Belge ve Berktay arasında, sosyalizm üzerine süren tartışma bir süre önce sonlandı. Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında bu tartışmanın Belge ‘taraf’ını değerlendirdik. Belge, Berktay ile polemiğinde sosyalizmin hala bir alternatif olabileceğini söylerken, ‘kendi’ sosyalizmini kesin olarak ‘geçmiş’ sosyalizm ve onun deneyiminden, tarihsel birikim ve kazanımlarından ayırıyordu. Belge’nin ‘sosyalizm’i -bir başka deyişle reforme edilmiş kapitalizm ütopyası-, örneğin üretim araçlarını üzerindeki burjuva mülkiyetinin kaldırılmasını pek de gerekli görmüyor. Belge’ninki, burjuva sivil toplumcu bir temelde, yöneten-yönetilen ilişkisinin demokratikleştirilmesini, yönetilenlerin –belki de Belge’yi aşacak şekilde söyleyelim- radikal bir demokrasiyle yönetim araçları üzerinde etki sahibi olmasını temel alan bir ‘sosyalizm’! Belge’nin ifadesiyle, yönetim araçlarının toplumsallaştırılması!..
“Toplumsallaştırma” kavramı başlı başına sosyalizan bir çağrışım uyandırabilir; ancak Belge’nin yaklaşımı, üretim ilişkileri, burjuva özel mülkiyet ve buradan yola çıkarak bölüşüm ve dağıtım ilişkilerinin toplumsallaştırılmasını içermek bir yana, bunları yapmadan kapitalist piyasa ilişkileri çerçevesinde yönetim araçları üzerinde yönetilenlerin şu veya bu düzeyde söz sahibi olmasından bahsediyor. Belge’nin derdi, yönetim araçlarından çok, kapitalist piyasa ekonomisinin reforme edilmiş biçimiyle de olsa korunması olunca, Berktay’la özünde hiçbir anlaşmazlığı kalmıyor. Berktay da, Belge ile anlaştıklarını, aynı siyasal zeminde durduklarını söyleyerek, Belge’nin açık bir dille ifade edemediği antisosyalizmi ve Marksizm düşmanlığını ‘dürüstçe’ ortaya koyuyor.
Belge’nin söyleyemediği, ama Berktay’ın göğsünü gere gere haykırdığı bu burjuva kapitalist düzeni savunma çağrısı ve sosyalizmin olsa olsa çağdışı bir totalitarizm olacağı iddiasının ayrıntılarına geçebiliriz.
Önce küçük bir parantezle başlayalım. Berktay’ın son ‘açılım’ı 1 Mayıs 1977’de kontrgerillanın saldırısıyla yaşanan katliam üzerine oldu. Öyle ki, Berktay açıldıkça açıldı. ‘Derinlik’lerin deşifrazyonu modasını tıpkı burjuva-faşist yazar-çizer takımının yaptığı gibi üstüne aldı. Ertuğrul Özkök’lerden, Mümtaz’er Türköne ve Erhen Mahçupyan’a kadar, sağdan sola sıraya girmiş tüm gerici burjuva kalemşörlerin, katliamın sorumlusu olan ‘deriniyle’ açığıyla devlet politikasını, geçmişini ve bugününü teşhir etmek yerine, ya muhaliflerini bastıracak argümanlar çıkartma ya da ‘sol’un derinliğine dalma çabasına omuz vermiş gözüküyor.
Aslında bu ‘omuz omuza’ mücadelenin yeni olduğu söylenemez. Berktay, en azından kendi olanakları çerçevesinde üzerine düşeni yapıyordu. Son yaptığı da, şimdiye kadar söylediklerinin mantıksal uzantısı. Çünkü Berktay, okun sivri ucunu ‘sol’a ve Marksizm’e yöneltmiştir. Siyasal mücadeleler ekseninde pozisyonu budur. ‘Derin’ tahliller yapılacaksa, ‘sol’un kendi içindeki ‘şiddet’i yahut devrimci ‘şiddet’in halka ne kadar zarar verdiği üzerine teori ve tespitler yapmakla mükellef hissetmektedir kendini. Bu söylenenlere karşı Berktay, kendisinin bir görev veya emir almadığını söyleyebilir. Zaten kastedilen de böyle bir şey değildir. Bu olabilir de olmayabilir de. Ancak Berktay’ın düşünce sistematiği açısından ‘sol’un ‘deşifre’ edilmesi, örneğin 1 Mayıs 1977 katliamı gibi, artık devletin bile gözlerden gizleyemez hale geldiği kontrgerilla gerçeğini, tüm tarihsel kanıt, bilgi ve belgeleri yok sayarak, tarihi yeniden ‘yazma’ eylemini zorunlu kılıyor.
Bir tarihçi açısından da en utanç verici şey bu olsa gerek. 77 1 Mayıs katliamında yüz binlerce kişi içerisinde kendi gördükleri üzerinden, “yukarıdan silah sıkıldığını görmedim” diyerek kontrgerillayı aklayan, suçu ‘sol’a yıkan bir yaklaşımın bilimsel tarihçilikle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı açıktır. Bu, bir bireyin, hele şu veya bu düzeyde bilimsel bilgi birikimi ve en azından sosyal bilimlerdeki çeşitli görüşlerle yüzgöz olmuş bir aydının, en temel bilimsel gerçekleri inkar etme noktasına geldiğinde, toplumsal yaşam ve tarihsel olaylar karşısında nasıl akıl-mantık dışı bir mevziiye geldiğini göstermesi açısından ibretlik bir durumdur.
***
Konumuz, Berktay’ın 77 1 Mayıs katliamı üzerine spekülatif ve bireysel tanıklığına dayanarak ortaya attığı ve kendisinden başka kimsenin de kolay kolay inanmayacağı iddialar değil.
Bu nedenle Berktay ile Belge arasındaki polemiğinin başlangıç noktasına, yani Berktay’ın “Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi” başlıklı makalesine gelebiliriz. Berktay bu makalesinde, solun bir hayal ürünü olarak “tarihin yönü”, “tarihsel zorunluluk” gibi kavramlarla Kürt hareketine yaklaştığını, ilerici-gerici, ezen-ezilen ulus gibi kategorilerin de Kürt hareketinin konumunu anlaşılmaz kıldığını söylüyor:
“Arka planda, ne kadar yok desek de silik bir ‘tarihin yönü’ inancı; ne kadar vazgeçtik desek de zayıf bir ‘devrim’ umudu ve ‘devrimcilik’ iddiası hep mevcut. Çok klasik ve şematik ezen-ezilen ayırımları (milletler dahil), bu şablona göre şekilleniyor. Sosyal güçler yelpazesinde ‘objektif’ olarak itici-ilerletici, yani ilerici, yani dost ve müttefik olması gereken kesimlerin tesbiti de buna bağlı. Habire ‘halk’(lar)ı konuşuyoruz (üstelik, sanki yekpareymişler gibi), yoksa doğrudan grup ve örgütleri değil. Ve hâlâ içten içe devrimci şiddet hayranıyız. Sonuçta, belirli grup ve örgütleri (faraza PKK veya BDP’yi) gerçek hayatta ne yaptıklarına, iç ve dış pratikleri itibariyle ne olduklarına, hattâ ileride ne yapacaklarını açıkça ilân ettiklerine göre değil, bilinçaltımıza yerleşmiş bu teorik perspektif itibariyle, tarihin akışı içinde nerede durmaları gerektiğine göre değerlendiriyoruz.
“‘İşçi sınıfı kollektif ezilendir, öyleyse bütün işçi örgüt ve sendikaları da ilericidir.’ Aslında bu kadar sığ ve zavallı bir şey söylüyoruz ama farkında değiliz, bırakalım ‘Kürt sosyolojisi’ni, örgüt, ideoloji ve politika olarak PKK ve KCK gerçeğine cepheden bakamadıkça.
“Ya da görüyor ama teşhis edemiyor, etmek istemiyoruz; kendimizle de yeniden tanışmak istemediğimizden olabilir mi acaba?”
Berktay’ın iddiaları şöyle özetlenebilir:
Birincisi, “tarihin yönü” diye bir şey yokur, nesnel olarak tarihin eğiliminden-yönünden bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle ‘devrim’ umudu boş bir ütopyadır.
İkincisi; gerici-ilerici, ezen-ezilen ayrımları tarihin yönü inancına göre şekilleniyor. Oysa bu ayrımlar gerçek yaşamda yoktur, ‘objektif’ olarak bu tür kategorilerden bahsetmek mümkün değildir.
Üçüncüsü; ‘sol’ yukarıda ifade edilenler üzerinden ortaya çıkan teorik bakış açısıyla gerçek siyasal gelişmeleri değerlendiremiyor, ‘halk’ gibi karşılıksız kavramlarla gerçek örgütlerin ve grupların eylemlerini göz ardı ediyor.
Berktay’ın bu ‘yaratıcı’ paragrafından daha da fazlası çıkartılabilir. Ancak şimdilik bu kadarı yeterlidir.
Berktay da, Belge gibi, gayet pratiktir. Kürt hareketi, AKP’ye ‘gerekli’ desteği vermediği için Berktay’ın hedefinde. ‘Sol’ da, AKP’nin kucağında Kürt hareketine tavır almadığı için suçlu! ‘Sol’un bu günahının sebebi ise, Berktay’ın yukarıda ifade edilen tespitleri. ‘Sol’, Berktay’a göre, ‘sosyalizm’ perspektifini, devrim ‘umudu’nu bir kenara bırakmalı, Berktay’ın çizdiği ‘gerçekçi’, neoliberal, piyasacı ve egemen burjuvaziyle ‘işbirliği’ne dayalı bir muhalefete koyulmalıdır! İşte bu nedenle geçmiş sosyalizm şiddetle eleştirilmeli ve onda en ufak bir ‘olumluluk’ bulunmazken, gelecekte de ‘sosyalizm’in mümkün olmadığı kabul edilmelidir.
