Kendisini gerçek bir eylem olarak tanımladığı halde, pratik aracılığıyla maddileşmekten kaçınan hiçbir düşünme üretken olamaz.
H.H. Holz
‘68 Hareketi’ ifadesini zikrettiğimizde, aklımıza ilk gelen gençlik hareketi ve önderlerinden sonra kolaylıkla saptanacak bir gerçek vardır ki, bu da, bu hareketin arayış içerisindeki karakteridir. Varolan toplumsal adaletsizliği, eşitsizliği ve dünyanın üzerine kurulu olduğu sömürü düzenini bilimsel olarak kavrama, bunu ortadan kaldıracak devrimci bir sürece rehberlik edecek sistematik bir düşünce ve eylem bütününe kavuşma arayışı. Bu güdülerle, gençlik hareketi olarak başlayıp bir halk hareketine dönüşen Türkiye ’68 hareketi, uluslararası düzeyde kendiliğinden hareketle ortaya çıkan ya da silahlı ve politik bir örgütün önderliğinde gelişen birçok deneyimi kendi eylemli düşünme süzgecinden geçirmiş, kimilerini dönemsel de olsa benimsemiş, daha sonra eleştiriye tabi tutmuş, sonrasında başka bir arayış içerisine girmiştir. Latin Amerika, Sovyetler Birliği, Çin ve diğerlerindeki gelişmeler, –tabiri caizse– üniversite koridorlarındaki (gelişmesi sürecinde fabrika yolları, sendika odaları, işçi evlerinin dar sokaklarıyla kırlarda köy yolları ve patikalarındaki) gençlerin düşünsel deneylerinin konusunu oluşturmuştur. Marx sonrası akımlardan etkilenenler tökezlerken, özellikle ezilen halkların kurtuluş mücadeleleriyle bu mücadeleler içinde gelişen –tabii ki sosyalizmi savunup benimseyen– devrimci akımlar ve gerçekleşmiş sosyalizmden yola çıkarak Marksizmle tanışan ve ona yaklaşan Türkiye gençlik hareketinin aksine, Avrupa’daki ’68 gençlik hareketleri giderek Marksizmden uzaklaşan bir rotada, “birey üzerindeki tahakküm ve otoriteye karşı her türlü normu ve kalıbı yıkma” saikleriyle “kendilerini özgürleştirme” sürecine girmişlerdir. Bugün açısından Marksizmle ve –her türlü– ‘Marksist’le haşır neşir olanların artık alışkın olduğu “Marksizmi yeniden okumak lazım…” ifadesiyle başlayan makale ve kitapların ataları Avrupa ‘68’inin bu durumunu önceleyen bir ‘felsefenin sefaleti’ durumuna dayanmaktadır.
Avrupa açısından hiç de masum olmayan bu yeniden keşif macerasının iki ana merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz ki, bunlardan biri, Fransız Komünist Partisi (FKP)’dir. Özellikle Hitler faşizmi yıllarından sonra, isim benzerliği dışında Manifesto’daki komünist parti ile ortak bir noktası kalmayan FKP, hümanist-varoluşçu Jean Paul Sartre ile yapısalcı anlayışın fikir babası sayılan anti-hümanist Luis Althusser’i aynı çatı altında barındırabilecek kadar geniş/tutarsızlaşmış durumdaydı. Hatta adı sürekli olarak tartışmalı bir şekilde post-yapısalcılıkla anılan Michael Foucault’nun bile bir dönem uğradığı bu uzlaşmaz-tutarsız ‘üye’ topluluğunun bir aradalığının yegane tutkalı, kuşkusuz ki, de-Stalinizasyon (Stalin’den arınma) sürecidir. Devrimci eylemi koşullayan her türlü teoriyi ‘didik didik’ eleştiriye tabi tutan teorisyenler, “en özgürleştirici teoriyi ben sunarım” hırslarının yanı sıra Stalin’i mahkum etme yarışında, Hitler ve Stalin’in ‘kaba/indirgemeci’ eşitlenmesinden öteye giden bir yaratıcılık sergileyememişler ve hâlâ da sergileyememektedirler. Hemen hepsi Aydınlanma felsefesinde ve bilimdeki burjuva rasyonalizmini ve olguculuğu topa tutan bu akımlar, iş gerçekleşmiş sosyalizm deneyimine geldiğinde, olgular üzerinden çarpıtılmış suçlamalar üretmede birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içerine girmişlerdir.
