din ve milliyetçilik ‘kıskacında’ işyeri fabrika çalışması: “dine karşı savaş kumarı mı yoksa sınıfın örgütlenmesi ve eğitilmesi mi?”*

GİRİŞ
Yazımız; işçi sınıfının mücadelesi ile din faktörü (ve milliyetçilik) arasındaki ilişkiyi ya da bu ikisinin birbirilerini nasıl etkilediğini ve özellikle dinin iktidarlar eliyle emekçilerin mücadelesinin zayıflatılmasında nasıl kullanıldığını irdelemeye çalışacak. Sınıf bilinçli işçi ve sosyalist aydınların dönem dönem bu konuyla karşı karşıya geldiklerinde duraksadıkları, “ne oluyoruz, işçi sınıfı elden mi gidiyor, din karşısındaki tutumumuzu neden yüksek sesle yaymıyoruz?” vb. türünden “serzenişlerde” bulunduklarını biliyor/duyuyoruz.
Elbette sosyalistlerin bu durumda ve her zaman işçiler içindeki çalışmasında bu etkilerin nasıl gözüktüğünü anlaması ve çözüm için attıkları adımları yaşanmış bazı örnekler üzerinden anlaşılır kılmaya çalışması gereklidir/ihtiyaçtır.
Çünkü dinin ve kullanılmasının söz konusu olduğu her durumda hiç sektirmeden dine karşı savaş açılmadığında soyut, kendi başına ve kendine yeter kurmaca bir mücadele olarak uluorta yürütülmediğinde, dinselliğin ve dinsel uygulamaların küçümsendiği ya da önemsenmediği düşünülebilmektedir.
Oysa baştan söyleyelim ki, asıl olan, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesi, bu doğrultuda adımların atılmasıdır ve dine ve dinin sermaye ve gericiliğin hizmetinde kullanılmasına karşı mücadelenin, sınıf mücadelesinin ilerleyişini zorlaştırmaması, ama kolaylaştırmasıdır. Yaşanmış kimi yerel örnekler ve çıkarılabilecek genel sonuçlar elbette buna hizmet edecektir.

İŞÇİDEKİ GERİ EĞİLİMLER: MÜCADELE ÖRNEKLERİ VE ÖĞRETTİKLERİ
“Mü’min… Yaşama sevincini, huzur ve mutluluğunu sıcak aile yuvasında arayacak. Başıboşluğa kaymayacak. Karı-koca ve çocuk sevgisinin manevi birer rızık olduğunu bilecek. Annesi-babası, çocukları ve bütün hısım-akrabası ile koklaşacak. Bütün iman ehli ile tanışacak, hususen Allah’ın dostlarıyla ziyaretleşecek. Lüzumsuz münakaşaların, kısır çekişmelerin, gıybetin ve dedikodunun bulunduğu meclislerden hemen savuşacak.
“Bütün arkadaşları ve meslektaşları ile sarmaş-dolaş olacak, dostlarının ikazından kırılmayacak, hatalarını, kusurlarını söyleyenlere darılmayacak, dostunun acı tenkitlerinden alınmayacak, düşmanlarının yaldızlı laflarına inanmayacak, su uyur düşman uyumaz uyarısını aklından hiç çıkarmayacak.
“…dini ve milleti için çalışan herkesle elele, gönül gönüle birleşecek, bütünleşecek.”
Aktardığımız bu cümleler, normal koşullarda en azından bazı noktalarına “evet, doğru şeyler” diye yaklaşılabilecek; hatta dindar bir Müslüman tarafından da “hemen hepsinin altına imza atarım” denebilecek bir mahiyette yazılmış. Peki, koşullar ne kadar değişebilir de, bir “mü’min” bunlara karşı gelebilir?

****
Evet, alıntıladığımız paragraf bir broşürden. Bu broşür Olgun Müslüman’ın Özellikleri isimlidir ve yazarı prof. dr. Ahmet Coşkun’dur. İşçilerin mücadele eğiliminin ortaya çıktığı bir dönemde, yaklaşık 4 bin kişinin çalıştığı bir işletmede patron ve onun temsilcileri aracılığı ile dağıttırılmıştır.