Berktay’a göre, ‘sol’un temel kabulü ‘sosyalizmin tarihsel olarak bittiği’ olmalıdır. Tarihsel olarak bitmiş olmak nedir? Bir daha insanlığın önünde sosyalist bir seçenek olmadığı iddiasıdır. Berktay’ın aslında tüm siyasal ve ideolojik perspektifinin özeti budur. Onu, en basitinden toplumsal tespit bile denilemeyecek gözlemlerden alıkoyan, ezen-ezilen ulus ayrımını dahi yok saydıran, 1 Mayıs katliamının failliğini bile kontrgerilladan alıp ‘sol’a adapte ettiren işte bu gerici-liberal perspektiftir.
Önce Berktay’ın yukarıda ifade ettiğimiz üç iddiasına kısaca değinelim.
BERKTAY’IN YÖNSÜZ TARİHİ
Birinci iddia, tarihin yönüyle ilgili olanıdır. Tarihin yönü denilince, burjuva felsefesinin ilerlemeci rasyonalizmi de akla gelebilir. Ki, gelmelidir de. Ortaçağ’ın, daha doğru bir deyimle, feodal dönemin toplumsal ve ideolojik yaşamında egemen olan dogmatizm, hükümdarın tanrının yeryüzündeki temsilcisi olması ve tüm icraatlarına sorgulanmaz bir kutsallık atfedilmesi, feodal sömürünün de böylece meşrulaştırılmasının, Ortaçağ karanlığının siyasal yaşantısının genel bir çerçevesini oluşturduğu söylenebilir. Feodal toplum içinde kapitalist üretim ilişkilerinin yavaş yavaş gelişmesi, toplumsal sınıfsal konumlanışta başlayan değişimler, bilimsel-teknik gelişmelerin henüz yavaş bir tempoda olsa da ortaya çıkıyor oluşu, tüm bunlarla etkileşim halinde dogmatizm sorgulaması, felsefi alanda ve giderek siyasal yaşamda rasyonalizmi gündeme getirdi.
Rasyonalist filozoflara göre, toplumda kararlar ve siyasal mekanizma, hatta insan yaşamına dair her şey dogmatik/metafizik öncüllere göre değil, ‘us’a (akla) göre yeniden şekillendirilmelidir. Mesela, soyluların ayrıcalıkları ‘us’a aykırıydı ve kaldırılmalıydı. Akılcı olan ‘eşitlik’ti. Elbette her şeye egemen olması istenen ‘us’, burjuvazinin ‘us’u olduğu gibi, tarihsel olarak onun çıkarlarını yansıtıyordu. Böylece rasyonalizm, feodalizme karşı mücadele eden burjuvazinin felsefesi olarak şekillendi, dolayısıyla feodal gericiliğe karşı felsefi ve siyasal alanda ilerici bir mevzide duruyordu. Ancak burjuva rasyonalizmi, burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle birlikte, kapitalizmin değişmez ve en ‘akıl’cı düzen olduğunu savunarak, işçi sınıfı karşısında giderek gerici bir konuma geldi. Böylece, burjuvazi, 18. yüzyılda savunduğu radikal din düşmanlığı, materyalizm ve rasyonalizmden giderek uzaklaşarak, dinciliğe ve idealizme kapılarını açtı. Ancak burjuva rasyonalizmi bir akım olarak varlığını şu veya bu biçimde korumaya devam etti (olguculuk, pozitivizm vb.).
Rasyonalizm, kapitalist ilişkilerin Rousseau’cu toplum sözleşmesine dayandığını, dolayısıyla bireylerin eşit ve özgür olduğunu; kapitalist ilişkiler hem ulus hem de uluslararası düzeyde yayıldıkça aklın egemenliğinin sağlanacağını, bunun da bir bakıma kaçınılmaz olduğunu vurguluyordu. Klasik modernleşmeci teoriler böyledir. ‘Geri kalmış’ ülkeler, ‘modern’ ülkelerdeki gibi akılcı olanı uygulamak, onların geçtikleri aşamaları geçmek zorundaydılar. Böylece ‘tarihin yönü’, kaçınılmaz bir modernleşme ve kapitalizmin bitmeyen egemenliğini öngörüyordu.
Berktay’ın kategorize ettiğinin tersine, Marksizm ve onun özellikle toplum bilimlerindeki yöntemi olarak tarihsel materyalizm için tarihin yönü, basitçe, bir noktadan başka bir noktaya gitme ‘zorunluluğu’ ile tanımlanan klasik bir determinizm değildir. Ekonomik ilişkilerin kabaca her şeyi belirlediği, üretim ilişkilerinin tüm toplumu en ince ayrıntısına kadar şekillendirdiği bir yansıma ilişkisinin sonucu da değildir. Berktay’ın iddiasının aksine, Marksizme göre, üretim ilişkilerinin, toplumdaki her olgunun ‘kaderini alnına yazan’ bir etkinliği yoktur.
Bu mekanik belirleme anlayışı, olsa olsa, ‘ekonomik determinist’ bir yorumdur. Tarihsel materyalizm, elbette üretim ilişkilerinin belirleyici etkinliği, sınırlama ve yönlendirmesini vurgular; ki bu etkinlik sadece üretimi değil, değişim ve bölüşümü, güç ve iktidar ilişkilerini, maddi ve manevi yaşamının yeniden üretimini büyük ölçüde şekillendirir. Ancak, devletin yapısı, siyaset, ideoloji, kültürel yaşam vb. üstyapı kurumları da, üretim ilişkileri üzerinde karşılıklı etkide bunulur. Bu temelde gelişen sınıflar arası mücadele, ilerlemenin seyrini, şeklini, ne zaman ve nasıl olacağını, olup olmayacağını tayin eden güçtür.
Diğer yandan toplumsal gelişmenin tarihsel seyri, üretim ilişkilerinin diğer toplumsal süreçler üzerindeki belirleyici etkisiyle birlikte ele alınmalıdır. Dolayısıyla tarihin yönü ile toplumun nesnel yasalarının varlığı arasında kaçınılmaz bir bağ vardır. Eğer tarihin yönünden bahsedilebiliyorsa, bu nesnel yasaların/eğilimlerin olduğunun kabulüdür ve tersi. Bu nedenle Berktay’ın ‘tarihin yönü’ne karşı savaşırken temel varsayımı, toplumun nesnel yasaları olmadığı tezidir.
Nesnel yasaları kabul etmeyince, bireylerin gönüllerinden geçtiği gibi yaşadıkları, niyet ettiklerini yaptıkları ya da yapamadıkları, yönsüz, belirsiz, ne olacağına dair kestirimlerde bulunulamayan bir toplum “tasarımı” ortaya çıkıyor. Berktay’ın yönsüzlüğü de, bu belirsiz ve kestirimlerin mümkün olmadığı postmodern toplum anlayışına dayanıyor.
Oysa toplumun tarihsel nesnel yasaları vardır. Bunlar, topluma dikte edilen ve soyut bir güç tarafından dayatılan yasalar değildir. Bu yasalar, bizzat topluma içkindir. İnsanlar bilsin ya da bilmesin, toplumun içsel çelişki ve mücadeleleri, toplumsal yaşam üzerinde çeşitli etkilerde bulunur ve koşullandırır. İşte bu etkiler, toplumsal yaşamın belli bir yönde şekillenmesine neden olur.
İnsanların, toplumun nesnel yasalarının bilgisine sahip olması, yasa icat etmesi değil, toplumdaki eğilimlerin bilince çıkarılmasıdır. Dolayısıyla bilince çıkarılmış haliyle toplumsal yasalar, bizzat toplumsal hareketin genel eğilimlerini ifade ederler.
Kapitalist toplumdaki nesnel yasalar, kapitalist üretim ilişkilerindeki nesnel çelişkilere dayanır. Bu yasalar, hem kapitalist toplumun bir ‘bütünlük’ olarak varlığının ögesi, hem de hareketinin bizzat kendisidir. Örneğin sermayenin birikimi, bir yanda tekelleşme, diğer yanda kâr oranlarının azalması eğilimiyle malüldür. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, yoksulluğu kapitalist toplumun kaçınılmaz bir parçası kılar. Berktay, sermayenin merkezileşme ve tekelleşme eğilimini inkâr edebilir mi? Dünya ekonomisinde tekelci sermayenin ‘davullu zurnalı’ hakimiyetini yok sayabilir mi? Küçük ölçekli üretimin, küçük burjuva kategorilerin giderek tekelci sermayenin hegemonyası altına girdiğini, ücretli işgücüne dönüştüğünü görmezden gelebilir mi? Öyleyse sermayenin tekelleşmesi nesnel bir eğilim değil midir? Bunun sermaye ve kapitalizmin bir eğilimi olduğunu açıktır. Dolayısıyla sermaye birikiminin yasalarından/eğilimlerinden birisi tekelleşmedir ve sermaye açısından bir ‘yön’e işaret etmektedir.
Toplumsal hareketin nesnel yasaları, toplumun belirli bir yönde evrimini, ilerleyişini koşullar. Ancak yukarıda ifade edildiği gibi ilerleyişi birçok etkenle birlikte sınıf mücadelesinin seyriyle ilişkili olarak şekillenecektir.
Sonuç olarak, nesnel yasalar vardır ve bu yasalar, aynı zamanda, toplumsal hareketin yönüne de işaret etmektedir. Ancak burada bir parantez açmakta fayda var.
