Antep bombası ve siyasi fay hattı

G.Antep’te 20 Ağustos’ta gerçekleştirilen ve 9 kişinin yaşamını yitirdiği bombalı saldırı, bu saldırının kimler tarafından yapıldığı bir tarafa, AKP Hükümeti’nin uyguladığı politikaların bir sonucu olarak, ülke topraklarının böylesi kanlı provokatif eylemlere açık hale geldiğini göstermiştir. Bombalı saldırı sonrasında daha ölenlerin kanı kurumamışken, alelacele saldırının adresi olarak PKK’nin gösterilip Suriye bağlantısına dikkat çekilmesi, AKP’nin bu saldırıyı Kürt sorunu ve Suriye’ye müdahale konusunda uygulanan politikalara dayanak oluşturmak için kullanmaya çalıştığının somut bir ifadesi olmuştur. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın sonradan tekzip ettiği “saldırının Türkiye’nin elini güçlendirdiği” açıklaması, AKP Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar’ın istihbarat bilgilerine rağmen gereğinin yapılmadığı iddiası, saldırıdan 2 ay önce ABD’den üç “Think-Tank kuruluşu”nun Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi için G.Antep’te bomba patlatıldığı bir “savaş oyunu” oynatması, PKK’nin saldırıyla ilgisinin olmadığı açıklamasını yapması… Bütün bu gelişmeler alt alta sıralandığında, bu saldırının kimler tarafından yapıldığı ne kadar belirsizleşmişse, saldırıdan kimin ne umduğu da o kadar belirgin hale gelmiştir. Saldırının ardından Başbakan Erdoğan’ın Şemdinli’de PKK’lilerle kucaklaşan BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için yargıyla konuştuğunu söylemesi, Eylül ayında Suriye konusunu konuşmak üzere, ardı ardına, önce CIA Başkanı Petraus’un ve sonra ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey’in Türkiye ziyaretleri, yeni anayasa yapım sürecinde AKP ile MHP arasındaki yakınlaşma, AKP Hükümeti’nin bombanın sarsıntısından kendine açmak istediği yolun ayak izleri olarak anlam kazanmaktadır.

1. G.Antep’te bombayı patlatan kim olursa olsun, patlayan bomba, AKP’nin Suriye’ye müdahale ve Kürt sorununda izlediği savaşçı politikanın bir sonucudur. Denilebilir ki, bugün Türkiye, pratikte, Suriye’ye müdahale konusunda tek başına kalmış durumdadır. Müdahale konusunda Türkiye’ye en fazla desteği veren Katar ve Suudi Arabistan bile, Suriye rejiminin Libya gibi kolay yıkılmadığını/yıkılamadığını görünce, artık eskisi kadar istekli görünmemektedir. ABD ve Batılı emperyalistler ise Türkiye’yi desteklemekte, ama müdahale konusunda sorumluluk almaktan, müdahalenin doğrudan tarafı olmaktan uzak durmaktadırlar. AKP Hükümeti, siyasi geleceğini adeta Suriye’ye müdahalenin başarısına bağlamış bulunmaktadır. Suriye’ye müdahale, gerek ABD tarafından kendisine verilen “Bölgesel liderlik” rolünü oynayabilmek ve gerekse Kürtlerin “statü” sahibi olmasının önüne geçmek ve Türkiye’deki Kürt hareketini sıkıştıracak bir cephe açmak bakımından AKP için geri dönülemez bir politika haline gelmiştir. AKP, bu politikanın başarısı için elindeki bütün kozları oynamaktadır. Suriye’den mülteci akınını teşvik için ardı sıra kamplar kurulmakta ve “Alevi-Nusayri Esad rejimi”ne karşı dünyanın dört bir tarafından El Kaideci-Selefi teröristler ülke topraklarına getirilerek, Suriye’ye gönderilmektedir. Irak’a müdahale sürecinde ABD ve ortaklarının ikiyüzlü politikalarını bütün açıklığıyla ortaya seren Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, Halep’te Suriye rejimine karşı savaşanların büyük çoğunluğunun Suriyeli olmadığını ve halktan destek görmediklerini gözlemlerine dayanarak anlatmaktadır. Öte yandan Suriye’den gelenlerden binlercesi kamplarda kalmamaktadır. Şamil Tayyar, sadece Gaziantep’te bile 2 bin Suriyeli mültecinin “kayıp” olduğunu söylemektedir. Önemli bir kısmı silahlı militanlardan oluşan bu “kayıp”ların, Türk ordusu tarafından askeri eğitim aldıkları ve Suriye’deki çatışmalara katıldıktan sonra Türkiye’ye dönüp evlerde dinlendikleri bilinmektedir. “Özgür Suriye Ordusu”nun merkez olarak Antakya’yı adres göstermesi, yine Arap Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bu kentte savaşta çekilmiş fotoğrafları elden ele dolaşan El Kaidecilerin elini kolunu sallayarak dolaşması, Suriye’ye sınır kentleri her türlü provokasyona açık kentler haline getirmiştir. Nitekim 9 sivilin yaşamını yitirdiği bomba, bu kentlerden birinde, Gaziantep’te patlatılmıştır.
Antep’te patlayan bomba, ABD’li üç “think-tank” kuruluşunun, Suriye’ye müdahale için ABD ve NATO desteğini arayan Türkiye’nin ülkede bombalar patlamaya başladıktan sonra Suriye’ye tek başına müdahale etmeye yöneldiği üzerine kurulu “savaş oyunu”nun ilk sahnesi olmuştur. Ülke egemenleri her ne kadar saldırıyı PKK’nin üzerine yıkmaya çalışıyor olsa da, bu saldırının, özellikle Türkiye’yi Suriye ve İran ile daha fazla karşı karşıya getirmek isteyen ABD ve İsrail’in, öte yandan başarısını Türkiye’nin askeri müdahalesine bağlamış bulunan “Suriye muhalefeti”nin  çıkarlarına hizmet ettiği açıktır. ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistler ve Katar, Suudi Arabistan gibi Bölge gericiliklerinin; İran başta olmak üzere Rusya, Çin, Irak’ın Şii Maliki Hükümeti ve Lübnan’da İsrail’in karşısındaki en önemli direnç odağı olan Lübnan Hizbullah’ının desteğini aldığı ve öte yandan toplumsal dayanaklarını hala önemli ölçüde koruduğu için ayakta kalabilen Esad rejimine karşı Türkiye’yi savaşa sürüklemeye çalıştığı açıktır. Dolayısıyla emperyalist güçlerin ve Bölgesel gericiliklerin taraf haline geldikleri bir savaşın koçbaşlığına soyunmaya çalışmak, ülke topraklarının da bu savaşın alanı haline gelmesine davetiye çıkarmaktır. Bugün olan budur. AKP nasıl ki Antep’te patlayan bomba sonrasında PKK’yi adres gösterip, Suriye’yi de işin içine katarak, halkı kendi politikalarına yedeklemeye çalışıyorsa, ülkede barış, demokrasi ve kardeşlikten yana güçlerin yapması gereken de, AKP politikalarına karşı açık tutum almak, ülkeyi böylesi saldırılara açık hale getirenin bu politikalar olduğu konusunda halkı uyarmak olmalıdır.

2. AKP İktidarı, “Bölgesel liderlik” rolünün ana eksenini, “Şii hilali”ne (Güney Lübnan-Suriye-Güney Irak ve İran’a) karşı Sünni Müslümanların desteğini arkasına almak üzerine kurmuş bulunmaktadır. Bu nedenle, Suriye’ye müdahalenin ana gerekçesi olarak, Esad rejiminin “Müslüman halka yaptığı zulüm” gösterilmektedir. ABD’nin 2003’te Irak’a yaptığı müdahalenin karşısında duran İslamcı çevrelerin büyük bir bölümü, bugün AKP’nin Şii-Sünni kamplaşması üzerine kurduğu müdahale politikasına yedeklenmiş durumdadır. Ancak AKP’nin hedef haline getirdiği “Şii hilali”ni oluşturan rejimlerin bugün ABD ve İsrail’in bölgesel egemenlik ve güvenliklerini tehdit eden ülkeler olması da rastlantı değildir. ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi, Bölge’de egemenliklerini/varlıklarını zora sokan bu rejimleri devirmek için aradıkları dayanağı Müslümanlar arasında mezhep çatışması yaratarak oluşturmaya çalışmaktadır. İşte ‘yeni Osmanlıcı hayallerle ABD’nin kendisine biçtiği “Bölgesel liderlik” rolünü oynamaya çalışan AKP (Erdoğan ve Gülen), bugün bu politikanın; Müslüman’ı Müslüman’a kırdırtma politikasının koçbaşlığını yapmaktadır. Erdoğan’ın Alevileri hedef alan açıklamalarının da, ülkenin Vahabi-El Kaideci teröristlerin savaş üssü haline getirilmesinin de arkasında yatan gerçek budur. Yani ABD ve İsrail’in “İslam’ın zaferi” için çalıştığını ne kadar doğruysa, AKP’nin de müdahale gerekçeleri de o kadar doğrudur. Fakat bu durum, geçtiğimiz dönem AKP’den kopuşa yönelen İslamcı çevrelerin büyük oranda tekrar AKP’nin arkasında safa girdiği/girmekte olduğu gerçekliğini değiştirmemektedir. Buna rağmen yapılan kamuoyu araştırmalarında halkın büyük çoğunluğunun Suriye’ye müdahaleye karşı olduğunun ortaya çıkmış olması, yapılan onca propagandaya rağmen, AKP’nin ABD ile doğrudan ve İsrail ile dolaylı olarak işbirliği-çıkar birliğine dayanan politikasının halk arasında itibar görmediğini göstermektedir. Bu noktada, dün Irak’ta ABD müdahalesine karşı çıkan, ama bugün ABD ile aynı safta duran İslamcı çevrelerin çelişkilerinin halk tarafından daha fazla görünür kılınması ve bu konuda dindar halk kesimlerine doğrudan seslenmek daha bir önem kazanmıştır.

3. AKP’nin “mezhepçi” politikası ve Başbakan Erdoğan’ın Alevileri doğrudan hedef alan konuşmaları, Aleviler arasında ciddi tepkilere yol açmaktadır. AKP’nin, Alevilerin her türlü girişimine karşı, “Baasçılık”, “Esad destekçiliği” ve “terör işbirlikçiliği” propagandasını yapması, ırkçı-milliyetçi kışkırtmalarla Kürtlere karşı linç girişimlerine yöneltilen “duyarlı vatandaşlar”ın bugün Alevilere de benzer tarzda saldırılarının önünü açmıştır. AKP’nin Alevilere karşı saldırgan ve kışkırtıcı söylemleri, orduyu “laikliğin bekçisi” olarak gören Alevilerin yeniden AKP tarafından önemli oranda tasfiye edilen Ergenekoncu-ulusalcı güçlerin etki alanına girmesinin (ve Ergenekonculara yönelik operasyonla Alevilere yönelik saldırılar arasında bağ kurmasının) önünü açmıştır. Bugün Ulusalcı-Ergenekoncu güç odaklarının Sözcü, Aydınlık, Ulusal kanal gibi yayın organları, Alevilerin AKP karşıtlığını yedeklemeye yönelik bir politik tutum izlemektedirler. Biliyoruz ki, bu ulusalcı-Ergenekoncu güçler, Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir zaman “laikliğin bekçisi” ve “Alevilerin” hamisi” olmadılar.  Çünkü Cumhuriyet rejiminin “laikçiliği”, hiçbir zaman gerçek bir laiklik olmamıştır. CHP ve ordunun savunuculuğunu yapageldikleri düzen, bir yandan bugün 100 bini bulan “imam ordusu” ile Sünniliği “devlet dini” yaparak denetim altında tutmaya ve öte yandan da Alevileri “şeriat umacısı” üzerinden kendi politikalarına yedeklemeye dayanan bir düzendir. Bu düzen, inanç özgürlüğü ve inançlar arasında eşitliği değil, inançların birbirine karşı kullanılmasına dayanmaktadır. O yüzden, Maraş, Çorum, Sivas başta olmak üzere Alevilere karşı gerçekleştirilmiş birçok kanlı tertipte bu Ergenekoncu güçlerin parmağının olması şaşırtıcı olmamaktadır. AKP, özellikle 90’lı yıllarda Kürt coğrafyasında halka karşı birçok kanlı eylemin; köy yakma, toplu katliamlar, kayıp ve faili meçhullerin sorumlusu olan bu gerici güç odaklarını sadece kendisine karşı darbe girişimleri nedeniyle yargılamakta; gerçek bir demokratikleşme yerine kendisine ayak bağı olan güçleri temizlemeye çalışmaktadır. Tekrar konumuza dönersek, bugün Ergenekoncu-Ulusalcı güçler, AKP-ABD’nin Suriye’de somutlanan mezhepçi, Alevi-Şii düşmanı politikalarına karşı Alevi kesimleri kendi politikalarına “taze kan” yapmak istemektedir. Özellikle mezhepçi politika bakımından hassas bir öneme sahip olan Hatay başta olmak üzere, Alevilerin yoğun yaşadığı kentlerde, bu konuda önemli bir mesafe kat ettiklerini de söylemek gerekmektedir. Bu ulusalcı-Ergenekoncu güç odakları bir yandan AKP-ABD karşıtı söylemler kullanırken, öte yandan Kürt halkının demokratik mücadelesine karşı 90’lı yılların zihniyetini sürdürmekte, ırkçı-gerici bir mevziden Kürt halkına karşı saldırgan söylemlerini devam ettirmektedir. Oysa bugün Kürt ulusal demokratik hareketi, hem ülke içinde, hem de Suriye başta olmak üzere diğer Bölge ülkelerinde, ABD-AKP’nin politikalarına yedeklenmeyi reddederek ve kendi öz gücüne dayanarak, demokratik hak ve özgürlük mücadelesi yürütmektedir. Başka bir deyişle, bugün Kürtler, AKP gericiliğine ve ABD emperyalizmine karşı halkların ve inançların eşitliği ve barış içinde bir arada yaşama mücadelesinin en önemli ve güçlü dinamiklerinden birini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Alevilerin yanında görünen bu Ergenekoncu-ulusalcı güçler, demokratikleşme mücadelesinin iki önemli dinamiğinin birleşmesini baltalayan gerici bir rol oynamaktadırlar. Bugün demokrasi güçlerinin, AKP gericiliğinin yanı sıra, kanlı ellerini-karanlık geçmişlerini gizleyerek, Alevileri kendilerine dayanak yapmaya çalışan ulusalcı-Ergenekoncu güçlere karşı da açık tutum alan bir mücadele anlayışı ile hareket etmesi kendini dayatmaktadır.

4. Arap dünyasında Tunus ve Mısır’la başlayan “demokrasi” ve “değişim” isteğinin Libya’ya yapılan emperyalist müdahale ve sonrasında Batılı emperyalistler ve Bölge gericilikleri tarafından kullanılmaya çalışılmasının önemli sonuçlarından biri de, Kürtlere karşı yıllardır süregelen gerici statükonun parçalanması olmuştur. Bugün, en problemli zamanlarında bile Kürtlere karşı ortak operasyonlar yapan İran ve Türkiye, iki karşıt kampta yer almakta; statükonun parçalanması, Bölge gericiliklerinin baskısı altındaki Kürtlerin hareket alanını arttırmış bulunmaktadır. Kürtlerin bölgesel dengeleri değiştirebilecek bir güç haline gelmesinin arkasındaki gerçek, bu statükonun parçalanması ve bu süreçte Kürt hareketinin kendi öz gücüne dayanan bağımsız, demokratik bir mücadele çizgisindeki ısrarı olmuştur. Statükonun parçalanmasının ve Kürtlerin kendi öz gücüne dayanarak demokratik mücadelelerini sürdürmelerinin en önemli sonucu/kazanımı, Suriye Kürdistan’ında (Güneybatı Kürdistan) Kürtlerin yönetimi ellerine almaları, fiili bir özerk yönetim kurmuş olmalarıdır. “Halkları desteklemek” gerekçesiyle Suriye’ye müdahale peşinde koşan AKP Hükümeti, Suriye’de Kürtlerin kendilerini yönetmek/kendi geleceklerini belirlemek yönünde attıkları adımı “kabul edilemez” olarak gördüğünü açıkça ilan etmiş ve gerekirse askeri müdahale yapabileceği tehdidini savurmaktan geri durmamıştır.
2009-2011 yılları arasında İmralı ve Oslo’da Öcalan ve KCK ile Kürt sorununun çözümü konusunda müzakereler yapan AKP Hükümeti, başta bir ‘barış konseyi’nin kurulması olmak üzere, bu görüşmelerde hazırlanan protokolleri uygulamak yerine, 2011 Haziran Seçimleri ve Suriye’ye müdahale süreciyle birlikte savaşçı politikalara yeniden sarılmıştır. Bölgenin dört bir tarafında ABD’nin istihbarat desteği verdiği operasyonlar gerçekleştirilmiş, ülke tekrar 90’lı yıllara benzer bir ‘düşük yoğunluklu savaş’ sürecine sokulmuştur. Ama bugün nasıl ki oluşan bölgesel güç dengesi AKP’nin ‘Özgür Suriye Ordusu’ üzerinden Esad rejimini devirme olanaklarını imkânsız hale getirmişse, bölgesel statükonun parçalanması da, güç ve etkisini arttırmış bulunan Kürt hareketini askeri yöntemlerle yenilgiye uğratma olanaklarını büyük oranda ortadan kaldırmış bulunmaktadır. PKK-HPG’nin ‘vur-kaç’ yerine ‘alan savunması’na yönelmesi, Türk ordusunun Şemdinli’de günlerce süren operasyonlara rağmen denetimi eline alamaması, yine PKK’nin gündüzleri birçok farklı bölgede eşzamanlı baskınlar yapmaya başlaması ve bu mevzi savaşlarında iki tarafın “bayrak dikme” yarışına girmesi, aslında sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğinin en somut göstergeleridir. Her gün ‘ölüm bilançoları’nın yayımlandığı bu ‘düşük yoğunluklu savaş’ nedeniyle, bir yandan asker cenazeleri üzerinden Türk halkında ırkçı-şoven duygular kışkırtılmakta ve öte yandan da ırkçı-gerici saldırılar Kürt halkının birlikte yaşam duygusunu zedeleyerek, ‘duygusal kopuş’a yol açmaktadır. Halkları düşmanlaştıran ve birlikte yaşama zeminini baltalayan bu savaş sürecine karşı yapılması gereken açıktır: Ölümlere karşı daha yüksek sesle silahların susması ve müzakere sürecinin tekrar başlatılması talebini her alandan dile getirip savunmak. Bu süreçte ana muhalefet partisi CHP’nin ne yaptığı/ne yapacağı da önemlidir. CHP’nin genel başkan yardımcıları Koç ve İnce, sanki yaşanan ölümlerin nedeniymiş gibi Oslo sürecini gündeme getirirken, Kılıçdaroğlu da Oslo görüşmelerinin tekrar yapılabileceğini söylemektedir. Bu birbiriyle çelişen iki söylem, aslında CHP’nin iç çelişkilerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Yaşanan ölümlerin sebebi Oslo’da görüşmeler yapılması değil, burada hazırlanan protokollerin AKP Hükümeti tarafından uygulanmamasıdır. Bu bakımdan İnce ve Koç’un savaşa ve halkları düşmanlaştırma politikalarına hizmet eden söylem ve tutumları elbette eleştirilmelidir. Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun arkasında ne kadar duracağı belirsiz olmakla birlikte, dile getirdiği görüşmelerin yeniden başlayabileceği açıklaması, silahların susması, ölümlerin durması ve sorunun barışçıl-demokratik çözümü bakımından önemsenerek, halkı bu politikaya kazanmanın vesilesi olarak kullanılmalıdır. “Artık ölümler bitsin” çığlığının geniş halk kesimleri tarafından giderek daha fazla dillendirilmeye başlanmış olması, bu kesimleri, sorunun silahla değil, dünyanın birçok bölgesinde yapıldığı gibi, müzakere yöntemleri ile çözülmesi talebine kazanma koşullarını daha önce olmadığı kadar arttırmıştır. Ötesini belirleyecek olan, demokrasi ve barış güçlerinin her alanda bu talepleri daha yüksek sesle, daha cesur biçimde savunma konusunda gereğini ne kadar yapıp yapamayacağıdır.

5. AKP, siyasi istikbalini içeride ve dışarıda sürdürdüğü savaş politikasına bağlamış bulunmaktadır. Bu politika, ülkeyi, bir yandan hakları daha fazla düşmanlaştıran bir ‘iç savaş’a ve öte yandan emperyalist güçlerin ve bölge gericiliklerinin üzerinde hesap yaptıkları bir bölgesel savaşa doğru sürüklemektedir. Bugün “komşularla sıfır sorun” politikası yerini bütün komşularla sorunlu bir ülke olmaya ve öte yandan ülke içinde de mezhepçi ve savaşçı politikalarla farklı milliyet ve inançlardan halk kesimlerinin karşı karşıya getirildiği bir politik iklime yol açmış bulunmaktadır. Antep’te patlayan bomba, AKP eliyle uygulanan politikalar nedeniyle, ülke topraklarının nasıl farklı ülke ve güç odaklarının müdahalelerine açık bir alan haline getirdiğinin kanlı bir örneği olarak karşımızda durmaktadır. Antep bombasının harekete geçirdiği siyasi fay hattı, ülkenin, eğer karşı konulmazsa kanlı boğazlaşmaların olabileceği, bombaların daha fazla patlatılacağı bir sürece sokulduğunun alarmını vermektedir. Türk ve Kürt halkları ve ülkenin her milliyetten ve inançtan halk güçlerinin AKP’nin bu gerici hesaplarının kurbanı olmamak için tutmaları gereken yol ise bellidir; içeride ve dışarıda savaş politikalarına karşı barış, demokrasi ve eşitlik için birleşik mücadeleyi yükselterek kendi kaderlerini ellerine almak!

din ve milliyetçilik ‘kıskacında’ işyeri fabrika çalışması: “dine karşı savaş kumarı mı yoksa sınıfın örgütlenmesi ve eğitilmesi mi?”*

GİRİŞ
Yazımız; işçi sınıfının mücadelesi ile din faktörü (ve milliyetçilik) arasındaki ilişkiyi ya da bu ikisinin birbirilerini nasıl etkilediğini ve özellikle dinin iktidarlar eliyle emekçilerin mücadelesinin zayıflatılmasında nasıl kullanıldığını irdelemeye çalışacak. Sınıf bilinçli işçi ve sosyalist aydınların dönem dönem bu konuyla karşı karşıya geldiklerinde duraksadıkları, “ne oluyoruz, işçi sınıfı elden mi gidiyor, din karşısındaki tutumumuzu neden yüksek sesle yaymıyoruz?” vb. türünden “serzenişlerde” bulunduklarını biliyor/duyuyoruz.
Elbette sosyalistlerin bu durumda ve her zaman işçiler içindeki çalışmasında bu etkilerin nasıl gözüktüğünü anlaması ve çözüm için attıkları adımları yaşanmış bazı örnekler üzerinden anlaşılır kılmaya çalışması gereklidir/ihtiyaçtır.
Çünkü dinin ve kullanılmasının söz konusu olduğu her durumda hiç sektirmeden dine karşı savaş açılmadığında soyut, kendi başına ve kendine yeter kurmaca bir mücadele olarak uluorta yürütülmediğinde, dinselliğin ve dinsel uygulamaların küçümsendiği ya da önemsenmediği düşünülebilmektedir.
Oysa baştan söyleyelim ki, asıl olan, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesi, bu doğrultuda adımların atılmasıdır ve dine ve dinin sermaye ve gericiliğin hizmetinde kullanılmasına karşı mücadelenin, sınıf mücadelesinin ilerleyişini zorlaştırmaması, ama kolaylaştırmasıdır. Yaşanmış kimi yerel örnekler ve çıkarılabilecek genel sonuçlar elbette buna hizmet edecektir.

İŞÇİDEKİ GERİ EĞİLİMLER: MÜCADELE ÖRNEKLERİ VE ÖĞRETTİKLERİ
“Mü’min… Yaşama sevincini, huzur ve mutluluğunu sıcak aile yuvasında arayacak. Başıboşluğa kaymayacak. Karı-koca ve çocuk sevgisinin manevi birer rızık olduğunu bilecek. Annesi-babası, çocukları ve bütün hısım-akrabası ile koklaşacak. Bütün iman ehli ile tanışacak, hususen Allah’ın dostlarıyla ziyaretleşecek. Lüzumsuz münakaşaların, kısır çekişmelerin, gıybetin ve dedikodunun bulunduğu meclislerden hemen savuşacak.
“Bütün arkadaşları ve meslektaşları ile sarmaş-dolaş olacak, dostlarının ikazından kırılmayacak, hatalarını, kusurlarını söyleyenlere darılmayacak, dostunun acı tenkitlerinden alınmayacak, düşmanlarının yaldızlı laflarına inanmayacak, su uyur düşman uyumaz uyarısını aklından hiç çıkarmayacak.
“…dini ve milleti için çalışan herkesle elele, gönül gönüle birleşecek, bütünleşecek.”
Aktardığımız bu cümleler, normal koşullarda en azından bazı noktalarına “evet, doğru şeyler” diye yaklaşılabilecek; hatta dindar bir Müslüman tarafından da “hemen hepsinin altına imza atarım” denebilecek bir mahiyette yazılmış. Peki, koşullar ne kadar değişebilir de, bir “mü’min” bunlara karşı gelebilir?

****
Evet, alıntıladığımız paragraf bir broşürden. Bu broşür Olgun Müslüman’ın Özellikleri isimlidir ve yazarı prof. dr. Ahmet Coşkun’dur. İşçilerin mücadele eğiliminin ortaya çıktığı bir dönemde, yaklaşık 4 bin kişinin çalıştığı bir işletmede patron ve onun temsilcileri aracılığı ile dağıttırılmıştır.
Bahsi geçen işletme Kayseri’nin can alıcı sektörlerinden birinde faaliyet yürütmektedir. İşçiler mesailerini tam alamamaktadır, maaşlar düşük ya da orta düzeydedir, iş hastalıkları ve kazaları yoğunlaşmış durumdadır ve işçiler burunlarından solumaktadır.
İşçilerin bu işletme dâhil belli başlı fabrikalara, hükümet destekçiliğine soyunmuş cemaatin referansı ile girebildiği sır değil. Yine işçilerin söylediğine göre; bu işletmede örneğin tarikat, cemaat fraksiyonu sayısı 10 civarındadır. Bazı işçiler o dönemki kılık kıyafet genelgesine aykırı bir biçimde sakalları ve sembolik dini kıyafetleri ile çalışabilmektedir, bu işyerinde. Yapılmış mescitte aynı anda 2 bin kişi namaz kılabilmektedir (broşür bu namazlardan biri öncesi dağıtılmıştı). Anadolu Kaplanı patronların (bu ifade genelde KOBİ’lerin yoğunlaştığı iller için kullanılsa da kayseri örneği için de söylenmesinde sakınca yoktur) “yıldız kenti”, bu tür din referanslı ilişkiler ağı üzerinden sermayesini artırmakta ve iktidarla arasındaki ilişkiyi de böylelikle perçinlemektedir. (Toprakla bağ ve dolayısıyla feodal/geleneksel geri eğilimlerin azalmakla birlikte etkilerinin de var olduğunu ve bunun patronlar eliyle kullanıldığını da bilmeliyiz).
Din faktörünün kullanılması ile de güçlendirilen siyasal etki işçileri belli bir dönem idare etse de; işletmedeki aşırı üretim ve yaratılan değerden pay alınamaması tepkilerin birikmesini kaçınılmaz olarak sağlamaktaydı.
Tepkiler ortaya çıkmaya başladığında işin önünde yürüyen önder işçilerden ikisi “uzun sakallı ve şalvarlı”, önceden suya sabuna dokunmayan bir işçi ile dindar milliyetçi diğer bir işçiydi. Bu tepkilerin artmasına paralel yürüyen ve tepkilerin önünü almaya çalışan patron kendine yakın bir sendikanın da işletmede yetki almasının önünü açtı (sendikasızlıktan iyi olduğu işçiler tarafından da kabul edilmiştir). Bu sendikanın maaş bordrolarında gözükmesi gereken aidat kesinti bölümü 5-6 ay boyunca borç kesintisi adıyla yazılmış ve bu işçilerin dikkatini çeken ve bardağı taşıran son damla olmuştu.
İşçiler birçok kez sendikayı bastılar.. Cevaplar tatmin etmeyince iki vardiyada ikişer saat iş durdurma ve iş yavaşlatma örgütlediler… Ardından bir Cuma namazı öncesi bahsi geçen broşür dağıtıldı.
İşte alıntı yaptığımız bu broşür o anda işçilerin tepkisini çok çekti. İşçi; örneğin orada yazılanları okuyunca, alıntıdaki düşmanın kim olduğu (buradaki düşman büyük ihtimalle işçilere yol gösterip yardımcı olan günlük işçi basını ve sınıf partisidir), düşmanın yaldızlı laflarına kanılmayacağı sözleri üzerine düşünmüş ya da tartışmaların olduğu “meclislerden” hemen savuşun denilmesinin işçiye küfür olduğu düşüncesine varmıştır. Ve broşürün dağıtılmasının kendilerini frenlemeye yönelik olduğunu o an yaşayarak anlamıştır. Partiyle de tanışan bu dindar ve milliyetçi işçiler, öyle anlar olmuştur ki, kendi yazdıkları mektup ve haberleri yayınlayan günlük işçi basını ile sıkıntılarını aşmaları için yardımcı olan partinin kötülenmesine karşı gazeteyi işletmede dağıtarak ve partiye gelerek, partiyi anlatarak tarafını belirlemiştir o gün için. Kendi cemaatini de bu iş için çalıştırmış ve hatta gelişmeler yaşanırken ters düşülen cemaat üyelerinin bazıları da dışlanmıştır. Çünkü kendi tabirleriyle “sınıfına ihanet etmiştir”.
Bu güçlü çıkış, patronun işçileri yemekhaneye toplayıp, gazeteyi sokanları bulup işten atmakla tehdidi ve gazetenin tirajı az da olsa reklâmlarının kötü yapılmasına tahammül edemeyeceklerini söylemesiyle başka bir evreye girmiştir. Aslında gazetenin etkisi tiraj vb. denilerek küçümsense de, orada işçileri toplamasına vesile olacak kadar etkili olduğu, sohbet ettiğimiz işçilerin de gözünden kaçmamıştır.
Bu ve benzeri şeyler işçilerin kafasındaki ‘işveren’ figürünü doğal olarak paramparça etmiştir. Öyle ki; bu patronlar hayırseverdi, ‘hac vazifesini’ en ileriden yapandı, dindarları el üstünde tutup koruyan, işe alan insanlardı! Ama işçilerin büyük çoğunluğu yaşadığı somut örnekten hareketle patronun aslında bunları kullanarak servetine servet katmaktan başka amacının olmadığı kanaatine varmıştır. Olayların sıcağında bilinçlerinde değişim yaşanan işçilere öncesinde ve sadece propaganda düzeyinde: “Sizin patronunuz özel mülkiyetin kutsandığı Amerikan eksenli Protestan iş ahlakını düstur ediniyor” deseydik ya da yayınlanan röportajlarının birinde “rızkın % 90’ı ticaret ve cesarettir” (Hz. Muhammed’in sözüdür) dediğini anlatsaydık, acaba işçilerin, patronun kârından başka bir şey düşünmediğine ikna olması daha mı kolay olurdu? Tabii ki hayır!
Yaşadıklarının işçilere kazandırdığı bilinç, o dönemde patronların tüm karalamalarına rağmen işçilerden sınıf partisine oy veren, gazeteye o dönem için abone olan eski Vakit gazetesi aboneleri bile ortaya çıkarmıştı. İşletmenin boy boy reklâmlarını yayınlarken İşçilerin gönderdiği mektubu yayınlamadığında, gazetenin promosyon olarak verdiği Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili kitapların kuponlarını da biriktirmelerine rağmen, bazı işçiler Vakit aboneliğini bırakmıştır.

İKİNCİ ÖRNEK YİNE KAYSERİ’DEN: YIL 2003–2004
Hak İş’e bağlı Öz İplik İş sendikasının örgütlü olduğu fabrikalarda sıkıntılar bulunmakta ve çözüm için adım atmayan sendika yönetimine tepkiler de artmaktadır. Soley Havlu, Yataş, İstikbal gibi önemli ve büyük fabrikalarda yetkili olan sendika, patronlarla diz dize sendikacılık yapmaktadır. Şube başkanı, ‘reis’ lakaplı, eski ama her dönemin adamı bir ülkücüdür. İşçilerin haklarını korumayan yönetime karşı eski ülküdaşları başta olmak üzere bayrak açılır. Fabrikalardaki uygulamalara, örneğin Alevi bir kadın işçinin yaşadığı sıkıntıyı ayrımcılık yaparak çözmeyen yönetime ve aynı siyasi gelenekten olmasına karşın, giderek tüm işçileri de tehdit eder hale gelen bu ve benzeri sıkıntılara karşı işçiler tepki gösterirler…
Kayseri tarihinde ilk kez olarak bu sendikanın yönetimine ‘sıradan’ ama sağ/muhafazakâr gelenekten gelen işçiler aday olurlar. Yaşanan sıkıntılar yerel ve ulusal basında yer almazken, sürekli haber ve bir süre sonra işçi mektupları yayınlamaya başlayan günlük işçi basını, işçilerce seçim kürsüleri haline getirilip öyle kullanılır.
İşçilerin politik olarak durdukları yer ile yapmaya çalıştıkları iş arasındaki çelişki öyle bir hal alır ki; işçilerin toplantılarına patronların adam sızdırmaları yetmez olur ve seçim bürolarından çıkan adayların önü ülkü ocaklarından silahlı adamlar tarafından çevrilmeye başlanır. İşte işçilerin bu noktada yaşadıkları en önemli değişim, geldikleri siyasal gelenekle karşı karşıya gelmeleri olmuştur. Öyle ki; kendilerince ülkücü gözükmenin sembollerinden olan bıyıklarını bile bu olaylar sonrası kesme kampanyası düzenleyen işçiler, “haberlerinizi kızıl komünistlere yaptırıyormuşsunuz” laflarına karşı, “işçilerin hakkı için yapılanlar doğruysa en kızıl komünist biziz” diyerek yanıt verebilmişlerdir.

BİR BAŞKA ÖRNEK: VERİLER IŞIK TUTUCU
İşçi mücadelesinin pratik bazı deneyimleri ışığında Kayseri ilinde çıkarılmaya başlanan “İşçinin Gündemi” gazetesi de işçilerin algısında, dünyayı yorumlamasında etkili olmaktadır. Çıkarılan sayılardan birçoğundaki mücadele çağrılarına önceleri pek itibar etmeyen, ama başına gelen bir sıkıntı sonrası gazetedeki sağlık ve hukuk köşelerini işçi arkadaşları ile fabrikasında tartışarak gazeteye müracaat eden dini bütün Kürt işçi; “çözüm için bunları yaşamamız gerekiyormuş” demektedir.
Bahsi geçen Kürt işçi; Cuma namazlarında namazını kıldıktan sonra sınıf partisinin bildiri dağıtımlarına katılmış, organize ettiği toplantılara, ortak iftar veren işçilerin evlerine partililerin yanında katılmış, çevresindeki işçileri partiye taşımakta çok doğal ve rahat hareket etmiştir. Kendisine önerilen parti üyeliğini tereddütsüz kabul etmiş, ardından milletvekili adaylığı önerilmiştir. Bu bile işçideki değişimi ilerleten bir öneri olmuştur. Zira parası olanların aday olduğu bir ortamda kendisine verilen değeri algılamakta zorlandığını, ama işçi ve emekçilerin bu şeyleri hak ettiğini parti sayesinde anladığını ifade ederek, adaylığı kabul etmiş ve kapı kapı dolaşmış, fabrika önlerinde bildiri dağıtmıştır.
Din ve milliyetçi etkilenmelerin devrimci işçi çalışmasını zorlaştırdığı doğru. Ancak bu etkilerin kırılması için işçileri sermayeye karşı birleştirme görevi bir an için elden bırakılmadığında, işçilerin bulunduğu noktadan başka bir aşamaya pratik eylemi içinde geçtiğine tanık oluyoruz. İşte bu açıdan, diğer örnekleri de besleyecek yaşanmış bir diğer örnek, işçi politikacılarına olumlu yol gösterici olabilir.
Örnek, metal sektöründe 900 kişilik bir işletme. Söylenen ve bilinen haliyle, ’80 sonrası Organize Sanayindeki özel bir işyerindeki ilk dişe dokunur örgütlenme çalışması yürütülüyor ve direnişe çıkılıyor…
Daha önce üç kez Çelik İş ve Türk Metal’de sendikalaşma deneyimi yaşanıyor ve işçilerin tabiriyle “satılmaları” ile olumsuzlukla sonuçlanıyor. Ama yaşadıkları sömürü ve baskı, ücretlerin çok düşük olması, hemşericilik ile ayrımcılığın üst seviyelere çıkması ve hatta işçilerin kıldıkları namaza karışan patron temsilcilerinin “evde kılmıyorsun burada kaytarmak için namaza gidiyorsun” türü despotik uygulamalarının  sıkça yaşanması gibi nedenlerle, işçiler, bir kez daha sendikalaşma yolunu seçtiler.**
Sendika üyeliğine giden ve orada da deneyimlerle dolu olan kısmı bir yana bırakarak, direnişe çıkan işçilerdeki değişimi anlatmakta fayda var.
İşten atılarak direnişe katılan işçilerin önemli bir bölümü sağ, muhafazakâr ve hatta bazıları radikal İslamcı gelenekten gelmektedirler. Birkaç Alevi, demokrat işçi dışında direnişe katılanlar bu durumdadır.
Kendi ekonomik talepleri için sendika yolunu seçen işçiler patronun uygulamaları ve tutumunu baştan beri bilirlerken, devletin polisini sürekli direniş çadırına göndermesi ve emniyetin de “maalesef emir kuluyuz” diyerek işlem yapması, işçilerin kafasındaki polis ve devlet algısını değiştirmiştir. Birçok kez gözaltına alınmaları ya da ifadeye çağrılmaları, bu noktada önemli rol oynamıştır. Ayrıca sendikanın yetki sürecinin devlet-hükümet eliyle geciktirilmesi de bu algıyı güçlendiren bir rol oynamış; bürokrasinin bu haliyle patronun işine yaradığı daha kolay anlaşılmıştır.
AKP üyeliği olan ve bu partiye de başörtüsü vb. meselelerde çözüm bulacağı inancıyla oy veren, kendilerinin esasen İslami açıdan daha radikal olduklarını ifade eden işçiler artık bu ve benzeri muhafazakar partiye oy vermeyeceklerini söylemişlerdir. Çünkü ekmek davalarında hiçbiri yanlarında değildir, oy verilen partilere gidilmiş, ama zar zor içeri alınmışlardır ve çözüm yoktur. Referandumda sendikal özgürlükler genişliyor demişlerdir, ama seçtikleri sendikanın kötülenmesinden yetkinin hukuksuz biçimde geciktirilmesine, işçileri sendikadan istifa ettirmek için uygulanan baskılardan eski Türk Metal şube başkanının MHP yöneticileri ve patron işbirliği ile fabrikaya “koordinatör” olarak getirilmesine kadar yaşanan birçok örnek, işçilerin; din, milliyetçilik gibi kavramların ne için ve nasıl kullanıldığını, kişisel bir seçme özgürlüğünden öte işlevleri olduğunu anlamalarında etkili olmuştur.
Milliyetçi ve şeriatçı olduğunu ifade eden bir işçi, sendikalaşma sürecinde ve direniş boyunca sınıf partisiyle daha yakından tanışmış ve “öz yurduma (partiye) uğramadan işim rast gitmiyor” diyerek, diğer işçileri de davet eder olmuştur. Meselenin kendisi açısından sermayeye karşı ezilen kesimlerin mücadelesi olduğu ve sınıf mücadelesi vermek gerektiğini söyleyerek, kendisindeki değişimi anlatmaktadır. Bu işçilerin birçoğu, önceden (CHP’li olanlar da dâhil) sınıf mücadelesine ve sınıf partisine bölücü, terörist ve “kötü şeyler” olarak baktıklarını, ama bu süreçte gerçeklerin öyle olmadığını anladıklarını, tüm olanaklarını (özellikle gazete ve televizyonun, gençlik örgütünün) işçilerin kazanması için sefer etmelerinin fikirlerini değiştirdiğini birçok kez ve birçok işçi toplantısında ifade etmişlerdir. Oturmaya geldiği partide bir odada namaz kılmasının yadırganmadığını gördüğünü ve kendini “öz yurdunda” hissetmesinin bu yaklaşımlar sonucu olduğunu ifade etmiştir işçi.
Peki, bu işçilere din karşıtlığını dayatmak ve onları –sınıf mücadelesine daha ileriden katılmak yerine– “dine karşı savaş”a çağırmak ne kadar akılcıdır? Lenin, grev ve grevci işçilerle din karşıtı propaganda arasındaki ilişki üzerinde durduğu “İşçi Partisinin Din Konusundaki Tutumu” adlı makalesinde, işçilerin din karşısındaki tutumlarına göre bölünmeleri yönelimi türünden anarşist tutumlara karşı savaşmış; örneğin bir bölgede ateist partili işçilerle inançlı işçiler olarak din karşısında birbirlerinden farklı tutumlara sahip olan belirli bir işkolu işçilerinin, sınıf mücadelesinin greve yol açan bu aynı işkolundaki gelişmesi karşısında, grev sırasında, ateistler ve inançlı işçiler olarak ikiye bölünmelerine kesinlikle karşı çıkacaklarını belirterek, Marksistlere düşen görevin grevin başarıya ulaşmasını her şeyin üzerinde tutmak olduğunu söylemiştir. Parti işçilere din karşıtlığını dayatarak, onları din karşısındaki tutumlarına göre bölmez. Görülmesi gereken budur. Devam etmekte fayda var.
Örgütlenme çalışmasının sürdürüldüğü bu işletmede; işçilerin yaptıkları yürüyüşlerde ilk kez slogan atmışlar, “bölücülerin bayramı” 1 Mayıs’a kitlesel olarak katılmışlar, dergi çevrelerinden bazılarının olmamış şeyleri, hatta hayali işçilerle röportajlar yayınladıklarını görerek, sınıf partisinin durduğu yerin “sol” ve sağ kesimlerden farklı olduğunu yaşayarak anlamışlardır.
Direniş alanına gelen gençlerin işçilerden öğrenme arzusu ile onlarla beklediklerini gören işçiler; aynı zamanda kendilerini ziyarete gelen öğretmen, sağlıkçı gibi önceden “yattıkları yerden maaş alanlar ya da yüksek maaş almalarına rağmen zam verilmeyince boş boş eylem yapanlar” olarak tanımladıkları “memurlar”ın bile kendilerine desteğe geldiklerine tanık olmaları, kafalarında oluşmuş yanlışları çok da zorlanmadan değiştirmişlerdir.
Direniş boyunca işçiler, gazete ve kitap okuma konusunda da (bazı zorlukları barındırsa da) ileri adımlar atmışlardır. Mücadeleleri içinde diğer direniş ve işçi mücadelelerinden öğrenmek için günlük işçi basınının önemi çok kolay kavranmış ve TOGO işçileriyle mektuplaşarak ve onları Kayseri’ye davet edip deneyimlerini paylaşarak da önemli işler yapılmıştır.

SONUÇLAR

1. Yukarıda bazı yönleriyle dikkat çektiğimiz, işçilerin dinin egemenlerce nasıl kullanılabildiğini- ve bu süreçte işçi sınıfı partisinin tutumunu- anlamalarına vesile olan örneklerin kendiliğinden ve daha çok gündelik ekonomik taleplerle sınırlı mücadele alanı içinden verildiği görülmektedir. Bu durum eşyanın tabiatına son derece uygundur ve başka türlüsü olamazdı zaten. Sorun şudur ki, ekonomik alanla sınırlı kaldığı sürece yürütülen mücadelenin işçi sınıfının bilincinde yaratacağı ilerleme son tahlilde burjuva bilincin sınırlarını aşamaz ve işçinin dinin kapitalizmin hizmetindeki gerçek işlevini kavraması mümkün olmaz. İşçiler pratik eylemlerinden öğrenirken esasen politik olarak işi vardırması gerektiği yerin onunla nasıl ve ne düzeyde tartışılacağı da önem kazanmaktadır. Özellikle din konusunda patronların sınıfsal bakımdan nerede durdukları iyi anlatılmadığında ya da anlaşılmadığında iyi Müslüman bir patron bulmanın da mümkün olabileceği düşüncesine kapılabilir işçiler. Kaldı ki büyük dinlerin hemen hepsinde vaaz edilen: “zengin yoksul ya da ezilen ezen farkının olmadığı iyi bir dünya hayali” pompalanmaktadır. “Allah katında herkes eşittir” denmektedir. Ama ertesi gün camii ya da kiliseden işine dönen işçi sömürülmeye devam etmektedir. Nerde iyi Hıristiyan ya da iyi Müslüman patron? Bu iyi anlatılmalıdır.
Dolayısıyla işçi sınıfının politik eğitimi için kendiliğinden gelişen eylemler içinde kendi deneyleriyle öğrendiği şeylerin; kapitalist toplumda sınıflar gerçeği, sınıf mücadelesi, devletin rolü vb konularda toplumsal, siyasal gerçeklerin açıklanması ve bu temelde yürütülecek siyasal teşhir ve ajitasyonla desteklenmesi gerekir. Siyasal teşhirin temel aracı olarak gazete ve televizyon gibi araçların çalışmadaki belirleyici rolü böylece bir kere daha anlaşılır olmaktadır.

2. Yukarıdaki örneklerden ama en çok da sendika seçimleri için harekete geçen işçilerin önyargılarındaki kırılmanın, araçların doğru ve zamanında kullanılmasıyla çok doğrudan bir bağı olduğu görülmektedir. Dindar ve milliyetçi işçiler kendilerinin mücadelesinin pratiğinden öğrendiği kadar partinin yaklaşımından da etkilenmekte ve mücadelesi ve parti arasında paralellikler kurması çok kolay olmaktadır.
Bu aşamada işçilerle milliyetçilik zehrinin işçi sınıfı mücadelesini nasıl olumsuz etkileyeceği, özellikle demokratik-siyasal hak ve özgürlükleri (devletin niteliği, kürt meselesi vb.)kazanmanın işçiler için ne anlama geleceği tartışılmalıdır. Hem de yukarıda da örneği verildiği gibi işçiler milliyetçi hatta dinsel geleneğin motifleri olarak en uç noktalarda duran devlet ve bürokrasisini de eylem içinde tanımışken. Çözüm için başlangıç pratiğin kendisi olabilmektedir.
İşçiler kendi deneyimlerinden öğrenirken söylendiği gibi partinin doğru araçları devreye sokması, işçilerle ortak işler ve araçlar yaratmaları da, dindar Kürt işçi örneğinde olduğu gibi; değişimin/dönüşümün tek başına, kabaca eylem anında değil ama aynı zamanda aydınlatma faaliyetinin işçilerin talepleriyle birleşen bir noktadan yapılmasıyla da olabileceğini göstermektedir. Günlük işçi basınıyla beslenen işler bu noktada daha da önem kazanmaktadır. İşçinin yaşamına girecek bir düzey tutturulduğunda işçilerin sınıf politikalarına kazanılması çok yüksek bir olasılık olarak gözükmektedir. Bu hızlı değişim partide de hızlı bir öğrenmenin yaşanmasını sağlamaktadır.
Dolayısıyla işçiler kendi pratiklerinden öğrendikleri gibi, sınıfın partisi de onların bu deneyimlerinden yola çıkarak ve deyim yerindeyse öğrenerek daha ileri mevziler edinebilir/edinmektedir.