En az Fransa’daki bu eğilimler kadar etkili olan ve aslında etkisi kıtalararası mesafeyi en erken kat eden bir ekol ise, şüphesiz ki, Almanya’daki Frankfurt Okulu’ydu. Varoluşçuluk ve yapısalcılıktan farklı olarak, Frankfurt Okulu’nun “Eleştirel Teori”si, şu veya bu yollarla her türlü bilim ve düşünce disiplinine –açık ya da örtük bir şekilde– çok hızlı nüfuz etmiştir ve etkileri bugün sol, sosyalist, anarşist, devrimci, liberal, dindar, muhafazakâr ayırt etmeksizin, her türlü politik eğilimde gözlemlenebilmektedir. Daha da ötesi, ”okul”, tüm bu eğilimlerin teorik içeriklerine temel sunabilmektedir. “Bir Aydınlanma teorisi olarak” Marksizm, insan tekini oyunun dışında bırakan pozitivist bir toplum bilimi olarak ele alınmakta, onu bu ‘gaflet’ten kurtarmaya dönük her türlü çaba –ki bunların hepsi teori alanındadır– giderek derinleşen anti-Marksist içerikleriyle gündeme getirilmektedir. Frankfurt Okulu’nun Marksizmi hümanizmle ‘ıslah etme’ çabası, bir dereceye kadar faşizm dehşetinin nevrotik bir artetkisi olarak açıklama kazansa da, benimsediği, salgın bir hastalık gibi yayılan ‘politik/devrimci atalet’ durumu bu türden bir saf iyimserlikle meşru kılınamayacak kadar tehlikelidir ve gerçek Marksist bir eleştiriye tabi tutulması gerekir. İşte tam da bu noktada –belki biraz da geç kalınmış bir hamle olarak– “çağdaşımız diyalektikçiler arasında kuşkusuz en önemlisi olan” Hans Heinz Holz’un kısa bir süre önce Evrensel Basım Yayın’dan çıkan Frankfurt Okulu Eleştirisi adlı derleme kitabı tarihsel ve diyalektik materyalizme sadık bir bakış açısı sunması açısından nadir ve değerlidir. Bu kitap, özellikle Türkiye açısından, şimdiye kadar “Eleştirel Teori”nin çoğunlukla politik sonuçlarına ilişkin yöneltilmiş eleştirilerin felsefi temellendirmelerine kavuşmasının ve bununla tamamlanmasının olanaklarının unsurlarından biri olarak ele alınmalı ve değerlendirilmelidir.
Yaygın olarak “Frankfurt Okulu” diye anılan Frankfurt Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü 1923 yılında kurulmuştur. Başlarda sosyalizm ve işçi hareketi tarihinin arşivciliğini, sosyalist yazarların teorik üretimlerinin bir merkezi olma görevini üstlenen Enstitü’nün “Eleştirel Teori”nin merkezi haline geliş süreci, teorinin iki önemli kurucusundan biri olan Max Horkheimer’ın 1930’da başa geçmesiyle başlar. Horkheimer’ın yöneticiliğinin ilk hamlesi ise, Sosyal Araştırmalar Dergisi’ni kurarak, Enstitü’nün arşivcilik işlevinin kısıtlanması ve giderek ortadan kaldırılmasıdır. Böylelikle Marksizmin pratik içeriğinin unsurları sayılabilecek işçi sınıfı örgütlerinin ve komünist partilerin raporları ve belgeleri, döneme ilişkin gelişmelerin ve hareketlerin analiz ve eleştirilerinden arındırılan Sosyal Bilimler Enstitüsü, pratik bir müdahale ile pratik-politik içeriğinden de arındırılmış ve bugünkü anlamıyla “Frankfurt Okulu” haline gelmiştir. SSCB takipçilerinin aksine, kendisini pratik-politik tutumdan soyutlayarak ‘salt teori’ye yönelen Frankfurt Okulu sakinleri, gelişen faşizme karşı, kendilerini pratik bir anti-faşist tavırdan da yoksun bırakmış olurlar. Bu, aynı zamanda, “Eleştirel Teori”nin kendisini ‘eleştirel suskunluk’ olarak göstermesinin de ilk örneğini oluşturmaktadır. Holz, Hitler faşizminin Almanya’yı esir almasıyla, 1933’te önce Paris’e, daha sonra 1940’ta New York’a taşınan Enstitü sakinlerinin bu taşınmaları duyuran metinlerde bile faşizme değinmeden açıklama yapan tutumlarını, “Nazilerin diktatörlüğü ve fetih savaşı herhalde bundan daha diplomatik bir sessizlikle geçiştirilemezdi” diyerek açıkça mahkum etmiştir. “Eleştirel Teori”, mülteci oldukları her yerde, Max Horkheimer ve Theodor Adorno tarafından adı birkaç defa değişen Sosyal Bilimler Dergisi’nde geliştirilmeye devam etmiş ve nihayet 1944’te 20.yy’ın düşün dünyasını derinden etkileyen en önemli eserini vermiştir: “Aydınlanmanın Diyalektiği”.
