Antep bombası ve siyasi fay hattı

G.Antep’te 20 Ağustos’ta gerçekleştirilen ve 9 kişinin yaşamını yitirdiği bombalı saldırı, bu saldırının kimler tarafından yapıldığı bir tarafa, AKP Hükümeti’nin uyguladığı politikaların bir sonucu olarak, ülke topraklarının böylesi kanlı provokatif eylemlere açık hale geldiğini göstermiştir. Bombalı saldırı sonrasında daha ölenlerin kanı kurumamışken, alelacele saldırının adresi olarak PKK’nin gösterilip Suriye bağlantısına dikkat çekilmesi, AKP’nin bu saldırıyı Kürt sorunu ve Suriye’ye müdahale konusunda uygulanan politikalara dayanak oluşturmak için kullanmaya çalıştığının somut bir ifadesi olmuştur. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın sonradan tekzip ettiği “saldırının Türkiye’nin elini güçlendirdiği” açıklaması, AKP Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar’ın istihbarat bilgilerine rağmen gereğinin yapılmadığı iddiası, saldırıdan 2 ay önce ABD’den üç “Think-Tank kuruluşu”nun Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi için G.Antep’te bomba patlatıldığı bir “savaş oyunu” oynatması, PKK’nin saldırıyla ilgisinin olmadığı açıklamasını yapması… Bütün bu gelişmeler alt alta sıralandığında, bu saldırının kimler tarafından yapıldığı ne kadar belirsizleşmişse, saldırıdan kimin ne umduğu da o kadar belirgin hale gelmiştir. Saldırının ardından Başbakan Erdoğan’ın Şemdinli’de PKK’lilerle kucaklaşan BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için yargıyla konuştuğunu söylemesi, Eylül ayında Suriye konusunu konuşmak üzere, ardı ardına, önce CIA Başkanı Petraus’un ve sonra ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey’in Türkiye ziyaretleri, yeni anayasa yapım sürecinde AKP ile MHP arasındaki yakınlaşma, AKP Hükümeti’nin bombanın sarsıntısından kendine açmak istediği yolun ayak izleri olarak anlam kazanmaktadır.

1. G.Antep’te bombayı patlatan kim olursa olsun, patlayan bomba, AKP’nin Suriye’ye müdahale ve Kürt sorununda izlediği savaşçı politikanın bir sonucudur. Denilebilir ki, bugün Türkiye, pratikte, Suriye’ye müdahale konusunda tek başına kalmış durumdadır. Müdahale konusunda Türkiye’ye en fazla desteği veren Katar ve Suudi Arabistan bile, Suriye rejiminin Libya gibi kolay yıkılmadığını/yıkılamadığını görünce, artık eskisi kadar istekli görünmemektedir. ABD ve Batılı emperyalistler ise Türkiye’yi desteklemekte, ama müdahale konusunda sorumluluk almaktan, müdahalenin doğrudan tarafı olmaktan uzak durmaktadırlar. AKP Hükümeti, siyasi geleceğini adeta Suriye’ye müdahalenin başarısına bağlamış bulunmaktadır. Suriye’ye müdahale, gerek ABD tarafından kendisine verilen “Bölgesel liderlik” rolünü oynayabilmek ve gerekse Kürtlerin “statü” sahibi olmasının önüne geçmek ve Türkiye’deki Kürt hareketini sıkıştıracak bir cephe açmak bakımından AKP için geri dönülemez bir politika haline gelmiştir. AKP, bu politikanın başarısı için elindeki bütün kozları oynamaktadır. Suriye’den mülteci akınını teşvik için ardı sıra kamplar kurulmakta ve “Alevi-Nusayri Esad rejimi”ne karşı dünyanın dört bir tarafından El Kaideci-Selefi teröristler ülke topraklarına getirilerek, Suriye’ye gönderilmektedir. Irak’a müdahale sürecinde ABD ve ortaklarının ikiyüzlü politikalarını bütün açıklığıyla ortaya seren Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, Halep’te Suriye rejimine karşı savaşanların büyük çoğunluğunun Suriyeli olmadığını ve halktan destek görmediklerini gözlemlerine dayanarak anlatmaktadır. Öte yandan Suriye’den gelenlerden binlercesi kamplarda kalmamaktadır. Şamil Tayyar, sadece Gaziantep’te bile 2 bin Suriyeli mültecinin “kayıp” olduğunu söylemektedir. Önemli bir kısmı silahlı militanlardan oluşan bu “kayıp”ların, Türk ordusu tarafından askeri eğitim aldıkları ve Suriye’deki çatışmalara katıldıktan sonra Türkiye’ye dönüp evlerde dinlendikleri bilinmektedir. “Özgür Suriye Ordusu”nun merkez olarak Antakya’yı adres göstermesi, yine Arap Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bu kentte savaşta çekilmiş fotoğrafları elden ele dolaşan El Kaidecilerin elini kolunu sallayarak dolaşması, Suriye’ye sınır kentleri her türlü provokasyona açık kentler haline getirmiştir. Nitekim 9 sivilin yaşamını yitirdiği bomba, bu kentlerden birinde, Gaziantep’te patlatılmıştır.