3- Din ve milliyetçiliğin sermaye tarafından işçi sınıfı ve emekçilerin sömürülmesinin bir aracı olarak kullanılmasını önlemek yalnızca kitabi eğitimle ya da kaba bir din karşıtı propaganda yoluyla olabilecek bir şey değildir. Çünkü dinin kişinin “özel alanı” olarak kalması ama sermaye ve hükümetlerinin bu özel alanı nasıl ters yüz ettiğini anlamaları ancak işçilerin sermayeye karşı girdikleri mücadele içerisinde olacaktır.
Bu aşamada elbette sınıf partisi dine karşı demokratik görevlerinin en önemlilerinden olan demokrasi ve laiklik mücadelesini yükseltmeyi ve dinle devlet işlerinin birbirinden tam ayrılığını savunmayı da ihmal etmeyecektir. Bu aşamada işçi ve emekçilerin inanma ya da inanmama sorununu garantiye alacak bu ‘kişisel’ meseleye de bu çerçevede yaklaşacaktır. Bunun garantiye alınabilmesi için örneğin işçiler bu meselelerde anayasada taleplerini nasıl yazdıracaktır. Demokratik/halkçı bir anayasanın yazılmasında işçi sınıfı nasıl adım atacaktır, bu da işçinin mücadele içinde/ sıcaklığında rahatça anlayabileceği bir konu olmalıdır/olmaktadır. Tarihte yaşanmış işçi devleti örneğinde olduğu gibi din ve vicdan hürriyeti garanti altına alınmayacak mıdır? (1936 Rus Sovyet anayasasından bir madde: “MADDE 124. Yurttaşların vicdan özgürlüğünü güvence altına almak için, SSCB’de kilise devletten ve okuldan ayrılmıştır. Dini ibadet özgürlüğü ve dinsizlik propagandası özgürlüğü tüm yurttaşlara tanınmıştır.”
1918 anayasasında daha ilginç bir madde ile de karşılaşıyoruz: “MADDE 13. İşçilere gerçek vicdan özgürlüğünün sağlanması maksadıyla din ile devlet işleri birbirinden ayrılmış, buna paralel olarak eğitim de kiliseden ayrılmıştır. Dinî ve din karşıtı propaganda yapma hakkı tüm vatandaşların en doğal hakkıdır.”)

4. Burada ayrıca dikkat çekmemiz gereken ve bir kez daha vurgulama pahasına söylememiz gereken şey şudur. İşçi sınıfının kendi pratik deneyimlerinden/eyleminden öğrenmesi;  kendiliğindenciliğe tapma vb. algılanmamalı, ama buna dikkat edilerek; sınıfın partisinin “din konusunda soyut ideolojik vaazlarla” (Lenin) sorun olarak gördüğü bu olguyu aşamayacağını görmesi ve sınıfın örgütlenmesi konusunda üzerine düşeni yapmak için çalışmasının düzeyini yükseltmeye çalışması gerekmektedir.
Çünkü burjuvazi ve onun her türden fraksiyonu işçi ve ezilen halk kesimlerinin içerisinde özel bir çalışma yürüterek bir kuşatma sağlamakta ve tabir yerindeyse kıskaç altına almaktadır. İşte bu aşamada dahi sosyalistler, devrimciler kendi rollerinin “dinle savaş kumarı” yapmak değil ama bıkmadan usanmadan emekçilerin günlük mücadele içine çekilerek eğitilmeleri ve sermayenin karşısına dikilmeleri için koşturmaları olduğunu bilmelidirler.
Esas yapılması gereken iş; işçilerin sınıflar mücadelesinin alanına çekilmeleri ve onun politik olarak sürdürücüleri olmalarının sağlanmasıdır. Eğer sınıf bilinciyle harekete katılacaksa işçiler, partinin de işyeri fabrika çalışması (öncelikleri, hedefleri, talepleri belirlenmiş)profesyonelce planlanarak sürdürülmelidir. Kaldı ki işçiler yukarıdaki örneklerde de belirtilerinin ortaya çıkması gibi bazı meselelerde kendiliğinden de olsa adımlar atabilmektedirler. İş bunların siyasal alana çekilmeleri ve partileşmeleridir.
İşçilerin hala bu örneklerin yaşandığı birçok yerde partiye katılmalarında sıkıntılar olduğunu, işçileri politik olarak partili mücadelenin gerekliliğine ikna edemediğimiz ya da çoğunlukla partiye davet etmede tereddütte kaldığımız az yaşanmıyor. Bunun aşılması ve partinin işçi sınıfının mücadeleci unsurlarından oluşacak bir biçimde yenilenmesi de bu örneklerden belki de çıkarılacak temel görevlerden biridir.

Eğitimde demagoji ve gerçekler…

Başbakan, “Dershaneleri kapatıyoruz, üniversite harçlarını kaldırıyoruz, üniversite giriş sınavları zinhar olmayacak!” diyor. 2002’den 2012’ye, 10 koca yıl geçtikten ve eğitimin temel özelliklerinin, mücadeleyle edinilmiş bütün kazanımlarının yok edildiği bir süreç yaşandıktan sonra vaaz edilenler, bunlar. İlk başta her insanda olumlu bir his uyandırıyor söylenenler. Öyle ya, ülkenin başbakanı, yürütmenin başı, “parasız üniversite”, “sınavsız üniversiteye giriş”, “ikinci yaygın eğitim kurumu olarak büyüyen dershane soygunu son bulacak!” diyor. Başbakan ve hükümetinin uygulamalarını kavramış mücadeleci ileri kesimler dışında, bu duygunun yaşanması kaçınılmaz ve zaten Başbakan ve bakanlar bunun ayırdında oldukları için bu vaadlerde bulunuyorlar! Gerçeklere takla attırmada ve kara propagandada ustalaşmış AKP hükümeti ve onun başbakanı, ustalık dönemlerinin aldatma, takiyye yapma, umut ve beklenti yaratma becerilerini, toplumun, “reform”, “halkçılık”, “eğitimde fırsat eşitliği”, “parasız eğitim hakkı” türünden beklentileri istismar etmede kullanıyorlar. Amaçları; bu beklentiler üzerinden AKP’nin hedeflerini gerçekleştirmek; öne alarak 2013’te yapacakları yerel seçimlerde oylarını artıramasa bile korumak, kendi “anayasalarını” kotarmak için geniş halk katmanlarını yedeklemek, nihayetinde “başkanlık sistemine” geçip, başbakanı Cumhurbaşkanı yapmak! Eğitimde en büyük işleri yaptık böbürlenmesiyle “düğmeye bastık, eğitim sistemini uçuşa geçirdik!” uçukluğunun “pembe tablosu” tamamen siyaseten belirlenmiş hedeflere varma amaçlıdır, yalanları gerçek gibi algılatmaya dönük demagojidir!
Eğitimde 2012-2013 panoramasına bakılınca görünen hükümetin gerçeğe takla attırarak gizlemeye çalıştığı tablo, oldukça karanlıktır, vahimdir. Eğitim alanında neden olunan yıkıntının altından milyonlarca çocuğun, gencin, anne-babanın, eğitim emekçisinin acı çığlığı gelmektedir. “20 milyon çocuk-genç ve 30 milyon ana babanın yaşamını derinden etkileyecek 2012-2013 eğitim öğretim yılına az bir zaman kala, eğitimin esas unsuru öğretmenler mutsuz ve mağdurdur, eğitimde doğru yönelimlere karşın uygulama ve planlamanın eksikleri sorunları derinleştirdi.” diyor Abbas Güçlü! (Milliyet Gazetesi) “Burada, kanunun teknik kusurlarından daha önemli olan, yapılış tarzıdır: Yeterince tartışmadan, karşı görüşlere kıymet vermeden, Meclis çoğunluğuyla acele kanun çıkarmak! Sadece otoriterleşmeye değil, böyle teknik kusurlara da yol açar, bu kanunlaştırma tarzı.” (T.Akyol, Hürriyet, 24/08/2012)
İktidarın en has destekçilerinin değerlendirmeleri böyle! Mızrak çuvala sığmamaktadır!
Başbakan “parasız ve sınavsız eğitim” demektedir; ama geçmişte eğitim parasız, üniversite sınavsız, bilimsel ve yönetsel bakımdan özerk olduğundan ve halkın bu kazanımlarının çokça savaştığını söylediği 12 Eylül faşizmi ve YÖK tarafından gasp edildiğinden bihaber görünmektedir. Tam bu noktada, Başbakan ve partisinin sair sözcüleri, sermaye desteği, parlamentodaki sayısal gücü, ABD ve AB’li tekellerin kendi çıkarları gereği verdikleri desteğin rüzgarını arkasına alarak, bütün söylev yeteneklerini halkı aldatmaya yönelik kullanmakta; yetmediğinde, sonsuz destek gördüğü burjuva medya ve her tökezlediğinde kendisini toparlayan neoliberal aydınları (örnek olarak özellikle yukarıdakiler türünden eleştiri yapanları) tehdide başlayarak, “tek ses, tek yürek” olarak kendisini ve dayandığı sınıfların acımasız sömürü, talan ve yıkım politikalarını desteklemelerini istemektedirler! Başbakanın bu tür açıklamaları, tehditkâr çıkışları, aynı zamanda halkın en son 4+4+4 düzenlemesi karşısında gösterdiği tepkiyi, gelişip ülke düzeyinde birleşme eğilimi gösteren mücadeleyi zayıflatmak için, çaresizlik içindeki çırpınışının da kanıtı niteliğindedir.
Söyledikleri için: “Avazın iyi avaz, ama, okuduğun bari Kuran olsa!” denmelidir. İnandırıcı değildir Başbakan. AKP kurmayları, bugün böyle, yarın şöyle demekte, halka yöneltecekleri saldırılar için zemin yoklaması yapmaktadırlar. Başbakan örneğin, “Harçları kaldırıyoruz!” dedikten iki gün sonra, başka bir bakan, “Bu eğitim öğretim yılına yetişmez, seneye!”diyerek, aslında göstermelik “harç” kaldırma sözünün yalanlamasını yapmaktadır. Keza üniversitede ikinci öğretim paralıdır. Ve üniversitede “pankart açma, bildiri dağıtma, protesto yapma suç olmaktan çıkarılacak” dendi, ama düzenlemede ayrımcılık devam ediyor, disiplin suçları ağırlaştırılıp “Demokles’in kılıcı” gibi öğrenci ve öğretim görevlilerinin başında sallandırılıyor. YÖK üniversitede “polis devleti” uygulamalarını sürdürüyor!
Peki, AKP, gerçekten parasız, sınavsız eğitimi gerçekleştirebilir, demokratik özerk üniversiteyi kurmayı önüne koyar mı, böyle bir amacı olabilir mi? Bu soruların doğru yanıtını, AKP’nin on yıllık hükümeti dönemine, dönemin uygulama ve tercihlerine bakarak verebiliriz. En kestirmesi, “yaptıkları, yapacaklarının kanıtıdır” demek olacaktır. AKP hükümetinin eğitim panoramasına bu bakımdan bir göz gezdirelim…
AKP, hükümet programında, onu “iktidar” yapan yerli ve yabancı sermayenin ihtiyaç, istek ve beklentilerine yanıt olacak bir tercih yapmıştır. Eğitimi ticarileştirme, paralı hale getirme! 1995 GAST (Kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi sözleşmesi) antlaşmasında Türkiye’nin taahhüt ettiği %46 oranında özelleştirilecek kamu hizmetlerinin piyasalaşması için AKP düğmeye hemen basmış, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, bütün kamu alanının tasfiyesini gündemine almıştır. SSGS ile başlatılan saldırı dalgasını, Kamu Yönetimi Temel Kanunu izlemiş, kamuya hizmet üreten bütün kuruluşların yerelleştirilerek özelleştirilmesi ve kamuya ait taşınmazların satışı gerçekleştirilmiş, kamu yararı bir yana bırakılarak kamusal hizmet “ticari hizmet”e dönüştürülmüş, dolayısıyla “kâr” amaçlı olarak yapılmaya başlanmıştır. Özelleştirmeyle birlikte taşeronlaşma kamuda yaygın, genişleyen bir hizmet üretme (üretememe!) biçimi halini alırken, kamu hizmetlerinin niteliği düşmüş, erişilmesi zorlaşmış, hizmet üretenlerin iş güvenceleri gasp edilmiş, çalışma koşulları ağırlaşmış, çalışma saatleri uzamış, ücret ve maaşlar sürekli baskılanarak düşürülmüştür. Karayolları ve Köy Hizmetleri tasfiye edilmiş, çalışanlar farklı iş kollarında 4-C, 4-B gibi güvencesiz çalıştırılmaya tabi tutulmuştur. TEKEL’in ve şekerin özelleştirilip peşkeş edilmesini TELEKOM’un iki yıllık geliri karşılığı Oger’e satılması izlemiş; TEKEL işçilerinin görkemli mücadelesi, bombayla, gazla, silahla, kış ayazında işçileri havuzlara atarak durdurulmuştur. Seksen yıllık kamu birikimlerinin özelleştirilmesi ile elde edilen gelirler AKP’nin kendi yandaş zenginlerini oluşturmada kullanılmıştır.
AKP tarafından paralı hale getirilişi derinleştirilip tahkim edilen eğitimdeki karanlık tabloyu anlamamıza yardımcı olacak esas veri, bu özelleştirme ve piyasalaşma adımlarının sonuçlarıdır. Eğitim alanının büyük pastasının ele geçirilmesi için, bu alanın piyasa koşullarına terk edilmesi yöntemi benimsenmiştir. Örgün eğitim kapsamında %2,5 yer tutan özel okullara her türlü yasal ve parasal destek sağlanmış; bu destekler, “Torba Yasa” ve “4+4+4 düzenlemesi” ile aleni hale getirilmiştir. Örneğin 4+4+4 yasasında, “Mesleki eğitim için açılan özel lise ve yüksek okullara vergi teşviki yanında, öğrenci başına 1000 TL verilecek, bu tutar ileriki yıllarda artırılacaktır” denilmektedir. Torba yasayla hizmet alımları “Kamu İhale Kanunu” kapsamı dışına çıkarılarak, yasa denetiminden kaçırılmıştır. Artık hükümete yakın kesimler “götüre bildikleri kadar” götürme olanağına kavuşmuştur.
Eğitimin olumlu, nitelikli, halkçı, erişilebilir kılınmasında başat belirleyici genel bütçedir. AKP sözcüleri ve Başbakanın “parasız üniversite”, “parasız eğitim” vaadinin gerçeği yansıtmadığının en büyük kanıtı, üniversitelerin “Bologna süreci” ile şirketlere açılıp, kendilerinin de şirketleşmesidir. Şirket temel amacı “kâr” olan bir kuruluştur; oysa üniversite ve okullar, bilimsel araştırmanın yapıldığı, insanın özgür akılla düşünme, eleştirme, yaratma, üretme, kişilik oluşturma yeteneklerini nitelikli eğitimle edindikleri kurumlardır. Üniversite kendi yağıyla kavrulan, ihtiyaç duyduğu kaynakları kendisi yaratan bir işletme ise, finans kaynağı öğrenci ve velilerdir, harçların kaldırılması illüzyondur!
AKP hükümeti ile eğitim bütçesi 2002’den beri sürekli küçülmüş, devlet, asli görevi olan yurttaşlarına “nitelikli, bilimsel, demokratik, laik, anadilinde eğitim” verme işlevini yerine getiremez hale gelmiştir. Okullar ödeneksizdir. Halkın gözünü boyamak için kullanılan “e-kayıt” yöntemi; “eğitimde iyi bir gelecek arama” kaygısındaki geniş bir kitleyi rüşvetle iyi okullarda kayıt yapmayı, yıllık ortalama bir özel okul tutarındaki masrafı “devlet okullarında” ödemeyi göze almaya götürmüştür.
Büyük kentlerin varoşlarında, kırın yoksullarının eğitim aldığı yörelerde tam bir sefalet hüküm sürmektedir; kalabalık ve birleştirilmiş sınıflarda öğretim, taşımalı eğitim, kız öğrencilerin örgün eğitime katılmalarının önündeki engeller devam etmekte, mevsimlik olarak pamukta, fındık toplamada, hasatta çalışan öğrencilerin yaşıtlarından her yıl bir ay geç okula başlamak zorunda kalması benzeri sorunlara, eğitimin paralılaşması ve yoksullaşmaya koşut olarak, eğitim dışına itilen yüz binlerce çocuk eklenmektedir. Başka bir dramatik sorun olarak; “düşük yoğunluklu savaş” diye adlandırılan çatışmalı ortam; eğitimi devam yönüyle etkilemekte, öğretmenlerin bölgeye gitmek istememesi, derslerin boş geçmesi, eğitimin, öğretim düzeyinde bile ulaşılamaz hale gelmesine neden olmaktadır. Taşımalı eğitim “eğitim göçerlerini” yaratmıştır. Bütün bu çözümsüzlüklerin en somut sonucu, sınav ve seçme temelli uygulamalarda kendisini göstermekte, bölge illerinin öğrencileri bu sınavlarda, sınavların sonuncusu olmaktadırlar. Eğitimde bölgeler arası eşitsizlikler büyümekte, hatta aynı kentin zengin ve yoksul kesimleri arasında eşitsizlikler, nitelik ve nicelik farkları ortaya çıkmakta, çokça vaaz edilen “ayrı gayrımız yok, aynı ağacın dallarıyız!” söylemleri gerçeğin duvarına çarparak tuzla buz olmaktadır.
Yaşanan sorunların kaynağını, AKP hükümetinin eğitimdeki temel yönetme ve yapılandırma yöntemi olarak sermaye ve piyasa koşullarını tercih etmiş olması oluşturmaktadır. Bu tercih, demokratik, toplumsal gereksinmelere yanıt veren, geniş halk kitlelerinin beklentilerini karşılayan nitelikte katılımcı bir planlama olmaktan uzaktır ve proje temellidir! “Proje temelli eğitim”in amacı, okulları ticarethane, öğrencileri müşteri, öğretmenleri tahsildar yapmak; ürettiklerini satarak gelir elde eden tüccar (aynı zamanda ılımlı İslam) kuşaklar yetiştirmektir. Milli Eğitim Bakanı, açıkça, “Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” diyerek amacı belirlemiştir. Bu amaca uygun olarak, Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatında yalnız bir tane eğitim kökenli daire başkanı olduğunu söylemektedir, bakan!
Ülkenin pazarlanması amacının adım adım gerçekleştiğini görmek için ulusal bütçeden eğitime ayrılan paylara bakmak da yararlı olacaktır. 2002’den günümüze eğitime bütçeden ayrılan pay sürekli azalmış, eğitimi nitelikli kılacak yatırımlar yapılmamış, bütçeden ayrılmış ödeneklerin %75 ‘i personel maaş ödemeleri olarak kullanılmıştır. MEB Vakfı 2003 yılından beri derslik üretmemekte, okul yapmamakta, nitelikli eğitimin yapılabilmesi için gerekli altyapı, öğretmen gereksinimi karşılanmamaktadır. MEV bütün tüketim alanlarından elde ettiği vergilendirme gelirlerinin hesabını vermemekte, bu gelirler çeşitli sosyal harcamalarda veya örtülü ödenek yöntemiyle buharlaştırılmaktadır.
AKP’nin hükümet olduğu son 10 yılın bütçe rakamlarına bakıldığında, artan öğrenci sayısına karşın, MEB bütçesinin ortaya çıkan ihtiyacı karşılayacak kadar artmadığı görülmektedir. AKP hükümeti döneminde Türkiye’nin “çağ atladığını” iddia edenler, borç almak dışında, diğer tüm alanlarda olduğu gibi, eğitim politikalarında da sınıfta kalmıştır. Eğitimin finansmanı büyük ölçüde öğrencilerin, dolayısıyla öğrenci velilerinin omuzlarına yıkılmaktadır.
Okullar, “otomobilciler odası”, “kantinci ve lokantacılar odası”, “iletişim şirketleri”, “temizlik şirketleri”, “güvenlik şirketleri” başta olmak üzere, ticari kuruluşların mesken tuttuğu kurumlar haline gelmiştir! Okullar, bu kurumlarla olan hizmet alış verişinde ödeme kaynağı olarak kayıt bağışlarını, katkı paylarını, öğrencilerin ödediği yemek, servis ücreti, etüt ücretlerinden elde edilen gelirleri kullanmaktadırlar! Eğitim paralıdır, pahalıdır! Veliler keselerine göre okulları zorlamaktadırlar, okullar kendilerini pazarlar durumdadırlar; “Anadolu Liselerine Giriş” sınavlarının başarı listeleri okulların bulunduğu semtlerde reklam bilbortlarını süsler hale geldi! Okullar ve eğitim bölgeleri arası rekabet aldı yürüdü! Rekabet piyasada nasıl yok edici bir etkiye sahipse, eğitimde de aynı yıkıcı etkidedir ve fırsat eşitsizliği, olanak eşitsizliği uçurumları yaratmakta; toplumun en yoksul %20 si, eğitimin piyasalaşmasıyla, daha eğitimin ilk basamağında yenik düşmekte, aileler kız çocuklarını “hiç olmazsa erkekler okusun!”diyerek okula göndermemekte veya kız öğrenciler okuldan alınmaktadır.
İşte MEB verilerinde yıllara göre bütçe büyüklükleri ve büyüklükler içinde MEB yatırımlarının oranları (veri MEB istatistikleri):

MEB Bütçe Payı ve Milli Gelire Oranı

Yıllar    MEB Bütçesinin Merkezi Bütçeye Oranı (%)    MEB Bütçesinin Milli Gelire Oranı (%)
2002    7,61    2,66
2003    6,91    2,85
2004    8,53    3
2005    9,53    3,07
2006    9,5    2,95
2007    10,42    3,4
2008    10,51    3,13
2009    10,64    2,51
2010    9,8    2,74
2011    10,92    2,81
2012    11,16    2,75
—————————————————————————————————————–
MEB YATIRIMLARININ BÜTÇEYE ORANLARI

AKP hükümeti döneminde, MEB bütçesinden yatırıma ayrılan pay, yıllar içinde istikrarlı olarak azalmış, Milli Savunma bütçesi MEB bütçesini 2-3 kat aşarken, Diyanet İşleri’nin bütçesi de MEB bütçesinden fazla hale gelmiştir. “Bütçeden en çok payı eğitime ayırıyoruz” ifadesi sadece kuru bir propagandadan ibarettir. Bütçe kaynaklarının büyük bölümü zorunlu harcamalara gitmekte, öğrenci velilerinin ceplerinden yaptıkları eğitim harcamaları sürekli olarak artmaktadır. Devlet okullarında bir öğrencinin ailesinin yaptığı harcama 2002’de 72 TL iken, 2012’de bunun 4,5 katına ulaşarak, 320 TL olmuştur. (Bu oran Türkiye ortalamasını göstermektedir.)
2012 yılında MEB genel bütçesinin toplamı 39.169.379.190 TL, MEB yatırım payı 2.600.000.000. TL, yatırım bütçesinin MEB bütçesine oranı %6,64’tür. AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılında genel bütçede MEB bütçesi 7.460.991.000 TL, MEB yatırım bütçesi 1.281.690.000 TL ve bütçe içindeki oranı %17,18’dir. 2002’de %17 oranında olan yatırım bütçesi, 2012’de %6,64 e gerilemiştir. Bu rakamlar, AKP’nin “MEB’de en büyük yatırımı biz yaptık!” sözünün demagojiden ibaret olduğunu gözler önüne sermektedir.
2011–2012 Eğitim-Öğretim Yılı başında hayata geçirilecek olan eğitimde 4+4+4 sisteminin, ilk adımda en az 30 milyar TL’ye ihtiyacı olduğu düşünüldüğünde, eğitim yatırımlarına ayrıldığı iddia edilen payın sadece sembolik kalması kaçınılmaz görünmektedir.
Genel bütçeden ve MEB bütçesinden yatırımlarına ayrılan paydaki azalma yurttaşların eğitim maliyetini üstlenmede daha çok yükümlülük altına girdiğini ve gireceğini belirgin olarak ortaya koymaktadır.
Eğitim harcamalarının finansman kaynaklarına göre dağılımı, eğitimde maliyetin faturasının her geçen yıl veliye daha çok yüklendiğini, velilerin yaptığı harcamaların oranının Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerle aynı oranlarda olduğunu göstermektedir. Bütün planlamalar, reform diye sunulanlar, AB düzeyinde eğitim süresinin yakalanacağı söylemleri, “laf-ı güzaftan” öte gitmemektedir. Eğitim sisteminin “proje temelli” uygulamalarının sürekliliği, neoliberalizmin ve kapitalist sömürünün açgözlü, kazanç amaçlı yapısı gereğidir. Bu projelere ve sonuçlarına göz atarak devam edelim…
Parasız kitap dağıtımı, seçimlere yönelik bir uygulama olmuş, yandaş firmaların kayrıldığı, değerinden fazla para ödendiği bu kitapların nicel ve nitel yönden ihtiyaca cevap vermediği görülmüştür. Devlet Basım Evi’nin daha ucuz, daha kullanışlı, içerik yönünden çok ileri olmamakla birlikte “parasız” dağıtılanlardan daha eğitimbilimsel değer taşıdığı bütün toplum kesimlerince ifade edilmesine karşın, DBE kapatılmış, böylelikle özel şirketlere trilyonlarca lira aktarılmıştır, aktarılmaya da devam edilmektedir.

EN BÜYÜK EĞİTİM VURGUNUNUN ADI “FATİH PROJESİ”
Başından itibaren usulsüzlük ve şaibe iddiaları ile gündeme gelen Fatih projesi, 4+4+4 düzenlemesinin sonuna adeta iliştirilmiştir.
Fatih Projesi, kendi içinde birçok sorunu barındıran 4+4+4 değişikliğine eklemlenirken, bir de projenin Kamu İhale Kanunu’na dahil edilmeyeceği kararı alınmıştır. Bu süreç, eğitimdeki sorunların teknolojik gelişmelerin kullanımıyla çözülebileceği yanılsamasını yaratmıştır. Öğrencilere ücretsiz tablet dağıtımı parolasıyla gündeme getirilen Fatih Projesi, bütün okullardaki sınıfların akıllı tahtalarla donatılması, her öğrenciye bir tablet bilgisayar dağıtılması, internet altyapısının kurulması, içerik ve müfredat yazılımlarından oluşmaktadır. Proje kapsamında, ilk aşamada sınıflarda kullanılacak akıllı tahtaların ardından, 12-15 milyon arasında tablet bilgisayar alımının yapılacağı tahmin edilmektedir.
Yolsuzluk ve yandaş palazlandırmanın yanında ve ötesinde, birçok branşta öğretmen açığı olan okullardaki öğrencilerin, tablet bilgisayardan izleyeceği dersle açığı kapatamayacağı, bunun öğretmen-öğrenci arasındaki yüz yüze iletişimin yerine geçemeyeceği açıktır. Ayrıca bu sözler, aynı zamanda, öğretmenlerin sınıflarda gerçekleştirdikleri görevin yeri doldurulamaz bir uzmanlık olmadığı vurgusunu da taşımakta ve öğretmenin emeğini değersizleştirme çabası içermektedir.
Fatih Projesi kapsamındaki akıllı tahtalardan tabletlere, içerik yazılımlarından internete kadar pek çok alanda Kamu İhale Kurumu (KİK) devre dışı bırakılırken, “proje” üzerinden yaklaşık 100 milyar liralık rant sağlanması söz konusudur. Bunun yanı sıra, en az 12 milyon öğrenciye dağıtılan tabletle birlikte internet bağlantısı satılması planlanmaktadır.
Gelecek 15 yıl içinde aylık bağlantı en düşük 10 TL olarak hesaplandığında, Fatih Projesi ile sadece internet bağlantısı üzerinden 15 milyar dolarlık yeni rant kapısı açılacağı görülmektedir. Fatih Projesi’yle söz konusu programın öğrencilere para ile satılması gündeme gelecek ve 15 yıl içinde velilerden toplamda 10 milyar dolar ile 20 milyar dolar arasındaki paranın alınması söz konusu olacaktır.
Dünyada bilimsel olarak halen araştırılan ve etkinliği kanıtlanmayan eğitimde bilgisayarlı teknolojilerin kullanımı, Türkiye’de, okulların ve eğitimin ivedi ihtiyaçları göz ardı edilerek, alelacele devreye konulmuştur.
Üstlenici firmaların kârını arttırmayı hedefleyen bu projenin eğitim sistemini yeniden yapılandıran bir düzenlemeye yama yapılmasının yanlış bir tutum olduğu yönündeki itirazlar, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından dikkate alınmamıştır.
Türkiye’nin eğitimde Fatih Projesi gibi rant projelerine değil, eğitim sisteminin gerçek ihtiyaçlarını gözeten düzenlemelere ihtiyacı vardır.
Bir diğer rant projesi geçtiğimiz yıl sonunda başlatılan süt dağıtım projesidir. Nereden nasıl pazarlandığı belli olmayan biçimde süt dağıtımına başlandığında, okullarımız, eğitim emekçileri, öğrencilerimiz ve ana-babalar için kabusa dönüşmüş, on binlerce çocuk hastanelerin koridorlarında serum şişeleriyle ölüm kalım savaşımı yaşamıştır. Hiçbir altyapı, saklama koşulu olmadan, tekelci grupların elinde kalan tarihi geçmiş sütler, denetime tabi olmadan, dağıtılmak üzere satın alınarak, MEB bütçesi yandaş firmalara peşkeş çekilmiştir. Eğer karşı konulmazsa, bu soygun önümüzdeki yıllarda da devam edecektir.
2012-2013 eğitim öğretim yılında uygulanacak 4+4+4 kesintili eğitim sisteminin mevcut okul yapılarında gerekli kıldığı değişimler, okulların altyapısını hazırlamak için inşaat şirketlerinin faaliyet alanıdır! Hem bütün okullar” İmam Hatiptir!”, hem de büyük kazançların “al gülüm-ver gülüm” hesaplarının yapıldığı yerlerdir. AKP’nin esas amacıysa, imamlarla hatipler yetiştirmekten daha çok bu rantı kapmaktır! Diğer yan “afyonlamadır!” MEB bütçesi bu rant projelerine gitmektedir.

SONUÇ OLARAK
Türkiye’de eğitimin perdesi aralanınca görünen niteliği, tekelci burjuvazinin karakterini yansıtmaktadır. Karakter ırkçı-gericidir, eleyici, dışlayıcı, piyasacıdır, pahalıdır, erişilmezdir. Eşitlik, adalet, bilimsellik gibi halkçı kavramlardan uzaktır.
Parasız, bilimsel, demokratik, anadilde, nitelikli olması yurttaşlık hakkımız olan “eğitim hakkımız”a, okullarımıza, çocuklarımıza sahip çıkmaktan başka yol yok! Mücadeleyi yükselterek ilerletmek için, okulları dönüştürülen öğrencilerin velilerin, etüt beslenme okullarının başvurduğu yaratıcı eylemlerle örgütlenme deneyimlerini örnek alarak yürümektir.
AKP hükümetinin bilimi, hakkı hukuku hiçe sayan, milyonlarca gencin geleceğini karartan, 100 binlerce eğitim emekçisini kazanılmış haklarından mahrum bırakıp ailelerini parçalayarak “norm fazlası” yapan 4+4+4 dayatmasına karşı, ülkemize, haklarımıza, geleceğimize sahip çıkarak mücadeleye!

Kürt ulusal hareketinde sübjektivist eğilimler

Türkiye’deki demokrasi mücadelesinde Kürt ulusal özgürlük hareketinin hiç şüphesiz ayrı bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Bugün pek çok özgünlükleri ve bu özgünlüklere ayrı bir dinamizm veren belli başlı özel siyasal-sosyal koşullar nedeniyle Kürt ulusal hareketinin etkisi, ulusal sorunun demokrasinin bir gereği olarak çözümü konusunu da aşan özellikler göstermektedir.
Ülkemizdeki ulusal sorununun en bariz göstergesi olarak “Kürt sorunu”nu herhangi bir ulusal sorundan ayırt eden ve yazımızın konusu bakımından da altı çizilmesi gereken iki önemli özgünlüğünden söz etmeliyiz: Birincisi; anakronist özelliği. İkincisi; çözümünün, tezahür ettiği ülkenin kapitalist gelişme düzeyiyle ters orantılı gecikmişliği.
Birincisi: Bizdeki ulusal sorun, şu ya da bu ezilen halka siyasal haklarının tanınıp tanınmamasının ötesinde, egemen ulusun varlığı dışındaki tüm ulus ve azınlıkların varlığının inkarı üzerinde şekillenmiştir. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yılları bir tarafa bırakıldığında, Kürtlerin halk olarak varlığı birkaç yıl öncesine kadar inkar edilmiştir. Bir halka siyasal ulusal haklarının verilip verilmemesiyle, o halkın varlığının topyekun inkarı arasındaki fark açık olsa gerek.
İkincisi: Kapitalist ilişkilerin hızla yayıldığı ülkelerde yüzyıllar öncesinde çözülmüş bir sorun, bizde siyasal anlamda adeta tersi bir gelişim seyri göstermiştir. Şöyle ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist ilişkiler yayıldığı ölçüde, Kürtlerin bu ekonomik ilişkiler öncesi aslında doğrudan ulusal baskıya dayanmayan siyasal statüsü tasfiye sürecine girmiştir. Denilebilir ki, “Kürt sorunu”, çözümü ekonomik gelişmeler itibarıyla kendisini dayattığı ölçüde ertelenmiş bir siyasal sorun olmuştur. Bizdeki ulusal sorunun çözümünün, kapitalist ekonomik ilişkilerin gelişme düzeyiyle ters orantılı bir siyasal sorun olarak sürekli ertelenebilmiş olması, bu sorununun, özellikle Kürt halkının varlığının inkarı politikalarıyla birlikte, adeta kronikleşip kangrenleşmesine yol açmıştır. Kangrenleşme öylesine derin olmuştur ki, ekonomik gelişmelerin kendi kaçınılmaz siyasal biçimleri dahi, bir süreliğine de olsa, ulus olma konusunda anakronist bir çizgi izleyen siyasal bir irade tarafınca her defasında zorbalıkla ötelenebilmiştir. Ezen ulus cephesindeki bu “başarının bedeli” bugün şudur ki, siyasal demokrasinin konusu olan bir sorun, ülkenin iç ve dış ilişkilerinin, ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlarının düğüm noktası olma özelliğini kazanmıştır. Gelinen yerde, varlığı inkar edilen halkın mücadelesi, inkar eden devletin varlık felsefesini ve siyasal rejimini tehdit eder noktadadır.
Kuşkusuz burada, “Kürt sorunu”nun bir düğüm noktası olması özelliğinin başka nedenleri ve yönleri üzerinde de durulabilir. Fakat yazımızın konusu gereği, meseleyi ezilen ulus, yani Kürt halkı ve onun ulusal hareketi açısından irdelediğimizde, burada dikkat çeken nokta şu olmaktadır: Ulusal sorunun çözümünün, kapitalist ilişkilerin nispeten gelişkin olduğu bir ülkede geciktirilip kangrenleşmiş olması; ulusal sorun ile, ondan kapsam ve nitelik bakımından çok daha geniş ve köklü olan sosyal sorun arasındaki iç bağıntıyı deforme etmiştir. Ulusal ile sosyal sorunun bir aradalığındaki bu özgün deformasyon öylesinedir ki; ulusal sorunun, başta sosyal sorun olmak üzere başka sorunlarla yüklenilmesi ve tersi, yani başka sorunların ulusal soruna bağlanılması ya da ulusal sorunun diğer sorunları kaplaması işten bile değildir. Buradaki özgünlük iki sorunun iç içe geçmesinden ziyade (bu tabii ve kaçınılmazdır), ulusal sorunun doğası itibarıyla kapsayamayacağı sosyal sorunu fiilen kaplaması ve tersinden, sosyal sorunun aslında niteliği gereği kapsadığı ulusal sorunu henüz fiilen kaplama mecalinde olmamasıdır. Kuşkusuz, ülkemiz işçi sınıfının 12 Eylül’ün koyduğu sınırları parçalama ve aşma hamlelerinin oldukça kısa bir sürede Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve uluslararası sermayenin şahlanışı süreciyle çakışması sonucu (işçi hareketimizin şekillenişinin başka tarihsel-siyasal özgünlükleriyle de birleşerek), aşma pozisyonunda olduğu zayıflık ve zaaflarını aşamaması ve bunların nispeten uzun bir sürece yayılmış olması, belirtilen özgün durumun oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Kısacası, sorunların özneleri ve siyasal temsilcileri kabul etsin etmesin, işin çeşitli yanılsamalara ve eğilimlere yol veren özgün şekillenişi bu mahiyettedir.
Açıktır ki, ulusal ve sosyal sorun ilişkisindeki bu fiili deformasyon, hangi sorunun hangi soruna bağlı olarak çözümleneceği konusunu son derece pratik ama bir o kadar karmaşık bir mesele olarak gündeme getirmektedir. Gelinen yerde, bizdeki özgün durumu karakterize eden, iç bağıntısı fiili bir deformasyonla karşı karşıya olan bu sorunların her birisinin objektif konumuna ters orantılı bir siyasal güç dengesinin halihazırdaki halk güçleri safında oluşmuş olmasıdır. Bu durum; Kürt ulusal hareketi dışındaki güçler arasında, bir süreliğine de olsa, ulusal sorunu önemsememe, sosyal sorunun çözümüyle birlikte kendiliğinden çözülebilecek bir sorun olarak değerlendirme eğilimlerine (oportünizm kaynaklı objektivist-determinist eğilimlere) olanak tanıdığı gibi; demokrasi mücadelesinde halihazırda en güçlü kesimi temsil eden Kürt ulusal hareketi saflarında da, daha kapsamlı sosyal sorunlara, kapsamı bunlara göre nispeten daha dar olan ulusal sorunun politik verileri ve gerçekliğinden bakma eğilimine (sübjektivist-indirgemeci eğilimlere) yol verebilmektedir.
İşte bu ikinci eğilimin teorisi, bir süreden beri özellikle de “Demokratik Modernite” dergisinde geliştirilmeye çalışılmaktadır. “Demokratik Modernite”de dillendirilen ve bir yerde özelin geneli kaplaması eğilimi olarak da ifade edebileceğimiz bu eğilimle ilgili eleştirilerimizi, kuşku yok ki esas olarak genelin, yani Türkiye halklarının ve emekçi sınıflarının ortak çıkarlarını gözeterek yöneltmekteyiz.

I.
“YENİ İDEOLOJİK PARADİGMA”
“Demokratik Modernite”nin yazarlarına göre, artık “21. yüzyılda toplumu heyecanlandıran, lakin kapitalizmi irkilten” yeni bir “ideolojik paradigma” bulunmaktadır. Bu “yeni ideolojik paradigma, ahlaki politik toplum odaklı, demokratik konfederalizm sistemli toplumsal yaşamın eşitliği ve özgürlüğü”dür.
Bilindiği gibi, Batı dillerinde ulus kavramı “Nation” kelimesiyle karşılanmaktadır. “Nation”, Latincedeki “natio”dan türetilmiştir. “Natio”; doğum, cinsiyet, halk, ve “nasci” de doğmak, bir şeyin doğması, doğum anlamlarına gelmektedir. Başka bir deyişle, ulus bir tür doğum olarak tasvir edilmiştir; ulusal uyanış ve şuur bir halkın bir tür doğuşudur. Kuşkusuz bu bakımdan, ulusal bilinci ve direnişi şahlanmış ezilen bir halkın kendi ulusal doğuşuna yeni bir ideolojik temel yaratmaya yönelmesi doğal bir şeydir. “Demokratik Modernite”de geliştirilmeye çalışılan “yeni ideolojik paradigma”ya ilişkin makaleleri bu gözle okuyabiliriz.
Fakat, tam da bu “doğallığı” nedeniyle dikkat çekmekten sakınılmaması gereken diğer bir tarihsel deneyim de şudur ki, bu tür ulusal ideolojik temel yaratımlarında sübjektivist-indirgemeci eğilimlerin çok kolay gelişebildiğidir. Kolaydır, çünkü ulusal uyanışa içkin olan bir tür yeni doğuş, tüm değerlerin ve tanımların yeniden değerlendirilmesi, tanımlanması ve anlamlandırılmasını adeta kışkırtmaktadır. Alman ulusal uyanışının tutkulu sözcülüğünü yapmış olan Fichte’nin “karakter sahibi” olmayı “Alman olmakla” özdeştirmiş olması bunun tipik bir örneğidir. Kendi ulus gerçeğini, insanlığın asıl gerçeğine dönüştürme (her ne kadar kendi ulus gerçeği insanlığın genel gerçekliğinin bir parçası olsa da) ya da insanlığın tarihini kendi ulusal şekillenişinin özgünlükleri ve ulus olarak yaşayabilme önkoşulları temelinde değerlendirme –bu gibi yaklaşımlar, genellikle katı bir sübjektivizme götürmüştür. Fichte’nin “Ben, Ben-Olmayan’ı belirler” diyecek kadar koyu bir sübjektivizmi savunmuş olması, bu bakımdan bir rastlantı değildi. Ve aşağıda göreceğimiz gibi, Fichte ve “tüm değerlerin yeniden değerlendirmesini” muştulayan Nietzsche’ye sempatiyle yaklaşan Kürt ulusal hareketinin teorisyenleri de, bu tür sapmalardan maalesef kaçınamamaktadırlar. Buradaki sübjektivizm tehlikesi, yeni doğuşla zordan özgürlüğe gidişin, zorunluluğun kendisinden kurtuluş olarak anlaşılmasındadır. Oysa özgürlük, istenildiği gibi yeniden tanımlansın ya da “anlamlandırılsın”, doğa ve toplum yasaları karşısındaki özgürlüğümüzün esasta zorunluluğun kendisinin anlaşılması ve kavranmasında yatılı olduğu gerçeği değişmemektedir.

