1 Mayıs, demokrasi güçlerinin birliği ve işçi sınıfının devrimci platformu

Tüm dünyada, işçi sınıfı ve emekçiler kapitalist devlet ve hükümetlerin yeni istikrar (ekonomik saldırı) paketlerini gündeme getirdiği bir dönemde 1 Mayıs’ı kutladılar. Yunanistan, İspanya ve İtalya’da işçiler kapitalist devletin içine girdiği borç krizinden çıkmak için faturayı işçilere ve yoksul halka kesme planlarına karşı alanlara çıkarken; Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde işçiler düşük ücret dayatmaları, emeklilik yaşının yükseltilmesi, kamuda personel sayısının azaltılması ve sosyal haklarda kısıntıya gidilmek istenmesine karşı taleplerle 1 Mayıs’a gittiler. 1 Mayıs öncesinde Almanya’da 450 bin metal işçisini kapsayan TİS görüşmeleri tıkanmış durumdaydı ve 28 Mayıs’a kadar görüşmelerden bir sonuç çıkmaz ise -ki şimdilik böyle bir şey görülmüyor- son yılların en büyük grevinin gerçekleşmesi bekleniyordu. Yunanistan’da ise neredeyse genel grevsiz hafta geçmiyordu. İngiltere’de hedeflenen on milyarlarca sterlinlik bütçe kısıntısının kamuda işten çıkartmalarla sağlanacağının açıklanmasının yol açtığı tepkiler dinecek gibi görünmüyordu vb. vb..
Ülkemizde ise, işçi ve emekçilerin yüz yüze oldukları sorunlar kıta Avrupa’sı işçilerinden daha az değildi. Elektrik, doğalgaz, akaryakıt başta olmak üzere temel enerji girdilerinde yapılan yüksek oranlı zamlar, domino etkisiyle tüm temel tüketim maddelerine ve alanlarına yansıyarak, zaten açlık sınırında bulunan ücretlerin alım gücünü biraz daha düşürürken, sermaye ve hükümet, ülkemizin 2011 yılında dünyada Çin’den sonra en çok büyüme hızına ulaşan ikinci ülke olmasıyla övünmekteydi. 150 bin metal işçisinin ve 2,5 milyon memurun toplusözleşme süreci başlamıştı, işçiler ve memurlar geçmiş dönem uğradıkları hak kayıplarını telafi edecek bir beklenti içindeydi; ne ki, hükümet ilan ettiği orta vadeli ekonomik planla ücret ve maaşları baskılamaya devam edeceğini göstermişti.
Hükümet, sermayenin istekleri doğrultusunda işçilerin gelecek güvencesi olarak gördükleri kıdem tazminatının oluşacak bir fonda toplanması başta olmak üzere, sendikalar yasası ve iş kollarının yeniden düzenlenmesini içeren bir dizi yeni yasal değişiklik peşindeydi. Ancak, işçiler kıdem tazminatı fonunun akıbetinin ne olacağını “İşsizlik Fonu” uygulamalarından fazlasıyla biliyordu. Sermaye ve hükümetin hedeflediği bir diğer şey, işçi sınıfı ve emekçileri derinden etkileyecek olan Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) adı altında işçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmayı hedefleyen düzenlemelerdi. Buna göre bölgesel asgari ücret devreye sokulabilecek, bizzat hükümetin bakanlarının ağzından söylediği gibi, Kürt illeri “Türkiye’nin Çin’i” haline gelecekti. Hükümet bu yönlü düzenlemeleri gerçekleştirmekteki kararlılığını, işçi ve emekçilerin (yoksul halkın) çocuklarının yüksek öğrenim haklarını fiilen ortadan kaldıran ve çocuk gelinliği teşvik edecek olan ilk ve orta eğitim sistemini 4+4+4 biçiminde yeniden düzenleyen yasayı onca muhalefete rağmen çıkartarak göstermişti. Sermayenin has hükümeti AKP, yalnızca işçi sınıfına değil, kent ve kırın yoksullarına da saldırmaktaydı. Kentsel dönüşüm adı altında kent yoksulları yerlerinden edilerek kentin merkezinden uzaklaştırılırken, 2 B Yasası’yla kırın yoksullarına ödeyemeyecekleri bir fatura kesiliyor; HES, Termik, Nükleer Santraller tarım arazilerine kurulmak suretiyle köylünün üretim ve yaşam alanları ortadan kaldırılıyordu.
Hükümet sıranın sanatçılara da geldiğini düşünmüş olmalı ki, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatrolarının özelleştirilmesi için düğmeye basılıyor, binlerce tiyatro sanatçısı, bir anda işsiz kalıp sanat üretememe tehlikesiyle yüz yüze gelirken, bizzat Başbakan tarafından aşağılanmaları da işin cabası oluyordu.
Bütün bunların yanında, ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarını dış politikasının merkezine oturtan AKP hükümeti, Suriye sorunu, Malatya Kürecik’te kurulan radar üssü nedeniyle, ülkemizi Rusya, İran, Irak ve Suriye ile her an çatışabilecek bir noktaya hızla sürüklüyordu. Olası bir savaşın faturasının önünde sonunda kendilerine kesileceğinin az-çok farkında olarak savaşa karşı barış taleplerini öne çıkaran işçi ve emekçiler, aynı şekilde sermaye ve hükümetin ülke içi ve dışında izlemekte olduğu savaş politikasının arkasında başta ABD olmak üzere Batılı büyük devletlerin bulunduğunu bilerek anti emperyalist taleplerini de 1 Mayıs taleplerinin ön sıralarına yerleştirmişti. Türkiye’nin komşusu ülkelerle olan ilişkilerinde de temel bir etken olan Kürt sorununun çözümsüzlüğü çatışmaları yeniden gündeme getiriyor; ocaklara ateş düşerken ülke kaynaklarının tahribi ve gelişim dinamiklerinin kötürümleşme hali sürüyordu. Buradan, hak eşitsizliği ve savaşa karşı eşitlik ve barış talepleri de 1 Mayıs alanlarını dolduran dinamikler arasında yer alıyordu.

YAYGIN VE KİTLESEL 1 MAYIS
Görüldüğü gibi, 1 Mayıs öncesinde AKP hükümeti bir avuç sermaye ve iş birlikçi dışında neredeyse toplumun tüm kesimleriyle kavga eden bir pozisyonda bulunuyordu. Hükümet ve sermayenin bu pervasız tutumu karşısında işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıf ve tabakalar talepleriyle 1 Mayıs alanlarını doldurdular. 83 il ve ilçede gerçekleşen kutlamalara yüz binlerce emekçi katıldı. Hemen her yerde katılım önceki yılların çok üzerinde gerçekleşti. Sendika bürokrasisinin işçi ve kamu emekçileri konfederasyonları ve bağlı sendikaların ortak kutlama yapmalarını engelleyen ayrı alanlarda kutlama kararı, bölünmeden medet umanlar açısından beklenen sonucu vermedi. Ankara ve Bursa hariç 1 Mayıs kutlamalarına işçi ve emekçilerin tabandan geliştirdikleri birlik tutumu egemen oldu, bu tutum geleceğe ilişkin olarak sendika bürokrasisine rağmen birliğin sağlanabileceğine dair umutları artırdı. Denebilirse, bu birlik tutumu, ilk meyvesini, kamu emekçilerinin 23 Mayıs’ta gerçekleştirdikleri 1 günlük genel grevde verdi. KESK ve Kamu-Sen’in gerçekleştirdiği genel greve Memur-Sen’e bağlı sendikalara üye kamu emekçileri (Eğitim Bir-Sen karar alarak) katılarak, “yukarı”daki bölünmeyi, tabanda birleşerek etkisiz kıldı.
Türk-İş’e bağlı sendika merkezlerinden oluşan Sendikal Güçbirliği Platformu’nun Türk-İş yönetimine karşı çıkarak Taksim’de ki ortak kutlamaya katılması, 1 Mayıs’a ilişkin yayınladıkları deklarasyonda dile getirdikleri; İzmir’de İzmir Sendikalar Birliği’nin (yerel sendikal platform) Türk-İş yönetimine “ayıramazsınız, yaşasın işçilerin birliği” diyerek tavır alması sonucunda Türk-İş’in İzmir’de yapacağı açıklanan 1 Mayıs’ı Bursa’da kutlamak zorunda kalması, Ankara’da Türk-İş’e bağlı sendika şubelerinin 1 Mayıs’a Hak-İş ve Memur-Sen’in kutlama yaptığı Tandoğan alanında değil de DİSK, KESK, TTB, TMMOB’un bulunduğu Sıhhiye meydanında katılmaları tabandaki birleşme eğiliminin ne kadar güçlü olduğunun gösterdiği gibi, Türk-İş yönetiminin içine düştüğü tecrit durumunun da göstergesi oldu. Öyle ki, Türk- İş, metal sektörünün kalbi olan ve bir anlamda Türk Metal Sendikası’nın örgütlülüğüne güvenerek gittiği Bursa’da da umduğunu bulamadı. Türk-Metal Sendikası’nın Bursa’da örgütlü 40 bin üyesi olmasına karşın Türk-İş’in yaptığı mitinge katılım 15 bin civarındaydı. Renault, Tofaş başta olmak üzere Bursa’nın büyük fabrikalarından katılan işçi sayısı oldukça azdı, ana katılım çevre illerden sağlanmıştı.

TAKSİM 1 MAYIS’I
Her yıl olduğu gibi, “geleneksel” olarak gözler öncelikle İstanbul’da, Taksim meydanındaydı. Kitle katılımının geçen yılın üzerinde olduğunda hemen herkes hemfikirdi. Katılımcıların çeşitliliği bakımından, köylülük ve taleplerini dışta tuttuğumuzda, Taksim meydanı, ülkede muhalefeti oluşturan sınıf ve güçlerin bir fotoğrafını veriyordu. Bugünkü kapitalist sistemden, hükümetinden, devletinden ve uygulamalarından rahatsız olan bir bakıma bütün mağdurlar taleplerinin yazılı olduğu döviz ve pankartlarıyla meydandaydı: İşçiler, kamu emekçileri, işsizler, mühendisler, doktorlar, avukatlar, kadınlar, gençler, kentsel dönüşüme maruz bırakılanlar, çevreciler, savaş karşıtları, şehir ve devlet tiyatrosu oyuncuları, yazarlar, sanatçılar, tutuklu gazetecilerle dayanışma platformu, inanç grupları, köy ve yöre dernekleri, taraftar grupları, siyasi partiler, sol grup ve dergi çevreleri, anarşistler ve elbette ki  Kürtler.
Bu yönüyle hep özlemi çekilen ve her vesileyle dile getirilen emek, demokrasi ve ilerici güçlerin birliği, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ta 2012’de, geçmişte olmadığı ölçüde sağlanmıştı. Bu tablo, tüm ezilen sınıf ve kesimleri ancak işçi sınıfının devrimci platformunun bir araya getirebileceğini, işçi sınıfının toplumsal öncü rolünün bittiğini iddia edenlerin gözüne sokarcasına bir kere daha gösterdi. Gelgelelim, tüm bu olumluluklara rağmen, işçi hareketi ve sendikal hareketteki dinamizmi anlamak bakımından Taksim 1 Mayıs’ı yine de yetersiz kalıyordu. Atılan sloganlar, taşınan döviz ve pankartlar (sol siyasi çevreler ve gruplar açısından kendine tapınca dönüşen ölçüde grupçuydu), kürsü kullanımı ve konuşmaların içeriği işçi sınıfının acil ekonomik, sosyal ve siyasal talep ve beklentilerini yansıtmaktan hayli uzaktı. Egemen olan hava sınıf dışılıktı. Bu bakımdan 2012 1 Mayıs’ının ortaya çıkardığı birikimi bütün yönleriyle anlayabilmek için, Taksimi de kapsamak kaydıyla, bütün Türkiye’ye bakmak gerekir.

İŞÇİ HAREKETİNDEKİ DİNAMİZM
2012 1 Mayıs’ının öne çıkan yanı hemen her işçi merkezinde kutlamaların gerçekleşmesidir. Ancak, işçi hareketinin tabandaki dinamizmini görebilmek için İstanbul, Ankara, İzmir; Adana, Gaziantep, Bursa gibi yerlerin yanında Trakya (Lüleburgaz), Kayseri, Zonguldak, Gebze, Denizli gibi merkezlerin de üzerinde durmak gerekiyor. Bilindiği gibi, bu merkezler, son dönemde, sendikal örgütlenme faaliyeti başta olmak üzere, işçilerin hak alma mücadelesinde öne cepheyi oluşturmaktadır.
Zonguldak, Trakya ve Gebze’de önceki yıllarda sendikalar bütün işçileri Taksime çağırırlar, yerellerde kutlamalar ya yapılamaz ya da çok cılız geçerdi. Bu yıl Gebze’de yine öyle yapıldı, ancak hiçbir sendikanın katkı sunmamasına, hatta bazı sendika merkez ve şubelerinin katılımı engellemeye yönelik tutum almasına karşın Gebze İşçi Kurultayı etrafında birleşen işçiler, binlerin katıldığı kutlama gerçekleştirdi. Zonguldak’ta uzun yıllardan sonra ocakların bulunduğu yerlerden yürüyüşlerle alana gelindi. Örneğin Kozlu’da toplanan işçiler 10 km.lik yürüyüşle alana geldiler. Bunda hiç şüphesiz, özel madenlerde sigortasız, güvencesiz biçimde asgari ücretin altında çalışma koşullarına ve iş güvenliğinin olmayışı nedeniyle yaşanılan işçi ölümlerine (iş cinayetleri) duyulan tepkinin büyük payı vardı.
Lüleburgaz’da 10 bin emekçinin katıldığı 1 Mayıs kutlamasını, Trakya’da işçi sınıfının (özellikle tekstil iş kolunda) sendikal örgütlenme ve ücret ve çalışma koşulları için verdiği mücadelenin dolaysız bir sonucu olarak görmek gerekir. Benzer biçimde Kayseri’de gerçekleşen 1 Mayıs kutlaması da, “AKP’nin başkenti” diye bilinen bir kentte işçi ve emekçilerin hükümetin ve “din tüccarlığı” yapan patronların demagojilerine artık prim vermediklerini gösteriyordu.
Özellikle genç işçi kuşağı, bütün emekçiler olarak dayanışmayı sağladıklarında ancak başarıya ulaşacaklarını, içine girdikleri mücadele ve direnişlerle deneyimlemiş bulunuyordu ve 1 Mayıs zemininde sağlanan tabandaki birlik, en çok bu genç işçi kuşağının deneyim ve çabalarını sendikal platformlara taşıması üzerinde yükseldi. Ortak kutlamadan yan çizen Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen, başka zaman olsa, ya 1 Mayıs’ı salonlarda geçiştirir ya da hiç kutlamazlardı, ancak bu sefer ortak kutlamadan uzak durabildiler, ama alanlarda kutlamaktan kaçamadılar; bunda da temel etken işçi hareketinin tabandaki bu dinamizmiydi.

KÜRT İLLERİNDE 1 MAYIS
Kürt illerindeki, kitlesel yaygın kutlamaların örgütlenmesi, 2012 1 Mayıs’ının en ayırt edici yanlarından birini oluşturdu. Gaziantep’ten, Diyarbakır’a, Adıyaman’dan, Batman’a, Malatya’dan, Dersim’e, Elazığ’dan, Van’a on binlerce işçi ve emekçinin katıldığı mitingler yapıldı. Bu durum, Kürt illerinde ulusal hak taleplerinin yanında emek taleplerinin de giderek öne çıktığına, Kürt işçi ve emekçilerinin işçi hareketi ve sendikal hareketin temel dinamiklerinden birini oluşturduğuna işaret etmesinin yanında, sınıf hareketiyle Kürt ulusal hareketinin ittifakının imkanlarının her zamankinden daha gelişkin olduğunu da göstermekteydi. Şüphesiz, bölgede 1 Mayıs kutlamalarının bu ölçüde yaygın ve kitlesel geçmesinde Kürt siyasi hareketinin 1 Mayıs’ı bu kez ileriden sahiplenmesinin rolü büyüktü. Bu durumu Kürt siyasi hareketinin Türkiye sınıf hareketini temel ittifak gücü olarak görmeye başladığına yormak iyimserlikten öte bir gerçeği vurgulamak olacaktır. Aksi takdirde Halkların Demokratik Kongresi (HDK) gibi bir oluşumda ortaklaşa demokrasi mücadelesi yürütmenin bir esprisi kalmaz.

SONUÇ OLARAK
2012 1 Mayıs’ında işçi sınıfı ve sendikal hareket sermayeye karşı mücadele kararlılığını ortaya koyarken, geleceğe yönelik olarak taşıdığı dinamizm ve potansiyeli de gözler önüne serdi.
Birinci olarak, sendika bürokrasisinin “bölme” girişimlerini biçimsel hale getiren ve asıl olarak genç ve mücadele içindeki işçi kuşağının tutum ve eyleminde somutlaşan birlik eğilimi, sendikal hareketin sınıf sendikacılığı temelinde ileriye bir dönüş yapmasının imkanlarının alabildiğine gelişmiş olduğunun kanıtı durumundadır. Dolayısıyla gerek bir süredir sınıf partisinin sendikal harekette açtığı sendikaların mücadeleci temelde dönüşüm sürecinde ortaya çıkan kurultay ve yerel sendikal platformlar gibi sendikal oluşumların, gerekse Türk-İş’e bağlı sendika merkezlerinin oluşturduğu Sendikal Güçbirliği Platformu’nun sınıfın taleplerinin savunulması ve sendikal bürokrasiye karşı mücadele ve bürokrasinin tasfiyesi noktasında daha cesaretle hareket etmelerinin yolu açılmıştır. İkinci olarak; Kürt illerinde işçi ve emekçi hareketinin giderek öne çıkacağının ve bu durumun genel olarak Türkiye sınıf hareketi ve sendikal hareketinin gücünü artırırken, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin önemli bileşenlerinden Türkiye sınıf hareketiyle, Kürt ulusal hareketinin ittifak temelini de güçlendirip geliştirmiştir. Üçüncü olarak; kent ve kırın yoksulları, sanat ve bilim çevreleri, inanç grupları gibi sistemin uygulamalarıyla çelişkiye düşen tabakaların çıkarlarının savunusunun işçi sınıfıyla birlikte hareket etmekten geçtiğini giderek daha fazla hissetmekte oldukları 2012 1 Mayıs’ında görülmüştür.
Bütün bunlar işçi sınıfının toplumsal mücadeledeki öncü rolünü bir kere daha ortaya koyan gelişmelerdir. İşçi hareketi, siyasalaşma düzeyi ve mücadelesini politik alana genişletip genişletmemesinden bağımsız olarak, toplumsal öncü rolü görevini üstlenme sorumluluğu gibi nesnel bir durumla karşı karşıyadır. Sınıf bilinçli işçinin, mücadeleci sendikacının ve hepsinden önce sınıf politikacılarının, işçi sınıfının bu rolünü oynayabilmesi için; a-  sendikal hareketin birliğinin mücadeleci temelde sağlanması, b- mücadeleyi politik alana doğru genişletme zorunluluğu ve c- işçi sınıfının demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde Kürt ulusal hareketi başta olmak üzere  bağlaşıklarıyla birleşebileceği bir platformun oluşturulması ihtiyacına pratik olarak yanıt vermek durumundadırlar. Şüphesiz işçi ve sendikal hareketin birliği ve dönüşümü ve sınıf mücadelesini politik alana doğru genişletmesi zaten pratik olarak mücadelesi verilen bir durumdur ve anlaşılacağı üzere, istenen sonuca ulaşma bir süreç meselesi olarak görülmek durumundadır; ancak işçi sınıfının bağlaşıklarıyla bir araya geleceği platform zaten vardır ve bugünkü koşullarda bu Halkların Demokratik Kongresi (HDK)dir. İşçi sınıfının sendikaları aracılığıyla ana gövdesiyle katıldığı koşullarda HDK da gerçek rolünü oynayabilecek, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde daha ileri mevzilere ilerlenebilecektir.
23 Mayıs’ta neredeyse yüzde yüzlük katılımla kamu emekçilerinin gerçekleştirdikleri genel grev ve hükümetin ilan ettiği çay fiyatlarını yetersiz bulan çay üreticilerinin yol kesip eyleme geçmeleri, önümüzdeki dönemde, emekçi sınıf ve tabakaların haklarını basın açıklaması vb. kınama yoluyla arama değil, 1 Mayıs’ta ortaya çıkan eğilimin de ifade ettiği gibi, eyleme geçerek almaya yöneleceklerini göstermektedir. Bu durum, sınıfın ileri kesimlerinin mücadele mevzilerini, süratle, ortaya çıkan bu yeni eğilim ve duruma uygun hale getirmelerini zorunlu kılmaktadır.