Bahsi geçen işletme Kayseri’nin can alıcı sektörlerinden birinde faaliyet yürütmektedir. İşçiler mesailerini tam alamamaktadır, maaşlar düşük ya da orta düzeydedir, iş hastalıkları ve kazaları yoğunlaşmış durumdadır ve işçiler burunlarından solumaktadır.
İşçilerin bu işletme dâhil belli başlı fabrikalara, hükümet destekçiliğine soyunmuş cemaatin referansı ile girebildiği sır değil. Yine işçilerin söylediğine göre; bu işletmede örneğin tarikat, cemaat fraksiyonu sayısı 10 civarındadır. Bazı işçiler o dönemki kılık kıyafet genelgesine aykırı bir biçimde sakalları ve sembolik dini kıyafetleri ile çalışabilmektedir, bu işyerinde. Yapılmış mescitte aynı anda 2 bin kişi namaz kılabilmektedir (broşür bu namazlardan biri öncesi dağıtılmıştı). Anadolu Kaplanı patronların (bu ifade genelde KOBİ’lerin yoğunlaştığı iller için kullanılsa da kayseri örneği için de söylenmesinde sakınca yoktur) “yıldız kenti”, bu tür din referanslı ilişkiler ağı üzerinden sermayesini artırmakta ve iktidarla arasındaki ilişkiyi de böylelikle perçinlemektedir. (Toprakla bağ ve dolayısıyla feodal/geleneksel geri eğilimlerin azalmakla birlikte etkilerinin de var olduğunu ve bunun patronlar eliyle kullanıldığını da bilmeliyiz).
Din faktörünün kullanılması ile de güçlendirilen siyasal etki işçileri belli bir dönem idare etse de; işletmedeki aşırı üretim ve yaratılan değerden pay alınamaması tepkilerin birikmesini kaçınılmaz olarak sağlamaktaydı.
Tepkiler ortaya çıkmaya başladığında işin önünde yürüyen önder işçilerden ikisi “uzun sakallı ve şalvarlı”, önceden suya sabuna dokunmayan bir işçi ile dindar milliyetçi diğer bir işçiydi. Bu tepkilerin artmasına paralel yürüyen ve tepkilerin önünü almaya çalışan patron kendine yakın bir sendikanın da işletmede yetki almasının önünü açtı (sendikasızlıktan iyi olduğu işçiler tarafından da kabul edilmiştir). Bu sendikanın maaş bordrolarında gözükmesi gereken aidat kesinti bölümü 5-6 ay boyunca borç kesintisi adıyla yazılmış ve bu işçilerin dikkatini çeken ve bardağı taşıran son damla olmuştu.
İşçiler birçok kez sendikayı bastılar.. Cevaplar tatmin etmeyince iki vardiyada ikişer saat iş durdurma ve iş yavaşlatma örgütlediler… Ardından bir Cuma namazı öncesi bahsi geçen broşür dağıtıldı.
İşte alıntı yaptığımız bu broşür o anda işçilerin tepkisini çok çekti. İşçi; örneğin orada yazılanları okuyunca, alıntıdaki düşmanın kim olduğu (buradaki düşman büyük ihtimalle işçilere yol gösterip yardımcı olan günlük işçi basını ve sınıf partisidir), düşmanın yaldızlı laflarına kanılmayacağı sözleri üzerine düşünmüş ya da tartışmaların olduğu “meclislerden” hemen savuşun denilmesinin işçiye küfür olduğu düşüncesine varmıştır. Ve broşürün dağıtılmasının kendilerini frenlemeye yönelik olduğunu o an yaşayarak anlamıştır. Partiyle de tanışan bu dindar ve milliyetçi işçiler, öyle anlar olmuştur ki, kendi yazdıkları mektup ve haberleri yayınlayan günlük işçi basını ile sıkıntılarını aşmaları için yardımcı olan partinin kötülenmesine karşı gazeteyi işletmede dağıtarak ve partiye gelerek, partiyi anlatarak tarafını belirlemiştir o gün için. Kendi cemaatini de bu iş için çalıştırmış ve hatta gelişmeler yaşanırken ters düşülen cemaat üyelerinin bazıları da dışlanmıştır. Çünkü kendi tabirleriyle “sınıfına ihanet etmiştir”.