“AYDINLANMANIN DİYALEKTİĞİ”
“Eleştirel Teori”nin, kuruluşundan itibaren göze çarpan ilk özelliği, özellikle verili bilimsel bilgiye kuşkuyla yaklaşmasıdır. Elbette, kuşkuculuk, felsefe tarihi açısından, ilk defa bu akım tarafından ortaya konmamıştır. Hatta bilinen felsefe tarihi, bir bakıma, kuşkuculukla başlamıştır bile denilebilir (Sofistler). Avrupa’da skolastik düşüncenin hakimiyet döneminde sesi bastırılsa da, modern felsefenin başlangıcı kabul edilen Kartezyen felsefesi, yöntemsel olarak kuşkuculuğa dayanır. Ne var ki, “Frankfurt Okulu”na kadar en keskin biçimini bilinemezcilik olarak sunan kuşkuculuk, “Frankfurt Okulu” ile ‘yıkıcı’ bir çöküş teorisi pratiğine dönüşür. Tüm bu felsefi kuşkucu düşünmelerin ortak temeli, öznenin nesneye yaklaşımı ya da onunla birlikte içerisinde bulunduğu ilişkiye dayanmaktadır.
Antik Yunan felsefesinden başlayarak, modern felsefede kendini teolojik bir biçimde devam ettiren özne-nesne dualizmi, (aşkın) öznel idealizmde olduğu gibi, modern bilimde de, öznenin nesne üzerindeki tahakkümü olarak belirmektedir. İnsan olma özelliğinde soyutlanmış bilimsel özne, doğrudan nesnesine yönelir, inceler, belirli kategoriler ışığında onu tarif eder ve onu yasalaştırarak, mutlaklık iddiasında olan bir bilgi üretir. Başlangıç noktasında, burjuva rasyonalizminin ‘bütün’ tahayyülünü parçalamaya yönelen “Eleştirel Teori”, bilimsel bilginin, Bilim’in toplumsal ilişki ve dinamiklerden bağımsız kabul edilen nesneler dünyasıyla ilişkisinin bir sonucu olarak kavranmasının irrasyonelliğini açığa çıkararak, bu bilginin otoritesini sarsmış, mutlaklığını kuşkulu hale getirmiştir. Halbuki bu bilginin üretim sürecinde göz ardı edilen insan faktörü, bilimsel gerçeğin, özne-nesne dolayımıyla ortaya çıktığının bir kanıtıdır. Dahası, üretilen bilimsel bilginin, üretildiği dönemin koşullarındaki toplumsal dinamiklerin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılabilir bir düzeye çekilememesi durumu, bahsedilen irrasyonelliğin bir başka göstergesi olma potansiyeli taşır. “Eleştirel Teori”ye göre, felsefe ve bilim insanileştirilmelidir. İnsana özgürlük sözü veren rasyonalizm hümanistleştirildiği ölçüde bu vaadi yerine getirebilir. “Eleştirel Teori”, insan varlığının bu denli dışarıda tutulduğu ve hem doğal hem de toplumsal zorunluluklara zincirlendiği mevcut bilimsel ve felsefi düşünmedeki tüm negatif özellikleri ve boşlukları hedef alarak, bunları yıkmaya yönelir. Varolana yaklaşırken, ondan, ‘ne olmadığını’, ‘ne olabileceği’ ve ‘ne olması gerektiğini’, yani, negatifini, olanağını ve normatif karakterini çıkarır. Tüm bunları da, teoriyi “bir tür pratik” olarak kabul ederek yapar. Holz, İkinci Dünya Savaşı ve onun toplumsal travmatik etkilerinden sonra, bilimin otoritesini sarsacak, onu, felsefi, teorik ya da etik açıdan dizginleyecek bir teorinin bu denli rağbet görmesinin doğal bir sonuç olduğunu vurgulamaktadır.