Antep’te patlayan bomba, ABD’li üç “think-tank” kuruluşunun, Suriye’ye müdahale için ABD ve NATO desteğini arayan Türkiye’nin ülkede bombalar patlamaya başladıktan sonra Suriye’ye tek başına müdahale etmeye yöneldiği üzerine kurulu “savaş oyunu”nun ilk sahnesi olmuştur. Ülke egemenleri her ne kadar saldırıyı PKK’nin üzerine yıkmaya çalışıyor olsa da, bu saldırının, özellikle Türkiye’yi Suriye ve İran ile daha fazla karşı karşıya getirmek isteyen ABD ve İsrail’in, öte yandan başarısını Türkiye’nin askeri müdahalesine bağlamış bulunan “Suriye muhalefeti”nin  çıkarlarına hizmet ettiği açıktır. ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistler ve Katar, Suudi Arabistan gibi Bölge gericiliklerinin; İran başta olmak üzere Rusya, Çin, Irak’ın Şii Maliki Hükümeti ve Lübnan’da İsrail’in karşısındaki en önemli direnç odağı olan Lübnan Hizbullah’ının desteğini aldığı ve öte yandan toplumsal dayanaklarını hala önemli ölçüde koruduğu için ayakta kalabilen Esad rejimine karşı Türkiye’yi savaşa sürüklemeye çalıştığı açıktır. Dolayısıyla emperyalist güçlerin ve Bölgesel gericiliklerin taraf haline geldikleri bir savaşın koçbaşlığına soyunmaya çalışmak, ülke topraklarının da bu savaşın alanı haline gelmesine davetiye çıkarmaktır. Bugün olan budur. AKP nasıl ki Antep’te patlayan bomba sonrasında PKK’yi adres gösterip, Suriye’yi de işin içine katarak, halkı kendi politikalarına yedeklemeye çalışıyorsa, ülkede barış, demokrasi ve kardeşlikten yana güçlerin yapması gereken de, AKP politikalarına karşı açık tutum almak, ülkeyi böylesi saldırılara açık hale getirenin bu politikalar olduğu konusunda halkı uyarmak olmalıdır.

2. AKP İktidarı, “Bölgesel liderlik” rolünün ana eksenini, “Şii hilali”ne (Güney Lübnan-Suriye-Güney Irak ve İran’a) karşı Sünni Müslümanların desteğini arkasına almak üzerine kurmuş bulunmaktadır. Bu nedenle, Suriye’ye müdahalenin ana gerekçesi olarak, Esad rejiminin “Müslüman halka yaptığı zulüm” gösterilmektedir. ABD’nin 2003’te Irak’a yaptığı müdahalenin karşısında duran İslamcı çevrelerin büyük bir bölümü, bugün AKP’nin Şii-Sünni kamplaşması üzerine kurduğu müdahale politikasına yedeklenmiş durumdadır. Ancak AKP’nin hedef haline getirdiği “Şii hilali”ni oluşturan rejimlerin bugün ABD ve İsrail’in bölgesel egemenlik ve güvenliklerini tehdit eden ülkeler olması da rastlantı değildir. ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi, Bölge’de egemenliklerini/varlıklarını zora sokan bu rejimleri devirmek için aradıkları dayanağı Müslümanlar arasında mezhep çatışması yaratarak oluşturmaya çalışmaktadır. İşte ‘yeni Osmanlıcı hayallerle ABD’nin kendisine biçtiği “Bölgesel liderlik” rolünü oynamaya çalışan AKP (Erdoğan ve Gülen), bugün bu politikanın; Müslüman’ı Müslüman’a kırdırtma politikasının koçbaşlığını yapmaktadır. Erdoğan’ın Alevileri hedef alan açıklamalarının da, ülkenin Vahabi-El Kaideci teröristlerin savaş üssü haline getirilmesinin de arkasında yatan gerçek budur. Yani ABD ve İsrail’in “İslam’ın zaferi” için çalıştığını ne kadar doğruysa, AKP’nin de müdahale gerekçeleri de o kadar doğrudur. Fakat bu durum, geçtiğimiz dönem AKP’den kopuşa yönelen İslamcı çevrelerin büyük oranda tekrar AKP’nin arkasında safa girdiği/girmekte olduğu gerçekliğini değiştirmemektedir. Buna rağmen yapılan kamuoyu araştırmalarında halkın büyük çoğunluğunun Suriye’ye müdahaleye karşı olduğunun ortaya çıkmış olması, yapılan onca propagandaya rağmen, AKP’nin ABD ile doğrudan ve İsrail ile dolaylı olarak işbirliği-çıkar birliğine dayanan politikasının halk arasında itibar görmediğini göstermektedir. Bu noktada, dün Irak’ta ABD müdahalesine karşı çıkan, ama bugün ABD ile aynı safta duran İslamcı çevrelerin çelişkilerinin halk tarafından daha fazla görünür kılınması ve bu konuda dindar halk kesimlerine doğrudan seslenmek daha bir önem kazanmıştır.

