmalar yürütürken, diğer yandan da kitle partisi olmak için tüm olanaklarımızı seferber ettik. Özellikle de kitleselleşme çalışmalarının bir parçası olan “barış hareketi” haricinde başka reform çalışmasını bugüne kadar henüz başlatmadık. Zaten bu dönemde, Kıbrıslı kitleler de, bunun dışında başka taleplere fazla duyarlı değillerdi. İşçilerin sendikalaşması için atılımlar yapmamıza karşın, bu konuya hakkı ile eğildiğimiz söylenemez. Ancak önümüzdeki dönemde bu çalışmalara yoğunlaşmamız gerektiği, Merkez Komitesi’nin Faaliyet Raporu’nda açıkça ortaya konmuştur. Özellikle de rejimin işsizlik sorununa karşı gençler arasında göçe zorlama metodunu kullanacağını gözlemlediğimiz ve ucuz işgücü için de TC’den bir dizi insanın kuzeye akın ettiği son dönemde, burjuvazinin, özellikle de rejime koltuk değnekleri olmuş siyasi partilerden farklı olarak, gerek işsizleri gerekse TC’den gelen göçmen işçileri sendikalarda örgütleme çalışmalarına kadrolarımızın durumunu ve nicel gücümüzü dikkate alarak başladık. Bu çalışmaların bir güç sorunu ve olanaklara bağlı olduğunun çok iyi bilincinde hareket ederek, mevcut tüm demokratik olanakları sonuna kadar kullanacağız.

– Kıbrıs’taki bütün siyasi güçler açısından programatik hedefler Kıbrıs sorunu etrafında tanımlanıyor. Ancak bu tanım yapılırken, birçok siyasi güç açısından işçi ve emekçilerin içinde bulunduğu ekonomik durum, emekçilerin talepleri neredeyse gözükmeyecek kadar gerilerde kalabiliyor. KSP’nin ülkede uygulanan ekonomik politikalar ve emekçilerin bu konudaki talepleri açısından hedefleri nelerdir? Yani “özgürlük” sorunun yanında iş ve ekmek sorununa nasıl bakıyorsunuz?
– Son dört yıldır Kıbrıslı Türkler için gündem Kıbrıs sorunu idi. Dolayısı ile tüm ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların çözümü, Kıbrıs’taki burjuva-emperyalist bir anlaşmaya bağlanmıştı. Partimiz, Kıbrıs’ta burjuva-emperyalist bir anlaşmanın, kitlelere gerek ekonomik, gerek sosyal, gerekse de siyasi fazladan bir kazanım getirmeyeceğini; emperyalist-burjuvazinin, azami kâr hırsı nedeniyle, olası bir burjuva-emperyalist anlaşmadan sonra da, bir dizi bahaneler öne sürerek, onların taleplerine kulak tıkayacağını açık bir şekilde kitlelere anlattı. Ancak bu konu ile ilgili yapılan çalışmalar, kitlelerin mevcut barış talepleri ile el ele gitmek zorundaydı. Aksi takdirde, kendimizi, “barışın karşısında bir parti” konumuna getirmiş olurduk. Sınırların kapalı olduğu dönemde, Pile köyü üzerinde az miktarda işçi güneye gidip çalışıyordu. Sınırların kısmi olarak açılması, güneye giden işçi sayısında çok büyük artışa yol açtı. Bu durum, kuzeyde işsizlik sorununu kısmi olarak çözse de, kalıcı bir çözüm getirmemiştir. Özellikle de lise ve üniversite mezunların işsizlik sorunu, ciddi bir şekilde ele alınmayı beklemektedir. Kapitalizmin işsizlik sorununu çözemeyeceğini hepimiz biliyoruz. Ancak işsizleri örgütleyerek, onların hareketini, çalışan emekçilerin talepleri ile birleştirmek gerekiyor. Bu konuda partimiz bazı çalışmalar başlatmış olmasına karşın, faaliyetleri çok sınırlıdır. Sendikaları bu konulara kazanmak için bazı girişimler yapıldıysa da, bazı sendika liderlerinin konumlarından dolayı, fazla yol alamadık. Bu durum her sendika için geçerli değildir elbette… Bu konulara duyarlı olan sendikalar da vardır. Önemli olan, bu duyarlı sendikalar ile koordineli biçimde, el ele çalışmaya koyulabilmek. Buna, bu alanlardaki tecrübesizliğimiz de eklenince, verimsiz bir görünüm ortaya çıkıyor. Partimiz, bu alanlarda tecrübeleri olan, sosyalizme sempati duyan sendikacılarımızın yardım elini hiçbir zaman geri çevirmemiştir, çevirmeyecektir, hatta onları kucaklıyor ve kucaklamaya devam edecektir de… Amacımız işçi sınıfını örgütlemek ve ona doğru siyasi bilinç götürerek siyasi iktidara yürümesini sağlamak olduğu sürece, bu konuda mevcut siyasi farklılıklar, sendikacı arkadaşlarla çalışmamıza engel olamaz. Bu konularda çok az da olsa sekter davranmak, sadece işçi sınıfına zarar verir ve sömürünün ömrünü uzatır.  