Kürt işçi hareketinin durumu ve yönelimi

2012 1 Mayıs’ı, Kürt işçi hareketinde son birkaç yıldır açığa çıkmaya başlayan arayış ve mücadele eğilimlerinin daha görünür hale gelmesini sağladı. Kürt coğrafyasının hemen hrmrn bütün il ve büyük ilçelerinde yapılan yaygın ve kitlesel 1 Mayıs kutlamaları, Kürt halkının Kürt sorununun tam hak eşitliğine dayalı çözümü ve insanca yaşam mücadelesinin ülke genelindeki emek ve demokrasi mücadelesiyle birleştirilmesi; emekçiler arasında birlik ve halklar arasında kardeşlik duygularının geliştirilmesi bakımından önemli bir adım olmuştur. Özellikle Kürt ulusal hareketinin uzun bir dönem mücadeleyi sadece ulusal haklar/istemler ekseninde yürüttüğü, emek mücadelesini geleceğin bir sorunu olarak değerlendirdiği düşünüldüğünde, yeni dönemde içine girilen yönelimin dünden farklı bir tutuma işaret ettiği ve mücadelenin iki alanının; sınıfsal ve ulusal mücadele taleplerinin birleştirilmesi olanağını arttırdığı belirtilmelidir. Öte yandan Bölgede emeğe yönelik/sınıfsal taleplerin daha yüksek sesle dillendirilmesi, ulusal mücadelenin etkisinde olan ama en ağır şartlarda ve hiçbir güvenceye sahip olmadan örgütsüz çalışan geniş işçi ve emekçi kitlelerinin örgütlenme bilincinin geliştirilmesine de hizmet etmektedir. Büyük çoğunluğu güvencesiz ve örgütsüz işçi-emekçilerden oluşan Kürt işçi hareketinde gelişen bu eğilim, AKP Hükümetinin başta tekstil olmak üzere özellikle emek yoğun sektörlerin Bölge kentlerine taşınmasını teşvik etmesi, Bölge’nin Çinleştirilmesi söylemi eşliğinde ucuz ve örgütsüz emek sömürüsünü öne çıkaran politikaları karşısında yeni bir mücadele dinamiğinin gelişmesini de sağlayacaktır.
Kürt coğrafyasında bir taraftan cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen Bölge’nin ekonomik olarak geri bıraktırılması, öte taraftan son 30 yıllık çatışmalı süreç ve zorunlu göç politikası nedeniyle geniş halk kesimleri açlık, işsizlik ve yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Ulusal mücadelenin de en önemli dayanakları olan kır yoksulları ve kentlerin varoşlarındaki geniş işçi, işsiz, emekçi kitleler için iş, ekmek, barınma, sağlık gibi talepler giderek yaşamsal bir önem kazanmakta ve bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik insanca yaşam mücadelesi öncelikli hale gelmektedir. Kürt coğrafyasında işçi-emekçilerin ancak küçük bir bölümünün örgütlü olduğu dikkate alındığında sendikalar/emek örgütleri tarafından yapılan 1 Mayıs eylemlerinin kitleselliğinin arkasında bu geniş emekçi halk kesimlerinin talepleri ve mücadele yönelimi yatmaktadır.  Örgütsüz işçi-emekçi kitlelerin bu mücadele yöneliminin sendikalar/emek örgütleri içinde örgütlü bir güce dönüştürülmesi hem ulusal mücadelenin güçlü-dinamik bir bileşene kavuşmasını, hem de bu mücadelenin sınıf talepleriyle birleştirilerek sömürüsüz, insanca bir yaşam kurma mücadelesine doğru ilerletilmesinin yolunu açacaktır.

KÖLECE ÇALIŞMA KOŞULLARI

Kürt coğrafyasında işçi sınıfının olup olmadığı tartışması uzun yıllar solun önemli tartışma konularından biri oldu. Ancak özellikle 90’lı yıllarda uygulanan zorunlu göç politikasıyla milyonlarca Kürt köylüsünün evini, barkını, toprağını bırakarak ülke metropollerinin varoşlarına ve Bölge kentlerine göç etmesinden sonra Kürt işsizleri önceleri Batı’daki işletmelerin ucuz işgücü olara kullanıldı, ardından Batı’daki emek yoğun sektörlerdeki işletmelerin bir kısmı Bölge’ye taşındı. Antep, Maraş, Adıyaman, Malatya, Urfa, Diyarbakır, Batman, Elazığ gibi Bölge kentlerinde 2000’li yıllarla birlikte tekstil, mermer-tuğla-çimento, petro-kimya gibi emek yoğun sektörlerde çalışan işçi sayısı giderek artmaya başladı. Tekstil, gıda, petro-kimya sektörleri ağırlıklı olarak yaklaşık yüz bin işçinin çalıştığı Antep’ten sonra Maraş’ta açılan tekstil işletmelerinde on binlerce (yaklaşık 30 bin) işçi çalışmaya başladı. Batman’da son bir-iki yılda yüze yakın tekstil işletmesi açıldı. Diyarbakır’daki işletmelerde çalışan 16 bin işçinin büyük bir bölümü mermer-tuğla ve tekstil sektörlerinde istihdam edilmiş durumda. Adıyaman’da tekstil ve petro-kimya sektöründe binlerce işçi çalışıyor. Urfa’da tekstilde çalışan binlerce işçinin yanı sıra her yıl 300 bin kişi geçici mevsimlik tarım işçisi olarak ülkenin 48 farklı kentine gidiyor. Yine Urfa’yla birlikte 200 bini Diyarbakır’da olmak üzere Bölge genelinde 2 milyona yakın geçici tarım işçisi yılın 6-7 ayını başka kentlerde ağır şartlar altında çalışarak, üstelik hiçbir güvenceye sahip olmadan ve dışlayıcı uygulamalara maruz kalarak geçiriyor. Özetle bugün Bölge genelinde güvencesiz, sigortasız, ağır şartlar altında çalışan yüz binlerce işçi (çalışmak için Bölge dışındaki kentlere giden mevsimlik tarım işçileri hariç) bulunuyor. Dolayısıyla Kürdistan’da bir işçi sınıfının olup olmadığı tartışması çoktan miadını doldurmuş durumdadır ve bugün için mesele bu geniş örgütsüz işçi-emekçi kitlelerin hangi talep ve politikalar üzerinden nasıl örgütleneceği konusunda düğümlenmektedir.
Bölge’de işçilerin çalışma ve yaşam koşulları Engels’in 1800’lerin İngiltere işçi sınıfının “fabrika köleliği” olarak tanımladığı ve “onun (işçinin) tüm zamanını alan, yemek ve uyumak için bile pek az zaman bırakan, açık havada yürüyüş yapmasını ya da doğanın tadına varması için hiç zaman bırakmayan bir mahkûmiyet” (F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu. Sf. 155, Eriş Yayınları, 1997) sözleriyle özetlediği koşullarını anımsatmaktadır. “Günde 11 saat çalışıyoruz. Ayda 400 TL alıyoruz. Sigorta desen, yok. Hakkımızı isteyince patron ‘işine gelmiyorsa çalışma’ diyor” (Urfa). “İnsan olduğumuzu unuttuk. Kendimize zaman ayırmak istiyoruz. İşyerinde tek vardiya ve günde 16 saat çalışılıyor. Mesai farkı falan ödenmiyor ve alınan ücret asgari ücret. Onun da 100 lirasını geri veriyoruz.” (Adıyaman) “İşe girişte ‘sendikayla ilişkisi yoktur’ ibareli bir belge imzalatılıyor. Fazla mesai ücreti ödenmiyor, bunu yerine uygun zamanda izin kullandırıyorlar.” (K.Maraş) “23 yıldır çalışan ve 4 makineye birden bakan bir tekstil işçisiyim ama aldığım asgari ücret. Bu sürede hem bizim patronumuz hem de Başpınar’daki işverenler servetlerini 100’e katlamıştır ama ben hâlâ kirada oturuyorum.” (G.Antep) “Günde 10-12 saat 300-500 liraya çalışıyoruz. Sigortamız yok, üstelik ücretler de zamanında ödenmiyor.” (Batman)
Yukarıda Evrensel gazetesinde son birkaç ay içinde çıkmış haberlerde işçilerden yaptığımız kısa alıntılar bir araya getirildiğinde Bölge’de işçilerin çalışma koşullarına dair tablo tamamlanmaktadır. İşçilerin 8 saat çalıştığı işletme neredeyse yok gibidir. Hemen bütün işletmelerde işçiler işin durumuna göre 10 ile 16 saat arasında çalışmakta ve yine işletmelerin büyük çoğunluğunda bu fazla çalışmanın karşılığında fazla mesai ücreti alamamaktadır. Özellikle Kürt ulusal mücadelesinin görece daha etkili olduğu ve işçi sınıfının sendikal hareketinin çatışmalı ortamın yol açtığı baskı ve yasak politikaları nedeniyle zayıf olduğu Batman, Diyarbakır, Ş.Urfa gibi kentlerde işçilerin büyük çoğunluğunun sigortası bile yoktur. Yine işçi hareketinin belli bir mücadele birikiminin olduğu G.Antep’ten Bölge’nin içlerine doğru gidildikçe işçilerin aldığı ücret, asgari ücretten 350 TL’ye kadar düşmektedir.  Üstelik işçiler bu ücretlerini dahi düzenli alamamaktadır. Batman’da işçilerin tuvalete dahi izin alarak gittikleri, yemeklerin düzgün çıkmadığı ama işçilerin ücretlerini düzenli alabildiği –ki, asgari ücretin altında olan bu ücretlerin bir kısmı İş-Kur tarafından karşılanmaktadır. İleride bu meseleye değineceğiz- Messi Tekstil fabrikasında çalışan bir işçinin “Şuan Batman’ın en iyi fabrikası bu. Ücretlerimiz düzenli alıyoruz” demesi ve konu ile ilgili tartışmada kendi patronunun diğerleri gibi olmadığını söyleyerek onu savunması, dahası diğer işletmelerdeki işçilerin bu fabrikadaki işçileri şanslı/ayrıcalıklı görmesi bu konuda söylenecek söz bırakmamaktadır. Ancak resmi işsizliğin bile ülke ortalamasının iki katı (yüzde 19-20’ler) ama yapılan araştırmalarda yüzde 35’lerde seyrettiği (Ankara Ticaret Odası’nın 2006 tarihli araştırmasında ülkenin 26 istatistikî bölgeye bölündüğü haritada yüzde 35,9 ile “Mardin-Batman-Şırnak-Siirt bölgesi” birinci ve 34,8 ile “Şanlıurfa-Diyarbakır bölgesi” ikinci sıradadır) Bölge’de patronlar bu işsizler ordusunu işçileri en ağır şartlar altında ve düşük ücretle çalışmaya zorlamak için kullanmaktadır. Yukarıda Urfalı işçinin aktardığı “işine gelmiyorsa çalışma” yaklaşımı patronların genel yaklaşımını yansıtmaktadır. Zaten sermaye çevreleri için Bölge’yi ‘cazip’ kılan en önemli yönü bu yoğun işsizlik nedeniyle işçilerin dayatılan kölece çalışma koşullarını kabullenmek zorunda kalmalarıdır. İşçinin hafta sonunun/tatilinin olmadığı, 10-16 saat arasında değişen uzun çalışma sürelerinde sürekli baskı altında tutulduğu ve tuvalete dahi izinle gidebildiği,  işten sonra bu uzun çalışma süreleri nedeniyle işçinin uyumak/dinlenmek ve yemek dışında kendine-çocuğuna ayıracak zamanının kalmadığı, düşük ücretler nedeniyle en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığı ve sağlıksız koşullarda/evlerde barınmak zorunda kaldıkları bir kölece çalışma ve yaşam düzeni…

‘ÇİNLEŞME’ VE KÜRT SORUNU
AKP’nin ekonomi kurmaylarının bir süreden beri “Bölge’nin Çinleştirilmesi” söylemini kullandığı biliniyor. Peki, Bölge’yi Türkiye’nin Çin’i yapmak ne anlama geliyor? Bu sorunun cevabını Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan veriyor: “Yerel asgari ücret uygulamasına geçerek Bölge Türkiye’nin Çin’i yapılabilir ve özellikle emek yoğun sektörler Bölge’ye kaydırılarak hem işsizliği azaltıp hem rekabet gücümüzü arttırabiliriz.” Demek ki Çinleşme eşittir güvencesiz-ucuz iş gücü, yoğun emek sömürüsü ve sermayenin rekabet gücünün arttırılmasıdır! AKP Hükümeti, Nisan ayında açıkladığı son teşvik paketi ile “Bölge’yi Çinleştirme” söylemini uygulamak için harekete geçmiş oldu.  Bu teşvik paketinde Kürt coğrafyasının işsizliğin-yoksulluğun en fazla olduğu 15 kenti* sermayeye en büyük teşvikin verildiği 6. Bölge’de yer aldı. Bakan Çağlayan, 6. Bölge’de verdikleri desteği anlatmak için “işveren sadece işçiye ödediği asgari ücretten sorumlu olacak” demektedir. Aslında bu bölgede patronlara düşen “sorumluluk” bu kadar bile değildir. Çünkü 6. Bölge’deki illerde asgari ücret alabilen işçi yok gibidir. Üstelik buradaki işletmelerin çoğunda 8-10 yıllık işçiler İş-Kur’un “kursiyer işçileri” gibi gösterilerek ücretleri İş-Kur tarafından (bu işçilerin bir kısmına sadece İş-Kur’un kursiyer işçilere verdiği 350 TL’lik ücret verilirken bir kısmına da bu ücretin üzerine patron tarafından verilen 100-200 TL eklenmektedir)  ödenmektedir. ‘Kursiyer işçilik’ uygulamasının amacı İş-Kur tarafından işsizlere meslek edindirmek olarak açıklanmaktadır. İş-Kur bu kursiyer işçilerin 8 ay boyunca hem sigorta primlerini ödemekte ve hem de işçilere günlük 15 TL “harçlık” vermektedir. İşte işsizliği azaltmak, işsizlere iş edindirmek adına uygulanan projede eski işçiler ‘kursiyer işçi’ gibi gösterilerek ücretlerinin İş-Kur tarafından ödenmesi sağlanmakta; işsizlerin paraları patronların cebine aktarılmaktadır.
Teşvik yasasından patronların payına gümrük vergisi muafiyeti, vergi indirimi, sigorta priminin devlet tarafından ödenmesi, yatırım yeri tahsisi, işletmelere alınacak makinelerde KDV muafiyeti gibi destekler düşerken işçinin payına düşen ise yerel (bölgesel) asgari ücret ile düşük ücret ve kölece çalışma koşullarıdır. Ne diyordu Bakan Çağlayan? “Yerel asgari ücret uygulamasına geçerek Bölge, Türkiye’nin Çin’i yapılabilir.” Yani ‘bölgesel asgari ücret’ sermayeye teşvikin ve Bölge’yi Çinleştirmenin olmazsa olmazı olarak gündeme getirilmektedir. Zafer Çağlayan ASO (Ankara Sanayi Odası) Başkanı olduğu tarihten (2005’ten) beri bölgesel asgari ücreti savunuyordu. Bugün savunduğunu uygulamak için görev başındadır! Yine Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de “ekonomik büyüme” için bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesinin zorunlu olduğunu her fırsatta dile getirmektedir. Bölgesel asgari ücrete geçilmesi, öncelikle Bölge’de fiili olarak uygulanan işçilere asgari ücretin altında ücret verilmesini ve kölece çalışma koşullarını yasallaştıracaktır. Bunun da ötesinde esnek ücret modelinin hayat bulmasının; bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesinin sadece Bölge’de değil, ülke genelinde çalışma yaşamı ve işçi sınıfının kazanımları bakımından olumsuz sonuçları olacaktır. Çünkü bu politika üzerinden sınıfın birliği parçalanacak ve ötesinde bu bölünmüşlük üzerinden sınıfın ücret ve çalışma koşullarının görece daha iyi olduğu kesimler baskılanarak onlara diğer bölgelerde uygulanan ücret ve çalışma koşulları dayatılacaktır. Dolayısıyla bölgesel asgari ücrete karşı mücadele, sadece kölece çalışma koşulları dayatılan Kürt işçi hareketi için değil, ülke genelinde her milliyetten işçi sınıfının birlik ve kazanımlarını korumak bakımından büyük bir önem taşımaktadır.
Açıktır ki AKP hükümeti teşvik paketi ve bölgesel asgari ücret uygulamasıyla sadece ekonomik hedefler peşinde değildir. AKP’nin ‘açılım’ politikasının akıl hocalarından ve “terör uzmanı” İhsan Bal, teşvik paketinin siyasal hedefini şöyle açıklıyor: “Yatırım paketinin en önemli kısmı, Türkiye’nin kronik hale gelmiş Kürt sorununa yansıması ve terörle mücadeleye etkisi olacaktır kuşkusuz (…) Yapılan çalışmalar bize, terörle ekonomi arasında doğrudan bir ilişkinin olduğunu gösteriyor. Sefaletin arttığı, yüz binlerce işsizin sokaklarda dolaştığı yerlerde dağa çıkışın kolaylaştığı bilimsel bir gerçektir. (…) Çok daha önemlisi, teşvik paketi son yıllarda yavaş yavaş ortaya çıkan, entegrasyonist Kürt burjuvazisini daha güçlü hale getirebilir ve Kürt sorunun çözümünde aranan üçüncü dinamiği yaratabilir.”(7 Nisan 2012 Habertürk Gazetesi)
Demek ki, teşvik uygulamasının ve Çinleştirmenin siyasal amaçları arasında 90’lı yıllarda zorunlu göç politikası nedeniyle köylerinden göç edip kentlerin varoşlarına yerleşen ve bugün iş, barınma, sağlık gibi yaşamsal ihtiyaçlarını karşılama kaygısı içinde olan geniş işsiz-yoksul kesimleri yedekleme hedefi yer almaktadır. Burada yüz binlerce işsize iş bulunur ve bunlar yoğun emek ve uzun çalışma süreleri üzerinden geçim kavgasına sokulursa Kürt ulusal hareketine verilen desteğin azalacağı hesabı yapılmaktadır. Bu hesap yanlıştır ve Kürt sorununu ekonomik geri kalmışlık sorunu olarak tarif eden geleneksel inkârcı politikanın güncel bir versiyonundan başka bir şey değildir. Çünkü Kürt yoksulları bakımından insanca yaşam talepleri öncelikli hale gelmiş olmasına rağmen Kürt sorununun temelinde ekonomik nedenler değil; ulusal baskı, yok sayma politikaları yatmaktadır. Ötesinde bugün iş sahibi olurlarsa ulusal harekete destek vermekten vazgeçerler hesabı yapılan Kürt yoksullarının büyük bir bölümü zaten zorunlu göçten önce kendi köylerinde bir biçimde geçim kavgası veren ama öte yandan Kürt ulusal hareketine en büyük desteği veren kesimleri oluşturuyorlardı. Bütün bunlar bir tarafa, son 1 Mayıs’ta da görüldüğü gibi bu geniş işsiz-yoksul halk kesimlerinin ulusal taleplerin yanı sıra insanca yaşam talepleriyle alanlara çıkmaya başlaması, nasıl ki kapitalizmin geliştiği her yerde sömürü altındaki işçi-emekçi kesimlerin mücadeleye yönelmesinin önüne geçilememiş/geçilemezse, bugün Kürdistan coğrafyasında da mücadelenin engellenmesi bir tarafa daha güçlü bir mücadele dinamiğinin gelişmeye başladığını göstermektedir.
AKP’nin Kürt yoksullarını iş vaadiyle beklentiye sokma ve kendi politikalarına yedekleme hesabı kısa vadeli ve bu kesimlerin oyunu alma (dolayısıyla Kürt ulusal hareketini zayıflatıp “en büyük Kürt partisi” olarak kendi çözümünü dayatma) üzerinden yapılan bir hesap olarak değerlendirilebilir. Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in milletvekili seçildiği Urfa’da seçim döneminde çeşitli devlet kurumlarına yerleştirilen yaklaşık 13 bin İş-Kur işçisi önceleri kendilerine sadece AKP’nin ve “Faruk Babo”nun sahip çıktığını söylerken 29 Mayıs’ta iş akitleri feshedilecek ve 2 yıl boyunca İş Kur’un işçi alımından faydalanamayacak olan aynı işçiler bu kez ekmeklerinin ellerinden alındığını, aldatıldıklarını söyleyerek AKP’nin kapısına dayanmıştır. Dolayısıyla AKP’nin emek düşmanı politikalar nedeniyle işçiler üzerinden kendine sağlam dayanaklar oluşturma olanaklarının sınırlı olduğu ve bu bakımdan teşvik sisteminin asıl/öncelikli hedefinin işçiler olmadığı söylenebilir. AKP için “çok daha önemlisi entegrasyonist Kürt burjuvazisini daha güçlü hale getirilmesi”dir. AKP Hükümeti, Türk burjuvazisi ile işbirliği halinde hem Bölge’de hem de Güney Kürdistan’da yatırımlar yapan “entegrasyonist Kürt burjuvazisi”ni güçlendirerek siyasetin daha aktif bir aktörü haline getirmeyi ve kendi çözümüne kazandığı bu kesimler üzerinden Kürt sorununun çözümünde inisiyatifi ele almayı amaçlamaktadır. Bu bakımdan Kürt burjuvazisinin siyasetin aktif bir öznesi haline getirilerek kendi politikalarına dayanak yapılması arayışı ile Bölge’de ABD-Türkiye-Barzani işbirliği arasında bir bağ bulunmaktadır. Çünkü Türkiye’de Barzanili/Barzanici bir çözümü dayatmanın yolu, entegrasyonist Kürt burjuvazisinin Kürt özgürlük hareketinin karşısına çıkabilecek bir güç haline getirilebilmesinden geçmektedir. Hatırlanırsa 2010 12 Eylül referandumu sürecince Kürt hareketinin ‘boykot’ tutumunun karşısına Kürtlerin “AKP’nin demokratikleşme adımlarını desteklemesi gerektiği” söylemleri eşliğinde Kürt sermaye çevreleri çıkartılmıştı. Yine AKP’nin Bölge’de milletvekili-belediye başkanı adaylarının büyük oranda bu çevrelerden olması da ekonomik gücün siyasal güce dönüştürülmesi hesabından bağımsız değildir. Ama AKP’nin Kürt sermayesini kendi politikalarının dayanağı yapma politikası da kaçınılmaz olarak karşıtını da geliştirip güçlendirmektedir. 2012 1 Mayıs’ı Kürt ulusal hareketinin emek eksenli talepleri daha ileriden sahiplenmesi ve hareketin sınıfsal karakterinin daha da belirginleşmeye başlamasının en yakın ve somut örneği olarak durmaktadır.