3. AKP’nin “mezhepçi” politikası ve Başbakan Erdoğan’ın Alevileri doğrudan hedef alan konuşmaları, Aleviler arasında ciddi tepkilere yol açmaktadır. AKP’nin, Alevilerin her türlü girişimine karşı, “Baasçılık”, “Esad destekçiliği” ve “terör işbirlikçiliği” propagandasını yapması, ırkçı-milliyetçi kışkırtmalarla Kürtlere karşı linç girişimlerine yöneltilen “duyarlı vatandaşlar”ın bugün Alevilere de benzer tarzda saldırılarının önünü açmıştır. AKP’nin Alevilere karşı saldırgan ve kışkırtıcı söylemleri, orduyu “laikliğin bekçisi” olarak gören Alevilerin yeniden AKP tarafından önemli oranda tasfiye edilen Ergenekoncu-ulusalcı güçlerin etki alanına girmesinin (ve Ergenekonculara yönelik operasyonla Alevilere yönelik saldırılar arasında bağ kurmasının) önünü açmıştır. Bugün Ulusalcı-Ergenekoncu güç odaklarının Sözcü, Aydınlık, Ulusal kanal gibi yayın organları, Alevilerin AKP karşıtlığını yedeklemeye yönelik bir politik tutum izlemektedirler. Biliyoruz ki, bu ulusalcı-Ergenekoncu güçler, Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir zaman “laikliğin bekçisi” ve “Alevilerin” hamisi” olmadılar.  Çünkü Cumhuriyet rejiminin “laikçiliği”, hiçbir zaman gerçek bir laiklik olmamıştır. CHP ve ordunun savunuculuğunu yapageldikleri düzen, bir yandan bugün 100 bini bulan “imam ordusu” ile Sünniliği “devlet dini” yaparak denetim altında tutmaya ve öte yandan da Alevileri “şeriat umacısı” üzerinden kendi politikalarına yedeklemeye dayanan bir düzendir. Bu düzen, inanç özgürlüğü ve inançlar arasında eşitliği değil, inançların birbirine karşı kullanılmasına dayanmaktadır. O yüzden, Maraş, Çorum, Sivas başta olmak üzere Alevilere karşı gerçekleştirilmiş birçok kanlı tertipte bu Ergenekoncu güçlerin parmağının olması şaşırtıcı olmamaktadır. AKP, özellikle 90’lı yıllarda Kürt coğrafyasında halka karşı birçok kanlı eylemin; köy yakma, toplu katliamlar, kayıp ve faili meçhullerin sorumlusu olan bu gerici güç odaklarını sadece kendisine karşı darbe girişimleri nedeniyle yargılamakta; gerçek bir demokratikleşme yerine kendisine ayak bağı olan güçleri temizlemeye çalışmaktadır. Tekrar konumuza dönersek, bugün Ergenekoncu-Ulusalcı güçler, AKP-ABD’nin Suriye’de somutlanan mezhepçi, Alevi-Şii düşmanı politikalarına karşı Alevi kesimleri kendi politikalarına “taze kan” yapmak istemektedir. Özellikle mezhepçi politika bakımından hassas bir öneme sahip olan Hatay başta olmak üzere, Alevilerin yoğun yaşadığı kentlerde, bu konuda önemli bir mesafe kat ettiklerini de söylemek gerekmektedir. Bu ulusalcı-Ergenekoncu güç odakları bir