– Kuzey Kıbrıs’ta tartışılan gündemlerden birisi de “erken seçim”. Bunun resmen ilan edilen bir gündem olması durumunda, KSP nasıl bir strateji izlemeyi düşünüyor? Ya da, bu seçenek gündeme gelmese bile, Kıbrıs sorunu ile ilgili çözüm platformlarındaki ittifakları bakımından 1. Kongrenizle birlikte benimsediğiniz taktik ve stratejiler hakkında bilgi verir misiniz?
– Burjuva-emperyalist barış sürecinde KSP, Barış ve Demokrasi Hareketi içinde yer alarak, 14 Aralık 2003 seçimlerini Kıbrıs’ta bir anlaşma için referanduma dönüştürmede önemli bir rol aldı. Özellikle de Nisan 2003’te Lahey zirvesinin fiyasko ile sonuçlanmasından sonra, kitlelerin hayal kırıklıklarını dikkate alan Partimiz, diğer burjuva-emperyalist barış yanlısı partilerin aksine, kitlelere çağrıda bulunarak, Aralık 2003 seçimlerini referanduma dönüştürme çağrısı yaptı. “Barış yanlısı” siyasi partileri ve sivil toplum örgütlerini ziyaret ederek, tek bir liste ile seçimlere girmek için onları ikna etmeye girişti. CTP seçimlere ayrı girmeyi açıklamasına karşın, geriye kalan siyasi parti, birey ve sivil toplum örgütleri ile Barış ve Demokrasi Hareketi’nin kurulmasına ön ayak oldu. Bu örgütün seçimlerden başarılı çıkması için tüm kadrolarını seferber etti. Kitlelere küçük çıkar peşinde olmadığını, onların desteği ve eylemliliği sayesinde ancak bir burjuva-emperyalist barışın sağlanabileceğini anlattı. Bu taktik, perspektifi ile kitlelerin radikalleşmesine katkıda bulundu. Böyle bir çalışma yürütülmüş olmasaydı, 24 Nisan referandumu bile yapılmamış olacaktı. Bu bir gerçek…
Ancak, kuzeydeki milletvekillerinin 17 Aralık 2004 öncesi Meclis’te oybirliği ile aldıkları ve TC emperyalistlerine angaje oldukları karar, önümüzdeki seçimlere ittifak çerçevesinde girme konusunda ciddi soru işaretlerini gündeme getirdi. Seçimler konusunda ittifak görüşmelerinin başlamadığı bugünlerde, bu konuda fazla bir şey söylemek doğru olmaz. Partimiz, olası bir ittifakta bizim siyasetimizi veya örgütlenmemizi seçim sırasında yayma olanağını şöyle veya böyle sınırlayacak bir ittifaka girmeye pek o kadar ılımlı da bakmamaktadır.
Partimiz için seçimler, diğer partilerin aksine, bir amaç değil bir araçtır. Seçim dönemi, devrimci durumun olmadığı şartlarda, kitlelerin siyasi sorunlara en duyarlı olduğu ve sorunları ciddi bir şekilde tartıştığı bir dönemdir. İşçilere ve emekçi kesimlere, bu dönemde, kendi bağımsız örgütlenmelerinin gereğini anlatmak ve kavratmak, her Marksist-Leninistin görevidir. Mevcut siyasi partilerin tutarsızlıklarını anlatmak ve onların peşinden gidilmesi halinde sonucun hüsran olacağı mutlaka anlatılmalıdır.
Dolayısı ile, Birinci Parti Kongremiz, seçimlere yönelik olarak, yeni Merkez Komitesi’nin şu veya bu şekilde elini bağlamadan, ancak geçmiş MK’nin aldığı yaklaşımlar çerçevesinde işçi sınıfının çıkarlarını ve olası gelişmeleri de dikkate alarak, çalışmalara yön vermiştir. Böyle olması da çok iyi olmuştur. Nitekim kuzeyde Meclis’te milletvekili bulunan “barış yanlısı” partilerin oybirliği ile 17 Aralık 2004 arifesinde aldıkları TC’nin KC’yi tanımaması kararını, Partimiz, barış ve özgürlük için meydanlara dökülen kitlelere bir ihanet olarak değerlendirmiş ve onları aldıkları bu karardan geri dönmeye çağırmıştır.

– KSP, uluslararası ittifakları bakımından hangi noktalara öncelik tanıyor?
– Dünya Komünist Hareketi’nin birçok sorunları var. Sosyalizmin yenildiği ve geçmişle tam anlamı ile hesaplaşmanın bazı kesimlerce henüz gerçekleşmediği bir ortamda, Enternasyonal bir birliğin oluşturulmasının anlamsız olduğuna inanan Partimiz, emperyalizme karşı gerçek anlamda mücadele verenlere daima destek vermiştir.