“Paradigma”nın tarih anlayışı ve mitoloji
Ulusal doğuşun “yeni ideolojik paradigma”sı, tarihin yeniden açıklanması üzerinden yükselmektedir. “Demokratik Modernite” sayfalarında tarih, esas olarak üç döneme ayrılmaktadır. 1) “Kök toplum” veya “doğal toplum”; 2) “Modernite” dönemi ya da toplum ve yaşamın “ihanete uğradı”ğı “uygarlık sistemi” ve 3) “Demokratik Modernite” ya da “demokratik uygarlık sistemi”.
Hemen baştan belirtip geçelim ki, tarihin bu şekilde dönemleştirilmesinde “Demokratik Modernite”nin sayfalarında dile getirilen pozitivizm eleştirisinin, tek olmasa da, önemli bir payı bulunmaktadır. Zamanında “Bilim ve Düşünce” kitap dizisinin iki kitabını (“Pozitivizm” ve “Neo-Pozitivizm”)  özel olarak pozitivizm eleştirisine ayıran siyasal bir mihrak olarak, “Demokratik Modernite” dergisinde bu yönlü eleştirilerin yapılmış olmasıyla bir sorunumuz olamaz elbette. Bize göre, özellikle Türkiye’de pozitivizm ne kadar eleştirilse azdır. Kaldı ki, devlet felsefesi pozitivist olan bir ülkenin ezilen ulusunun teorisyenlerinin pozitivizme öfke duyup onu hedef tahtasına oturtmaları da, son derece anlaşılır bir durumdur.
Bununla birlikte ama, pozitivizm eleştirisi sübjektivizme varmamalıdır, pozitif olanın ve ondaki ussallığın reddine götürmemelidir. Örneğin, “analiz ve nesnellik en kötü metafizik olarak Avrupa merkezli bilimin temel kusurlarıdır”  ya da “nesnel yasallığın eski ‘tanrı sözü’ deyiminin modern biçimi olduğu”  türünden saptamalar, paylaştığımız bu amaca pek hizmet etmemektedir.
Pozitivizmin; başta doğa bilimlerinin gelişmesi ve özellikle de Newton’un “Fizik, kendini metafizikten koru” öğüdünden sonra genel olarak yayılmış olması, belirli dönemlerde peydahlanan tersi eğilimleri doğru kılmaz. Biz, analizi, diyalektik düşünüşün bir momenti olarak gören Lenin’in, “bütün olanı bölme ve birbirleriyle çelişen unsurlarının bilgisine varma, diyalektiğin özüdür” doğrultusundaki tespitini önemsiyoruz.  Kaldı ki; analiz, nesnellik, pozitif olgu vb. olmadan, hangi merkezli olursa olsun, bilim olamaz. Nasıl ki öznenin varlığı ve etkinliği kendi başına öznelcilik olarak görülemez ise, belirtilen kategori ve yöntemler de kendi başına pozitivizm olarak reddedilemez. Pozitivizme asıl darbe, pozitif olarak kabul ettiği üzerinden değil, tersine; genel bağlamlılık ilişkisini pozitif olarak saptamayarak inkar etmesi üzerinden vurulabilir. Bunun önkoşulu da, diyalektik materyalist bir perspektifle, özneyi; nesnelliğin, nedensellik ve genel bağlamlılığın dışında görmemektir. Ve elbette; “Tüm kutsallıklardan akan bir ses daha vardır ki, ‘Biz size aklı verdik, yeter ki şer yolunda değil, hayır yolunda kullanın. O zaman size gerekli olan her şeyi edineceksiniz!’ der… Demokratik uygarlık sistemi bu sesin teorisidir.” sözleriyle bir tür Doğu deizmini tercih etmek değildir.
Fakat uzatmayalım. Sözü, “doğal toplum”la başlamak üzere, “Demokratik Modernite”ye bırakalım:
“İnsanın toplum, toplumun insanı inşa etme eylemi, başlangıçta doğanın işleyiş halinde olduğu gibi uyum ve denge üzerinde korunarak gelişmiş ve yaşam bulmuştur. Doğal toplum, bu ilişki biçiminin en güçlü ve canlı yaşandığı, adeta yücelikler düzeyinde seyreden bir anlam alanıdır. Anlam, toplumsal yaşamın özü ve özgürlük nişanesi olarak görülüp değerlendirilmektedir… Sanılanın ve iddia edilenin aksine, ilkel değil, ilkleri gerçekleştiren toplum olmanın erdemine sahiptir. … kurguladığı mitolojilerle günümüzün birçok düşünce örgüsü karşısında bile daha yoğun ve derin bir anlam zenginliğini üretmiş olması, bunun en somut göstergesidir. İnsanın doğal toplum deneyimi, insanlığın varoluşunu anlamlandırarak kendini tanımasında, kişilik ve kimlik kazanmasında belirleyici bir role sahiptir.”
Son derece belirgin bir “doğal toplum”, “doğal insan” romantizmiyle yüz yüze olduğumuz açık olsa gerek. Hemen belirtelim ki, bu, bir yazarın romantizmi değildir. Aksine, “doğal toplum” romantizmi, “yeni paradigma”nın teorik temellerinden biridir. Bu nedenle zaten, konusu farklı olan birçok makalede karşımıza çıkmaktadır. Örneğin başka bir yazarın makalesine göz atalım: “Temel üretimin ağırlıkla avcılığa ve toplayıcılığa dayandığı bir süreçti bu. Bu süreçte ciddi bir toplumsal sorun yaşanmıyordu, çünkü yaşam hala doğal evrimin yasalarına göre ilerliyordu. İnsan-insan, insan-doğa, insan-toplum dengesi vardı ve bozulmamıştı. Yaşama damgasını vuran ve ilerleten duygusal zekaydı.(…) yaşam yalansızdı, hilesizdi.”
Aslında romantizmin bu türü, belirli tarihsel dönemeçlerde sürekli nükseder. Mesela “doğal durum”un insan doğasının “hakiki durumu” olarak değerlendirilmesi, 18. yüzyılın yaygın bir kurgusuydu. Marx, Almanya’da ortaya çıkan “tarihsel hukuk okulu” akımını eleştirdiği makalesinde bu olguya dikkat çeker. Nitekim 18. yüzyılın son on yıllarında, “doğal halklarda kök bilgeliğinin bulunduğu”na dair tahminler oldukça yaygındı, bu amaçla bir tür “doğal insan” yaratılmaktaydı. Oysa, Marx’ın da dikkat çektiği gibi, her yüzyılın kendine özgü bir doğası bulunduğu gibi, her defasında kendine has “doğal insanı” da üretmektedir.
Romantizmin diğer bir boyutu da, geçmişe bakışın bugün ile hoşnutsuzluğun bir sonucu olmasıdır. Bugün ile hoşnutsuzluk, geçmişi romantikleştiriyorsa, bugünü anlamada ve yolunu bulmada bir şekilde zorlanış da söz konusudur. Aynı, yolunu kaybeden bir insanın, bildiği yere geri dönerek yolunu yeniden başlatması gibi…
Fakat, romantizm konusunu burada kesip “İnsan Toplumuyla İnsandır” başlıklı makaleye geri dönelim: “Merkezi uygarlık sisteminin dünya sahnesinde yer almaya başlamasıyla birlikte denebilir ki dünyanın büyüsü bozuldu. Hakikat yerini hakikatsizliğe, anlam ve tefekkür yerini yabancılaşma ve sıradanlaşmaya, nesneleşme ve şeyleşmeye bıraktı…”  (Makale, “uygarlık sistemi”nin akla gelebilecek bütün “kötülükleri”ni sıralayarak devam eder.)
Peki, “doğal insan”, o “doğal toplumun” “anlam zenginliği”nden, “yücelikler düzeyinde seyreden anlam alanı”ndan; “anlamsızlığa”, “yabancılaşmaya”, “hakikatsizliğe” nasıl savrulmuştur? İhanete uğramıştır! Evet, aynen; “toplum ve yaşam”, “uygarlık sistemiyle” “ihanete uğradı” denilmektedir! Zaten “uygarlık sistemi” de, “‘Kurnaz ve Güçlü Avcı Erkek’ zihniyetinin bir sonucu olarak”ortaya çıkmıştır!  Belirtelim ki, bu saptama da sadece bir yazara ait değildir. Aynı tespiti derginin birçok yazarı yapmaktadır. (Birkaç örnek: “‘Analitik zeka müthiş bir imgeler dünyası oluşturur. Plan, tuzak, komplo kurma yeteneği gelişmiştir. Doğayı taklit ederek her tür icadı geliştirebilir. Planlı tuzak ve her çeşit komployla istediğine ulaşabilme yeteneği, toplum içinde ve dışında sorunların temel kaynağı olmasına neden olur.’”  Veya: “İlişkilerin, toplumsallığın lanetlenmesi, ağır darbe alması, ‘güçlü kurnaz adamın’ hile, zorbalık sanatıyla, hiyerarşik düzeni oluşturmasıyla başlamıştır.”  Ya da: “Doğayı gözlemleyen insan, doğaya karşı taklide, hileye, tuzağa ve komploya başladı. Duygularla denetlenemeyen analitik zeka, Rousseau’nun bir arazi parçasına sınır çizip ‘burası benimdir’ diyen insanında somutlaştı… Bütünlüğünü yitiren toplum, hiyerarşik bir güce ulaşan analitik zeka karşısında gün geçtikçe gerilemekten kurtulamadı.” )
Elbette burada, dostlarımızın makalelerinde o çok yerdikleri “analitik zeka”yla birçok şey sorulabilir ve sorgulanabilir. Ama amacımız polemik değil. Fakat şu açık sanırız; tarihin bu şekilde ele alınışı bilimsel değil, mitseldir. Halkların zamanında dini fantezilerinde geliştirdikleri tarih anlayışını hatırlatmaktadır. Bu fantezilerde tarih; “günahın” gerçekleşmediği “altın çağ”a, yani henüz sözünü etmeye değer ciddi bir tarihsel gelişmenin gerçekleşmediği tarih öncesine kaydırılmak suretiyle, mahkum edilirdi. Oysa, her gelişmeye (dolayısıyla da tarihe de) içkin olan yadsımadır. Bu dini fantezilerdeyse, yadsımanın yerini inkar almaktadır. Zira “yadsıma, ahlakın diline çevrildiğinde inkar demektir” (Marx). “Demokratik Modernite”de ise, yadsıma kategorisinin yerini “zihniyet” aldığından, “inkar” edilen, bu zihniyetin “ihanet”iyle doldurulmaktadır.
“Uyum ve denge üzerinde korunarak” gerçekleşen bir gelişme, tarih ya da uygarlık (buna “demokratik” olanı da dahildir!) mitolojik bir hayaldir sadece. Karşıtlık olmaksızın hiçbir ilerleme mümkün değildir. Bu, sadece bugüne kadarki “uygarlık sistemi”nin ya da “modernite”nin değil, her tür uygarlığın, dolayısıyla “demokratik modernite”nin de uymak durumunda olduğu bir yasadır.
Uygarlık, toplumsal üretimle başlar. Üretim ise, üretim araçlarını gerektirir. Meselenin özü; hangi üretim ilişkileri içerisinde hangi üretici güçlerle üretimin gerçekleştiği ve tersinden hangi üretici güçlerin hangi üretim ilişkilerini gerektirdiğinde yatılıdır. Toplumsal değişimlerin, altüst oluşların, ilerleme-gerilemenin, uygarlıkların doğuşu ya da batışının nedenleri; son tahlilde o toplumlardaki mevcut üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkilerin kendisinde, onların keskinleşme düzeyinde ve içinde hareket edebilecekleri biçimlerin hâlâ bulunup bulunmadığında aranmalıdır.
Öte yandan, uygarlık ile üretim/üretim araçları arasındaki ilişki “Batı’nın” ya da “modernite”sinin bir uydurması değildir. Örneğin bu ilişki, “Kazmanın Yaratılışı”nı konu edinen Sümer efsanesinde de karşımıza çıkar: Tanrı Enlil, yerden tohumu çıkartır, bütün yaratılanları büyütür. Ve: “O (Enlil) kazmayı var etti, gün doğdu”. Ama kazma ile sadece gün doğmaz: “Kazmayı karabaşlıların verdi eline” (böylelikle Enlil kazmaya Sümerli işçilerin kullanması kaderini verir). “Kazma ve sepet şehirleri inşa eder… Krala başkaldıran evi, Krala boyun eğmeyen evi, Kazma krala boyun eğdirir.”
Enlil tanrıdır, kazmayı yoktan var edebilir. Ama biliyoruz ki, bu yalnızca mitolojinin “gerçekliği”dir. Önemli olan zaten, o kazmayı kimin var ettiği değil, tersine, ne tür üretim ilişkilerinin, tanrı Enlil’in kazmaya verdiği “kaderi” gerçekleştirdiğidir. Kazmanın “krala boyun eğdire”bilmesi, kazmanın kendisinin kudretinde değil, üretim aracı olarak kazmaya o kudreti veren üretim ilişkilerinde aranmalıdır.
Sümerlilerin bu konuda gerçek tarihe ne denli yakın bir anlayış içerisinde olduklarının diğer bir örneği olarak, Sümer edebiyatının çarpıcı eserlerinden sayılabilecek “Saban İle Kazma’nın Tartışması” verilebilir. Bu edebi metinde saban ile kazmanın birbirine meydan okuyan çok hoş ve anlamlı bir tartışmasına tanık olmaktayız. Tartışmanın konusu, “hangisinin daha yararlı olduğu”dur. Tartışmanın sonucunda, “ikisi birden yüce tanrımız Enlil’e giderek ‘insanlık için hangimiz daha yararlıyız?’” diye sorarlar: “Tanrı kazmayı daha yararlı bulmuş… ‘Saban yalnız karın doyurmayı, buna karşın kazma evleriyle, görkemli tapınaklarıyla, düzgün yollarıyla, evsiz barksız, yiyeceksiz bırakılmayan işçileriyle koskoca bir uygarlığı simgeliyor.’”
Bu tartışmada nüveler halinde olsa da, kentleşmeyle, yani uygarlığa geçişle birlikte; kent ile kırın karşıtlığı, kent emekçileriyle köylülüğün karşı karşıya gelişi, aralarındaki mücadelelerin edebi bir yansımasını görmekteyiz. Ve çarpıcı olan şudur ki, bu tartışma; üretim araçlarının her birisinin toplumsal ihtiyaçlar karşısındaki konumları ve birbirleriyle ilişkileri; onları kullananların gereksinimleri ve gereksinim duyanların onları kullanma koşullarının dayandığı işbölümü ve toplumsal ilişkiler üzerinden sürdürülmektedir. Tartışmada; “kral”, “prens”, “saygın kimseler”, “halk”, “dullar”, “yoksullar”, “köle”, “işçiler”, “tarlada çalışanlar”, “marangoz” vb. vardır; ama ne “analitik akıl”, ne “hile ve komplo”, ne “güçlü kurnaz adam”, ne de “ihanet” söz konusu edilmektedir.
“İhanet” gibi sonuçta ahlaki kriterlerle tarihin ve toplumların gelişiminin derinliklerine inemeyiz. Ahlak, tarihte önemli bir öge olmakla birlikte, onunla tarihi ne açıklayabilir ne de yargılayabiliriz. Ahlak, hiç bir zaman gerçek tarihi açıklamanın kriteri olamaz; ama buna karşın,tarihi açıklama girişimin kendisinin, gerçekçiliğinin bir kriteri olarak ele alınabilir.
Kısacası, uygarlıkla büyüsü bozulan gerçek dünya değil, mitolojiyle bu dünyaya verdiğimiz anlamlardır.

Dilin mitolojisi

Tarih, antropolojik bir perspektifle mitolojik açıklandığında, dilinin de mitsel olması doğaldır. Zaten mitsel dil genel olarak “Demokratik Modernite” yazarlarının üslubunu karakterize etmektedir. Bu ilginçtir. Zira, “üslup insandır” (Marx). Üslubun, şu ya da bu öznenin özelliklerinden öteye genelleşmesi, bir üslup olması, kullanılan dilde de programatik bir boyutun bulunduğunun işaretidir. O halde, günümüzde, yani 21. yüzyılda, yüzlerce yıl pek çok yönüyle tartışılmış, netleştirilmiş ve belli başlı bilimsel sonuçlara ulaşılmış konularda (tarih, toplum, insan, doğa, ahlak, hakikat, devlet, iktidar vb. vb.) mitsel bir dilin kullanılıyor olmasını biraz daha yakından irdelememiz gerekmektedir.
Geçtiğimiz yıl yitirdiğimiz Alman Marksist filozof Hans Heinz Holz, “Mitlerin Dil Biçimleri” üzerine yaptığı bir konuşmada , “dinsel anlam aktarımı” olarak mitlerin dil biçimlerinin şu özelliklerine dikkat çekmekteydi: Birincisi, imajinasyon (imgelem; “kutsal bir şeyin izleniminin” yaratılması); ikincisi, mitsel düşünmede, niteliklerin mutlak önceliği olduğundan (nitelikler, tözlerin yerine geçer, hatta kendileri töz gibi kavranır), mitsel konuşma aşırı bir şekilde sıfatlandırmaya meyleder ve üçüncüsü, “anlam aktarımı” olarak yorumlanmaya muhtaçtırlar, yorumlanmayı gerektirirler. Özellikleri bu olan bir dilde; kavramların yerini, mevcut bir “niteliği gözler önüne seren semboller” alır. Ve mitin, “söylenenle kastedilenin iki katlılığına dayanan yoruma açıklığı”, mitsel konuşmada, alegorik konuşmanın türü olarak metaforik bir dilin kullanılmasını beraberinde getirir.
Sonuç olarak; mit, zaman-öncesinden konuştuğundan, zamansal değil, tarzsal ayrıştırmalarda bulunur.  Bu bakımdan dili tarihsel değildir. Tanrısal hadiseler olarak sergilendiklerinden, mitte tarih, “ideal özlerin olduğu bir aleme” kaydırılmakta ve orada “kadersel kaçınılamazlık olarak muhafaza edilmekte”dir. Ve nihayetinde, bir metafor olarak içerdiği anlamlar; döneme ve koşullara göre oldukça değişebilir. Örneğin Prometus’un ateşi çalması; dolandırıcılık, haddini aşma olarak yorumlanabileceği gibi, isyan ve kurtuluş eylemi olarak da anlamlandırabilir.
“Demokratik Modernite”de, “doğal toplum”dan “uygarlık sistemi”ne geçişin neye bağlandığını gördük. Sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş, antropolojik bir perspektiften, yani esas olarak insanın nitelikleri ve ahlakı temelinde açıklanmaktaydı. “Doğal toplum”, kutsal bir toplum olarak karşımıza çıkmaktaydı. İnsan, ahlaki nitelikleri ve tarzıyla (“ihaneti”, “komplo”culuğu, “hile”si vb.) değerlendirilmekteydi. Dilinin tarihsel olmayışı, ileride göreceğimiz gibi, çeşitli toplum, sınıflar ve ideolojileri arasındaki ayrım ve farklılıkların da düzleştirmesini sağlamaktadır.
Ama önce, “ideal özlerin olduğu bir alem” gibi ele alınan “ikinci doğa” (“toplumsallık” vb.) ve insan-doğa ilişkisinin mitsel bir dil ile anlatımının bir örneği olarak şu satırlara göz atalım:
“Evrenin dile gelme ısrarının, başka bir deyimle anlaşılma-farkına varılma isteminin en bariz örneği insanda gelişen akıldır. Akıl şüphesiz ki salt birinci doğanın ürünü olsaydı, diğer canlıları niteliksel olarak aşabilen bir seviyede insan gelişemezdi. (…) Atalarımızın aklına ve beynine bakmadan aklın gelişimini anlamamız zor…[B]irinci doğanın ikinci doğaya evrilmesi ve muhteşem gelişmelere ulaşması çoook uzun bir zaman aldı. Atalarımız bu yolculuğun henüz başındaydılar. Evrenin kendini dile getirme arzusunun çocuklarıydılar. Ama evren de henüz kendisini neyle ve nasıl dile getireceğini belirgin kılmamıştı.
“(…) İnsanımsılar yeni bitki örtüsü, savana ortamında yaşamak için iki ayak üzerinde dik dura dura diğer iki ayaklarını el’lere dönüştürecekti. Belki de evren nasıl ve nerede dile geleceğine eskisine oranla daha kararlı yaklaşmaya başladı. Evren ısrarlı. Dile gelecek bir dil yaratacak. Bu yüzden iki ayağı el yapacak. (…) Kültür, ikinci doğa olarak birinci doğanın bağrında tutunmaya kararlı, çünkü evren illa da dile gelecek.”
Bu aşamada henüz “duygusal akıl” egemendir. “İçgüdüselliği aşan akıl”, yani “analitik akıl” henüz hakim değildir… Derken: “Analitik aklı yaratan evrenin bir şartı vardı, insan bu şartı unuttu. Kız kardeşini [duygusal akıl] –ki ondan çok çok eskiydi– asla terk etmeyecekti. Onun elini hiçbir koşulda bırakmayacaktı. Yoksa ikisi de kaybolacaktı. Ama analitik akıl kız kardeşini küçümsemeye başladı, aşağıladı. Hatta ne kadar azalırsa o kadar güçlü saydı kendini. İlkel gördü… En sonunda elini bıraktı. İkisi de kayboldu ve o günden beri evrenin dile gelme ısrarı olarak insan hep yarım ve sakat kaldı.”
Açıktır ki, bu mitsel dil karşısında, rasyonel sorular yöneltilemez. Mesela sorsak ki: Bu makalenin yazarı arkadaşımız, sonuçta senin benim gibi ölümlü bir özne olarak, “evrenin kendini dile getirme arzusu”na sahip olduğunu nasıl bilebiliyor? Böyle bir soru burada yersizdir. Böylelikle ama, rasyonel soruları baştan yersiz kılan mitsel dilin “üstünlüğü”nün farkına geçiyoruz: Hiçbir şekilde dogmatik olmayan bu dil; usa, başta çelişki olmak üzere kategorilere, rasyonel mantığa, doğru-yanlış kriterlerine vb. uymak zorunda değildir. Mitsel dil; “tarih”, “toplum” ve “insanı” “anlamlandırmak” isteyen özne için, tam bir “özgürlük” alanıdır. Ama göreceğimiz gibi, bu “özgürlük” aldatıcıdır.
Yukarıdaki sorumuzun yersiz olması, “anlam aktarımı”nı gerçekleştiren mitsel dil ile anlatılanların da anlamsız olduğu anlamına gelmemektedir. Somutlayalım: Nesne ve öznelerin bütünü, dahası her şeyi kapsayan “evrenin” bir özne tarafından özne yapılması, antropomorfist bir analojidir. Antropomorfizm ise, yani insan niteliklerinin başka bir varlığa (örneğin tanrıya, doğaya ya da bu durumda evrene) aktarılması, özellikle Yunan mitolojisinde karşılaştığımız bir analoji türüdür. Daha eski olan Sümer mitolojisinde ise, genellikle tersi geçerliydi, yani doğa nitelikleri insan ya da tanrılara aktarılırdı (Ekur Tapınağı’ndan “dünya gibi kalıcı, deniz gibi korkutucu” diye söz edilirdi. Tanrıça İnanna, “gök gibi yüksek, yer gibi geniş”tir. Birbiri ardından durmadan konuşmaya “sel gibi konuştu” denilirdi. Kahraman Lugalbanda Uruk’a bir an evvel gitmek için “bir alev gibi yükseleyim, bir şimşek gibi çakayım” derdi vb.)
Uygarlığın ilk çağlarında, esas olarak analojiye başvurulması anlaşılırdır, çünkü gelişme düzeyi bakımından bir yerde kaçınılmazdı. Dünyayı açıklamanın en eski biçimi olarak analoji, Yunan filozofu Anaxagoras’a göre, “gözlemlenir olmayanın gözlemlenir olan üzerinden görünür kılınması”dır. Süreç içerisinde ama, antropomorfist analojinin belirttiğimiz iki türünün yerini giderek konu odaklı analoji aldı. Bu analoji türünde ise, dışsal bir durum başka bir dışsal durum üzerinden açıklanmaya başlanır. Bu, başka şeylerle birlikte, analojiler üzerinden nesnel nedensellikleri fark etmenin ve böylece de bilimsel açıklamanın yolunu açmıştır. Ve hala bugün de analoji, doğru kullanıldığında, özellikle pozitivist kafanın ufuksuzluğunun ve ayrıca genel olarak karmaşık dolayım ve bağıntıların görünür kılınmasında etkin bir araçtır. Ama sorun burada, pozitivizmin yerini, antropomorfist analoji yoluyla sübjektif idealizmin almasındadır.
Şöyle ki: İnsan, doğanın (evrenin) bir parçasıdır. Gelgelelim insan, doğayı yalnızca kendi öznesi üzerinden deneyimlediğinden; kendisi, kendi türü ve evren hakkında düşündüğünde, yani refleksiyonda , bu basit gerçeği çok çabuk unutabilmektedir. Ve gerçekten de; her ne kadar pratikte, bilgisine ulaşılan nesnenin bilgiyi edinen özneye mesafesi ortadan kalkıp özne-nesne birliği gerçekleşiyorsa da, refleksiyonun kendisinin böyle bir “hilesi” söz konusudur.  İnsan, dünyanın bir parçası olmasına ve onun tarafından içerilmesine karşın, refleksiyon esnasında insan ile dünya arasındaki ilişki tersyüz olmaktadır: Dünya burada, insanın düşünmesinin muhtevasından ibarettir.
Oysa, insan-doğa ilişkisinin karakteristik özelliği, “karşılıklı bir yansıma ilişkisi” (Holz) olmasıdır. İnsan (insan türü) açısından bu ilişki, emekte gerçekleşir. Özne, kendini (kendi emeğini) şeylerde ve şeyler aracılığıyla yansıtmaktadır. Kuşkusuz tersi de söylenebilir: doğa nesnesi, kendini (kendi maddiliğini) insanda ve çalışan insan aracılığıyla yansıtır. Yani; doğa, insan üzerinden de kendi kendisiyle ilişkidedir, yine emek üzerinden. Fakat bu ilişki de, insan-doğa ilişkisindeki yansıma ilişkisinin sadece bir momentidir. Yani ancak diğer momentin (insanın, “kendini şeylerde ve şeyler aracılığıyla ancak yansıtabileceği) varlığı koşullarında ve ancak onunla birlikte söz konusudur.”
Kuşkusuz, kendisiyle doğa arasındaki bir süreç olarak insanın emek üzerinden doğayla metabolizması, insanın doğa karşısında özel bir konumuna işaret eder –insanın doğaya müdahale etmesi, amacı doğrultusunda dönüştürmesi, doğadan ham bulduğunu işlemden geçirmesi ve bu etkinliği içerisinde kültürünü yaratması, yani doğal çevresini emekle değişime uğratması vb.. Ancak bu özel konumundan, insanın doğa karşısında otonom olduğu sonucu çıkartılamaz. Çünkü insan kendini doğanın dışına çıkartamaz. Marx’ın da vurguladığı gibi: “Doğası kendi dışında olmayan bir varlık doğal bir varlık değildir, doğanın varlığına katılmaz. Kendi dışında hiçbir nesne olmayan bir varlık, nesnel bir varlık değildir. Bir üçüncü varlık için kendisi nesne olmayan bir varlık, nesne olarak hiç bir varlığa sahip değildir, yani nesnel biçimde davranmaz, varlığı nesnel değildir.”
Öte yandan, insan-doğa ilişkisi karşılıklı ama, eşitler arası bir ilişki değildir. Doğa (evren), insandan bağımsız (objektif gerçeklik) olarak vardır. Dolayısıyla, insan (türünün) dilinin gelişmesinde (“evrenin kendini dile getirmesi”nde), insan türü üzerinden bu şekilde “özneleşen” evrenin nesnel evrenin yalnızca küçücük bir parçası olduğu asla unutulmamalıdır.
Başka bir ifadeyle; evrenin son derece küçük bir parçasındaki bir gelişmenin “evrenin dile gelmesi” olarak açıklanması, sonuçta evren ile insan türünü özdeşleştirmektir. Ben ile, evren dile gelmiş oluyorsa, evren Ben’dir ve Ben evrenimdir! Bu özdeşleştirme ama, koyu bir sübjektif idealizmden başka bir şey değildir. “İnsan, ne Birçok’un tümdengelim noktası, ne de Tek’in indirgendiği nokta olabilir. Çünkü insanın kendisi, doğa yaratığı olarak, onu kapsayan bütünün bir parçasıdır.” (Holz)
Evet, insan-doğa ilişkisini özel bir ilişki olarak değerlendirebiliriz. Ama Leibniz’in söylediği anlamda; “dünyanın varlık tarzını karakterize eden genel doğal yansıma ilişkisinin oldukça özel bir hali” olarak! İnsanın bu “özel hal”ini unutmak, ya da tersinden genel doğal yansıma ilişkisinin dışında mutlaklaştırmak, insanı evrenin merkezine koyan eski ve bir o kadar da yanlış bir kurgu ve kuruntudur.
Ne ki, 80’li yılların “modernitediskurs”u (“dünyanın, insanın çabasının bir tasarımı olarak yorumlanması”), sosyalizmin tarihsel yenilgisinin belirginleşmesiyle birlikte yayılmış, ve bu kurgu ve kuruntu, işin sırrına “insanın özü ne?” sorusu (“insan nedir?”, “doğası nedir?” vb.) yanıtlanarak varılacağı iddiasını taşıyan felsefi antropolojiyle maalesef yeniden moda olabilmiştir. Ve şimdi de özel bir boyutuyla; “insanın özü”nü sorgulayıp bunu “ahlak ve politika olarak kavramlaştırabiliriz” diyen “yeni ideolojik paradigma”da karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

“İkinci Doğa” ve eseri “akıl”
Uzun alıntımızın başını hatırlayalım: “Evrenin dile gelme ısrarının, başka bir deyimle anlaşılma-farkına varılma isteminin en bariz örneği insanda gelişen akıldır. Akıl şüphesiz ki salt birinci doğanın ürünü olsaydı, diğer canlıları niteliksel olarak aşabilen bir seviyede insan gelişemezdi.”
Açıktır ki, özne, ancak nesnesi karşısında öznedir ya da nesne yoktur diyeceğiz. Ancak yukarda, sadece insan özne değil, evren de öznedir, öylesine ki “anlaşılma-farkına varılma istemi” içindedir. Görüldüğü gibi, bu ilişkide nesne yoktur.
Öte yandan; özne insan, özne evrenin bu istemini yerine getirmiştir. Neyle? “Akıl” ile! “Akıl” ki, evrenin “dile gelmesi”dir! Bu durumda Hegel haklıdır demeliyiz, üstelik en idealist iddiasıyla: dünya, tinin dışsallaşmasıdır! Besbelli ki, burada, genellikle de tanrıyla özdeşleştirilen bir “dünya ruhu”yla, teleolojik (erek bilimsel) bir etkinlik içerisinde olan o ünlü “yaratıcı doğa” ile yüz yüzeyiz.
Ama devam edelim. Bu “gelişen akıl”, “salt birinci doğanın ürünü” değil! Dolayısıyla, onun yaratımında başka bir doğa daha devreye girmiş olmalı. Bu doğadan başka doğa; “toplum”, “toplumsallık”, “kültürel toplum” olarak ifade edilen “ikinci doğa”dır. Bu “ikinci doğa”da ama insan, doğanın kendisinin bir nevi başkalaşma biçimi değil. İnsan, toplumsallığıyla adeta doğanın dışına çıkmıştır. Böyledir, çünkü insanın “aklı”, “salt birinci doğanın ürünü” olamayacak kadar başkadır. Söylenen, insanın; bir doğa yaratığı olarak, doğanın bir parçası olarak, kendi evrimi içinde başkalaşması, evriminin niteliksel bir değişime uğraması değil. Kısacası, doğadaki inorganik varlıktan bilince doğru gerçekleşen evrimin; maddenin hareket biçimlerindeki bir farklılaşma olması değil. Söylenen; insanın, “toplumsallığı”yla doğayı aşarak “ikinci bir doğa” oluşturmasıdır! Açıktır ki, bu “ikinci doğa”, bu şekliyle, bildiğimiz doğa kavramının doğasına aykırıdır.
Uzun sözün kısası; toplum, toplumsallık ve kültürden, bir metafor olarak “ikinci doğa” diye söz edilebilir. Ama mitsel dilin yapısı aracılığıyla, bu metafor; toplum ve kültürün doğadan-maddi ilişkilerden soyutlanmasının aracına dönüştürülemez. Zira, insansal ile insansal olmayan doğa arasındaki bağıntı ve karşıtlığın kendisi bir doğa bağıntısıdır; dolayısıyla insanın özel konumu da bu bağıntıdan soyutlanamaz.
Bir toplum teorisinin geliştirilmesinde; doğa ve onun diyalektiği oluşturucu temel olarak esas alınmadığında, sübjektivist idealist fikirlere kayılması işten bile değildir. Nitekim, “toplumu doğa olarak değerlendirmek bir paradigma yaklaşımıdır” tezinin savunulduğu “Demokratik Modernite”de, toplum ve toplumsal ilişkiler,“ikinci doğa” olarak, gerçek doğa ve onun maddi karşılıklı ilişkinliğinden sıyrılıp özerkleşebilmektedir. Bu özerklikte, doğa; toplum ve toplumsallıkta (yani insanlar arası sosyal, ekonomik ve politik ilişkilerde) kendi kendisinin nesnesi olmasının bir momenti olmaktan çıkartılmıştır. Ve toplum ve toplumsallık ondan özerk, ayrı ve bağımsız bir gerçekliğe (doğaya) dönüştürülmüştür. Toplum, “ikinci doğa” olarak, artık kendi kendinin nesnesidir. Zira denilmektedir ki: “İkinci doğanın”, “kendi kendini üretme, yürütme ve kendi kendine yeterli bir yapısı vardır.” Ve “kültürel toplum”; “kolay kolay sınıflaşmaya, değerlerin tek elde birikimine izin vermez… Kültürel toplum; tek-tek bireylerin toplamı olarak değil, kendi başına özerk, birey-üstü bir varlık ve anlam kazanma sürecinin kendisidir.”
İşte bu postulatlardan sonra, toplum ve toplumsal sorun ve çelişkiler artık; öznenin niteliklerine, kararına, tercihine, seçimine, ahlakına, yeteneğine, zekasına, iyi ya da kötü olmasına, anlamlandırıp anlamlandırmamasına, kısacası salt “akıl”a göre ele alınabilir hale gelir. Ve haliyle, bu postulatlardan yola çıkıldığında da, pozitivizmi mahkum etme çabası, ekonominin antropolojiye bağlanmasıyla sonuçlanır. Halbuki tersi doğru olmasına karşın: yani insanın “antropolojik özü” ekonomi ve onun ilişkilerinden ancak anlaşılabilir.
Hatırlayalım: Mit, zaman-öncesinden konuştuğundan, zamansal değildi. “Kültürel toplum” da, “kendi zamanı-ruhu olan”dır.  Mitsel düşünmede, mutlak nitelikler tözlerin yerine geçmekte, hatta töz gibi kavranmaktaydılar. “Yeni paradigma”da, nesnel koşullar ve süreçlerin karşısında insan türünün en ayırt edici niteliği “akıl” bu özelliği kazanır! Tanrılara yakıştırılan sıfatları hak edecek kadar muktedir olan “muhteşem insan aklı”, “evrensel gelişimin en yetkin halkası” olarak eylemdedir: “Her yönüyle belirlenme, herhangi bir aktivede bulunamama anlamına gelen nesne olma algısının tümden ortadan kalktığı bir zihinsel devrim süreci, pozitivist bilim anlayışının hakimiyetine rağmen gerçekleşmiştir.”
Bu nedenle zaten “Demokratik Modernite”de, Spinoza’nın “ANLAM ÖZGÜRLÜKTÜR” savı büyük harflerle yazılmaktadır. Bu nedenle, K. Janpes’in “özgürlük kendini hakikatin ışığında olgunlaştırmaktır” vurgusunun veya Öcalan’ın “Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz” hükmünün altı çizilmektedir.  Bundan ötürü “Demokratik Modernite”nin savunduğu “ahlaki ve politik toplum”; “Tarih felsefesinin ‘insan nedir?’ sorusuna, insanda yoğunlaşan gerçeklikler toplamını konu edinerek, insanın ne olabileceğini göstererek” yanıt vermektedir: “Buna göre insan, evrenin en zeki varlığı, evrensel tarihin özeti ve evrensel zekanın birikimidir. Ahlaki ve politik toplum burada da oluşmaz; evrenin nihai amacını sorgularken ‘Ben kimim?’ sorusunu ortaya atan ve buna ‘Ben benim, ben evrenim, ben öncesi-sonrası yakını-uzağı olmayan zaman ve mekanım’ yanıtını verir.”
Ve “yeni ideolojik paradigma”, nesnel bir zemin ve gerçeklikte kurgulanmasına ve nihayetinde gerçekleşmek istemesine karşın, manifestosuyla birlikte bu zeminden kopup yükselişe geçer: “… biliyoruz ki, evrensel tarihin kendisi biziz. Evren ve tarih bizde gerçekleşmektedir. Biz anlamlaştıkça, ya da anlam yaratan pratikleşmelerin özneleri olma gücüne eriştikçe insansal ve evrensel hakikate kavuşacak, tahayyülünü kurduğumuz yeni yaşamımızın ve toplumsallığımızın temellerini atmış olacağız.”
Sanırız “yeni ideolojik paradigma”nın felsefesinin niteliği, sıfatlandırmayı gerektirmeyecek kadar nettir. Bu yönüyle ama “yeni ideolojik paradigma”, bir yerde, yağmurdan (pozitivizm-determinizm) kaçayım derken doluya (sübjektif idealizm) tutulmanın düşün dünyasındaki klasik paradigmalarından biridir sadece.
Gelinen nokta bakımından Feuerbach’ın şu uyarısını hatırlatmak yerinde olacaktır: “Felsefe kendisinden değil, kendi anti-tezinden, Felsefe-Olmayan ile başlamalıdır.”

*
Son bir hususa daha değinerek yazımızın bu birinci bölümünü noktalayalım. Bilindiği gibi, Hegel idealizminin aşılmasında Feuerbach’ın materyalist eleştirilerinin özel bir katkısı olmuştu (Marx’a göre Feuerbach, “eski felsefeyi hakiki olarak aşandı”). Fakat Marx ve Engels, Hegel’e dönük bu eleştirileri dikkate alırken, Hegel diyalektiğini bir tarafa atmadıkları gibi, Feuerbach materyalizmini eleştirmekten de geri durmadılar. Başka bir ifadeyle, Marksizm, sadece Alman idealizmi ve başta “hakiki sosyalistler”de cisimleşen çeşitli öznelci akımlarla boğuşmamıştır. Aynı zamanda kaba materyalizmle de mücadele etmiştir.
Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezleri”, kaba materyalizminin en özlü eleştirisini içerir. Der ki orada Marx: “Bugüne kadarki materyalizmin (Feuerbach’ınki de dahil) başlıca eksikliği; nesnenin, gerçekliğin, duyusallığın sadece objekt veya seyredalma  biçimi altında kavranmasıdır”. Oysa Marx’a göre; nesne, gerçeklik, duyusallık; “insansal duyusal faaliyet, praksis” olarak, “sübjektif olarak” kavranmalıdır. Ve devam eder: “Bu nedenle, faal taraf, materyalizme karşıt olarak, idealizm tarafından geliştirilmiş oldu.” (Elbette, idealizm bunu sadece soyut olarak geliştirmişti, yani kafa üstü durarak.)
Belirtelim ki, Marksizmi kaba materyalist bir temelde anlayan ya da kaba materyalizminin postulatları üzerinden Marksizmi mahkum etmeye çalışan akımların temel hatasını anlamak bakımından, Marx’ın Feuerbach materyalizmine getirdiği eleştiriler çok özel bir önem arz etmektedir.
Gördük ki, insan bir doğa varlığı olarak, kendini, hangi ad altında olursa olsun, doğanın dışına atamaz. İnsan; “tabiatı itibarıyla doğadır”, nesnel bir varlıktır, maddidir. Objektif gerçeklik, insandan bağımsız olarak vardır. İnsan-doğa ilişkisinin de karakteristik özelliği, “karşılıklı bir yansıma ilişkisi” olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Şeyler arasında sadece karşılıklı bir ilişki yoktur, bu ilişkinin niteliği de önemlidir. Marx; “Bir başka varlığın nesnesi olmayan bir varlık, demek ki, hiçbir nesnel varlığın var olmadığını varsayar. Ben bir nesneye sahip olur olmaz, o nesne de bana nesne olarak sahip olur” der.  Yani, insanın nesneyle ilişkisi, karşılıklı bir belirlenim ilişkisidir. O halde, insanın kendisi de, her varlık gibi, ancak kendi dışındaki bu objektif gerçeklikle bağıntısı temelinde ne ise, odur.
İnsan-doğa ilişkisinin bu nesnel yapısı karşısında, haliyle insanın çalışması, emeği, faaliyeti de kaçınılmaz olarak “nesnel faaliyet”tir, hatta bir tür “doğa gücü”dür. Bu durumda, bu somut belirlenmişlik içerisindeki insanın faaliyeti de, salt duyusal bir faaliyet (örneğin nesneleri salt algılayıcı bir pozisyonda) olamaz. Doğa, insanın karşısına sırf bir gözlem nesnesi ya da “düşünce şeyi” olarak çıkmamaktadır. Ve insan, refleksiyon esnasında da, yani doğayı düşüncesinin nesnesi yaptığında da doğanın dışında değildir. Özne olarak etkin olduğunda da, “nesne evrenin” dışında olmadığından, bu “arı etkinliğiyle” “nesne evrenine düşmüş” olmamaktadır. Özne olan da, esasta şunu bunu düşünmesi, belirlemesi ya da koyması değil, “kendi gerçek nesnel özsel güçleri”dir.
Öyleyse, refleksiyonda kendini adeta doğanın dışına çıkartan ve nesnelliği kendi öznesinin eseri olarak kavrayan sübjektivist öznenin bu etkinliğinin (örneğin teorik düşünmesinin ya da düşüncelerinin) nesnel kaynaklarına dikkat çekme; özneyi, madde karşısındaki bu pozisyonunda dondurup bırakmamalı; ikisinin arasındaki ilişkiyi, birbirinden izole olanların ilişkisi olarak kavramamalıdır. Tersine; gerek maddi varlıklar arasındaki etki ilişkisi ve gerekse öznelliğin kendisi maddeliğin bir momenti olarak kavranmalıdır. Marx’ın “nesnel faaliyet” kavramı, tam da nesnellik ile öznellik arasındaki bu çift yansımalı maddi bütünlüğü vurgular. Burada nesne, öznelliğin bir koşulu olarak, öznelliğe dahil olur ve orada gereksinim, amaç vb. olarak, öznelliğin itici gücüne dönüşür. Elbette, insanın bu maddi ilişki içerisinde kendi öz bilincine ulaşması, tefekkürde bulunabilmesi ve giderek birebir somut durumdan ayrı olarak, başta totalite, genel ve türe dair kategoriler olmak üzere, kavramlar oluşturması, bu öznel faaliyetinin diğer boyutunu teşkil etmektedir. Böylelikle, “amaç belirleme ve kavram oluşturma; öznenin nesneyi ve onunla ilişkisini yansıttığı bir ilişkinin ürünü haline gelir”.
Ama öznelliği dünyanın maddeliği içinde kavrayan bu tamamlayıcı adım atılmadığında, insan faaliyeti salt duyusal, gerçeklik de sanki bu gerçekliğin dışındaki bir öznenin salt gözlemlediği objekt olur. Faal özne, nesnelliğin belirli bir biçimi olmaktan çıkar. Ve nesnel kavranmayan bu faaliyette, özne-nesne birliği gerçekleşemez. Özne-nesne ayrımı, donup mutlaklaşır. Teori-pratik birliği ortadan kalkar; ve teori, pratiğin bir momenti olarak kavranamaz.
Bu durumda, Feuerbach’ın Hegel idealizmi karşısında sistem dağıtıcı argümanı olan “olgusal insan” ya da “insanın olgusallığı” tersine döner: Bir tarafta doğa, diğer tarafta insan vardır. Özne-nesne arasındaki çift yansıma burada ortadan kalktığından, bu insan için de nesne ya da gerçeklik, sadece dışındaki bir şey/şeyler olarak, “sadece objekt biçimi altında kavran”ır. Faaliyetine, salt faaliyet olarak bakılır. Ya da faaliyet, salt onun faaliyeti olur. Bu durumda emek, insanın faaliyetinden başka bir şey değildir! Ve emeğin bu şekilde kavranışı, ister istemez, insanı doğa karşısında otonom bir konuma yükseltir. Bu otonomluğuyla Feuerbach’ın “olgusal insan”ı, idealizmin sübjektivist öznesiyle benzeşir. Böylelikle, materyalist bir görünüm altında, özne-nesne bağıntısının sübjektivist yorumunun önü sonuna kadar açılmış olur.  Kaba materyalizm, idealist sübjektivizme evrilir.
Marx’ın Feuerbach eleştirisinin arka planında, diyalektik materyalizminin insan-doğa ilişkisinin belirtilen yapısına dair anlayışının durduğu açıktır. Belirtilenler, aynı şekilde, doğanın diyalektiğine dayanmaksızın toplumsal diyalektiğin de materyalistçe temellendirilemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Diyalektik kavranmayan bir materyalizmin nasıl sübjektif idealizme götürdüğünün bir başka örneğini de “Demokratik Modernite”den verelim. Denilmektedir ki: “Tarih olarak toplum zeka düzeyini gerektirir. İnsan türünün zeka düzeyi toplumsallığını belirlemiştir. Toplumsallık da bu zeka düzeyini zihniyet halinde çalışmaya, gelişmeye zorlamıştır.”
Bu satırlarda esasta üç öge var: İnsan türü, zeka düzeyi ve toplumsallık. Ve “insan türü” bağlamında, ikisi, yani “zeka düzeyi” ile “toplumsallık” arasındaki bir ilişkiden söz edilmektedir. Ama bu kavramların temel özelliği, soyut olmalarıdır. Örneğin masanın üzerindeki bilgisayar ya da yanan sigara gibi doğrudan işaret edilebilecek maddi şeyler değiller. Ancak, soyut olmalarına karşın, belirli maddi ilişkileri içeriyorlar. Nasıl ki köleliği masadaki bilgisayar gibi birebir işaret edememem köleliğin gerçekliğini ortadan kaldırmıyorsa, bu ögelerin de soyut oluşları, onların maddi bir ilişkiyi ifade ettiklerini ortadan kaldırmaz. Sorun, ama şu ki, onların karşılıksız olmadıklarını, dahası soyutluklarına karşın belirli maddi ilişkilerin ifadeleri olduklarını ortaya koyabilmem için onları somutlayabilmem lazım. Zira bilinir ki, maddi ilişkiler, tabiatları gereği, yansıma ilişkileridir. Fakat bunun için, bu üç ögenin “dışına” çıkmam lazım ki, yapılmayan da budur!
Alıntımızdaki “zeka düzeyi”, “insan türünün”dür. Toplumsallık? O da sonuçta “insan türünün” “toplumsallığı”dır. Yani, “insan türünün” bir özelliği (“zeka düzeyi”), başka bir özelliğini (“toplumsallığını”) belirliyor. (Elbette “zeka düzeyi” ile toplum arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsanın dili ve zekasının ortaya çıkışı, insanın tabiatı gereği toplumsal bir yaratık olmasından kopuk değildir. Fakat vurgulanması gereken, insanın biyolojik, anatomik vb. özellikleriyle çıplak ve tehlikeli doğa koşulları arasındaki ilişkidir. Ve bilinen özellikleriyle bu ilişki içerisinde toplum olmasıdır. İnsan kendi doğasıyla doğanın bir parçasıdır, ve ancak bu ilişki temelinde kendi doğası söz konusudur. Bu temellerinden soyutlanmış olarak “zeka düzeyi” ile onun “toplumsallığı” ya da “toplumsallık” ile “zeka düzeyi” arasında bir ilişki kurmak, ister istemez totolojiye varır. Çünkü bu saptama, oluşturucu temellerinden yoksun olarak, kavramın kendi kendinin içine geri yansımasıdır sadece). Besbelli ki, burada “insan türünün” sadece bir iç ilişkisi söz konusu edilmektedir. Bununla birlikte, soyut ve hatta içerdikleri maddi ilişkiler bakımından kısmen örtüşen kavramların karşılıklı ilişkilerine hapsolmuş durumdayız.
Nitekim, insan türünden söz ettiğimiz vakit, toplumsallığı baştan kapsamışız demektir. Toplumsallık, insan türünün tür olmasının oluşturucu bir öğesidir. Yani, yukarıdaki cümleyi, “insan türünün zeka düzeyi türselliğini belirlemiştir” şeklinde değiştirdiğimizde dahi, ciddi bir anlam kaybına uğramayacaktır. (Tür ile toplumsallık aynı şey değildir denilebilir. Evet, ama, toplumsallık kavramı toplumun türsel bağıntısının altını çizer, yani toplumdan toplumsallık olarak söz etmek, tam da türsel bir özelliği temelinde toplumdan söz etmek demektir. Bir şeyin özünün bilgisi, o şeyin türsel belirlenimlerinin bilgisidir.)
Ama alıntıda, insan türünün bir özelliğinin (zeka düzeyi), başka bir özelliğine (toplumsallığına) bir şeyler kattığı, değişime uğrattığı, onu belirlediği söylenmektedir: ‘Zeka düzeyi belirliyor toplumsallığını, ama, toplumsallık da onu çalışmaya ve gelişmeye zorluyor’ deniliyor. Fakat “zeka düzeyi”, insan türünün bu iç ilişkisinde bir şeylerle (maddi kaynak olarak ne denirse densin) ilişkiye girmeden, söylenen rolü nasıl oynayabilmiştir ki? Ya da “toplumsallık”, nasıl ve neyle “bu zeka düzeyini zihniyet halinde çalışmaya, gelişmeye zorlamıştır”? “Toplumsallık”, bir şeyde somutlaşmalı ki, maddi ilişki olarak insan zihniyetini gelişmeye, çalışmaya zorlasın. Ete kemiğe bürünmeden, bu soyutluğu içerisinde hiçbir şeyi hiçbir şeye zorlayamaz.
Ama alıntımızdaki saptamalar, böyle maddi dışsal bir zemini/ilişkiyi söz konusu dahi etmemektedir. Bu durumda, insan türünün bu soyut, otonom ve kendi kendine dönük ele alınışında, türün zeka düzeyine ilişkin bu saptamalar ancak şöyle okunabilir: ‘Kendi zeka düzeyi, kendini belirliyor. Kendi zekası, kendi düzeyini belirliyor. Zeka kendi kendini belirliyor. ‘Ya da: ‘Zeka düzeyi insan türünü belirliyor. İnsan türünün düzeyini zeka belirliyor. Zeka belirliyor!’
Açıktır ki bu, sübjektif idealizmin kendisidir!
Sonuç olarak; “Demokratik Modernite”deki yazılara sinen ve esasta Marksizmi determinist-kaba materyalist bir nesnelciliğe indirgeyen kavrayışla (“kaba materyalist ve olgucu-eril doğa ve toplum anlayışları”, “düz-çizgisel ilerlemeci tarih anlayışı”; “pozitivizmin girdaplarını aşamama”, “ekonomizmin iyi niyetli bir dillendiricisi” vb.), Marksizmin kendisinin, bunları eleştirmek ve mahkum etmek dışında, ne bir ilgisi ne de alakası vardır.
Ama gördüğümüz gibi, tersi alaka fazlasıyla söz konusudur. Kaldı ki, kaba materyalizmden sübjektif idealizme varmanın içsel bağıntılarının çarpıcı örneklerini, sorunlara antropolojik bir perspektiften bakan “insancıl sosyalizm” akımları hep sunmuştur ve hâlâ sunmaktadırlar (Ve bu bağlamda, “tüm yeni antropolojinin izinin”, gerisin geriye takip edildiğinde, “bir çıkış noktasına, Ludwig Feuerbach’ın felsefesine çıkması” bir rastlantı değildir).  Bu akımlar, Marx’ın gençlik El Yazmaları’nı tersyüz ederek, Marksizmi antropolojiye dönüştürmeye çalışırlar. Oysa antropolojik konular, Marksizmin ekonomi politiğinde asıl temellerini bulmuş ve onun tarafından gerçek bağıntılarıyla kapsanmıştır. Şimdilerde ise, Marksist ekonomi politik antropolojinin bir alt dalı derekesine düşürülmek istenmektedir…
Marksizme göre, “tarih, yalnızca öz bilinçli organizmaların gelişme süreci olarak doğanın tarihinden farklıdır.” (Engels)  İnsanın doğayla farklılığını öz bilinçle ifade eden Marksizm, nesnelliği kutsayan, öznesiz ve soyut bir determinizmi esas alan bir dünya görüşü değildir. Marksizm, öz bilinçli özneyi; nesne ve olgular karşısında edilgenliğe mahkum etmek şöyle dursun, ona “dünyayı değiştirmeyi” önermektedir. Bununla birlikte ama, insanın öz bilincinin ayakları yerden kesilip uçuşa geçmemeli; “tarihsel yaratık” olmasının onu doğa yaratığı olmaktan çıkarmadığını; refleksiyondaki “sınırsızlığı”nın sınırının pratik olduğunu; doğası bu olan öz bilinç olarak nesnel koşullar ve ilişkilerin, somut belirlenimlerin, doğa ve toplum yasalarının içinde hareket etmek durumunda olduğunu unutmamalıdır.
Akıl, bütün muhteşemliğine rağmen, yine de akli olmak zorundadır!