Kapitalist toplumda, tarihin yönü (başka bir deyişle kapitalist toplumsal hareketin yönü) ‘sosyalizme doğrudur’ demek kaba bir materyalizm anlamına gelmez. Çünkü üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle üretim ilişkilerinin özel niteliği arasındaki çelişki giderek keskinleşmektedir. Elbette bu tanım, yüksek bir soyutlama düzeyinde anlamlı olmaktadır. Uluslararası kapitalist formasyon ve sosyoekonomik koşullar açısından ele alındığında, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin safları hızlı bir genişleme sürecinde (özellikle sömürge ülkelerdeki küçük köylülüğün proleterleşmesiyle, orta sınıfların dağılmasıyla). Emekçilerin ücretleri, çalışma koşulları ve sosyal hakları, özelleştirme ve neoliberal reformlarla giderek gerilemekte. Üretim ve dolayısıyla emekçiler arasındaki üretim ilişkisi uluslararası ölçekte dağılmış ve ‘birleşmiş’ durumda. Bu, üretici güçlerin geçmiş dönemlere kıyasla uluslararası düzeyde büyük bir toplumsal nitelik kazandığını göstermektedir. Diğer yandan, sermaye özellikle kriz dönemlerinde hızla tekelleşmekte, küçük ve bağımsız üretim giderek istisnai biçimler haline gelmekte ve tekelci üretime bağlanmaktadır. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla birlikte giden yoksullaşma ve işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyümesiyle daha da görünür hale gelmektedir.
Üretim tekniği ve emeğin ve üretimin toplumsal niteliği, bütün insanlığın eşit ve özgür yaşamasının, ihtiyaçlarını emeğine göre karşılamasının bütün imkanlarını sunarken, kapitalist üretim ilişkileri bu olanağı heba etmekte, dünyayı burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmektedir. İşte üretici güçlerin, yoksullaşan ve üzerindeki baskılar giderek artan emekçi sınıfların toplumsal niteliği ile sermayenin merkezileşmesiyle kendini gösteren üretim ilişkilerinin burjuva niteliği arasındaki çelişki giderek sertleşmektedir.
Bu küçük ölçekli soyutlamanın toplumdaki karşılığı, yoksulluk, işsizlik, savaşlar, krizler, sosyal huzursuzluklar, isyanlar, işçi ve halk hareketleridir. Bunlar, kapitalist çelişkilerin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Ve tarihin yönü ve genel eğilimini verir. Bu eğilim, emekçi yığınların birlik ve mücadelesinin nesnel koşullarını giderek arttırır ve sosyalizmin yolunu açar. Yukarıda ifade edildiği gibi, bu nedenlerle tarihin yönünün sosyalizm olduğunu ifade etmek, ‘kaba bir materyalizm’, ‘pozitivist bilimcilik’ ya da determinizm değil, kapitalist toplumsal hareketin nesnel eğilimlerini göz önünde bulundurmaktır.
Ancak, bu, kapitalist toplumsal ilişkilerin tasfiye edilip sosyalist toplumsal ilişkilerin kurulması için nesnel koşul ve eğilimlerin yeterli olduğu anlamına gelmez. Belirleyici güç ve etken sınıf mücadelesi ve onun seyridir. Nesnel koşulları gelişen sınıf hareketinin siyasal örgütlenme ve iktidarı alma eylemi olmadan sosyalizm mümkün değildir.
Berktay’ın ‘tarihin yönü’ takıntısının sebebi de, tam da bu olası devrimlerin dünya gündemine daha canlı ve güncel bir biçimde gelmesidir. Kapitalist toplumun giderek kendi mezar kazıcılarının saflarını genişletmesi, krizler, yoksulluk ve işsizlikle sosyal bunalımlara ve devrimlere zemin hazırlamasıdır.
EZEN-EZİLEN İLİŞKİSİ YOK MU OLDU?
İkinci iddia, ezen-ezilen, ilerici-gerici ayrımının yaşamda karşılığının olmadığıdır. Berktay’a göre, toplumda farklı fikirler, kültürler, görüşler, yaklaşımlar, mücadeleler vardır; ama ezen ve ezilen ilişkisi yoktur!
Bir dediğinin bir sonraki gün tersini söyleyebilen, sadece belirsizlik, olumsallık, şekilsizlik, çok bileşenlilik, çokluk, farklılık gibi değerleri değil, olgulara yaklaşım biçimini rehber edilen post modernist ideologlara göre, ‘eski’ dünyanın kavramları geçerliliğini yitirmiştir. Hele 1990’ların başında, burjuvazi ve her türden hayranları zafer sarhoşu iken, bu postmodern esrar bir ölçüde kâr ediyordu. Ancak, bugün eski dünyanın kavramları olduğu iddia edilip çöpe atılması söylenen kategorileri, günlük yaşamda görebilmek için dört gözle bakmaya gerek kalmadı. Görünenin ardındaki gerçeğe ulaşmak bile kesinlikle önemli olmakla birlikte, Berktay’ın ezen-ezilen arasındaki ayrımın kalktığı iddiası görünüşte bile doğrulanamaz. Hiçbir zaman da doğrulanmadı.
Nereye bakılsa varlığını koruyor. Kapitalist sömürü, ulusal baskı, kadın sorunu ve ataerkillik, dinsel baskı, çevresel tehditler, tekelci egemenlik, antidemokratik siyasal yaşam vb. – bütün bu olgu ve etkenler, kapitalist toplumsal formasyonun çeşitli yüzleri olmakla birlikte, ezen ezilen ilişkisini çeşitli biçimlerde yeniden üretmektedir.
Ezen ulus ve ezilen ulus ayrımı ise, emperyalist kapitalizme içseldir. Tercih meselesi, politika yönelimi falan değil, bizzat tekelci sermayenin tarihsel gelişiminin sonucudur. Yani sermayenin varlığıyla iç içedir; bugün sermaye egemenliği dediğimizde, kaçınılmaz olarak, onun emperyalist kapitalizm koşullarındaki egemenliğini kastetmiş oluruz. Ve bu egemenlik, sadece bir ulus içinde emekçilerin sömürüsünü değil, bunu aşan bir biçimde, devletlerinin de desteğini arkasına alan (ve bizzat devletin yönetimini elinde tutan) uluslararası sermayenin, diğer ülke halkları üzerindeki sömürüsünü kapsar. Emperyalizm ancak böyle bir temelde emperyalizm olmuştur.
Berktay ise, bir liberal olarak, emperyalist kapitalizmi, sanki eşit ve bağımsız ülkelerin karşılıklı fayda sağladıkları bir uluslararası düzen olarak görmekte, burada ezen ulus ezilen ulus çelişkisine yer bırakmamaktadır.
Çok uzaklara gitmeye de gerek yok. Türkiye’de on yıllardır temel meselelerden birisi olan Kürt sorunu, Kürt halkının bir halk olarak tanınması ve haklarının kabul edilmesi söz konusu değilken, siyasetçileri ve hak arayanlar büyük bir baskı altında tutulur ve halkın tüm özlem ve çabalarına rağmen savaşta ısrar edilirken, nasıl bir eşitlikten bahsedilebilir. Burada apaçık bir ezen-ezilen ilişkisi mevcuttur ve bazı hakların şu veya bu sebeple ‘tanınmış’ olması bu çelişkinin ortadan kalktığını göstermez. Berktay kanıt mı istiyor? Milyonları harekete geçiren ezilen ulus hareketine bakması yeterlidir.
KOLEKTİF KATEGORİLER
Üçüncü iddia ise, toplumsal siyasal gelişmelere, ‘halk’, ‘sınıf’ gibi kategoriler üzerinden bakılması ve bu nedenle örgütlerin, grupların gerçek niyet ve hedeflerinin anlaşılamıyor oluşudur. Verdiği örneklerden birisinde, Berktay, ‘sol’un “İşçi sınıfı kollektif ezilendir, öyleyse bütün işçi örgüt ve sendikaları da ilericidir” diye düşündüğünü iddia ediyor. Yani, ‘sınıfın ilericiliği’ kapsamında örgütlerin tutum ve davranışlarının göz ardı edildiği iddia ediliyor. Berktay, olmayan yel değirmenlerine karşı bir şövalye edasıyla savaşıyor, ama sendikal bürokrasinin gerici tutumu bu kadar aşikarken, ‘sol’un böyle demediği, diyemeyeceği, böyle bir iddianın da ortada olmadığı açıktır.
Ki, Berktay’ın bu iddiası, asıl olarak Kürt hareketine yöneliktir. Berktay, “‘Sol’ ezilen ulus hareketinin ilerici olduğu teorik tespitiyle Kürt hareketinin Kürt sorununun çözümü önünde engel olduğunu göremiyor” biçiminde yorum yapmaktadır. Kürt halkında ifade edilen ‘halk’ kavramının da toplumda bir karşılığı olmadığını düşünmektedir. Hatta Marksistlerin bilmediği bir şeyi söylüyormuşçasına, ‘halk’ın yekpare bir bütün olmadığını da eklemektedir.
Halkın yekpare bir bütün olmaması, ‘halk’ diye bir olgunun olmadığı anlamına mı gelir? Örneğin toplum yekpare bir bütün değildir. Ama bundan yola çıkarak toplum diye bir şey olmadığı sonucu çıkarılabilir mi? Ya da, analizlerde ‘toplum’ ve ‘halk’ kavramlarının kullanılamayacağı düşünülebilir mi? Elbette, bunlar söylenecek olursa komedi, hatta trajik bir komedi olur ki, Berktay’ın böyle bir komediye yaklaştığını söylemek abartı olmayacaktır.
Elbette, ‘halk’ yekpare bir bütün olmadığı gibi, çeşitli sınıf ve katmanlardan oluşur. Halk, egemen sınıfların karşısındaki sınıf ve tabakaları ifade etmek üzere anlam kazanan bir kavram olduğu gibi, bu nesnel zemin üzerinde yükselir. Sabit değil, tarihsel ve nesnel gerçekliğe göre ve sınıf mücadelesinin seyri ile içeriği de değişen –tıpkı diğer kavramlar gibi- ilişkisel ve tarihsel bir kavramdır.
Özetle, Berktay’ın sandığının aksine, ‘halk’ın toplumsal yaşamda bir karşılığı vardır ve toplumsal sınıfların mücadelesinde nesnel olarak bir yer tutar. Tabii, bu yer, genel bir ezilenler mistisizminde değil, sınıf mücadelesi ve güç dengelerine bağlı olarak şekillenmektedir.