Bu güçlü çıkış, patronun işçileri yemekhaneye toplayıp, gazeteyi sokanları bulup işten atmakla tehdidi ve gazetenin tirajı az da olsa reklâmlarının kötü yapılmasına tahammül edemeyeceklerini söylemesiyle başka bir evreye girmiştir. Aslında gazetenin etkisi tiraj vb. denilerek küçümsense de, orada işçileri toplamasına vesile olacak kadar etkili olduğu, sohbet ettiğimiz işçilerin de gözünden kaçmamıştır.
Bu ve benzeri şeyler işçilerin kafasındaki ‘işveren’ figürünü doğal olarak paramparça etmiştir. Öyle ki; bu patronlar hayırseverdi, ‘hac vazifesini’ en ileriden yapandı, dindarları el üstünde tutup koruyan, işe alan insanlardı! Ama işçilerin büyük çoğunluğu yaşadığı somut örnekten hareketle patronun aslında bunları kullanarak servetine servet katmaktan başka amacının olmadığı kanaatine varmıştır. Olayların sıcağında bilinçlerinde değişim yaşanan işçilere öncesinde ve sadece propaganda düzeyinde: “Sizin patronunuz özel mülkiyetin kutsandığı Amerikan eksenli Protestan iş ahlakını düstur ediniyor” deseydik ya da yayınlanan röportajlarının birinde “rızkın % 90’ı ticaret ve cesarettir” (Hz. Muhammed’in sözüdür) dediğini anlatsaydık, acaba işçilerin, patronun kârından başka bir şey düşünmediğine ikna olması daha mı kolay olurdu? Tabii ki hayır!
Yaşadıklarının işçilere kazandırdığı bilinç, o dönemde patronların tüm karalamalarına rağmen işçilerden sınıf partisine oy veren, gazeteye o dönem için abone olan eski Vakit gazetesi aboneleri bile ortaya çıkarmıştı. İşletmenin boy boy reklâmlarını yayınlarken İşçilerin gönderdiği mektubu yayınlamadığında, gazetenin promosyon olarak verdiği Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili kitapların kuponlarını da biriktirmelerine rağmen, bazı işçiler Vakit aboneliğini bırakmıştır.

İKİNCİ ÖRNEK YİNE KAYSERİ’DEN: YIL 2003–2004
Hak İş’e bağlı Öz İplik İş sendikasının örgütlü olduğu fabrikalarda sıkıntılar bulunmakta ve çözüm için adım atmayan sendika yönetimine tepkiler de artmaktadır. Soley Havlu, Yataş, İstikbal gibi önemli ve büyük fabrikalarda yetkili olan sendika, patronlarla diz dize sendikacılık yapmaktadır. Şube başkanı, ‘reis’ lakaplı, eski ama her dönemin adamı bir ülkücüdür. İşçilerin haklarını korumayan yönetime karşı eski ülküdaşları başta olmak üzere bayrak açılır. Fabrikalardaki uygulamalara, örneğin Alevi bir kadın işçinin yaşadığı sıkıntıyı ayrımcılık yaparak çözmeyen yönetime ve aynı siyasi gelenekten olmasına karşın, giderek tüm işçileri de tehdit eder hale gelen bu ve benzeri sıkıntılara karşı işçiler tepki gösterirler…
Kayseri tarihinde ilk kez olarak bu sendikanın yönetimine ‘sıradan’ ama sağ/muhafazakâr gelenekten gelen işçiler aday olurlar. Yaşanan sıkıntılar yerel ve ulusal basında yer almazken, sürekli haber ve bir süre sonra işçi mektupları yayınlamaya başlayan günlük işçi basını, işçilerce seçim kürsüleri haline getirilip öyle kullanılır.