Görülebileceği üzere, “Eleştirel Teori”nin çıkış noktasında Marx’ın 11. tezinin cılız bir yansıması görünmektedir. “Eleştirel Teori” varolan gerçeği değiştirmek istemektedir. Fakat, bilindiği üzere, Marx, bu tezinde, politik-pratikten bahsetmektedir. Pratik alanını başından sonuna teori ile sınırlayan, felsefeden yapıcı bir toplumsal pratiğin doğabileceği yanılgısına düşen ve ancak bu şekilde tahakkümden arınmış bir toplum ütopyası kuran/kurmayı yeğleyen bir anlayışın, dünyayı değiştirme pratiği olarak, burjuva diktatörlüğünü yıkıp sınıfsız topluma geçişi mümkün kılacak, yani devrimci bir pratik içerisinde bulunması ya da en azından buna gönüllü olması, elbette ki, beklenemez. Her tarafı varolan gerçeklik tarafından kuşatılmış bu teorik şatoda, teorinin kurucuları, önce bu gerçekliğe pencerelerini kapatmış, kimse içeri giremesin diye tüm kapıları kilitlemiş ve gözü önünde akıp giden tarihsel gerçeklik yerine, tozlu raflarından mitoloji kitaplarını çıkartarak, Aydınlanmanın diyalektiğinin eleştirisine yönelmiştir. Diğer bir deyişle, faşizmle birlikte kendi kendini imhaya girişen insanın nerede hata yaptığının cevabını aydınlanmanın kendisinde aramışlardır: “En geniş anlamıyla ilerlemeci bir düşünme olarak Aydınlanmanın öteden beri hedefi, insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna getirmek olmuştur. Ne ki tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felaket alametleriyle parlıyor.”
Adorno ve Horkheimer’a göre, insan düşünmesinin Aydınlanma dönemi hareketi ile mitoloji ve Antik Yunan felsefesi arasında paralellikler bulunmaktadır. Mitolojide edebi yansımasını bulan felsefe öncesi doğaüstü inançların felsefi sorgulamanın nesnesi haline getirilmesi, doğanın, maddenin ve toplumun tümeller ile açıklanması (Platon, Aristotales) ve tüm bunların arasındaki ilişkide bir ‘bir’lik aranması (Parmenides), Aydınlanmanın rasyonalizmi ile örtüşüyordu. Bu noktada Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmayı karakterize ettikleri “totalite” kavramıyla mantık ve matematikteki totoloji kategorisini eşdeğer görme eğilimine sahiptirler: “Aydınlanma açısından sayılara, nihayetinde bir’e bağlanmayan her şey yanılsamadır. Modern pozitivizm de bu kurala uymayan her şeyi edebiyat diye bir kenara iter. Parmenides’ten Russell’a ortak parola birliktir.” Böylelikle argümantasyonlarının temel önermesi belirir: Aydınlanma totaliterdir!
Buna göre, Aydınlanma düşüncesi, nesnesine yönelirken, onun gizli saklı hiçbir tekilliğinin kalmamasını hedefler. Madde, birincil, ikincil tüm niteliklerine kadar ‘rasyonalize’ edilmelidir. Bu, –Tanrının dünyaya hükmetmesi gibi–, öznenin nesne/nesneler dünyası üzerindeki tahakkümünün ön koşuludur. Aydınlanmanın bu totaliter tutumu, toplumsal ilişki düzeyinde de kendini göstermektedir. O, feodal beyin doğrudan iktidarını çökertmiş, evrensel dolayımla (özdeşlik) bunu burjuva toplumunun temel dayanağı haline getirmiştir. Diğer bir deyişle, insanın metaya eşitlenmesi, akıl tarafından meşru kılınmış ve olumlanmıştır. Şimdi aslolan, bireylerin yadsınması pahasına, “güdümlü kolektif”in çıkarlarının korunmasıdır. Kısacası Aydınlanma, insanı, akıldışı olanın boyunduruğundan kurtarır, bu sefer kendi aklıyla olumlayacağı bir “bütün”e, “totalite”ye tabi kılar. Böylelikle akıl da araçsal kılınmış olur.