Halk ya da sınıf gibi kavramları kullanmak, örgütlerin gerçekliğini yok saymak anlamına gelmez. Yani ezilen ulus hareketinin ilerici niteliği, ezilen ulusun çıkarlarını temsil eden partinin hataları ve yanlışları olmayacağı, onun eleştirilmeyeceği anlamına gelmez. Ancak, Berktay, bunun ötesini istiyor. İstiyor ki, devletin baskı ve inkara dayalı politikasından çok Kürt ulusal hareketi eleştirilsin, mahkum edilsin! PKK, üzerinde oluşturulacak bu baskıyla silah bıraksın, Kürt sorunu böylece AKP hükümetinin marifetiyle “çözülsün”! Çünkü Berktay sözde şiddete ‘karşı’dır, AKP’nin desteklenmesiyle demokratikleşmenin ilerleyeceğini düşünmektedir.
Oysa, Marksistlerin, ezilen ulus hareketinin genel ilerici niteliğinden yola çıkarak, halkın mevcut durum ve eğilimlerini, PKK’nin tutum ve kararlarını, taktik ve sloganlarını göz önünde bulundurmadığı ve eleştirmediği söylenemez. Ancak, gerici tekelci burjuvazinin iktidarına karşı ulusal eşitlik ve özgürlük talebi ile ezilen ulus hareketi, işçi sınıfının burjuvazinin iktidarına karşı mücadelesinde önemli bir müttefiktir ve mücadelenin temel yönü ve hedefi doğal olarak burjuva iktidarıdır.
Örneğin Kürt halkının barış talebi, silahların susması ve diyalog istemi, bölgenin bir gerçeği olarak PKK’nin muhatap alınması ve bu muhataplık olmadan, yani halkın durum ve eğilimleri, bir gerçeklik olarak örgütsel varlık göz önünde bulundurulmadan, Kürt sorununun çözülemeyeceğini Marksistler ısrarla savunmaktadır. Bu mudur ezilen ulus hareketinin teorik çerçevesi içinde örgütü ve grupları görememek?
Berktay yine de ısrarlı. Çünkü o gerçekliğe, gerçek politikaya bakma iddiasıyla sınıf mücadelesi nesnelliğini reddetmektedir:
“‘Sınıf’lar ve ‘halk’larla; yani öncelikle ve doğrudan doğruya partilerle değil, onların ardına saklandığı varsayılan gizli toplumsal güçlerle ilgilenmenin beraberinde getirdiği bir diğer deformasyon var: bu güçlere izafe edilen ilerici/gerici, devrimci/karşı-devrimci ‘öz’ veya potansiyel, ya da ‘barut’larının tükenip tükenmediğiyle ilgili, bitmek bilmez tartışmalar.
“Siyasi partilere bu şekilde yaklaşmak, bir parti (faraza AKP) her nasılsa bazı ‘iyi şeyler’ yapıyorsa, bunları âdetâ soluk soluğa, acaba nerede tükenecek ve tıkanacaklar diye korku içinde izlemeye yol açıyor.”
Evet, tam da Berktay’ın dediği gibi, tarihsel materyalist yöntem, toplumsal olay ve olguların ardında ne olduğuna, hangi güç ilişkileri, ihtiyaç, mücadele ve isteklerin sonucu olduğunu bakar; bu bileşenleri dikkate alarak olay ve olguları yorumlar. Bu da, olgunun arkasında bir bit yeniği aramak değil, tersine bilimin asıl işlevidir: Görünenin ardındaki gerçekliği ortaya çıkarmak.
Görünenin ardına gidilmeyecekse, onu etkileyen, koşullayan, olumsallayan, varlık kazanmasına neden olan faktörler değerlendirilmeyecekse, Berktay’ın tarihçiliğinden geriye kaba bir idealizm kalacaktır. Berktay’ın idealizmi bu kadar basit bir yönteme dayanmaktadır: Görüneni görünenle açıklama. Buna göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuşmasında “Kürt kardeşlerim” diyorsa (ya da hükümet Kürt açılımı ilan ediyorsa), Kürt sorununu çözmek istediği içindir! Erdoğan’ın bunu demesi, AKP’nin ve onu destekleyen tekelci burjuvazinin Kürt sorununu çözmek istediği anlamına gelir! Ya realite? Görünen böyle olsa da, gerçeklik, hükümetin politikasının Kürt sorununu çözmekten uzak ve tersine sorunu daha da kangrenleştirdiği ise, bunu, sadece teori de değil, günlük yaşamda devam eden çatışmalar, ölümler, Kürt siyasetçiler üzerindeki siyasal baskılar ve özgürlüksüzlük ortamı ile gösteriyorsa, yine de arkasında bir takım niyetler, iktidar ve manipülasyon amaç ve ilişkileri aramayacak mıyız?
Kürt halkının yıllardır ısrarla sürdürdüğü eşitlik ve özgürlük mücadelesinin, egemen güçleri, on yıllardır resmi söylemde ‘Kürt’ kelimesi bile yok iken, bugün ‘Kürt kardeşlerim’e getiren süreci ve halkın mücadelesini (elbette ulusal ve uluslararası düzeydeki diğer etkenlerle beraber) görmeyecek miyiz?
Başbakan Erdoğan belki eşinin Siirtli olması ve dini kimliği itibariyle Kürtlere karşı, örneğin MHP lideri Bahçeli kadar düşmanca hislere sahip olmayabilir. Ancak meseleyi tamamen toplumsal olandan koparıp bireysel mizaç ve özelliklere indirgemek, buradan yola çıkarak AKP’nin Kürt sorunundaki yaklaşımının demokratik çözüm yönünde olduğunu iddia etmek, söylenenle/görünenle ikna olmak demektir. Bunun karşısında; somut durumu, Kürt ‘halk’ının mücadelesini göz önünde bulundurarak değerlendirmek, buradan da Kürt ulusal hareketiyle ittifak içinde olmak, basitçe ‘bit yeniği arama’ya indirgenemez.
Sadece Kürt sorunu ve Kürt ‘halk’ının mücadelesinin dikkate alınması ve tahlilde bu mücadelenin önemli bir yere konulması da değil. Sınıf mücadelesinin toplumsal olay ve olgulara yaklaşımda temel bir belirleyici olarak analize dahil edilmesi de Berktay’ı rahatsız ediyor. Berktay için asıl ‘bit yeniği aramak’ da, bu. Buna göre, ‘sınıf’ analizi, siyasal gelişmeleri tahlil yöntemi olarak benimsenmemelidir.
Postmodernizmin, tek başına değil, ama önemli oranda belirsizlik, çokluk, farklılık, şekilsizlik nosyonlarının işlevi, zaten Berktay’ın da başlı başına dert edindiği sınıf gerçekliğinin gözlerden gizlenmesidir. Sınıflar arasındaki sınırların belirsizleştiği, orta sınıfının giderek genişlediği, eski işçi sınıfının kalmadığı, sınıflar arası geçişkenliğin ve saydamlığın arttığı, sınıfların değil statü gruplarının belirleyici olduğu, sınıfın kaba bir ekonomik analiz aracı olduğu gibi iddia ve tezlerin tümü, en temel toplumsal gerçekliğin gözlerden gizlenmesi ve böylece kapitalizmde bizzat işçi sınıfı mücadelesinin manipüle edilmesi amacını taşımaktadır. Bu amaç, böyle ilan edilerek değil, ancak felsefe, sanat, siyaset vb. alanlarda yapılan tartışmalar sonucunda böyle bir hedefe bağlanmaktadır.
SİYASET VE SINIF İLİŞKİSİ
Berktay’ın devrimci/karşı-devrimci ‘öz’ veya potansiyel, ya da ‘barut’larının tükenip tükenmediğiyle ilgili açıklamaları da, sınıf kavramının ve sınıf mücadelesinin reddiyle ilgilidir. Berktay bunu kanıtlamak üzere kendince önemli ‘bulgulara’ ulaşmıştır:
“Samimî ve düşünen solcular da var kuşkusuz. Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyordum. Onun da ailesi Dersim’den göçürtülmüş. Dosdoğru, gayet temiz ve dürüst bir şekilde, ‘Hocam bu hükümet beni iki kere şaşırttı’ dedi: ‘Bir, askere karşı direnip bitirdikleri için, bir de başbakanın bu demeciyle. Nasıl olabiliyor böyle bir şey ?’
“Yok, dedim, asıl mesele nasıl olabildiğinde değil; bunun bize, senin benim gibi eski solculara niçin bu kadar şaşırtıcı geldiğinde.
“… aşırıya vardırılmış bir materyalizm ve illâ ‘sınıfsal’ yorum alışkanlığı sonucu, biz o partileri de, ait oldukları farzedilen şu veya bu sosyal kesim, etnik grup, halk veya millet tarafından çok fazla ‘belirlenmiş’ (determine edilmiş) sanıyor; siyaset sahnesine bakarken özerk gerçeklikleri içinde partileri değil, ısrarla ‘temsil ettikleri’ sınıf(lar)ı ‘görüyor’, daha doğrusu görmeye çalışıyor veya gördüğümüzü sanıyoruz. Faraza ‘AKP bir hakim sınıf partisi olduğu için iyi şeyler yapamaz, yapamaması gerekir’ diye düşünmemiz, siyasetin kendisine değil ‘arkasına’ bakma takıntımızı yansıtıyor.”
“AKP’nin yaptığı iyi şeyler” ise Kürt açılımı, Dersim özrü, askerle mücadele vb. Bunları yaptığına ‘solcu’lar şaşırıyormuş. ‘Solcu’ların teorisi, bu siyasal gelişmeleri anlamaya uygun değil, Berktay’a göre.
Tarihsel materyalizme göre, siyasal gelişmeler, olgu ve olaylar sınıflar mücadelesinin çizdiği çerçevede, onun yönlendirmesi ve koşullamalarıyla gerçekleşir . Bu, Berktay’ın deyişiyle, AKP’nin solu şaşırtan her açıklamasının, örneğin Dersim ‘özrü’nün, hükümetin burjuva sınıfsal karakterinin reddedilmesini gerektirdiği anlamına gelmez.