İşçilerin politik olarak durdukları yer ile yapmaya çalıştıkları iş arasındaki çelişki öyle bir hal alır ki; işçilerin toplantılarına patronların adam sızdırmaları yetmez olur ve seçim bürolarından çıkan adayların önü ülkü ocaklarından silahlı adamlar tarafından çevrilmeye başlanır. İşte işçilerin bu noktada yaşadıkları en önemli değişim, geldikleri siyasal gelenekle karşı karşıya gelmeleri olmuştur. Öyle ki; kendilerince ülkücü gözükmenin sembollerinden olan bıyıklarını bile bu olaylar sonrası kesme kampanyası düzenleyen işçiler, “haberlerinizi kızıl komünistlere yaptırıyormuşsunuz” laflarına karşı, “işçilerin hakkı için yapılanlar doğruysa en kızıl komünist biziz” diyerek yanıt verebilmişlerdir.

BİR BAŞKA ÖRNEK: VERİLER IŞIK TUTUCU
İşçi mücadelesinin pratik bazı deneyimleri ışığında Kayseri ilinde çıkarılmaya başlanan “İşçinin Gündemi” gazetesi de işçilerin algısında, dünyayı yorumlamasında etkili olmaktadır. Çıkarılan sayılardan birçoğundaki mücadele çağrılarına önceleri pek itibar etmeyen, ama başına gelen bir sıkıntı sonrası gazetedeki sağlık ve hukuk köşelerini işçi arkadaşları ile fabrikasında tartışarak gazeteye müracaat eden dini bütün Kürt işçi; “çözüm için bunları yaşamamız gerekiyormuş” demektedir.
Bahsi geçen Kürt işçi; Cuma namazlarında namazını kıldıktan sonra sınıf partisinin bildiri dağıtımlarına katılmış, organize ettiği toplantılara, ortak iftar veren işçilerin evlerine partililerin yanında katılmış, çevresindeki işçileri partiye taşımakta çok doğal ve rahat hareket etmiştir. Kendisine önerilen parti üyeliğini tereddütsüz kabul etmiş, ardından milletvekili adaylığı önerilmiştir. Bu bile işçideki değişimi ilerleten bir öneri olmuştur. Zira parası olanların aday olduğu bir ortamda kendisine verilen değeri algılamakta zorlandığını, ama işçi ve emekçilerin bu şeyleri hak ettiğini parti sayesinde anladığını ifade ederek, adaylığı kabul etmiş ve kapı kapı dolaşmış, fabrika önlerinde bildiri dağıtmıştır.
Din ve milliyetçi etkilenmelerin devrimci işçi çalışmasını zorlaştırdığı doğru. Ancak bu etkilerin kırılması için işçileri sermayeye karşı birleştirme görevi bir an için elden bırakılmadığında, işçilerin bulunduğu noktadan başka bir aşamaya pratik eylemi içinde geçtiğine tanık oluyoruz. İşte bu açıdan, diğer örnekleri de besleyecek yaşanmış bir diğer örnek, işçi politikacılarına olumlu yol gösterici olabilir.
Örnek, metal sektöründe 900 kişilik bir işletme. Söylenen ve bilinen haliyle, ’80 sonrası Organize Sanayindeki özel bir işyerindeki ilk dişe dokunur örgütlenme çalışması yürütülüyor ve direnişe çıkılıyor…
Daha önce üç kez Çelik İş ve Türk Metal’de sendikalaşma deneyimi yaşanıyor ve işçilerin tabiriyle “satılmaları” ile olumsuzlukla sonuçlanıyor. Ama yaşadıkları sömürü ve baskı, ücretlerin çok düşük olması, hemşericilik ile ayrımcılığın üst seviyelere çıkması ve hatta işçilerin kıldıkları namaza karışan patron temsilcilerinin “evde kılmıyorsun burada kaytarmak için namaza gidiyorsun” türü despotik uygulamalarının  sıkça yaşanması gibi nedenlerle, işçiler, bir kez daha sendikalaşma yolunu seçtiler.**
Sendika üyeliğine giden ve orada da deneyimlerle dolu olan kısmı bir yana bırakarak, direnişe çıkan işçilerdeki değişimi anlatmakta fayda var.