Holz, yukarıda tarif edilen anlayıştaki Aydınlanma rasyonalizminin kapitalist üretim tarzının baskın amaç rasyonelliğine eşitlenmesinde, “Eleştirel Teori”nin kaçınılmaz olarak düştüğü bir indirgemeciliği görmüştür: “… bundan ötesine götüren us kavramları; diyelim ki, en azından tekil olanın pozitifliğine karşı düzenleyici düşüncelere izin veren ve ardından onlara tam da pratik felsefede normatif bir güç tanıyan Kantçı eleştiriciliğin, ya da tekildeki bütün refleksiyonuyla çıkar ve amaçların parçalılığını aşan Hegelci ….. spekülasyonun us kavramları dikkate alınmaz veya aydınlanmanın kendi içkin kaldırılışına dahil edilir.” Bu indirgemecilik ya da yadsıma, Adorno ve Horkheimer için kaçınılmazdır, çünkü tahakkümün ideolojik aracı olarak ele alınan “bütün” kavramının yadsınması böylesi bir ussal olumlamaya izin vermemektedir. “Eleştirel Teori” için bu çözümsüzlükten tek bir çıkış noktası kalmıştır ki, o, negatif diyalektikte yöntemini bulacak olan “çöküş mantığı”dır.
“Eleştirel Teori”nin Hegelci (ve Marksçı) diyalektikten kopuş noktası da burada kesin bir şekilde gerçeklenir. Bütün ve parça arasındaki ilişki bakımından, diyalektiğin temelinde varolan “özdeşlik ve özdeşmezliğin özdeşliği” ilkesi çözülür ve “salt özdeşmezlik” negatif diyalektiğin ilkesi olarak benimsenir. Diyalektiğin (kabaca “zıtların birliği” olarak tarif edilmesine olanak tanıyan) bu ilkesinin bu denli tahrip edilmesi, “Frankfurt Okulu”nun giderek hem tarihsellikten hem de materyalizmden, kısacası Marksist felsefeden uzaklaşması sonucu doğurmuştur. Holz, bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Böylelikle kavramın gelişme momenti olarak belirli yadsıma, belirsizlikte yitirilmekte ve kavramı politik olarak kullanabilme kabiliyetine sırt çevrilmektedir. Eleştirel Teori’nin irrasyonalist özü açığa çıkmaktadır. Kavramın genelliği [evrenselliği] karşısında Frankfurt Okulu (nominalist bir kalıbı yenileyerek) gerçek olanın tekilliğini iddia edecek ve böylece nihayetinde kavramın, gerçek olana normatif olarak karşı koyabilme gücünden vazgeçecektir. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde aydınlanma ve mitolojinin nihai olarak eşit kılınması, ikisinin iç içe geçtiğinin iddia edilmesi, eleştiriyi ölçüsünden, kendisini ‘eleştirel’ olarak belirleyebileceği ölçüsünden yoksun kılmaktadır.”
“Eleştirel Teori”, negatif diyalektikle çöküş teorisini ortaya koyduğu an kendini eylemsizliğin kabuğuna çekmiştir. Geçtiğimiz Aralık ayında yaşamı sona erene dek Marksist felsefenin politik-pratik içeriğini her daim eyleme geçirme çabasında olan Hans Heinz Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi’nde, bu entelektüel ataleti oldukça açık bir şekilde eleştirir. Bu durumun, günümüzde hem Avrupa’da hem de Türkiye’de çeşitli aydın-akademisyen çevrelerinde ve özellikle bazı basın araçlarında sivrilen, kapitalizme, milliyetçiliğe karşı “ağzına geleni” söylediği için alkışlanan, gençliğin önemli bir kesimi tarafından idol edinilen, “aykırı” kimi sol-liberal aydınları işaret ettiğini söylemek hakkaniyetimize zeval getirmez kanısındayız. Hatta bu entelektüel atalet eğilimini işçi sınıfına kadar genişletmeyi önerip, sınıfın artı-değer üretmeye “razı” olmasını kapitalizmin kendini yeniden üretmesinin temel prensibi olarak görerek, işçilerin meta üretimini “sadece” durdurmasının yeteceğini, böylelikle politik hiçbir programa gerek kalmaksızın sistemin kendiliğinden çökeceğini savunacak kadar karikatürize olmuş örnekler bile mevcuttur.