Berktay;
1- Sınıfların artık güncelliğini yitirdiğini, sınıfsal ayrımların giderek belirsizleştiğini, hatta sınıfların varlığının ‘eski’ biçimleriyle mevcut olmadığını, toplumu belirleyen temel çelişkinin de sınıflar arasındaki çelişki olmadığını;
2- Bu nedenle, toplumsal olay ve olgulara sınıfsal analizle bakmanın yanılgıya sürüklediğini;
3- Varsa bile, sınıfsal olanın birçok etkenden yalnızca birisi olduğu ve siyasal partiler, siyasal olgularla sınıf arasındaki bir ilişki kurulamayacağını; siyasetin görece özerk değil, sınıflardan bağımsız olduğunu;
4- Bu tezlerin mantıksal sonucu olarak da, siyasal gelişmelerin arkasındaki başkaca güçlere (sınıflara) değil, bizzat onu yapanın düşünce ve eylemine bağlamak gerektiğini (idealizm, bir bakıma Weberyan yorumlamacılık) iddia ediyor.
Oysa Berktay’ın sandığının aksine, tarihsel materyalizm, her toplumsal olguyu, mesela bir cemaatle başka bir cemaat arasındaki Kuran’ın nasıl yorumlanması gerektiğine dair fıkıh tartışmasını kaba bir indirgemecilikle ele almaz. Bu bile sınıf mücadelesi açısından bir konumlanmayı ifade etmekle beraber, değindiğimiz örnekteki dini düşünce ve yorumun kendi içinde nispeten özerk bir hareketi, çeşitli faktörler tarafından etkilenen tarihsel bir seyri vardır. Sınıf mücadelesinin belirlediği çerçevede, ama diğer koşulların da katkı sunduğu bir özerklik söz konusudur. Ancak daha üst bir soyutlama düzeyi ve etkileşimleri bağlamında, hem bu özerklik, hem de içinde konumlandığı sınıf mücadelesi, belirli üretim ilişkileri ve onun yeniden üretimi temelinde şekillenmektedir.
Üretim ilişkilerinin duragan ve ‘kendinde’ bir gerçekliği yoktur, bu ilişkiler gün be gün siyasi, hukuki, felsefi, dini vb. ilişki biçimleriyle yeniden üretilir, dolayısıyla diğer toplumsal ilişki ve düşünüş biçimleriyle etkileşim halindedir. Diyalektik yöntem de, olgunun bizzat bu etkileşim ve hareketini (gerçekliğini), geçmişle ve gelecekle bağlantısını ortaya koyar; olguyu bütün bu ilişkileri çerçevesinde ele alır.
Siyasal mücadele ve üstyapı kurumları açısından; kapitalist üretim ilişkilerinin devamını sağlama işlevi ve bu kurumların görece özerkliği bir bütündür. Ki, bu nispi özerklik; örneğin burjuva siyasal bir partinin bazı ‘halkçı’ değer ve söylemleri kullanması, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi için gerekli olan iktidar ilişkilerinin istikrarı açısından olmazsa olmazdır. Yoksa burjuva partilerin, açıkça ve ilan ederek burjuvazinin çıkarını, adını koyarak savunması gerekir ki, burjuva partilerin bunu yapmıyor olması, Berktay’a göre, Marksizm’in yanıldığını göstermektedir.
Berktay, Marksizmi çarpıtıyor. Berktay’ın Marksizme karşı savaşabilmesi için bu çarpıtma gerekli. Berktay, Marksizmde, sınıf ve siyasal partiler arasındaki ilişkinin, hiçbir özgünlük bırakmadan, belirleme ilişkisi olduğunu iddia ediyor.
Peki, iktidar ilişkileri sınıflardan bağımsız mı? Partilerin politikaları, sınıf mücadeleleri olmadan anlamlandırılabilir mi? Bunu iddia edebilmek için toplumsal yaşamdaki bütün bir gerçekliğe gözlerini kapamak gerekmez mi? Elbette, sınıf ilişkileri ve iktidar arasındaki bağlantının kurulması, siyaset biliminin tartışma alanlarından birisidir. Ancak, Berktay bu bağlantının biçimini falan değil, doğrudan sınıf ve partiler, sınıf mücadelesi ile iktidar arasındaki bağlantıyı ve etkileşimi inkar ediyor.
Gelelim AKP’nin “iyi şeyler yapması”na. Berktay’ın kendi yöntemini savunurken başlıca kanıtlarından birisi budur. Berktay’a göre, mesela Dersim ‘özrü’ demokratikleşme için önemli bir adımdır. Ve AKP yapmıştır. Bu da, AKP’nin ilerici barutunu tüketmediğini göstermektedir:
“Dersim özürü bunların üstüne geldi ve ‘acaba öyle mi?’ diye biraz düşünmeyi hak ediyor sanırım.
“Şimdi hepsi bana gücenebilir ama, sevgili arkadaşlar, ben kritik bir noktada yanıldığınız kanısındayım.
“Hemen belirteyim: bu yanılgı, bizatihî AKP’ye ilişkin teşhislerinizden değil, politikaya bakış tarzınızdan kaynaklanıyor. Başka bir deyişle, sizin ‘AKP artık kötü’ gibi bir şey dediğiniz noktada ben ‘hayır, AKP hâlâ iyi’ diye zıddını söylüyor değilim. Türkiye’de de siyasetin nihayet normalleştiğini ve benim normal siyaset (‘burjuva’ siyaseti ?!) dediğim koşullarda, siyasî partilerin performansına ‘bir yere kadar iyi gider, sonra tükenir ve kötüleşir’ diye, çizgisel bir şekilde (önce tırmanan ve sonra inişe geçen bir çizgi gibi) bakmanın yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
“Bu bakış tarzının, bir, ‘partilerin ardındaki sosyal güçlerin özsel sınırları’na takılıp kalan bir siyaset anlayışından tam kurtulamadığı kanısındayım.
İki, ‘devrimci’ perspektifin ve dolayısıyla ‘burjuva’ denen devrimlerin nereye kadar gidebileceği, nerede durmasının kaçınılmaz olduğu gibi ‘teorik’ varsayımların kısmî mirasını hâlâ üzerinde taşıdığı kanısındayım.
“Normal politika, çok daha kısa salınımlı, kâh (göreli) iyi ile kâh (göreli) kötü arasında çok daha konjonktürel gelgitli bir şey. Politika sahnesindeki rekabet, başlı başına özerk bir kerte ve ‘artık olmaz’ denilen noktada Dersim özürü gibi ‘sürpriz’leri patlatabiliyor.”
Berktay’a göre, Dersim özrü, tarihsel materyalizmi yanlışlayan bir örnek olaydır. Çünkü Berktay’ın Marksizm tasarımında Başbakan Erdoğan’ın “Dersim katliamından dolayı özür dilemesi” (daha doğrusu yarım ağızla dilermiş gibi yapması) mümkün değildir. Oysa AKP, iktidar mücadelesinde, yığınları yedeklemek üzere, hele muhalefeti suçlayacak bir bağlantı yakaladıysa, ‘özür dilemek’ten çekinmeyebilir. İktidarını sürdürebilmek ve yığınları manipüle etmek için AKP bu gibi çıkışlar yapabilir (12 Eylül yargılamaları gibi). Ki, burada demokrasi güçlerinin mücadelesinin etki ve birikimini de görmek gerekir. Sınıf mücadelesinin bir yansıması olarak demokrasi güçlerinin mücadelesi, tekelci sermayenin egemenliğinde biçime dair yenilikler ve taktiksel ihtiyaçlar, sermaye iktidarının devamı açısından yığınların taleplerinin manipüle edilmesi çabası; bütün bunlar, AKP’nin icraat ve söylemlerinde başlı başına bir sınıf mücadelesinin görülmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Diğer yandan, siyasal alan ile ekonomik alan arasındaki karşılıklı ve yakın ilişkiye rağmen, burjuvazi, hele lafızda, ‘açılım’ yapmak için elbette bir manevra alanına sahiptir. Yani, AKP’nin 1 Mayıs 77 katliamı için ‘derin’ devlet güçlerini sorumlu göstererek devleti aklaması, buradan özür dilemesi imkansız olmadığı gibi; siyasal polemiklerin buraya kilitlenmesi durumunda, AKP bunda pek bir beis görmeyecektir. Yani, siyasal alanda hükümetin belli manipülasyonları ve meşruluk alanını genişletme çabası içinde siyasal hamleler yapması mümkündür ve AKP bunu geçmiş burjuva iktidarlara nazaran ‘iyi’ de yapmaktadır.
Ancak bu ‘özerk’ siyasal hareket alanı içerisinde siyasal partiler, sınıflar arasındaki mücadelede öyle bir ‘gerilmiş’ durumdadır ki, sınıfsal bir çıkar ve çerçeveye hizmet etmeden hareket etmek mümkün değildir.
Dolayısıyla sınıf ve siyaset arasındaki ilişki temel önemdedir. Çünkü toplumsal yapı ve biçimleri belirleyen, devletin demokratik olup olmamasından sosyal devlet uygulamalarına, ülke içinde ulusal sorunların çözümünden emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarına kadar bütün toplumsal faktörler, sınıf mücadelesinin güncel ve geçmiş birikimi ve seyri tarafından şekillendirilmektedir. Siyaset de, boşlukta değil, bu birikim üzerinde ve yine sınıflar arasında cereyan etmektedir. Berktay, hem güncel bir bağlantıyı (sınıf ve siyaset arasındaki) yok sayarken, hem de siyasetin, siyasal olgu ve gelişmelerin üzerinde cereyan ettiği tarihsel zemini göz ardı etmektedir. Geriye kalansa, bireyin, örneğin Başbakan’ın kendinden menkul iradesi olmaktadır. Bu da, Başbakan’a Allah’ın bir takım yetenekleri lütfettiği mistik önermesiyle özünde aynıdır!