İşten atılarak direnişe katılan işçilerin önemli bir bölümü sağ, muhafazakâr ve hatta bazıları radikal İslamcı gelenekten gelmektedirler. Birkaç Alevi, demokrat işçi dışında direnişe katılanlar bu durumdadır.
Kendi ekonomik talepleri için sendika yolunu seçen işçiler patronun uygulamaları ve tutumunu baştan beri bilirlerken, devletin polisini sürekli direniş çadırına göndermesi ve emniyetin de “maalesef emir kuluyuz” diyerek işlem yapması, işçilerin kafasındaki polis ve devlet algısını değiştirmiştir. Birçok kez gözaltına alınmaları ya da ifadeye çağrılmaları, bu noktada önemli rol oynamıştır. Ayrıca sendikanın yetki sürecinin devlet-hükümet eliyle geciktirilmesi de bu algıyı güçlendiren bir rol oynamış; bürokrasinin bu haliyle patronun işine yaradığı daha kolay anlaşılmıştır.
AKP üyeliği olan ve bu partiye de başörtüsü vb. meselelerde çözüm bulacağı inancıyla oy veren, kendilerinin esasen İslami açıdan daha radikal olduklarını ifade eden işçiler artık bu ve benzeri muhafazakar partiye oy vermeyeceklerini söylemişlerdir. Çünkü ekmek davalarında hiçbiri yanlarında değildir, oy verilen partilere gidilmiş, ama zar zor içeri alınmışlardır ve çözüm yoktur. Referandumda sendikal özgürlükler genişliyor demişlerdir, ama seçtikleri sendikanın kötülenmesinden yetkinin hukuksuz biçimde geciktirilmesine, işçileri sendikadan istifa ettirmek için uygulanan baskılardan eski Türk Metal şube başkanının MHP yöneticileri ve patron işbirliği ile fabrikaya “koordinatör” olarak getirilmesine kadar yaşanan birçok örnek, işçilerin; din, milliyetçilik gibi kavramların ne için ve nasıl kullanıldığını, kişisel bir seçme özgürlüğünden öte işlevleri olduğunu anlamalarında etkili olmuştur.
Milliyetçi ve şeriatçı olduğunu ifade eden bir işçi, sendikalaşma sürecinde ve direniş boyunca sınıf partisiyle daha yakından tanışmış ve “öz yurduma (partiye) uğramadan işim rast gitmiyor” diyerek, diğer işçileri de davet eder olmuştur. Meselenin kendisi açısından sermayeye karşı ezilen kesimlerin mücadelesi olduğu ve sınıf mücadelesi vermek gerektiğini söyleyerek, kendisindeki değişimi anlatmaktadır. Bu işçilerin birçoğu, önceden (CHP’li olanlar da dâhil) sınıf mücadelesine ve sınıf partisine bölücü, terörist ve “kötü şeyler” olarak baktıklarını, ama bu süreçte gerçeklerin öyle olmadığını anladıklarını, tüm olanaklarını (özellikle gazete ve televizyonun, gençlik örgütünün) işçilerin kazanması için sefer etmelerinin fikirlerini değiştirdiğini birçok kez ve birçok işçi toplantısında ifade etmişlerdir. Oturmaya geldiği partide bir odada namaz kılmasının yadırganmadığını gördüğünü ve kendini “öz yurdunda” hissetmesinin bu yaklaşımlar sonucu olduğunu ifade etmiştir işçi.