Gerek sosyalistlerin geçmişleri ile hesaplaşması gerekse de ortak düşman olan dünya emperyalizmine karşı mücadelemiz dikkate alındığında, Partimiz, uluslararası ittifaklar sorununa, Kıbrıs’taki Anti-Emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti’nin (AEBCH) sağlanması temelinde yaklaşmaktadır.
Kıbrıs küçücük bir ülkedir. Nüfusu bir milyonun altındadır. Kıbrıs’ta çıkarları olan bir dizi emperyalist ülke vardır. Kıbrıslılar, milli sorunun ne olduğunu, her gün yaşayarak biliyorlar. Bu dikkate alındığında, Kıbrıs işçileri, enternasyonalizmin önemini çok iyi kavramalıdır. Biz enternasyonalizmin önemini çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla da, özellikle Kıbrıs’ta çıkarları olan ülkelerdeki –Türkiye, Yunanistan ve Britanya– ilerici ve devrimcilerin, Kıbrıs’ın, emperyalist zincirden koparılması bağlamında, bu ülkelerdeki devrimlere yapacağı müthiş katkıyı dikkate almalarını bekliyoruz. Ezen ulusun devrimcileri ve işçileri olarak, Kıbrıs’ta AEBCH siyasetimizi hem desteklemeleri hem de çeşitli şekillerde katkı yapmaları çağrısında bulunuyoruz. Dünya görüşümüzde farklı bakış açılarımız olabilir. Bu gayet doğaldır. Böyle bir durum olmasaydı, bugün bu durumda olmayacaktık. Yine de Partimiz, AEBCH’nin, ancak bu ülkelerin devrimcileri ve işçi sınıfının aktif desteği ile gerçekleşebileceğinin çok iyi bilincindedir. Bu yönde birçok çalışmalar yapıldığı halde, son dönemde bu çalışmalarımıza gerektiği kadar eğilemediğimizi itiraf etmemiz gerekir. Özellikle de son iki yılda yaşanan kitle eylemliliğimize ağırlık vermemizin, bizim bu yöndeki çalışmalarımızı ihmal etmemize yol açtığı açık bir gerçek.
Önümüzdeki dönemde enternasyonal ilişkilerimizi tekrardan fazlasıyla canlandıracağımızdan kuşkunuz olmasın.

– 1. Kongre’de aldığınız kararlarla birlikte yakın dönemde nasıl bir çalışma içinde olacaksınız?
– Kıbrıs sorununun burjuva-emperyalist çerçevede çözülemeyeceği tezimiz yaşam tarafından kanıtlanmıştır. Kaldı ki, kitleler, artık bu sorunun aynı çerçevede tartışılmasından usanmışlardır. Kitleler arayış içerisindedirler. Ya bireysel kurtuluşa ya da mücadeleyi değişik boyuta götüreceklerinden emin olabilirsiniz.
Sınırların kısmi olarak açılması, Kıbrıslı Türklerin birçoğunun Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği ve pasaportu almasına olanak sağlamıştır. Nitekim 80 bin kişinin kimlik veya pasaport aldığı da burjuva basında çıkan haberler arasında… Statükonun bu durumu değerlendirerek, bir kısım Kıbrıslı Türkü, bireysel kurtuluş aldatmacası ile AB ülkelerine göçe teşvik edeceği ya da ettireceği açık bir gerçek… Rejimin işsizlik sorununu bu şekilde çözme metodu yeni değildir. 1970’lerin sonunda ve 1980’lerin başında bu metodu uygulamıştır. Sayın Rauf Denktaş’ın, göç eden Kıbrıslı Türkler konusunda söylediği, “Giden Türk gelen Türk” açıklamalarını Kıbrıs’ta yaşayanlar çok iyi bilmektedir. Dolayısı ile rejim bu metodu tekrar devreye koymaktan geri durmayacaktır. Bu sefer bu yöntemi, sağ partili hükümetle değil de, “sol” partili bir hükümetle koyması şaşırtıcı olmayacaktır. Kuzey’deki son on aylık hükümet bunu göstermektedir.
Dolayısı ile önümüzdeki yakın dönemde örgütlenme çalışmalarını, gerek işçilerin ekonomik talepleri, gerekse göç sorununa karşı yürütülecek reform çalışmaları ile birleştirmemiz gerekmektedir. Bu çalışma, bu konulardaki yeteneklerimizi geliştirmemiz ile bağıntılı gelişecektir. Kıbrıs sorunu haricinde fazla bir reform çalışması tecrübemiz olmadığı dikkate alınırsa, bu alanlarda tecrübesi olan arkadaşların tecrübelerinden öğrenmemiz gerektiğini biliyoruz. Bu çalışmada ne kadar yol kat edeceğimiz, bunların hayata geçirilmesinde rol oynayacak kadrolarımızın gelişmesine, bu kadroların gelişmesi için alacağımız desteklere bağlıdır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