*
“Modernite” konusuna bu metinde değinmedik, zira bu sayıyla birlikte yayınladığımız “Karşı Aydınlanmanın Göstergesi” başlıklı çeviri metni bu konuda yeterince aydınlatıcıdır.
İkinci bölümde, doğa ve nesnellik karşısında özerkleşen “ikinci doğa”nın kendi tabiatını (“ahlaki ve politik”!) ve bu tabiatıyla nelere muktedir olup olmadığını anlamaya çalışacağız.

Dipnotlar:

Ulusal ile sosyal sorunun bir aradalığındaki özgün deformasyon öylesinedir ki; ulusal sorunun doğası itibarıyla kapsayamayacağı sosyal sorunu fiilen kaplaması ve tersinden, sosyal sorunun aslında niteliği gereği kapsadığı ulusal sorunu henüz fiilen kaplama mecalinde olmamasıdır. Bu durumu karakterize eden, bu sorunların objektif konumuna ters orantılı bir siyasal güç dengesinin oluşmuş olmasıdır. Bu; Kürt ulusal hareketi dışındaki güçler arasında, bir süreliğine de olsa, ulusal sorunu önemsememe, sosyal sorunun çözümüyle birlikte kendiliğinden çözülebilecek bir sorun olarak değerlendirme eğilimlerine (oportünizm kaynaklı objektivist-determinist eğilimlere) olanak tanıdığı gibi; demokrasi mücadelesinde halihazırda en güçlü kesimi temsil eden Kürt ulusal hareketi saflarında da, daha kapsamlı sosyal sorunlara, kapsamı bunlara göre nispeten daha dar olan ulusal sorunun politik verileri ve gerçekliğinden bakma eğilimine (sübjektivist-indirgemeci eğilimlere) yol verebilmektedir.

İnsan, doğanın (evrenin) bir parçasıdır. Gelgelelim insan, doğayı yalnızca kendi öznesi üzerinden deneyimlediğinden; kendisi, kendi türü ve evren hakkında düşündüğünde, yani refleksiyonda, bu basit gerçeği çok çabuk unutabilmektedir. Ve gerçekten de; her ne kadar pratikte, bilgisine ulaşılan nesnenin bilgiyi edinen özneye mesafesi ortadan kalkıp özne-nesne birliği gerçekleşiyorsa da, refleksiyonun kendisinin böyle bir “hilesi” söz konusudur. İnsan, dünyanın bir parçası olmasına ve onun tarafından içerilmesine karşın, refleksiyon esnasında insan ile dünya arasındaki ilişki tersyüz olmaktadır: Dünya burada, insanın düşünmesinin muhtevasından ibarettir.

80’li yılların “modernitediskurs”u (“dünyanın, insanın çabasının bir tasarımı olarak yorumlanması”), sosyalizmin tarihsel yenilgisinin belirginleşmesiyle birlikte yayılmış, ve bu kurgu ve kuruntu, işin sırrına “insanın özü ne?” sorusu (“insan nedir?”, “doğası nedir?” vb.) yanıtlanarak varılacağı iddiasını taşıyan felsefi antropolojiyle maalesef yeniden moda olabilmiştir. Ve şimdi de “Demokratik Modernite”de özel bir boyutuyla; “insanın özü”nü sorgulayıp bunu “ahlak ve politika olarak kavramlaştırabiliriz” diyen “yeni ideolojik paradigma”da karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

Mitsel düşünmede, mutlak nitelikler tözlerin yerine geçmekte, hatta töz gibi kavranmaktaydılar. “Yeni paradigma”da, nesnel koşullar ve süreçlerin karşısında insan türünün en ayırt edici niteliği “akıl” bu özelliği kazanır! Tanrılara yakıştırılan sıfatları hak edecek kadar muktedir olan “muhteşem insan aklı”, “evrensel gelişimin en yetkin halkası” olarak eylemdedir.
Bu nedenle zaten “Demokratik Modernite”de, Spinoza’nın “ANLAM ÖZGÜRLÜKTÜR” savı büyük harflerle yazılmaktadır. Bu nedenle, K. Janpes’in “özgürlük kendini hakikatin ışığında olgunlaştırmaktır” vurgusunun veya Öcalan’ın “Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz” hükmünün altı çizilmektedir. Bundan ötürü “Demokratik Modernite”nin savunduğu “ahlaki ve politik toplum”; “Tarih felsefesinin ‘insan nedir?’ sorusuna, insanda yoğunlaşan gerçeklikler toplamını konu edinerek, insanın ne olabileceğini göstererek” yanıt vermektedir.

Sanırız “yeni ideolojik paradigma”nın felsefesinin niteliği, sıfatlandırmayı gerektirmeyecek kadar nettir. Bu yönüyle ama “yeni ideolojik paradigma”, bir yerde, yağmurdan (pozitivizm-determinizm) kaçayım derken doluya (sübjektif idealizm) tutulmanın düşün dünyasındaki klasik paradigmalarından biridir sadece.

İnsan bir doğa varlığı olarak, kendini, hangi ad altında olursa olsun, doğanın dışına atamaz. İnsan; “tabiatı itibarıyla doğadır”, nesnel bir varlıktır, maddidir. Objektif gerçeklik, insandan bağımsız olarak vardır. İnsan-doğa ilişkisinin de karakteristik özelliği, “karşılıklı bir yansıma ilişkisi” olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Şeyler arasında sadece karşılıklı bir ilişki yoktur, bu ilişkinin niteliği de önemlidir. Marx; “Bir başka varlığın nesnesi olmayan bir varlık, demek ki, hiçbir nesnel varlığın var olmadığını varsayar. Ben bir nesneye sahip olur olmaz, o nesne de bana nesne olarak sahip olur” der. Yani, insanın nesneyle ilişkisi, karşılıklı bir belirlenim ilişkisidir. O halde, insanın kendisi de, her varlık gibi, ancak kendi dışındaki bu objektif gerçeklikle bağıntısı temelinde ne ise, odur.

Refleksiyonda kendini adeta doğanın dışına çıkartan ve nesnelliği kendi öznesinin eseri olarak kavrayan sübjektivist öznenin bu etkinliğinin (örneğin teorik düşünmesinin ya da düşüncelerinin) nesnel kaynaklarına dikkat çekme; özneyi, madde karşısındaki bu pozisyonunda dondurup bırakmamalı; ikisinin arasındaki ilişkiyi, birbirinden izole olanların ilişkisi olarak kavramamalıdır. Tersine; gerek maddi varlıklar arasındaki etki ilişkisi ve gerekse öznelliğin kendisi maddeliğin bir momenti olarak kavranmalıdır. Marx’ın “nesnel faaliyet” kavramı, tam da nesnellik ile öznellik arasındaki bu çift yansımalı maddi bütünlüğü vurgular. Burada nesne, öznelliğin bir koşulu olarak, öznelliğe dahil olur ve orada gereksinim, amaç vb. olarak, öznelliğin itici gücüne dönüşür. Elbette, insanın bu maddi ilişki içerisinde kendi öz bilincine ulaşması, tefekkürde bulunabilmesi ve giderek birebir somut durumdan ayrı olarak, başta totalite, genel ve türe dair kategoriler olmak üzere, kavramlar oluşturması, bu öznel faaliyetinin diğer boyutunu teşkil etmektedir. Böylelikle, “amaç belirleme ve kavram oluşturma; öznenin nesneyi ve onunla ilişkisini yansıttığı bir ilişkinin ürünü haline gelir”.

İnsan türünden söz ettiğimiz vakit, toplumsallığı baştan kapsamışız demektir. Toplumsallık, insan türünün tür olmasının oluşturucu bir öğesidir. Yani, yukarıdaki cümleyi, “insan türünün zeka düzeyi türselliğini belirlemiştir” şeklinde değiştirdiğimizde dahi, ciddi bir anlam kaybına uğramayacaktır. (Tür ile toplumsallık aynı şey değildir denilebilir. Evet, ama, toplumsallık kavramı toplumun türsel bağıntısının altını çizer, yani toplumdan toplumsallık olarak söz etmek, tam da türsel bir özelliği temelinde toplumdan söz etmek demektir. Bir şeyin özünün bilgisi, o şeyin türsel belirlenimlerinin bilgisidir.)

“Demokratik Modernite”deki yazılara sinen ve esasta Marksizmi determinist-kaba materyalist bir nesnelciliğe indirgeyen kavrayışla (“kaba materyalist ve olgucu-eril doğa ve toplum anlayışları”, “düz-çizgisel ilerlemeci tarih anlayışı”; “pozitivizmin girdaplarını aşamama”, “ekonomizmin iyi niyetli bir dillendiricisi” vb.), Marksizmin kendisinin, bunları eleştirmek ve mahkum etmek dışında, ne bir ilgisi ne de alakası vardır.

Kaba materyalizmden sübjektif idealizme varmanın içsel bağıntılarının çarpıcı örneklerini, sorunlara antropolojik bir perspektiften bakan “insancıl sosyalizm” akımları hep sunmuştur ve hâlâ sunmaktadırlar (Ve bu bağlamda, “tüm yeni antropolojinin izinin”, gerisin geriye takip edildiğinde, “bir çıkış noktasına, Ludwig Feuerbach’ın felsefesine çıkması” bir rastlantı değildir). Bu akımlar, Marx’ın gençlik El Yazmaları’nı tersyüz ederek, Marksizmi antropolojiye dönüştürmeye çalışırlar. Oysa antropolojik konular, Marksizmin ekonomi politiğinde asıl temellerini bulmuş ve onun tarafından gerçek bağıntılarıyla kapsanmıştır. Şimdilerde ise, Marksist ekonomi politik antropolojinin bir alt dalı derekesine düşürülmek istenmektedir.

İnsanın doğayla farklılığını öz bilinçle ifade eden Marksizm, nesnelliği kutsayan, öznesiz ve soyut bir determinizmi esas alan bir dünya görüşü değildir. Marksizm, öz bilinçli özneyi; nesne ve olgular karşısında edilgenliğe mahkum etmek şöyle dursun, ona “dünyayı değiştirmeyi” önermektedir. Bununla birlikte ama, insanın öz bilincinin ayakları yerden kesilip uçuşa geçmemeli; “tarihsel yaratık” olmasının onu doğa yaratığı olmaktan çıkarmadığını; refleksiyondaki “sınırsızlığı”nın sınırının pratik olduğunu; doğası bu olan öz bilinç olarak nesnel koşullar ve ilişkilerin, somut belirlenimlerin, doğa ve toplum yasalarının içinde hareket etmek durumunda olduğunu unutmamalıdır.

Karşı-aydınlanmanın göstergeleri irrasyonalizm – modernlik – postmodernlik*

İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında, Alman ordusu Volga kıyısında, Kafkasların eteklerinde dururken Georg Lukács, ileride “Usun Yıkımı” başlığını taşıyacak olan kitabının çalışmalarına başladı. Bu, antifaşizmin bir elkitabıydı adeta; Marksizmin, Aydınlanma ve Rasyonalizmden devralması gereken mirasın savunusu niteliğinde klasik bir kitaptı. Kitabı, Romantizmden beri Alman dünya görüşü geleneğinde varlık sürdüren bir çizgiye dair yorumun bir devamı olarak okumak mümkün  –Ernst Bloch söz konusu çizgiyi “musibet çizgisi” olarak adlandırmıştı– ve bu yorum, 1945 sonrasında Marksist felsefecilerin irrasyonalizmle hesaplaşmasında sürdürüldü.  İmmanuel Kant, Aydınlanma’yı şahane bir sözle “insanın kendi eliyle altına girdiği vesayetten çıkışı” olarak nitelendirmişti.  O zamandan beri, insanı vesayet altında tutmak isteyenlerin Aydınlanma karşıtı çabaları hiç hız kesmedi; ve Aydınlanmanın mümeyyizlik iddiasının savunusu, daima ideolojik sınıf mücadelesinin ana cephelerinden biri olmuştur ve olmaya devam eder.

MUHAFAZAKÂRLIK VE İÇSELLİK
Karşı-Aydınlanma’nın başvurduğu tartışma kalıpları iki yüz yıldır neredeyse hiç değişmedi; sadece daha da sığlaştı ve elbette bilimsel sorunsalların ve toplumsal karşıtlıkların o anki durumuna ayak uydurdu. İnsan hayatını ve ortak yaşamı belirleyenin –Tanrı tarafından konulan, doğa sabitleri olarak tasvir edilen– varlığın ebedi düzenlemeleri olduğu ve bunların da insan müdahalesine, yani tarihsel özne tarafından şekillendirilmeye açık olmadıkları ileri sürüldü. Bu tip düzenlemeler, yazılı vahiyler ve peygamberlerce ilan edilip güvence altına alınır veya birey tarafından sezgisel yolla anlaşılır. Mantıksal tümdengelim, ussal kurgu ve diyalektik gelişim, “kötü ussalcılılık” olarak değerlendirilir. Böylelikle, mevcut olanın nesnelci kabulü ve muhafazakâr uyum sağlamaya, öznelliğin ve özgürlüğün Ben’in içselliğine kaydırılması tekabül eder: Dünya ilişkilerinin şahsi öz-deneyim odağında yoğunlaşması, benmerkezci bir yaratıcılığın sanat eseri olarak kendi kendini gerçekleştirme. Psikolojizm ve estetitizm, muhafazakâr düzen ideolojilerinin arka yüzünü oluştururlar ve sadece görünüşte özgürlüğe, hâkimiyet reddine yönelirler; gerçekte ise isyankârlıkları, kamusal sorumluluktan bireysel ruhun ve selametin dokunulmaz diyarına sığınmak suretiyle boyun eğişe dönüşür. Yeni irrasyonalizmlerin her türünün bu psikolojist ve estetisist eğilimleri büyük bir coşkuyla sunan Nietzsche’nin felsefesine yeniden yönelmeleri tesadüf değildir.
Nietzsche kendi us yıkımının, hakiki eleştirel usun tecellisi olduğuna dair yanlış ve yanıltıcı iddiayı ileri sürdü ve kendisini Aydınlanma’nın özgür düşüncelilerine, bilhassa Voltaire’e dayandırdı. Radikal bir eleştiri, sözüm ona her tür nesnel gerçeği ayrıştırdığı ve sadece kendi gücünün ve yaşamının kuvvetlendirilmesini sağlayanı geçerli kıldığı için, bu eleştiri üzerinden hem egemenlik düzenini hem de içselliği meşrulaştırmak mümkündü. “Gerçek”, diyor Nietzsche, “iktidar istenci için kullanılan bir sözcüktür”. Ve “şimdiye dek gerçek diye adlandırılan her şey artık yalanın en zararlı, en sinsi, en karanlık biçimi olarak; insanlığı iyileştirmenin kutsal bahanesi ve yaşamın kendisini soğurup kansızlaştırmanın hilesi olarak idrak edilir.”  Dünya, kendini gerçekleştirmeye çalışan (bununla artık her ne anlıyorlarsa) bireylerin kaosuna dönüşmektedir. Ve nesnel gerçeğin, insanlığın gelişim hedeflerinin ve tarih yasalarının inandırıcılığının yok edildiği nihilizmin bu krizinden, tüm düzenlerin en eskisi ve en ilkeli yeniden doğar: En güçlü olanın hâkimiyeti. “Böyle bir krizin değeri, [ortalığı] temizlemesinde ve bu yolla, emredeni emreden, itaat edeni itaat eden olarak tanıyan bir kuvvetler hiyerarşisine sevk etmesinde yatmaktadır. Hayatta, gücün derecesi dışında, değeri olan hiçbir şey yoktur; bu tam da yaşamın kendisinin güç istenci olduğunu ortaya koyar.”
Nietzsche’nin faşist öncesi yaşam ve iktidar felsefesinin, burjuvazinin kendi Aydınlanma programını hayata geçiremeyişini hedef alan umutsuz, ama politik olmadığı için altından kalkılamayan eleştirinin içinden doğmuş olması, bizi burada ilgilendirmek zorunda değil.  Günümüzdeki takipçileri Nietzsche’yi tarihsel-eleştirel olarak değil, kendi dünya anlayışlarına kılavuz olarak okurlar. Bunlar, bir zamanlar felsefecinin kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche’nin (metinleri tahrif etme pahasına) Nietzsche okurlarıyla kurduğu Nietzsche-Topluluğu’nun devamcılarıdır.

YENİ NİETZSCHE-KABULÜ
Tarih düşmanı bir ideoloji tarafından Nietzsche’den yararlanmanın bir örneği olarak, 1980 yılında Rowohlt’un “Literaturmagazin”in  bir özel sayısında, Alman “post-histoire”ı   başlatan bir grup yazarı ele alalım. Bu grup, kız kardeş Elisabeth Förster-Nietzsche’nin tahrifatlarının maskesi düşürülüp yıkıma uğratılmasının ardından, tarih-felsefi bir yorumlama sanatının adeta gizem-bilimsel araçlarıyla Nietzsche’yi yeniden kullanılabilir hale getirdi.  Bu yeni sahiplenmenin aynı şekilde bir tahrifat olması, gizem-bilimcileri faaliyetlerini yürütürken hiçbir zaman rahatsız etmemiştir.
Yayıncının başlangıçtaki amacı, Fransa’dan gelip Almanya’da yaygınlaşan “Nietzsche’nin Dönüşü”nü eleştirel bir yaklaşımla ele almaktı. Neticede (o zamanki çoğu genç yazarların 16 makalesinde) ortaya çıkanlar, Nietzsche hayranlığına delalet ediyor ve editör Jürgen Manthey’in de yazdığı gibi, Marx’ın yerine Nietzsche’yi geçirmeyi hedefleyen “paradigma değişimi”nin bir kanıtını oluşturuyor. 
Nietzsche gerçekten de kafa karışıklığı yaratmak için uygun bir isim görünüyor. Bugün Marksistler –tıpkı, 1997’de (!) hâlâ, “Weimarer Klassik” vakfının düzenlediği “Doğu Almanya Cumhuriyeti’nde Nietzsche” sempozyumunda olduğu üzere– Nietzsche yanlısı ya da karşıtı tutum almak bir zorunlulukmuş gibi tartışıyorlarsa şayet; bu kafa karışıklığıdır.
Solun tarihinde Nietzsche’ye belirsiz bir yaklaşımın izleri her zaman görüldü. Nietzsche’yi daha sonraları, (Hegel-Marx’ın “selamet çizgisi” karşısında) 19. yüzyılın “musibet çizgisinden” sayacak olan Ernst Bloch, 1913’te hâlâ “Nietzsche’nin İtkisi”ni kutluyordu.  İsyana idmanlı bir solda bu Nietzsche eğilimi varlığını hep korudu; Albert Camus’ye, hatta tarif edilemez düşük düzeyiyle “Nouveaux philosophes”e  varana dek. Ve sosyal demokrat hareket içinde nerede küçük burjuva-bireyci bir ideoloji yayılmışsa (yani özellikle aydınlar arasında), orada daima Marx yerine Nietzsche taraftar bulmuştur kendine. 
Bu arada Marx’ın tarih analizi zemininde Nietzsche’yle kurulabilecek bir köprü yoktur; bunu Andràs Gedö, net bir şekilde gözler önüne sermiştir.  Nietzsche’nin dünya görüşünün tarihsel materyalizmle hiçbir ortak yanı yoktur; tek tek bakımlardan dahi yoktur ki zaten bunların per definitionem  bir bütün oluşturan bir dünya görüşü bağlamından koparılmaması gerekir. Nietzsche’nin işçi hareketindeki etkisinin bir analizi bizi, anarşist eğilimlerden başlayıp revizyonizm üzerinden nasyonal sosyalist eğilimlere uzanarak, Nietzscheci düşüncelerin benimsenmesinin devrimci sınıf bilincinin bozuşturulmasında oynadığı role kadar götürür. Ne var ki daha önemli bir soru vardır: Teorik ve politik bakımdan bilinçli sosyalistlerin de –çok sayıda burjuva “solcu”yu söz konusu bile etmiyoruz– zaman zaman ya genel olarak Nietzsche’nin cazibesine yenik düşmesine yol açan nedenler ve koşullar nedir? Sorulması gereken bir diğer soru da Nietzsche’nin 19. yüzyılın sonundan bugüne dek geç burjuva irrasyonalist düşünce yapılarına neden katalizör olabildiğidir. Kaldı ki bu katalizör işlevi genellikle tam da onun eserlerinin, tarihsel-filolojik kesinliği göz ardı eden bir keyfilikle istismar edilmesiyle bağlantılı olmuştur.
Burjuva karşıtı asi Nietzsche ve elit aristokrat Nietzsche – bu çelişiklik, coşkulu tasvibe veya şiddetli bir lanetlemeye değil, açıklanmaya muhtaçtır. Bu durumu Nietzsche’yi ayrımsızca reddetmekten dolayı haksız yere suçlanan Franz Mehring görmüştü daha.  Bilakis Mehring, Nietzsche’nin dünya görüşüne tam da uzlaşmaz bir biçimde cephe almasıyla, onun niteliklerini ayırt etmiş ve takdir etmiştir ve aynı şey acımasız Georg Lukács için de geçerlidir. 
Nietzsche’nin felsefesinin sıkça birbiriyle çelişen içeriklerinden değil de, öznelliğin mutlaklaştırılmasının ilkesel felsefi çekirdeğinden ve buradan doğan biçim belirlenimlerinden (iradecilik, irrasyonalizm, bilinmezcilik, tarih dışılık, ahlâksızcılık, estetisizm) yola çıkıldığında, faşizan ve/veya birbirine zıt kısımların seçilip ayıklanması, Nietzsche’nin faşizmle olan içsel bağını ispat etmeye (ya da çürütmeye) araç olmayacaktır. Bu ilişki, “Nietzsche’nin tüm kişiliğinin faşist uzantıları kabul edip etmediği” fikrinde olup olmamaktan da bağımsızdır.  Bu, bütünlük psikolojisiyle değil, daha ziyade onun düşünce dayanağının yapısıyla ilgilidir. Tekilde teorik tutarlılıktan imtina etmesi de dahil olmak üzere Nietzsche’nin düşünsel ana hatlarının tam da, sonraları faşizmin dünya görüşsel sağlayıcılarının çıkardıkları o dünya görüşsel sonuçlara vardığını göstermek mümkün. Georg Lukács haklı olarak şunları yazdı: “Mereschkowski ve Gide’den Sprengler, Bäumler ve Rosenberg’e dek, emperyalist dönemde Nietzsche’nin öğretisinden kimi önemli unsuru almamış olan hiçbir gerici akım yoktur.”  Lukács, Carl Schmitt’i ve Martin Heidegger’i, Arnold Gehlen’i ve Ernst Jünger’i ve pek çok başka ismi de anabilirdi.
Tam da bu isimlerin, bir yandan Alman faşizmiyle kuşkusuz uğursuz bir yakınlık içinde bulunup, diğer yandan da tekrar tekrar burjuva veya kapitalist olmayan tutumlar olarak reklam edilen görüşlerle anılmaları tesadüf değildir. İsyankar toplum eleştirisi görünüşü altında Marx’a karşı koz olarak kullanılmaya elverişlilikleri bundandır. Bu çelişikliği Hans-Martin Gerlach doğru tanımlamıştır:
“Nietzsche’ye, kendi burjuva-anarşist burjuva karşıtlığı içinde, emperyalist toplumun çelişkilerini bilhassa estetik ve teorik-eleştirel bir biçimde benimseyen, büyük burjuva-emperyalist kültür ve yaşam dünyasının kitleselleştirme eğilimlerine karşı, aşırı bir bireyciliği ‘ayaktakımından’ kurtuluş olarak öğütleyen ve sosyo-kültürel gelecek tasavvurları geliştiren bir burjuva aydını olarak yaklaşmak gerek. Bu tasavvurlar, gerçek tarihsel ilerleme ölçeğiyle değerlendirildiğinde elbette sosyo-kültürel gelecek tasavvurlarını değil, tam tersini ifade ediyorlardı. Zira, bunları kahince vaaz eden zata, gerçek devrimci pratikle ve onun itici gücü proletaryayla temas etme yolları kapalıydı ve o, ideolojik bir körlükle tam da bu sınıfı geleceğin asıl düşmanı ilan etti.”  Ne var ki ben burada en az bir sözcüğü değiştirmekten yanayım: Nietsche’nin emperyalist toplumun çelişkilerini benimsediğini düşünmüyorum, aksine onları ifade eder. Yani onları ham halleriyle, hatta sivriltilmiş biçimleriyle öylece yan yana bırakır; zira benimseme, teorik bir incelemeyi gerektirir.
Dolayısıyla eleştirinin zemini olarak geriye yalnızca bireysel öznelliğin hipertrofisi  kalır. Onu reel olarak var olanın herhangi bir yadsınmasına tahvil etmek mümkün olur ve bu yolla özgürlük illüzyonunu yayar ve isyana olabilecek en kibirli ifadeyi verir. Marx’ın daha “Aziz Max”ta lime lime ettiği bu ideolojik kavrayışın kalıbını Stirner sunmuştu. Buna karşın isyankâr öznellik serabı çekiciliğini korur, çünkü tekilin, zorunluluktan, genelin zaruretlerinden kaçınabileceği halüsinasyonunu yaratır. Nietzsche’nin felsefesi, kısmen çelişkili, kısmen de çapraşık içeriklerinden dolayı değil, özneyi kutsallaştırmasından dolayı bir uyuşturucu gibi tesir eder. Kişi bu cesaretlendirici uyarıcı ilacın etkisine bir kez girdi mi, ona ait –ya da onunla birleştirilebilecek herhangi başkaca– içerikleri de kabul etmeye kolayca hazırdır: Özne sarhoşluğu bir manipülasyon katalizörüdür. Panzehiri ise, doğrudan bu uyuşturucuya tatbik edilen eleştirel-sistematik rasyonelliktir. Buna dair birkaç tez sıralayalım:
1. Nietzsche’nin sözde isyankâr burjuva karşıtlığı, bizzat kendisinin tasvir ettiği burjuva kültürünün bakış açsı olarak ortaya konulmalıdır. Nietzsche’nin eleştirisiyle, eleştiri nesnesinin özsel biçiminin yapısal olarak örtüşmesi, toplumu teşhir ederek onu tahrip etmediğini, aksine onu en uç sonuçlarına dek sürdürdüğünü gösterir; işte bu yüzden gerçekten de faşizmin hazırlayıcısı olabilmiştir. Nietzsche’nin teşhis etmedeki keskinliğini göz ardı etmeksizin, tasviri işleyip teori haline getirmedeki felsefi aczini gözler önüne sermek gerek.
2. Nietzsche’yi “Yunan devletindeki” politika ile kültür bütünlüğünün ideal resminden “Avrupa nihilizmi” karikatürüne götüren motifleri, burjuvazinin “kahramanca illüzyonları”nın ilerleyen öz-tahribatının işlevi olarak anlamak gerek; dolayısıyla Nietzsche’yi böylesine ıraksak bir biçimde çekici hale getiren ikircikliliğini toplum-tarihsel olarak açıklamak gerek.
3. Nietzsche’nin metafizik eleştirisi, geleneksel metafiziğin, onun sistem karakterinin çürümeye geçmiş olduğu son aşamasıdır. Marx’ın programının –felsefenin gerçekleştirilmesi aracılığıyla felsefenin kaldırılması, felsefenin kaldırılması aracılığıyla felsefenin gerçekleştirilmesi– doğuşuna kaynaklık eden Hegel’in metafizik eleştirisi ile yapılacak bir kıyaslama devasa farkı açıkça göstermektedir: Hegel-Marx çizgisi, teori ve pratiğin nitelik olarak yeni bir ilişkisine; Nietzsche’nin felsefesi ise Tanrı’nın olmadığı yeni bir teolojiye götürmektedir.
4. Son olarak da Nietzsche’nin, Alman felsefesinde büyük bir üslupçu, bir dil üstadı olduğu efsanesine –elbette titiz bir üslup analizi yaparak– bir son vermek gerek. En geç “Zerdüşt”le birlikte bu değerlendirmeyi korumayı sürdürmek imkânsızdır. Nietzsche’nin dil kullanımındaki şişirilmiş, yapmacık, çığırtkanca tutumu, onun düşüncesinin durumu ve düşüncesinin ideolojik içeriği hakkında, eserlerinden yapılan şu ya da bu alıntıya nazaran çok daha fazla bilgi verir.
Nietzsche’nin felsefesinin vecizeli olduğu ve onu bu üslup biçimi açısından yorumlamak gerektiği iddiası –ki buna daha önce de karşı çıktım – onun anarşist-kaotik düşünce tarzını meşrulaştıran bir karaktere sahiptir. Nietzsche bir vecizeci değil, rasyonel temellendirmelerden feragat eden, çağırtkan-vaazcı bir hatiptir.

AYDINLANMA VE ÖZ-BELİRLENİM

Nietzsche kabulü, modern karşı usun gizli merkezini oluştursa da kesinlikle bir fikir birliği tedarik eden, sistematik bir olgu değildir. Fransa’da “Yeni Filozoflar” olarak anılan bazı yapısalcılar, “post-histoire”ın yeni bir estetik kültürünü ilan edenler ve tarihin sonu tezini savunanlar, farklı noktalardan ilişkilendirip Nietzsche’yi kendilerine dayanak yapabiliyor; önceleri Gottfried Benn’e ardından da Ernst Jünger’e özel bir ilginin yeniden keşfedilmesi bu kapsamdadır. Nietzsche’yi kimi grup ve tarikatların ata babası haline getiren, genellikle eserlerinden tek tek alıntı parçalarının, bağlamından kopuk bir şekilde ithal edilmesi ve bu alıntıların otoriter müjdeleyici edasının yarattığı hayranlıktır sadece. Argümanların söz konusu edilmediği yerde düşünceler arasındaki bağların tutarlı ve yerli yerinde olup olmaması pek de büyük bir rol oynamaz zaten. Buna ihtiyaç olmadığı gibi, olmaması da gerekir; çünkü mantıksal argümanın zorlayıcı gücünü önemsiz addedip değersizleştirmek ve sınayan us karşısında kendini ispat etmek durumunda olmayan daha yüce idrakları dayanak almak her türden karşı-aydınlanmanın ilkesidir.
Buna karşı her türden aydınlanma şu ilkeyi benimser: Her şeyi, sınayan usa tabi kılmak. Çok katmanlı ve çok anlamlı mitlere karşı, Aristoteles’in daha sonraları “Organon” da mantığın bir temel sistemi olarak bir araya getirdiği düşünmenin kurallarını koyan Sokrates öncesi felsefeden beri bu böyledir.
Aydınlanma, insanın öz-belirleniminin (ki bunun gerçekleştirilmesi için tabii ki maddi koşullar mevcut olmak ve yaratılmak zorundadır) tinsel önkoşullarının tarihi olarak kültürün tarihidir. Öz-belirlenim şu anlama gelir: Dışsal, benden bağımsız mevcut durumların ve bunların bağlamlarının tetkiki; bu bağlamlara kendi amaçları doğrultusunda değiştirici ve şekillendirici biçimde müdahale etme olanaklarının tespit edilmesi; amaçların, sadece kısa vadeli ve bencilce amaçlar olmakla kalmayıp insan türü açısından uğruna çabalamaya değer olup olmadıklarının sınanması (aksi takdirde ben de insan türünün genel varlık koşullarına tabi olan bir “türdeş” olduğum için nihayetinde kendime de zarar vermiş olurum). Bunu yapmak için özdeşlikler saptamak ve çelişkiler belirlemek durumundayım; genel olanı özel olandan ve özü görünüşten ayırt etmek zorundayım; sebep ve sonuç, neden ve etki, koşul ve koşullu arasındaki bağı ortaya çıkarmak zorundayım; kısacası, eylemlerimin ussallığını güvence altına alacak yöntemler geliştirmeliyim. Bu ussallık tüm insanlara ortaktır; onsuz ne iletişim, ne dil, ne emek, ne toplum var olabilirdi. Vasıtasıyla her şeyin sınanabildiği ve şüphe durumunda sınanmak zorunda olan usun kurallarını her kim dikkate almıyorsa, o kendisini kavranmamış, yabancı, kendisi dışında var olan bir gerçekliğe bağımlı kılıyor demektir.
Ussal öz-belirleniminin evrenselliği, Marx’ın, insanın “türdeşliği” olarak adlandırdığı olgudan doğmaktadır. Çifte anlamda bu, tek tek her insanın insan türünün bir parçası olması ve diğerlerinden farkı bakımından kendisi olarak özgünlüğünü sadece tür bağlamında gerçekleştirebilmesi; ve türe dahil olmakla beraber, tür oluşun genelliğini tanıması ve böylelikle, dolaysız deneyiminin yalın tekilliği, kendi hissettiği ve deneyimlediği özgünlüğünün üzerine yükselmesi ve evrensel olanla bağ kurabilmesidir. Haklı bir gerekçeden ötürü kendime başkalarına zarar verecek bireysel bir erek koyamam; zira bu durumda başkaları da bunu yapma hakkı olurdu ve birbirimizi yok edene kadar birbirimize zarar verirdik.
Henüz 17. yüzyılda İngiliz filozof Thomas Hobbes kendi devlet teorisini bu anlayış üzerine inşa etmiştir.  İmmanuel Kant ise daha sonraları “kesin buyruk” olarak bu düşünceye klasik bir biçim vermiştir: “Yalnızca, aynı zamanda evrensel bir yasa haline gelmesini isteyebileceğin ilkelere göre davran.”   Öz-belirlenim, yani özgürlük, başkasına saygıyı içerir; ilahi ya da kuşaktan kuşağa aktarılan bir kural böyle buyurduğu için değil, us, birlikte yaşamın başka bir biçimine izin vermediği için.
Burjuva hukuk ve devlet teorisi –paradigmatik olarak ahlaki liberalizm– türdeşlik içindeki varlığımızın bu temellenişini kavrayamamıştır ve bunun yerine toplumda bireyin tekilliğini baş sıraya koymuştur. Ernst Bloch, bundan doğru sonucu çıkarmıştır: “Dolayısıyla kesin buyruğa sınıflı toplumda riayet edilemez. (…) Zira tüm toplum hesabına yüklenen hiçbir kişisel çıkar, kendi ilkesi ve yasa koyuculuğu açısından herhangi bir hakka sahip değildir. Kategorik buyruk daha ziyade neredeyse bir istek kipi, evet, bir önceleme formülü gibi, antagonist olmayan toplum yönünde etki gösterir ki bu, ahlaki yasa koymanın gerçek evrenselliğinin ancak mümkün hale gelebildiği sınıfsız toplumdur.”

ÖZEL ÇIKARLAR VE KARŞI-AYDINLANMA
Karmaşık ve anlaşılması zor bir dünyada Aydınlanma filozoflarının söylediği gibi  “kamu yararı”nı (commune bonum) idrak etmenin elbette zorlukları var. Hiç kimse tüm bilgilere ve açıklamalara sahip değildir; her bir genel toplumsal sorunun doğru çözümüne yaklaşmak için tartışmalara ihtiyaç vardır, alınan önlemlerde düzeltmelerde bulunmak vazgeçilmezdir. Bu, toplumsal gelişimin seyri içinde, her daim çelişkiler ve kusurlar nedeniyle gerçekleşen durumlar, devirler ve oluşumların tarihsel akışının sürecidir. İrrasyonellik burada değil, aksine, genel refah karşısında kendini kabul ettiren özel çıkarların genel üzerinde kurduğu hakimiyette yatar ve bunun ideolojik gerekçelendirmesi de irrasyonel yoldan yapılır; genelliği özel olarak sunar ve özel çıkarların herkesin yararına olduğu illüzyonunu yaratmayı ister. Bu başarıldığında, hegemonyadan bahsedilir ve bu hegemonya bilinç güdümünde başarılı olduğu sürece fiziksel baskı kurmaktan imtina edilebilir.  
Her kim başkaları hesabına kişisel çıkarı peşinde koşuyorsa –benden sonrası tufan diye düşünebileceğinden bilinçli olarak ya da genel bağlamlarla düşünmeye alışkın olmadığından bilinçsiz olarak– ereklerinin us aracılığıyla sınanmasından kaçınmaya çalışacaktır. Us dışı kesinlikleri, nesnel zaruretleri, gelenekleri, bilginin sınırlarını, kaderi, sezgileri, vahiyleri kendine dayanak yapacaktır; ussallık yalnızca sınırlı çerçevede geçerliliğe sahip olurken, daha büyük bağlamlar eleştirel refleksiyona  kapalı hale gelir.
Böylece irrasyonellik her daim genel refaha karşı özel çıkarların hizmetinde bulunur; egemen kesim ve sınıflar bu nedenle irrasyonel ideolojilere meyleder. Karşı-Aydınlanma kendilerini idame etmenin bir koşuludur; tekiller bunun her zaman ayırtına varmasalar da (örtbas etme ideolojinin görünüm biçiminin bir unsurudur; keza kendine karşı örtbas etmek de öyle).  Tersinden ussallık talebi her zaman ezilenlerin hizmetinde bulunur. Ellerinde henüz başka silahlar bulunmadığında, en güçlü silahları çürütülemez argümandır. Anselm von Canterbury, Tanrı’nın varlığının (sadece inanmak yerine) nasıl kanıtlanabileceğini sorduğunda dini öğretilerin keyfiyetinin yavaş yavaş yok olmaya başladığı uzun bir gelişim süreci başlamış oldu. Sonunda usun, bu dünyanın rahiplerin vaaz ettikleri doğrultusunda değil, idrak edilebilir nedenler doğrultusunda düzenlenmesi gerektiği talebi galip geldi; ve bu iddia, dünya her ne kadar de facto  ussal olmaktan başka her şey olsa da, norm ve postulat olarak geçerlidir.
Ussallık direnç olmadan, karşı hareket olmadan kendini idame etmez. Aydınlanma ile irrasyonalizm arasındaki mücadele asla sona ermez; bu mücadelenin her devirde yeniden yürütülmesi gerekir. Zira, dünyadaki her şey hakkında tüm hakikati hiçbir zaman bilemeyiz ve bilgi boşluklarımızın arasına her zaman eleştirel düşünmeyi bloke eden ve özel çıkarların taşıyıcısı haline gelebilecek olan dünya görüşsel bağlantı halkaları yerleşebilir. Özel ile genel arasındaki gerilim, onun içyüzünün bir kez teorik olarak tespit edilmesiyle ortadan kalkmaz, aksine o kendini çok yönlü dünyada reel bir ilişki olarak hep yeniden üretir. Rasyonel açıklık sağlamak ve ideoloji eleştirisi, ussal düşünmenin güncelliğini her daim koruyan görevlerindendir; özellikle de felsefede.
Bu arada, Hegel ve Marx’tan itibaren artık tarihsel usun, ilerici burjuvazinin “kahramanca illüzyonları” döneminde, yani 17. ve 18. yüzyılda olduğu üzere, reel toplumsal çelişkilerin düşünde ve düşünme yoluyla kaldırılması olarak kabul edilemeyeceği aşikârdır. Diyalektik bir us kavramının geliştirilmesi, daha çok, maddi toplumsal süreçlerin, bu süreçlerde ortaya çıkan çelişkilerle birlikte ele alınmasına olanak tanır.  Bu yolla tarihin irrasyonelliği görünüşü şeffaflaştırılmakta ve dağıtılabilmektedir. Tarihsel materyalizm, tarihin yasal seyrini bir ilke doğrultusunda açıklayarak Aydınlanma felsefesinin amacını yerine getirir: İnsan kendini doğada idame eder ve yeteneklerini doğayı dönüştürdüğü emek aracılığıyla geliştirir; emeğin örgütlenmesinde, teknik araçların geliştirilmesiyle birlikte birbirinden giderek daha da farklılaşan toplum biçimlerine ve medeniyetlere yol açan üretim ilişkilerini yaratır.

TARİHİN SONU?

Tarihin yasallığı bilgisiyle birlikte, irrasyonalizm bilim öncesi bir tutumla –yani “iç rahatlığıyla”– at oynatabildiği son içerik alanını da yitirmiş oldu: Bundan böyle dünya görüşsel bir bakış açısı savunmak istediğinde, bunu sözde bilimsel ya da bilim karşıtı bir şekilde yapmak zorundaydı. (Bu, irrasyonalist teori ve felsefelerin düzeyinin, Karşı-Aydınlanma’nın ilk büyük evresi olan Romantizm dönemiyle karşılaştırıldığında önemli oranda değiştiği anlamına gelmektedir; sığ bir hal almıştır.) Bilim karşıtı zihniyete her türlü kurtuluş kültünde, tarikatlarda ve yarı dini dünya görüşlerine sahip cemiyetlerde, ama aynı zamanda da Nietzsche-ardıllarında ve ilkesel olarak us ve bilim düşmanı olan Fransa’daki “Yeni Filozoflar”da rastlamaktayız.  Bilimsel tartışmayı, artık genel bir bağlayıcılığı kalmamış olan, keyfi yoruma açık kişisel bir dilin kullanılması aracılığıyla kaldırma eğilimlerini de belli anlamda bunların arasında saymak mümkün. Yapısalcı psikanalist Jacques Lacan ve okulunun başvurduğu usuller, her ne kadar son derece incelikli bir yorumlama yöntemi üzerine kurulu olsa da bu sonuca yol açmıştır. Ama işte, psişik ifadelerin nesnelleştirilebilir, anlaşılabilir bir kavram diline çevrilmesinde hangi sınanabilir sınıflandırmaların bağlayıcı olduğu hiçbir şekilde belirtilememektedir.
Lacan’ın psikanalizi uç bir örnektir. Lacan bilimsel ussallığı reddeder; ancak o da kendi yöntemini pekâlâ –yeni bir biçimde– bilimsel sayar. İrrasyonelciliklerini çelişkili bir şekilde geleneksel bilimsellik iddiası ve anlatım tarzıyla ortaya koyan birçok aydınlanma karşıtı teori ise farklı bir yol izlemektedir. Carl Gustav Jung’un arketip öğretisi daha eskice, ancak bu gruptaki ideolojilerin hâlâ etkili bir formudur. Bu öğreti özellikle, tarihsel ilişkilerin gerçek özelliklerinin birkaç “ebedi” psikolojik temel figüre indirgenmesi yoluyla tarihsellikten nasıl arındırılması ve bunların eylem halindeki insanın değiştirici müdahalesinden nasıl uzak tutulup muhafaza edilmesi gerektiğine dair model oluşturması itibarıyla etkilidir ve önem taşır. Muhafazakarlık burada yalnızca teorik arka planı oluşturmakla kalmaz, aksine doğrudan psikanalitik terapi programını oluşturur. Son zamanlarda bunların yanına, mitolojinin yeniden dirilişi de –din tarihi araştırmalarının bir dalı olarak değil, hep aynı olan, kendini tekrarlayan yaşam durumlarının ve kalıplarının anlamlandırılması, dönüştürülemez fikirlerin bir dili olarak–  eklendi.
Tarihi dondurmanın benzer bir yöntemini metafizik bir yoruma sahip bir yapısalcılık yürütüyor; örneğin Claus Levy-Strauss ve ardılları. Psikolojik olarak araştırılması gereken arketiplerin yerine, burada, etnoloji ve sosyoloji tarafından tasvir edilmesi gereken sabit toplumsallaşma yapıları –örneğin evlilik kaideleri, klan oluşumları, sembol sistemleri– insanın ortak yaşamına ait adeta gökten düşmüş durumlar olarak tarih üstü düzenler rolündedirler. Bu durumda tarihsel süreçlerin bilgisi bizi, gerçek süreç ve ilişkilerin yasalarını ya da ilkelerini formüle etmeye değil, sözüm ona “anlaşılması daha kolay bir karmaşıklık” aracılığıyla “anlaşılması daha zor karmaşıklığı” deşifre etmeye götürür. Mesele, bir semboller sistemini bir başkasına tercüme etmeyi olanaklı kılacak bir kod bulmaktır (daha doğrusu icat etmektir) ve burada hangi kodun seçileceği keyfiyete bağlıdır; yani ortaya çıkan semboller sistemi yapaydır. Örneğin bir yaşam öyküsünün, bir yıldız falı biçiminde olduğu kadar, aile hekiminin hasta takip dosyası biçiminde veyahut günah çıkarma kürsüsünde yapılan itiraf biçiminde de ifade edilmesi mümkün olur; yalnız, üç kodun da, sabitlerin biçimsel “düzenlenişi”nde örtüşmeler arz etmesi gerekir.
Açıktır ki, tarihsel süreçlerin geri döndürülemez silsileli gidişatı ve somutluğu burada tesviye edilmektedir; bu, daha Jean Paul Sartre’ın yapısalcılığa yönelttiği bir suçlamaydı. İrrasyonalizmin şu anki varyasyonu buradan gereken sonucu da çıkarıyor. Sözüm ona bugün içinde yaşadığımız “post-histoire” çağı tezi, tarihin hayat bağını toptan kesip atıyor. Bundan böyle artık nitelik bakımdan yeni ve farklı bir geleceğin olmayacağı, her şeyin olduğu gibi kalacağı, kendi kendini muhafaza eden bir bürokrasinin, çekip çevrilen dünyanın bugünkü durumunu daim kılacağını iddia ediyor.  Nietzsche, mitoloji, yapısalcılık; hepsinden bir parça katılarak hazırlanıyor bu zehirli apati iksiri. Politikadan kapı dışarı edilip Mickey Mouse’ta, Ewingler’de ve Trapp Ailesi’nde buluverdik kendimizi. Tasaya gerek yok Schmidt, Kohl ve Genscher refahımızın icabına bakar – ya da bakmaz, bunda zaten değiştirebileceğimiz bir şey yok. Onların birbirleriyle yeri değiştirilebilir, başkalarıyla da yer değiştirebilirler: Schröder, Merkel, Fischer; x, y, z. İsimleri akılda tutmaya değmez.
Sınıf egemenliğinin güncel tarihsel biçiminin, tekelci devlet şekliyle kapitalizmin büründüğü tarih dışı eşbiçimli görünüş, tarihin sonu yanılsamasını üretmektedir. Ve yakın bir tarihte Francis Fukuyama, “the last man”in  nereye varacağını ana hatlarıyla açıkladı: Kendini toplumsal süreçten soyutlayan –her türlü bağımsızlaşma çabasından feragat eden ev hanımı olarak kadını ve ailenin reisi olarak erkeğiyle– “çekirdek aile” içinde. Zira kadınların ücretli işçi olarak çalışmalarını olanaklı kılan, onlara yeniden üretim döngüsü üzerinde denetim gücü sağlayan ve kültürel düzlemde de kadının özgür iradesini vurgulayan bir toplum, erkeği biyolojik babalık rolüne bağlayan normları sarsar ve böylece o toplumun ana hücresini tahrip edermiş. Düzenleyici faktörler, mahrem ilişkilerin biyolojisi ve uhrevi doğaüstüne hürmet imiş; yani cinsellik ve dindarlık.
Bu türden ideolojilerin işlevi bellidir: Her tür tarih teorisini baltalamak, dünyayı değiştirici bilinci ve iradeyi felce uğratmak, artık kendisi için bir gelecek oluşturmayı bilmeyen bir toplumu muhafaza etmek. Dolayısıyla tarihin sonunu ilan etmenin hangi çıkarlara hizmet ettiği sorusu lüzumsuzdur.