Peki, bu işçilere din karşıtlığını dayatmak ve onları –sınıf mücadelesine daha ileriden katılmak yerine– “dine karşı savaş”a çağırmak ne kadar akılcıdır? Lenin, grev ve grevci işçilerle din karşıtı propaganda arasındaki ilişki üzerinde durduğu “İşçi Partisinin Din Konusundaki Tutumu” adlı makalesinde, işçilerin din karşısındaki tutumlarına göre bölünmeleri yönelimi türünden anarşist tutumlara karşı savaşmış; örneğin bir bölgede ateist partili işçilerle inançlı işçiler olarak din karşısında birbirlerinden farklı tutumlara sahip olan belirli bir işkolu işçilerinin, sınıf mücadelesinin greve yol açan bu aynı işkolundaki gelişmesi karşısında, grev sırasında, ateistler ve inançlı işçiler olarak ikiye bölünmelerine kesinlikle karşı çıkacaklarını belirterek, Marksistlere düşen görevin grevin başarıya ulaşmasını her şeyin üzerinde tutmak olduğunu söylemiştir. Parti işçilere din karşıtlığını dayatarak, onları din karşısındaki tutumlarına göre bölmez. Görülmesi gereken budur. Devam etmekte fayda var.
Örgütlenme çalışmasının sürdürüldüğü bu işletmede; işçilerin yaptıkları yürüyüşlerde ilk kez slogan atmışlar, “bölücülerin bayramı” 1 Mayıs’a kitlesel olarak katılmışlar, dergi çevrelerinden bazılarının olmamış şeyleri, hatta hayali işçilerle röportajlar yayınladıklarını görerek, sınıf partisinin durduğu yerin “sol” ve sağ kesimlerden farklı olduğunu yaşayarak anlamışlardır.
Direniş alanına gelen gençlerin işçilerden öğrenme arzusu ile onlarla beklediklerini gören işçiler; aynı zamanda kendilerini ziyarete gelen öğretmen, sağlıkçı gibi önceden “yattıkları yerden maaş alanlar ya da yüksek maaş almalarına rağmen zam verilmeyince boş boş eylem yapanlar” olarak tanımladıkları “memurlar”ın bile kendilerine desteğe geldiklerine tanık olmaları, kafalarında oluşmuş yanlışları çok da zorlanmadan değiştirmişlerdir.
Direniş boyunca işçiler, gazete ve kitap okuma konusunda da (bazı zorlukları barındırsa da) ileri adımlar atmışlardır. Mücadeleleri içinde diğer direniş ve işçi mücadelelerinden öğrenmek için günlük işçi basınının önemi çok kolay kavranmış ve TOGO işçileriyle mektuplaşarak ve onları Kayseri’ye davet edip deneyimlerini paylaşarak da önemli işler yapılmıştır.

SONUÇLAR

1. Yukarıda bazı yönleriyle dikkat çektiğimiz, işçilerin dinin egemenlerce nasıl kullanılabildiğini- ve bu süreçte işçi sınıfı partisinin tutumunu- anlamalarına vesile olan örneklerin kendiliğinden ve daha çok gündelik ekonomik taleplerle sınırlı mücadele alanı içinden verildiği görülmektedir. Bu durum eşyanın tabiatına son derece uygundur ve başka türlüsü olamazdı zaten. Sorun şudur ki, ekonomik alanla sınırlı kaldığı sürece yürütülen mücadelenin işçi sınıfının bilincinde yaratacağı ilerleme son tahlilde burjuva bilincin sınırlarını aşamaz ve işçinin dinin kapitalizmin hizmetindeki gerçek işlevini kavraması mümkün olmaz. İşçiler pratik eylemlerinden öğrenirken esasen politik olarak işi vardırması gerektiği yerin onunla nasıl ve ne düzeyde tartışılacağı da önem kazanmaktadır. Özellikle din konusunda patronların sınıfsal bakımdan nerede durdukları iyi anlatılmadığında ya da anlaşılmadığında iyi Müslüman bir patron bulmanın da mümkün olabileceği düşüncesine kapılabilir işçiler. Kaldı ki büyük dinlerin hemen hepsinde vaaz edilen: “zengin yoksul ya da ezilen ezen farkının olmadığı iyi bir dünya hayali” pompalanmaktadır. “Allah katında herkes eşittir” denmektedir. Ama ertesi gün camii ya da kiliseden işine dönen işçi sömürülmeye devam etmektedir. Nerde iyi Hıristiyan ya da iyi Müslüman patron? Bu iyi anlatılmalıdır.