İŞÇİ HAREKETİNDE ARAYIŞ; MÜCADELENİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER VE OLANAKLAR
Güvencesiz-ucuz iş gücü olma, uzun süreli çalışma, çoğu işletmede sigortanın dahi olmayışı her geçen gün büyüyen Kürt işçi hareketinde çoğu zaman kendiliğinden patlak veren eylemlerde kendini gösteren bir mücadele arayışını da beraberinde getirmektedir. Ancak bu arayış bugün sınırlı bir etki ve güce sahip olduğu için birleşik bir işçi hareketi oluşturmaktan uzak bir seyir izlemekte; dahası Bölge’nin farklı kesimlerinde değişik biçim ve düzeylerde kendini göstermektedir. Bölge işçi hareketinin merkezi olan Antep’te son bir iki yılda Çemen, Şireci, Naksan başta olmak üzere sendika, daha iyi ücret ve çalışma koşulları talepli birçok eylem/iş bırakma yaşanmıştır. Burada hareketin en önemli zaafı özellikle işçilerin büyük çoğunluğunun çalıştığı tekstil sektöründe örgütlü sendikaların işçilere güven vermekten ve mücadeleci bir çizgiden uzak tutumlarıdır. Antep’te tekstil sektöründe çalışan on binlerce (en az 60 bin) işçi olmasına rağmen Öz İplik-İş, Teksif ve DİSK Tekstil’in toplam örgütlülükleri 2500 işçiyi bulmamaktadır. Daha önceki işçi eylemlerinde bu sendikaların hiç birinin işçilere güven veren bir mücadele anlayışıyla hareket etmemesi, bugün mücadele arayışı içindeki işçilerde büyük bir güvensizlik yaratmaktadır. Dolayısıyla tek tek işletmelerde patlak veren eylemler, 1996 Ünaldı direnişinin tersine aynı koşullara sahip diğer işletmelerle de birleşemediği için genellikle ya yenilgiye uğramakta ya da patronların verdikleri sözlere dayalı küçük kazanımlarla sona ermektedir. Bölge’nin Kürt ulusal mücadelesinin etkisinin oldukça sınırlı olduğu Malatya, Elazığ, Maraş gibi sınır kentlerinde hem mücadele deneyimlerinin zayıflığı, hem de Türk ve Kürt halklarının birlikte yaşadığı bu sınır kentlerde devletin Kürt ulusal hareketine karşı milliyetçi refleksi geliştirmeye yönelik politikaları işçi hareketinde mücadeleci eğilimlerin gelişimini baskılamaktadır. Sendikaların buralarda örgütlenme yöneliminden ve mücadeleci bir sendikal çizgiden uzak duruşu, bu kentlerde işçi hareketinin gelişimi bakımından bugün etkisi sınırlı olsa da fabrika çalışması yapan, işçi kitleleriyle bağı olan tek hareket konumundan bulunan işçi sınıfı partisinin önemini ve görev-sorumluluğunu arttırmaktadır.
Kürt ulusal hareketinin gelişkin olduğu kentlerde (Diyarbakır, Batman, Mardin, Siirt, Muş,Van ve kısmen Urfa ile Adıyaman) bir yandan devletin baskı-yasakları ve buna karşı gelişen ulusal mücadelenin etkisi, öte yandan zaten sınırlı sayıda olan işletmelerdeki işçilerin yoğun bir işsizlik (sırada bekleyen büyük bir işsizler ordusu) baskısı altında olması işçi hareketinin bugüne değin süregelen zayıflıklarının en önemli nedenleri durumundadır. Sınıf partisinin örgütlenmelerinde etkin rol oynadığı ancak yukarıda belirttiğimiz baskılanmalar ve sendikal bürokrasinin mücadele çizgisinden uzak yaklaşımları nedeniyle Diyarbakır Akyıl, Urfa GAP ve Harran Tekstil gibi işletmelerdeki eylemlerin yenilgiyle sonuçlanması, buralarda ağır çalışma koşulları altındaki işçilerde mücadele yöneliminin gelişmesini yavaşlatmıştır. Ancak son yıllarda başta tekstil ve mermer olmak üzere emek yoğun sektörlerdeki işletme ve çalışan işçi sayısının giderek artması, işçilerin düşük ücretlere, uzun çalışma sürelerine ve ağır çalışma koşullarına karşı zaman zaman kendiliğinden gelişen eylemlerinin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle bu kentlerdeki işçilerin düne kadar sigorta olarak gördükleri yeşil kart uygulamasının kaldırılması, sigorta talebini mücadelenin öncelikli taleplerinden biri haline getirmiş bulunmaktadır. Ağır çalışma koşulları ve düşük ücretler (ve bu ücretlerin zamanında ödenmemesi) bu bölgedeki işçi eylemelerinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Bununla birlikte sendikal örgütlenme bilincinin olmaması bu eylemlerin en önemli zayıflığı olarak göze çarpmaktadır. Çünkü örgütsüz oluşları, işçiler eyleme geçtiklerinde bile patronların harekete farklı biçimlerde müdahale etmesine olanak tanımakta ve işçilerin bu eylemleri ya başarısızlıkla ya da patronların işçileri en aza razı etmesiyle sonuçlanmaktadır. Geçtiğimiz aylarda Batman’da Hey-Güneştekin tekstil işçilerinin işletmelerinin kapatılması ve ücretlerinin ödenmemesine karşı yaptıkları eylem kısa sürede dağılmış, buradaki alacaklarını alamayan işçiler yine düşük ücretle ve güvencesiz olarak Batman’daki diğer tekstil işletmelerinde çalışmaya başlamıştır. İşçi hareketinin bu zaafını aşmak üzere harekete geçmesi bile patronları korkutmaya yetmektedir. İşte Diyarbakır’da tuğla işçilerinin sendikal örgütlenmeye yönelik toplantılar yapmaya başlamasının hemen ardından işçilere 3 yıldır zam yapmayan tuğla patronları yüzde 20 zam yaparak bu yönelimin önüne geçmeye çalışmışlardır.
2012 1 Mayıs’ının Bölgenin bütün kentleri ve belli başlı ilçelerinde ilk kez bu kadar yaygın ve kitlesel olarak kutlanması ve bu yönde ulusal hareketin ortaya koyduğu tutum, zaten ulusal mücadelenin bir parçası olan geniş işçi-emekçi kitlelerin kendi emek eksenli talepleri için mücadelesine güç vermiştir. Kürt ulusal hareketinin uzun yıllar emek eksenli mücadeleyi ulusal meselenin çözümünden sonra gündeme gelecek bir sorun olarak değerlendirmesine rağmen işçi-işsiz geniş Kürt yoksul kitleleri açısından insanca yaşam taleplerinin ertelenemez bir şekilde kendini dayatması, mücadelenin bu iki alanının; ulusal ve sınıfsal mücadele taleplerinin ortaklaştırılmasının önünü açmış bulunmaktadır. Geniş işçi-emekçi kitlelerin ulusal mücadelede sürecinde edindikleri deneyim ve birikimlerinin emek alanına da taşınmaya başlamasının Kürt işçi hareketinin mücadeleci bir çizgide gelişmesi bakımından büyük önemi bulunmaktadır. Burada söylenenlerden söz konusu mücadele birikiminin örgütsüz geniş işçi kitlelerinde kendiliğinden bir örgütlenmeye yol açacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Ancak sendikaların ya da sınıf partisinin işçileri örgütleme yönünde attığı/atacağı adımların işçi hareketinde karşılık bulması olanaklarının dünden çok daha ileri bir düzeyde olduğunu/olacağını belirtmek gerekiyor. Öte yandan en son sınıf partisinin etkisinin sınırlı olduğu Batman Hey tekstil eylemlerinde görüldüğü gibi gazete ve televizyon üzerinden işçilerin kendi eylemleri ve diğer işçi eylemleri arasında bağ/ilişki kurmaya başlaması, Kürt işçi hareketinin eylem yapan/mücadele eden kitlesinin yüzünü ülke genelinde işçi hareketine çevirdiğini ve onunla birleşme eğilimi içinde olduğunu gösteren olumlu/önemli bir örnektir. 2012 1 Mayıs’ında Kürt coğrafyasında yapılan bütün eylemlerde ulusal ve sınıfsal köleliğe karşı mücadele vurgusunun öne çıkması, zaten yıllardır ulusal mücadelenin bir parçası olan geniş işçi-emekçi kitlelerin Çinleştirmede ifadesini bulan kölece çalışma/sömürü koşullarına karşı mücadele yöneliminin ifadesi olmuştur. Bugün mesele bu yönelimin ulusal hak eşitliği ve sömürüsüz bir dünya mücadelesinde örgütlü bir güç haline getirilmesinde; başka bir değişle sınıf partisi ve mücadeleci sendikaların harekete geçmesinde düğümlenmektedir.

Kapitalist kriz işçi sınıfını vuruyor

“Bütün gerçek krizlerin temel nedeni, kapitalist üretimin, üretici güçleri –sınırlarını toplumun mutlak tüketim gücü belirliyormuş gibi– geliştirme çabasına karşın, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.” (Marx, “Kapital”)
Marx, kredi sisteminin gelişimi konusunda şunları söylüyor: “…kapitalist üretimin itici gücü, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve spekülasyon sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmaktır.” (age)
Dünyanın bugünkü durumu, sanırım krizin, özellikle de Avrupa Birliği’ndeki ağır sonuçları, Marx’ın bu sözlerini tam olarak doğrulamaktadır.
Kasım 2008’de Partimizin hazırladığı bir belgede, maksimum düzeyde uluslararasılaşmış sermayenin, kapitalistler arası çelişkiyi, bu güçleri karşı karşıya getirecek şekilde keskinleştiren doymuş bir pazarla rastlaştığına, fiyatları düşürdüğüne, istihdamı yok ettiğine ve devletleri yönlendirerek emek ilişkilerinin dengesini kapitalizm lehine bozduğuna işaret etmiştik. Bu uygulamalarında, hizmetlerinde olan politik güçlerle, uzunca bir zamandır, “toplumsal barış” anlaşmaları, sözleşmeleri, ödünleri benzeri söylemleri altında, yıllardır burjuvaca ayak oyunları yapan büyük sendikaların oportünist önderlerinden destek almaktadırlar. Bu sendikal tutum, İspanya’da, önemli iki merkezi sendika olan İşçi Komisyonları (CCOO) ve Genel Çalışanlar Sendikası (UGT) önderlerinde net olarak gözlenmektedir.
Bugünkü derin krizle birlikte iyice keskinleşen kapitalistler arasındaki çelişkinin İspanya’da yansıması oldukça şiddetli oldu. Mayıs 2010’da Zapatero’nun “sosyalist” hükümeti, Almanya Başbakanı Merkel’in talepleri doğrultusunda, toplumsal hakları, emeği ve çalışanların ekonomisini tahrip eden, emekçi karşıtı bir önlemler planı dikte etti. Bünyesinde en sağcı güçleri ve Franko’nun mirasçılarını toplayan “Halkçı” Parti (PP) mutlak çoğunluğu sağlayan milletvekili sayısı ile seçimleri kazandı (Kasım 2011). Bu, ona, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’nin emir ve buyrukları doğrultusunda sürekli olarak tek başına kanun çıkarma ve önlemler alma yetkisi verdi.
İşçi sınıfından yanıt geldi. Çeşitli ülkelerde grevler yapıldı ve işçi sınıfı seferber oldu. Öte yandan, sermayenin, emekçilere ve halklara saldırısı ve atağı sürüyor. Avrupa Birliği’nin ucube, gerici ve emperyalist yüzü her geçen gün biraz daha açığa çıkıyor. Almanya Başbakanı Merkel önderliğindeki az sayıda ülke, emperyalist finans krizinden en fazla etkilenen en zayıf ülkelere en ufak bir saygı göstermeksizin, kendi kriterlerini dayatmaktadır. Şimdiye kadar sağcı ve yabancı düşmanı Sarkozy’nin desteklediği Başbakan Merkel’in işleri idare etme yöntemi, antik metropollerin sömürgelerini yönetme şeklinde olup, akıllara, 1953 yılında bir gençlik toplantısında mücadele çağrısı yapan Alman yazar Thomas Mann’in şu sozlerini getiriyor: “Bir Alman Avrupa için değil, ama bir Avrupalı Almanya için mücadele”. Görünüşe göre,  Başbakan Merkel bunu tersinden anladı ve IV Reich’i  kurmak istiyor…
Spekülatif pazarların tek paraya bağlanmış olması ve devam eden resesyon, özellikle Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya gibi bazı hükümetlerin kabullendiği, ulusal ekonomileri çok daha fazla batıracak olan yeni bir uyum paketi dalgasını tetikliyor. AB’nin çetin cevizleri olan Yunanistan ve İtalya’da olduğu gibi, ülkelerin egemenliklerine zarar veren uyum paketi dalgası… Hatırlanacağı üzere, AB, referandum ve seçim yapmadan bu iki ülkenin hükümetlerini belirlemişti.

İSPANYA’DA ÇALIŞMA REFORMU
10 Şubat 2012 tarihinde, Nazi tipi bir örgüt olan “Mesih Kral Gerillaları”nın eski başkanı Adalet Bakanı Ruiz Gallardon gibi ya da göreve atanana kadar Lehman Brothers’in üst düzey yetkilisi olan Ekonomi Bakanı Guindos gibi aşırı sağcı üyeleriyle göze çarpan Rajoy hükümetince yürürlüğe konulan çalışma reformu, insanlık dışı bir reformdur. Buna hiç şaşmamak gerekir. Çünkü İspanya’da iktidar, rejimin kurumlarını, toplumsal sonuçlarını önemsemeden kendi iradesini dayatmanın araçları olarak kullanan finans oligarşisinin ellerindeki mirasçıları gibi, hep Franko ile birlikte oldu. İspanya’da sistem, bir zorbalar, yolsuzluklar sistemidir. Kraliyet ailesine , özerk bölge başkanlarına, belediye başkanlarına ya da başka bir bakana vb.’ne kadar uzanan yolsuzluklar sistemi…
Çalışma reformu, emekçilere ve sınıf sendikacılığına karşı çıkarılmış olan açık ve gerçek bir saldırı reformudur. Bu reformun önemli maddeleri şunlardır:
1.    Şirketin yaptığı sözleşme, sektör üzerinde hakim olacaktır. İspanya’da %98 oranında KOBI vardır. Yani, işveren, şirketinde, herhangi bir kontrole tabi tutulmaksızın istediğini yapabilir.
2.    3 dönemlik (120 işgünü) kayıpları ya da gelecekteki olası kayıpları öne sürerek, maksimum bir yıl olmak üzere, her 1 yıl için 20 günlük tazminat ödeyerek, şirketler, işçileri işten atabilir.
3.    Çalışan, iki ay içerisinde 9 gün kısa aralıklarla hastalık nedeniyle işe gelmemişse, her yıl için 20 günlük tazminat ödenerek işten atılabilir.
4.    Şirketler, gelecekteki olası sorunları önlemeyi ileri sürerek, sözleşmelere aldırmaksızın, yıllık çalışmayı, iş saatini, vardiyayi, çalışanların yaptığı işleri ya da işyerinin yerini değiştirebilirler.
5.    Şirketler, çalışanların maaşlarını üretkenlik ya da rekabete göre düşürebilirler.
6.    50’den az çalışanı bulunan şirketler (ki bunların oranı % 95’in üzerindedir) için, 1 yıllık deneme süreli yeni bir kontrat olusturulur. Şirket, bu 1 yıllık deneme süresi içinde, çalışanı, hiçbir neden göstermeksizin ve tazminatsız olarak işten atabilir.
7.    Şirketler, idari makamların onayına gerek duymaksızın, hiçbir sözleşmeyi dikkate almaksızın, işçilerin ya da belirlenen sayıdaki işçinin geçici olarak ya da süresiz işten atılmalarını sağlayan İstihdam Yönetmeliğini (ERE) dayatabilirler.
8.    İşsizlik parası alan bir kişi, hapis cezası karşılığında dışarıda iş yapma türünde bir işe denk düşen bir toplum hizmetinde çalışmak zorunda kalacak.
9.    Devlet, kurumlarında, art arda 3 dönem boyunca (9 ay) bütçe yetersizliği söz konusu olduğunda, sözleşmeli personeli işten çıkarabilecek.
Bu reform, işçiyi daha kolay atabilsin, daha ucuz işgücü bulabilsin diye İspanya işverenlerinin, tabii ki büyük şirketlerin, finans hizmetleri, iletişim sektörü vb.’nin isteklerine uygun hazırlanmıştır. Ayrıca, ayakta kalmaları ucuz işgücüne dayalı olan Geçici İstihdam Şirketleri lehine bir reformdur.
Oportünist sendika önderlerinin işverenle bir anlaşma imzalamasından yalnızca 2 hafta sonra, hükümetin dikte ettiği bu reform, emekçilerin durumunu daha da kötüleştirdi. Hükümet, bu reformla bu anlaşmayı tereddüt etmeden ihlal etti. Tabii ki işveren de 2 hafta önce imzalamış olduğu bu anlaşmayı ağzı kulaklarında bir şekilde geçersiz kıldı.
Bu çalışma reformuna, işçilerin ve halk kesimlerinin durumunu daha da kötüleştiren bir dizi tedbir eşlik etmektedir. Daha önce Goldman Sachs’in ve şu anda sermayedar Draghi’nin başkanlık ettiği, bu krize yol açan yatırım bankalarından biri olan Avrupa Merkez Bankası’nca (BCE) talep edilen “acil uyum” tedbirleri… Rajoy’un gerekli görülen bu reformları uygulamaya koymaması durumunda, Draghi, Ispanya’da, Yunanistan ve İtalya’da yaptıkları gibi, Avrupa Merkez Bankası’na boyun eğen teknokrat bir hükümeti teşvikte tereddüt göstermeyecektir.
İspanya’da 2010 yılından bu yana emek pazarında bir dizi onlem alındı; işçi hakları kısıldı; kurumlar vergisi indirimi kaldırıldı; emeklilerin yararlandığı sosyal yardımlar donduruldu; memurların maaşları % 5 oranında düşürüldü. “Bağımsız” ekonomistlere göre, daha önceki yıllarda maaşların dondurulması ile birlikte vergilerin artırılması %20’lik bir oranda satın alma kaybına yol açtı.
Son yıllarda, Avrupa Merkez Bankası  direktifleri doğrultusunda, kamu harcamalarında % 50 kısıtlamaya gidildi. Merkel ve avanesinin (Sarkozy ve diğerleri) talepleri üzerine sıfır bütçe açığı için anayasada reform yapıldı. Sayın Draghi, rekabet gücü düşük ülkelerde maaşların düşürülmesi gerektiğini açıkladı. Fiyatların değil, maaşların.
İspanya’da satın alma gücünü gösteren reel ücretler düşmüştür. Hükümetin dediği gibi artmamıştır; hükümet yalan söylemektedir. Avro bölgesindeki ortalama maaş ve Almanya’daki maaşlar ile aradaki fark büyümektedir. Buna rağmen hükümet, fiyatları düşürmek için, kârlardan kısıntı yapmak yerine, maaşların azaltılması gerektiğini savunmaktadır. Kamu politikaları profesörü Vicenc Navarro, geçen Şubat ayında şunları yazdı:
“İspanya’da şirket gelirleri, bu yıl ilk defa ücret gelirlerini aştı. Bunun adı, İspanya’da, banka ve büyük işletmelerin devlet üzerindeki etkisi aracılığıyla dayatılan tek taraflı acımasız sınıf mücadelesidir (kimse bunu boyle dillendirmese de). Maaşları düşürerek, Büyük Bunalıma götüren Büyük Resesyon dönemindekinden çok daha boyutlu bir talep düşmesine neden oldular ve büyük bir acı (hiç gerek yokken) ve ekonomik felakate yol açtılar.”
“Hatta yeni önlemler, yeni kesintiler, daha fazla uyum talepleriyle IMF de karıştı. Utanmadan yaşlılığın ekonomi açısından olumsuz bir durum olduğunu ileri sürüp ‘insanların beklenenden daha cok yaşaması’ riskine karşı sosyal yardımların kesilmesi ve emeklilik yaşının yükseltilmesini istiyorlar. ‘Uzun yaşamak iyidir; ama mali olarak önemli bir risk taşıdığı’ için bunu ‘uzun yaşam riski’ olarak isimlendiriyorlar: ‘Bu bireyler, şirketlere ve hükümetlere daha pahalıya mal olacak. Bu nedenle, gelecekte bu maliyetlerin başımıza dert açmaması için uzun yasam risklerine, şimdiden kafa yormamız gerekir.’”
Bir diğer “uyum önlemi”  kamu taşımacılığıdır. En fazla kullanılan ulaşım aracı metrodur. Örneğin Madrid’te tek yön bilet 1 avroydu. Geçen yaz % 50 zam yapıldı. Şu anda yapılan toplam zam %7 ile %11 arasındadır. Tek yön bilet 1.5 avro, ama bu fiyat yalnızca 5 durak ya da istasyon için geçerli. 5 durak ya da istasyondan sonraki her durak icin 10 kuruş daha ödemek zorundasınız…
Rajoy hükümeti,  işsizlere yönelik mesleki eğitim ve istihdam teşvik politikalarına ayrılan paradan, 7.500 milyondan % 20’lik bir kesinti yaptı. Yani bu para şu anda 1.500 milyon daha az.
Hükümet sebatsızca hareket etmektedir. Her hafta kabine toplanmakta ve her kabine, yeni önlemler, kesintiler ya da uyum kararları almaktadır. 16 Nisan’da, aynı zamanda Kültür ve Spor Bakanı olan Eğitim Bakanı, 3.500 milyon avroluk tasarruf elde etmek için, zaten yeterince yüklü olan ilköğretim sınıflarında öğrenci sayısının 30’a, lise sınıflarında 36’ya çıkarılacağını duyurdu. Öğretmenlerin ders saatleri de artacak. İki ana sendikanın yaptığı hesaba göre, bu önlemlerle 50.000 ile 80.000 arasında öğretmen işini kaybedecek.
Bütün bunlara bir de temel gıda madde fiyatlarına yapılan zamları ekleyin. Ve % 15 elektrik zammı, gaza yapılan zamlar, sosyal yardım alanların daha önce ücretsiz aldığı, şimdi ise % 10’unu ödemek zorunda olacakları ilaçları.