NEGATİF DİYALEKTİK
Adorno tarafından “Eleştirel Teori”nin yöntemi olarak geliştirilen negatif diyalektik, en geniş anlamıyla Hegelci (bütünsel) diyalektiği parçalarına ayırır ve bilincin öz-bilince, daha sonra da mutlak akla (tine) vardığı bütünsel deneyim sürecinin sadece tek bir momentini (diyalektik sürecin tek bir durağını), yadsımayı öne çıkarır. Negatif diyalektik, düşünme sürecinin ilk baştaki hedefi olan, tarihsel ve eleştirel, ama dogmatik –ki Marksist felsefedeki diyalektik de buna dahildir– olmayan bir felsefi materyalizm oluşturma iddiasındadır.
Hegel’in nesnel idealizmi (Tinin Fenomenolojisi), olgular ve salt akıl ile idrak edilebilen gerçeklik (phenomena ve noumena) arasına bir mesafe koyan Kant’ın öznel idealizmini, bilincin deneyimlerinin birbirinden bu kadar bağımsız olamayacağını ortaya koyarak, eleştirir. Anlağın (Verstand) kavramsal a priori (deney öncesi) kategorileri, halihazırda kavramdışı bir şeye ilişkin olmamış olsalardı, anlaşılmaya müsait olmazlardı. Kısacası, gerçek bir deneyimi mümkün kılan şey, a priori kavramların, tasavvurun tasarımı aracılığıyla a priori sezgilere (zaman ve uzam sezgilerine) basit bir uygulaması değil, düşünme ve duyarlık kavrayışının ötesine giden bir (Hegel’in “kendinde şey” dediği) şeydir. Adorno bunu “özdeş olmayan” (das Nichtidentische) olarak ele almış, Hegel’in düşünce ve varlık, özne ve nesne, akıl ve gerçeklik arasında bulduğu özdeşliğin diyalektik süreçte olumlanmasını reddetmiştir. Adorno’nun “özdeşmezliğin tutarlı bilinci” olarak formüle ettiği negatif diyalektik, “özdeşlik görünüşü altındaki özdeş olmayan” olarak tanımladığı temel kategorisi, çelişkinin –Hegelci diyalektiğe göre– ancak içerisinde düşünülebileceği ‘bütün’ü yok etmek ve parçalanan bütünün fragmanlarını kutsamak gibi bir amaç edinmiştir. Kısacası, Hegelci diyalektik harekette tarihin itici gücü olarak algılanan ve varolanı yadsıma ve yadsınmanın yadsınması sonucunda olumlama ile bir ilerleme sağlayan dolayım olarak yadsıma, Adorno tarafından, olumlama hareketi reddedilerek, bir “yıkım” temeli olarak ortaya konur. Dolayısıyla, “Hakikat/Gerçek bütündür” önermesi, Adorno’da yıkılır ve “Bütün gerçek olmayandır” önermesi kurulur.
Dikkatli bir felsefi inceleme, Adorno’nun, bu Hegelci diyalektiği “yıkarak”, yıkıntılarından itina ile seçtiği yadsınma dolayımını mutlaklaştırıp negatif diyalektiğin temeline yerleştirirken, bir olumlama hareketi içerisinde olduğunu görebilecektir. Ne var ki, bu dikkatli göz, Hans Heins Holz olmuştur. Ayrıca, Holz, negatif diyalektiğin nesneye yönelimli bir eylemde tanımsızlığını ve temelde bilgiye yönelimli derin düşünmede olanaklılığını ortaya koyarak, materyalist olma iddiasındaki negatif diyalektiğin tinsel bir düzleme hapsolduğunu açığa çıkarmıştır. Kaçınılmaz olarak ortaya çıkış iddialarının tam tersi bir yönelime giren negatif diyalektik, idealizm ve pozitivizmden ziyade, teori ve pratiğin birliğini öngören Marksizmin ‘anti’si haline dönüşmüştür.