Dolayısıyla işçi sınıfının politik eğitimi için kendiliğinden gelişen eylemler içinde kendi deneyleriyle öğrendiği şeylerin; kapitalist toplumda sınıflar gerçeği, sınıf mücadelesi, devletin rolü vb konularda toplumsal, siyasal gerçeklerin açıklanması ve bu temelde yürütülecek siyasal teşhir ve ajitasyonla desteklenmesi gerekir. Siyasal teşhirin temel aracı olarak gazete ve televizyon gibi araçların çalışmadaki belirleyici rolü böylece bir kere daha anlaşılır olmaktadır.

2. Yukarıdaki örneklerden ama en çok da sendika seçimleri için harekete geçen işçilerin önyargılarındaki kırılmanın, araçların doğru ve zamanında kullanılmasıyla çok doğrudan bir bağı olduğu görülmektedir. Dindar ve milliyetçi işçiler kendilerinin mücadelesinin pratiğinden öğrendiği kadar partinin yaklaşımından da etkilenmekte ve mücadelesi ve parti arasında paralellikler kurması çok kolay olmaktadır.
Bu aşamada işçilerle milliyetçilik zehrinin işçi sınıfı mücadelesini nasıl olumsuz etkileyeceği, özellikle demokratik-siyasal hak ve özgürlükleri (devletin niteliği, kürt meselesi vb.)kazanmanın işçiler için ne anlama geleceği tartışılmalıdır. Hem de yukarıda da örneği verildiği gibi işçiler milliyetçi hatta dinsel geleneğin motifleri olarak en uç noktalarda duran devlet ve bürokrasisini de eylem içinde tanımışken. Çözüm için başlangıç pratiğin kendisi olabilmektedir.
İşçiler kendi deneyimlerinden öğrenirken söylendiği gibi partinin doğru araçları devreye sokması, işçilerle ortak işler ve araçlar yaratmaları da, dindar Kürt işçi örneğinde olduğu gibi; değişimin/dönüşümün tek başına, kabaca eylem anında değil ama aynı zamanda aydınlatma faaliyetinin işçilerin talepleriyle birleşen bir noktadan yapılmasıyla da olabileceğini göstermektedir. Günlük işçi basınıyla beslenen işler bu noktada daha da önem kazanmaktadır. İşçinin yaşamına girecek bir düzey tutturulduğunda işçilerin sınıf politikalarına kazanılması çok yüksek bir olasılık olarak gözükmektedir. Bu hızlı değişim partide de hızlı bir öğrenmenin yaşanmasını sağlamaktadır.
Dolayısıyla işçiler kendi pratiklerinden öğrendikleri gibi, sınıfın partisi de onların bu deneyimlerinden yola çıkarak ve deyim yerindeyse öğrenerek daha ileri mevziler edinebilir/edinmektedir.

3- Din ve milliyetçiliğin sermaye tarafından işçi sınıfı ve emekçilerin sömürülmesinin bir aracı olarak kullanılmasını önlemek yalnızca kitabi eğitimle ya da kaba bir din karşıtı propaganda yoluyla olabilecek bir şey değildir. Çünkü dinin kişinin “özel alanı” olarak kalması ama sermaye ve hükümetlerinin bu özel alanı nasıl ters yüz ettiğini anlamaları ancak işçilerin sermayeye karşı girdikleri mücadele içerisinde olacaktır.