YENİ MÜCADELELERE HAZIRLIK
İspanya, 48 milyon nüfuslu bir ülkedir. Bunun 5 milyonu işsiz, % 24’ü aktif (çalışan nüfus) nüfustur (AB ortalamasının 2 katı). Her iki gençten (25 yaşa kadar olanlar) biri işsizdir. Bu da % 50’ye tekabül ediyor. Resmi rakamlara göre, tüm bireyleri işsiz olan 1.5 milyon aile ve mutlak yoksulluk sınırında bulunan 4 milyon insan var.
Daha da devam edebiliriz, ama bu kadarı yeterli sanırım. Hükümetin, AB şeflerinin direktiflerine uygun olarak hayata geçirdiği “uyum” eylemleri istihdam yaratmamakta, işçilere ve halk tabakalarına iş vermemekte, aksine işsizliğin daha fazla artmasına ve tüketimin daha da azalmasına yol açmaktadır. Tüketim olmadan ekonomik iyileşme olamaz. Tüm çevrelerden çeşitli ekonomist ve şahsiyetler, bu tedbirlerin istihdam yaratmadığını, aksine, işsizlik rakamının bu yılın sonunda 6 milyona ulaşacağını ön görmektedirler.
İspanya’da yaratılan ve her geçen gün giderek ağırlaşan bu durumu analiz eden Partimiz Merkez Komitesi, şu tespiti yapmıştır: “ (…) oligarşinin uygulamaya koyduğu tamamen anti-demokratik nitelikteki politikanın sertliği, proletaryanın en bilinçli kesiminin bilincinin daha da yukselmesini kolaylaştıran politik bir iklim yaratıyor.(…) Politik alanda mücadelenin yükseltilmesi gerekliliği ortaya çıkıyor. Halk sınıfları, sermayenin vahşi saldırılarına, yalnızca, düşmanla tüm cephelerde, kurumlarda politik, demokratik ve birleşik bir politik programla savaşarak etkin bir şekilde karşı koyabilir. Bu gerçeklik daha önce kendini bu kadar net göstermemişti.
“Kriz ve farklı hükümetlerin uyguladıkları politikaların sonuçları kitleleri, gelecek gerçek toplumsal bir kaosun, (bunun politik ifadesi soldaki ayrışmayı kırıp alternatif bir birlik inşa edemezsek duruma sağın  el koyacağı) habercisi olan katlanılması güç durumlara götürüyor.
“(…)Halk Birliğini oluşturmanın zamanın geldiğini anlamayan, bir melez programının temel ilkelerinde birleşmek için ikincil önemdeki durumlara teslim olan (…) politik güçler siyasi haritadan silineceklerdir.”
İçinde bulunduğumuz koşullar, halk kitlelerinin umutsuzluk ve öfkesi, mücadelenin örgütlenmesinde daha ileri adımlar atılmasını gerektiriyor. Bu anlamda, Parti, kendini, büyük şehirlere ve sanayi merkezlerine doğru yayılan Cumhuriyetler Federasyonu’nun embriyonu olan Halk Cephesi’nin oluşturulması çabasına adadı. Böyle bir cephe gereksinimi kesindir. Ne yazık ki bu gereksinimin hala farkında olmayan sol güçler arasında büyük bir kopukluk söz konusudur.
En geniş kitleleri sürekli bir şekilde harekete geçirebilmek için yapmamız ve öğrenmemiz gereken çok şey var. Yavaş yavaş, kitlelerin yaşadıkları koşulları kabul etmedikleri durum yaratılıyor. Geriye, savunduğumuz üzere, bu kitlelerin, gerçek sol bir politika etrafında, Federatif Halk Cumhuriyeti mücadelesi etrafında bir araya getirilmesi kalıyor. Revizyonistler ve diğer oportünist gruplar bu tür bir mücadelenin gerekliliğini anlamıyorlar. Sendika önderleri de durumun aciliyetini görmüyorlar. En son yapılan kitle eylemleri (yalnızca Madrid’te yaklaşık 800.000 kişiyi bir araya getiren 29 Mart genel grevi ve daha sonraki gosteriler gibi) tabanın ve her geçen gün zemin kazanan sınıf sendikacılarının baskısıyla başarıldı.
Parti, en geniş kitleye ulaşmak, onları seferber etmek ve onlara mücadelenin zorunlu olduğu bilincini taşımak için ajistasyon ve propagandanın genişletilmesi ve çeşitli biçimler alacak bu kavga için iyi hazırlanmak gerektiğinin bilincindedir.
Bu, oligarşilerin, krizin yükünü vahşi bir şekilde halkın ve emekçilerin sırtına yüklediği diğer Avrupa ülkelerinde de sürdürülebilecek önemli bir kavgadır. Sınıf mücadelesini daha fazla canlandırmanın koşulları hızla olgunlaşmaktadır. Biz komünistler yalnızca mücadeleye katılmak değil, onlara önderlik ederek ve yön vererek bu mücadeleleri, koşulların gerektirdiği düzeyde güçlendirmek de zorundayız.

Komünistlerin acil görevleri ile sosyalizm için mücadele arasındaki ilişki üzerine*

Öncelikle Belçika Emek Partisi’ne, “Komünistlerin acil görevleri ile sosyalizm için mücadele arasındaki ilişki” üzerine düzenlediği konferansa daveti için partimiz adına teşekkür etmek istiyoruz. Çeşitli ülkelerden gelen ve dolayısıyla farklı koşullarda farklı görevlerle yüz yüze olan partiler olarak, konferansın bu önemli konusunu her ne kadar genel hatlarıyla ele almak durumunda kalsak da, burada yapacağımız tartışmaların aramızda somut bir anlayış birliğinin gelişmesine katkısı olacağını düşünüyoruz…
Açıktır ki, konferansın gündemi olan ilişki aslında çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Örneğin; reform ile devrim arasındaki ilişki, kendiliğinden işçi hareketiyle devrimci işçi hareketi arasındaki ilişki ya da partinin güncel taktikleriyle stratejisi arasındaki ilişki vb. sorunlar doğrudan konumuzla ilintilidirler. Sanırız ama, konuyu bu genişlikte burada ele almanın ne olanağı, ne de gereği vardır. Öte yandan, “komünistler, tüm güncel görevlerini nihai hedefleri bağlamında kavrar ve o doğrultuda yerine getirmeye çalışırlar” diyerek de işin içinden çıkılabilir! Fakat hepimiz biliyoruz ki, sınıf mücadelesinin zengin biçimleri ve dolayımları arasında bu ilişkiyi her defasında yeniden kurmak ve ona uygun bir pratik geliştirmek göründüğünden de zordur. Nitekim, acil görevlerle boğuşurken perspektifi yitirip dar pratikçiliğe düşmek veya tersi, yani sosyalist perspektifte sözüm ona ısrar adına acil görevleri görmemek ya da bu görevleri omuzlama sorumluluğundan kaçınmak; bunlar, karşılaşılmayan eğilimler ya da boğuşulmayan sorunlar değil elbette. Sonuçta, belirtilen nedenlerle, görüşlerimizi konferans başlığında doğrudan ifade edilen ilişkiyle sınırlı ifade etmek istiyoruz.
Öncelikle şunu belirtelim ki, bütün burjuva ve küçük burjuva sosyalist akımların aksine, partimiz için sosyalizm asla bir proje konusu olmamıştır. Hatırlatmak isteriz ki, Marx ve Engels için komünizm, “bugünkü duruma son verecek gerçek hareket”ti. Ve bu hareketin koşulları da, onlara göre, mevcut durumdan doğmaktaydı. Bu nedenle Marx ve Engels, ne “yarının dünyasını dogmatik düşünce ile öncelemek”, ne de “sonsuzluk için kesin planlar düzenlemek”le meşgul oldular. Komünizm, mevcut duruma “son verecek gerçek hareket”se, bu; onun zorunlu birinci aşaması olarak sosyalizmin; kapitalizmin belirli bir yadsınması, yani şu ya da bu projeye göre değil de, ancak ve ancak kapitalist toplumun somut çelişkilerinin doğasınca koşullanan bir yadsınması olduğu anlamına gelmektedir.
Öte yandan, bugün özellikle sol entelektüeller arasında her ne kadar tersi iddia edilse de, bu “gerçek hareket”in yegane tarihsel öznesinin işçi sınıfı olduğu tartışmasızdır. Bu gerçekten çıkan sonuç şudur ki, burjuvazinin egemenliğini yıkmak üzere işçilerin bir sınıf olarak bağımsız hareketinin geliştirilmesine dolaysız ve dolaylı olarak dayanmayan hiçbir çalışma sosyalizm için mücadeleyi ifade etmeyecektir. Dolayısıyla, sosyalizm için mücadele, gözümüzün önünde cereyan eden sınıf mücadelelerinin dışında yapılan kuru bir propagandaya indirgenmeyecek ya da bildiri ve çağrılarımızın sonuna eklenen “kırmızı paragraf” derekesine düşürülmeyecekse; o zaman halihazırdaki işçi hareketinin tüm özgünlüklerinin dikkate alınması, zayıflıkları ve zaaflarının aşılması; teorik, politik ve örgütsel düzeyinin yükseltilmesi ve sınıf mücadelesinin bütün biçimlerinin talep ettiği çok yönlü mücadele ve yeteneklerin işçi sınıfı partisinde birikmesi ve onun tarafından ısrarla geliştirilmesi bu mücadelenin esaslarını oluşturmak zorundadır. Bu bakımdan, komünistlerin acil görevleri, aslında sosyalizm için mücadelenin bir görüngü biçiminden başka bir şey değildir. Tersinden ifade edecek olursak; sosyalizm için mücadele, komünistlerin, her defasında, acil görevlerini işçi sınıfının tarihsel misyonu doğrultusunda başarıyla yerine getirmeleri demektir.

Değerli dostlar,
Açıktır ki görevlerin tanımı, somut durumun somut tahlilinden geçmektedir.  Ama bu da yetmez. Acil görevlerin somut tanımı, güncel durumun özelliklerinin genel durum ve gidişattan dolayımlandırılmasını gerektirir. Bu toplantıyı Avrupa’nın merkezi sayılan bir kentte yapıyor olmamız dolayısıyla, bu tahlili Avrupa üzerinden yapmaya çalışmak sanırız yanlış olmayacaktır.
Bilindiği gibi, Almanya ve bazı İskandinav ülkeleri dışında, Avrupa ekonomik, politik ve sosyal bakımdan derin bir sarsıntıyla yüz yüze. [Bu arada yeri gelmişken belirtelim ki, Almanya’nın pozisyonu da göründüğü kadar sağlam değil. Dünya pazarlarına herkesten çok bağımlı olan Almanya’nın durumunu tehdit eden, sadece Avrupa pazarının ciddi oranda daralması değil; ekonomik krizin ve onu öteleme hamlelerin doğurduğu koşullar, “Alman Avrupa modelini” de artık sürdürülemez hale getirmiştir. Görünen o ki, gerek Almanya’nın Avrupa Birliği (AB)’deki pozisyonu, gerekse AB’nin ve özelde de Avro Bölgesi’nin kendisi, yeni biçimlenmeler ve bunların doğuracağı yeni politik sorunlarla karşı karşıya kalacaktır.]
Geçmişte antikomünizmin ön cephesi olarak palazlanan “refahın kıtası” Avrupa’da bugün yoksulluk hızla yayılıyor. Birçok ülkede gençliğin yaklaşık yüzde 40’ı, hatta bazı ülkelerde yüzde 50’ye yakını işsiz; reel ücretlerin düşmesi ve güvencesiz çalışma nedeniyle, işçileri çalışmak da yoksulluktan korumuyor artık. Öte yandan, burjuva hükümetlerinin mali sermayenin devasa spekülasyon kayıplarını devlet borcuna dönüştürme operasyonları engellenmeksizin sürüyor. Bu kapitalist toplumsallaştırmanın faturası öylesine ağır ki, birkaç işçi kuşağının geleceği bugünden karartılmış durumda. Fakat sadece ekonomik koşullardaki ağırlaşma değil; grev hakkı, toplu sözleşme hakkı, iş güvencesi vb. işçi hakları da birçok ülkede tasfiye edilmek üzere. Bazı Avrupa ülkelerinde ise, doğrudan gösteri hakkı ve düşünce özgürlüğü tehdit altında. Gelinen yerde, mali sermayenin dayatmalarını yaşama geçiren burjuva hükümetlerine burjuva demokrasisi bile dar gelmekte!
Kısacası, sosyal kutuplaşma hızla artıyor. Sınıf çelişkileri bugüne kadar içinde hareket ettikleri düzey ve biçimleri zorluyor. Evet, daha keskin sınıf mücadelelerinin yaşanacağı yeni bir sürece girdiğimizden şüphe bile duyulamaz.
Avrupa’daki genel durum ve gidişat kabaca böyle özetlenebilir. Peki, işçi hareketindeki genel durum nedir? Bugün Yunanistan’dan İrlanda’ya kadar, başta işçiler olmak üzere emekçi kitleler, burjuva hükümetlerinin ekonomik ve sosyal saldırılarına karşı öfkelerini gösterilerle, grevlerle ve hatta kısa süreler içerisinde tekrarlanan genel grevlerle dile getiriyorlar. Kitle eylemlerinde gözle görülür bir artış söz konusu. Fakat sorun şu ki, bu eylemler çoğu kez saldırıları protesto etmenin, öfke boşalmalarının ötesine geçemiyor; sonuçta sermayenin saldırıları geri püskürtülemiyor.
Başka bir deyişle, işçi ve sendikal hareketteki zayıflıklar aşılmış değil. İşçiler arasında liberalizm ve sosyal liberalizmin ideolojik hegemonyası sarsılmakla birlikte sürüyor, faşist ve milliyetçi düşünceler de giderek yayılıyor. Sendikal harekette, sınıf işbirlikçiliğinin egemenliği devam ediyor. İşçi sınıfı ise esasta örgütsüz. Tarihindeki en büyük bölünmüşlük ve sınıf içi rekabetle yüz yüze. Unutmayalım ki, sosyalizmin geçici yenilgisi özellikle de Avrupa işçi hareketinin özgüvenini tahrip etti, işçilerin bir sınıf olarak hareketini temelden sarstı ve işçilerin kendi tarih ve geleneklerine yabancılaşmalarına yol açtı.
Fakat hiçbir şey kendi karşıtını koşullamaksızın var olamamakta! Dolayısıyla, partilerimizin acil görevlerinin de çerçevesini belirleyen bu genel tabloyu şöyle de ifade edebiliriz: İşçi hareketindeki sermayenin saldırganlığınca kışkırtılan canlanma, hareketin belirtilen zayıflıklarını da görünür kılmakta. Girilen sürecin niteliği ve özgünlüğü; işçilerin yeniden bir sınıf olarak hareketini ve bu anlamıyla yeniden partileşmesini, tarihi ve gelenekleriyle yeniden buluşmasını pratik bir sorun olarak gündeme getirmiş bulunuyor. Şimdi bizlere düşen görev, işçi hareketindeki her türlü canlanma ve algı değişimini (krizin faturasını kabullenmeme eğilimi, kapitalizmin üstünlüğüne yönelik inanç sarsıntısı, yaşam koşullarından hoşnutsuzluk, öfke ve tepkideki artış vb.), hareketin zayıflıklarını ve zaaflarını aşmaya dönük günlük ve dönemsel çalışmalarımızın dayanakları olarak yetenekle değerlendirmektir. Açıktır ki bizler de, bu yeteneği kazanmamız oranında kendi zayıflık ve zaaflarımızı aşabileceğiz. Eğer acil görevlerimizin temelini, işçilerin bir sınıf olarak bağımsız hareketinin tüm zayıflık ve zaaflarının aşılması oluşturuyorsa, o vakit tam da bu konulardaki görevlerimizi bugüne kadar nasıl yerine getirdiğimizi, eksikliklerimizin ve hatalarımızın neler olduğunu yeniden değerlendirmek her şeyin başında gelmelidir.
Örneğin işçilerin bir sınıf olarak hareketini baştan olağanüstü zorlaştıran mevcut bölünmüşlüğünü ve sınıf içi rekabetini aşmak için enerjik ve etkili bir çalışma sergileyebiliyor muyuz? Başta işçilerin birliği ve bu temelde de halk hareketinin en geniş cephesinin oluşması için sabırlı ve kararlı bir pratik geliştiriyor muyuz? Bu bakımdan izlediğimiz taktikleri sürekli gözden geçiriyor; koşulları oluştuğunda, geçiş döneminin taleplerini zamanında ileri sürebiliyor ve buna uygun örgüt biçimlerini yaratmaya yönelebiliyor muyuz? İşçileri eyleme sadece çağırmakla yetinmeyen, acil talepleri onlara salt “propaganda” etmeyen, tersine bu talepler uğruna mücadeleyi işyeri ve semtlerde bizzat örgütleyen bir çalışmayı gerçekleştirebiliyor muyuz? Sendikaları yeniden mücadele merkezlerine dönüştürmek, sınıf işbirlikçi çizginin temsilcilerini başarıyla suçüstü yakalayıp teşhir etmek, sendika içi demokrasi ve eğitimi işçilerin girişkenliği ve sınıf bilincini geliştirmek üzere dönüştürmek için yürüttüğümüz çalışmalarla, izlediğimiz politika ve taktiklerimizle yol alabiliyor muyuz? Ve bütün bunlarla birlikte, işçi kitlelerinin öz-deneyimleriyle öğrenmelerine gereken değeri veriyor, onların güvenini kazanabiliyor ve hareketin ortaya çıkardığı ileri işçileri ideolojik ve politik bakımdan yeterince donatıyor muyuz? Sorular uzatılabilir ve kuşkusuz yanıtları arasında olumlu ve olumsuz anlamda istisnalara dikkat çekilebilir. Fakat, gerek acil görevlerimiz ve gerekse bunların sosyalizm için mücadeleyle ilişkisi bakımından üstümüze düşeni yapıp yapmadığımızın bu ve benzer sorulara ve onlara her defasında verilecek yanıtlara bağlı olduğu açık olsa gerek…
Kısacası, dünyayı değiştirme iddiasını taşıyanlar olarak; mevcut hareketi örgütleme ve onu daha ileriye taşıma görevimizi layıkıyla yerine getirmediğimiz sürece, sosyalizm üzerine sarf edeceğimiz her söz anlamsızlaşacağı gibi, sosyalizm için mücadelemiz de asla ete kemiğe bürünemeyecektir.

Sevgili yoldaşlar,
Partimizin, uluslararası işçi sınıfının bir kolu olarak gördüğü ülkemiz işçi sınıfı karşısındaki sorumluluklarını, burada kaba hatlarıyla özetlediğimiz anlayış doğrultusunda yerine getirmeye çalıştığını belirtmemize gerek yok sanırız. Nitekim; ister sendikaların gerçek mücadele merkezleri olarak yeniden inşası, ister uyanış halindeki işçilere sınıf bilinci verme ve partili mücadeleye katma, ister işçi ve emekçi kitlelerin güncel taleplerine sahip çıkma, mücadelelerine her bakımdan yardımcı olma, ister omurgasını ulusal hareketle işçi hareketinin oluşturduğu ve aydınlardan, çevre hareketlerine, baskı gören inanç gruplarından kadın örgütlerine kadar geniş bir demokratik halk cephesinin örülmesini hedefleyen “Halkların Demokratik Kongresi” çalışmalarını genişletme ve isterse partinin aydınlatma ve ideolojik mücadele araç ve alanlarını büyütme ve geliştirme olsun; partimiz, sınıf mücadelesinin çeşitli alan ve boyutlarını kapsayan bütün bu çalışmalarını ve sorumluluklarını yerine getirmeye çalışıyor. Tabii ki, tüm eksiklik ve zaaflarına karşın, işçi hareketinin özgünlükleri ve gidişatının ihtiyaç kıldığı adımları atmada tereddüt etmeden ve  özellikle sekterizme ve formalizme düşmeden, dar pratikçiliğe saplanmadan ve ama nihai hedefleriyle günlük çalışmalarını da karşı karşıya getirmeden, aksine görevlerine bütünlüklü bir perspektiften bakarak ve kuşkusuz uluslararası komünist hareketle devrimci dost partilerin deneyimlerinden öğrenerek.
Marx ve Engels Komünist Manifesto’nun “Proleterler ve Komünistler” bölümünde, komünistlerin burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelede, “her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ettik”lerini ilan ettiler. Ama aynı yerde de bunun ne anlama gelmediğini vurguladılar: Komünistler, “proletarya hareketini biçimlendirecek ve bir kalıba sokacak kendilerine özgü sekter ilkeler ileri sürmezler”! Bu vurgular, konferansımızın gündemine aldığı ilişkiye bakışımızın da özlü bir ifadesidir.

Eğitimde 4+4+4 Modeli ve Kamusal, Bilimsel, Laik, Anadilinde Eğitim

Eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirilerek 12 yıla çıkarılmasının ardından, yeni modelin nasıl uygulanacağı, eğitim sisteminde ne tür değişiklikler yaşanacağına yönelik tartışmalar artarak sürüyor. Düzenlemeye yönelik itirazların büyük bölümünde, eğitimin dinselleştirilmesinin yanı sıra, temel eğitimin günümüz piyasa ilişkilerine uygun hale getirilmesi, sermayeye hem eğitimli, hem de “ucuz” işgücü yaratılması hedeflendiğine yönelik tespit ve eleştiriler yer alıyor ve bu eleştiriler giderek artıyor.
10 yıllık AKP hükümeti döneminde, eğitimin ticarileştirilmesi ile içeriğinin dinselleştirilmesi uygulamaları birbirine paralel olarak hayata geçirilmiştir. Bir taraftan okullar kâr-zarar hesabıyla tıpkı piyasada faaliyet gösteren “şirketler” gibi yönetilirken, diğer taraftan 2005 yılında değiştirilen eğitim müfredatıyla, eğitimde her açıdan tekçi, ırkçı ve cins ayrımcı ögeler yenilenerek ya da biçim değiştirerek varlığını sürdürmüştür. Başta felsefe dersi olmak üzere, pek çok derste dini referansların belirgin bir şekilde artması, 100 temel eser ve yardımcı kaynak kitaplarında yer alan dini söylemler, eğitimde yaşanan dinselleştirme ve ticarileştirme uygulamalarının bazen iç içe geçmiş bir şekilde ve birbirine paralel olarak hayata geçirildiğini göstermektedir.