Bu durum, bir bakıma, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’nı hatırlatır. Yeraltı Adamı, yeryüzündeki her şeye duyduğu nefret ve sürekli olarak içinde dönüp dolaştığı reddediş (yadsıma) içerisinde, kendi kendini eylemsizleştirmektedir. “İyi bir kariyeri”, “mutlu bir evliliği”, “güzel bir takım elbisesi” olan herkesten nefret eder. Bu nefreti (eleştiriyi) öyle mutlaklaştırır ki, hayatının özü bu nefrete dönüşür ve bunu değiştirecek hiçbir şey yapamaz hale (inerti durumuna) gelir. Dışarıda, parçalayıp yıkmak istediği bir dünya vardır. Ama o, sadece yolun karşısından ona doğru yürüyen kişiye yol vermeyerek ya da ondan haz etmeyen iyi (rasyonel) bir hayatı olan arkadaşları tarafından davet edilmediği halde buluşmalarına gidip onların tadını kaçırarak, kendini tatmin etmeye çalışır. Benzer bir şekilde, “Eleştirel Teori”nin kurucuları Adorno ve Horkheimer da, eleştiriyi öyle mutlaklaştırırlar ki, kaçınılmaz olarak, Marksist devrimci duruşun ‘tadını kaçırmaya çalışan’ bir atalet durumuna düşerler. Öyle ki, Hitler faşizminin yenilgisinden sonra, anti-faşist cephenin karşılaştığı keskin bir ikilemde, ya devrimci eyleme geçme ya da burjuva egemenliğine entegre olma ikileminde, iki kutuplu dünyada, kapitalizmle sosyalizm arasında “sözümona” tarafsız (eylemsiz) kalmayı seçmişlerdir. Ama Holz’unda işaret ettiği gibi, Horkheimer’ın “Hitler=Stalin”, “faşizm=komünizm” eşitlemeleri, bu ataletin ideolojik olarak anti-komünizme isabet ettiği gerçeği ıskalanamaz.
“Eleştirel Teori”nin bütünü parçalama ile ‘özdeşleştirdiği’ otoriteye karşı çıkma, direnme ve onu yıkma fikri, kuşkusuz ki, ’68 hareketi tarafından coşkuyla karşılanmıştır. Gerçeklenmiş işçi sınıfı diktatörlüğünün karşısına dikilen Amerikan rüyası “hür dünya”, sözümona özgür bir dünya ütopyasını yüceltip, bireyin arzuladığı her şeyi eyleme geçirebilmesi gerektiği ve her türlü totaliter rejimin özgürlük ve insan düşmanı olduğu fikrini zıvanalar içerisine yerleştirirken, kaş göz ederek, bu totaliterliğin merkezinin Sovyet Rusya olduğunu işaret ediyordu. Bunun felsefi bir örtüşmesi olarak, “Eleştirel Teori” ilham verici bir nitelik taşımıştır. Fakat her teorinin sınandığı bir gerçeklik zemini vardır. ’68 hareketi, kaçınılmaz olarak “dünyayı değiştirme” fikrini eyleme döktüğünde, Timur’un karşısında tek başına kalan Nasreddin Hoca’nın yaşadığı gibi, Adorno ve Horkheimer’ın çoktan eylem alanından sıvışmış olduğu, hatta eylemleri bariz bir şekilde küçümseyen bir tavır takındığı gerçeğiyle oldukça pratik bir şekilde yüzleşmek zorunda kalmıştır. Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi’nde “Eleştirel Teori”cilerin yaşadığı bu “eylem tutulması” karşısında, onların takipçilerinin yaşadığı hayal kırıklığını belgesel bir nitelikte anlatmıştır. Adorno ve Horkheimer’a kıyasla pratik-politik eylem içerisinde daha görünür olmasına rağmen, adı “Yeni Sol”un kurucusu olarak alınan Herbert Marcuse de, bu durumdan muaf tutulmamıştır.
“YENİ SOL”
Genel olarak hippi hareketiyle ilişkilendirilen “Yeni Sol” akım, politik alanda ‘eski’ komünist partilere bir reaksiyon olarak, teorik alanda da Marx’ın “iş bölümü ve meta değişiminin toplumsal süreçlerine” dayanan yabacılaşma kavramını eleştirerek kendisini ortaya koymuştur. Akımın öncüsü Marcuse, “Eleştirel Teori”de Weberci toplum bilimi anlayışının en çok ön plana çıkmış figürüdür, denebilir. Buna göre, kapitalist ekonomi sisteminin temelinde yatan rasyonalite, “insanı da irrasyonel ve insanlık dışı amaçlar uğruna bir araca indirgeyen” araçsal us’un boyunduruğu, ancak “insana dışarıdan dayatılan amaçların her sistemini ortadan kaldıran eleştirel us” tarafından bertaraf edilebilirdi. Adorno’nun negatif diyalektiğindeki olumlamanın reddi, Marcuse’un bu düşüncesinde de kendisini göstermektedir. Toplumun –komünist toplum dahil her türlü biçimiyle–, bütünlükçü doğası gereği, birey üzerinde bir tahakküm yarattığı düşüncesi, Marcuse’ta, “toplumsal bir kurtuluş” fikrini olanaksız kılar. “Kurtuluş”, tek tek bireylerin toplumdan kurtuluşudur. Holz, Marcuse’ta “Büyük Ret” projesi olarak beliren ve teori ile pratiğin parçalanmasının doğurduğu bu ‘bireysel pratiğin sübjektivizmi’ni ve onun varoluşçu görünüşlerini açıkça eleştirmekte, ’60 yıllarda en parlak dönemini yaşayan “Yeni Sol” hareketinin –hâlâ bazı güncel izdüşümleri bulunmasına rağmen– ’70’li yıllarda, kapitalizmin kriziyle birlikle, derinleşen toplumsal çelişkilerin gerektirdiği politik pratik sınavı karşısında nasıl başarısız olduğunu ortaya koymaktadır.