yandan AKP-ABD karşıtı söylemler kullanırken, öte yandan Kürt halkının demokratik mücadelesine karşı 90’lı yılların zihniyetini sürdürmekte, ırkçı-gerici bir mevziden Kürt halkına karşı saldırgan söylemlerini devam ettirmektedir. Oysa bugün Kürt ulusal demokratik hareketi, hem ülke içinde, hem de Suriye başta olmak üzere diğer Bölge ülkelerinde, ABD-AKP’nin politikalarına yedeklenmeyi reddederek ve kendi öz gücüne dayanarak, demokratik hak ve özgürlük mücadelesi yürütmektedir. Başka bir deyişle, bugün Kürtler, AKP gericiliğine ve ABD emperyalizmine karşı halkların ve inançların eşitliği ve barış içinde bir arada yaşama mücadelesinin en önemli ve güçlü dinamiklerinden birini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Alevilerin yanında görünen bu Ergenekoncu-ulusalcı güçler, demokratikleşme mücadelesinin iki önemli dinamiğinin birleşmesini baltalayan gerici bir rol oynamaktadırlar. Bugün demokrasi güçlerinin, AKP gericiliğinin yanı sıra, kanlı ellerini-karanlık geçmişlerini gizleyerek, Alevileri kendilerine dayanak yapmaya çalışan ulusalcı-Ergenekoncu güçlere karşı da açık tutum alan bir mücadele anlayışı ile hareket etmesi kendini dayatmaktadır.

4. Arap dünyasında Tunus ve Mısır’la başlayan “demokrasi” ve “değişim” isteğinin Libya’ya yapılan emperyalist müdahale ve sonrasında Batılı emperyalistler ve Bölge gericilikleri tarafından kullanılmaya çalışılmasının önemli sonuçlarından biri de, Kürtlere karşı yıllardır süregelen gerici statükonun parçalanması olmuştur. Bugün, en problemli zamanlarında bile Kürtlere karşı ortak operasyonlar yapan İran ve Türkiye, iki karşıt kampta yer almakta; statükonun parçalanması, Bölge gericiliklerinin baskısı altındaki Kürtlerin hareket alanını arttırmış bulunmaktadır. Kürtlerin bölgesel dengeleri değiştirebilecek bir güç haline gelmesinin arkasındaki gerçek, bu statükonun parçalanması ve bu süreçte Kürt hareketinin kendi öz gücüne dayanan bağımsız, demokratik bir mücadele çizgisindeki ısrarı olmuştur. Statükonun parçalanmasının ve Kürtlerin kendi öz gücüne dayanarak demokratik mücadelelerini sürdürmelerinin en önemli sonucu/kazanımı, Suriye Kürdistan’ında (Güneybatı Kürdistan) Kürtlerin yönetimi ellerine almaları, fiili bir özerk yönetim kurmuş olmalarıdır. “Halkları desteklemek” gerekçesiyle Suriye’ye müdahale peşinde koşan AKP Hükümeti, Suriye’de Kürtlerin kendilerini yönetmek/kendi geleceklerini belirlemek yönünde attıkları adımı “kabul edilemez” olarak gördüğünü açıkça ilan etmiş ve gerekirse askeri müdahale yapabileceği tehdidini savurmaktan geri durmamıştır.