ZORUNLU EĞİTİM VE AİLELERİN TERCİHİ
Eğitimde 4+4+4 şeklinde kademeli eğitim sistemine geçilmesi, “zorunlu eğitim” olarak ifade edilen uygulama ile çocukların küçük yaşlardan itibaren kapitalist sistemin ihtiyaçlarına uygun şekilde “uysal ve itaatkar bireyler” halinde yetiştirilmesi açısından önemli bir adım olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan, pedagojik  olmaktan çok, kapitalist sistemin günümüzdeki temel ihtiyaçlarına ve hükümetin siyasal-ideolojik hedef ve tercihlerine uygun olarak hayata geçirilmeye çalışılan 4+4+4 eğitim modelinin hedefleri ve uygulama biçimi üzerinden yürütülen tartışmalarda, sorunun özünden uzaklaşıldığı ve asıl tartışılması gereken noktaların geri planda kaldığı görülmektedir.
Toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel yapısını oluşturan –kuşkusuz üretim ve değişim biçimin ardından gelen ve içeriğini bu biçimlerin koşullandırdığı– temel önemde bir özellik, insan yetiştirme modelidir. Çocukların yetiştirilmesi (pedagoji), sağlıklı bir toplum yapısının oluşturulması açısından önemlidir. Bu durum, aynı zamanda toplumun ilerlemesi ve gerçek anlamda özgürleşmesi açısından büyük önem taşır. Özgürlük düşüncesi, yasalar önündeki politik özgürlük ve eşitlik gibi bilinen anlamların ötesinde, bireylerin kendi inançları ve eylemleri üzerinde yine kendilerinin denetiminin olması gerektiğini ifade etmektedir. Bu durum, sınırları egemen sistem tarafından çizilen ve bugün çeşitli ad ve biçimler altında sunulmaya çalışılan “özgürlük” düşüncesinin ne kadar sığ olduğunu göstermektedir.
Zorunlu eğitim, kamusal bir hak olarak görülmesi gereken eğitimi, egemen sınıfın ihtiyaçları ve amaçlarına uygun bir içerikte bir zorunluluk olarak gördüğü için, sadece bir eğitim sorunu değil, aynı zamanda bir özgürlük sorunu olarak ele alınmak zorundadır. Zorunlu eğitim, egemen sistemin anlayışı ve işleyiş kurallarını sürdürmek için bireylere karşı dayatmacı bir niteliğe sahiptir. Zorunlu eğitim uygulaması, eğitimin kurumsal bir yapı kazanmasıyla başlamış bir uygulama değildir. Zorunlu eğitim, temelde, toplumsal yeniden inşa mekanizması olarak kullanılmış ve ilk ortaya çıktığında, askeri ihtiyaçlar üzerinden başlayarak, yurttaşların eğitilmesinde ve toplumsal bilincin arttırılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Zorunlu eğitimin tarihine bakıldığında, Prusya’da 1819 yılında beş temel amacı gerçekleştirmek için oluşturulduğu görülür. 1- Orduya itaatkar asker yetiştirmek, 2- Maden ocaklarında çalıştırılmak üzere itaatkar işçiler yetiştirmek, 3- Hükümete azami düzeyde tabii olacak sivil hizmetliler yetiştirmek, 4- Kurumlarda çalışacak memurlar yetiştirmek, 5- Önemli konularda birbirine yakın düşünen yurttaşlar yetiştirmek. Bu anlamda zorunlu eğitimin amacı, çocuklar yetiştirilirken, onların entelektüel gelişimlerini arttırmak değil, “boyun eğme” ve “itaatin” temel olduğu bir toplumsallaştırma sistemini yerleşik hale getirmektir .
Zorunlu eğitimin amacı, bireylerin küçük yaşlardan itibaren zorunlu olarak birtakım ölçütlere göre biçimlendirilmesidir. Bu şekilde eğitim üzerinden egemen toplumsal sisteme itaat eden bireyler yetiştirilerek, sistemin yeniden üretiminin sağlanması amaçlanmaktadır. Toplumun itaatkar bireylerden oluşması, toplumsal denetimi ve toplumun oto denetimini (kendi kendini denetleme) kolaylaştırmaktadır. Çünkü itaat eden, sorgulamayan yurttaşların düzeni dönüştürmek için harekete geçirilmesi çok daha zordur.
Eğitimin temelleri üzerine yazılan kitaplar, gerek üretici güçlerin yaratılması (örneğin, alt sınıf çocukları için işçi sınıfı meslekleri, üst sınıf çocukları için idari ve profesyonel pozisyonlar) ve gerekse sosyal katman, siyasal hiyerarşi ve kültürel hegemonyanın sürdürülmesi bakımından okulların, toplumda egemen olan düzeni yeniden ürettiği şeklinde ifade edilebilecek bir önyargıyı dile getirirler .
Türkiye’de zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirilerek 12 yıla çıkarılması, beraberinde getirdiği pek çok değişiklikle birlikte, çocukların küçük yaşlardan itibaren “dindar” ve “kindar” yetiştirilmesinin yanı sıra “uysal” ve “itaatkar” bireyler olarak yetiştirilmesini hedeflemektedir. Bu anlamıyla yapılan değişiklikler, zorunlu eğitim sisteminin ilk ortaya çıktığı dönemden bu yana geçerli olan hedeflerden bağımsız değildir. Verili toplumsal düzenin kültürel, siyasi vb. değerlerinin de eğitim yolu ile küçük yaşlardan itibaren bireylere aktarılmasıyla, çocuklara küçük yaşlardan itibaren söz konusu değerlerin benimsetilmesi, “vatandaşlık” tanımının okul sistemi ve müfredat üzerinden yeniden üretilmesini kolaylaştırmaktadır.

MESLEKİ EĞİTİME YÖNLENDİRME MESELESİ
Eğitimin temel bir insan hakkı olması, kamusal sorumluluğu, yani devletin herhangi bir ayrım gözetmeden herkese, nitelikli eğitimi parasız olarak sunmasını gerektirir. Eğitimin kamusal bir sorumluluk değil, parayla alınabilen bir mal olması ise, onun bir hak değil, kişilerin maddi olanaklarına göre yararlanılabilen bir ayrıcalık durumuna dönüşmesine yol açmaktadır. Eğitimin hak olarak görülmesi devlete bir sorumluk yüklerken, bir hak değil de gereksinim olarak algılanması, bu sorumluluğun ailelere ve bireylere devredilmesi anlamına gelmektedir. 4+4+4 modeli ile ilgili olarak yöneltilen eleştirilere yanıt olarak verilen “ailelere tercih hakkı sunuyoruz” ifadesiyle “tercih” ile “özgürlük” arasında bir bağ kurmak mümkün değildir. Bu sorumluluk, eğitimin kamusal olması gerektiği gerçeğinden hareketle, tek tek ailelerden önce kamuda olmak zorundadır. Dolayısıyla eğitimin kamusal olması gerektiğinin kaçınılmaz bir sonucu olarak çocukları adına ailelerin “tercih” ya da “seçme” yapması, “seçme özgürlüğü” olarak görülemeyeceği gibi, eğitim hakkıyla ve kamusal eğitim anlayışıyla temelden çelişmektedir.
1989 tarihli Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocukların birey olarak haklarını düzenleyen ve Türkiye’nin de altında imzası bulunan ayrıntılı bir belgedir. Bu sözleşme, kuşkusuz burjuva içeriklidir ve hukuk önünde eşitliği öngörmekte, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün halklar için aynı anlamı taşımaktadır ve ırk, dil, cinsiyet, din, etnik ya da toplumsal farklılık, mülkiyet, özürlülük, doğum ya da başka farklılık gözetilmeksizin bütün çocuklar için eşit ölçüde geçerlidir. Sözleşme, ortak standartları ortaya koyarken, devletlerin farklı kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçeklerini de göz önüne almıştır.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin   temel ilkesi; çocuğun yüksek yararıdır ve her konuda çocuğun yüksek yararının gözetilmesini öngörmektedir. Bu sözleşme, çocukların haklarının gözetilmesinde asgari standardı tespit etmekte ve çocuğun öncelikle aile içinde ve aile çevresinde korunmasını temel almaktadır.
Çocuk hakları, çocuğun insan olması, aynı zamanda da bakıma ve özene gereksinim duyması nedeniyle doğuştan sahip olduğu hakların tümünü ifade etmektedir. Bu haklar, insanlığın belli bir gelişme çağında, teorik olarak, bütün çocuklara tanınması gereken ideal hakları içermektedir. 4+4+4 modelinde çocukların adına ailelerin, din derslerini ya da diğer seçmeli dersleri seçecek olması, ikinci 4 yıldan itibaren yine ailelerin ya da öğretmenlerin iradesi ile çocukların mesleğe yönlendirilmesi, çocuğun eğitimde ve daha sonraki yaşantısında telafisi zor olumsuzluklar yaratması nedeniyle pedagojik olarak son derece sorunlu bir durumdur.
Kademeli eğitimin ikinci dört yılında mesleki yönlendirmenin yapılacak olmasının ve mesleki eğitim oranının yüzde 65’e çıkarılmak istenmesinin tek anlamı, emekçi çocuklarının, işçi sınıfının gelecekteki üyeleri olarak, küçük yaşlardan itibaren uysal birer işçi olarak yetiştirilmesinin önünün açılması demektir. Üstelik bunun, kamu kaynaklarını özel sektöre aktararak, çocukları stajyer adı altında küçük yaşlardan itibaren sömürünün her türlüsüne maruz bırakarak yapılacak olması ibret vericidir.
Kapitalizm ile birlikte belirginleşen kafa ve kol emeğinin ayrışması süreci, doğrudan doğruya kapitalist eğitim sistemlerini de etkilemiş, eğitim süreçleri söz konusu bölünmeye paralel bir içerikte örgütlenmiştir. Her ne kadar günümüz kapitalizmi sömürüyü arttırmak için işçileri hem zihinsel, hem de fiziksel olarak sömürüyor olsa da, son yıllarda ucuz ve eğitimli işgücünün mesleki ve teknik eğitimi üzerinden eğitim sisteminin yeniden örgütlenmesi konusunda yatırımlar yapılması ve bu alanı güçlendirmek için yasal düzenlemelerin gündeme gelmesi dikkat çekicidir.
Eğitim, özellikle emekçi aileleri açısından çoğu zaman sınıf atlamada en etkili merdiven olarak görülmüştür. Bu bakış açısına göre, kendi çocukları için en iyi çözüm ve yoksulluğu alt etmede en önemli araç olarak eğitimi gören birçok aile için eğitim, öğrencilerin yüksek bir ücret ve statüsü olan bir iş elde etmelerini sağlayacak önemli fırsatlar sunar. Çoğu yoksul aile, eğitimin toplumda yüksek statü edinmede çok geliştirici bir rol oynadığını düşünmektedir. Okulda yeniden üretilen ve güçlendirilen sınıfsal tutumlar, aileden okula doğru yönelen bir değere sahip olduğu için, aile-okul ilişkisi birbirini beslemektedir. Bu durum, eğitimde yaşanan dönüşümlerin aileler tarafından çok daha yakından takip edilmesini sağlamaktadır.
Emekçi sınıflar yıllarca, okulların onlara sosyal bir ilerleme sağladığına ve okullaşma sürecinde bu ilerlemenin çocuk ve gençlerin kişisel yeteneklerine bağlı olduğuna inandırılmışlardır. Oysa toplumdaki sınıfsal farklılıklar eğitim süreçlerine aynen yansımakta, yoksul emekçi çocuklarından çok azı “sınıf atlama” olanağı bulabilmektedir. 4+4+4 modeli, ikinci dört yıldan sonra gündeme getirilen mesleki yönlendirme ile bu geçişkenliği daha da zorlaştıracak özellikler göstermektedir. “Egemen sınıfın kültürünün, dilinin ve değerlerinin bu okullardaki eğitiminde kullanıldığı gerçeği, etnik azınlıklar ve yoksulların çocuklarının bu ayrımın kol emeği (mesleki eğitim) etrafında bulunmasına neden olmaktadır” .
Milli Eğitim Bakanı, Organize Sanayi Bölgelerinde (OSB) kurulacak özel meslek liselerini öğrenci başına yaklaşık 1.500 TL teşvikle destekleyeceklerini, aynı zamanda bu okullarda eğitim göreceklerin eğitim maliyetinin bir bölümü devlet tarafından üstlenilerek işadamlarının kendi okullarını kurmalarının sağlanacağını açıklamıştır. 6111 sayılı torba yasada, 16 yaşından küçüklere ödenen asgari ücretin brüt asgari ücretin üçte ikisinden, net asgari ücretin üçte birine düşürülmesinin ardından, 4+4+4 düzenlemesi ile önceden yüzde on olan “stajyer öğrenci” çalıştırma sınırlamasının tamamen kaldırılması, patronlara meslek okulları kurma ve “işletme”nin kapılarını ardına kadar açmıştır .
“Okullar, teknik ve işletme odaklı bilginin halk içerisinde dağıtımını fazlalaştırır. Öğrenciler bu bilgiyi öğrendikçe, edindikleri beceri ve uzmanlığı yatırım olarak kullanıp daha iyi meslekler için basamakları tırmanır. Okullar, büyüyen ekonominin ihtiyaç duyduğu iyi yetişmiş insanların sağlanmasını garanti eder. Okullar, hiyerarşik işgücü piyasası için özneler ve teknik/işletme odaklı bilgi üreterek birikime yardımcı olur. Bir devlet aygıtı olarak okullar, sermaye birikimi (hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir öğrenci grubunu ayıklar, seçer ve onaylar) ve meşruiyet (eksik bir liyakat ideolojisi sağlar ve böylece eşitsizliğin yeniden yaratılması için gerekli ideolojik biçimlere meşruiyet sağlar) için gerekli koşulların sağlanmasında önemli roller üstlenir” .
Meslek tercihi ve meslek eğitimi, dünyanın pek çok ülkesinde temel ve genel eğitimden sonra yapılmaktadır. Sağlıklı bir meslek tercihi, çocuğun kendi ilgisini, yeteneklerini, değerlerini, kişilik özelliklerini tanıması; meslekleri, mesleğin gerektirdiği eğitimi, istihdam olanaklarını ve koşullarını tanımasıyla mümkündür. Yapılan araştırmalar, ergenlerin ilgilerinin 17-18 yaşlarında kararlılık göstermeye başladığını, bununla birlikte sürekli değiştiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla gelişmiş birçok ülkede ve özellikle Avrupa ülkelerinde mesleki yönlendirmenin orta öğretimin son yıllarında yapılmasına rağmen, Türkiye’de, yeni adıyla ortaokul düzeyine indirilmesinin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.
Sınıflı toplumlarda okullar, kuşkusuz toplumdaki sınıfsal bölünmeleri yansıtan üst yapı kurumlarıdır. 4+4+4 sistemi ile Türkiye’de kapitalizmin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan sınıfsal farklılaşmaların daha da derinleşmesi, yoksul emekçi çocuklarının içinden geldikleri sınıfa layık görülen mesleki eğitime ağırlıklı olarak yönlendirilmesi söz konusu olacaktır.
Mesleki yönlendirmenin ikinci 4 yıl kadar indirilmesi ile asıl amaç, bir süredir istihdam ilişkilerinde yaşanan esnekleşmeye paralel bir temel eğitim sistemi oluşturmaktır. Eğitimin kademelendirilerek esnekleştirilmesini, 2012–2023 döneminde uygulanması planlanan Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ile birlikte değerlendirdiğimizde, eğitimdeki değişiklikler ile çok daha ötesinin planlandığı anlaşılmaktadır.
Ulusal İstihdam Stratejisinin ilk hedefi “Eğitim ve istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi” olarak belirlenmiştir. Konu ile ilgili olarak hazırlanan eylem planında yer alan ifadeler, özellikle piyasa ile uyumlu olarak yapılması hedeflenen zorunlu eğitim ve mesleki eğitim ile ilgili hedefleri net bir şekilde ortaya koymaktadır. Örneğin strateji belgesindeki “Zorunlu eğitim dışındaki öğrenme fırsatları çeşitlendirilecektir” vurgusu, 4+4+4 şeklindeki kademeli eğitim ile hedeflenenler ile zorunlu eğitimin “esnekleştirilmesi” arasında nasıl bir bağ kurulduğunun anlaşılması açısından önemlidir.
İstihdam strateji belgesinde dikkat çekici olan bir diğer nokta ise, yine eğitim ve istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi başlığı altında, kamu kesiminin, mesleki eğitimden kademeli olarak çekilerek, bu konudaki inisiyatifin “yerel aktörlere ve özel sektöre bırakacağı” ifadesidir . Buradan, Türkiye’de eğitim sisteminde yaşanan kamusal olmaktan çıkma eğiliminin önümüzdeki dönemde daha da hızlanacağı ve başta mesleki eğitim olmak üzere, eğitimin bütün aşamalarında piyasa ilişkilerinin belirleyici olacağı anlaşılmaktadır.