“Frankfurt Okulu”nun kurucu neslinden sonra, Habermas’ın da içerisinde yer aldığı jenerasyonun, bütünün parçalanıp gerçekliğin fragmanlar haline dönüştürülmesi ve politik pratik eylemin önemi açısından öncellerinden daha ilerici bir tutum takındıklarını belirtmek gerekir. Fakat bu görece daha iyi tutumun, Marksizme daha da yaklaşan bir tutum olduğu söylenemez. Daha çok Weberci sosyoloji ve Freudçu psikanaliz üzerine yoğunlaşan ve bunları temel alan yaklaşımlar olarak ortaya konmuşlardır. Denilebilir ki, bu yaklaşımların Avrupa ve ABD ’68 kuşağı içerisinde –olumlu ya da olumsuz anlamda– bu denli ilgi görmesinin zemini, önemli ölçüde “Frankfurt Okulu” tarafından hazırlanmıştır.
Türkiye gençlik hareketi bugün ’68’dekinden çok daha sancılı bir arayış içerisindedir. Karikatürize bir ifadeyle “tutunacak bir dal”, “yaslanacak bir akıl hocası” ihtiyacıyla, karşısına çıkan her türlü başkaldırı, direniş, yapı-bozum vb. fikrine samimiyetle yaklaşmaktadır. Öyle ki, ideolojik veya teorik çözümlemeleri taban tabana zıt olan iki farklı teoriyi, salt iktidar, erk, tahakküm karşıtı bir heyecan sundukları için, aynı anda alkışlayabilmektedir. Son birkaç yıl içerisinde, daha önce sadece kitaplarını, makalelerini okudukları filozofların Türkiye’ye getirildiği aydın turizmi, bir yandan bu hayranlığın pratikteki yansımalarını görme olanağı sağlar; öte yandan, işçi sınıfının partisinin kesinlikle ıskalamaması gereken bir gerçek vardır ki, bu da, hayranlık duydukları filozof ve düşünürlerle yüz yüze tartışma olanağı bulan gençlerin bu aydınların pratik-politik tavır ya da tavırsızlık karşısında “hayal kırıklığına” uğradıklarıdır. “Marksist feminizm”in mihenk taşı Heidi Hartmann kapitalizm içi bir çözüm önerdiğinde, felsefenin Elvisi Slavoj Zizek hoşgörülü çokkültürcülüğü için Osmanlı’ya duyduğu sempatiyi dile getirdiğinde panel aralarında, koridorlarda hoşnutsuzluk mırıltılarının yükseldiği duyulabilir. Öte yandan, günümüz gençlik hareketi, sokak protestolarından okul işgallerine, sadece ‘tavır koymayı’ hedefleyen doğrudan eylem biçimlerine kadar her eylem biçimini deneme eğilimi göstermektedir. Gençlik, şu veya bu şekilde ilham aldığı, heyecan duyduğu filozofların aksine, “atalet” içerisinde değildir. Türkiye açısından konuşacak olursak, –tekrar edelim– “Frankfurt Okulu”na şimdiye dek getirilen eleştirilerin hemen hepsi onun politik sonuçlarını hedef alıyordu ki, bu da önemli bir çabadır. Holz’un Frankfurt Okulu Eleştirisi ile birlikte, bu eleştiriler, felsefi zeminine kavuşmuş olacaktır. Tam da bu yüzden, özellikle aydın genç kuşak arasında yaygınca rastlanan anti-Marksist eğilimlerde Marksist ve yerinde bir gedik açacak niteliktedir.