2009-2011 yılları arasında İmralı ve Oslo’da Öcalan ve KCK ile Kürt sorununun çözümü konusunda müzakereler yapan AKP Hükümeti, başta bir ‘barış konseyi’nin kurulması olmak üzere, bu görüşmelerde hazırlanan protokolleri uygulamak yerine, 2011 Haziran Seçimleri ve Suriye’ye müdahale süreciyle birlikte savaşçı politikalara yeniden sarılmıştır. Bölgenin dört bir tarafında ABD’nin istihbarat desteği verdiği operasyonlar gerçekleştirilmiş, ülke tekrar 90’lı yıllara benzer bir ‘düşük yoğunluklu savaş’ sürecine sokulmuştur. Ama bugün nasıl ki oluşan bölgesel güç dengesi AKP’nin ‘Özgür Suriye Ordusu’ üzerinden Esad rejimini devirme olanaklarını imkânsız hale getirmişse, bölgesel statükonun parçalanması da, güç ve etkisini arttırmış bulunan Kürt hareketini askeri yöntemlerle yenilgiye uğratma olanaklarını büyük oranda ortadan kaldırmış bulunmaktadır. PKK-HPG’nin ‘vur-kaç’ yerine ‘alan savunması’na yönelmesi, Türk ordusunun Şemdinli’de günlerce süren operasyonlara rağmen denetimi eline alamaması, yine PKK’nin gündüzleri birçok farklı bölgede eşzamanlı baskınlar yapmaya başlaması ve bu mevzi savaşlarında iki tarafın “bayrak dikme” yarışına girmesi, aslında sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğinin en somut göstergeleridir. Her gün ‘ölüm bilançoları’nın yayımlandığı bu ‘düşük yoğunluklu savaş’ nedeniyle, bir yandan asker cenazeleri üzerinden Türk halkında ırkçı-şoven duygular kışkırtılmakta ve öte yandan da ırkçı-gerici saldırılar Kürt halkının birlikte yaşam duygusunu zedeleyerek, ‘duygusal kopuş’a yol açmaktadır. Halkları düşmanlaştıran ve birlikte yaşama zeminini baltalayan bu savaş sürecine karşı yapılması gereken açıktır: Ölümlere karşı daha yüksek sesle silahların susması ve müzakere sürecinin tekrar başlatılması talebini her alandan dile getirip savunmak. Bu süreçte ana muhalefet partisi CHP’nin ne yaptığı/ne yapacağı da önemlidir. CHP’nin genel başkan yardımcıları Koç ve İnce, sanki yaşanan ölümlerin nedeniymiş gibi Oslo sürecini gündeme getirirken, Kılıçdaroğlu da Oslo görüşmelerinin tekrar yapılabileceğini söylemektedir. Bu birbiriyle çelişen iki söylem, aslında CHP’nin iç çelişkilerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Yaşanan ölümlerin sebebi Oslo’da görüşmeler yapılması değil, burada hazırlanan protokollerin AKP Hükümeti tarafından uygulanmamasıdır. Bu bakımdan İnce ve Koç’un savaşa ve halkları düşmanlaştırma politikalarına hizmet eden söylem ve tutumları elbette eleştirilmelidir. Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun arkasında ne kadar duracağı belirsiz olmakla birlikte, dile getirdiği görüşmelerin yeniden başlayabileceği açıklaması, silahların susması, ölümlerin durması ve sorunun barışçıl-demokratik çözümü bakımından önemsenerek, halkı bu politikaya kazanmanın vesilesi olarak kullanılmalıdır. “Artık ölümler bitsin” çığlığının geniş halk kesimleri tarafından giderek daha fazla dillendirilmeye başlanmış olması, bu kesimleri, sorunun silahla değil, dünyanın birçok bölgesinde yapıldığı gibi, müzakere yöntemleri ile çözülmesi talebine kazanma koşullarını daha önce olmadığı kadar arttırmıştır. Ötesini belirleyecek olan, demokrasi ve barış güçlerinin her alanda bu talepleri daha yüksek sesle, daha cesur biçimde savunma konusunda gereğini ne kadar yapıp yapamayacağıdır.

5. AKP, siyasi istikbalini içeride ve dışarıda sürdürdüğü savaş politikasına bağlamış bulunmaktadır. Bu politika, ülkeyi, bir yandan hakları daha fazla düşmanlaştıran bir ‘iç savaş’a ve öte yandan emperyalist güçlerin ve bölge gericiliklerinin üzerinde hesap yaptıkları bir bölgesel savaşa doğru sürüklemektedir. Bugün “komşularla sıfır sorun” politikası yerini bütün komşularla sorunlu bir ülke olmaya ve öte yandan ülke içinde de mezhepçi ve savaşçı politikalarla farklı milliyet ve inançlardan halk kesimlerinin karşı karşıya getirildiği bir politik iklime yol açmış bulunmaktadır. Antep’te patlayan bomba, AKP eliyle uygulanan politikalar nedeniyle, ülke topraklarının nasıl farklı ülke ve güç odaklarının müdahalelerine açık bir alan haline getirdiğinin kanlı bir örneği olarak karşımızda durmaktadır. Antep bombasının harekete geçirdiği siyasi fay hattı, ülkenin, eğer karşı konulmazsa kanlı boğazlaşmaların olabileceği, bombaların daha fazla patlatılacağı bir sürece sokulduğunun alarmını vermektedir. Türk ve Kürt halkları ve ülkenin her milliyetten ve inançtan halk güçlerinin AKP’nin bu gerici hesaplarının kurbanı olmamak için tutmaları gereken yol ise bellidir; içeride ve dışarıda savaş politikalarına karşı barış, demokrasi ve eşitlik için birleşik mücadeleyi yükselterek kendi kaderlerini ellerine almak!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