KAMUSAL, BİLİMSEL, LAİK VE ANADİLİNDE EĞİTİM
Eğitim süreci, parçası olduğu toplumsal yapının egemen ideolojisinin yeniden üretilmesinde en önde gelen araçlardan birisidir. Bu süreç, toplumsal üretiminin eğitimden beklediği diğer işlevlerinin de yerine getirilişi ile iç içe geçmiştir. Kapitalizm açısından baktığımızda, yetişmiş insan gücü gereksinimi eğitim süreci üzerinden karşılanarak, toplumsal iş bölümü konumları için bireyler seçilir ve bireyin değil, sistemin ihtiyaca göre yetiştirilirler. Seçme, yetiştirme ve yerleştirme sırasında hiyerarşik toplumsal yapının, sınıfsal farklılıkların yapısına uygun özellikler korunarak, eğitim üzerinden sınıfsal farklılaşmanın ve bireysel rekabetin uzun ömürlü olması sağlanır. Bu da, bir bakıma, var olan kapitalist toplumsal iş bölümünün meşru, doğal ve hatta kaçınılmaz olduğu, bunu değiştirmenin çok zor olduğu görüşünün nesilden nesle aktarılması anlamına gelmektedir.
Eğitim hakkının yaşama geçirilmesinin en temel koşullarından birisi, kamu tarafından yürütülmesi ise, diğer koşulu, içeriğinin yine kamusal bir anlayışla parasız, bilimsel, laik ve anadilinde olması, farklı dil ve kültürlerin özgürce gelişmesini sağlamayı hedeflemesidir. Bu koşullar sağlanmadığında, eğitimin, o anki mevcut statükonun devamlılığını sürdürmeye çalışan, bu haliyle eğitimin kişi için hak olmaktan çıkıp yapılması zorunlu bir görev haline gelmesi kaçınılmazdır.
Bütün ulusal ve uluslararası belgelerde, herkesin eğitim görme hakkına sahip olduğu belirtilir. Cinsiyeti, etnik ve dinsel kimliği ne olursa olsun, herkes, insan olduğu için, kendini geliştirme, kendini oluşturma hakkına sahiptir. Bu da, ancak eğitimin kamusal bir anlayışla gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Eğitimde var olan eşitsizliklerin, sınırlamaların ve yoksunlukların ortadan kaldırılması, özgürlükçü eğitim anlayışına dayalı bir eğitim hakkının yaşama geçirilmesi için yeterli değildir. Eğitimin temel bir insan hakkı olması, bu hakkı kullanırken hak sahiplerinin taleplerini (örneğin anadilinde eğitim hakkı talebini) özgürce, demokratik yollarla dile getirebilmesine imkân verilmesini gerektirmektedir.
Bir toplumda kamusal eğitimden uzaklaştıkça, “eğitimde fırsat eşitliği” söyleminin yaygınlaştığı görülür. Bu söylem, herkesin eğitim olanaklarından eşit bir şekilde yararlanması gerektiğinin ifadesi olarak kullanılıyor olsa da, gerçek yaşamda somut bir karşılığı yoktur. Bir değer yargısını ifade eden eşitlik kavramı, sadece basit bir matematiksel eşitliği anlatmamaktadır. Yasalarda belirtilen eşitlik söylemleri (örneğin ilköğretim okullarında eğitim parasızdır ifadesi) sadece hukuksal bir anlam taşımakta, gerçekte eğitim hakkından ve dolayısıyla eğitim olanaklarından her bireyin “eşit” bir şekilde yararlanmasını güvence altına almamaktadır. Bunu sağlamanın tek yolu, eğitimin kamusal olması ve bütün aşamalarında kamu tarafından finanse edilmesidir. Öte yandan, herkese eşit eğitim olanakları sunmak, herkese yeterli “eğitim hakkı” sunmak anlamına gelmemektedir. Bu nedenle bir bütün olarak eğitimi sağlama açısından “eğitimde fırsat eşitliği” yerine, “eğitim hakkı” kavramını benimsemek daha doğrudur.
Kamusal eğitimin önemli bir parçası olan ve insanı merkeze alan laik eğitim anlayışı, tüm insanların eşit, saygıdeğer, öğrenme ve gelişmeye açık olduğunu savunur. Laiklik, devlet yönetiminin, eğitimin, hukuk kurallarının ve bir bütün olarak toplumsal yaşamın dini kurallara değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Eğitim açısından bakacak olursak, dinsel bir eğitim anlayışı, insanları inanan ya da inanmayan, dindar ya da dinsiz olarak ayırarak, bir kısmını üstün ve değerli, diğerlerini ise sapkın, hatta düşman ilân edebilmektedir. Bu şekilde toplumda giderek derinleşen sınıfsal ayrışmanın din üzerinden daha da derinleştirilmesi kaçınılmazdır. Geçtiğimiz yıllarda bu anlamda çokça gelişmenin yaşanmış olması, AKP hükümetinin diğer amaçları ile birlikte, kendi siyasal amaçları doğrultusunda eğitimi dinselleştirme uygulamalarını adım adım hayata geçirdiğini ve bu durumun toplumun muhafazakârlaşmasında belirleyici hale geldiğini söylemek abartı olmayacaktır.
Dinsel eğitim; olay, olgu ve nesneleri bilimin değil, dinin (ya da dini merkeze alanların) bakış açısıyla açıklamayı temel almaktadır. Örneğin, yağmurun oluşumunu, buharlaşmış suyun belirli bir aşamada yoğunlaşarak yoğuşması olayı olarak açıklamak yerine, Tanrı katında duası kabul olan insanların duaları sonucu olduğunu kabul etme ya da böylesi bir açıklamayı yeğleyici bir eğitim veya bilimsel bir gerçeklik olarak evrimi “maymundan gelmek” olarak tanımlayıp, “hepimiz Âdem’den Havva’dan geldik” gibi ifadelerle açıklamaya çalışmak, dinsel eğitimin ne tür sonuçlar ortaya çıkarabileceğini görmek için yeterlidir. Elbette durum verdiğimiz örneklerdeki kadar basit değildir. Daha karmaşık bilimsel konular (evrim, kök hücre vb.) gündeme gelince, bu durumu açıklamak bu kadar kolay olmamaktadır. Ancak “bilim yuvaları” olarak gösterilen üniversitelerde bile evrim karşıtı etkinliklerin organize edildiği bir ortamda, bilimsel ve laik eğitim mücadelesinin ne kadar önemli ve güncel olduğu açıktır.
Eğitimin kurumsal olarak gelişimi, başlangıçta dinsel bir nitelik taşımış, dini kurumlar içinde, din adamları tarafından verilmiştir . Din kurumunun baskın olduğu bu tür toplumlarda, eğitim dinsel bir nitelik göstermiş ve din kurumları içinde, toplumsal yaşamdaki yerini almıştır. Özellikle tek tanrılı dinlerle birlikte, din kurumları, yönetici ve üst düzey memurların yetiştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunda mahalle ve sübyan mektepleri dine dayalı eğitim veren ilkokul düzeyinde okullardır. Arapça eğitim veren medreseler ise, imparatorluğun ulema sınıfını oluşturmuş, fetva yoluyla devlet yönetimini etkilemişlerdir .
Türkiye’de okullarda din eğitimi ile ilgili olarak, bu konuya seçmeli ders olarak yer verilmesinden zorunlu ders haline gelmesine kadar farklı seçenekler denenmiştir. Zorunlu din dersi ile ilgili tartışmalarda, çoğu zaman, bilimsellikten çok, siyasal-ideolojik duruşlar, din ve din eğitimi konusundaki pozisyonlar etkili olmuştur. Sorun, eğitim üzerinden dini bilimselleştirmeye ya da bilimi dinselleştirmeye çalışma noktasında düğümlenmektedir. Oysa eğitim bilimi açısından geçerli olan tek şey, eğitime bilimin gözlüğü ile bakmaktır. Dinin gözlüğü ile bilime bakmak mümkün değildir. Bilim “bilim” olarak, din “din” olarak kaldığı sürece işlevlerini yerine getirebilmektedir.
Din dersinin zorunlu sayılması, kamusal, laik, demokratik eğitim anlayışıyla ve bilimsel eğitimle temelden çelişmektedir. Okullarda, üstelik devlet aracılığıyla ve zorunlu olarak, yalnızca belli bir din ve belli bir mezhep öğretilmektedir. Bu durum, Türkiye gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok mezhepli toplumda, birçok sorunun doğmasına yol açmaktadır. Türkiye’de dinin siyasallaşması ve siyasal çıkarlara alet edilmesinin engellenmesi, ancak devletin dinden elini tamamen çekmesiyle olanaklıdır.
Devlet, din işlerinden bütünüyle elini çekmeli, bütün dinler, mezhepler ve inanmayanlar karşısında tarafsız olmalıdır. Hiçbir resmi işlemde kimseye dini ya da inancı sorulmamalı, bir dine inananlar ibadetlerini devlet desteği almadan istedikleri gibi yapmalı, hiçbir inanca karşı ayrımcı uygulama yapılmamalıdır. Laik eğitimin bir gereği olarak okullarda hiçbir dinin eğitimi verilmemeli, din öğretimi ve ibadethaneler için kamu bütçesinden pay ayrılmamalıdır. Bu durumda, yıllardır İslam’ın belli bir mezhebinin hizmetinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalı, Diyanet’e bütçeden para ayrılmayarak, bu alana aktarılan paralar kamusal eğitime harcanmalıdır.
4+4+4 ile, temel eğitim çağındaki çocuklara zorunlu din dersinin yanı sıra, Kur’an ve Peygamberin hayatı derslerinin “seçmeli” olarak okutulacak olması, laik eğitim ilkesi ile açıktan çelişmektedir. Çocukların ikinci 4 yıllık dönemde henüz somut düşünme aşamasında olmaları ve soyut kavramları algılamakta zorlanmaları nedeniyle, zorunlu din dersi ya da seçmeli Kur’an gibi dini içerikli derslere yönlendirilmeleri, hem eğitimin dinselleştirilmesi açısından, hem de pedagojik olarak büyük sakıncalar içermektedir.
Toplumlarda din-eğitim ilişkisini büyük ölçüde din-devlet ilişkisi belirlemektedir. Başka bir ifadeyle, dini konular devlet üzerinde ne denli güçlü bir etkiye sahip ise, eğitim sistemi üzerinde de o denli yönlendirici ve dayatmacı olması kaçınılmazdır. Bu anlamda, dinin eğitim üzerindeki etkisini var olan siyasal yapı ile ilişkisinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bugün Türkiye’de “din, eğitim üzerinde ne denli belirleyici olmalıdır?” sorusu tartışılır olmaktan çıkmış, “eğitim sistemi dinsel eğitimi içermeli midir?” sorusu tartışılmaya başlanmıştır. Bu sorunun yanıtı “laiklik” ilkesi ile birlikte düşünüldüğünde, devletin, bırakalım zorunlu din dersini, seçmeli olarak bile din dersi vermemesi gerekir.
Laik toplum düzeni, bütün din ve inançtan insanların, eşit koşullarla, aynı kurallara uymak durumunda bulundukları, hiç kimseye ya da gruba dinsel ayrıcalık ve üstünlük tanınmayan bir toplum düzenini ifade etmektedir. Laikliğin temelinde, farklı inanç ve dinlerdeki insanlar arasında eşitliğin sağlanması vardır. Bunu yapabilmek için, laik devlet, tüm din ve mezheplere aynı mesafede durmak, dine karşısında mutlak olarak tarafsız olmak zorundadır.
Laik eğitim, özünde bilimsel eğitimi ifade ederken, bilimin kuşkucu, sorgulamaya, araştırmaya, eleştirmeye dayanan yüzüdür. Dinsel eğitim ise, kabule dayanırken, herhangi sorgu ya da eleştiriyi kabul etmez. Bu durumda, laik olduğunu iddia eden bir devletin din eğitimi vermesi, üstelik bunu zorunlu tutması büyük bir çelişkidir. Öğrencilerin eleştirel bir zihinsel yapı ile mi, yoksa kendilerine verilen bilgiyi aynen ezberleyerek kabul etmeye hazır olacakları bir eğitim yapısı ile mi yetiştirilecekleri sorusu önemlidir. Hiçbir toplum tamamen aynı inancı paylaşan insanlardan oluşmadığına göre, tüm inançlara aynı mesafede bulunması gereken devletin, sadece bir mezhebin ya da dinin eğitimini zorunlu ya da seçmeli olarak vermesi aynı derecede yanlış bir uygulamadır.
Eğitimin kamusal, bilimsel ve laik olması kadar, bireylerin hiçbir kısıtlamaya gidilmeden kendi anadillerinde eğitim almaları da, eğitim biliminin en temel ilkeleri arasındadır. Anadili eğitimi ve anadilde eğitim, bireyin toplumsal bir varlık olarak gelişmesinde, içinde yaşadığı çevreyi ve dünyayı algılama ve yorumlamasında, özgür ve eleştirel düşünebilmesinde temel bir rol oynamaktadır.
Anadil eğitimi, ilköğretimden başlayarak tüm eğitim basamaklarında ve daha sonra da bir yetişkin olarak sürdüreceği yaşamındaki başarısında temel belirleyicilerden bir tanesidir. Birey bir anlamda toplumsal ilişkiler sistemine anadil ile katılmakta, anadili ile içinde yaşadığı toplumun bir parçası olmaktadır.
Bireyin kendisini gerçekleştirme sürecinde anadilin büyük etkisi vardır. Kişi ana dili ile daha etkili iletişim kurmakta ve algıları daha güçlü, net ve çok yönlü olmaktadır. Bu noktadan hareketle, bireyin kendisini gerçekleştirmesinde önemli bir etkisi olan anadil eğitiminin etkin bir biçimde kullanılması şüphesiz okuldaki başarıyı arttıracaktır. Çünkü insanoğlu kendisini gerçekleştirirken, kendi yansımasını bulduğu değerlere de yönelmektedir. Bu anlamda hangi kültürel ortamda olursa olsun, bireyin kişiliğinin sağlıklı ve dengeli bir yapıya oturması, eğitimin anadilinde yapılmasından geçmektedir.
Türkiye’de yaşayan ve sayıları milyonlarla ifade edilen, kendi ana dillerinde eğitim isteyen halklar anadilinde eğitim hakkından mahrum bırakılırken, kuruluş amaçları farklı olsa da, Türkiye’de hiç konuşulmadığı halde İngilizce, Fransızca, Almanca ve diğer dillerde eğitim yapan okullar bulunmaktadır. Resmi dil dışında anadilde eğitimin yapılmayışı, hatta yasak oluşu, pek çok toplumsal huzursuzluğun ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. Bu olumsuzluklardan en çok etkilenen kesim, Kürt halkı ve Kürtçe olmaktadır.
Çocukların gelişimi açısından bakıldığında 0-6 yaş arası, zeka gelişiminin büyük oranda tamamlandığı, çevresiyle ilişkilerini algılamaya ve tanımaya, hatta yorumlamaya başladığı bir döneme denk düşmektedir. Zeka gelişimi, başarıyı anlayan ya da geliştiren özellikleri katılımla ilgili olmasına rağmen, bunun gelişimi yaşanılan çevrenin ekonomik, sosyal ve kültürel yapısı ile ilgilidir. Bu aşamada çocuğun gelişiminde belirleyici olan aile yaşantısı olduğundan, okul öncesi dönemde çocukların konuşma dili olarak bildiği tek dil çocuğun ana dilidir. Anadilin çocuk üzerindeki etkisi, ailesi ve çevresinden öğrendikleriyle doğru orantılıdır. Bu süreçte çocuk, ona verildiği gibi, öğretildiği gibi anadilini öğrenir. Bu aşamadan sonra çocukta toplumsal ve ulusal kültür oluşmakta ve bilinçaltına yerleşmektedir.
Çocuğun sadece duyduğu, ancak anlayamadığı bir dille karşılaşması, bu dille okulda yaşamak zorunda bırakılması, çocuğun zeka ve duygu gelişiminin durmasına hatta gerilemesine neden olabilir. Bu yaş döneminde öğrenmede hızlanıp doruğa ulaşması gerekirken, yetişkinlerin bile öğrenmekte zorlandığı yabancı bir dili öğrenmek zorunda olması, çocukta şaşkınlık ve çaresizlik yaratmaktadır. Bu noktada çocuğun öz güvenini yitirmesi, kendisini başarısız bulması ve eğitim sürecine daha başlangıç aşamasında yabancılaşması kaçınılmazdır.
Anadilinde eğitim almayan çocuk, okuldan kaçma, okula gitmeme, okulu sevmeme, öğrenmeye ilgisiz kalma, yanlış konuşmaktansa hiç konuşmama vb. gibi tepkilerle kendi iç dünyasına çekilerek, kendisi ile baş başa kalmaktadır. Örneğin eğitim dilinin Türkçe, sosyal çevre dilinin Kürtçe olması çocukta bir kimlik karmaşasına neden olmakta, bu karmaşa çocukta kalıcı zihinsel bozukluklar oluşmasına kadar gidebilmektedir. Eğitimde tek dilin dayatılması, eğitim sisteminin de katkısıyla, çocuğun gerçek kimliğini reddetme ve ona dayatılan kimliği kabullenme çabası içerisine girmesine neden olmaktadır.
Anadili üzerinde yapılan bütün araştırmaların ortak bir sonuç olarak gösterdiği gibi, tüm bu olumsuz sonuçlar, kendi anadilinde eğitim gören çocuklarda ortaya çıkmamaktadır. Anadilinden başka bir dille eğitim gören bazı çocuklar, kendi kültürel çevresini, ailesini, dilini, ulusal kimliğini ret ederek, kendisine dayatılan yeni kimlik, yeni kültür ve yeni dil alanına girip ulusal kültürüne düşman olabilmektedir. Öte yandan dayatılan yeni kimlik, yeni kültür ve yeni dili kabul etmeyerek, önce kişisel, sonra çevresel ve nihayetinde siyasal düzeyde direnişe geçilebilen geniş bir kesim olduğu da açıktır.
4+4+4 düzenlemesi ile eğitime başlama yaşının 72 aydan 60–66 ay aralığına geriletilmesi, diğer başka sorunların yanı sıra, anadili Türkçe olmayan çocuklar açısından, eğitim üzerinden asimilasyon politikalarının daha katı bir şekilde hayata geçirilmesi gibi tehlikeli bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
AKP’nin bir süredir üniversitelerde yarattığı dönüşüm ve yoğun siyasal kadrolaşmaya rağmen, tek bir öğretim üyesinin çıkıp, okula başlama yaşının 60–66 ay aralığına çekilmesini destekleyen açıklama yapamamış olması, 4+4+4’ün hem bilime, hem de topluma karşı yapılmış büyük bir dayatma olduğunu göstermektedir.

SONUÇ
Eğitimde bir süredir adım adım gerçekleşen dönüşüm eğilimleri, kuşkusuz dünya çapında yaşanan gelişmelerden bağımsız değildir. Dünya düzeyinde eş zamanlı olarak gerçekleşen bu eğilimlerin yapısal bir sürecin, yani kapitalizme özgü dinamiklerin günümüzde ulaştığı düzeyin sonuçları olduğunu belirtmek gerekir. Eğitim ve diğer alanlarla ilgili olarak pratik süreçte karşılaştığımız farklılıklar sadece Türkiye’ye özgü dinamikler değildir.
Eğitimin, “iş dünyasının” ve piyasanın değişen bilgi ve beceri taleplerini karşılamak için rekabet temelinde yeniden yapılandırılması sonucu, eğitim hakkı ilkesi göz ardı edilerek, “rekabet”, “teknolojik eğitim”, “girişimcilik” ve “kendi kendine yetme” anlayışı, eğitimde ve eğitim hizmetlerinin sunumunda temel kabul haline getirilmiştir.
Bugün tüm dünyada egemen olan ve eğitim sistemlerini neoliberal içeriğiyle yenileyerek sermayenin tam hizmetine ve denetimine sokmaya yönelik anlayışlar, eğitimi bir insan hakkı olarak değil, maliyeti olan ve karşılığı mutlaka ödenmesi gereken bir “müşteri hizmeti” olarak görmektedir. Eğitim sistemlerinde çeşitli adlar altında yapılan köklü değişiklikler ve çeşitli projeler, temel olarak, eğitimi herkesin eşit ve parasız olarak yararlanması gereken bir hak olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir. Bu anlayışın gelişmesiyle birlikte, aynı okul içinde sınıflar, aynı bölgede okullar, farklı bölgeler birbirleriyle rekabet içine sokularak, eğitimde piyasa ilişkilerinin tek belirleyen olması sağlanmak istenmektedir. Eğitimin kamusal niteliğinin aşınmasıyla birlikte bir yandan kaynakların eşitlikçi dağılımını ortadan kaldırılırken, diğer yandan eğitimi tamamen piyasaya teslim etmenin adımları atılmaktadır.
Eğitim hizmeti, bir uçta egemen sistemle uyumlu standart birey yetiştirme alanı olarak ortaya çıkarken, diğer uçta bireyi özgürleştirici, yeteneklerini ortaya çıkaran ve yaratıcılığını geliştiren kişiliğini dönüşüme uğratıcı bir üretim alanı olarak görülebilir. Açıktır ki, birinci model, eğitimin kapitalist tipini; ikinci model ise, sosyalist tipini yansıtmaktadır. Eğitimin dayanacağı ilkeler, finansmanından hizmetin sağladığı sonuçlara kadar, geniş bir alanda etkili olmaktadır. Bu açıdan, eğitim hizmetinin hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağına yönelik olarak yapılacak sınıfsal tercihin, en az eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması kadar önemli olduğu gerçeğini asla unutmamak gerekir.
Eğitim sistemi ve okullar, elbette sadece mevcut sistemi yeniden üreten kurumlar, öğrencileri sistem karşısında zayıf, çaresiz, pasif varlıklara dönüştüren kurumlar olarak görülüp değerlendirilemez. Böyle kurgulandıkları tartışmasızdır; ancak çelişmesiz bir bütünlük olarak sermayenin mutlak egemenliği, onun hep ulaşmak istediği hedef olarak kalacak, ama gericiliğin en koyu karanlık koşullarında bile gerçekleşmekten uzak olacaktır. Bu nedenle, okullar, birçok siyasal-ideolojik mücadelelerin ve çatışmaların, eğitimin özneleri tarafından (öğretmen, öğrenci, veli vb), gerek eğitim içinde, gerekse de okul dışındaki bazı örgüt ve kurumlar tarafından pratiğe aktarıldığı, bu anlamda birer mücadele mekanları olma özellikleriyle ele alınmalıdır.
Ancak şu da doğrudur ki, 4+4+4 eğitim modeli ile daha da belirginleşen eğitimde ticarileştirme ve dinselleştirme sürecine somut yanıtlar oluşturabilmek için, egemen sınıfın ideolojik hegemonyasını kıracak ve siyasal egemenliğini en azından zayıflatmak üzere neoliberal içerikli saldırılarını püskürtecek çok yönlü bir mücadelenin örgütlenmesi gerekmektedir.
Eğitim sistemini sermayenin değil, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda dönüştürmek, eğitime ve bilime meydan okumak anlamına gelen 4+4+4 kademeli eğitim modeline karşı yürütülecek mücadelenin gelişim sürecine doğrudan bağlıdır. Bu nedenle öğretmeni, öğrencisi, velisi ve diğer toplum kesimleri ile birlikte kamusal, bilimsel, laik ve anadilinde eğitim mücadelesinin güçlendirilmesi, bugün, dün olduğundan çok daha fazla önem ve aciliyet kazanmış durumdadır.
Eğitim hakkına yönelik saldırılar karşısında başta eğitim sendikaları olmak üzere, toplumun örgütlü kesimleri, geniş halk kesimleriyle birleşen, bütünlüklü bir toplumsal mücadeleyle kamusal, bilimsel, demokratik, laik ve anadilde eğitim hakkını yaşama geçirme görev ve sorumluluğu ile karşı karşıyadır.