MODERNLİKTEN POST-MODERNLİĞE
Tarihin sonu tezi, modernliğin sonlanması tezinden ileri gelmektedir. “Hegel ya da Marx’ın tarih olarak adlandırdığı şey, köylü kültürlerinden başlayarak monarşiler üzerinden bugünkü liberal demokrasiye değin, tümüyle insan toplumunun gelişim aşamalarından oluşan düz bir çizgi olmak zorunda değil; ama bir daire olmadığı kesin. Bir amaca yönelik bir istikamet var, ve bu amaca da –liberal demokrasiye– esas itibarıyla ulaşıldı.”  Fukuyama bunu iddia ediyor. Gerçekten de insanlık tarihi, Yeniçağın başlarından beri, prensipte insan türünün gelişiminde hep daha iyi koşullara doğru, insan olmanın hep daha iyi olanaklarına doğru ilerleyen, gecikme ve geriye savrulmaların da dâhil olduğu çizgisel bir süreç olarak düşünülmektedir.  Bu süreç, çelişkilerin belli bir durumda patlak vermesi ve başka bir durumda bunların kaldırılması üzerinden yeni çelişkilere doğru ilerlemektedir. Bu süreçte yeni nitelikte toplum formasyonları oluşmakta ve tarih öncesinden insanlık tarihine geçiş gerçekleşmektedir – ve bu süreç, nihai ve aşılamaz bir durumla sonlanmaz.
Tarihin sonu tezi, “modernlik projesi”nin  savunucularının muhalefet ettikleri tasavvurlar arasında yer alır almasına; ama bu sözde savunucular aynı zamanda “projenin” başarısızlığa uğradığını –her ne kadar “eğilim değişimi”ne karşı ideolojiyi eleştiren bir yön değişimiyle de olsa– teslim ediyorlarsa eğer, bu durumda onların günümüze ilişkin kavrayışlarının, karşı koymak istedikleri bu ideolojinin negatif baskısı olduğu ortaya çıkar.
Modernliğin “tamamlanmamış bir proje” olarak kaldığına ve 20. yüzyılın yetmişli yıllarından itibaren “moderncilik karşıtı bir havanın” giderek yayıldığına dair yakınmanın kendisi, tam da kültür-sosyolojik bir sloganla “eğilim değişimi” olarak adlandırılan şeyin semptomlarındandır. Bu yakınma böylece bir self-fulfilling prophecy  karakteri kazanır; çünkü eğilim değişiminin ilanı, ona karşı çıkanlar tarafından sahip çıkılması halinde bir olguyu onaylamış olurlar sadece; ki, ısrarla karşı çıkmaya devam etselerdi o bir olgu olmayacaktı. Düşmanı galip kılan, onun karşısındaki teslimiyettir ancak.
Daha Jürgen Habermas’ın, “Zamanın Tinsel Durumuna Dair Anahtar Sözcükler” başlığı altında “edition suhrkamp”ın yaklaşık dokuz yüz sayfalık 1000. kitabı olarak yayımladığı burjuva-liberal solu antolojisine yazdığı önsözünde vardı boyun eğiş.  1945 sonrası dönemi karakterize eden, diye yazıyordu Habermas, “Aydınlanmaya, hümanizme, burjuva radikal düşününe, 19. yüzyıl –estetik ve de siyasi– avantgartlarına [yenilikçilerine] kesin bağlanmadır. Eğer tinin soldan yana olduğu parolasının, herhangi bir zaman herhangi bir haklılık payı olmuşsa eğer –Almanya’yı kastediyorum– bu olsa olsa, keskin toplumsal yeniden inşaya rağmen Nazizme dair ve Nazizmin bağlarını kopardığı geleneklere dair belleğin, belli bir doğallıkla kültürel atmosfere şekil verebilmiş entelektüel bir sol tarafından diri tutulduğu yıllarda olmuştur.” Ve buna şu tespiti ekliyor: “Ama artık bu geçmişte kaldı.”  Ona göre us, ilerleme beklentisi ve yenileme isteği üzerine kurulu bir dünya görüşünün yerini artık, “bilimci akımları da muğlâk bir gelenekçilik potasına yöneltmeye yarayan” bir “aydınlanma sonrası ve post histoire teorisi” almıştır. Kültürel yaşamın “konjonktürleri” olarak ise şunlar kaydediliyor: “Modernizmin avantgart hareketlerine karşı duyulan kuşku, İşlevselcilikten ve Yeni Nesnellikten kopuş, büyük teorilerin gözden düşüşü, Aydınlanma’nın evrenselciliğinin terki.”  Bir dünya idrakının emarelerindeki böylesi bir değişimin, tarihsel olarak reel, yani gerçek anlamda olanaklı bir gelecek tasarımından vazgeçişin ilanı anlamına geldiği tezi doğru mudur? “Modernlik” terimi başlı başına, tasavvurunun sonuçlanmasının ya da sonuçlanmadan kalmasının mümkün olduğu tür-tarihsel bir gelişim aşamasının içeriğini mi nitelemektedir? Bu (her şeyden önce biçimsel) başlık altına yerleştirilen bir kültür ve tarih felsefi görüş, Yeniçağ’ın ve günümüz toplumsal süreçlerinin gerçek içeriklerini ıskalamıyor mu? Bu sorulara öncelikle “modern” kavramının kullanımından başlayıp Yeniçağ’ın meşruiyet temellerine varan mülahazalar eklemek gerek.  Zira Yeniçağın modernliği, hiçbir şekilde kendi içinde gerçekleşmiş ve çelişkisiz bir anlam bütünlüğü değildir, aksine kendisi de çok yönlü, çelişkiler içinde gelişen ve kendi sınırlarını aşmaya zorlayan bilimsel-teknik, ekonomik ve kültürel-tinsel türden gelişmelerin bir sendromudur.

MODERN NE DEMEK?

“Modern” sözcüğüne oldukça geç bir tarihte, milattan sonra altıncı yüzyılda, Got kralı Theoderich’in Romalı şansölyesi Cassiodor’da ve bir yüzyıl sonra Antik retoriğin ifade şemasını İncil metinlerinin üslubuna uyarlayan Beda Venerabilis’te rastlanır. “Modernus”, “demin, şu an, şimdiki zamanda” anlamına gelen “modo” zarfından türetilmiştir. Kelimenin Cassiodor’daki kapsamı, yeni kurulan şu an ile geleneksel eski arasındaki ilişki dolayısıyla tezatlı bir şekilde belirlenmiştir. Cassiodor, bir sanatçıyı “antiquorum dilientissimus imitator, modernorum nobilissimum institutor” (eskinin en gayretli taklitçisi, yeninin en asil kurucusu) olarak tanımlamaktadır.  Beda ise “moderni versificatores”ten (yeni manzumecilerden) bahsederken daha ziyade antik örneklerden farklılığın altını çizmektedir.  Ernst Robert Curtius için bu sıfat “mesut bir yeni oluşum” anlamına geliyor ve şöyle yazıyor: “(‘moda’yla hiçbir ilgisi bulunmayan) ‘modern’ kelimesi geç dönem antik dilin yeni dünyaya bıraktığı en son miraslardan birisidir.”  Kendi şimdiki zamanın özgül içeriğini karakterize etmek artık mümkün hale gelmiştir; ve Ortaçağ’ın ideolojik mücadelelerle ve gelenek değişimleriyle dolu zirve döneminde, özellikle üniversitelerin kurulduğu zamandan beri bu ziyadesiyle yapılmıştır. “Hiçbir yüzyıl, ‘modern’ bugün ile putperest-Hristiyan Antikçağ arasındaki karşıtlığı on ikinci yüzyıl kadar güçlü hissetmedi.”  Mantıkta, “antiqui” olarak gerçekçiler, “moderni” olarak nominalistlerin [adcıların] karşısına konulurken; daha sonraları, kendini Aristoteles’le ilişkilendiren modern “yeni mantık” (logica nova), geleneksel olarak Boethius’a dayanan “eski mantık”ın karşısına kondu.  Ortaçağ’ın sonunda “devotio antiqua”nın karşısına, dindarlığın yeni biçimi olarak “devotio moderna” çıktı.
Yeni ve modern, ya da eski ve geleneksel demek ki, Antikçağ’ın bitiminden itibaren, felsefi, edebi ya da sanatsal mecraların kırılma ve geçiş dönemlerinin nitelendirilmesinde değişken içeriklerle ortaya çıkmıştır. Bir zaman dilimi içinde “modern” olan, başka bir zaman dilimi içinde “eski” olabilmektedir ve tam tersi. Zaman belirlemeleri zamanın ilerlemesiyle kendi anlam değerlerini değiştirmektedirler. Modernliğin, onu, geleneklerin esas alınmasına karşı ussal temellendirmeye, kusurlu olanın muhafazası yerine daha iyiye doğru ilerlemeye, gerçeklik ısrarına karşı olanak perspektifleriyle ilinti kuran etkili anlamı, ilk olarak Aydınlanma döneminde ortaya çıkmıştır. Perault’nun 27 Ocak 1687’de Academie Française’deki sunumuyla beraber başlayan ve neredeyse bir yüzyıl süren anciens et des modernes  tartışmasında burjuva dünya görüşünün biçim ve içerikleri modernlik bayrağı altında sunulmuştur.  Yükselen kapitalizmin toplumsal yapılarını “modernlik” başlığı altında teorik olarak işleyen tarihsel ve kültür-felsefi bir programın gelişimi Fontenelle’den Condorcet’ye kadar uzanmaktadır.
Bu tartışmanın öncesi de var. Henüz 1539’da İspanya’da Cristobal Villalon, “Eski Zamanlar ve Bugün Arasında Bilge Bir Karşılaştırma”yı yayımlamıştı ki, bu başlık modernistlerin 1700’lü yıllardaki programsal yazılarına tıpatıp uyuyordu. Charles Perrault, polemik yazısına “Eskiler ve Modernler Arasındaki Paraleller” başlığını, Fontenelle ise daha da sivrilterek “Eskilerin Modernlerden Ayrışmaları” başlığını atmıştı. İlerleme düşüncesi, bu karşı duruşa içkin olduğu için burada bir karşılaştırma yapmak anlamsız olacaktır; bugün, geçmişi aşmış ve onun omuzları üzerinde durur; yani ondan daha ileriye gitmiş ve daha yükseğe tırmanmıştır. Bir devin omzundaki bir cüceyi tasvir eden ve gelenekçiliğin temsilcileri tarafından kullanılan resim bu argümanı çürütmemektedir. Modernistler büyümenin niceliğini, gelenekçiler ise tözün niteliğini geçerli kılarlar. “Eskiler”, (diye yazıyor Fontenelle) “bir noktaya kadar her şeyi keşfettiler –ki taraftarlarının zafer sarhoşluğunun sebebi de budur–; dolayısıyla onlar bizden çok daha büyük bir zekâya sahiplerdi: Hayır, kesinlikle; ancak onlar bizden önceydiler… Eğer onların yerine biz olsaydık, o zaman biz keşfetmiş olurduk; onlar bizim yerimizde olsalardı, o zaman önlerinde hazır buldukları keşfedilmiş şeylere yeni olanı eklerlerdi; bunda büyük bir gizem yok.”  Yeni zamanın ilerleme bilinci, bilimlerin gelişim seyrine dayanır; orada hiçbir hakikat kaybolup gitmez ve her biri daha sonraki bütünleyici ve düzeltici bilgilerin çıkış noktasını oluşturur. “İlerleme, deneyimin sürekli genişleyen çehresi aracılığıyla bilimlerin teminatındadır.”  Aynısı teknik ve onun üzerine kurulu medeniyet için de söylenebilir. Leibniz, “dünyanın kusursuzluğunun artıp artmadığı” sorusunu metafizik nedenlerden ötürü olumlu cevaplamıştır: “Dünyanın kudretinin kaçınılmaz bir şekilde arttığını, çünkü ruhların tüm geçmişte kalanlar tarafından tesir altına alındığını ve ruhlarda, başka yerlerde kanıtladığımız üzere, hiçbir şekilde tam anlamıyla bir unutmanın mevcut olmadığını ve her ne kadar net hatırlayamasak da, şu an algıladığımız her şeyin aslında, geçmiş tüm faaliyetleri içeren parçalardan oluştuğunu söyleyebilir miyiz. (…) Arttırılamayacak olan bir kusursuzluğun mevcut olması mümkün değil ise eğer, buradan çıkan sonuç, kainatın kusursuzluğunun devamlı çoğaldığıdır; dolayısıyla çoğalmaması durumuyla kıyasla daha kusursuzdur.” 
Yalnızca ilerlemenin güvence altına alınmış olması kaydıyla yeni eskiye yeğ tutulmalıdır, dolayısıyla da modernlik kendinde bir değer oluşturur. Bunu Leibniz açık olarak görmüştür: “Eğer töz ya dolaysız olarak ya da arada bir vuku bulan tökezlemeler aracılığıyla kusursuzluk mecrasında sonsuzluğa doğru ilerliyorsa, o halde ona şimdi, bundan böyle altına asla düşmeyeceği bir kusursuzluk derecesi ve üzerinden bir süre geçtikten sonra da başka, bir öncekinden daha büyük olan bir kusursuzluk derecesi atfetmek mümkün olması gerek.”  Bu formülasyon, argüman açısından nicelemenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor; adeta iktisadi büyümenin metafizik bir ön aşaması. Karl Marx, sermayenin birikim süreci analizinde, kapitalizmin işlemesi için büyümenin kaçınılmazlığını göstermiş ve toplumsal emeğin üretkenlik derecesinin artışının, yani son tahlilde bilimsel-teknik ilerlemenin (bu olmadan randımanda fizyolojik sınırların ötesindeki bir artışın söz konusu olamayacağını da belirterek) bu ekonomik mekanizmanın ön koşulu olduğuna işaret etmiştir: “Emeğin üretken gücüyle beraber, içinde belirli bir değerin, yani verili büyüklükteki artı değerin de temsil edildiği üretim kitlesi artar. Artı değer oranının sabit kalması ve düşmesi halinde bile, artı değerin düşüşü emeğin üretken gücünün artmasından daha yavaş olduğu sürece, artı ürün kitlesi büyür. (…) Emeğin üretken gücü bu iş araçlarının üretim merkezinde artmışsa, ki bilim ve tekniğin kesintisiz akışıyla birlikte sürekli gelişir, o zaman daha etkin ve –kapasitesini dikkate almak kaydıyla– daha ucuz makineler, aletler, araçlar vs., eskilerin yerini alır. Eski sermaye –mevcut iş araçlarında sürekli yapılan ufak değişiklikler bir yana– üretken bir biçimde yeniden üretilir. (…) Doğal zenginliklerin artan sömürüsüyle aynı oranda, emek gücünün artan üretkenliği aracılığıyla bilim ve teknik, işleyen sermayenin verili hacminden bağımsız bir genişleme potansiyeli yaratır.”  Yeniçağ’ın başından itibaren bilimsel bilgide ve teknik kabiliyetlerde yaşanan ani sıçramalar, bu zamansallık olgusunu ve geçmişteki öncülleri karşısında mevcut medeniyet seviyesindeki niceliksel yükselişi ilk defa bu derece çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermiştir. İçeriklerinden bağımsız olarak modernite kendinde bir değer haline, yenilenme başarının ölçütü haline, özgünlük nitelendirici ayrım unsuru haline gelmiştir. “Modern”, kapitalizmin tarih-felsefi bir kategorisidir. 

Modernliğin Çelişikliği
Modernite tartışmasının başaktörlerinin dile getirdiği şekliyle moderniteyi bir “proje” olarak, yani yaşam dünyasını şekillendirmek/dönüştürmek doğrultusunda ortaya koyulan öznel hedef ve iradi kararlardan doğan bir tasarım olarak adlandırmanın bir anlamı olabilir. Ama yine yalnızca bu anlamda; yani yükselen burjuvazinin kendini kavrayışını yansıtması itibarıyla olabilir. Bunun haricinde “modern”, zamanın akışında şu an bulunulan noktadan doğru belirlenmiş bir tarih evresi demektir ve her şimdiki zaman, öncülleri karşısında “modern”dir.
Dolayısıyla modernite daima evvel olana karşıt konumdadır. Zamansal sınıflandırma ilkesinin biçimselliği, “modernliğin” eleştiri ilkesiyle özdeşleşerek kendisini yeniden üretir. Eleştirel Teori (ister “Frankfurt Okulu”nunki, isterse “Eleştirel Rasyonalizm”inki olsun) kendisini modern olarak görür; çünkü o, yadsıma (veya çarpıtma) yoluyla mevcut olanla ve geçmişten bugüne aktarılanla arasına mesafe koyup kendini ayrı tutar. Ne var ki, ancak eleştirilene muhalefet eden içerikler bir teorinin düşünsel değerini ya da bir çağın karakterini belirler. Modernite ilkesinin kendinde eleştirinin biçimsel olumsuzluğuna indirgenmesi şimdiden; ilerleyişini, kendi ötekisini (yani sosyalizmi) yansıtmaktan imtina ederek güvence altına alma çabasıyla, karşıtı olan muhafazakârlık karşısında kendisini savunmasız kılan burjuva ideolojisinin çöküşünün ifadesidir. Eleştirel Teori’nin tutumu, oluşturmacı öznelliğin diğer şekli olan yapısökümcülükte [dekonstrüktivizm] son bulur.
Demek ki, burada bir ayrım yapmak gerek. Ernst Bloch şu noktaya işaret etmiştir: “Yükselmekte olan kapitalist özün tamamı için şu tipiktir: İlerici olmakla birlikte aynı zamanda daima kasvetli ilerlemeci de olmaktır. (…) Çürüyen emperyalizm de yer yer, soysuzlaştırılmış bir ilerleme sayesinde işliyor hâlâ.”  Toplumsal sürecin kısmi bir cephesinde yaşanan ilerleme, örneğin teknik-medeni ilerleme, toplumsal ilerlemeden ayrılamaz olsa bile, düpedüz ilerleme olarak somutlaştırılmamalıdır. Ve modernizm, doğrudan bir kültür olgusu olarak ortaya çıktığından, kültürel gerileme ve hatta bilimsel-teknik ilerlemede bile gerileme yaşanabilir: “Belirleyici temel ve temel tarafından belirlenen, temele geri etki eden üstyapı arasındaki maddi bağlam ne kadar sıkı olsa bile, her ikisinde aynı tipte, aynı tempoda ve her şeyden önce aynı derecede ilerlemenin gerçekleşmesi elbette zorunlu değildir (…); öyle ki, bir yandan üretken güçlerdeki ve diğer yandan kültürel üstyapıdaki ilerleme birbirinden çok farklı seyirler izleyebilir.”  Marx bunu “eşitsiz gelişim” olarak adlandırmıştır: “Kapitalist üretim” (diyor Artı Değer Teorileri’nde) sanat ve şiir gibi belli tinsel üretim dallarına düşmandır.” Dolayısıyla sanatta avantgartçılık, felsefede isyankâr eleştiri, tinsel hatta toplumsal ilerlemenin kesin bir göstergesi asla değildir ; bunlar pekâlâ şimdiden çökmekte olan, eleştirel ve önceleyici potansiyelleri kolayca ve “kendi kendine” kendi ötesini işaret etmeyen, aksine bunların ancak değişmiş koşullar altında başka bir toplum tarafından edinilebilecek olan bir toplumun üstyapı olgusu ve ifadesi olabilir.
Burjuva-demokratik geleneklerin olumsuz yanını (doğrusu, tek taraflı ve sadece bu yanını) Herbert Marcuse hep yeniden “kültürün olumlayıcı karakteri” tabiriyle öne çıkarmıştır. Ve bu karakterin, kapitalist sistemin tüm kusurlarıyla birlikte istikrarlı hale getirilmesine katkıda bulunduğunu öne sürmüştür.
Marcuse daha 1937’de şöyle yazıyordu: “Olumlayıcı kültürden, burjuva çağına ait, kendi gelişim sürecinde, tinsel-ruhsal dünyayı, bağımsız bir değerler âlemi olarak medeniyetten ayıran ve onun üzerine yükselten kültürü anlamak gerek. (…) Bu kültür, ana hatları itibariyle idealisttir. İzole olmuş bireyin acıklı durumunu genel insaniyetle, dünyevi sefaleti ruh güzelliğiyle, dışsal esareti iç özgürlüğüyle, zorba egoizmi yükümlülüğün erdem âlemiyle cevaplar.”  Bu, modernliği, içinde bulunduğumuz tarihsel durumdaki olumluluk olarak kavramamıza izin vermeyen bir diyalektiktir. Kapitalizm sermaye birikiminin zorunluluğu gereği, yeni olana yer açmak uğruna, hâlihazırda bulduğu her şeyi, hatta kendi yarattığını dahi tahrip etmek zorundadır. Kapitalizm, moderniteyi, giderek hızlanan bir modalar silsilesi içinde aramak ve kültürün sürekliliği yerine yenilenmelerin kesintililiğini koymak zorundadır. Antonio Gramsci, tam da bu konuya uygun düşen bir betimlemeyle, “mucidin romantik bir tasarısı”nda yatan tehlikeye dikkat çekmiştir: “Mucit, sonrasında neyin geleceğiyle ilgilenmeden var olan her şeyi tahrip etmek isteyen kişidir. (…) Her yıkım, yaratımdır.”  Modernite ideolojisi tam da bu nihilist tutumu yaklaşık yüz yıl boyunca benimsedi ve giderek daha fazla geliştirdi; Stirner ve Nietzsche 20. yüzyılda hâkimiyet kazanan bu ideolojinin ana motiflerini koyan ilk öncülerdir.  Böylece modernizm, güya antimodernist akımlar tarafından (zira bu akımlar modernitenin yalnızca bir çeşididirler) devralınması halinde, kendi yasasıyla çöker. Böylece, antimodernizmin kendisinin modernizmin bir türü olduğu ortaya çıkar; kaldı ki muhafazakâr, hatta faşizan dünya görüşü unsurlarına geri dönüşünden daha önce kapılarını irrasyonalizme açmıştı. Tıpkı ekonomide burjuva liberalizminin kendi karşıtına, tekellerin egemenliğine dönüşmesi gibi; Aydınlanma, teknokratların araçsal usuna; ilerlemenin yönelimi, son moda yeniliklerin amaçsızlığına dönüşmüştür. Modernliğin, tabiri caizse esansını oluşturan burjuva özgürlüğünün biçimselliği (tıpkı Hegel’in diyalektik öğretisinin bir örneği gibi) karşıtını üretir. Şaşırtıcı olan, diyalektiğe aşina olmasına rağmen Habermas’ın, “Nazi rejiminin entelektüel köklerine kadar uzanan argümanların bugün düpedüz devlet destekli siyaset teorisinin beslenmesi için kullanılması gerektiği” savunusu karşısında hayretler içinde kalmasıdır.

ÖNCELEMENİN AŞAMALARI
Toplum, genellikle bireylerin gözlerinden ırak bir şekilde geçerlilik kazanan kendi yasalarını izler. 20. yüzyıl ideolojisine hâkim olan modernite-ilerlemecilik-avantgartçılık eşitlemesi bazı ayrımlar yapmayı zorunlu kılıyor. Her önceleyici bilinç avantgartçı değildir. Gerçeklik ile gelecekteki ihtimal arasındaki dolayım aşamaları, yeterlilik arz etmedikleri için henüz yapılandırılamadıkları sürece, önceleme ütopiktir. Bugün hâlihazırda olgunlaşmış ve kamunun görüşü tarafından kabul görebilecek olanın gerçekleştirilmesine gayret gösterdiği ölçüde, önceleme gerçekçidir. Şayet hâlihazırda kendi zamanında (gizli ya da örtük anlamı itibariyle) idrakı ya da tassavuru –ama yalnızca çelişkinin bir tarafının temsilcileri tarafından, yani değişimde ısrar eden kesim tarafından ifade edildiği üzere, sadece iç çelişkilerin ideolojik bir refleksiyonu olarak– mümkün olan resimler, göstergeler, problem çözümleri ortaya koyuyor ya da gözler önüne seriyorsa, önceleme avantgartçıdır.
Avantgart, bir dönemin üzeri örtülü yapıları ile bu yapıların dış görünüşü arasındaki içkin çelişkiyi –zorunlu olarak ideolojik biçimde ve bu üzeri örtülü yapıları gözler önüne sererek de olsa – açığa çıkarıyorsa, o halde bu çelişki içerisinde iki taraftan birinde, yani ilerleme cephesinde mevzi tutuyor demektir. Ne var ki avantgart bunu sadece, üzeri örtülü anlamların iç yüzünü doğrudan görmeyen, tersine bunları ancak kendi çıkarları doğrultusunda verdiği siyasi mücadele sırasında edindiği deneyimlerle idrak eden ve aynı zamanda anlamlar olarak üreten kitlelerden yalıtılmak pahasına yapabilmektedir. Tarihsel olarak mümkün olanın, siyasi olarak gerçekleştirilmesi karşısında –ki bu gerçekleştirme, salt tasavvur edilen ihtimallerden her zaman farklı olacaktır– avantgardist tasarımlar bu nedenle her zaman, az çok öznel karaktere sahip idealist bir yapı olarak kalacaklardır.
Avantgardın kendi eserlerinde onun biçimi olarak beliren çelişki, katı mantıksal bir çelişkidir. Katı mantıksal anlamdaki bir çelişki, bir ilişkinin iki ve sadece iki unsuru arasında mevcuttur; bir formülle ifade edilecek olursak: A ve A-olmayan arasında. Sınıflı toplumda çelişkilerin kendilerini, birlikte oluşturdukları bütünlüğün iki ve sadece iki karşıt unsuruna indirgemeleri, Marx’ın gösterdiği gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin bir karakteristiğidir. Burjuvazinin yükselişi onun karşıtını, proletaryayı doğurur; ve proletaryanın yükselişi burjuvazinin çöküşüyle birlikte aynı zamanda proletarya olarak kendisinin de ortadan kalkmasına yol açar. Dolayısıyla kapitalizmin yükselişi ve çöküşü tek ve aynı, özdeş tarihsel harekete tekabül eder.
Ancak kapitalizmle birlikte bizzat egemen sınıfın zemininde (ve bu sınıfa karşı mücadele çağrısı olmayarak) aynı zamanda onun çöküşünü de önceleyen biçimlerin oluşması mümkündür. Modernliğin, egemen kesimlerin ve onların yaşam tarzlarına karşı örgütlü ya da bireysel muhalefetin ifade bulduğu tipik avantgard görüngüleri; –ayrılıklar, épater le bourgeois , bohem (yaşam), şok eğilimi, sekter çevrelerde sonlanma, fraksiyonlara bölünme ve bunların sıklıkla yeniden gruplaşması– ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış, ama hemen ardından semptomatik hale gelip çoğalmışlardır. Giotto ve Brunelleschi, feodalizmin temsil biçimlerini reddeden ve bu dönemin sanatçılarıyla kendisini bir tutmayı bilmiş, yükselmekte olan bir erken dönem şehir burjuvazisinin gerçekçileri idilerse; Mondrian ve Kandinsky, Pollock ve Rothko, Max Ernst ve Otto Dix, Picasso ve Léger (veya kimin adı anılmak istenirse) burjuva kültürün ifade biçimlerini, bunlar kendi kendilerini kaldırma noktasına gelinceye kadar sürdürmüşlerdir. Ancak bu dönüşüm eşiğini geçtikleri, yani burjuva sanatının ya da ideolojisinin araçlarıyla kendi kendilerini kaldırdıkları noktada, bu toplum formasyonuna ait sanat ve felsefe de son bulur: Onlar, kendi kendilerini hiçe dönüştürmek suretiyle toplumun sonunun geldiğini açığa vururlar.  O zaman avantgart, ilerlemenin taşıyıcısı olmaktan çıkar, kendisi olmaktan çıkar ve kapitalizmin ilkesel kültür düşmanlığının bayağı meşrulaştırılması haline gelir. Modernliğin postmodernlik içinde dağılıp çözülmesi bu dönüm noktasına işaret eder. Böylelikle avantgart, burjuva toplumunun diyalektiğini temsil eder; o bu diyalektiği kendisinde tasfiye eder. Politik ilerleme ve toplumsal değişimlerin tarafında yer almayı bırakması halinde kurban gittiği antimodernizm, kendi kendisini yadsımasının neticesidir. Modernite bir prensip değil, bir ilişki kavramıdır; bu kavram ancak ve ancak, uğrunda her defasında geçmiş haline gelen şimdiki zamanı aşmayı gerektiren ereğin bilinmesi ve adlandırılması halinde bir içeriğe sahip olur. Ancak bu ereği temellendirebilen ve bu ereğin gerçekleşmesine giden yolları tasarlayabilen  avantgarttır, hem de yalnızca eleştirel bilinçte değil aynı zamanda şekillendirici eylemin en ileri cephesinde de avantgarttır.

Rusya ekonomisi virajı aldı mı?

“Arap Baharı“ adı takılan isyanların Ortadoğu’yu kasıp kavurduğu, hoşnutsuz  emekçilerin Yunanistan, İtalya, İspanya gibi Avrupa ülkelerinde de ayağa kalktığı, bir dizi büyük emperyalist ülke ekonomilerini de kapsayarak dünyanın yeniden kapitalizmin krizinin pençesine düştüğü günümüz koşullarında; Başbakanlık yapmakta olan Putin, Haziran’da, “görevi” Medvedev’den devralarak, 3. Başkanlık Dönemi’ni başlattı. Başbakanlığa, 2008 krizinin etkilerinin tam kaybolmadığı ve Rusya’ya da ağır ölçüde yansıdığı koşullarda başlamış, bu görevi, dünyada huzursuzluk ve isyanların yükselişe geçtiği dönem boyunca sürdürmüştü. Rusya’da muhalefetin yükselişe geçtiği Başkanlık seçimleri öncesindeyse, Batılı emperyalist medyada, Putin’e karşı yükselen halk ve gençlik protestolarının bir ‘Rus Baharı’nı başlatması yönünde bir beklenti vardı. Fakat, Putin, yaldızları bir parça dökülmüş olsa da (Mart seçimlerinde Putin’in Birleşik Rusya Partisi’nin oy oranı %64’ten %50’ye düştü), yeniden bir seçim başarısı kazanarak; üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturmayı becerdi.
Bu seçim başarısının ardında ise; Gorbaçov ve Yeltsin sonrasında Putin’in, Batılı emperyalistlerin Rusya’ya yönelik yağmasını durdurması, mafyacı kapitalizmi geriletmesi, devlet otoritesini tesis etmesi ve yükselen yeni Rus burjuvazinin istemlerine belli ölçülerde cevap vermesi; sosyalizm döneminde inşa edilmiş güçlü sanayi dallarından arta kalanlara yaslanarak, emekçi kitleler üzerinde yanılsama yaratarak, yönetmeyi başarması vardı. Ayrıca tüm dünyanın yeniden krizle çalkalanmaya başladığı, burjuva hükümetlerin emekçilerin yaşam koşullarını kötüleştiren ’kemer sıktırıcı’ tedbirlere yöneldiği yeniden başkanlığa aday olduğu bu süreçte; Putin ve partisi, kitlelerin alım gücünü aşırı şekilde daraltmayacak sosyal önlemleri planlayan bir paketle, krize karşı koymada görece başarılı oldu. Bu arada tüketimi teşvik edici destekler, bütçe açıklarına yol açtı. Daha sonra petrol ve doğal gaz fiyatlarının artışa geçmesiyle tekrar şişen döviz rezervleri, hükümetin planını  uygulaması bakımından soluk aldırıcı oldu. Uluslararası arenada Rus ulusal gururunu okşayan hamle ve çıkışları, medyayı iyi kullanması, olumlu konjonktürün rüzgarını da arkasına alan Putin ve partisinin puanlarını yükseltti. Ayrıca, muhalefetin akacağı bir başka alternatif kanalın bulunmayışı, kitlelerin halen Putin’i tercih ediyor oluşunun bir başka nedeni olarak görülmelidir.
Gelinen yerde, Putin’in yöneteceği Rusya ekonomisi, savaş sanayi ve teknolojisinde, petro-kimya ve çelik sektörü vb. alanlarındaki gücüne rağmen; ekonominin modernize edilmemiş diğer sektörlerinde ithalata bağlı konumda olup; bunları da petrol ve doğal gazdan elde ettiği gelirlerle finanse etmektedir. Bu nedenle, bazı ekonomistler önümüzdeki dönem yaşanacak yeni bir kriz dalgasında Rusya ekonomisinin bu kez çökeceği yönünde tahliller yaparken; bu bağımlılığa işaret ediyorlar. Gerçekten de, birçok sarsıntılı süreci atlatarak bugünlere gelmiş Rusya ekonomisi; ekonomik alandaki yeni atakları ve güç kaybettiği eski hegemonya  alanlarında yeniden bayrak göstermesiyle blöf mü yapmaktadır? Söylenildiği gibi, bir çırpıda çökecek ölçüde, ekonomisi kırılgan mıdır? Bu yazıda bunları irdelemeye ve yanıt aramaya çalışacağız.

RUSYA’NIN, KRİZ SONRASI EKONOMİYİ SIÇRATMA PLANI
Rusya ekonomisi, bilindiği gibi, 2008 krizinde çok ciddi yaralar almış bir ekonomiydi. Gorbaçov sonrasının Yetsin’li yağma döneminin, 1998 krizinin yaralarını sarma sürecindeyken yakalandığı 2008 dünya krizi, sanayi üretimini bir önceki yıla oranla  aniden yüzde 16 düşürmüş, Rus borsası yüzde 70 değer kaybetmiş, petrol fiyatlarının ani düşüşüyle ekonomi büyük bir değer kaybına uğramıştı. Merkez Bankası, Ruble’nin değerini korumak amacıyla ilk anda 150 milyar dolar harcamış, döviz rezervlerinin azalmasına yol açmıştı. Daha sonra petrol fiyatlarındaki artış olmasa, dünya ekonomisi belirli bir canlanmanın ardından yeni bir krizin içine yuvarlanmamış olsa; yani bir başka konjonktürde böylesi bir krizle baş başa kalsa, Rusya’nın ekonomisini düzeltmekte çok zorlanacağı aşikardı. Hem konjonktür uygun gitti, hem de bu dönede Putin başbakanlığındaki hükümet anti-kriz önlemlerini disiplin içinde uygulamasının olumlu sonuçlarını aldı. Tüm batılı kapitalistler, başta  ABD, kemer sıkma politikalarına yönelir, yatırımları ve tüketimi azaltır, işsizliği çoğaltır, ekonomilerini küçültürken; Rusya farklı  bir yol izledi; iç tüketimi, dolayısıyla pazarı daraltıcı önlemler yerine, tüketimi teşvik eden sübvansiyonlarla ekonomiyi canlandıracak, işsizliği azaltacak ve ekonomiyi petrole bağımlı olmaktan çıkaracak bir yatırım paketiyle; piyasaya müdahale etti. Elbette bu konuda baş destekçisi, petrol gelirlerinin önemli katkısıyla, artışını sürdüren döviz rezervleriydi. Ek olarak, bu süreçte ekonominin önemli kilit sektörlerini de yabancı sermayeye açan büyük bir özelleştirme hamlesine girişildi. Rusya, 2011 yılında 34 milyar dolarlık (bir triyon rublelik) bir özelleştirme programı başlatarak; hem bütçe açıklarını kapatmayı, hem de elde edilen gelirlerle Rusya ekonomisini petrole bağlı olmaktan kurtaracak ekonomik modernleşmeyi hedefledi. Bankalar, petrol ve enerji şirketleri, demiryolu şirketi özelleştirme konusu yapılmıştı . Fakat buna karşın, Batılı kapitalistlerin bu yapılan özelleştirmeleri yetersiz bulduklarını ve yüksek oranda bir özelleştirme beklentisinde olduklarını da belirtelim.
2012 yılı başında Putin, Moskova Yatırım Forumu’unda yaptığı bir konuşmada, Rusya ekonomisinin modernleşmesi için hükümetin yapacaklarını açıklamıştı.
Putin‚ “Kriz sonrası en iyi bir senaryo olarak, ekonominin şişmesini reddetmek gerektiğini, gerçek değer ve servetlere dönüş yapılmasını, fazlasıyla uçmak yerine, yeni işler yaratma”ya vurgu yapmış; bir sonraki on yılın Rusya Yılı olacağını belirtmişti. Maliye Bakanı Alexsey Kudrin de, bir süre önce, “kriz öncesi değerlere 2012 yılı sonunda ulaşılacağını, 2013’ten itibaren de ekonominin gelişimini sürdüreceğini” açıkladı. Kudrin, ek olarak, Büyük Bunalım yıllarında Amerika’da gerçek gelirlerin düşme oranı % 27 olmuşken, Rusya’nın 1998 krizinde bunun %16 olarak gerçekleştiğini, halkın gelirlerinde ise önemli bir düşüş olmadığını, düşüşün % 1.4 lük bir oranla sınırlandığına dikkat çekti.
Rusya, günümüz krizinde de, daha önceki 1998 krizinde yaptığı gibi, genellikle piyasayı canlandırıcı sübvansiyonlar yolunu izliyor. Emekli maaşlarına zam, işsizlere maaş, işletmelere kredi vb. istihdam yaratıcı, tüketimi teşvik edici önlemlerle; halkın gelirinin ve alım gücünün çok fazla düşmemesi hedefleniyor. Rusya’da kişi başına gelir, 2010 yılında 14.183 dolar olarak açıklandı. Bu, 34 OECD ülkesinin üçünden daha yüksek bir rakam. Ek olarak Rusya’da, işsizlik oranlarında da düşme yaşanıyor. 1990’lı yılların sonunda, 1999’da tarihinin en yüksek işsizlik oranı olan % 13.2’ye ulaşan Rusya’da, işsizlik azalma sürecindeyken; dünyada işsizlik yeniden tırmanışa geçmişti. Ama Rusya, işsizlikte; yeniden, 2009’daki OECD ortalaması düzeyi olan %6’yı yakaladı. Bu göstergelerin ışığı altında, Putin’in bir sonraki on yılın Rusya yılı olacağını söylemesi, gerçekçi midir?
OECD kaynakları ve Economist dergisine göre, yakın dönemde ve gelecekte Rusya’nın makro ekonomik büyüklükleri; ekonominin gelişme eğilimine girdiğini göstermektedir ve şimdiden Rusya’nın OECD üyeliğini de hak ettiği yönündedir. (Bkz. Tablo: 1a / 1b) 
Ayrıca, Rusya Hükümeti’nin bütçe harcamalarının genel dağılımına bakıldığında da, 2008 krizi öncesi ve sonrasındaki gelişme eğilimi görülebilir, saptanabilir durumdadır. (Bkz. Tablo: 2)
Rusya yetkilileri, bulundukları eşiği aşıp sıçrama yapacaklarını belirlerken, önemli avantaj ve dayanaklara da sahip olduklarını vurguluyorlar; bu dayanaklardan birincisi, DTÖ üyeliğidir. Ama Rusya sanayisi ve ekonomisi buna hazır olmadığından, bu üyeliği, dayanak olmanın ötesinde bir handikap ve kriz etkeni olarak gören bir kesim de bulunuyor. Bu, yabana atılacak bir görüş olmayıp, üyelik, Rusya’yı yeni krizlerle cebelleşmek zorunda da bırakabilir.
Temmuz ayında Duma’daki oylama prosedürünün de tamamlanmasıyla, Rusya’nın DTÖ üyeliği, 1 Eylül itibariyle fiilen başlıyor. Ama, DTÖ’nün birçok üyesi, Rusya’yı, krize önlem olması bakımından gümrük duvarlarını yükselterek korumacı davrandığı yönünde eleştiriyor. Yolsuzluk, bürokrasi, çürümüş altyapı tesisleri ve üretkenliğin düşük olduğu şeklindeki eleştiriler; hem ilk aşamada Rusya pazarının sermaye açısından cazip olmadığı, hem de Rusya pazarının sonuna kadar Batıya açılması istemi olarak okunmalıdır. Buna karşılık Rusya, DTÖ üyeliği sonucu, AB mallarını daha ucuza alıp tüketici fiyatlarını düşürerek kitlelerin alım gücünü yükseltmeyi, sosyal huzursuzluğu frenlemeyi; yine kendi doğal gaz ve petrol ürünlerini Batı’ya daha yaygın şekilde satmayı tasarlıyor. Fakat en kazançlı çıkacak ülkenin, Rusya’nın ekonomisini modernleştirme kararını sevinçle karşılayan, pazar payı ve kârını artırmayı hesaplayan Almanya olacağı da bellidir. Almanya’nın 4. ihraç pazarı olan Rusya’yla ticaret hacmi şimdiden 70 milyar dolara ulaşmıştır. Almanya, Rusya’nın DTÖ’ne girişiyle ticaretini milyarlarca dolar artırma hesabı yapmaktayken, Rusya’nın yeni yetme kapitalistleri de, gümrük vergilerinin düşmesiyle Batıdan gelecek ucuz malların rekabetine dayanamayacakları korkusu ve iflas etme kaygısı içindedir.
Rusya’nın önemli avantaj olarak saptadığı DTÖ üyeliği, bu nedenle iki ucu keskin bir kılıçtır. Çünkü üyelik, bir yönüyle Rusya ekonomisinin dünya pazarlarına girişinde kolaylıklar sağlasa da; bu durum, ülkeyi Batılı emperyalistlerin yağmasına daha açık hale getirecek, yerli sanayii baltalayacağı gibi, bazı sektörleri yabancı teknolojinin  bağımlılığına sokarak yerli teknolojinin gelişimini de  frenleyecektir…
Rusya, ileri sıçrama planında, ikinci dayanak olarak, geliştirdiği yeni ekonomik ortaklıklara yaslanıyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi politik ağırlığı olan ortaklıkların yanı sıra, Sovyetler Birliği döneminde tek bir çatı altında birlik oluşturmuş cumhuriyetlerle yakın ilişkilerini tazeleyerek bir üst aşamaya çıkarıyor; yeni ekonomik birlikler (gümrük ortaklıkları) oluşturarak, onları politik ve askeri açıdan, kendi eksenine çekme politikası izliyor. Zaten Putin, her fırsatta, “Eski Sovyet ülkeleriyle entegrasyonlarının önemli bir öncelik olduğunu” vurgulamaktan da geri kalmıyor.
2010 yılında Rusya, Kazakistan ve Belerusya arasında imzalanan Avrasya Birliği Projesi, bu entegrasyon girişimlerinin son örneğiydi. Bu yılın Ocak ayında yürürlüğe giren Gümrük Birliği antlaşmasıyla, bu ülkeler arasında para ve işgücü dolaşımı serbest olacak. 170 milyon insanı kapsayan bu Ekonomik Birlik, toplam ulusal gelirini, dünya dördüncülüğü düzeyine; 3 trilyon dolara çıkarmayı hedefliyor. Bu ülkeler şimdiden ortak bir para birimi arayışındalar. Avrasya Birliği’ni başlatan Avrasya Ekonomik Komisyonu’nun kuruluşuyla, Asya cephesinde, AB’ne güçlü bir rakip oluştuğu söylenebilir. Rusya, bu birliği genişletmek istiyor. Putin, daha önce Ukrayna’nın AB’ne entegre olmasını ve Avrasya Birliği dışında kalmasını eleştirmiş ve Kırgızistan ve Kazakistan’ın katılımı ile Birliği genişleteceklerini de söylemişti. Tüm bunlar, Rusya’nın, eski Sovyet döneminde birlikte olduğu Asya’daki bağımsız cumhuriyetleri, yeniden ortak bir ekonomik bünyede birleştirmek; ABD emperyalizminin Rusya’yı, Avrupa ve Asya üzerinden kuşatmasının ve bu bölgelerin Batı emperyalizminin açık pazarı haline gelmesinin önünü kesmek istiyor. Ayrıca Rusya’nın, BRICS ülkeleri dışında kalan İran’la da ‚”taraf ülkelerin kendi para birimleri üzerinden ticaret yapma antlaşması” imzaladığını belirtelim.
Rusya’nın bu bağlamda, ekonomik alanda bir başka kozu, BRİCS ülkeleriyle ortak hareket etmesi ve bu konuda başı çekmesidir. BRICS, 2001’den sonra hızla gelişmekte olan ülke ekonomilerine verilen isim. BRIC ifadesi, önceleri Brezilya-Rusya-Hindistan ve Çin’i simgeliyorken, bu ülkeler grubuna Güney Afrika’nın da dahil edilmesiyle, BRICS simgesi kullanıma girdi. BRİC ülkelerinin liderleri, ilk kez, 16 Haziran 2009’da Yekaterinburg’ta bir araya geldiler ve tüm dünyaya, ortak çıkarlarını koruma konusunda birlikte davranacakları mesajını verdiler. BRICS ülkelerinin genel ekonomik görünümü, sosyal göstergeleri birçok açıdan ortaklıklar sergiliyor: Birincisi, bu ülkeler, dünya krizi gibi önemli dönemeçlerde, büyüme hızları bir parça frenlense de, dünyanın, en yüksek büyüme hızlarına sahip, sürekli büyüme içinde olan ülkeleridir. İkincisi, nüfus ve toprak büyüklüğünde de dünyanın önde gelen ülkeleridir. Üçüncüsü, hızla gelişen teknolojik alt yapıya sahip olan BRICS ülkeleri, aynı zamanda bu temeli içeriden de besleyen; bilim adamlarına, teknik donanımı yüksek mühendislere, yetişkin, eğitimli,deneyimli işgücü avantajına da sahip olan ülkeler grubudur.
Özellikle 2008 krizi sonrasında da büyümeye devam eden ve güncel krizden de pek etkilenmemiş görünen bu ülkeler, gelecekte dünya ekonomisinin tepe noktalarına oturmaya aday görünüyor. 2020’lerde Çin’in ABD ile arayı kapatacağı, Rusya’nın dördüncü, Hindistan’ın beşinci ekonomik güç olacağı tahminleri yapılıyor. BRICS ülkeleri, dış ticaret açıklarını dolar basarak kapatan ABD’nin doları uluslararası rezerv para olarak itibarsızlaştırdığını dile getiriyorlar. Aralarındaki ticareti kendi para birimleriyle yapma ve ortak kredi fonları oluşturma kararı almalarının ötesinde, doların etkisini sınırlayacak ortak bir para düzeni kurma peşindeler. Son olarak, BRICS’in Hindistan/Delhi toplantısında, diğer gelişmekte olan ülkelerin yatırımlarını finanse etmek ve ülkeleri Batılı büyük emperyalistlere finans bağımlılığından kurtarmak ve kuşkusuz kendileriyle ilişkilerini geliştirmeleri amacıyla, “Development Bank” adıyla ortak bir banka kurulması kararı alındı. Dünya krizindeki gelişme tempoları ve ellerinde biriken döviz rezervlerine güvenen bu ülkeler, Meksika’daki G-20 zirvesinde, Avrupa ülkelerini “krizden kurtarmak” amacıyla ortak bir IMF fonunun oluşturulmasına katkıda bulunacaklarını (Çin 45 milyar dolar, Rusya ve Hindistan ise 10 milyar dolar vereceklerini), ama IMF içinde daha fazla söz ve oy hakkına sahip olmak istediklerini de dile getirdiler. Aslında BRICS, salt ekonomik ortaklıktan öte bir gelişim seyri izlemektedir. BRICS ülkelerinin uluslararası platformlarda, NATO’nun Libya saldırısını kınamaları, ABD karşıtı  ortak tutumlar geliştirmeleri, Rusya ve ve Çin dışındaki diğer BRİCS ülkelerinin de BM Güvenlik Konseyi’nde daha fazla söz hakkı talep etmeleri; bunun göstergeleridir.
Rusya üçüncü olarak, Gorbaçov sonrası uğradığı tahribata rağmen Sovyetler Birliği döneminden miras kalan sanayinin ayakta duran ve çökmeyen sektörlerine güveniyor. Mevcut uzay teknolojisi ve silah sanayi, petro-kimya sanayi, çelik sektörü ve sayısız metal ve maden yatakları, doğal gaz ve petrol yataklarının varlığı, nükleer teknoloji; yapmakta olduğu hamlelerde, Rusya’ya, modernleşmenin güçlü kaldıraçları olarak görünmektedir. Bir yandan eski işletmelerin yenilenip kullanılması, öte yandan sıfırdan yeni teknolojiyle, yeni firma ve işletmelerin kurulması planlanıyor. Güçlü demiryolu ve ulaşım ağı, en önemlisi yetişmiş eğitimli ve deneyimli işgücüne sahip olması; Rusya’nın avantaj olarak gördüğü diğer faktörlerdir.
Rusya, öngördüğü bu avantajlar temeli üzerinde, somut olarak planladığı ekonomik projelerini, milyar dolarlık bütçelerle elektronik ve robot teknolojisine yöneltiyor. Elektronik, robot teknolojisi ve askeri modernleşme; genel ekonomik yenilenmeyi tetikleyecek, emek üretkenliğini artıracak bir temel olarak görülüyor. Bu arada, Rusya’nın emek üretkenliğinin, 2010 yılında, OECD ülkelerinin yarısından %30 daha yüksek olduğunu da belirtelim. Robot teknolojisi alanında gerçekleştirilecek ve şu andaki benzerlerinden daha gelişkin akıllı teknolojik ürünler; diğer kapitalistlerle rekabette üstünlük sağlamanın enstrümanı olarak ele alınıyor. Putin’in bu bağlamda, önümüzdeki yıllar için öngördüğü hedef; 2015 yılına kadar modernleşme ve araştırma-yaratım-geliştirme projelerine, yani ekonominin modernleşmesine, 43 trilyon Rublelik (1.3 trilyon dolarlık) yatırım yapmaktır. Bu miktarda yatırım, önceki yılın GSMH’na denk bir rakamdır ve şimdiki bütçenin de %25’ini oluşturmaktadır.
Sovyetler Birliği döneminde uzaya ilk çıkan ülke olarak, birçok bilimsel-teknolojik buluşa imza atan Rusya, robot teknolojisini de geliştiren ve kullanan ilk ülkeydi. Ama gelinen yerde, Rusya’nın, robot kullanımında da, emek üretkenliğinde de gerilediği açıktır. İşte Rusya, yapacağı yatırımlarla bu açığını kapatarak, önceki üstünlüğünü yakalamaya çalışıyor. Rusya, sadece endüstri robotları değil, kişisel tüketime de dönük olacak “hizmet robotları” üretimini başlatıyor. Bu bağlamda, sağlık, eğitim, ev bakımı, taşıma ve eğlence alanlarında kullanılacak, kitlesel piyasa tüketimine uygun; robotlar üretilecek.
Aslında Rusya yöneticileri, robot teknolojisine yapılacak yatırımlarla, diğer sektörlerdeki üretimin yenilenmesini tetiklemenin yanı sıra askeri teknolojinin de modernleşmesini hedefliyorlar.
Başbakan yardımcısı Dimitry Rogozin; “Rusya’nın yeni DARPA (Rusya Savunma Endüstrisi Araştırma-Geliştirme Kurumu)’nun, son derecede gelişmiş düzeyde robot teknolojisi, yeni materyaller, mikroelektronik, hipersonik teknolojiler üreterek; rakipleriyle rekabet edeceğini” söyledi.  Söylenenlere göre, Rusya Savunma Araştırma Geliştirme Kurumu (DARPA); 2020 yılına dek, 100 milyar dolarlık bütçeye sahip olacak. Bu alanda insansı görevleri başarabilecek robotlar üretilecek. Akıllı giysileriyle, süper insanı çağrıştıran giydirilmiş robotlar, akıllı deri geliştirme projeleri, sınır içinde ve dışında öldürme görevi yapacak insansız hava araçları, karadan atılan ve sesten 20 kat hızlı giden akıllı roketler, güvenli bir mesafeden uçan ve hedefin görüş açısını kapatan alabildiğine küçük Humminbirdler (hızlı uçan, anavatanı Amerika olan bir kuş), uzaktan kumanda ile yönetilen akıllı kollar, akıllı gözler ve düşünen kameralar; savunma alanındaki yenilikler olarak göze çarpıyor.
Rusya, ayrıca, mukayeseli olarak üstün olduğu enerji sektöründe, nükleer santraller yapımına da, gerek ülke içinde gerekse yurtdışında hız vermiştir. Nükleer teknolojide önemli bir hammadde olan uranyum yataklarını işletmek amacıyla yeni ortaklıklara giriyor. Bu amaçla Moğolistan’ın bilinen 22 bin tonluk uranyum yataklarını işletme konusunda antlaşma yaptı. Rusya, nükleer santral yapımında, dünya ülkeleri arasında, piramidin en tepesine yer alıyor. Rus uzmanlar, bu amaçla yurtdışında yakın dönemde 5 nükleer istasyon kurdu. Yurtdışında daha 35 santral ünitesi yapılacak. Ayrıca 4 tanesi Türkiye’de olmak üzere, antlaşması yapılmış, fakat tamamlanma sürecinde olan 19  santral ünitesi sırada beklemektedir.  Rusya’nın sadece nükleer enerjide değil, laser teknolojisinde de dünyanın lider ülkesi konumunda olduğunu bu arada belirtmek gerekli.