SOSYALİZM İNSANLIK TARİHİNİN HAZİNELERİNDENDİR
Berktay’ın Marksizme saldırı ve çarpıtmaları bununla sınırlı değil. Berktay sadece bir yöntem tartışması yapmıyor. Bir gelecek tasarımı, güncel mücadele ve müdahale biçimlerine kadar pratik bir konuda kafa ‘yoruyor’. Sosyalizm mümkün müdür, sosyalizm için mücadele gerekli midir vb.
“Sovyetlerin çöküşüyle komünizm tarihsel olarak bitti. ‘Muhalefet Marksizmi’ni değilse bile ‘iktidar Marksizmi’ni birlikte alıp götürdü. Ben bu noktada Murat Belge’den çok Zülfü Dicleli’ye yakınım. Giden, sosyalizmin şakası veya karikatürü değil, ta kendisiydi. Bir daha da başka bir sosyalizm olmayacak. İnsanlığın özgürlük ve sosyal adalet idealleri, bu kadar komple ve katastrofik bir çöküşten sonra, artık bu ad ve kavramlarla ete kemiğe bürünemez, canlandırılamaz. Statükoya muhalefet ve/ya yeni bir sosyal hareket inşası özlemimiz varsa, bunu mutlak surette sosyalizm projesinden ayrı ve farklı biçimde düşünmek; özellikle de o sosyalizm projesinin ‘tarihin yasaları ve yönü’ gibi yan önermelerinden kesinlikle koparmak zorundayız.
“Özetle, Marksist veya Marksist-Leninist siyaset hakkında bildiğimiz herşeyi unutmak ve (başka nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum) demokratik siyaset diye bir şeyi yeniden öğrenmek (demokrat gibi davranmak değil, demokrat olmak) meselesi önümüzde duruyor.”
Sosyalizm hakkındaki görüşlerinin anlaşılması açısından Berktay’dan bir uzun bölüm daha aktarmak durumundayız:
“(a) Ben (Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi’nde: 26 Kasım) herhangi bir sosyalizm-komünizm ayırımı yapmaksızın, komünizmin çöküşüyle birlikte, ne diyeceksek diyelim, her ikisinin tarihe gömüldüğünü; artık ‘özgürlük ve sosyal adalet ideallerinin’ ya da ‘statükoya muhalefet ve/ya yeni bir sosyal hareket inşası özlemimiz’in, altını çiziyorum, bu ad ve kavramlarla canlanamayacağını; bunları herkesin tarihte bilip tanıdığı sosyalizm projesinden ayrı düşünmemiz gerektiğini vurgulamıştım. Yani benim için insanlığın idealleri başka; sosyalizmin (komünizm olarak) tarihî gerçekliği (ki bunun dışında bir gerçekliği hiç olmadı) gene başka. Bilmiyorum, bundan sonra da bana, insanlığın özlemlerinden kopmamak gerektiği tekrar hatırlatılabilir mi?
“Ne ki (b) Murat, kusura bakmasın, benim ‘özgürlük ve sosyal adalet idealleri’ dediğim aynı şeyi getirmiş, gene benim argümanımın karşısına dikmiş. Bir bakıma mesele, sırf buna sosyalizm deyip dememek, ya da sosyalizm diye bu niyet ve idealleri görüp görmemekte düğümleniyor. Tabii ki Murat’la, sosyalizmin Marksist-Leninist kolunun (= komünizm) ve ardındaki düşünce tarzının, geri gelmeyecek biçimde çöktüğü noktasında aynı fikirdeyiz Dahası, klasik Marksizmin bu kötülükten tamamen muaf tutulamayacağını da kabul ediyor. Fakat bir sonraki adımda, sosyalizm (daha doğrusu, sosyalizmin çıkış noktası) ile komünizmi gene de birbirinden ayırıyor. Biz, diyor, ‘insanların eşit ve özgür yaşadığı bir toplum… sömürünün her türlüsünün ortadan kalkmasını sağlayacak bir ahlâk’ isteyerek yola çıktık ve ‘çoğumuz, buna inanmaya devam ediyoruz.’ O halde sosyalizm oydu, gitti, bir daha gelmeyecek denebilir mi, diye soruyor; açıkçası, dememek gerektiği sonucuna varıyor.
“Buna itirazım kısaca şöyle: Bu tavrıyla Murat, sosyalizmin sosyalliği ve tarihselliğini ortadan kaldırıyor; sosyalizmi bir reel pratikler demeti olmaktan çıkarıp (ölçülmesi, sınanması mümkün olmayan) bir ahlâki niyet ve özlemler yumağına indirgiyor. Marksizm materyalistti ve bir praxis vurgusu vardı. Oysa bu yaklaşımda sosyalizmin maddesi ve pratiği gidiyor; sadece ‘ruhu’ kalıyor –ve sosyalizm, pratiğinin değil bu ruhun adı oluyor. Murat ‘sosyalizm adının dahi fazlasıyla yıpratıldığı söyleniyorsa bunu da tartışmaya varım’ diyor gerçi. Ama belki de ‘ad’ları tarihî gerçeklikler olarak görmediği; büyük kitlelerin realiteyi bu temel kategorilerle algılamasının siyasî bakımdan ne anlama geldiği üzerinde pek durmadığı için, bu kabul önemsizleşiyor; benim için tâyin edici olan toplumsal gerçeklik, Murat için ikincil kalıyor.”
Berktay, Belge’nin sosyalizmi eşitlik ve özgürlük ideallerine indirgeyen, maddi toplumsal gerçeklikte devrimci dönüşümü, yani dünyayı değiştirmeyi, böylece bizzat ‘özne’yi de değiştirme eylemini yok sayan anlayışını eleştiriyor. Marksizm ile Belge arasındaki bazı çelişkileri bulmaya çalışan Berktay, kendisinin özünde Belge ile aynı şeyleri söylediklerini, ancak ortaklaştıkları zeminin sosyalizmle bir alakasının olmadığını, sosyalizmin artık gerçekleşmesi mümkün olmayan bir tasarım olduğunu ifade ediyor.
Berktay’ın söylediklerinin bir kısmına; Belge ile özünde aynı şeyleri söyledikleri ve ‘programatik’ olarak aynı konumda bulunduklarına dair tespitlerine katılmamak mümkün değil. Ancak Berktay’ın sosyalizmin imkansızlığına dair iddiası tamamen öznel ve keyfidir.
Berktay, “benim için tâyin edici olan toplumsal gerçeklik” diyor, ama toplumsal gerçekliğin temel unsurlarını, kendi ideolojik hedefleri (kapitalizmi aklamak ve kaçınılmaz olduğuna inandırmak) doğrultusunda göz ardı ediyor. Berktay’a göre, toplumsal gerçeklik, sosyalizmin tarihsel olarak bittiği ve gelecekte de böyle bir projenin yaşam bulamayacağıdır. Kitlelerin sosyalizm deneyimini yaşadığını ve böylece sosyalizmle kitleler arasındaki ilişkinin tarihsel olarak mümkün olmadığını vaaz ediyor. Neden? Çünkü sosyalizm demokrasiyi rafa kaldırdı, totaliterdi, baskıcıydı, özgürlüklerin düşmanıydı vb. Berktay usulü tanımlamalar nedeniyle!
“Şimdi siz bir türlü bu olaya cepheden, dümdüz bakamıyorsunuz. Ben diyorum ki: Sosyalizm insanlık ve tarih için budur, buydu; biz bunu sübjektif niyetlerimizle, kendimize özgü tanımlarla değiştiremeyiz. Sosyalizm olarak bilinen teoriden, pratikler demetinden, geride bıraktığı mirastan, artık politik olarak da, örgütsel olarak da, programatik olarak da bir şey çıkmaz. Hiçbir pratik önemi, kitlelere (yeniden) sirayet gücü olamaz. Bu ağaçtan artık dibine herhangi bir meyve düşmez. O gölgelikte bekleyip durmayın. Adı da içeriği de dahil, yeni ve başka şeyler düşünmek lâzım.”
İddialar bunlardır. Sosyalizmin bir daha tarih sahnesine çıkması imkansızdır, Berktay’a göre. Hem de objektif gerekçelere dayandığını, pratikler demeti ve geçmiş mirasın sosyalizmi imkansız kıldığını söylüyor.
Birincisi; Berktay, “Sosyalizm insanlık ve tarih için budur” diyerek, geçmişte yaşanan sosyalizm deneyimlerinin geleceğe dair insanlığa bir umut veremediğini iddia ediyor. Sosyalist bir program hazırlanacak olsa buna, “(1) Sovyet tecrübesinden aktaracağın; (2) teorik bakımdan sosyalizme özgü sayabileceğin herhangi bir olumlu unsur” olmadığını söylüyor.
Oysa sosyalizm deneyiminden böyle bir sonuç çıkarmak için tarihi alabildiğine çarpıtmak gerekir. Sosyalizm deneyimi ve onun en gelişmiş örneği olarak SBKP’nin 20. Kongresi’ne kadar yaşayan sosyalizm pratiğinin, sadece sosyalist mücadele içindeki aydınlar ve ileri işçiler açısından değil, bir bütün olarak dünya işçi sınıfı ve ezilen yığınlar açısından büyük bir anlam taşıdığı açıktır. İnsanlığın tüm ilerici değer ve özlemlerinin sosyalizmde ve sosyalizmin baskısıyla (ve işçi sınıfının mücadelesiyle) toplumsal yaşamda karşılık bulduğu, sosyalist ya da sosyalizm düşmanı olsun, genel bir kabul görmüş gerçekliktir. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde burjuvazinin, işçi sınıfının da baskısıyla sosyal devlet uygulamalarını kabul etmek durumunda kalması (çeşitli ekonomik etkenlerle birlikte), sosyalizm pratiği ve mücadelesinin sonuçlarındandır. Sosyal devletçiliğin ortaya çıkışı, parasız sağlık hizmeti, emeklilik, çalışma yaşamındaki emekçiyi gözeten düzenlemeler, kadınların toplumsal eşitliği için atılan adımlar, demokratik hak ve özgürlükler vb. yüzlerce günlük yaşamı biçimlendiren uygulama ve kazanımlar, sosyalizmin kapitalizm üzerindeki baskısıyla oldukça ilişkilidir.