Belge-Berktay tartışması: Marksizm düşmanlığında birlik (2)

Belge ve Berktay arasında, sosyalizm üzerine süren tartışma bir süre önce sonlandı. Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında bu tartışmanın Belge ‘taraf’ını değerlendirdik. Belge, Berktay ile polemiğinde sosyalizmin hala bir alternatif olabileceğini söylerken, ‘kendi’ sosyalizmini kesin olarak ‘geçmiş’ sosyalizm ve onun deneyiminden, tarihsel birikim ve kazanımlarından ayırıyordu. Belge’nin ‘sosyalizm’i  -bir başka deyişle reforme edilmiş kapitalizm ütopyası-, örneğin üretim araçlarını üzerindeki burjuva mülkiyetinin kaldırılmasını pek de gerekli görmüyor. Belge’ninki, burjuva sivil toplumcu bir temelde, yöneten-yönetilen  ilişkisinin demokratikleştirilmesini, yönetilenlerin –belki de Belge’yi aşacak şekilde söyleyelim- radikal bir demokrasiyle yönetim araçları üzerinde etki sahibi olmasını temel alan bir ‘sosyalizm’! Belge’nin ifadesiyle, yönetim araçlarının toplumsallaştırılması!..
“Toplumsallaştırma” kavramı başlı başına sosyalizan bir çağrışım uyandırabilir; ancak Belge’nin yaklaşımı, üretim ilişkileri, burjuva özel mülkiyet ve buradan yola çıkarak bölüşüm ve dağıtım ilişkilerinin toplumsallaştırılmasını içermek bir yana, bunları yapmadan kapitalist piyasa ilişkileri çerçevesinde yönetim araçları üzerinde yönetilenlerin şu veya bu düzeyde söz sahibi olmasından bahsediyor. Belge’nin derdi, yönetim araçlarından çok, kapitalist piyasa ekonomisinin reforme edilmiş biçimiyle de olsa korunması olunca, Berktay’la özünde hiçbir anlaşmazlığı kalmıyor. Berktay da, Belge ile anlaştıklarını, aynı siyasal zeminde durduklarını söyleyerek, Belge’nin açık bir dille ifade edemediği antisosyalizmi ve Marksizm düşmanlığını ‘dürüstçe’ ortaya koyuyor.
Belge’nin söyleyemediği, ama Berktay’ın göğsünü gere gere haykırdığı bu burjuva kapitalist düzeni savunma çağrısı ve sosyalizmin olsa olsa çağdışı bir totalitarizm olacağı iddiasının ayrıntılarına geçebiliriz.
Önce küçük bir parantezle başlayalım. Berktay’ın son ‘açılım’ı 1 Mayıs 1977’de kontrgerillanın saldırısıyla yaşanan katliam üzerine oldu. Öyle ki, Berktay açıldıkça açıldı. ‘Derinlik’lerin deşifrazyonu modasını tıpkı burjuva-faşist yazar-çizer takımının yaptığı gibi üstüne aldı. Ertuğrul Özkök’lerden, Mümtaz’er Türköne ve Erhen Mahçupyan’a kadar, sağdan sola sıraya girmiş tüm gerici burjuva kalemşörlerin, katliamın sorumlusu olan ‘deriniyle’ açığıyla devlet politikasını, geçmişini ve bugününü teşhir etmek yerine, ya muhaliflerini bastıracak argümanlar çıkartma ya da ‘sol’un derinliğine dalma çabasına omuz vermiş gözüküyor.
Aslında bu ‘omuz omuza’ mücadelenin yeni olduğu söylenemez. Berktay, en azından kendi olanakları çerçevesinde üzerine düşeni yapıyordu. Son yaptığı da, şimdiye kadar söylediklerinin mantıksal uzantısı. Çünkü Berktay, okun sivri ucunu ‘sol’a ve Marksizm’e yöneltmiştir. Siyasal mücadeleler ekseninde pozisyonu budur. ‘Derin’ tahliller yapılacaksa, ‘sol’un kendi içindeki ‘şiddet’i yahut devrimci ‘şiddet’in halka ne kadar zarar verdiği üzerine teori ve tespitler yapmakla mükellef hissetmektedir kendini. Bu söylenenlere karşı Berktay, kendisinin bir görev veya emir almadığını söyleyebilir. Zaten kastedilen de böyle bir şey değildir. Bu olabilir de olmayabilir de. Ancak Berktay’ın düşünce sistematiği açısından ‘sol’un ‘deşifre’ edilmesi, örneğin 1 Mayıs 1977 katliamı gibi, artık devletin bile gözlerden gizleyemez hale geldiği kontrgerilla gerçeğini, tüm tarihsel kanıt, bilgi ve belgeleri yok sayarak, tarihi yeniden ‘yazma’ eylemini zorunlu kılıyor.
Bir tarihçi açısından da en utanç verici şey bu olsa gerek. 77 1 Mayıs katliamında yüz binlerce kişi içerisinde kendi gördükleri üzerinden, “yukarıdan silah sıkıldığını görmedim” diyerek kontrgerillayı aklayan, suçu ‘sol’a yıkan bir yaklaşımın bilimsel tarihçilikle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı açıktır. Bu, bir bireyin, hele şu veya bu düzeyde bilimsel bilgi birikimi ve en azından sosyal bilimlerdeki çeşitli görüşlerle yüzgöz olmuş bir aydının, en temel bilimsel gerçekleri inkar etme noktasına geldiğinde, toplumsal yaşam ve tarihsel olaylar karşısında nasıl akıl-mantık dışı bir mevziiye geldiğini göstermesi açısından ibretlik bir durumdur.
***
Konumuz, Berktay’ın 77 1 Mayıs katliamı üzerine spekülatif ve bireysel tanıklığına dayanarak ortaya attığı ve kendisinden başka kimsenin de kolay kolay inanmayacağı iddialar değil.
Bu nedenle Berktay ile Belge arasındaki polemiğinin başlangıç noktasına, yani Berktay’ın “Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi” başlıklı makalesine gelebiliriz. Berktay bu makalesinde, solun bir hayal ürünü olarak “tarihin yönü”, “tarihsel zorunluluk” gibi kavramlarla Kürt hareketine yaklaştığını, ilerici-gerici, ezen-ezilen ulus gibi kategorilerin de Kürt hareketinin konumunu anlaşılmaz kıldığını söylüyor:
“Arka planda, ne kadar yok desek de silik bir ‘tarihin yönü’ inancı; ne kadar vazgeçtik desek de zayıf bir ‘devrim’ umudu ve ‘devrimcilik’ iddiası hep mevcut. Çok klasik ve şematik ezen-ezilen ayırımları (milletler dahil), bu şablona göre şekilleniyor. Sosyal güçler yelpazesinde ‘objektif’ olarak itici-ilerletici, yani ilerici, yani dost ve müttefik olması gereken kesimlerin tesbiti de buna bağlı. Habire ‘halk’(lar)ı konuşuyoruz (üstelik, sanki yekpareymişler gibi), yoksa doğrudan grup ve örgütleri değil. Ve hâlâ içten içe devrimci şiddet hayranıyız. Sonuçta, belirli grup ve örgütleri (faraza PKK veya BDP’yi) gerçek hayatta ne yaptıklarına, iç ve dış pratikleri itibariyle ne olduklarına, hattâ ileride ne yapacaklarını açıkça ilân ettiklerine göre değil, bilinçaltımıza yerleşmiş bu teorik perspektif itibariyle, tarihin akışı içinde nerede durmaları gerektiğine göre değerlendiriyoruz.
“‘İşçi sınıfı kollektif ezilendir, öyleyse bütün işçi örgüt ve sendikaları da ilericidir.’ Aslında bu kadar sığ ve zavallı bir şey söylüyoruz ama farkında değiliz, bırakalım ‘Kürt sosyolojisi’ni, örgüt, ideoloji ve politika olarak PKK ve KCK gerçeğine cepheden bakamadıkça.
“Ya da görüyor ama teşhis edemiyor, etmek istemiyoruz; kendimizle de yeniden tanışmak istemediğimizden olabilir mi acaba?”
Berktay’ın iddiaları şöyle özetlenebilir:
Birincisi, “tarihin yönü” diye bir şey yokur, nesnel olarak tarihin eğiliminden-yönünden bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle ‘devrim’ umudu boş bir ütopyadır.
İkincisi; gerici-ilerici, ezen-ezilen ayrımları tarihin yönü inancına göre şekilleniyor. Oysa bu ayrımlar gerçek yaşamda yoktur, ‘objektif’ olarak bu tür kategorilerden bahsetmek mümkün değildir.
Üçüncüsü; ‘sol’ yukarıda ifade edilenler üzerinden ortaya çıkan teorik bakış açısıyla gerçek siyasal gelişmeleri değerlendiremiyor, ‘halk’ gibi karşılıksız kavramlarla gerçek örgütlerin ve grupların eylemlerini göz ardı ediyor.
Berktay’ın bu ‘yaratıcı’ paragrafından daha da fazlası çıkartılabilir. Ancak şimdilik bu kadarı yeterlidir.
Berktay da, Belge gibi, gayet pratiktir. Kürt hareketi, AKP’ye ‘gerekli’ desteği vermediği için Berktay’ın hedefinde. ‘Sol’ da, AKP’nin kucağında Kürt hareketine tavır almadığı için suçlu! ‘Sol’un bu günahının sebebi ise, Berktay’ın yukarıda ifade edilen tespitleri. ‘Sol’, Berktay’a göre, ‘sosyalizm’ perspektifini, devrim ‘umudu’nu bir kenara bırakmalı, Berktay’ın çizdiği ‘gerçekçi’, neoliberal, piyasacı ve egemen burjuvaziyle ‘işbirliği’ne dayalı bir muhalefete koyulmalıdır! İşte bu nedenle geçmiş sosyalizm şiddetle eleştirilmeli ve onda en ufak bir ‘olumluluk’ bulunmazken, gelecekte de ‘sosyalizm’in mümkün olmadığı kabul edilmelidir.
Berktay’a göre, ‘sol’un temel kabulü ‘sosyalizmin tarihsel olarak bittiği’ olmalıdır. Tarihsel olarak bitmiş olmak nedir? Bir daha insanlığın önünde sosyalist bir seçenek olmadığı iddiasıdır. Berktay’ın aslında tüm siyasal ve ideolojik perspektifinin özeti budur. Onu, en basitinden toplumsal tespit bile denilemeyecek gözlemlerden alıkoyan, ezen-ezilen ulus ayrımını dahi yok saydıran, 1 Mayıs katliamının failliğini bile kontrgerilladan alıp ‘sol’a adapte ettiren işte bu gerici-liberal perspektiftir.
Önce Berktay’ın yukarıda ifade ettiğimiz üç iddiasına kısaca değinelim.

BERKTAY’IN YÖNSÜZ TARİHİ
Birinci iddia, tarihin yönüyle ilgili olanıdır. Tarihin yönü denilince, burjuva felsefesinin ilerlemeci rasyonalizmi de akla gelebilir. Ki, gelmelidir de. Ortaçağ’ın, daha doğru bir deyimle, feodal dönemin toplumsal ve ideolojik yaşamında egemen olan dogmatizm, hükümdarın tanrının yeryüzündeki temsilcisi olması ve tüm icraatlarına sorgulanmaz bir kutsallık atfedilmesi, feodal sömürünün de böylece meşrulaştırılmasının, Ortaçağ karanlığının siyasal yaşantısının genel bir çerçevesini oluşturduğu söylenebilir. Feodal toplum içinde kapitalist üretim ilişkilerinin yavaş yavaş gelişmesi, toplumsal sınıfsal konumlanışta başlayan değişimler, bilimsel-teknik gelişmelerin henüz yavaş bir tempoda olsa da ortaya çıkıyor oluşu, tüm bunlarla etkileşim halinde dogmatizm sorgulaması, felsefi alanda ve giderek siyasal yaşamda rasyonalizmi gündeme getirdi.
Rasyonalist filozoflara göre, toplumda kararlar ve siyasal mekanizma, hatta insan yaşamına dair her şey dogmatik/metafizik öncüllere göre değil, ‘us’a (akla) göre yeniden şekillendirilmelidir. Mesela, soyluların ayrıcalıkları ‘us’a aykırıydı ve kaldırılmalıydı. Akılcı olan ‘eşitlik’ti. Elbette her şeye egemen olması istenen ‘us’, burjuvazinin ‘us’u olduğu gibi, tarihsel olarak onun çıkarlarını yansıtıyordu. Böylece rasyonalizm, feodalizme karşı mücadele eden burjuvazinin felsefesi olarak şekillendi, dolayısıyla feodal gericiliğe karşı felsefi ve siyasal alanda ilerici bir mevzide duruyordu. Ancak burjuva rasyonalizmi, burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle birlikte, kapitalizmin değişmez ve en ‘akıl’cı düzen olduğunu savunarak, işçi sınıfı karşısında giderek gerici bir konuma geldi. Böylece, burjuvazi, 18. yüzyılda savunduğu radikal din düşmanlığı, materyalizm ve rasyonalizmden giderek uzaklaşarak, dinciliğe ve idealizme kapılarını açtı. Ancak burjuva rasyonalizmi bir akım olarak varlığını şu veya bu biçimde korumaya devam etti (olguculuk, pozitivizm vb.).
Rasyonalizm, kapitalist ilişkilerin Rousseau’cu toplum sözleşmesine dayandığını, dolayısıyla bireylerin eşit ve özgür olduğunu; kapitalist ilişkiler hem ulus hem de uluslararası düzeyde yayıldıkça aklın egemenliğinin sağlanacağını, bunun da bir bakıma kaçınılmaz olduğunu vurguluyordu. Klasik modernleşmeci teoriler böyledir. ‘Geri kalmış’ ülkeler, ‘modern’ ülkelerdeki gibi akılcı olanı uygulamak, onların geçtikleri aşamaları geçmek zorundaydılar. Böylece ‘tarihin yönü’, kaçınılmaz bir modernleşme ve kapitalizmin bitmeyen egemenliğini öngörüyordu.
Berktay’ın kategorize ettiğinin tersine, Marksizm ve onun özellikle toplum bilimlerindeki yöntemi olarak tarihsel materyalizm için tarihin yönü, basitçe, bir noktadan başka bir noktaya gitme ‘zorunluluğu’ ile tanımlanan klasik bir determinizm değildir. Ekonomik ilişkilerin kabaca her şeyi belirlediği, üretim ilişkilerinin tüm toplumu en ince ayrıntısına kadar şekillendirdiği bir yansıma ilişkisinin sonucu da değildir. Berktay’ın iddiasının aksine, Marksizme göre, üretim ilişkilerinin, toplumdaki her olgunun ‘kaderini alnına yazan’ bir etkinliği yoktur.
Bu mekanik belirleme anlayışı, olsa olsa, ‘ekonomik determinist’ bir yorumdur. Tarihsel materyalizm, elbette üretim ilişkilerinin belirleyici etkinliği, sınırlama ve yönlendirmesini vurgular; ki bu etkinlik sadece üretimi değil, değişim ve bölüşümü, güç ve iktidar ilişkilerini, maddi ve manevi yaşamının yeniden üretimini büyük ölçüde şekillendirir. Ancak, devletin yapısı, siyaset, ideoloji, kültürel yaşam vb. üstyapı kurumları da, üretim ilişkileri üzerinde karşılıklı etkide bunulur. Bu temelde gelişen sınıflar arası mücadele, ilerlemenin seyrini, şeklini, ne zaman ve nasıl olacağını, olup olmayacağını tayin eden güçtür.
Diğer yandan toplumsal gelişmenin tarihsel seyri, üretim ilişkilerinin diğer toplumsal süreçler üzerindeki belirleyici etkisiyle birlikte ele alınmalıdır. Dolayısıyla tarihin yönü ile toplumun nesnel yasalarının varlığı arasında kaçınılmaz bir bağ vardır. Eğer tarihin yönünden bahsedilebiliyorsa, bu nesnel yasaların/eğilimlerin olduğunun kabulüdür ve tersi. Bu nedenle Berktay’ın ‘tarihin yönü’ne karşı savaşırken temel varsayımı, toplumun nesnel yasaları olmadığı tezidir.
Nesnel yasaları kabul etmeyince, bireylerin gönüllerinden geçtiği gibi yaşadıkları, niyet ettiklerini yaptıkları ya da yapamadıkları, yönsüz, belirsiz, ne olacağına dair kestirimlerde bulunulamayan bir toplum “tasarımı” ortaya çıkıyor. Berktay’ın yönsüzlüğü de, bu belirsiz ve kestirimlerin mümkün olmadığı postmodern toplum anlayışına dayanıyor.
Oysa toplumun tarihsel nesnel yasaları vardır. Bunlar, topluma dikte edilen ve soyut bir güç tarafından dayatılan yasalar değildir. Bu yasalar, bizzat topluma içkindir. İnsanlar bilsin ya da bilmesin, toplumun içsel çelişki ve mücadeleleri, toplumsal yaşam üzerinde çeşitli etkilerde bulunur ve koşullandırır. İşte bu etkiler, toplumsal yaşamın belli bir yönde şekillenmesine neden olur.
İnsanların, toplumun nesnel yasalarının bilgisine sahip olması, yasa icat etmesi değil, toplumdaki eğilimlerin bilince çıkarılmasıdır. Dolayısıyla bilince çıkarılmış haliyle toplumsal yasalar, bizzat toplumsal hareketin genel eğilimlerini ifade ederler.
Kapitalist toplumdaki nesnel yasalar, kapitalist üretim ilişkilerindeki nesnel çelişkilere dayanır. Bu yasalar, hem kapitalist toplumun bir ‘bütünlük’ olarak varlığının ögesi, hem de hareketinin bizzat kendisidir. Örneğin sermayenin birikimi, bir yanda tekelleşme, diğer yanda kâr oranlarının azalması eğilimiyle malüldür. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, yoksulluğu kapitalist toplumun kaçınılmaz bir parçası kılar. Berktay, sermayenin merkezileşme ve tekelleşme eğilimini inkâr edebilir mi? Dünya ekonomisinde tekelci sermayenin ‘davullu zurnalı’ hakimiyetini yok sayabilir mi? Küçük ölçekli üretimin, küçük burjuva kategorilerin giderek tekelci sermayenin hegemonyası altına girdiğini, ücretli işgücüne dönüştüğünü görmezden gelebilir mi? Öyleyse sermayenin tekelleşmesi nesnel bir eğilim değil midir? Bunun sermaye ve kapitalizmin bir eğilimi olduğunu açıktır. Dolayısıyla sermaye birikiminin yasalarından/eğilimlerinden birisi tekelleşmedir ve sermaye açısından bir ‘yön’e işaret etmektedir.
Toplumsal hareketin nesnel yasaları, toplumun belirli bir yönde evrimini, ilerleyişini koşullar. Ancak yukarıda ifade edildiği gibi ilerleyişi birçok etkenle birlikte sınıf mücadelesinin seyriyle ilişkili olarak şekillenecektir.
Sonuç olarak, nesnel yasalar vardır ve bu yasalar, aynı zamanda, toplumsal hareketin yönüne de işaret etmektedir. Ancak burada bir parantez açmakta fayda var.
Kapitalist toplumda, tarihin yönü (başka bir deyişle kapitalist toplumsal hareketin yönü) ‘sosyalizme doğrudur’ demek kaba bir materyalizm anlamına gelmez. Çünkü üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle üretim ilişkilerinin özel niteliği arasındaki çelişki giderek keskinleşmektedir. Elbette bu tanım, yüksek bir soyutlama düzeyinde anlamlı olmaktadır. Uluslararası kapitalist formasyon ve sosyoekonomik koşullar açısından ele alındığında, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin safları hızlı bir genişleme sürecinde (özellikle sömürge ülkelerdeki küçük köylülüğün proleterleşmesiyle, orta sınıfların dağılmasıyla). Emekçilerin ücretleri, çalışma koşulları ve sosyal hakları, özelleştirme ve neoliberal reformlarla giderek gerilemekte. Üretim ve dolayısıyla emekçiler arasındaki üretim ilişkisi uluslararası ölçekte dağılmış ve ‘birleşmiş’ durumda. Bu, üretici güçlerin geçmiş dönemlere kıyasla uluslararası düzeyde büyük bir toplumsal nitelik kazandığını göstermektedir. Diğer yandan, sermaye özellikle kriz dönemlerinde hızla tekelleşmekte, küçük ve bağımsız üretim giderek istisnai biçimler haline gelmekte ve tekelci üretime bağlanmaktadır. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla birlikte giden yoksullaşma ve işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyümesiyle daha da görünür hale gelmektedir.
Üretim tekniği ve emeğin ve üretimin toplumsal niteliği, bütün insanlığın eşit ve özgür yaşamasının, ihtiyaçlarını emeğine göre karşılamasının bütün imkanlarını sunarken, kapitalist üretim ilişkileri bu olanağı heba etmekte, dünyayı burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmektedir. İşte üretici güçlerin, yoksullaşan ve üzerindeki baskılar giderek artan emekçi sınıfların toplumsal niteliği ile sermayenin merkezileşmesiyle kendini gösteren üretim ilişkilerinin burjuva niteliği arasındaki çelişki giderek sertleşmektedir.
Bu küçük ölçekli soyutlamanın toplumdaki karşılığı, yoksulluk, işsizlik, savaşlar, krizler, sosyal huzursuzluklar, isyanlar, işçi ve halk hareketleridir. Bunlar, kapitalist çelişkilerin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Ve tarihin yönü ve genel eğilimini verir. Bu eğilim, emekçi yığınların birlik ve mücadelesinin nesnel koşullarını giderek arttırır ve sosyalizmin yolunu açar. Yukarıda ifade edildiği gibi, bu nedenlerle tarihin yönünün sosyalizm olduğunu ifade etmek, ‘kaba bir materyalizm’, ‘pozitivist bilimcilik’ ya da determinizm değil, kapitalist toplumsal hareketin nesnel eğilimlerini göz önünde bulundurmaktır.
Ancak, bu, kapitalist toplumsal ilişkilerin tasfiye edilip sosyalist toplumsal ilişkilerin kurulması için nesnel koşul ve eğilimlerin yeterli olduğu anlamına gelmez. Belirleyici güç ve etken sınıf mücadelesi ve onun seyridir. Nesnel koşulları gelişen sınıf hareketinin siyasal örgütlenme ve iktidarı alma eylemi olmadan sosyalizm mümkün değildir.
Berktay’ın ‘tarihin yönü’ takıntısının sebebi de, tam da bu olası devrimlerin dünya gündemine daha canlı ve güncel bir biçimde gelmesidir. Kapitalist toplumun giderek kendi mezar kazıcılarının saflarını genişletmesi, krizler, yoksulluk ve işsizlikle sosyal bunalımlara ve devrimlere zemin hazırlamasıdır.

EZEN-EZİLEN İLİŞKİSİ YOK MU OLDU?
İkinci iddia, ezen-ezilen, ilerici-gerici ayrımının yaşamda karşılığının olmadığıdır. Berktay’a göre, toplumda farklı fikirler, kültürler, görüşler, yaklaşımlar, mücadeleler vardır; ama ezen ve ezilen ilişkisi yoktur!
Bir dediğinin bir sonraki gün tersini söyleyebilen, sadece belirsizlik, olumsallık, şekilsizlik, çok bileşenlilik, çokluk, farklılık gibi değerleri değil, olgulara yaklaşım biçimini rehber edilen post modernist ideologlara göre, ‘eski’ dünyanın kavramları geçerliliğini yitirmiştir. Hele 1990’ların başında, burjuvazi ve her türden hayranları zafer sarhoşu iken, bu postmodern esrar bir ölçüde kâr ediyordu. Ancak, bugün eski dünyanın kavramları olduğu iddia edilip çöpe atılması söylenen kategorileri, günlük yaşamda görebilmek için dört gözle bakmaya gerek kalmadı. Görünenin ardındaki gerçeğe ulaşmak bile kesinlikle önemli olmakla birlikte, Berktay’ın ezen-ezilen arasındaki ayrımın kalktığı iddiası görünüşte bile doğrulanamaz. Hiçbir zaman da doğrulanmadı.
Nereye bakılsa varlığını koruyor. Kapitalist sömürü, ulusal baskı, kadın sorunu ve ataerkillik, dinsel baskı, çevresel tehditler, tekelci egemenlik, antidemokratik siyasal yaşam vb. – bütün bu olgu ve etkenler, kapitalist toplumsal formasyonun çeşitli yüzleri olmakla birlikte, ezen ezilen ilişkisini çeşitli biçimlerde yeniden üretmektedir.
Ezen ulus ve ezilen ulus ayrımı ise, emperyalist kapitalizme içseldir. Tercih meselesi, politika yönelimi falan değil, bizzat tekelci sermayenin tarihsel gelişiminin sonucudur. Yani sermayenin varlığıyla iç içedir; bugün sermaye egemenliği dediğimizde, kaçınılmaz olarak, onun emperyalist kapitalizm koşullarındaki egemenliğini kastetmiş oluruz. Ve bu egemenlik, sadece bir ulus içinde emekçilerin sömürüsünü değil, bunu aşan bir biçimde, devletlerinin de desteğini arkasına alan (ve bizzat devletin yönetimini elinde tutan) uluslararası sermayenin, diğer ülke halkları üzerindeki sömürüsünü kapsar. Emperyalizm ancak böyle bir temelde emperyalizm olmuştur.
Berktay ise, bir liberal olarak, emperyalist kapitalizmi, sanki eşit ve bağımsız ülkelerin karşılıklı fayda sağladıkları bir uluslararası düzen olarak görmekte, burada ezen ulus ezilen ulus çelişkisine yer bırakmamaktadır.
Çok uzaklara gitmeye de gerek yok. Türkiye’de on yıllardır temel meselelerden birisi olan Kürt sorunu, Kürt halkının bir halk olarak tanınması ve haklarının kabul edilmesi söz konusu değilken, siyasetçileri ve hak arayanlar büyük bir baskı altında tutulur ve halkın tüm özlem ve çabalarına rağmen savaşta ısrar edilirken, nasıl bir eşitlikten bahsedilebilir. Burada apaçık bir ezen-ezilen ilişkisi mevcuttur ve bazı hakların şu veya bu sebeple ‘tanınmış’ olması bu çelişkinin ortadan kalktığını göstermez. Berktay kanıt mı istiyor? Milyonları harekete geçiren ezilen ulus hareketine bakması yeterlidir.