RUSYA’NIN DEZAVANTAJLARI: PETROL VE DOĞAL GAZA BAĞIMLILIK
Rusya, tüm çabalarına rağmen, ekonomik büyüme ve gelişmesini petrole endeksli olmaktan çıkaramadı. Büyüme ve bütçe hesapları, hâlâ petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki iniş ve çıkışlara göre yapılmakta ve dalgalı bir seyir izlemektedir. Dolayısıyla, virajı alsa bile, Rusya ekonomisinin henüz düz yola çıkamadığı söylenebilir. Genel olarak bakıldığında, doğal enerji kaynakları tekeline sahip olmanın, yeniden gelişen kriz koşullarında Rusya’ya avantaj sağladığı, ekonomiye belli bir esneklik kazandırdığı da söylenebilir. 2008 Krizi’nin ardından, petrol fiyatları, 2009 yılında 61,5 dolara düştüğünde Rusya % 7,5 küçülürken; 2010 yılında varil başı fiyat 79,5 dolara yükseldiğinde ise, Rusya’nın büyümesi % 4 olmuştu. Ocak 2012 rakamlarında, Rusya’nın toplam ihracatında doğal enerji ürünlerinin payı % 75 oldu.  Rusya, 2011-2020 yılları arasında, ulusal gelir içinde enerji ürünlerinin payını %40 düzeyine düşürmeyi, ekonomide çeşitlilik yaratmada önemli hedefleri arasına aldı.
Rusya, çevresiyle (BDT ve Avrasya alanı) birlikte, kendine yeterli geniş bir iç pazara sahiptir. Bu anlamda acil bir pazar sorunu bulunmasa da, Rusya yetkilileri, ekonomide modernleşme gereksinimi açısından, kontrollü olarak yabancı sermaye girişine ihtiyaçları olduğunu düşünmektedir. Ama, Rusya gibi geniş ve doğal kaynaklar tekeline sahip bir sanayi ülkesinin; kendi kaynakları üzerinden gelişmesi olanağı fazlasıyla vardır. Dış sermaye girişi, her zaman ve durumda, herhangi ülkede modernleşme ve gelişme olanağı yaratmamakta, girdiği ülkede kaynaklarının talanına da yol açmaktadır. Rusya’ya giren sermayenin de başlıca amacı budur ve dışarıya kaçan sermaye miktarı, düşürülmüş olsa da, halen yüksektir. 2008 yılında 134 milyarı bulmuştu sermaye kaçışları.. 2009 yılında kaçışlar düşse de, 56.9 milyar dolar civarında oldu. 2011’in ilk yarısında ise, çıkış yapan sermaye miktarı 52.5 milyar dolardı.
Rusya, önümüzdeki dönemde, Avrupa ve Amerika’yı kıskacına almış olan kapitalist krizin, özelikle Avrupa üzerinden Rusya’ya vurma olasılığına karşı da önlem aldığını açıkladı. Hükümet, 2013 bütçesi için, 500 milyar Ruble (15.4 milyar dolar) kaynak ayırdı. Petrol fiyatı 117 doların altına indiğinde, bütçe açıklarını kapatmak için 25 milyar dolarlık ek kaynağın kullanılması planlandı.
Rusya, bu arada banka sistemini de güçlendirecek önlemlerle, kapısına dayanabilecek ikinci kriz dalgasına hazırlık yapmaktadır. Maliye Bakanı A.Kudrin, bakanlığının iç borçlanmayı 1,7 trilyon Rubleden 1,4 triyon Rubleye düşüren bir tahmini hesap yayınladı. Hükümet, ek olarak, 2012-2014 arasındaki bütçe açıklarının mümkün olanın ötesinde iyi olacağını tahmin ettiği için özelleştirme planlarında kesintiye gideceğini açıkladı. Ayrıca Merkez Bankası, Rus bankalarını mali yönden güçlendirmek, kapasitelerini artırmak amacıyla desteklerini artıracak; bu desteğin, 2015 yılıyla birlikte, 1,5-2 trilyon Ruble olması hedefleniyor.
Rusya liderleri, bu yılın başındaki ekonomik performanstan oldukça memnun görünüyorlar. Rusya’nın 2012’nin ilk çeyreğinde % 4,9 büyüyerek, GSMH’nı % 4,9 artırdığı açıklandı. Ayrıca Rusya’nın, bu yıl, yatırım amacıyla 70 milyar dolarlık yabancı sermaye çekme beklentisinde olduğu bildirildi. GSMH’nın % 16’sının kayıt-dışı ekonomiden oluştuğu ve bu alanda istihdamın toplam çalışanların %17-18’ine, yani 13 milyon kişiye ulaştığı belirtildi. Rusya Ekonomik Kalkınma Bakanı Andrey Belousov; Rusya’nın bu yılın ilk beş ayında 95,2 milyar dolar dış ticaret fazlası verdiğini; yeni dönemde yatırımların GSMH’nın % 25-30 düzeyinde olacağını ve 25 milyon yeni istihdam yaratılacağını söyledi.
Günlük üretimlerini 10,5 milyon varile çıkararak, dünyanın en fazla petrol ihracatı yapan Rusya’nın 5 büyük petrol şirketinin, 2011 yılı açıkladığı kâr 455 milyar dolar oldu.
Ayrıca Rus basınındaki verilerden, gelir dağılımı dengesizliği ve sömürü yoğunluğunun artışına rağmen, halkın alım gücünün; görece artış eğilimine girdiği anlaşılmaktadır. Halkın eskisi gibi, eşine dostuna borçlanmadığı; bankalardaki mevduatların, tasarrufların, yurtdışına tatil amacıyla çıkışların ve çıkanların harcadıkları paranın arttığı; ölümlerin artması, evliliklerin azalması ve kötü ekonomik gidiş nedeniyle başlayan nüfusun azalma eğiliminin, doğumların artışıyla frenlendiği, nüfusun yeniden artma eğilimine girdiği yönündeki veriler; alım gücünün görece artışını, bir başka açıdan da, yansıtmaktadır.  Bunlara karşın, Rusya’da gelir dağılımındaki dengesizlik sürmekte; zengin ile yoksul kesim arasındaki uçurum derinleşmektedir. Dolar milyarderlerinin sayısının her geçen yıl katlanarak artışı bunun kanıtıdır.
Rusya, 1999’dan sonraki 10 yıllık süreçte, yüksek bir büyüme gerçekleştirdi. Bu,  mutlak yoksulluk oranını da düşürdü. Mutlak yoksulluk, 2000 yıllarındaki %29’dan 2009’da % 13’e düştü. Görece yoksulluk ise, 2008’de %17’de kaldı. Aslında emekçi kitlelerin SSCB dönemi kazanımlarının birçoğunu kaybettiği, görece yoksullaşmanın, gelir dağılımındaki bozukluğun ve kapitalist sömürünün azgınca sürdüğü açık bir gerçek olmakla birlikte; Gorbaçov ve Yeltsin dönemindeki ekonominin ve yoksulluğun dibe vuruş durumundan görece iyileşmeye yönelmesi emekçiler cephesinde yanılsamaya yol açmakta, onların hoşnutsuzluklarını sert tepkilerle ifade etmesini frenlemektedir. Ek olarak, karşılaştırmalı bir ölçü yapılabilmesi açısından, dünya ekonomisinin güncel verilerinden aktaralım: Hane halkı gelir durumuna göre, Rusya’da %17 olarak saptanmış görece yoksulluk oranı; OECD ülkeler kuşağının son sıralarında bulunan Şili, Meksika, Türkiye gibi ülkelerle kıyaslandığında, daha düşük bir orandır. Gelir dağılımın en bozuk olduğu ülkeler sıralamasında Rusya’nın klasmandaki yeri (OECD kaynaklarına göre); İsrail, ABD ve Türkiye’den sonra, Meksika ve Şili’nin önünde bir aralıkta bulunmaktadır.
Putin, Rusya’nın zayıf yönlerini nasıl aşacağını, olumsuzlukları nasıl gidereceğini; henüz başbakan olduğu dönemde açıklamış, “düşük emek üretkenliğine, geri dönüşümsüz tekniğe, rekabetçi olmayan yatırım iklimi”ne dikkat çekmişti. Ayrıca, ”Bir süreklilik içinde varolan tesislerin yenilenmesi sürdürülürken modern üretim tesisleri yaratmada da büyük çaba harcayarak, mal temelli endüstrilerden, yüksek teknolojili, ’yaratım ve geliştirme’ endüstrilerine doğru harekete geçmenin zorunlu olduğu”nu belirtmişti. Yine, altyapıyı yenilemeye, yeni demiryolu ağları ve yeni havaalanlarına olan ihtiyacın, nükleer enerji kapasitesini % 25 artırmanın altını çizmişti. Ayrıca, “bozuk yatırım iklimi”ne çare olarak, “Hızlı yönetimsel kurallara sahip bir yönetim aygıtı, modernize edilmiş ortak yasama, kendi kendini güçlendiren kurumlar, yolsuzluğa karşı gündem oluşturma”yı önermişti.
Dezavantajlarına karşın, Rusya’nın DTÖ sürecinde, dış ticarette ve sermaye akışında, üyelikten sağlayacağı bazı avantajlar gözetildiğinde; ayrıca Belerusya ve Kazakistan’la oluşturduğu ortak ekonomik alanın 2015’te tam olarak hayata geçeceği ve BRICS (Brezilya-Rusya-Hindistan-Çin ve son olarak Güney Afrika Cumhuriyeti) ülkeleriyle yürüttüğü ekonomik işbirliği ve Dolar’a karşı oluşturduğu ittifak ve yeni uluslararası para arayışları, yine tarihsel olarak Sovyetler Birliği döneminden miras kalan ve tahrip olmayan çelik sektörü, petro-kimya, nükleer enerjideki üstünlüğü, askeri ve uzay teknolojisi ve birikimli yetişmiş insan gücü, dünyanın en büyük döviz ve altın rezervine sahip ülkesi olması ve yinelenen kriz koşullarında bile % 4-5’lik büyüme hızları hesaba katıldığında; konulan hedefin gerçekleştirilmesi; yani Rusya’nın bir sonraki on yılda da ekonomik büyümesini sürdürerek ve dünya ekonomisinin üst klasmanında yer alması olanaklıdır. Elbette ekonominin çarklarının petrole ve doğal gaza bağımlı olması, dünyanın süper gücü olmak arzusu taşıyan, güçlü ve istikrarlı büyüme  hedefindeki bir ekonomi için önemli bir handikaptır. Bu engelin aşılması noktasında, belli çabalar olmakla birlikte; kısa vadede bu bağımlılığın sona ermesi güç görünüyor. Belki de, Rusya’ya zaman kazandıracak önemli bir faktör, Ortadoğu’daki politik-askeri kargaşa ve Suriye’deki kaosun varlığı koşullarında, önümüzdeki yıllar içinde petrol fiyatlarında ani/yüksek düşüşlerin ufukta görünmeyişidir. Bu bağlamda, petrole bağımlı bir ekonomik büyümeye sahip olduğu için, Rusya’yı Arabistan’a benzeterek, bu ülkeye ulaşacak krizin yeni dalgasıyla, ekonomisinin çökebileceği tespiti yapanların; şimdilik hiçbir dayanağı bulunmuyor.
Ekonominin çeşitlendirilmesi, dünya pazarında rekabet edebilecek, gelişmiş teknoloji ile yapılması planlanan üretime ve emek üretkenliğinin artırılması yönündeki girişimlere bakıldığında; dünyayı girdabına çekmiş olan 2008 Krizi sonrasındaki hamleleriyle Rusya, modernleştirme sürecini gerçekleştirme, yeni ürün ve markalarla, diğer kapitalist-emperyalist ülkelerle keskin bir rekabete girişme potansiyelini taşımaktadır. Bu nedenle, Rusya’nın ekonomik gelişme performansının, önümüzdeki yıllarda da sürdürülebilir olduğu, bu gelişmenin devamının, sonraki on yıl içinde de fantezi olarak görülemeyeceği kanısındayız. Ayrıca, bu ekonomik güçlenme, yakın dönemde politik, diplomatik-askeri alanda, uluslararası platformlarda Rusya’nın üslubunu da değiştirecektir. Bu, şaşırtıcı olmayıp, kapitalist-emperyalistlerin ‘bilek güreşi’nde oyun kurallarının bir gereğidir.

SONUÇ OLARAK
Ekonomik gelişmeyi sürdürmesine koşut olarak, Rusya’nın diplomatik ve askeri alanda kullandığı dil ve ‘meydan okuma’larının dozu, şimdiden sertleşmeye başlamıştır. Rusya’nın, SSCB dönemindeki etki alanlarını kendi sorumluluk sahasında gören diplomatik-askeri doktrine tekrar dönüş yapması; Gürcistan’a müdahalesi, Akdeniz’de bayrak göstermesi, Ortadoğu’ya eski ilgisinin depreşmesi, Suriye’ye müdahale önerilerini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Çin’le ortaklaşarak ve üç kez veto hakkını kullanarak engellemesi vb. gibi yakın dönem pratikleri; Rusya’nın Putin’le girdiği ve ilerlediği stratejik hattın net göstergeleridir. Bunun zemini de, “virajı alarak” düz yola yönelmiş bulunan Rusya ekonomisidir. Ama tüm bu gelişme, dönüşme ve ilerleme potansiyellerine karşın; Rusya’nın, dünyanın başlıca iki süper emperyalist gücünden biri olduğu geçmiş dönemdeki gücünü yeniden yakalaması olasılığı tartışmalıdır. Bununla birlikte, emperyalist kamp içinde dolaylı silahlı çatışma boyutunu da kazanmış olan en büyük çekişmenin cereyan ettiği Asya ve Ortadoğu’daki petrol ve enerji güzergahı; aynı zamanda Rusya’yı sarıp kuşatan çevre kapsamındadır. Enerji hattında tesis edeceği egemenlik, onun çevresinde kuracağı hegemonya, Rusya açısından hayati derecede önem taşımaktadır. Bu yüzden, Rus emperyalizmi, stratejik önceliği; Asya ve Avrasya’daki eski mevzilerini yeni ittifaklar yoluyla sağlamlaştırmaya ve bölgesel süper güç olmaya vermiş, bulunuyor. Rusya, ancak, bu hedefi gerçekleştirmesinin türevi olarak; uzak olmayan bir gelecekte, ABD emperyalizminin başını çektiği kampın, karşı kutbunda şekillenmesi olası diğer emperyalist blokun lideri olarak öne çıkabilir.

Ek-1: “Dünya Gelişme Göstergeleri” Tablosu

Ülkeler    Nüfus                                                                                          (%)    Arazi (%)    GSYİH’nın Dünya  payı  (%) (2010 satınalama gücü paritesine göre)    Dünya yabancı yatırım girişinden aldığı pay (2009)
Brezilya    2.9    6.5    2.9    2.4
Rusya    2.1    12.6    3.0    3.3
Hindistan    17.1    2.3    5.2    3.1
Çin    19.7    7.2    13.3    7.1
BRİC    41.7    28.7    24.4    16.6

Tablo : 1(a)
2009    2010    2011    2012    2013
Gerçek ulusal gelir artış oranı (%)    -7.8    4.0    4.0    4.1    4.1
Enflasyon oranı (%)    11.7    6.9    8.4    6.5    5.7
Konsolide bütçe dengesinin ulusal gelire oranı (%)           -4.3         -3.5    0.2    -0.7    -0.7
Cari hesap dengesinin ulusal gelire oranı (%)      3.9    4.7    5.6    4.0    3.3

Kaynak: OECD Economic Outlook Database

Ulusal Gelir büyüme oranı    % 3.7
Ulusal Gelir( GSYİH) dolar olarak Satınalmagücü paritesiyle    1.926 Milyar dolar 2.505 Milyar dolar.
Enflasyon oranı     % 6.7
Nüfus    141.2 milyon
Kişi başına ulusal Gelir      Satın alma gücü paritesiyle     13.650 dolar17.750 dolar

Tablo: 1 (b)

Kaynak: Economist-The World in 2012 Rusya’nın 2012 yılı tahmini makro ekonomik verileri

Tablo 2: Rusya’da Hükümet harcamalarının bütçe içindeki yapılanması

Ulusal Gelir içindeki payı ( % olarak )
2006    2007    2008    2009    2010
Toplam Hükümet harcamaları     31.1        34.3        33.9        40.9        38.5
Faiz harcamaları       0.8    0.5    0.5    0.6    0.6
İdari yönetim harcamaları       2.3    3.0    2.7    2.7    2.6
Savunma, adalet ve güvenlik        5.2    5.1    5.2    6.3    5.8
Ulusal ekonomi       3.5    4.7    5.5    7.2    5.2
İskan ve kamu yararı       2.3    3.3    2.8    2.6    2.4
Eğitim        3.9    4.0    4.0    4.0    4.2
Sağlık ve spor        3.6    4.2    3.8    4.3    3.8
Sosyal politika (Sübvansiyonlar)       8.8    8.6    8.7        11.7        13.0
Emeklilik (Sadece devlet emeklilik fonundan yapılanlar)       6.2    5.9    6.2    8.3    9.9
Diğer harcamalar      0.8    0.8    0.8    0.9    0.8
Kaynak: Rusya Maliye Bakanlığı (OECD 2011 Raporu’ndan alındı)

Dipnotlar:

Rusya yetkilileri, bulundukları eşiği aşıp sıçrama yapacaklarını belirlerken, önemli avantaj ve dayanaklara da sahip olduklarını vurguluyorlar; bu dayanaklardan birincisi, DTÖ üyeliğidir. Ama Rusya sanayisi ve ekonomisi buna hazır olmadığından, bu üyeliği, dayanak olmanın ötesinde bir handikap ve kriz etkeni olarak gören bir kesim de bulunuyor.

Rusya, ileri sıçrama planında, ikinci dayanak olarak, geliştirdiği yeni ekonomik ortaklıklara yaslanıyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi politik ağırlığı olan ortaklıkların yanı sıra, Sovyetler Birliği döneminde tek bir çatı altında birlik oluşturmuş cumhuriyetlerle yakın ilişkilerini tazeleyerek bir üst aşamaya çıkarıyor; yeni ekonomik birlikler (gümrük ortaklıkları) oluşturarak, onları politik ve askeri açıdan, kendi eksenine çekme politikası izliyor. Zaten Putin, her fırsatta, “Eski Sovyet ülkeleriyle entegrasyonlarının önemli bir öncelik olduğunu” vurgulamaktan da geri kalmıyor.

Rusya üçüncü olarak, Gorbaçov sonrası uğradığı tahribata rağmen Sovyetler Birliği döneminden miras kalan sanayinin ayakta duran ve çökmeyen sektörlerine güveniyor. Mevcut uzay teknolojisi ve silah sanayi, petro-kimya sanayi, çelik sektörü ve sayısız metal ve maden yatakları, doğal gaz ve petrol yataklarının varlığı, nükleer teknoloji; yapmakta olduğu hamlelerde, Rusya’ya, modernleşmenin güçlü kaldıraçları olarak görünmektedir. Bir yandan eski işletmelerin yenilenip kullanılması, öte yandan sıfırdan yeni teknolojiyle, yeni firma ve işletmelerin kurulması planlanıyor. Güçlü demiryolu ve ulaşım ağı, en önemlisi yetişmiş eğitimli ve deneyimli işgücüne sahip olması; Rusya’nın avantaj olarak gördüğü diğer faktörlerdir.

Elektronik, robot teknolojisi ve askeri modernleşme; genel ekonomik yenilenmeyi tetikleyecek, emek üretkenliğini artıracak bir temel olarak görülüyor. Bu arada, Rusya’nın emek üretkenliğinin, 2010 yılında, OECD ülkelerinin yarısından %30 daha yüksek olduğunu da belirtelim. Robot teknolojisi alanında gerçekleştirilecek ve şu andaki benzerlerinden daha gelişkin akıllı teknolojik ürünler; diğer kapitalistlerle rekabette üstünlük sağlamanın enstrümanı olarak ele alınıyor. Putin’in bu bağlamda, önümüzdeki yıllar için öngördüğü hedef; 2015 yılına kadar modernleşme ve araştırma-yaratım-geliştirme projelerine, yani ekonominin modernleşmesine, 43 trilyon Rublelik (1.3 trilyon dolarlık) yatırım yapmaktır. Bu miktarda yatırım, önceki yılın GSMH’na denk bir rakamdır ve şimdiki bütçenin de %25’ini oluşturmaktadır.

Rusya’da gelişkin bir savunma sanayi var. Rusya, ABD ve İsrail’le birlikte dünya silah ihracatçılarının ilk sıralarında yer alıyor. Ama bu alanda rekabet ve rakiplerine üstünlük sağlamak için askeri sanayii modernleştirme gereksinimi duyuyor. En çok Ortadoğu bölgesine silah satan Rusya, bu yıl silah ihracatını 400 milyon dolar artırarak, toplam ihracatını 9 milyar dolara çıkaracak. Rusya ordusu Yeltsin döneminde adeta çöküntü yaşamıştı. Ordu personelinin maaşları ödenmemiş, savunma bütçesi ve silahlı kuvvetler küçültülmüştü. 2001 başlarında sorunlar biraz aşılınca, savunma bütçesi önce 8 milyar dolara, 2007’de de 32 milyar dolara çıktı. Putin, ordunun emrine her geçen gün yeni denizaltılar, gemiler ve uçak filoları tahsis ediyor. Ordunun daha mobilize, esnek ve hızlı hareket edecek şekilde örgütlenmesi yapılan planlar dahilinde. Putin, ordunun modernizasyonu için, 2020 yılına kadar 23 trilyon ruble (770 milyar dolar) ayrılacağını açıkladı.

Rusya, 1999’dan sonraki 10 yıllık süreçte, yüksek bir büyüme gerçekleştirdi. Bu,  mutlak yoksulluk oranını da düşürdü. Mutlak yoksulluk, 2000 yıllarındaki %29’dan 2009’da % 13’e düştü. Görece yoksulluk ise, 2008’de %17’de kaldı. Aslında emekçi kitlelerin SSCB dönemi kazanımlarının birçoğunu kaybettiği, görece yoksullaşmanın, gelir dağılımındaki bozukluğun ve kapitalist sömürünün azgınca sürdüğü açık bir gerçek olmakla birlikte; Gorbaçov ve Yeltsin dönemindeki ekonominin ve yoksulluğun dibe vuruş durumundan görece iyileşmeye yönelmesi emekçiler cephesinde yanılsamaya yol açmakta, onların hoşnutsuzluklarını sert tepkilerle ifade etmesini frenlemektedir.

Ekonominin çeşitlendirilmesi, dünya pazarında rekabet edebilecek, gelişmiş teknoloji ile yapılması planlanan üretime ve emek üretkenliğinin artırılması yönündeki girişimlere bakıldığında; dünyayı girdabına çekmiş olan 2008 Krizi sonrasındaki hamleleriyle Rusya, modernleştirme sürecini gerçekleştirme, yeni ürün ve markalarla, diğer kapitalist-emperyalist ülkelerle keskin bir rekabete girişme potansiyelini taşımaktadır. Ayrıca, bu ekonomik güçlenme, yakın dönemde politik, diplomatik-askeri alanda, uluslararası platformlarda Rusya’nın üslubunu da değiştirecektir. Bu, şaşırtıcı olmayıp, kapitalist-emperyalistlerin ‘bilek güreşi’nde oyun kurallarının bir gereğidir.

Enerji hattında tesis edeceği egemenlik, onun çevresinde kuracağı hegemonya, Rusya açısından hayati derecede önem taşımaktadır. Bu yüzden, Rus emperyalizmi, stratejik önceliği; Asya ve Avrasya’daki eski  mevzilerini yeni ittifaklar yoluyla sağlamlaştırmaya ve bölgesel süper güç olmaya vermiş, bulunuyor. Rusya, ancak, bu hedefi gerçekleştirmesinin türevi olarak; uzak olmayan bir gelecekte, ABD emperyalizminin başını çektiği kampın, karşı kutbunda şekillenmesi olası diğer emperyalist blokun lideri olarak öne çıkabilir.

Esnek çalışma: bir determinizm hikayesi

Esnek çalışma, çalışma yaşamında son 20 yılda en çok tartışılan konularından birisi. İşsizliği azaltmak, istihdamı arttırmak, kadınların işgücüne katılımını sağlamak, küresel rekabette avantaj sağlamak, piyasanın dalgalı seyrini yakalamak, gelişen teknolojinin gereği gibi gerekçelerle ‘esneklik’ gündeme gelmekte, getirilmektedir.
Esnek çalışma, 2003 yılı Mayıs’ında yasalaşan 4857 sayılı İş Kanunu’nda çeşitli yönleriyle yaşama geçirilmiştir. Ancak, hükümet ve sermaye örgütleri esnek çalışmanın tüm biçimlerinin yasalaştırılması ve uygulanmasını talep etmektedir. Bu çerçevede Avrupa İstihdam Stratejisi’yle uyumlu bir Ulusal İstihdam Stratejisi hazırlanmıştır.
Esnek çalışmanın yaygınlaşmasıyla birden çok politika ekseninde ilerleme öngörülmektedir. Buna göre; birincisi, işsizliğin azaltılması, istihdamın arttırılması, bu kapsamda dezavantajlı grupların işgücüne katılımının sağlanması. İkincisi, küresel rekabet koşullarının ‘gereği’ yapılarak işletmelerin rekabet gücünün arttırılması. Üçüncüsü, hem işverenler hem de işçiler açısından ‘katılıklar’ın son bulması ve çalışma yaşamında çatışmanın yerini işbirliği ve diyaloga bırakması.
Her bir başlık, hem kendi içinde, hem de esnek çalışmayla ilişkisi kapsamında ayrı bir inceleme konusu. Biz bu makalede, esnek çalışmanın 70’li yıllardan itibaren değişen ekonomik, sosyal ve teknolojik nedenlerle zorunlu hale geldiği iddiasını değerlendireceğiz. Bu değişimde özellikle ‘teknolojik gerekçeleri’ konu alacağız. Çünkü, son 30-40 yılda dünyada yaşanan ekonomik ve sosyal değişimler, büyük ölçüde teknolojik gelişme ve yeniliklerle bağlantılı olarak ele alınmaktadır. Öyle ki, bazı görüngüler üzerinden ve yine teknolojik gelişmelere atıfla toplumsal yapı; “sanayi sonrası toplum”, “bilgi toplumu”, “enformasyon toplumu” gibi kavramlarla tanımlanmaktadır.

TEKNOLOJİ
Teknolojinin çeşitli yaklaşımlara göre farklı tanımlamaları yapılmaktadır. Dar bir tanımla, üretime yönelik bilgi birikimi olarak tanımlanabilir. Bilimsel bilgi, mühendislik bilgisi, teknik bilgi ve iş becerisi, makineler, aletler, bunların organizasyonu vb. unsurları içeren teknoloji kavramı başka bir açıdan, “bir mal ya da hizmetin üretimi için gerekli bilgi, organizasyon ve tekniklerin bütünü olarak” tanımlanabilir.
Bilim, teknoloji ve bu alandaki gelişmeler, genellikle kimin kullandığı ve ne için kullanıldığı göz ardı edilerek, tarafsız ve nötr süreçler olarak görülmüştür. Bu görüşün en azından akademik dünyada yaygınlık kazanmasında, liberalizm ve sonrasında neoliberalizmin teknolojiyi üretim sürecine, hatta toplumsal yaşama dışsal ve bağımsız bir olgu olarak kabul etmesi etkili olmuştur. Neoliberal iktisada göre, şirketler, sermaye ve emek gücü bileşimini çeşitli biçimlerde, yani farklı teknolojik düzeylerde kullanabilirler. Oysa, bu kabulün aksine, teknolojinin çeşitli düzeylerinin kullanılmasından çok, en ileri düzeyinin diğerlerine nazaran üstünlük sağlaması söz konusudur.
Teknolojinin tarafsız ve nötr bir ilerleme süreci olarak tanımlanması da, kapitalist toplumda, kimi uygulamaların ‘teknoloji’yle gerekçelendirilmesini kolaylaştırmıştır. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanan teknolojik yenilikler, kapitalizmin çeşitli uygulama ve rasyonalizasyon süreci, ‘teknoloji’ ile meşrulaştırılmak üzere, ideolojik bir argüman olarak kullanılmıştır.
Benzer bir biçimde, günümüzde de, teknolojik yenilik ve gelişmeler, çalışma yaşamının esnekleştirilmesinde karşı konulmaz teknolojik gelişmenin yansımaları olarak ifade edilmektedir.
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ve Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) Yönetim Kurulu Başkanı Tuğrul Kutadgubilig, esnek çalışmanın gerekçelerini açıklarken, özellikle teknolojik gelişmeleri ve bununla bağlantılı olarak ‘esnek’ üretim sistemlerinin ortaya çıkışını vurgulamaktadır : “Otomasyon yaygınlaşmaya başlamış, bilgisayar kullanımı artmış, esnek üretimin benimsenmesi sonucunda üretim sistemi ve istihdamın alışılagelmiş yapısında önemli ölçüde değişiklikler meydana gelmiştir. Çalışma hayatını düzenleyen yasalar da bu değişimden payına düşeni almış, pek çok ülke mevzuatlarını değiştirme yoluna gitmiştir.”
Yine TİSK görüşünde  şu ifadelere yer verilmektedir: “Kitle haberleşme teknolojisi ve bilgisayar teknolojisinin gelişmesi, işyeri kavramını değiştirmiş, belirli sektörlerde ve belirli nitelikte elemanlar için ev-büro ve işyeri kavramları iç içe geçmiştir.” “İşyerindeki ve iş koşullarındaki değişiklikler klasik, tam zamanlı çalışma ilkesinin yanında çeşitli ve genel olarak ‘esneklik’ olarak adlandırılan yeni çalışma şekillerini ortaya çıkarmıştır. Belirli ve kısmi süreli çalışma, ödünç iş ilişkisi, tele çalışma, esnek süreli çalışma bunlardan bazılarını oluşturmaktadır.”
Önce ve Marangoz’un yaptığı çalışma , küreselleşme ve bilişim teknolojileri alanındaki gelişmelerin işletmelerin esnek çalışma modellerini uygulamasını zorunlu kıldığını ifade ediyor.
Özgener, “Çalışma Hayatında Esnekliğin İşletme Verimliliği Üzerine Etkileri: Karşılaştırmalı Bir Çalışma” başlıklı makalesinde , çalışma hayatında esneklik gereksinimini doğuran temel olguları sıralarken, ilk sırada, ‘küresel rekabet ve hızlı değişen teknoloji’ye yer veriyor. Diğer olgular ise, işsizlik sorunu, katı çalışma mevzuatı, sendikal hareketin doğası, rekabetçi ve dinamik işgücü pazarı olarak sıralanmaktadır. Özgener, çalışma yaşamındaki esnekliğin, yine esas olarak ‘teknolojik’ gelişmelerle ilişkilendirilebilecek ‘bilgi toplumu’na geçiş süreciyle ilgili köklü bir değişimin sonucu olduğunu ifade ediyor.
Daha erken bir çalışmada, M. Ekonomi, esnek çalışma ihtiyacının ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli etkenlerle birlikte teknolojik gelişime vurgu yapıyor: “Yaşanan hızlı teknolojik değişim, arz-talep değişiklikleri ve konjonktürel dalgalanmaların olağan hale geldiği bir ortamda işletmeler, değişime uyum sağlayabilmek ve hatta onu yönlendirmek için artık Fordist üretim yapısının benimsendiği tam zamanlı standart istihdam biçimini terk ederek, Post-Fordist üretim yapısının hakim olduğu esnek istihdam biçimlerini benimseme gereği duymaktadır.”
Kamu-İş Sendikası Uzmanı Eryiğit, “Esnek üretim, esnek organizasyon, esnek çalışma” başlıklı makalesinin  sonuç bölümünde, esnek çalışmanın doğuşu ile teknolojik gelişmeler arasındaki ‘bağlantı’ya işaret ediliyor: “Esnek üretim, esnek organizasyon ve esnek çalışma gibi yeni kavram ve yaklaşımlar bilgi teknolojilerindeki gelişmeler; bilgisayarların üretim süreçlerinde kullanışlı ve elverişli olması, buna bağlı olarak genel amaçlı makinelerin özel amaçlı programlar ile çabuk ve çeşitli mal üretimlerini mümkün kılması, müşteri talep ve tercihlerinin çeşitlenmesi ve sürekli değişmesi, şiddetli rekabet gibi iç ve dış çevresel etkilerin işletmeleri zorlaması sonucu meydana çıkmışlardır.”
Doğan, “21. Yüzyılda Esnek çalışma biçimleri ve toplumların iş hayatına uygulanması” başlıklı makalesinde , esnek çalışmayı, esas olarak teknolojik gelişmelerle bağlantılı olarak ele alınan ‘dijital ekonomi’ ve ‘bilgi toplumu’nun kaçınılmaz sonucu olarak ele almaktadır: “Küreselleşme, mal ve fiyat politikalarının liberalleşmesi, teknolojik gelişmeler bizi dijital ekonomiye doğru götürmüştür. … Gelişen dünyadaki bu çalışma biçimleri [esnek çalışma, y.n.] bilgi toplumunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.”
Uyanık da , yine esnek çalışma ile yeni teknolojiler arasında güçlü bir ilişki kurmaktadır: “Yeni teknolojilerin üretim sürecine uygulanması üretim surecinin esnekleşmesine neden olmuş, teknolojik değişim sonucu değişen rekabet koşullarına uyum sağlama ihtiyacı esnek üretime geçişi beraberinde getirmiştir.”
Gülsever ise, makalesinde  “Bir birikim rejiminden diğerine geçiş çoğunlukla, teknolojik bir gelişme sayesinde gerçekleşen ve emek gücü değerini düşürebilecek yeni bir üretkenlik artışının, gerçek ücretlerin artmasına da izin vermesine ve böylelikle yeni bir tüketim normu oluşturulmasına bağlıdır.” demektedir.

ÜRETİM SÜRECİNDE TEKNOLOJİK YENİLİKLER
Üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin, başka bir ifadeyle üretim araçlarındaki teknolojik yeniliklerin üretim sürecini, işçi-işveren ilişkisini, işçilerin özelliklerini, istihdamın yapısını, biçimini ve çalışma koşullarını etkilediği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak bu etkinin hangi yönde olduğu ve nasıl yaşam bulacağı konusunda hem sonuç hem de yaklaşım bazında ciddi farklılıklar bulunmaktadır.
Elbette üretim sürecinin önemli bir bileşeni olan üretim araçlarındaki değişimin, başta üretim araçlarıyla doğrudan ilişki içindeki işçileri, vasıf, beceri, teknik bilgi düzeyi, üretimdeki yeri gibi konularda etkilemesi olağandır. Tartışma konusu olan, özellikle üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin hangi biçimde yaşama geçirildiği, yine bununla ve makalenin konusuyla bağlantısı içinde, bu değişikliklerin ‘zorunlu olarak’ emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırıp kaldırmayacağı sorunudur.
Öncelikle üretim sürecinde teknolojik yeniliklerden kısaca bahsedilmesinde fayda vardır. 18. yüzyılın sonunda gerçekleşen Sanayi Devrimi’yle birlikte, buharlı makineler üretim sürecinde kullanılmış, manifaktür ve fabrika sistemleri hızla yaygınlaşmıştır. Makineleşme, zanaat ve çok yönlü üretimi, vasıfsız, tek düze ve parçalanmış üretime dönüştürmüştür. Zanaatçı özellikleri taşıyan işçi giderek vasıfsızlaşmış, iş basit parçalara bölünmüş, kadın ve çocuk işçiler kitleler halinde üretim sürecine katılmışlardır.
19. yüzyılın sonunda, makine ile parçalanan üretim süreci, işin organizasyonu açısından ve bir yönetim fonksiyonu olarak, daha da ayrıntılı parçalara bölünmüş ya da bölünme derinleşmiştir. Elbette, burada, Taylor’un üretim organizasyonuna dair önermelerinin kullanılması ile başlayan ‘bilimsel yönetim hareketi önemlidir. Ford otomotiv fabrikasında ilk defa uygulanan bant sistemiyle işin parçalanmasının boyutları daha da üst düzeye çıkmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan sayısal kontrollü (numeric control) makine sistemleri, üretim sürecindeki önemli gelişmelerden birisi olmuştur. (Bunda Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve bu alanda yapılan çalışmaların büyük bir etkisi olduğunu bilinmektedir.) Esas olarak da, 1970’li yıllardan itibaren mikroelektronik, bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin gelişimiyle, çok amaçlı programlanabilir makineler, robotlar ve çeşitli denetim sistemleri üretim sürecindeki yerini almıştır. Ki, günümüzde teknolojik gelişmelerden bahsedildiğinde, esas olarak bilgisayar (ve mikroelektronik) teknolojisinin üretim sürecine dahil edilmesi anlaşılmaktadır. Üretim sürecinde kullanılan yeni teknolojili sistemlere; ileri imalat teknolojisi (AMT), sayısal kontrollü bilgisayarlar (CNC), sayısal kontrollü makineler (NCMT), esnek imalat sistemleri (FMS), bilgisayar destekli imalat (CAM), bilgisayarla tümleşik imalat (CIM), süreç kontrol teknolojisi (PCT), programlanabilir akıllı denetleyiciler (PLC), endüstriyel robotlar örnek gösterilebilir .

TEKNOLOJİ VE KAPİTALİZM
Teknolojik gelişme, hem ürün özelliklerinde yeniliklere, hem de üretim sürecinde teknik gelişmelere yol açar. Elbette teknolojik gelişme ile teknolojik gelişmelerin farklı alanlarda uygulanması birbirine karışabilmekte ve her biri ayrı bir teknolojik ilerleme olarak yorumlanabilmektedir.
Aslında bu ‘karmaşa’ teknolojinin ideolojik işlevleri açısından da gereklidir. Çünkü günümüz kapitalizmi, bilimsel ve teknolojik gelişmelere yapılan vurguyla ‘kapitalist’ değil ‘bilgi’ toplumu ya da kapitalist toplumla sanayi toplumunu bir biçimde eşitleyen ‘sosyoloji’ okulundan yola çıkarak, ‘sanayi sonrası’ (ya da “post kapitalist”, “post endüstriyel”) toplum olarak tanımlanmaktadır .
Dolayısıyla birincisi; teknolojik gelişmelerin bütün bir toplumu kaçınılmaz olarak belli bir yönde (sınıf çatışmalarını ortadan kaldıracak bir biçimde) değiştirdiği ve bu toplumsal değişime uyum sağlamanın zorunlu olduğu, ikincisi; teknolojik değişim de ‘kaçınılmaz olduğu’ndan, günümüz kapitalizminin olası tek seçenek olduğu fikri egemen kılınmak istenmektedir.
Bu ideolojik meşrulaştırma çabasında, günümüz kapitalizminin bazı görüntülerinden yararlanılmakta ve buradan gerçek hayatla ilişkisi kurulmak istenmektedir. Örneğin çeşitli metalardaki yeni özellikler ve teknolojinin uygulanması, metaların özelliğindeki ve bununla bağlantılı olarak günlük alışkanlıklardaki değişim, tüm temel toplumsal ilişkilerde bir değişim olarak sunulmaktadır. Örneğin 3G’li hatta 4G özellikli cep telefonları çıktı ve işçiler buna sahip oldu diye, ne işçi işçi olmaktan çıkmakta, ne de mevcut sınıf ilişkileri değişmektedir. Ancak bu teknolojik ‘reklam’ ve ‘bilgi’ yumağı içinde, internet, sosyal paylaşım siteleri üzerinden iletişim, yüksek özellikli cep telefonları, metrolar, uçakla ulaşım, fabrikalarda yüksek teknolojinin kullanılması gibi örnekler, toplumsal formasyonun temel niteliklerini değiştirmemektedir. Tersine bu teknolojik yenilikler de, kapitalist ilişkilerin bir parçası ve bu ilişkilerin genişletildiği alanlar olarak, yeniden üretilmektedir.
Teknolojik gelişmelerin günümüz toplumunu tek seçenek olarak sunduğu iddiası da, yine açıkça ifade edilmeyen ‘bilinçaltı’ kabullerden birisi haline getirilmektedir. Teknolojik gelişme ve bilimsel araştırmaların sermayenin ihtiyaç duyduğu alanlarda yapılıyor olması, bunun piyasaya kâr amacıyla ve meta biçiminde sunulması, sanki bilimsel gelişme kapitalist toplumun başarısıymış gibi (ya da başka bir toplumsal formasyonda bilimsel gelişme mümkün olamazmış gibi –ki bu, böyle ifade edilmeden) bir algı oluşturulmaktadır. Günümüz dünyasının ‘bilgi toplumu’ gibi teknolojik gelişmeye vurgu yapan bir biçimde tanımlanması, toplumsal yapının teknolojik gelişmelerin otomatik bir sonucu olduğu fikrine dayanmaktadır. Yaratılan ‘teknolojik hegemonya’ içinde, “gelişmelerin kaçınılmaz sonucu da kapitalist toplumdur” fikri işlenmektedir.
Burada ifade edilen, teknolojik gelişmelerin göz ardı edilmesi değil, teknolojik gelişme ile kapitalist üretim biçimi arasındaki karşılıklı ilişkidir. Ancak neoliberal yaklaşımda teknoloji ve toplumun yaşam alanları arasındaki ilişki tek yanlı kuruluyor.
İşte bu tek yanlı teknolojik determinizm, neoliberal politikalara da önemli bir zemin hazırlıyor. Buna göre; tarafsız bir ‘aktör’ olarak teknoloji, sermayenin artık uluslararası hareketini zorunlu kılıyor ve böylece ulusal korumacı politikalar imkansız hale gelmektedir. Aynı yaklaşıma göre, teknolojik gelişmeler, neoliberalizmi ve buna bağlı olarak esnek çalışmayı koşullamaktadır. Oysa teknolojinin günümüz toplumunda ‘tek taraflı’ ve otomatik olarak sermayenin çıkarları doğrultusunda toplumsal yapıyı belirlemesinden söz edilemez.
Ancak böyle yorumlar oldukça yaygındır. Yukarıda ifade edildiği gibi, hem neoliberal politikaların gerekçelendirilmesinde, hem de kapitalist sömürü ilişkilerinin ‘bilgi toplumu’, ‘sanayi sonrası toplum’ gibi tezlerle görünmez kılınmasında kullanılmaktadırlar.
Bu yaklaşımın temelinde teknoloji toplum ilişkisinin mekanist ve determinist bir biçimde kurulması bulunmaktadır. Burjuva toplumbilimcilerin Marxizme mal etmeye çalıştıkları, oysa Marxizmle hiçbir ilişkisi olmayan teknolojik determinizm, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelesini gözardı ettiği gibi, ‘tarafsız’ teknik gelişmeyi tarihin ilerletici gücü sayar.
Bu yaklaşımda; teknolojik ilerlemenin üretici güçler ve onun bileşenlerinden birisi olan üretim araçlarının gelişmesine neden olduğu, böylece üretici güçlerin ve buna bağlı olarak da üretim ilişkilerinin; bütünsel olarak da tüm toplumsal yapının otomatik olarak değişeceği ifade ediliyor. Buna göre, tarihsel değişimin motor gücü, açıkça ifade edilmese de, sınıf mücadelesi yerine teknolojik gelişme oluyor!