Bu aşamada elbette sınıf partisi dine karşı demokratik görevlerinin en önemlilerinden olan demokrasi ve laiklik mücadelesini yükseltmeyi ve dinle devlet işlerinin birbirinden tam ayrılığını savunmayı da ihmal etmeyecektir. Bu aşamada işçi ve emekçilerin inanma ya da inanmama sorununu garantiye alacak bu ‘kişisel’ meseleye de bu çerçevede yaklaşacaktır. Bunun garantiye alınabilmesi için örneğin işçiler bu meselelerde anayasada taleplerini nasıl yazdıracaktır. Demokratik/halkçı bir anayasanın yazılmasında işçi sınıfı nasıl adım atacaktır, bu da işçinin mücadele içinde/ sıcaklığında rahatça anlayabileceği bir konu olmalıdır/olmaktadır. Tarihte yaşanmış işçi devleti örneğinde olduğu gibi din ve vicdan hürriyeti garanti altına alınmayacak mıdır? (1936 Rus Sovyet anayasasından bir madde: “MADDE 124. Yurttaşların vicdan özgürlüğünü güvence altına almak için, SSCB’de kilise devletten ve okuldan ayrılmıştır. Dini ibadet özgürlüğü ve dinsizlik propagandası özgürlüğü tüm yurttaşlara tanınmıştır.”
1918 anayasasında daha ilginç bir madde ile de karşılaşıyoruz: “MADDE 13. İşçilere gerçek vicdan özgürlüğünün sağlanması maksadıyla din ile devlet işleri birbirinden ayrılmış, buna paralel olarak eğitim de kiliseden ayrılmıştır. Dinî ve din karşıtı propaganda yapma hakkı tüm vatandaşların en doğal hakkıdır.”)

4. Burada ayrıca dikkat çekmemiz gereken ve bir kez daha vurgulama pahasına söylememiz gereken şey şudur. İşçi sınıfının kendi pratik deneyimlerinden/eyleminden öğrenmesi;  kendiliğindenciliğe tapma vb. algılanmamalı, ama buna dikkat edilerek; sınıfın partisinin “din konusunda soyut ideolojik vaazlarla” (Lenin) sorun olarak gördüğü bu olguyu aşamayacağını görmesi ve sınıfın örgütlenmesi konusunda üzerine düşeni yapmak için çalışmasının düzeyini yükseltmeye çalışması gerekmektedir.
Çünkü burjuvazi ve onun her türden fraksiyonu işçi ve ezilen halk kesimlerinin içerisinde özel bir çalışma yürüterek bir kuşatma sağlamakta ve tabir yerindeyse kıskaç altına almaktadır. İşte bu aşamada dahi sosyalistler, devrimciler kendi rollerinin “dinle savaş kumarı” yapmak değil ama bıkmadan usanmadan emekçilerin günlük mücadele içine çekilerek eğitilmeleri ve sermayenin karşısına dikilmeleri için koşturmaları olduğunu bilmelidirler.
Esas yapılması gereken iş; işçilerin sınıflar mücadelesinin alanına çekilmeleri ve onun politik olarak sürdürücüleri olmalarının sağlanmasıdır. Eğer sınıf bilinciyle harekete katılacaksa işçiler, partinin de işyeri fabrika çalışması (öncelikleri, hedefleri, talepleri belirlenmiş)profesyonelce planlanarak sürdürülmelidir. Kaldı ki işçiler yukarıdaki örneklerde de belirtilerinin ortaya çıkması gibi bazı meselelerde kendiliğinden de olsa adımlar atabilmektedirler. İş bunların siyasal alana çekilmeleri ve partileşmeleridir.
İşçilerin hala bu örneklerin yaşandığı birçok yerde partiye katılmalarında sıkıntılar olduğunu, işçileri politik olarak partili mücadelenin gerekliliğine ikna edemediğimiz ya da çoğunlukla partiye davet etmede tereddütte kaldığımız az yaşanmıyor. Bunun aşılması ve partinin işçi sınıfının mücadeleci unsurlarından oluşacak bir biçimde yenilenmesi de bu örneklerden belki de çıkarılacak temel görevlerden biridir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