Bugün sosyal devlet uygulamalarını savunsun ya da savunmasın, neoliberalinden postkeynesyen’ine kadar her türden kapitalist ideolog, sosyalizmin kapitalizmi reformlara zorladığını kabul etmektedir. Sosyalizmin insanlık için bir karanlık ve kabul edilemez bir olgu olması iddiası bir yana, kapitalizm koşullarında gündeme gelen demokratik kazanımların büyük bir bölümü de sosyalizmin hanesindedir.
Sosyalizmin kapitalizm üzerindeki baskısı ve onu kendini reforme etmeye zorlaması bir yana, sosyalizm pratiğinin deneyimleri, başlı başına insanlık tarihinde dönüm noktalarından birisi olmuştur. Tarih boyunca ezilen, sömürülen ve baskı altında yönetilen emekçi kitleler, 1917 Ekim Devrimiyle, tarihte ilk defa (72 günlük Paris Komününü bir kenara koyarsak) iktidara gelmiş, sömürü ilişkilerine son vermiş, toplumun temel üretim ve dağıtım araçlarını tüm halkın mülkiyetine almıştır.
Sömürünün ortadan kalktığı, Sovyetler aracılığıyla emekçiler tarafından yönetilen toplumun, eğitimden sağlık ve emekliliğe, kadın haklarından çevreye, çalışma sürelerinden devlet yönetimine katılmaya, kültür ve sanat olanaklarına ulaşımdan basın ve fikir özgürlüğüne kadar kaydettiği aşama, insanlık hazinesinin en önemli birikimlerindendir. Bugün burjuvazinin neoliberal ve piyasacı saldırganlıkla ortadan kaldırmaya çalıştığı da, işte bu birikimin şu veya bu biçimde yansıma ve etkileridir. Bu nedenlerle, Berktay’ın sosyalizm mücadelesi için kaynak olamaz dediği sosyalizmin pratik ve deneyimleri hala önemli bir değer ve birikim olmaya devam etmektedir.
BERKTAY TOPLUMSAL GERÇEKLİĞİ DÜŞÜNCEYE İNDİRGİYOR
İkincisi; Berktay, toplumsal gerçeklikten hareket ettiğini söylerken, sosyalizmin tarihsel pratiğinden hareket ettiğini iddia ediyor ve “sosyalizm tarih için budur” derken, sosyalizm deneyiminin olumsuz olduğunu ve bu nedenle bir daha yaşam bulmayacağını söylüyor. Berktay’ın bu anlayışı, tarihi, geçmişin deneyim ve pratiklerine indirgeyen burjuva-liberal yaklaşımla maluldür. Böyle olması da gayet normaldir, ancak bir tarihçi için, bir sosyal bilimci için yine temel gerçeklerin yok sayılmasına dayanmaktadır. Tarih, geçmişteki bilgi, düşünce, deneyim ve pratiklerin toplamı değil, bugünü ve geleceği de kapsayan yaşayan ve canlı bir süreçtir. Başlı başına bir toplumsal harekettir. Çünkü tarih insanların geçmiş deneyim ve yaşanmışlıklarına indirgenip bir bütün olduğu toplumsal hareketin dışında ele alınamaz. Her tarihsellik toplumsallıkla iç içedir. Dolayısıyla ‘tarih’, geçmişin pratik ve uygulamalarıyla sınırlandırılıp (sosyalizm deneyiminin de baştan sona olumsuz kabul edilip), geleceğin de bu anlayışla şekillendirilmesini mazur gösteremez.
Çünkü tarih yaşamaya ve işlemeye devam etmektedir. İnsan eylemi ve bu eylemi etkileyen koşullardan bağımsız değildir. İnsan eylemi (praksis) ve onun içinde bulunduğu kapitalist toplumsal formasyon zemini devam ettikçe, sosyalizm mücadelesi de nesnel olarak varlığını koruyacaktır. Çünkü nasıl ki geçmişte sosyalizmin gerçekleşmesini olanaklı kılan ve koşullayan tarihsel/toplumsal koşullar varsa, bugün de, (tarihin yalnızca geçmişe dair olmadığını göz önünde bulundurursak) sosyalizmi olanaklı kılan ve koşullayan tarihsel/toplumsal koşullar vardır.
Berktay, tarihi işte bu toplumsal koşullardan kopararak, insan deneyimine indirgiyor. “Sosyalizm yaşandı ve bitti”, öyleyse “insanlık bir daha sosyalizmi seçmeyecektir” diye düşünüyor. Ancak nasıl ki kapitalizm bir referandum tercihi değil, bir sömürü ve iktidar ilişkileri bütünüyse, sosyalizm de, ‘tarih’ten kaynaklı bir vazgeçişle eşdeğer tutulamaz.
Sosyalizmi geçerli ve gerçekçi kılan tarihsel/toplumsal koşullar, geçmiş on yıllara göre çok daha etkili ve güçlü bir biçimde varlığını koruyor. Kapitalist üretim ilişkileri temelinde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki karşıtlık, hem nicelik hem de nitelik anlamında, ulusal ve uluslararası düzeyde gittikçe sertleşiyor. İşte, dünyada gelir ve servet dağılımındaki muazzam eşitsizlikler! Dünyada 1 milyara yakın insanın açlık koşullarında yaşaması ve dünya nüfusunun büyük bir bölümünün yoksulluk içinde oluşu. Kapitalizmin egemen olduğundan beri hep çözme iddiasında olduğu, son 30 yıldır bu iddiadan da vazgeçtiği, kaçınılmaz yol arkadaşı işsizlik. Dünya genelinde ücretlerin hızla düşmesi, ekonomik ve sosyal hakların, geçmiş mücadele birikimlerinin sonucu iş güvencesi ve bir bütün olarak insan haklarının muazzam gerileyişi. Artan silahlanma, kapitalist krizler, tekelci burjuvaziye büyük kaynak aktarımları, işgaller, savaşlar ve tehditleri; çevresel felaket ve yıkımlar… tüm bunlar, kapitalizmin özündeki çelişkilere uygun biçimde insanlık dışı doğasını, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkileri ortaya koymaktadır.
İşte bu koşullar, kapitalist çelişkilerin bu görünen yüzleri, giderek sayıları artan ve yaşamları çekilmez hale gelen, ama bununla birlikte burjuvazinin bağımlı olduğu değer üretiminin kaynağı olan emekçi kitlelerin bir seçeneği ve yönelimi olarak sosyalizmin, bu çelişkiler devam ettiği sürece kaçınılmaz olarak gündemde olacağını göstermektedir.
Berktay’ın “toplumsal gerçeklik” dediği sosyalizme dair kendi nefretidir ve bu öznel idealizmin en ileri noktasıdır. Toplumsal gerçekliğin kendisi, en azından sonuçları itibarıyla gözler önündedir ve sosyalizmi ‘çağırmaktadır’.
Üçüncüsü, sosyalizmin yenilmiş olması, onun tarihsel olarak ömrünü tamamladığı anlamına gelmez. Sosyalizm ve kapitalizm arasındaki mücadelede, sosyalizm içten ve dıştan saldırılar karşısında bir yenilgiye uğramıştır. Başka bir deyişle, uluslararası işçi sınıfı dönemsel olarak yenilmiştir, ancak yenilmiş olması her zaman yenileceği anlamına gelmez. Hele Berktay’ın söylediği gibi, sosyalizmin tarihsel olarak son bulduğu anlamına hiç gelmez.
Sosyalizmin yenilgisi, onun baştan sona başarısız olduğunu da göstermez. Çünkü, yukarıda ifade edildiği biçimiyle, sosyalizm, başlı başına, insanlık tarihinin en büyük ‘başarı’larından biri ve dönüm noktasıdır. Sadece sosyalizmin kurulduğu ülkelerde değil, kapitalist ülkelerde de büyük değişimlerin tetikleyicisi olmuştur. Kapitalist gericiliğin çok yönlü kuşatmasıyla yenilen işçi sınıfı, geçmişin deneyimlerini de biriktirerek sosyalizme yürüyecektir.
Eğer, Berktay’ın yaptığı gibi bir başarı veya başarısızlıktan söz edilecekse, kapitalizmin insanlığa sunduğu yoksulluk, işsizlik, savaşlar ve yaşattığı acılarla başarısızlık örneği olduğu söylenebilir. Ancak, burjuvazinin iktidarda kalma becerisi (ki bu beceri zorda kaldığında her zaman silah zoru ve katliamlarla olmuştur) açısından bir başarıdan söz edilebilir ki, bunun da insanlığın ilerici değerleriyle bir ilgisi olmadığı açıktır.
SOSYALİZM PROGRAMI TARTIŞMASI
Belge ve Berktay arasındaki tartışmanın diğer bir boyutu da, sosyalizm programı. Sosyalizm programı tartışmasına girişse şöyle:
“Murat, ben programla ilgili bazı sorular sordum, hem de defalarca. Şimdi sana direkt olarak soruyorum: temiz ve bozulmamış sosyalizm programın nedir? Tut ki egemenler de, biz de aynıyız; halka, kitlelere sunacağımız kapitalizm alternatifi ne olabilir? Böyle bir programa (1) Sovyet tecrübesinden aktaracağın; (2) teorik bakımdan sosyalizme özgü sayabileceğin herhangi bir olumlu unsur var mı? Siyasî rejim midir, ekonomi midir? Piyasa karşıtlığı mıdır, devlet mülkiyeti midir? Yoksa, kalanlar (müterakki bir vergi sistemi, diyelim, ya da evrensel sağlık ve öğrenim hizmetleri), sosyalizmi tanımlamaya yeter mi?”
Berktay’a göre, sosyalist bir program hazırlanması için kullanılabilecek ne olumlu bir deneyim, ne de olumlu bir unsur vardır. Zaten, piyasa karşıtlığı ve devlet mülkiyetinin savunulması mümkün değil, sosyalist demokrasi ise kesinlikle kabul edilebilir değildir. Dolayısıyla Berktay’a göre, sosyalizmi savunacak, sosyalist bir program için kullanılabilecek hiçbir unsur yoktur.