TEKNOLOJİ VE SINIF MÜCADELESİ

Teknolojik gelişmelerin üretim sürecine uygulanması, sadece teknik bir olgu değildir. Teknolojik gelişme, aynı zamanda sosyal bir olgudur. Özellikle üretim sürecinde doğrudan bir karşılığı varsa. Bu nedenle, bu tür gelişmelerin sosyal boyutu ve çalışma ilişkilerindeki güçlerin karşılıklı mücadelesi, uygulanma biçimini de etkilemektedir. Teknoloji, üretim süreci ve çalışma yaşamını dışsal olarak etkileyen değil, üretim süreci, çalışma yaşamındaki güç ilişkileri ve sınıf mücadelesi tarafından da etkilenen, yaşam bulması ya da biçimi belirlenen bir olgudur.
Marx, sermaye tarafından, teknolojik gelişmelerin işçi hareketine karşı kullanıldığını, bunun tarihinin yazılabileceğinden bahseder .
Çalışma ilişkilerini ve üretim sürecini köklü bir biçimde etkileyen ve tarihsel olarak kapitalizmin yaygınlaşmasında en önemli faktörlerden birisi olan ‘makine’, teknolojik gelişme açısından ayrıca incelenmeye değerdir.
Makinelerin üretim sürecine girmesiyle, yapılan iş basitleşmiş, üretimin yoğunluğu arttırılmış ve işçi üzerindeki denetim daha da pekiştirilmiştir. Makine, elbette üretim araçlarında önemli bir teknolojik gelişmeye tekabül eder. Ancak, uygulanma zemini, sermayenin işçi sınıfı üzerindeki sömürü koşullarıdır. Marx, makinelerin sermaye haline geldiğinde ortaya çıkan işlevini şöyle anlatır:
“Makineler, sermayenin elinde, belli bir sürede daha fazla emek sızdırmak için sistemli bir şekilde kullanılan nesnel araçlar halini alırlar. Bu iki türlü yapılır: makinenin hızını arttırarak, ve işçiye çalıştıracağı daha fazla makine vererek.”
Makine, aynı zamanda işçiyi denetim aracı olmuş, işçinin hangi hızda ve ne yoğunlukta çalışacağını kapitalist makine aracılığıyla belirlemiştir: “Üretilen miktar aslında makinenin hızına bağlı olduğuna göre, bunları, aşağıdaki koşullara uymak suretiyle en hızlı bir biçimde çalıştırmak, fabrika sahibinin çıkarına olacaktır: makinelerin çabuk yıpranmaktan korunması; üretilen malın kalitesinin korunması; işçinin sürekli olarak göstereceği çabadan daha fazlasını harcamadan hareketi izleyebilecek durumda olması. Fabrika sahibinin çözümlemek zorunda olduğu en önemli sorunlardan birisi, bu nedenle, yukarıdaki koşulları göz önünde bulundurarak makineleri çalıştırabileceği en yüksek hızı bulmaktır.” 
Dolayısıyla, Sanayi Devrimi ile 18. yüzyılın sonunda üretim sürecine giren makineler, çalışma ilişkilerinde ciddi bir dönüşüme yol açmıştır. Makineler, onlarca işçinin yaptığı işin birkaç işçiyle yapılabilmesine olanak sağlamış, işsizliğin artmasında rol oynamıştır. Makineleşmenin sonuçlarına, 19. yüzyılda luddistler, makineleri kırarak yanıt vermişlerdir. Bu, bir bakıma sermayenin teknolojiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasına ‘ilkel’ bir tepkiydi.
Sayısal ve mikroelektronik kontrollü makinelerin üretim sürecindeki etkinliğini 1970’li yıllardan itibaren arttırması, elbette hem üretim süreci, hem de çalışma ilişkilerine dair değişikliklere neden oldu. Ancak, üretim sürecindeki teknolojik gelişmeler, ‘kendi içinde’ ya da ‘kendinde’ bir gelişmenin sonucu değildir. Bu, teknolojik gelişmelerin sermaye birikimiyle çok daha yakından bağlantılı hale geldiği günümüz için geçerlidir. Teknolojik gelişmeler, ekonomik ve sosyal hayat başta olmak üzere, toplumsal yaşamdaki neoliberal dönüşümle yakından ilgilidir.
1973-74 yılındaki kapitalist krizle, sermaye, krizin sorumlusu olarak devletin ekonomiye çeşitli müdahale alanlarını gösterdi. Sosyal devlet uygulamaları, sermayenin hareketini ve yatırım alanlarını bir ölçüde sınırlayan düzenlemeler krizin müsebbibi olarak ilan edildiği gibi, neoliberal politikalarla hızla tasfiye edildiler. Süreç, sermayenin hem kâr oranlarını arttırmak, hem de yeni yatırım alanları açmak amacını taşıyordu.
İşte, bu neoliberal politika bütünlüğü, sermayenin ücretleri baskı altına alan uygulamalarının yanı sıra üretimin örgütlenmesine dair de bazı önlem ve değişiklikleri gündeme getirdi. Taşeronlaşmadan belirli süreli iş sözleşmelerine, iş güvencesinin gevşetilmesinden üretimin mekânsal parçalanmasına, yeni çalışma biçimleri adı altında güvencesizlikten genel olarak esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasına kadar birçok uygulama, neoliberal politika demetinin bileşeni halinde, uygulamaya konuldu. Temel argüman ise, krize yol açan, bireysel özgürlükleri sınırlayan, piyasanın ‘özgür’ işleyişini engelleyen ‘katılıklar’a karşı ‘esneklik’ idi.
‘Üretim sürecindeki teknolojik yenilikler’ konusu, sermayenin işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik bu saldırı dalgası ve bu alandaki ‘başarısı’ göz ardı edilerek anlaşılamaz. Çünkü, teknolojik yeniliklerin uygulanma biçimi, yukarıda kısaca ifade edilen ekonomik ve sosyal koşullarda hayat bulmuştur.

ESNEK ÜRETİM Mİ?
Literatürde, başta bilgisayar entegreli programlanabilir makineler ve robotlar olmak üzere, üretim sürecindeki yeni teknolojiler, yeniden programlanabilme ve farklı özellikte ürünler üretebilme özellikleri nedeniyle, esnek üretim sistemleri olarak da tanımlanmaktadırlar .
Fordizm olarak adlandırılan bant sisteminde kitlesel seri üretime dayanan üretim sisteminin çeşitli biçimlerde parçalanması, 1970’lerde krizle birlikte standart üretimin yerini farklı versiyon ve modelleri içeren (farklı tüketici gruplarının talepleri) üretimin almasında, elbette üretim sürecindeki yeni teknolojilerin önemli bir rolü vardır.
Kitlesel seri üretim sistemindeki başlıca değişiklikler şöyle özetlenebilir: Aynı işyeri içindeki üretim, mekânsal olarak parçalanarak, eskiden tek bir fabrikada yapılan üretimle üretilen bazı parçalar tedarikçi şirketler tarafından farklı işyerlerinde yapılmaya başlandı. Merkezi bir fabrika çevresindeki tedarikçi yan sanayi sistemi, kimi alanlarda öyle boyutlara ulaştı ki, kayıt dışı ve ev içi üretim ağı da bu sistemin doğrudan bileşeni haline geldi.
Bir diğer değişim ise, programlanabilir makineler aracılığıyla, aynı makine ile farklı işlemlerin yapılabilmesi ve farklı özellikteki ürünlerin üretilebilmesidir. Bu da, sermayenin rekabette avantaj sağlamak üzere, ‘ürün yenileme’yi daha yoğun bir biçimde kullanmasına neden olmaktadır. ‘Tüketici talebi’ doğrultusunda olduğu ileri sürerek, esasta tüketici talebini yönlendirerek ve ürün farklılaştırmasını pazarda bir avantaja çevirerek kullanan sermayenin uyguladığı üretim sistemi, esnek üretim sistemi olarak tanımlanmaktadır. Esnek üretim, tasarım çalışmaları sonucu büyük bir sabit sermaye yatırımı yapmadan ve hemen hemen aynı makinelerle ürün farklılaştırma olanağı (ve piyasadaki talebe göre şekillenme iddiasını da içeren biçimde) üzerinden tarif edilmektedir.
Bu tanımlamada, ayrıca ideolojik bir yön olduğu söylenebilir. Üretim sürecinde yeni teknolojiler kullanılmakta, ürün farklılaştırması pazarda önemli bir avantaja dönüşmektedir. Ancak, kabaca aynı makinenin farklı ürünler üretmesi (bu esnek üretimle tanımlansa da), çalışma yaşamında esnekliği zorunlu olacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla esnek üretim kavramlaştırması, baştan sona ideolojiktir ve sermayenin çalışma yaşamına yönelik esnekleştirme projesi içerisinde işlevsellik kazanmaktadır.

ÇALIŞMA YAŞAMINDA NEOLİBERALİZM

Liberalizmin, literatürde temel düsturu devletin ekonomiye müdahale etmemesidir. Piyasa kendi işleyişi içerisinde maksimum refahı sağlayacak, arz talep dengesi ile işsizlik sorunu da çözülecek. Devletin herhangi bir koruyucu müdahalesi piyasanın dengesini bozar. Bu liberal ütopyaya göre, devletin yoksulluğu azaltıcı önlemleri bile, uzun vadede yoksulluğu arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
Tabii, bu dogmatik liberalizm, neresinden tutulsa elde kalacak bir düşünce biçimi olmakla birlikte, 18. yüzyılda feodal devletin bölgeci ve sonrasında merkantilist korumacı yaklaşımına karşı kapitalist ilişkilerin geliştirilmesini öngördüğü için, tarihsel olarak ilerici bir rol oynamıştı. Keza, ilk liberal iktisatçılar da, modern ekonomi politiğin kurucusuydular. Elbette, liberal politikaların işsizlik ve yoksulluğu önlemek bir yana daha da arttırması ve ortaya çıkan krizler, liberalizmin de kendisini reforme etmesine neden oldu. İlk reformasyon, (burjuva literatürde liberalizm karşıtı okul olarak değerlendirilen) Keynesci düzenlemelerdir. Bu, (işçi hareketi ve sosyalizmin baskısı ve diğer ekonomik zorunluluklarla) nispeten liberalizmden uzaklaşan Keynesyen müdahaleciliği bir yana bırakırsak, liberal görüş de, devresel, konjonktürel krizleri kabul etmek durumunda kalmış, işsizliğin de olabileceğini ifade etmiştir.
Böylece 1970’li yıllarda monataristlerle başlayan ve sonrasında çeşitli (anayasal iktisat vb.) akımları bünyesinde toplayan neoliberalizm, yeniden devlet müdahalesine büyük bir karşı çıkışı öğütlerken, toplumun bütün alanlarında piyasanın egemenliğini, eski liberalizmin çıkış dönemindeki ilericiliğinden eser kalmayacak bir biçimde, büyük bir yozlaşmışlık, çürümüşlük ve gericilikle savunmuştur. Fiyat istikrarı adı altında her türlü özelleştirme ve yasal sınırlamalarda mutlak bir esneklik, yine “enflasyonu arttırmayacak düzeyde işsizlik” egemen politika haline gelmiştir.
İşte, çalışma ilişkilerindeki dönüşüm de, bu aynı neoliberal eksende gerçekleşmektedir. Buna göre; işçi ve işveren arasındaki ilişkiye müdahale eden hiçbir kurum (sendika ve devlet kastediliyor) olmamalı. Özgür bireyler olarak işçi ve kapitalist, yine tamamen kendi belirledikleri koşullarda sözleşme yapmalıdır. Böylece işçinin ücreti, toplu sözleşme ve asgari ücrete göre değil işçinin verimine göre belirlenecektir. Kapitalist eğer düşük ücret verirse, işçi işi bırakacak ve kendi verimlilik düzeyine uygun ücret verecek başka bir işi tercih edecek, işçiye düşük ücret veren kapitalistse, yeni bir işçi almak için verimlilik düzeyine göre ücret vermek zorunda kalacaktır.
İşte, neoliberalizmin ideal tablosu budur, ancak gerçek yaşamla hiçbir ilgilisi bulunmamaktadır. Neoliberalizmin önerdiği ‘verimlilik’ temelli performansa göre ücret dayatması ve bireysel sözleşmelerle ücretlerin ve çalışma koşullarının belirlenmesi çabası, hem sendikal örgütlülüğü dağıtmak ve engellemek, hem de ücretleri düşürmek içindir.
Devletin ve sendikaların müdahalesinden bağımsız bir çalışma yaşamı. Bu, iktisadi kuralların politikacılar tarafından değiştirilemeyecek bir biçimde neoliberal ilkeler çerçevesinde anayasallaştırılmasını öngören Anayasal iktisadın çalışma yaşamındaki biçimi olarak da değerlendirilebilir: Kuralsız çalışma yaşamı: ‘Eşit’ bireyler arasındaki ‘özgür’ sözleşmeler!
İşte bu kuralsızlık, çalışma yaşamında işçiyi koruyan ne varsa ortadan kaldırmayı hedefliyor. Sekiz saatlik işgünü, fazla çalışmada fazla mesai ücreti, belirli hafta tatili ve yıllık izinler, işyerinde belirli bir iş tanımı, iş güvencesi, kadrolu ve sendikalı çalışma, belirli bir işyeri vb. tüm haklar ve tanımlamalar ortadan kaldırılmak isteniyor. Çalışma süresinin, günün belirli bir saati başlayıp biten değil, piyasadaki durum ve ihtiyaçları gereği sermayenin başlama ve bitiş saatini belirlediği bir iş zamanı düzenlemesi olarak düzenlenmesi hedefleniyor.
Yine piyasadaki dengesizlikleri gözeten ve işçi sayısını buna göre değiştirebilmeye olanak veren iş güvencesi ve işten çıkarma maliyetinin (mesela kıdem tazminatı) olmadığı sayısal esneklik. Kapitalistin ihtiyacına göre, işçinin yalnızca bir işi değil, birden çok işi yapması, hatta gerektiği dönemlerde başka bir ildeki fabrikada geçici olarak görev yapması. Özel istihdam bürolarıyla işverenin işçiye dair hiçbir sorumluluğun kalmadığı sınırsız bir esneklik. Hatta işsizlik ödeneğinin de ya komik düzeylere düşürüldüğü ya da ortadan kaldırıldığı (yararlanma şartlarının zorlaştırıldığı) bir piyasada, aktif işgücü piyasası politikası adı altında, işsizin sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde ‘parasız’ ve hazır olarak yedeklenmesi.
Sermayenin çalışma ilişkilerindeki temel hakları ortadan kaldıran saldırı dalgası, neoliberal yaklaşım altında tam bir kuralsızlığı öngörmekte, sözde eşit bireyler arasında müthiş bir eşitsizliği, sınırsız bir sömürüyü dayatmaktadır.
Çalışma yaşamındaki esnekliğin birçok boyutundan bahsedilebilir. Mesela çalışma statüleri ve biçimlerinde esneklik, çalışma sürelerinde esneklik, ücretlerde esneklik, mekânsal esneklik vb.
İddiaya göre; teknolojik gelişmeler öyle bir dünya yaratmıştır ki, pazar ve teknolojik gelişme yarışı içinde, üretim süreci ve çalışma yaşamı mutlak olarak esnekleşmelidir. Çalışma süreleri esnek olmazsa, pazar yapısına uyum sağlamazsa, bireysel sermayenin yaşama sansı yoktur. Dereli’ye göre ; toplum ve emek piyasaları üzerinde en önemli etkiyi yaratan faktör ise, teknolojik değişimdir. Küreselleşmenin asıl nedeni, teknolojik değişimin hız ve hacminde yaşanan artıştır. “Kapitalin, malların, bilgi ve tüketim-yaşam biçimlerinin ulusal sınırları serbestçe aşarak evrensel bir benzeşime yol açması anlamını taşıyan ‘küreselleşme’nin baskın sebebi, uluslararası ticaretin artışı, serbest piyasa ve neoliberal politikalar değil, iletişim ve bilişim teknolojilerinde kaydedilen büyük ilerlemelerdir.” Öyle ki, 2008 krizi ve Avrupa’da güncel haliyle devam eden ‘borç’ kriziyle birlikte neoliberalizmi de içeren küreselleşme sürecine uyumun, tüm emekçi sınıflar için zorunlu olduğu ve istikrarının ancak bu biçimde sağlanabileceği ifade edilmektedir.

TELE ÇALIŞMA, EVDEN ÇALIŞMA, UZAKTAN ÇALIŞMA
Teknolojik gelişmelerle esnek çalışma arasındaki ilişkinin en kolay ve dolaysızca kurulduğu konulardan birisi ‘yeni’ çalışma biçimleridir. Esnek çalışma kapsamında değerlendirilen uzaktan çalışma, evden çalışma ve tele çalışma gibi çalışma biçimleri, iletişim teknolojilerindeki gelişmenin sonucu olarak görülmektedir. Evet, teknolojik gelişmelerin emekçinin işyeri dışında çalışmasının olanaklarını arttırdığı ve uzaktan da denetlenmesine izin verdiği doğrudur. Örneğin bir firmanın pazarlama bölümünde çalışan bir emekçinin, cep telefonu üzerinden kaç işyerine gittiği, ne kadar dinlendiği, güzergahı dışına çıkıp çıkmadığı gibi konular yakından denetlenebilmektedir.
Teknolojik gelişmelerin çalışma yaşamında bu gibi değişikliklere yol açtığı doğrudur. Başka ve yaygın bir örnek de, bilişim firmalarında çalışan emekçilerdir. Bilişim firmaları, yeni bir yazılım üretmek üzere çalıştırdığı programcı ve mühendislerin tamamını bir işyerinde istihdam etmez. Yazılımın belirli bir bölümünü yazmakla görevli programcı ya da bir bölümünü yazdığında gelir sağlayacak programcı, kendi evinden ve internet bağlantısıyla yapmakla görevli olduğu programı geliştirebilir. Ve programın kendisi, yapılması zorunluluğu ile emekçinin evinde ve günlük yaşamındaki masrafları da (ulaşım, yemek, işyerindeki diğer ihtiyaçlar vb.) kendisine yıkılarak, başlı başına bir denetim sağlamaktadır. Sermayenin bazı özel alanlarda bu gibi çalışma biçimlerini kullandığı bilinmektedir. IBM’in kendisine bağlı çalışanların önemli bir bölümünü işten çıkardığı ve yazılım geliştiren programcılarla iş ilişkisi yerine ticari sözleşme ilişkisi kurduğu bilinmektedir. Geçmişte IBM’e bağlı çalışan emekçi artık bireysel bir üretici olarak kabul edilmekte, böylece IMB, sigorta ve sosyal güvenlik hakkı başta olmak üzere, emekçilerin çalışma ve sosyal yaşamına dair tüm yükümlülüklerden kurtulmayı amaçlamaktadır. Keza, Bill Gates’in ‘bağımsız profesyoneller’ dediği ve her çeşitten işi üstlenmesi beklenen, iş ve işsizlik arasında dalgalanan bu ‘havuz’un ABD’de 25 milyon emekçiyi kapsadığı ifade edilmektedir . Elbette, bu yöntem, özellikle hizmet sektöründe ve belirli çalışma alanlarında kullanılabilir niteliktedir. Örneğin temizlik işinin uzaktan yapılması ya da tekstil üretiminde emekçinin internet üzerinden çalışması vb. söz konusu değildir.
Yeni teknolojilerle ortaya çıktığı ifade edilen tele çalışma, evden çalışma ve uzaktan çalışma gibi çalışma biçimleri, özünde büyük bir yenilik de değildir. Kapitalizmin doğuşundan itibaren, manifaktür sanayinin yanında, bir de ‘ev sanayisi’ hep olagelmiştir. Sermaye, işin niteliği ve boyutu itibarıyla evlerde yapılabilecek işleri, küçük ölçekli üretim araçlarını evlere yerleştirmek suretiyle ya da bunu da doğrudan emekçiye devrederek, üretimi ev içine kaydırmıştır. Özellikle Ege bölgesinde yaygın olan halıcılık, ülkenin her tarafında evlerde yapılan küçük tekstil işleri (düğme takmadan parça birleştirmeye kadar), Antep’te Şam fıstığının kabuğunun mahalle aralarında kırılması gibi örnekler vardır.
Sadece bununla da sınırlı değildir. Kapitalizm henüz egemen üretim ilişkileri haline gelmeden önce de, köylü, bir yandan toprağını ekerken diğer yandan küçük ‘ev sanayi’ kapsamında küçük ölçekli ve daha çok bireysel tüketimine yönelik ürünler üretiyordu. Ancak iş bölümünün ve kapitalizmin gelişimi, bu ev sanayisinin tüccar sermayesinin kontrol ettiği bir meta üretimi haline gelmesine neden oldu. Sanayi kapitalizminin gelişmesiyle, sermaye, ev sanayinin de ‘yeni’ bir temelde gelişmesini sağlayarak, ev içi üretimi de kendisine bağlamasını bilmiştir.
Artık ev sanayisi, tamamen kapitalist üretim sürecinin bir parçası, işyerinde yapılacak işlerin bir kısmının evlere dağıtıldığı, böylece işyerinde işçi çalıştırmanın masraflarının ve yasal sınırlamalarının ortadan kaldırıldığı bir alan haline gelmiştir. Dolayısıyla bugün teknolojik gelişmenin insanlığa büyük bir özgürlük alanı olarak sunduğu ‘evden’, ‘tele’ ve ‘dışarıdan’ çalışma, yeni teknolojik denetleme olanakları bir yana, kapitalizmin doğuşundan bugüne çeşitli biçimlerde varlığını sürdürmektedir.
Ancak sermaye, tam da yeni olanakları kullanarak, hem bu çalışma biçimlerini sanki emekçilere armağan ettiği serbestlik-özgürlük alanı olarak sunmakta, hem de üretim maliyetini azaltarak elde ettiği kârı arttırmak istemektedir.
Elbette bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle, özellikle bilgisayar üzerinden yapılan işlerde uzaktan çalışmanın imkanları artmıştır. Ancak kapitalist üretim yalnızca emek gücünün sermayeye biçimsel bir bağımlılığını (sözleşme ile) içermez. Aynı zamanda emekçi üzerinde bizzat kapitalist denetim mekanizmaları da işler. İşin rasyonalizasyonu, işin kapitalist tarafından ve kapitalist yöntemlerle denetlenmesini gerektirir. Örneğin bir İngiliz Hava Yolu şirketi, bilet rezervasyon, kesim işlemleri ve faturaların hazırlanmasını Hindistan’daki taşeron bir şirkete devretmiştir. Bu şirket, bütün iş, bilgisayar ve internet ağı üzerinden kotarılmasına rağmen, emekçileri evden çalıştırmak yerine, bir arada bulundurmayı tercih etmiştir. Çünkü kapitalist rasyonalizasyon, emekçinin kapitalistçe denetlenmesini gerektirir. Emekçinin evden çalışması, iş üzerinden (parça başı sistemdeki gibi) denetlenmesini sağlasa da, tek başına bu yeterli olmayabilmektedir.
İşin kendisinin kapitalist denetimin aracı haline getirilmesi de oldukça önemlidir. Kapitalizmin ilk evrelerinde, fabrikada işçiler doğrudan (ustabaşılar vb.) gözetim yoluyla denetlenirken, yeni denetim biçimleri de gelişmiştir. Elbette iş ve makine her zaman kapitalist denetimin önemli bir aracı olmuştur. Ancak yeni çalışma biçimleri denilen ‘evden’, ‘tele’ ve ‘dışarıdan’ çalışmada, işin kendisi, emekçi üzerinde müthiş bir denetleme ve baskı aracı haline gelmektedir. Emekçi belirli bir işi belirli bir sürede yapmak zorundadır. Ve belki bu işi yapması için, (örneğin yazılımda çözülemeyen bir sorun nedeniyle) günlerce, çalışma saati sınırı olmadan (hatta uyumadan), çalışması gerekebilir. Bu durum, sermaye açısından, yazılımcı emekçileri bir araya getirip onları 8 saatlik işgünü içinde çalıştırmaktan çok daha kârlı olacaktır. İşte bu iki durum arasında, kapitalist, doğrudan denetimle, emek gücü maliyetlerini ortadan kaldırarak emekçiye yıkma arasında bir denge sağlamaya çalışmaktadır ki, burada yapılan işin özgünlüğü de belirleyici olmaktadır. Ancak şurası kesindir ki, yeni olduğu iddia edilen çalışma biçimlerinin ‘teknolojik biçimler’ dışında bir yeniliğinden bahsedilemez.

ÇALIŞMA SÜRELERİNDE ESNEKLİK
Çalışma sürelerinde esneklik, yıllık, aylık, haftalık ve günlük çalışma sürelerindeki, işçi sınıfı mücadelesiyle kazanılmış sınırlandırılmalarının kaldırılmasıdır. 8 saatlik belirli işgünü, gün içerisinde dinlenme araları, belirli hafta tatili ve yıllık izin gibi diğer çalışma ve dinlenme sürelerinin belirsizleştirilmesi, tamamen sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde kuralsızlaştırılmasıdır.
Örneğin Ford Otosan’da çalışan işçiler, resmi tatillerde çalıştırıldığında, daha sonra üretimin azaldığı bir dönemde izne çıkarılmak üzere, fazla mesai ücreti almamaktadır. Tüketimin azaldığı bir dönemde üretimi de düşürmek üzere, çalıştırılmayıp (borçlandırılarak) pazarın canlandığı süreçlerde, bunun karşılığında, ek bir ücret almadan fazla mesai yapmaktadırlar. Çalışma gününde fazla çalıştırılarak, bu fazla sürelerin toplanıp karşılığında üretimin azaldığı dönemlerde ‘izin’ verilmektedir.
Evet, pazar dalgalı olabilir. Tüketici eğilimleri değişebilir ve belli bir ürünün üretim planında değişiklik olur ya da ürün modifiye edilerek, başka bir biçimde piyasaya sürülebilir. Bu değişikliklerin emekçinin çalışma saatleri ve ücretlerini belirlemesi, neden mutlak bir zorunluluk olsun? Örneğin işçi sınıfı mücadelesinin yüksek olduğu, sınıf sendikalarının etkisinin hissedildiği bir dönemde, sermayenin işçiye “Şu gün git bugün gel”, “Bugün 4 saat fazla çalış, yarın 4 saat geç gel” gibi çalışma yaşamını kendi kâr hesapları doğrultusunda ve emekçilerin temel haklarını ve yaşam düzenlerini bozacak biçimde değiştirmesi, bu kadar kolay olmazdı.
Dolayısıyla sermaye, çalışma süreleri ve genel olarak çalışma yaşamındaki esnekleştirmede, gücünü, esas olarak, sınıf mücadelesindeki dönemsel gücü ve konumundan, başka bir deyişle sendikaların ve işçi hareketinin gerileyişinden ve ideolojik hegemonyasından almaktadır. Sermayenin bu egemenliği ve sınıfın bu egemenlik karşısında daha önceki kazanımlarının ortadan kaldırılıyor oluşu, teknolojik gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu gibi anlatılmaktadır ki, bu tamamen sermayenin saldırıları karşısında ideolojik bir meşrulaştırma sürecidir.
Teknolojik gelişmelerin çalışma yaşamına uygulanmasında belirleyici etken, sınıf mücadelesinin düzeyi ve güncel durumudur, güç ilişkileridir. Eğer işçi sınıfı, sermayenin hamleleri karşısında kendi içinde birlik sağlayamaz ve güçlü bir direnç öremezse, sermayenin devasa ideolojik aygıtlarının de etkisiyle, teknolojinin uygulanışı hatta gelişim biçimi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda olur. Örneğin mikroelektronik teknolojinin gelişmesi, yazılımlarla yönlendirilen makineler, üretim tekniği ve emeğin verimliliğindeki devasa gelişmeler daha az çalışarak da aynı üretimin yapılabilmesini sağladığından, çalışma saatlerinin düşürülmesi gibi bir rol de oynayabilir, esnekleştirilmesine de olanak sağlayabilir. İşte, burada, teknolojinin nasıl kullanılacağını belirleyen, sınıf mücadelesinin ta kendisidir. Ancak kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde genel eğilim, bu olanakların sermayenin çıkarları yönünde kullanılmasıdır.

ÜRETİMİN PARÇALANMASI YA DA MEKANSAL ESNEKLİK
Coğrafi esneklik, üretimin dışsallaştırılması, uzaklaştırma stratejileri, mekânsal esneklik gibi kavramlar da kullanılmaktadır. En doğru ifade, uzaklaştırma stratejileri olarak kabul edilebilir. Çünkü, söz konusu olan sermayenin, emekçilerin mücadelesini ve elbette kâr oranlarını gözeterek uyguladığı bir stratejidir. Ve böyle bir eğilimden bahsedilebilir. Ancak bu parçalanma biçimsel bir parçalanmadır ve üretim güçlerinin devasa toplumsallaşmasının geldiği aşamanın bir sonucudur. Çünkü üretim, ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, bu gelişmelerle birlikte sermayenin daha çok kâr arayışıyla üretim sürecinde yaptığı değişikler, geçmişte daha toplu olan üretim birimlerinde bir ölçüde dağılmaya neden olmuştur. Ancak bu dağılma, tarihin başa sarıp, giderek birbirinin parçası ve bağlantılı hale gelen üretim sürecinin yeninden dağılması anlamına gelmiyor.
Örneğin akstan koltuklara, plastik malzemelerden metal gövdesine, elektronik teçhizatından bütün bunların montajına kadar, tüm işlemlerin bir arada yapıldığı bir otomotiv fabrikası, şimdi yarı mamul maddeleri kendi üretim biriminde üretmeyip dışarıdan temin etme yoluna gidebilmektedir. Bu da, geniş bir yan sanayi ağı yaratmaktadır.
Üretim sürecindeki bu bölünme ve üretimin mekânsal olarak dağıtılması, teknolojik ilerlemenin kaçınılmaz sonucu değildir. Elbette ulaşım ve üretim teknolojisinin geldiği aşamada, Gebze’de üretilen bir parçasının Kocaeli Gölcük’teki Ford Otosan fabrikasına gelmesi çok daha kolaydır. Bu, birinci faktör.
Diğer yandan üretim sürecinin parçalanması ya da coğrafi esneklik, sermaye açısından tek bir üretim merkezinde ve güçlü bir işçi hareketiyle karşı karşıya kalan sermayenin bu hareket karşısında aldığı bir önlem ve savunma mekanizmasıdır. ABD’deki fabrikalarında işçilerin mücadelesi ve örgütlülüğü nedeniyle Ford yönetimin fabrikayı işçi hareketinin daha az geliştiği bölgelere taşıdığı, ayrıca üretimin bazı bölümlerini ana işletmeden ayırdığı bilinmektedir. Sermaye, böylece, üretimin bir kısmını mekânsal olarak dağıtarak ve buralardaki sendikasız işgücüyle işçi hareketinin baskısından kurtulmak istemektedir.
Bir üçüncü faktör de, yine diğerleriyle bağlantılı olarak, doğrudan yarı mamul maddelerin daha ucuza üretiliyor hale gelmesi, ulaşım maliyetinin de düşmesidir. Üretimin bir kısmının mekânsal olarak kaydırılması ve yan sanayi işletmelerine devredilmesi, buralardaki ucuz işgücü ve ölümcül rekabet düşünüldüğünde, yarı mamul madde fiyatları düşürülmektedir. Sendikasız, hatta bazı durumlarda sigortasız çalıştırılan yan sanayi işçilerinin emeği, hem yan sanayideki patronların büyümesine, hem de ana fabrikada elde edilen artı-değerin yükselmesine neden olmaktadır.
Üretimin mekânsal dağılımının başka bir boyutu da işletme ölçeğinin küçülmesidir. Tek bir üretim biriminden yan sanayilere dağıtılan işler, elbette toplamda üretim ağını büyütmekle birlikte, tek tek işletmelerin ölçeğini küçültmektedir. Buradan yola çıkarak, küçük ölçekli işletmelerde yasal olarak iş güvenliğinin dışında kalmasından işçi sağlığı önlemlerindeki muafiyete, işletmelerin denetlenmesinin ‘zorluklar’ından sosyal güvencesiz ve kuralsız çalışmaya kadar, Organize Sanayi Bölgeleri ve genel olarak çalışma yaşamındaki enformelleşme ve esnekleşmeyi teknolojik nedenlere bağlamanın anlamsızlığı da ortadır. Burada, sermayenin hem üretim sürecine hem de çalışma yaşamına yönelik bir stratejik saldırısı vardır, sermaye bu saldırı dalgasıyla, önündeki tüm düzenleyici engelleri aşarak ve bunları yeniden üreterek, çalışma yaşamındaki kazanılmış hakları ortadan kaldırmak istemektedir. Ve bunu bugüne kadar büyük ölçüde başarmıştır.
Dolayısıyla üretimin mekânsal olarak parçalanması, teknolojik gelişimin kaçınılmaz bir sonucu değil, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırı ve artı-değer oranını yükseltme çabasında teknolojik olanaklardan yararlanmasıdır.
Bölümün başında ifade edildiği gibi, üretimin mekânsal parçalanması daha yüksek bir teknik temelde ve daha büyük bir işbölümüyle gerçekleşmektedir. Bu süreçte üretimin toplumsallığı daha yüksek bir düzeyde sağlanmaktadır. Çünkü üretim mekânsal olarak parçalansa da, sadece otomobil fabrikasıyla yan sanayisi arasında değil, bunu da kapsamak üzere, (Türkiye’de üretim yapan bir montaj fabrikasının Çin’deki yarı mamul malzeme üreten fabrika ile ilişkisi) dünya ölçüsünde üretim birimleri birbirine bağlanmış durumdadır. Bir uluslararası tekel, belirli bir ülkenin sınırlarının ötesinde, dünyanın büyük bir bölümünde, hem üretim hem de pazar ağına egemen durumdadır. Üretimin ve dağıtımın boyutları, üretimin toplumsallaşma düzeyi ve iç bağıntısı, bir sektörün başka bir sektörle, yine bir sektördeki işçilerin diğer bir sektördeki işçilerle toplumsal ve içsel bağlantısı tarihte görülmemiş düzeyde ileri boyutlardadır.
Ayrıca üretimin mekânsal parçalanması, yeni toplulaşma eğilimleri ve olguları da ortaya çıkarmıştır. Örneğin Organize Sanayi Bölgeleri ve Serbest Bölgeler, mekânsal dağılımda yan sanayi olarak tarif edilen işletmelerin bir araya toplanmasını sağlamaktadır. Yan sanayinin mantığı gereği, düşük ücret ve ağır çalışma koşulları bireysel fabrikanın derdi olmaktan çıkmakta, sanayi havzalarının ortak özelliği haline gelmekte, işletmenin boyutlarını aşan, dolayısıyla bireysel patronun da sınırlarını aşarak, bir bütün olarak sermaye sınıfına yönelecek bir sınıf hareketinin temellerini de geliştirmektedir. Antep’te farklı fabrikalardan işçilerin ortak taleplerle ve bölgedeki tüm patronlara karşı yaptıkları eylem ve direniş bu açıdan önemli bir örnek olarak görülebilir.

TAŞERONLAŞTIRMA, GEÇİCİ ÇALIŞMA
İşçi sınıfının birliği ve hareketi, sermayenin engellemeye çalıştığı en ciddi ‘tehlike’ye işaret etmektedir: İşçi sınıfı hareketinin birleşme ve güçlenme eğilimi. “Üretimin mekânsal parçalanması” ve bunun salt teknolojik nedenlere indirgenmesi, çalışma yaşamındaki sınıfsal yeniden yapılandırmanın da teknolojik determinizmle açıklanmasını kolaylaştırmaktadır.
TİSK, teknolojik gelişmelerin taşeronlaştırmayı zorunlu kıldığını savunmaktadır:
“Özellikle teknolojide yaşanan gelişmeler sonucu birçok işin yapılması çok daha teknik çalışmayı gerektirmiş ve her işletmenin her konuda uzmanlaşmasının mümkün olmaması nedeniyle, uzmanlık gerektiren işlerin başka işletmeler tarafından yapılması gerekliliği ortaya çıkmıştır.”
Mekansal parçalanmanın sınıfsal niteliğinden bahsettik. Ancak teknolojik nedenlerle açıklanan bir mekânsal parçalanmada bile örneğin taşeronlaştırmaya yer yoktur. Oysa, işin alt işverenlere devredilmesi ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşması, esas olarak üretim sürecindeki teknolojik değişimler ve mekânsal parçalanmaya dayandırılmaktadır. Ancak ana fabrikadaki işin bir kısmının yan sanayiye devredilmesi ya da aynı işletme içinde başka bir taşeron şirket eliyle yürütülmesi bir zorunluluk değildir. Teknoloji, böyle bir gelişmeye teknik bir altyapı sağlayabilir. Ancak, üretim sürecinde “taşeronlaşma olacak” diye bir toplumsal kural yarattığı iddia edilemez. TİSK’in yukarıdaki görüşünde bunun zorunlu olduğu ifade ediliyor. Elbette, sermaye açısından böyle bir ‘zorunluluk’ ve eğilimden bahsedilebilir. Bu, kapitalizmde düşen kâr oranları cenderesinde sermayenin artı-değeri arttırma ve rekabetin gereğini yapma zorunluluğu olarak da tanımlanabilir. Önemli olan, bunun, bir sermaye stratejisi ve ihtiyacı olduğunun görülmesidir. Ve sınıf mücadelesinin dayatması, işyeri içindeki farklı statülerin kaldırılmasını sağlayabilir. Hiçbir teknolojik gelişme de bunu imkansız kılmaz.
Taşeronlaştırmanın ilk evrelerinde, özellikle yazılı hukukta (İş Kanunu, 2003, Madde 2), taşeronlaştırmanın, asıl işin dışında ve teknolojik olarak uzmanlık gerektiren işlerde olabileceği belirtilmekle birlikte, bu, başlangıç ve meşrulaştırma aşamasıdır. Taşeronlaştırma uygulamalarında, teknolojik bir uzmanlık veya gerekirlik aranmamakta, en basit ve vasıfsız işlerde bile taşeronlaştırmaya gidilmektedir. Çünkü taşeronlaştırma, üretim maliyetlerinin ve esas olarak emek-gücünün ücret ve sosyal haklarının, örgütlülük düzeyi ve gücünün düşürülmesini hedeflemektedir. Tarafsız bir teknolojik gelişmenin sonucu değildir, tersine teknolojik gelişmelerle ‘tamamen’ bağlantısız sermaye saldırılarından birisidir.
TİSK’in çalışmasında, taşeronlaştırmanın asıl hedefi şöyle ifade edilmektedir:
“Hizmet sektörü ile ilgili işlerin başka firmalardan satın alınması, işletmeler açısından hem maliyet düşürmekte hem çok sayıda işçi çalıştırılmasının dezavantajları olan idari ve bürokratik işlemleri de ortadan kaldırmaktadır. Örneğin işyerinin temizliğinin bir temizlik firmasına verilmesi ya da yemek çıkarma işinin bir yemek şirketine verilmesi gibi.”
İşin taşeronlara dağıtılması, hele aynı iş yerinde başka bir taşeron şirket eliyle yürütülmesi, özel bir teknik gelişmişliği gerektirmemektedir. 19. yüzyılda da sermaye, taşeron çalışmayı yaygınlaştırma eğilimine girmiş, ancak işçi sınıfı mücadelesi sermayenin bu saldırısını bertaraf edebilmeyi başarmıştır. Dolayısıyla, bugün de aynı imkanlara sahip olmakla birlikte, taşeronlaştırma saldırısına karşı herhangi bir aşılmaz ‘teknolojik’ engel bulunmamaktadır.

‘FONKSİYONEL’ ESNEKLİK
Sermaye kendi kavramsallaştırmalarını önce toplumsal bilimlere, sonra da günlük yaşama dayatırken (elbette bu mutlak bir sıralama değildir), mevcut olguları da özenle çarpıtmaktadır. Örneğin programlanabilir makineler ve işyerindeki teknik gelişmelerin, emekçinin birden fazla işi aynı anda yapabilmesine de olanak sağladığı ifade edilmektedir. Evet, emekçi, birden fazla işi teknik gelişmenin sağladığı olanaklarla yapabilir. Hatta geçmişte bir işçi üretim birimindeki 1 makineyle ilgiliyken, 10 makinenin üretiminden de sorumlu tutulabilir.
Tam da bu olgu, üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin, işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve çalışma sürelerinin kısaltılması yerine, koşulların daha da ağırlaştırılması ve daha yoğun bir sömürü için kullanıldığını göstermektedir. İşçinin işyerlerindeki iş yükünün artışı da, literatürde, ‘fonksiyonel esneklik’ olarak adlandırılmakta, işçilerin birden fazla işi yapabilmesinin bir vasıflılaşma süreci olduğu ifade edilmektedir.
‘Fonksiyonel esneklik’in sadece patronlara değil işçilere de fayda sağladığı, çünkü vasıfları artan işçinin iş üzerindeki hakimiyetini arttırdığı, patronların da işçiye bağımlılığının arttığı vb. iddia edilmektedir. Oysa, patronların işçiye daha fazla iş yaptırmak, iş yükünü ve yoğunluğunu artırmak, işletme deyimiyle verimliliği arttırmak için aldığı önlemlerin işçiye fayda sağladığını söylemek abesle iştigaldir.
İşçinin aynı işi değil farklı işleri yaptığı, böylece iş yoğunluğundan öte, iş çeşitliliğinin arttığı söylenebilir. İş çeşitliliğinin de arttığı kabul edilebilir. Ancak, işin çeşitliliği artarken yoğunluğu da artmaktadır ki, bu çeşitlilik vasıfsız işlerin toplamı olan bir çeşitliliktir.
Vasıfsız işlerin toplamı vasıflı bir iş yapmaz. Ya da bir işçi daha fazla vasıfsız iş yapınca, üretim sürecine yabancılaşma sorunu çözülmez. Vasıfsızlık ya da vasıflılık tartışması, burjuva literatürde, işçinin işe yabancılaşması sorunuyla birlikte ele alınır. Bu yaklaşımda, birincisi yabancılaşma sorunu tek başına yapılan işe indirgeniyor. İkincisi, yapılan işin, örneğin bilgisayar kullanılması üzerinden vasıflılaştığı iddia ediliyor.
Birincisinden başlayalım. Kapitalist üretim ilişkileri içerisinde emekçinin ürettiği ürüne yabancılaşması, tek başına, yapılan işin somut içeriği (yani somut emekle) ilgili değildir. İşçinin ürüne yabancılaşmasının ana nedeni, aslında kendi emeği ve yine emekçilerin birikmiş emeği (makine, bina, hammadde vb.) ile üretilen bir ürün, fabrikadaki işlem bitip meta haline geldiğinde, tamamen kendine yabancı, mesela yaşadığı semtin çarşısında bir mağazada gördüğü bir ticari mal haline geliyor. Çünkü, emekçinin emeği üründe somutlaşırken, ürün meta haline gelerek emekçiden bağımsız bir öğe dönüşüyor. Böylece emekçinin somut emeği ve ortaya çıkan ürün, artık kapitalist meta üretimi içerisinde, tıpkı diğer metalar gibi emekçinin dışında ve ondan bağımsız hale geliyor.
Dolayısıyla emekçinin ürettiği ürüne yabancılaşması, ürünün meta haline gelmesi, yani ürüne sermaye tarafından el konulması ve artı-değeri gerçekleştirmek üzere piyasada değişime sokulmasıyla ilgilidir. Metalaşmaysa, başlı başına sermayenin üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olması ve bunun vasıtasıyla üretilen ürüne (dolayısıyla artı-değere) el koymasıyla ilgilidir.
Bu nedenle, yabancılaşma, esas olarak kapitalist üretim ilişkileriyle ilgilidir ve bu ilişki biçimi değişmeden da ortadan kaldırılamaz. Yabancılaşma, elbette sadece ürünün meta haline gelerek emekçiden bağımsızlaşması değil, bu nesnel zemin üzerinde, aslında insanlar arasındaki toplumsal ilişkinin metalar arasındaki ilişkiye indirgenmesidir. Marx’ın Kapital’in birinci cildinde  üzerinde durduğu meta fetişizmi, burada tartıştığımız yabancılaşmayla ilgilidir. Makalenin esas konusu açısından böylece özetlemek yeterlidir.
Yabancılaşmanın ikinci yönü ise, emekçinin üretim sürecinin bütününden koparılıp küçük bir bölümüne hapsedilmesidir. Kapitalist ilişkilerin başlangıç aşamalarında elbirliği ile yapılan üretimde ya da henüz zanaatçılığın etkilerinin sürdüğü bir aşamada, işçi üretimin tamamı ya da büyük bir bölümünün bilgisine sahipti. Örneğin bir saatçi, saatin en küçük parçasından gövdesine kadar bütünü montajı, birleştirilmesi gibi ince işleri tek başına yapmaktaydı. Günümüzde ise, emekçiler üretimin yalnızca küçük ve vasıf gerektirmeyen bir bölümünü yapmaktadır.
Dolayısıyla işçiler, çok becerili değil, olsa olsa çok görevli olmuşlardır. Üretimde, hattın farklı noktalarında görev alabilmeleri, işin aşırı standartlaşmasıyla ilgilidir. Örneğin, “Toyota’da bir işçinin günde 6 millik bir yol katederek, 8 dakika 26 saniyelik bir sürede 35 farklı işi başarabilmesi, ancak bu işlerden her türlü maharetin arındırılarak basitleştirilmesiyle, rutinleştirilmesiyle mümkündür. Yoksa, Fordizme özgü aşırı uzmanlaşmanın aksine, emeğin giderek nitelik kazanmasının sonucu değil.”
Bant sisteminde de, işçi, üretimin yalnızca kendi bulunduğu alandaki küçük bir kısmıyla ilgilidir. Örneğin gelen metal parçasına başka bir parçayı kaynakla birleştirmek. Ya da belirli bölgelerdeki vidaları sıkmak. Şimdi bu işe, bant üzerinde bir önceki arkadaşının yaptığı işi kontrol (kalite kontrol), eksik yaptıysa onu tamamlama, boş kaldığı zamanlarda makinenin bakımını yapma, hatta işi bittikten sonra çevresinin temizliğini yapma işleri eklendi diye, işçinin üretim sürecinin tamamının bilgisine sahip olduğu düşünülemez. Tersine, zihinsel emek ile maddi kol emeği tamamen birbirinden ayrılmışlardır. Sadece işlevsel olarak değil, mekânsal olarak da ayrılmıştır. Nike fabrikasının üretim, satış, tanıtım ve reklamcılık bölümünde çalışan 8000 kişi, üretimin yapıldığı Asya’ya belki hayatında hiç gitmemiştir. Asıl üretimi yapan 75 bin fason emekçinin de Asya dışına çıkmış olması, daha düşük bir olasılıktır .
Günümüzde kafa emeği (mühendislik, yöneticilik vb.) ve kol emeği (kaynakçı, montajcı, kalite kontrol vb.) bu kadar bölünmüşken, üretimin tamamının bilgisine sahip olmak mümkün değil denilebilir. Oysa, burada bahsedilen müthiş bir mühendislik yeteneği değil, işçinin üretim süreci hakkında, işleyişi, tasarımı ve hatta yönetimsel işlemler hakkında bilgi sahibi olmasıdır. Elbette bu, ‘fonksiyonel esneklik’ savunucularının ‘verimlilik’ hesaplarının ötesinde ve kapitalist üretim ilişkilerinin kaldıramayacağı bir gelişme düzeyidir. Ki, bu, sosyalist üretim ilişkileri koşullarında kafa emeği ile kol emeğinin birbirine yaklaşması (çelişkinin giderek yumuşaması ve komünizmde ortadan kalkması) anlamına gelir.
Bu açıdan, örneğin işçi, makinesine ilişkin bilgileri ya da ürünün durumuyla ilgili verileri bilgisayar üzerinden merkezi sisteme iletiyor ve burada herhangi bir kullanıcının 2-3 saat içinde öğrenebileceği bir iş yapıyor diye, vasıfsız iş yapıyor olmaktan çıkmıyor. Bilgisayarı kullanabilmek, evet, 200 sene öncesine göre, bir teknolojik ve teknik bilgi temeli gerektirir. Ama günümüzde vasıf düzeyini tanımlamak için bilgisayar kullanımı (kullanıcısı olma) bir anlam ifade etmemektedir. Vasıflılık, günümüz teknolojik düzeyi ve işçinin üretimdeki konumuyla ilgilidir ki, burada işçinin konumunda, vasıflılık açısından köklü bir değişimden bahsetmek mümkün değildir. Tersine, bu teknolojik uygulamalar, işçinin ve işin daha sıkı bir denetimi için kullanılmaktadır. Örneğin General Motors’a ait Saturn Corperation’da, 1200 veri noktası her altı sanayide bir denetlenmekte ve sonuçlar denetmenlere iletilmektedir .

SONUÇ

Günümüzde teknolojik gelişmeler, büyük oranda kapitalist meta üretiminin bir parçası haline gelmiş, bilimsel bilginin üretiminden teknolojik sonuç ve uygulamalara kadar sermaye birikiminin organik bir bileşeni olmuştur. Bu nedenle, dışsal bir teknoloji-kapitalizm ilişkisi (öncesinde de söz konusu olmadığı gibi) mümkün değildir.
Üretim süreci, teknolojik gelişmelerden en çok etkilenen alanlardan birisidir. Bilgisayarın ve mikroelektronik teknolojilerin üretim sürecine dahil edilmesi, elbette emek sürecinde ve çalışma yaşamında da etkili olmaktadır. Ancak bu etki, örneğin daha az emekle, yani çalışma süreleri kısaltılarak daha fazla ürün elde etmeye olanak sağlasa da, sermaye tarafından, daha yoğunlaştırılmış ve hak gasplarına dayalı çalışma koşulları yönünde değerlendirilmektedir. Dolayısıyla teknolojik gelişmelerin uygulanması, sınıflar arasındaki ilişkilerden bağımsız değildir. Onun hangi sınıfın lehine ve hangi biçimlerde yaşama geçeceği, toplumsal ilişkilerin niteliğine ve güç dengelerine göre değişmektedir.
Günümüzde, son 30-35 yıllık sermayenin neoliberal program ve uygulamaları, işçi sınıfının saldırılar karşısında gerekli karşı koyuşu gösterememesi, teknolojik gelişmelerin sermayenin çıkarları doğrultusunda daha hızlı bir biçimde uygulanmasına neden olmuştur. Örneğin ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, işyerinin mekânsal parçalanmasını kolaylaştırmış, işçi sınıfının büyük kitleler halinde aynı işyerinde toplulaşmasına karşı bir ölçüde önlem alınmıştır. Ya da işçi hareketinin güçlendiği bölgedeki işyeri, emek gücünün daha ucuz olduğu bölgeye taşınmıştır. Ancak bu da; on binlerce işçinin, ayrı işletmeler biçiminde olsa da, ortak sanayi bölgelerinde toplulaşmasına, işçi direnişlerinin dünyanın en ücra köşelerine bile yayılmasına neden olmuştur.
Keza makinelerdeki gelişim, ürün çeşitliliğini artırmış, reklam ve çeşitli yöntemlerle (bu konuda da teknoloji önemlidir) tüketicinin yönlendirilmesi sağlanmıştır. Ancak bütün bu teknolojik gelişmeler ve bunların sermaye lehine kullanımı; çalışma koşullarındaki ağırlaşma ve esnek çalışmanın emekçilerin kaderi haline geldiğini göstermez. Bu, hem kapitalist üretim ilişkilerinin tek alternatif olmadığı, hem de kapitalizm koşullarında emekçilerin birlik ve mücadelesinin önemi açısından mümkün değildir.
Çünkü, çalışma süresinin esnekleştirilmesi, evden çalışma, çağrı üzerine çalışma, tele çalışma, fonksiyonel esneklik, taşeronlaştırma, kısa süreli çalışma, part-time, belirli süreli iş sözleşmeleri vb. çalışma biçim ve koşulları, sınıf mücadelesinin birebir konusudur. Esneklik uygulamaları, emekçilerin mücadeleleriyle sınırlanabilir, çeşitli yasal düzenlemelerle bir ölçüde güvenceye alınabilir. Dolayısıyla esnek çalışmayı ‘esnek üretim’ modeli tanımlamasıyla, sanki teknolojik gelişimin ‘kaçınılmaz’ sonucu olarak değerlendirmek tam bir çarpıtmadır.
Nasıl ki, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ortalarında emekçiler mücadelelerle sermayenin sınırsız sömürüsüne karşı bazı sınırlamalar getirmeyi başarıp bazı hakları elde ettilerse, esnek çalışma düzenlemelerinin de uygulanmasını engelleyebilirler. Esnek çalışma, 19. yüzyıldaki vahşi ve dizginsiz sömürünün günümüze uyarlanmış biçimidir. Emekçiler, esnek çalışmanın ‘eski’ biçimlerine karşı mücadele edip onları bir ölçüde kaldırdıkları gibi, bugün de, benzer ve geçmişteki eksiklikleri de aşan bir mücadeleyle esnek çalışma dayatmalarını çöpe atabilirler. Elbette, sermayenin saldırılarına ve hak gasplarına karşı mücadelede ‘teknolojik’ bir engel bulunmadığı gibi, emekçilerin gerçek kurtuluşu da, kapitalist üretim ilişkilerinin kökten yıkılıp yerine sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasını zorunlu kılmaktadır.

İstihdamda yaşanan dönüşümün stratejik adımları

Türkiye’de sermaye birikiminin önündeki engelleri aşmak, emek sömürüsünü sürekli arttırarak kâr alanlarını daha da genişletmek için özellikle çalışma yaşamında bugüne kadar çok sayıda adım atıldı. “Reform” ya da “müjde” olarak gündeme getirilen ve sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü pekiştiren bütün yasal düzenlemelerin getirdiği olumsuzlukların sonuçları çeşitli yönleriyle ortaya çıkmaya başladı.
4857 Sayılı İş Yasası’nın çıkarılmasından bu yana sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları, yasal düzenlemeler ve fiili saldırılarla ellerinden alınmaya başlanmıştı. 4857 Sayılı İş Yasası’nın yürürlüğe girmesinin ardından, esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri istikrarlı bir şekilde arttı ve yaygınlaştı.
İş yasasının sağladığı kolaylıklarla geçtiğimiz on yıl içinde artan sömürü oranlarına paralel olarak, ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, yapısal bir sorun haline gelen işsizlikten beslenip, sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün mutlak ve nispi olarak artmasını sağlarken; patronlar, işsizlik baskısının da etkisiyle, işçiler üzerinde daha baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçirdiler. Bütün bunların sonucunda kâr oranlarının istenilen oranda artışını engelleyen ve sermaye birikiminin istikrarını tehdit ettiği iddia edilen tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmeyi kolaylaştırmak adına daha somut adımlar atılmaya başlandı.
Özellikle son 10 yıl içinde istihdamda yaşanan dönüşümle birlikte işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu, genelde esnek çalışma olarak ifade edilen, kısmi süreli çalışma, ödünç işçilik, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, tele çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaştı. Aynı dönem içinde hızla artan taşeronlaştırma uygulamaları nedeniyle, sendikaların örgütlenme alanı giderek daralırken, istihdam teşviklerinin de etkisiyle, daha düşük ücretle, kayıt dışı ve esnek çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için kadın ve genç işçilerin toplam istihdam içindeki payları artırıldı.
İşgücü maliyetini düşürmek amacıyla uygulanan esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, çalışma saatleri son on yıl içinde fiilen artarken, fazla çalışılan süreler için mesai ücreti ödenmemeye başlandı. Özellikle örgütsüz işçilerin büyük bölümü, sigortasız olarak, düşük ücretle ve günde ortalama 10–12 saat çalışmak zorunda kaldılar.
Türkiye’de istihdamın yapısı geçtiğimiz yıllar içinde temelden değişirken, gerek kamu ve özel sektör istihdamında sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda kapsamlı dönüşümler yaşandı. Kamu ve özel sektör çalışma ilişkilerinde kuralsızlaştırma ve emeğin aşırı sömürülmesini öngören düzenlemeler birbirine paralel olarak ve pek çok noktada iç içe geçirilerek gündeme getirildi ve çoğu zaman fiilen uygulanmaya başlandı. Özellikle 2008 Krizi sonrasında yaşanan gelişmeler, sermayeyi ve onun sözcüsü olan hükümeti, istihdamın esnekleşmesi ve özellikle geçici istihdam uygulamalarının yaygınlaşması konusunda yeni adımlar atmaya yöneltti. Bu dönemde “Toplum yararına çalışma”  adı altında hayata geçirilen geçici süreli istihdam uygulamaları istihdam politikaları içinde önemli bir yer tutmaya başladı.
AKP Hükümeti, bir taraftan istihdamda yaşanan yapısal sorunların çözüleceği ve işsizliğin azaltılacağı iddiasıyla “Ulusal İstihdam Stratejisi” hazırlayıp, önceden belirlediği hedeflere doğru adım adım ilerlerken, diğer taraftan sendikal yasalarda köklü değişiklikler yaparak, kıdem tazminatı başta olmak üzere, temel işçi haklarına açıkça göz dikerek, hedeflerine ulaşmak için pazarlık gücünü artırmaya çalışıyor. Bu konuda en büyük kozu, sendikal barajlar ve örgütlenme konusunda yeni bir şey getirmeyen “Toplu İş İlişkileri” yasası oldu. Toplu İş İlişkileri” yasasının yasalaşmaması nedeniyle yetki başvuruları sonuçsuz kalan sendikalar iyice köşeye sıkıştırılırken, 500 bin civarında sendikalı işçinin toplusözleşme yapması bizzat hükümet tarafından fiilen engellenmiş durumda.
AKP’nin istihdam stratejisinin temelinde “en az maliyet”, “verimlilik” “kârlılık” vb. ilkeler yer alırken, “daha az kişi ile daha çok iş yapmak” doğrultusunda düzenlemeler yapılmak istendiği artık hükümet temsilcileri tarafından da dile getiriliyor. Esnek ve güvencesiz çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması ile işçilerin hali hazırda yaptığı iş dışında, başka ve değişik işlerde çalıştırılabilmesi ve işçilerin iş yükü ve çalışma yoğunluğu hızla artırılması belirlenen hedefler arasında.
Son dönemde hükümet tarafından gündeme getirilen bütün düzenlemeler, Ulusal İstihdam Stratejisi çerçevesinde oluşturulan ve Şubat 2012’de son hali verilen “eylem planı”nın somut bir parçası olarak oluşturuldu. İşsizlik oranlarını düşük göstermek için esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkilerinin (kiralık işçilik) kurulması, kıdem tazminatlarını fona devreden bir sistemin oluşturulması, son teşvik paketi ile ilk adımı atılan bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesi, sendikal barajlar ve sendikal örgütlenmenin önündeki engeller vb gibi çok sayıda sorun ile birlikte istihdamda yaşanan kapsamlı dönüşümün stratejik adımları hızlı bir şekilde atılmaya başlandı.

İSTİHDAM STRATEJİSİNİN İLK ADIMI: 4. TEŞVİK PAKETİ
2002 yılında iktidara gelen AKP, 2003, 2006 ve 2009 yıllarında üç kez sermayeye doğrudan desek amaçlı teşvik paketi açıklamıştır. Son olarak açıklanan 4. teşvik paketi ile iller sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyine göre 6 ayrı bölgede sınıflandırılmıştır. En fazla teşvik verilecek 6. Bölge illeri Ağrı, Ardahan, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Iğdır, Kars, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak, Van olarak belirlenmiştir. Bu kapsamlı paketin krizin olası etkilerine karşı bir önlem olarak gündeme getirildiği düşünüldüğünde, bugüne kadar kararlılıkla sürdürülen emek düşmanı politikaların önümüzdeki dönemde yapılacak diğer düzenlemelerle daha artacağını söylemek mümkündür.
Bugüne kadar açıklanan ve tamamı sermayenin isteklerini içeren teşvik paketleri, hazırlanan istihdam stratejileri, Türkiye’yi hem üretim yapısı hem de istihdam biçimi bakımından Çin’e benzetmeyi hedeflemektedir. Bugüne kadar bu yöndeki yasal düzenlemelerden işçilerin payına düşen, günde en az 10-12 saat düşük ücretle ve hiçbir sosyal güvence olmadan çalışmak olmuştur. Başbakan’ın, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ağızlarından düşürmedikleri “bölgesel asgari ücret” bölge illerinde fiilen uygulanmaktadır ve yine fiilen mevcut çalışma yasaları bile yok sayılmaktadır.
6. Bölge’de yatırım yapan, SSK işveren ve işçi payından, gelir vergisi stopajından kurtulacaktır. Gelir vergisi, sosyal güvenlik primi olmadığı gibi, kurumlar vergisi bile yüzde 90 indirimli hale getirilmiştir. Bölgede patronlar istihdam yarattığı ölçüde çalıştırdıkları işçilere sadece asgari ücret ödeyecektir. Ancak ödenecek ücretin asgari ücretin yarısı kadar bile olmayacağı bilinmektedir. Bugün fiilen hayata geçirilen bölgesel asgari ücret uygulamasının  önümüzdeki dönemde, Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) çerçevesinde yapılacak olan yasal değişikliklerle yasal bir içerik kazanmasının ilk adımları atılmıştır. Diğer adımlar, özel istihdam bürolarının faaliyet alanlarının genişlemesi, kiralık işçilik düzenlemesinin yaygınlaşması ve UİS’te belirtilen diğer hedeflerin adım adım hayata geçirilmesidir.

ÖZEL İSTİHDAM BÜROLARI VE KİRALIK İŞÇİLİK
Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ile gündeme getirilen işçi kiralama şirketleri ya da “modern amele pazarı” olarak da adlandırılan Özel İstihdam Büroları ile ilgili olarak gerekli altyapı çalışmalarının tamamlanmasıyla uygulama aşamasına geçilecektir. Özel istihdam bürolarının kurulması, istihdam aracılık faaliyetlerinin kamunun tekelinden çıkarılarak “serbestleşmesi” olarak ifade edilmektedir.
İstihdam gibi önemli bir konunun kamunun yetkisinde olmasındaki temel amaç, işsizlerin en zor zamanlarında işçi simsarlarının eline düşerek işsizlik durumunun istismar edilmesinin önlenmesidir. İşsizliğin yoğun olduğu ülkelerde ve ekonomilerde, zaman içinde işsizlerin içinde bulundukları durumdan faydalanan ve bu durum üzerinden kazanç sağlamak isteyen kişi ve kurumlar ortaya çıkmıştır . Diğer yandan çalışma hakkının bir insan hakkı olarak kabul edildiği ve öteden beri sembolik de olsa anayasalarda yer aldığı dikkate alındığında, istihdam aracılık hizmetleri özellikle “refah devleti” döneminde kâr amacı güden özel kişilere bırakılmak istenmemiştir. Bu nedenle istihdam hizmetinin bir kamu hizmeti olarak algılanıp kamu tekelinde sürdürülmesi kapitalizmin refah devleti döneminin bir gereği olarak ortaya çıkmış ve uygulanmıştır.
Türkiye’de 1475 sayılı daha önceki İş Kanunun 83. ve 84. maddelerine göre “işe aracılık etme, bir kamu görevi olarak devletçe ve ücretsiz olarak yapılır” ifadesi yer almıştır. Bu görev de, kamu adına, 1946 tarihli ve 4837 sayılı Kanunla kurulan İş ve İşçi Bulma Kurumu’na verilmiştir. 85. maddeye göre, işçilere iş ve işlere işçi bulmak için kazanç amacıyla olsun ya da olmasın faaliyet gösterilmesi, çalışılması veya büro açılması yasaklanmıştır. Çalışma ilişkileri açısından patronların kendi ihtiyacı için doğrudan doğruya işçi temin etmesi ya da bu yolda çalışması ya da bir kimsenin kendisine iş temini için bizzat faaliyet göstermesi yasaklanmış değildir. Burada yasak olan, bu yolda komisyon karşılığı aracılık (simsarlık) yapılması ve bunun üzerinden kazanç elde edilmesidir.
ILO’ya göre özel istihdam büroları, özel hukukun koruması altında ve belirli bir sözleşme çerçevesinde, bir ücret ya da komisyon karşılığında işgücü piyasasında iş arayanlarla, işgücü arayanlar arasında aracılık hizmeti sağlayan, ağırlıklı olarak kâr amacıyla çalışan kuruluşlardır. Özel istihdam bürolarının faaliyetleri arasında, işsizlerin iş bulmalarına yardımcı olmak ve çalışmakta olanları geleceğin iş koşullarına hazırlamaya yönelik eğitim programları da yer almaktadır .
4857 Sayılı İş Kanunu ve 4904 Sayılı Türkiye İş Kurumu Kanunu istihdam aracılık hizmetinde kamu tekeli kaldırılmak istenmiştir. Yapılan düzenleme ile kamu istihdam kurumu yanında özel istihdam bürolarına da izin verileceği ve bu iki kurumsal yapının birbirini tamamlayıcı bir şeklide çalışacağı öngörülmüştür. Ancak bu iki kurumsal yapılanmanın ne derece birbirini tamamlayarak çalışacağı, işgücünün bu yapı içerisinde nasıl bir konuma sahip olacağı belli değildir.
Özel istihdam bürolarının, bugün İŞKUR’un yaptığı gibi işçi ile işvereni bir araya getirip işçiye iş, işverene de işçi bulma işlevinin dışında, bu görevine ek olarak “işverenlere kiralık işçi verme” işini yapması ve bunun karşılığında patronlardan komisyon alması öngörülmektedir. Üstelik özel istihdam bürolarının iş, işyeri ya da sektör kısıtlaması olmaksızın istedikleri gibi işçi kiralamakla yetkili olması istenmektedir. 5-10 metrekarelik bürolarda takım elbiseli işçi simsarlarının işçileri, “modern ücretli köleler” olarak patronlara kiralaması istihdamın yapısında büyük alt oluşlar yaşanmasını gündeme gelecektir.
Özel istihdam büroları, tıpkı taşeron şirketler gibi, yüzlerce işçiyi kendi bünyesine alıp fabrikalara kiraya verebilecektir. İşçileri çalışmak üzere gönderdiği fabrikalardan “belge karşılığı” para alacak ve bunun bir kısmını, muhtemelen en fazla asgari ücret kadarını, işçilere ödeyerek geri kalanını kendisi alacaktır. İşçiler fabrikalarda çalışıyor olsa bile, işyerlerinin çalıştıkları fabrika değil, kayıtlı oldukları özel istihdam büroları olacak olması beraberinde çok sayıda sorun getirecektir. İşçilerin sigortaları yatmaz, ücretlerini alamazlarsa şikayet edecekleri, haklarını arayacakları yer yine özel istihdam büroları olacaktır. Eğer alabilirlerse ihbar ve kıdem tazminatlarını çalıştıkları işyerinden değil, kayıtlı oldukları özel istihdam bürolarından alabileceklerdir.
Özel istihdam bürosuna bağlı olarak bir fabrika ya da işyerinde çalışan işçiler sendikalaşmak isterlerse, bugün olduğu gibi fabrikada çalışan işçi sayısına göre değil, özel istihdam bürosunun kiraladığı toplam işçi sayısına göre örgütlenmek zorunda kalacak olmaları başka bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Uzunca bir süredir hem özel, hem de kamu istihdamında taşeronlaştırma hızla yaygınlaştığı bilinmektedir. Belediyeler, hastane ve okullar başta olmak üzere kamunun bütün alanlarında çeşitli işler için “geçici işçi” çalıştırma uygulaması sürdürülmektedir. İşçilerle değil, taşeron şirketlerle “dışarıdan hizmet satın alma” şeklinde sözleşmeler yapılması, kiralık işçilik uygulaması ile bu durumun daha da yaygınlaşması tehlikesini beraberinde getirmektedir.
Özel istihdam büroları, tıpkı bugünün taşeron şirketleri gibi oluşturulacaktır. Ancak, mevcut mevzuatta taşeron işçilere karşı asıl işveren de hukuken taşeronla birlikte sorumlu kabul edilmektedir. Bu sorunu aşmak için özel istihdam büroları üzerinden kiralanan işçilere karşı asıl işverenin en küçük bir sorumluluğu olmayacağını tahmin etmek zor değildir. Hatta denilebilir ki, özel istihdam büroları üzerinden kiralık işçilik sisteme geçilmesi durumunda, taşeron şirket bünyesinde çalışanlar bile, kendilerini özel istihdam bürosuna bağlı olarak “kiralanan” işçilerden daha “şanslı” sayabilecektir.
Kiralık işçi sayısı toplam işçi sayısının belli bir yüzdesi kadar olacak ve bu durum işyerinde çalışan diğer işçiler için her fırsatta bir tehdit aracı olarak kullanılabilecektir. İşçilerin, “bir gün bizde kiralık işçi olabiliriz” korkusu ile çalışıp, her an işten çıkarılma baskısı ile çalışacak olmaları, onların gerek haklarını aramaları, gerekse bunun için örgütlenmelerini büyük ölçüde engelleyebilecektir. İşyerinde “asıl işçi” “kiralık işçi” gibi ayrımların ortaya çıkması, bugün bir benzeri kadrolu-sözleşmeli-taşeron vb gibi farklı istihdam edilen işçilerde olduğu gibi, işçiler arasında rekabeti arttıracak, bunun sonucunda patronların işçilerin tüm yaşamını denetim altına alma ve işçilerin ortak taleplerle birleşmelerini engelleme olanakları genişleyecektir.

HEDEF KİTLE: GENÇLER VE KADINLAR
İstihdamda yaşanan dönüşüm sürecinin temel hedefinin gençler ve kadın işgücü olduğu bugüne kadar hayata geçirilen yasal düzenlemelerle açıkça görmek mümkündür. Örneğin 6111 sayılı Torba yasa ile getirilen istihdam teşvikleri genç erkek ve kadın işçilerin daha fazla istihdam edilmesi için patronlara ciddi kolaylıklar tanımıştır. Düzenlemeye göre, 31 Aralık 2015 tarihine kadar ilk defa işe alınacak her bir sigortalı için, özel sektör işverenine sigorta primi desteği getirilmiştir. Buna göre, 31 Aralık 2015’e kadar işe alınan sigortalının, sigorta primlerinin işverene ait tutarı, işe alındıktan sonra belirli sürelerle İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanmaya başlanmış, sigorta prim desteği süresinin, Bakanlar Kurulu’nca 2020 yılına kadar uzatılabilmesi sağlanmıştır.
6111 sayılı torba yasa ile yasalaşan düzenleme ile 18 yaşından büyük kadınları ve 18–29 yaş arası erkekleri istihdam edenlerin sigorta primlerinin işveren hisselerine ait tutarının belli bir kısmı, işe alındıkları tarihten itibaren İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır. Böylece bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da işsizlere ödenmesi gereken Fon gelirleri patronlara “istihdam teşviki” adı altında aktarılmaya başlanmıştır. Patronlar bir taraftan prim desteğinden yararlanabilmek için 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarmak için çeşitli yollar denerken, 29 yaş altında olanları daha fazla istihdam ederek prim desteğinden yararlanmaya çalışmaktadır. İlk bakışta “istihdamı teşvik” gibi algılanabilecek bu uygulama sonucunda 30 yaş ve üzeri çalışan işçilerin işe alınması ve istihdamı, önceki döneme göre çok daha da zor hale gelmiştir.
İstihdamda yaşanan değişiklikler, patronlar için önemli bir maliyet unsuru olan işgücünün fiyatını düşürmeyi hedeflemektedir. Özellikle, çalışma ilişkilerinin büyük bölümünde “esneklik” kavramının önem kazanması, çalışma biçimlerinin ve sürelerinin esnekleştirilerek, başta işgücünün fiyatının düşürülmesi olmak üzere, çeşitli düzeylerde sosyal hak kayıplarını gündeme getirmektedir.
AKP’nin “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde kadınların ve gençlerin istihdamının arttırılmasına yönelik olarak ileri sürülen önerilerin en somut anlamı, işgücüne katılımın düşüklüğü ve işsizlik sorunu nedeniyle kadınları ve gençleri tam zamanlı değil, kısmi zamanlı ve geçici olarak istihdam etmektir. Böylece ücret, sigorta ve sosyal haklar bakımından tam zamanlı çalışanlardan daha sınırlı haklar söz konusu olacağından, yıllardır sermayenin çözmeye çalıştığı patronların üzerindeki “istihdam yükü” azaltılabilecektir. TÜİK’in son verilerine göre kadınların istihdama katılım oranının yüzde 26’lardan yüzde 30’lara çıkmış olması, işçilerin parasıyla yapılan istihdam teşvik politikalarının sonuç verdiğinin görülmesi açısından önemlidir.
OECD ve ILO, geçtiğimiz yıl Paris’te gerçekleştirilen G-20 Çalışma ve İstihdam Bakanları Toplantısı için hazırlanan “Gençlere Daha İyi Bir Başlangıç Fırsatı Vermek” başlıklı belgede, çalışma yasalarının, gençlere yönelik iş olanaklarının sayısını ve niteliğini etkilediği vurgulanmıştır. OECD ve ILO’ya göre, belirsiz süreli sözleşmelerle istihdam edilenler bakımından işten çıkarma mevzuatının katılığı ve yüksek kıdem tazminatı ödemeleri gençlerin bu tür sözleşmelerle istihdam edilmelerine engel oluşturmaktadır .
TİSK, gençlerin daha fazla oranda geçici işlerde istihdam edilmesi gerektiğini belirterek; “gençlere daha fazla istihdam imkanı yaratılabilmesi için özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam sistemine imkan tanınması, belirli süreli sözleşmelerin akdedilmesine ilişkin sınırlamaların kaldırılması, gençler bakımından deneme süresinin daha uzun uygulanması ve başta kıdem tazminatı olmak üzere belirsiz süreli sözleşmelerle çalışanların işten çıkarılması halinde ödenen tazminatların azaltılması gerekmektedir”  tespitini yaparak, özel istihdam bürolarının kurulmasının bu “sorunu” büyük ölçüde çözeceğini iddia etmektedir.
Hükümetin ve patron örgütlerinin, her fırsatta Türkiye’de istihdamın çok katı olduğuna ilişkin tespitler yaptığı hatırlanacaktır. Nitekim OECD İstihdamın Katılığı Endeksi’ne göre, Türkiye, G-20 ülkeleri arasında en katı mevzuata sahip olarak gösterilmiştir. Bütün raporlarına sermayenin çıkarları açısından bakan OECD’ye göre, üye ülkeler içinde en katı istihdam uygulamaları sırasıyla Türkiye, Meksika, İspanya ve Endonezya’da görülmektedir. İşçi haklarını koruyan mevzuatın en zayıf olduğu ülkeler ise sırasıyla ABD, Kanada, İngiltere ve Güney Afrika’dır. Söz konusu endeks, bireysel ve toplu işten çıkarmalarla, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam sözleşmelerine ilişkin sınırlamalar dikkate alınarak oluşturulmaktadır. OECD’ye göre Türkiye’de, diğer G-20 ülkelerine kıyasla daha katı bir mevzuatın olması, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılmasının önünde büyük bir engel olarak değerlendirilmekte ve bu durumun gençlerin kayıt dışı istihdamını arttırdığını iddia edilmektedir .
OECD, bugüne kadar istihdam ile ilgili olarak yayınladığı bütün raporlarında yer alan tespit ekonomik faaliyetleri kayıt altına almanın işgücü maliyetlerini düşürmek ve çalışma yaşamında esneklik uygulamalarını artırmakla mümkün olduğunu iddia etmiştir. Bunun için de yeni ve esnek iş sözleşmesi, daha düşük maliyetli kıdem tazminatı rejimi, geçici ve özel istihdam büroları aracılığıyla kısmi süreli istihdamın yasallaşması, daha düşük asgari ücretlerin varlığının gerekli olduğu belirtilmektedir. OECD’nin krizle boğuşan Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya’ya ilişkin benzer istihdam politikası önerilerini ileri sürmesi ayrıca dikkat çekicidir.

YASAL DEĞİŞİKLİKLER ÜZERİNDEN ŞANTAJ
2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu yerine hazırlanan Toplu İş İlişkileri Yasası’nın hala yasalaşmamış olması üzerinden 1000’e yakın işyerinde 500 bin civarında işçinin toplusözleşme hakkının fiilen gasp edilmesi, hükümetin bu durumu, bugüne kadar bir pazarlık ve şantaj malzemesi olarak kullandığını göstermiştir. AKP hükümeti bir taraftan istihdamın yapısını kökten değiştirmek için “stratejik” adımlar atarken, zaten zayıf olan örgütlü işgücünü daha da zayıflatmak için sendikaları ve bir bütün olarak sendikal hareketi, yasal mevzuat üzerinden “yeni döneme” uygun olarak yeniden biçimlendirmek istemektedir.
İstihdamda yaşanan kapsamlı dönüşüme paralel olarak sendikal yasalarda yapılan ve öz itibariyle sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmayan değişikliklerin asıl hedefi, mümkün olduğunca işbirliğine açık, çatışmadan uzak ve uzlaşmacı sendikaların önünü açmaktır. Nitekim Meclis açıldığında yasalaşacağı açıklanan Toplu İş İlişkileri yasası ile ilgili olarak Türk-İş ve Hak-İş ile büyük ölçüde uzlaşmaya varılmış, DİSK’in önerileri dikkate bile alınmamıştır. Toplu İş İlişkileri Yasası ile dönem dönem az çok mücadeleci tutumlar gösterebilen sendikaların işyeri, işletme ve işkolu üzerinden sürdürülen “baraj tehdidi” ile kıskaca alınması ve büyük ölçüde etkisizleştirilmesi hedeflenmektedir.
İşçilerin sendikal hak ve özgürlüklerinin alanı yasal düzenlemelerle daraltıldıkça, sermaye güçlerinin “stratejik hedefleri”ne ulaşmasının önündeki engellerin aşılması kolaylaşmaktadır. Bu nedenle AKP hükümeti, sendikaların yapısı, işleyişi ve sendikal mücadelenin gelişim seyri ile ilgili yasal düzenlemeler yaparken, iddia edildiği gibi sendikal örgütlenmeyi kolaylaştıran değil, aksine zorlaştıran, sendikaların işçi sınıfının mücadele örgütleri olarak gerçek gücünü kullanmasını engelleyecek düzenlemeler yapmaya çalışmaktadır. İşin dikkat çekici tarafı, bu konuda kendisine bağlı sendikaların da olumsuz etkileneceği Türk İş ve Hak İş gibi konfederasyonların geleneksel “işbirlikçi” tutumlarını sürdürmekte ısrarcı olmalarıdır.
İşçi sınıfının başta kıdem tazminatının fona devredilmesi girişimleri olmak üzere, mevcut kazanılmış haklarını tasfiyeye yönelik olarak yapılan yasal hazırlıklar, istihdamda yaratılmak istenen dönüşümle birlikte değerlendirildiğinde, işçi hareketi ve sendikaların geleceği açısından çok ciddi tehditler içermektedir. Ancak bütün bu somut gerçeklere rağmen, özellikle kendisini mücadeleci olarak tanımlayan sendikaların, burada bahsi geçen tehditleri doğru ve kitlesel bir şekilde püskürtecek bir mücadele hattına yönelmemiş olmaları, hatta bu gelişmeler ile ilgili bütünlüklü bir mücadele stratejisi oluşturmamaları, büyük bir çelişkidir. Sorun, yazılı açıklama yapmakla ya da dönemsel kampanyalar düzenlemek gibi “yasak savıcı” eylemler yapmakla aşılamayacak kadar büyük ve tehlikelidir.
Bugüne kadar sermayenin çıkarlarına paralel çok sayıda yasal düzenleme yapılmış, çeşitli politika önerileri geliştirilmiş, bunların önemli bir kısmı tüm itirazlara rağmen yavaş ancak kararlı bir şekilde hayata geçirilmiştir. Ulusal İstihdam Stratejisi’nin alt başlıkları olarak gündeme gelen düzenlemelerin büyük bölümü, işçi sınıfı için daha esnek, daha kuralsız, daha korunmasız ve güvencesiz çalışma biçimlerinin artması ve yaygınlaşması anlamına gelmektedir. İstihdam yapısı, çalışma koşulları ve sendikal yasaların tamamen sermayenin güncel ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda düzenlenmesi, işçi sınıfının yaşadığı sefalet koşullarını daha da ağırlaştırmaktan ve sendikaları mevcut işbirlikçi yapılarıyla bile hedef haline getirmekten başka bir işlevi olmayacağını söylemek mümkündür.

SONSÖZ
Bugüne kadar sermaye tarafından tek tek ve birbirinden bağımsızmış gibi yansıtılan konu başlıklarının birbiriyle somut bağlantılarını görmek, işçi ve emekçilerin elinde kalan son hakların tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik yeni saldırı stratejisine karşı, sendikaların nasıl bir mücadele yürütmesi gerektiğini belirlemesi açısından önemlidir.
Son yıllarda istihdamın çok yönlü olarak esnekleşmesi, kuralsızlaşmanın ve güvencesizliğin hızla artması, bir taraftan işçi sınıfını sefalet koşullarında çalışma ve yaşamaya iterken, diğer taraftan sendikaların örgütlenme ve mücadele alanlarını potansiyel olarak arttırmıştır. Sendikal yasalarda yapılan değişikliklerde baraj uygulamasının ve sendikal bürokrasiyi güçlendiren mekanizmaların varlığını sürdürmesi, bahsi geçen saldırılara karşı durabilecek sendikaların, sermaye karşısındaki gücü ve etkisini zayıflatan bir rol oynamaktadır.
Kapitalist sistemde istihdama yönelik herhangi bir değişiklikten söz edildiğinde, bir taraftan sömürüyü arttırıcı düzenlemeler gündeme getirilirken, diğer taraftan işçilerin örgütlenmesini ve mücadelesini zayıflatacak adımların atılması elbette şaşırtıcı değildir. Bu nedenle bugüne kadar yaşanan ve yaşanacak köklü değişikliklerin sadece istihdamın yapısı açısından değil, işçi sınıfının örgütlenmesi ve sendikal mücadelesinin geleceği açısından da önemli bir tehdit olarak algılanması gerektiği açıktır.
Sınıf hareketinin sermaye karşısında parçalı, örgütsüz ve dağınık olduğu koşullarda, sermaye güçlerinin bu kadar saldırgan olması şaşırtıcı değildir. Öncesi bir tarafa, sadece son kez yapılan ve yapılması düşünülen yasal değişiklikler bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, iddia edildiği gibi işsizliğin azaltılması amacıyla yeni istihdam alanları yaratması, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesi mümkün olmayacağı gibi, işçi sınıfının mevcut sınırlı haklarına bile tahammül edemediği açıkça görülmektedir.
İşçileri istihdam yapısı üzerinden bölen ve karşı karşıya getiren, sendikal örgütlenmeyi zorlaştıran, sendikaları etkisizleştiren ve sınıf mücadelesindeki güç ilişkilerini sermaye lehine mutlak bir şekilde değiştirmeyi hedefleyen yasal ve fiili uygulamalara karşı başarılı bir mücadele yürütmek için, bugüne kadar sendikalar cephesinde görülen “bekle, gör ve tepki göster” tutumunun derhal terk edilmesi gerektiği açıktır.
Önümüzdeki dönemde işçi ve emekçilerin haklarına geçmişte göre daha “organize” saldırıların yaşanacağını görmek için kahin olmaya gerek yoktur. Öte yandan sendikaların mevcut yapısı, temsil ettikleri kesimleri ortak talepler etrafında birleştirme ve örgütlü bir güç olarak patronların karşısına dikme görevini yerine getirmesi noktasında hala ciddi zayıflıklar söz konusudur. Emekçilerin birleşme ve mücadele örgütü olan sendikaların, en temel işlevi olan emekçileri ortak hedefler doğrultusunda birleştirme görevini yerine getirmedikleri sürece sermayenin stratejik hedeflerine ulaşmasının engellenmesi mümkün değildir.
Yıllardır çeşitli biçimlerde işçi ve emekçiler arasında yaratılan parçalanma ve rekabet tehdidi, işçi sınıfının farklı kesimlerini ortak talepler ve sınıf çıkarları etrafında birleşmeyi kolaylaştıran sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Sermayenin istihdam stratejisine ve onun çeşitli türden uzantılarına karşı sendikaların mücadele stratejisi, bugüne kadar olduğu gibi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru oluşturulduğu zaman, hem saldırılara karşı güçlü bir direnç göstermek mümkün olacak, hem de sendikal hareket bu tehdidi kendisini yenilemek için kullanabilecektir.
Sendikaların önüne, örgütlenme faaliyetlerinde engel olarak çıkan toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeler aynı zamanda onlara, kendilerini yenilemeleri ve yeniden güçlenmeleri için yeni fırsatlar sunmaktadır. Karşılaşılan fırsatların doğru değerlendirilmesi ise, her şeyden önce, bu fırsatları doğru ele alan bir mücadele stratejisine sahip olmak ve belirlenen stratejik hedefler doğrultusunda sağa sola yalpalamadan doğru hareket etmekle mümkündür.
Gücünüz varsa ve bu gücü kendi sınıf çıkarlarınız için kullanabiliyorsanız taleplerinizi gerçekleştirme olasılığınız her zaman vardır. Ancak bu tespit, sadece işçi sınıfı açısından değil, aynı zamanda sermaye sınıfı açısından da geçerlidir. Bugün dışarıdan bakıldığında kendilerini güçlü görenler, kitlesel gücünü somut talepler etrafında örgütleyerek harekete geçirmediği sürece, ne haklı olmanın ne de doğru şeyleri söylemenin hiç kimseye somut bir faydası olmayacaktır.

Sunu ve İçindekiler 234

Özgürlük Dünyası Ekim 2012 Sayısı (234) Çıktı!

İÇİNDEKİLER


Antep bombası ve siyasi fay hattı

Y. Yılmaz Karataş

Dine karşı savaş kumarı mı yoksa sınıfın örgütlenmesi ve eğitilmesi mi?
Ömer Erciyesoğlu

Eğitimde demogoji ve gerçekler
Rıza Zeyrek

Kürt ulusal hareketinde sübjektivist eğilimler üzerine
Ahmet Cengiz

İrasyonalizm-modernlik-postmodernlik
Hans Heinz Holz

Rusya ekonomisi virajı aldı mı?
C. Erman

SUNU

Önce Balyoz Davası sonuçlandı ve karar açıklandı. Özel Yetkili Mahkeme, ezici çoğunluğu muvazzaf ve emekli subay olan 325 kişiye ceza kesti, 69 kişi içinse yakalama kararı çıkardı.

Nereden nereye! Tutuklu yargılanıp ağırlaştırılmış müebbet ceza alıp indirimle yirmi yıl ve altı cezalara çarptırılanlar arasında orgenerallerden başlayarak generaller, albaylar var. Kuvvet ve ordu komutanlıkları yapmış olanlar var. Zamanında astıkları astık kestikleri kestik olanlar, hep son sözü söylemeye alışanlar şimdi hapisteler, yargılandılar ve yıllar sürecek cezalar aldılar.

Dava darbe ve darbecilikten açılmış, “soruşturma” buradan yürütülmüştü. Yapmaz değillerdi, tersine hep yapageldikleri işti darbe ve darbecilik. Üstelik darbenin koşullarını hazırlayıp olgunlaştırmak için, Marmara yolcu gemisini de batırmışlardı, sonradan adı AKM olan İstanbul Kültür Sarayı’nı da yakmışlardı. Tabii cami de bombalayabilirlerdi.. Kendi jetlerini düşürüp Yunanistan’la savaş ortamı da yaratabilirlerdi.. 200 bin kişiyi tutuklamaları işten bile değildi; 12 Mart ve hele 12 Eylül’de kaç kişiyi tutuklamışlardı. Akla gelebilecek her türlü melaneti yapabilirlerdi.

Ama dava “yapabilirlikleri” ve geçmişte yapmış oldukları üzerinden açılıp cezalandırılma buradan yapılamaz. Yapılmasına yapılır da, o durumda hukuk önünde eşitlik olan demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, cezaların şahsiliğinden falan söz açılamaz. Hukuk, 12 Eylül’ünküne döner, hukuksuzluk olur. “Demokrasinin zaferi” olarak yandaş basınca göklere çıkarılan Balyoz Davası’nda böyle olmuştur. Ne düzgün kanıt aranmıştır, ne de kanıtların değerlendirmesine gidilmiş, ama gelecek tarihli belgeler geçerli sayılmıştır. Kuvvet komutanlarının yargılanmasında amirleri olan Genelkurmay Başkanı ve bir diğer kuvvet komutanı olan Aytaç Yalman’ın tanıklığına başvurulmamıştır. Anlaşılmıştır ki, tasfiye kafaya takılmıştır. Eski bir genelkurmay başkanı başka bir davanın “terör örgütü yöneticisi” sayılmış, Balyoz’la da büyük bir general ekibinin kafasına vurulmuştur. “Düşenin dostu olmaz” misali. Bu orduda gerçekleştirilen üçüncü büyük tasfiyedir. İlki 27 Mayısça, ikincisi sonrası Amerikancılaştırma operasyonu olarak yapılmış, “çuval”la başlatılan sonuncusuysa Balyoz’la atağa kalkmıştır. Ergenekon cezalarıyla noktası konulacaktır.

Gelen gideni aratmakta, ama memleket bütün propagandaya rağmen yukarıdan demokratikleşmemektedir. Ne 12 Eylül “demokrasiyi rayına oturtmuştur” ne de AKP darbe ve darbecilerle mücadeleyle demokrasiye yönelmeye eğilimlidir. Aşağıdan, işçi ve emekçilerce getirilmeyecekse, belli olmuştur ki hiç gelmeyecektir!

Ayın sonuna doğru barış ve demokrasi bağlantılı çağrılar gündeme girmeye başlamıştır. “Yeni konsept” laflarıyla başlanmıştır, “yeni süreç”ten söz açılmaktadır. “Oslo süreci sürdürülebilecek”, “Öcalan sürece katılabilecek”tir. Ne olmuştur? Neden bitmiştir, “Kürt Açılımı”? Neden yeniden sözü edilmektedir? Neden “Milli birlik projesi” olarak tanımlanmıştı, şimdi yeniden “bölücülük”e girişilmiştir? Sorular çoktur: Örneğin Öcalan’la görüşülebilecekse, Öcalan “teröristlerin” önderiyken, neden Şemdinli’de vekilleri “teröristlerle kucaklaştıkları” gerekçesiyle BDP ile görülmemektedir? Barıştan başkasını hedefleyecek bir süreç “yeni” sayılamayacaksa ve ama “yeni süreç”ten söz ediliyorsa, neden BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması yoluna gidilmektedir? Eskisi gibi gitmediği, gidemediği için “yeni süreç” gündemdedir, bu anlaşılıyor. Ancak eski “açılım” türünden “uydur kaydır” süreci olacak ve yine allem kullem “Kürt Mehmet nöbete” gönderilmeye çalışılacaksa, Türk ve Kürt halklarının barış özlemleriyle hiç oynanmaması, dalga geçilmemesi evla olacaktır! Eşit vatandaşlığın yanında iki demokratik talep, bölgesel özerklik ve anadilde eğitim taleplerinin karşılanmasını içermeyecek bir “yeni süreç”in demokrasiyle ilişkisi olmayacaktır. Balyozdan farklı olarak bu alanda bir “aşağıdanlık” etkeni vardır kuşkusuz; ancak tüccarca davranmakta olduğunu kaç kez kanıtlamış olan Hükümet tarafının yukarıdan davranma alışkanlığından kuşku duymak için hiçbir neden yok. Zaten “Silah bırakılırsa operasyonlar minimize ederiz.” denmektedir. O zaman Oslo’ya ne hacet! Karşılıklı ateşkes olmadan olmayacağınıysa herkes görmüştür, deneyle sabittir. Dayatmada bulunmayacak ve eşit ilişkiye yönelecek bir sicile sahip olmadığı ortada. Olursa iyi olacaktır, ancak hemen beklenti içine girmemekte sonsuz fayda vardır.

Not: Yer darlığından geçen sayımızda başlayan Eagleton eleştirisine zorunlu bir ara vermekteyiz.

Kasım’da buluşmak üzere…

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