Berktay, sosyalizmin ne siyasal rejiminden, ne de ekonomisinden memnun. İkisini de baştan reddediyor. Ekonomik ve siyasal rejimini reddettiği bir sosyalizmde de kullanılacak bir şey bulamıyor.
Peki, bu reddin sebebi nedir? Mesela, piyasa karşıtlığı neden reddedilmelidir? Yaşadığımız dünyada, piyasa ekonomisinin olumlu sonuçlarını aldık, yoksulluk, işsizlik ve açlık gibi sosyal ve ekonomik problemler çözüm buldu da, bizim mi haberimiz yok! Kapitalist krizler içinde debelenen, sermayenin milyarlarca doları artık en ufak bir reel yatırım bile yapmadan kazandığı, kazandıkça da krizin ögelerini biriktiren piyasa ekonomisi değil midir? Berktay’ın bu piyasa tutkusunun kendi deyimiyle nasıl bir ‘toplumsal gerçekliği’ var?
Berktay’ın piyasa savunusunun arka planında sözde bireysel özgürlüklerin savunusu varsayımı yatar. Buna göre; piyasa bireylerin özgürce hareket ettiği ve özgürce tercihte bulunduğu bir alandır. Piyasaya müdahale edilmesi, bireysel özgürlüklerin kısıtlanması ve baskı altında alınması demektir.
Piyasaya müdahalenin özgürlüğü ortadan kaldıracağını söyleyen Bektay gibi neoliberaller, piyasanın kendiliğinden dengede olacağını ve müdahale ile bu dengenin bozulacağını iddia ederler. Piyasa ve bireysel özgürlük arasında kurulan bu bağlantı, toplumun birbirinden bağımsız, atomize ve rasyonel çıkarlarına göre hareket eden bireylerden (homo ekonomus) oluştuğu varsayımına dayanır. Bu varsayımda, insanlar, içinde bulundukları tarihsel koşullardan ve karşılıklı ilişkilerden soyutlanmışlardır. İnsanların her biri, bireysel ve farklı bir düşünce yapısı ve ahlaka sahiptir. Bu nedenle, tüm insanlar adına piyasaya müdahale edecek bir devlet, aslında bireysel düşünce ve ahlaki kaygılara karşı bir dayatmada bulunuyor demektir. En kapsamlı ifadelerinden birisini neoklasik iktisatçı Hayek’te bulan bu yaklaşım, postmodern toplum tahayyülünün de temellerini oluşturmaktadır.
Buna göre, toplumsal düşünce, sınıf çıkarı vb. kolektif kavramlardan bahsetmek mümkün değildir. Bireylerden oluşan toplumda her şey bireyseldir. Bireylerin özgürlük alanına yapılacak bir müdahaleyi kimin ve kim adına yapacağı konusunda bir çözüm yoktur. Postmodern ideologlara göre, piyasaya müdahale edilirse, kaçınılmaz olarak bireylerin özgürlükleri baskı altına alınacaktır. Dolayısıyla piyasaya her müdahale demokrasi karşıtıdır. Sosyalizm ise, piyasaya köklü bir müdahale ve kapitalist piyasanın ortadan kaldırılması olarak, totalitarizmdir.
İşte Berktay’ın sosyalizmi totalitarizm olarak tanımlarken dayandığı sistematik düşünce, budur. Totalitarizmdir, çünkü piyasanın belirleyiciliği ortadan kaldırılmıştır.
Ancak Berktay’ın piyasa karşıtlığının mümkün olmadığını iddia ederken dayandığı tüm varsayımlar, pespaye birer burjuva propagandasından başka bir şey değildir. Pespayedir, çünkü saçmalıkları gün gibi ortadır. Piyasa insanlar için nasıl bir bireysel özgürlük mekanı ve teminatı olabilir? Piyasada, insanlar, anadan doğma eşit bireyler değil, tersine (Berktay’ın istediği gibi, sadece ekonomik yönüyle soyutlayacak olsak bile) elinde üretim araçlarını ve büyük bir serveti bulunduran burjuva mülk sahipleriyle, emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi bulunmayan ve burjuvazi için çalışmak zorunda olan emekçiler olarak bulunurlar. Bir yanda elinde örneğin yüzlerce milyon dolarlık servet ve gelire hükmeden sermaye sahibi, diğer yanda bir ay çalışmaz ise kirasını ödeyemeyecek ve sokağa atılacak olan emekçi. Piyasada bu koşullarda bir eşitlikten bahsedilebilir mi? Haydi, eşitliği bir kenara bırakalım (ki eşitlik ve özgürlük birbirinden ayrılamaz), bireysel özgürlükten bahsedilebilir mi? Emekçi için özgürlük değil, tam tersine burjuvazinin egemenliği altına girme, onun dayattığı koşulları kabul etme, hele de işsizlik gibi bir bela da varsa (ki kaçınılmaz), düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına ‘razı’ olma zorunluluğu vardır. Bireysel özgürlüğü gereği sömürülmeyi reddeden bir işçi (burada kolektif bir eylemden bahsedilmiyor), ailesiyle beraber ya kolektif bir ölme ya da sürünme özgürlüğünü kazanıyor.
Sosyalizmi totalitarizmle suçlayan Berktay’ın piyasa hayranlığındaki bir diğer varsayım olan atomize bireylerden oluşan (ki bu sayede piyasada özgürlüğünü gerçekleştiren) toplum da tamamen gerçek dışıdır. Böyle ‘birey’ler yoktur. Rasyonel çıkarları gereği hareket eden, aralarındaki ilişkiler yok sayılan, her türlü toplumsallığın dışlandığı, insanların sınıfsal nesnel durumlarının yok sayıldığı bu teorik insan modelinin, gerçek/somut insanla en ufak bir yakınlığı ve benzerliği yoktur.
Dolayısıyla piyasada bireysel özgürlük ham hayaldir. Burjuva propagandasının en adi ve bayağı iddiasıdır.
Berktay’ın piyasa ve bireysel özgürlük ‘tutkusu’, buradan yola çıkılarak sosyalizm programında savunulacak ‘ekonomik’ bir unsur bululamaması, bütün bu arka planındaki burjuva varsayımlar bir yana, günümüz gerçekleriyle tam bir ‘ilgisiz’liğin sonucudur.
Piyasanın bugün bırakalım emekçileri, genel olarak insanlık için savunulacak bir yanı kalmış mıdır? Piyasa ekonomisinin, başka bir deyişle kapitalizmin kaçınılmaz sonuçları olan ve her geçen gün daha da yakıcı sorunlar haline gelen yoksulluk ve işsizlik, emekçilerin vahşi kapitalizm koşullarına denk düşen koşullarda sömürüsü, iş cinayetleri, sosyal adaletsizlik ve yıkım ve on ve yüz binlerin katledildikleri işgal ve savaşlar; bütün bunlar gözler önündeyken, piyasa ekonomisinin üstünlüğünü kabul etmek, bir de bunu demokrasinin belkemiği ilan etmek, ya bilinçli bir burjuva propagandasının üstlenilmesidir ya da akıllara ziyan bir saflıktır.
Berktay için kesinlikle birincisi geçerlidir. Berktay, kimin temsilcisi olduğunu gayet iyi bilmekte, burjuva iktidarını, emekçilerin iktidarına yeğ tuttuğunu açıkça ifade etmektedir.
TARTIŞMANIN SONUCU
Sonuç, yazının başlığında ifade edilmiştir. Berktay sosyalizme düşmandır ve bunu açıkça söylemekten imtina etmemektedir. Belge ise, daha usturupludur ve sosyalizm deneyimi ve birikimine karşı aynı eleştiri ve saldırıyı yürütürken platonik bir sosyalizmi alternatif göstermektedir.
Ancak tarihin yönü, toplumun nesnel yasaları, sınıfsal analiz, sosyalizm deneyimi üzerine Berktay ile Belge tamamen aynı noktada durmaktadırlar. Sosyalizm programı üzerine Belge’nin açılımlarını, Berktay sonuna kadar desteklemektedir. Üretimin toplumsallaştırılmasını içermeyen, proleter demokrasiyi aklından bile geçirmeyen bir sosyalizm projesinde (Berktay da katılmakla birlikte adını farklı koymaktadır) ortaklaşılmaktadır. Açıktır ki, sosyalizm bir ‘proje’ olmadığı gibi, bu liberal projenin de sosyalizmle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Berktay, Belge ile birlikte durduğu zemini ‘açık yüreklilikle’ (siz pervasızlık diye okuyun) şöyle ifade etmektedir: “Murat’ın Program (1)’de sözünü ettiği, benim de paylaştığım hemen her şey, faraza bir Sol Demokrat Parti veya Sol Reformlar Partisi veya Demokratik Reform Partisi kurup toplumun önüne çıkmayı haklı kılar (nitekim günümüz Türkiye’sinde bu müthiş bir ihtiyaçtır) da, bu kadarıyla sosyalist bir partiden söz edemez ve sosyalistlik iddiasını sürdüremeyiz.”
İşte bu sonuna kadar doğrudur. Böyle bir duruşla, sosyalistlik iddiasını sürdürmek, burjuva kapitalizminin ‘sol’dan savunusunu yapmak ve emekçilerin önündeki sosyalizm alternatifini çarpıtmak dışında tamamen anlamsızdır. Ancak sosyalistlik iddiasını bırakmak da yeterli değildir. Çünkü Berktay, yalnızca sosyalizmin kazanım ve tarihsel birikimlerini yok saymakla kalmıyor, insanlığın ve bilimin biriktirdiği ne varsa, hepsini postmodern bir belirsizlik tahayyülü içinde eritmeye çalışıyor. Bu kafayla da, en basit gerçekleri bile çarpıtmak, 1 Mayıs 1977 katliamında olduğu gibi, teknik bir mesele haline geliyor.