KOLEKTİF KATEGORİLER
Üçüncü iddia ise, toplumsal siyasal gelişmelere, ‘halk’, ‘sınıf’ gibi kategoriler üzerinden bakılması ve bu nedenle örgütlerin, grupların gerçek niyet ve hedeflerinin anlaşılamıyor oluşudur. Verdiği örneklerden birisinde, Berktay, ‘sol’un “İşçi sınıfı kollektif ezilendir, öyleyse bütün işçi örgüt ve sendikaları da ilericidir” diye düşündüğünü iddia ediyor. Yani, ‘sınıfın ilericiliği’ kapsamında örgütlerin tutum ve davranışlarının göz ardı edildiği iddia ediliyor. Berktay, olmayan yel değirmenlerine karşı bir şövalye edasıyla savaşıyor, ama sendikal bürokrasinin gerici tutumu bu kadar aşikarken, ‘sol’un böyle demediği, diyemeyeceği, böyle bir iddianın da ortada olmadığı açıktır.
Ki, Berktay’ın bu iddiası, asıl olarak Kürt hareketine yöneliktir. Berktay, “‘Sol’ ezilen ulus hareketinin ilerici olduğu teorik tespitiyle Kürt hareketinin Kürt sorununun çözümü önünde engel olduğunu göremiyor” biçiminde yorum yapmaktadır. Kürt halkında ifade edilen ‘halk’ kavramının da toplumda bir karşılığı olmadığını düşünmektedir. Hatta Marksistlerin bilmediği bir şeyi söylüyormuşçasına, ‘halk’ın yekpare bir bütün olmadığını da eklemektedir.
Halkın yekpare bir bütün olmaması, ‘halk’ diye bir olgunun olmadığı anlamına mı gelir? Örneğin toplum yekpare bir bütün değildir. Ama bundan yola çıkarak toplum diye bir şey olmadığı sonucu çıkarılabilir mi? Ya da, analizlerde ‘toplum’ ve ‘halk’ kavramlarının kullanılamayacağı düşünülebilir mi? Elbette, bunlar söylenecek olursa komedi, hatta trajik bir komedi olur ki, Berktay’ın böyle bir komediye yaklaştığını söylemek abartı olmayacaktır.
Elbette, ‘halk’ yekpare bir bütün olmadığı gibi, çeşitli sınıf ve katmanlardan oluşur. Halk, egemen sınıfların karşısındaki sınıf ve tabakaları ifade etmek üzere anlam kazanan bir kavram olduğu gibi, bu nesnel zemin üzerinde yükselir. Sabit değil, tarihsel ve nesnel gerçekliğe göre ve sınıf mücadelesinin seyri ile içeriği de değişen –tıpkı diğer kavramlar gibi- ilişkisel ve tarihsel bir kavramdır.
Özetle, Berktay’ın sandığının aksine, ‘halk’ın toplumsal yaşamda bir karşılığı vardır ve toplumsal sınıfların mücadelesinde nesnel olarak bir yer tutar. Tabii, bu yer, genel bir ezilenler mistisizminde değil, sınıf mücadelesi ve güç dengelerine bağlı olarak şekillenmektedir.
Halk ya da sınıf gibi kavramları kullanmak, örgütlerin gerçekliğini yok saymak anlamına gelmez. Yani ezilen ulus hareketinin ilerici niteliği, ezilen ulusun çıkarlarını temsil eden partinin hataları ve yanlışları olmayacağı, onun eleştirilmeyeceği anlamına gelmez. Ancak, Berktay, bunun ötesini istiyor. İstiyor ki, devletin baskı ve inkara dayalı politikasından çok Kürt ulusal hareketi eleştirilsin, mahkum edilsin! PKK, üzerinde oluşturulacak bu baskıyla silah bıraksın, Kürt sorunu böylece AKP hükümetinin marifetiyle “çözülsün”! Çünkü Berktay sözde şiddete ‘karşı’dır, AKP’nin desteklenmesiyle demokratikleşmenin ilerleyeceğini düşünmektedir.
Oysa, Marksistlerin, ezilen ulus hareketinin genel ilerici niteliğinden yola çıkarak, halkın mevcut durum ve eğilimlerini, PKK’nin tutum ve kararlarını, taktik ve sloganlarını göz önünde bulundurmadığı ve eleştirmediği söylenemez. Ancak, gerici tekelci burjuvazinin iktidarına karşı ulusal eşitlik ve özgürlük talebi ile ezilen ulus hareketi, işçi sınıfının burjuvazinin iktidarına karşı mücadelesinde önemli bir müttefiktir ve mücadelenin temel yönü ve hedefi doğal olarak burjuva iktidarıdır. 
Örneğin Kürt halkının barış talebi, silahların susması ve diyalog istemi, bölgenin bir gerçeği olarak PKK’nin muhatap alınması ve bu muhataplık olmadan, yani halkın durum ve eğilimleri, bir gerçeklik olarak örgütsel varlık göz önünde bulundurulmadan, Kürt sorununun çözülemeyeceğini Marksistler ısrarla savunmaktadır. Bu mudur ezilen ulus hareketinin teorik çerçevesi içinde örgütü ve grupları görememek?
Berktay yine de ısrarlı. Çünkü o gerçekliğe, gerçek politikaya bakma iddiasıyla sınıf mücadelesi nesnelliğini reddetmektedir:
“‘Sınıf’lar ve ‘halk’larla; yani öncelikle ve doğrudan doğruya partilerle değil, onların ardına saklandığı varsayılan gizli toplumsal güçlerle ilgilenmenin beraberinde getirdiği bir diğer deformasyon var: bu güçlere izafe edilen ilerici/gerici, devrimci/karşı-devrimci ‘öz’ veya potansiyel, ya da ‘barut’larının tükenip tükenmediğiyle ilgili, bitmek bilmez tartışmalar.
“Siyasi partilere bu şekilde yaklaşmak, bir parti (faraza AKP) her nasılsa bazı ‘iyi şeyler’ yapıyorsa, bunları âdetâ soluk soluğa, acaba nerede tükenecek ve tıkanacaklar diye korku içinde izlemeye yol açıyor.”
Evet, tam da Berktay’ın dediği gibi, tarihsel materyalist yöntem, toplumsal olay ve olguların ardında ne olduğuna, hangi güç ilişkileri, ihtiyaç, mücadele ve isteklerin sonucu olduğunu bakar; bu bileşenleri dikkate alarak olay ve olguları yorumlar. Bu da, olgunun arkasında bir bit yeniği aramak değil, tersine bilimin asıl işlevidir: Görünenin ardındaki gerçekliği ortaya çıkarmak.
Görünenin ardına gidilmeyecekse, onu etkileyen, koşullayan, olumsallayan, varlık kazanmasına neden olan faktörler değerlendirilmeyecekse, Berktay’ın tarihçiliğinden geriye kaba bir idealizm kalacaktır. Berktay’ın idealizmi bu kadar basit bir yönteme dayanmaktadır: Görüneni görünenle açıklama. Buna göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuşmasında “Kürt kardeşlerim” diyorsa (ya da hükümet Kürt açılımı ilan ediyorsa), Kürt sorununu çözmek istediği içindir! Erdoğan’ın bunu demesi, AKP’nin ve onu destekleyen tekelci burjuvazinin Kürt sorununu çözmek istediği anlamına gelir! Ya realite? Görünen böyle olsa da, gerçeklik, hükümetin politikasının Kürt sorununu çözmekten uzak ve tersine sorunu daha da kangrenleştirdiği ise, bunu, sadece teori de değil, günlük yaşamda devam eden çatışmalar, ölümler, Kürt siyasetçiler üzerindeki siyasal baskılar ve özgürlüksüzlük ortamı ile gösteriyorsa, yine de arkasında bir takım niyetler, iktidar ve manipülasyon amaç ve ilişkileri aramayacak mıyız?
Kürt halkının yıllardır ısrarla sürdürdüğü eşitlik ve özgürlük mücadelesinin, egemen güçleri, on yıllardır resmi söylemde ‘Kürt’ kelimesi bile yok iken, bugün ‘Kürt kardeşlerim’e getiren süreci ve halkın mücadelesini (elbette ulusal ve uluslararası düzeydeki diğer etkenlerle beraber) görmeyecek miyiz?
Başbakan Erdoğan belki eşinin Siirtli olması ve dini kimliği itibariyle Kürtlere karşı, örneğin MHP lideri Bahçeli kadar düşmanca hislere sahip olmayabilir. Ancak meseleyi tamamen toplumsal olandan koparıp bireysel mizaç ve özelliklere indirgemek, buradan yola çıkarak AKP’nin Kürt sorunundaki yaklaşımının demokratik çözüm yönünde olduğunu iddia etmek, söylenenle/görünenle ikna olmak demektir. Bunun karşısında; somut durumu, Kürt ‘halk’ının mücadelesini göz önünde bulundurarak değerlendirmek, buradan da Kürt ulusal hareketiyle ittifak içinde olmak, basitçe ‘bit yeniği arama’ya indirgenemez.
Sadece Kürt sorunu ve Kürt ‘halk’ının mücadelesinin dikkate alınması ve tahlilde bu mücadelenin önemli bir yere konulması da değil. Sınıf mücadelesinin toplumsal olay ve olgulara yaklaşımda temel bir belirleyici olarak analize dahil edilmesi de Berktay’ı rahatsız ediyor. Berktay için asıl ‘bit yeniği aramak’ da, bu. Buna göre, ‘sınıf’ analizi, siyasal gelişmeleri tahlil yöntemi olarak benimsenmemelidir.
Postmodernizmin, tek başına değil, ama önemli oranda belirsizlik, çokluk, farklılık, şekilsizlik nosyonlarının işlevi, zaten Berktay’ın da başlı başına dert edindiği sınıf gerçekliğinin gözlerden gizlenmesidir. Sınıflar arasındaki sınırların belirsizleştiği, orta sınıfının giderek genişlediği, eski işçi sınıfının kalmadığı, sınıflar arası geçişkenliğin ve saydamlığın arttığı, sınıfların değil statü gruplarının belirleyici olduğu, sınıfın kaba bir ekonomik analiz aracı olduğu gibi iddia ve tezlerin tümü, en temel toplumsal gerçekliğin gözlerden gizlenmesi ve böylece kapitalizmde bizzat işçi sınıfı mücadelesinin manipüle edilmesi amacını taşımaktadır. Bu amaç, böyle ilan edilerek değil, ancak felsefe, sanat, siyaset vb. alanlarda yapılan tartışmalar sonucunda böyle bir hedefe bağlanmaktadır.

SİYASET VE SINIF İLİŞKİSİ
Berktay’ın devrimci/karşı-devrimci ‘öz’ veya potansiyel, ya da ‘barut’larının tükenip tükenmediğiyle ilgili açıklamaları da, sınıf kavramının ve sınıf mücadelesinin reddiyle ilgilidir. Berktay bunu kanıtlamak üzere kendince önemli ‘bulgulara’ ulaşmıştır:
“Samimî ve düşünen solcular da var kuşkusuz. Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyordum. Onun da ailesi Dersim’den göçürtülmüş. Dosdoğru, gayet temiz ve dürüst bir şekilde, ‘Hocam bu hükümet beni iki kere şaşırttı’ dedi: ‘Bir, askere karşı direnip bitirdikleri için, bir de başbakanın bu demeciyle. Nasıl olabiliyor böyle bir şey ?’
“Yok, dedim, asıl mesele nasıl olabildiğinde değil; bunun bize, senin benim gibi eski solculara niçin bu kadar şaşırtıcı geldiğinde.
“… aşırıya vardırılmış bir materyalizm ve illâ ‘sınıfsal’ yorum alışkanlığı sonucu, biz o partileri de, ait oldukları farzedilen şu veya bu sosyal kesim, etnik grup, halk veya millet tarafından çok fazla ‘belirlenmiş’ (determine edilmiş) sanıyor; siyaset sahnesine bakarken özerk gerçeklikleri içinde partileri değil, ısrarla ‘temsil ettikleri’ sınıf(lar)ı ‘görüyor’, daha doğrusu görmeye çalışıyor veya gördüğümüzü sanıyoruz. Faraza ‘AKP bir hakim sınıf partisi olduğu için iyi şeyler yapamaz, yapamaması gerekir’ diye düşünmemiz, siyasetin kendisine değil ‘arkasına’ bakma takıntımızı yansıtıyor.”
“AKP’nin yaptığı iyi şeyler” ise Kürt açılımı, Dersim özrü, askerle mücadele vb. Bunları yaptığına ‘solcu’lar şaşırıyormuş. ‘Solcu’ların teorisi, bu siyasal gelişmeleri anlamaya uygun değil, Berktay’a göre.
Tarihsel materyalizme göre, siyasal gelişmeler, olgu ve olaylar sınıflar mücadelesinin çizdiği çerçevede, onun yönlendirmesi ve koşullamalarıyla gerçekleşir . Bu, Berktay’ın deyişiyle, AKP’nin solu şaşırtan her açıklamasının, örneğin Dersim ‘özrü’nün, hükümetin burjuva sınıfsal karakterinin reddedilmesini gerektirdiği anlamına gelmez.
Berktay;
1-    Sınıfların artık güncelliğini yitirdiğini, sınıfsal ayrımların giderek belirsizleştiğini, hatta sınıfların varlığının ‘eski’ biçimleriyle mevcut olmadığını, toplumu belirleyen temel çelişkinin de sınıflar arasındaki çelişki olmadığını;
2-    Bu nedenle, toplumsal olay ve olgulara sınıfsal analizle bakmanın yanılgıya sürüklediğini;
3-    Varsa bile, sınıfsal olanın birçok etkenden yalnızca birisi olduğu ve siyasal partiler, siyasal olgularla sınıf arasındaki bir ilişki kurulamayacağını; siyasetin görece özerk değil, sınıflardan bağımsız olduğunu;
4-    Bu tezlerin mantıksal sonucu olarak da, siyasal gelişmelerin arkasındaki başkaca güçlere (sınıflara) değil, bizzat onu yapanın düşünce ve eylemine bağlamak gerektiğini (idealizm, bir bakıma Weberyan yorumlamacılık) iddia ediyor.
Oysa Berktay’ın sandığının aksine, tarihsel materyalizm, her toplumsal olguyu, mesela bir cemaatle başka bir cemaat arasındaki Kuran’ın nasıl yorumlanması gerektiğine dair fıkıh tartışmasını kaba bir indirgemecilikle ele almaz. Bu bile sınıf mücadelesi açısından bir konumlanmayı ifade etmekle beraber, değindiğimiz örnekteki dini düşünce ve yorumun kendi içinde nispeten özerk bir hareketi, çeşitli faktörler tarafından etkilenen tarihsel bir seyri vardır. Sınıf mücadelesinin belirlediği çerçevede, ama diğer koşulların da katkı sunduğu bir özerklik söz konusudur. Ancak daha üst bir soyutlama düzeyi ve etkileşimleri bağlamında, hem bu özerklik, hem de içinde konumlandığı sınıf mücadelesi, belirli üretim ilişkileri ve onun yeniden üretimi temelinde şekillenmektedir.
Üretim ilişkilerinin duragan ve ‘kendinde’ bir gerçekliği yoktur, bu ilişkiler gün be gün siyasi, hukuki, felsefi, dini vb. ilişki biçimleriyle yeniden üretilir, dolayısıyla diğer toplumsal ilişki ve düşünüş biçimleriyle etkileşim halindedir. Diyalektik yöntem de, olgunun bizzat bu etkileşim ve hareketini (gerçekliğini), geçmişle ve gelecekle bağlantısını ortaya koyar; olguyu bütün bu ilişkileri çerçevesinde ele alır.
Siyasal mücadele ve üstyapı kurumları açısından; kapitalist üretim ilişkilerinin devamını sağlama işlevi ve bu kurumların görece özerkliği bir bütündür. Ki, bu nispi özerklik; örneğin burjuva siyasal bir partinin bazı ‘halkçı’ değer ve söylemleri kullanması, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi için gerekli olan iktidar ilişkilerinin istikrarı açısından olmazsa olmazdır. Yoksa burjuva partilerin, açıkça ve ilan ederek burjuvazinin çıkarını, adını koyarak savunması gerekir ki, burjuva partilerin bunu yapmıyor olması, Berktay’a göre, Marksizm’in yanıldığını göstermektedir.
Berktay, Marksizmi çarpıtıyor. Berktay’ın Marksizme karşı savaşabilmesi için bu çarpıtma gerekli. Berktay, Marksizmde, sınıf ve siyasal partiler arasındaki ilişkinin, hiçbir özgünlük bırakmadan, belirleme ilişkisi olduğunu iddia ediyor.
Peki, iktidar ilişkileri sınıflardan bağımsız mı? Partilerin politikaları, sınıf mücadeleleri olmadan anlamlandırılabilir mi? Bunu iddia edebilmek için toplumsal yaşamdaki bütün bir gerçekliğe gözlerini kapamak gerekmez mi? Elbette, sınıf ilişkileri ve iktidar arasındaki bağlantının kurulması, siyaset biliminin tartışma alanlarından birisidir. Ancak, Berktay bu bağlantının biçimini falan değil, doğrudan sınıf ve partiler, sınıf mücadelesi ile iktidar arasındaki bağlantıyı ve etkileşimi inkar ediyor.
Gelelim AKP’nin “iyi şeyler yapması”na. Berktay’ın kendi yöntemini savunurken başlıca kanıtlarından birisi budur. Berktay’a göre, mesela Dersim ‘özrü’ demokratikleşme için önemli bir adımdır. Ve AKP yapmıştır. Bu da, AKP’nin ilerici barutunu tüketmediğini göstermektedir:
“Dersim özürü bunların üstüne geldi ve ‘acaba öyle mi?’ diye biraz düşünmeyi hak ediyor sanırım.
“Şimdi hepsi bana gücenebilir ama, sevgili arkadaşlar, ben kritik bir noktada yanıldığınız kanısındayım.
“Hemen belirteyim: bu yanılgı, bizatihî AKP’ye ilişkin teşhislerinizden değil, politikaya bakış tarzınızdan kaynaklanıyor. Başka bir deyişle, sizin ‘AKP artık kötü’ gibi bir şey dediğiniz noktada ben ‘hayır, AKP hâlâ iyi’ diye zıddını söylüyor değilim. Türkiye’de de siyasetin nihayet normalleştiğini ve benim normal siyaset (‘burjuva’ siyaseti ?!) dediğim koşullarda, siyasî partilerin performansına ‘bir yere kadar iyi gider, sonra tükenir ve kötüleşir’ diye, çizgisel bir şekilde (önce tırmanan ve sonra inişe geçen bir çizgi gibi) bakmanın yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
“Bu bakış tarzının, bir, ‘partilerin ardındaki sosyal güçlerin özsel sınırları’na takılıp kalan bir siyaset anlayışından tam kurtulamadığı kanısındayım.
İki, ‘devrimci’ perspektifin ve dolayısıyla ‘burjuva’ denen devrimlerin nereye kadar gidebileceği, nerede durmasının kaçınılmaz olduğu gibi ‘teorik’ varsayımların kısmî mirasını hâlâ üzerinde taşıdığı kanısındayım.
“Normal politika, çok daha kısa salınımlı, kâh (göreli) iyi ile kâh (göreli) kötü arasında çok daha konjonktürel gelgitli bir şey. Politika sahnesindeki rekabet, başlı başına özerk bir kerte ve ‘artık olmaz’ denilen noktada Dersim özürü gibi ‘sürpriz’leri patlatabiliyor.”
Berktay’a göre, Dersim özrü, tarihsel materyalizmi yanlışlayan bir örnek olaydır. Çünkü Berktay’ın Marksizm tasarımında Başbakan Erdoğan’ın “Dersim katliamından dolayı özür dilemesi” (daha doğrusu yarım ağızla dilermiş gibi yapması) mümkün değildir. Oysa AKP, iktidar mücadelesinde, yığınları yedeklemek üzere, hele muhalefeti suçlayacak bir bağlantı yakaladıysa, ‘özür dilemek’ten çekinmeyebilir. İktidarını sürdürebilmek ve yığınları manipüle etmek için AKP bu gibi çıkışlar yapabilir (12 Eylül yargılamaları gibi). Ki, burada demokrasi güçlerinin mücadelesinin etki ve birikimini de görmek gerekir. Sınıf mücadelesinin bir yansıması olarak demokrasi güçlerinin mücadelesi, tekelci sermayenin egemenliğinde biçime dair yenilikler ve taktiksel ihtiyaçlar, sermaye iktidarının devamı açısından yığınların taleplerinin manipüle edilmesi çabası; bütün bunlar, AKP’nin icraat ve söylemlerinde başlı başına bir sınıf mücadelesinin görülmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Diğer yandan, siyasal alan ile ekonomik alan arasındaki karşılıklı ve yakın ilişkiye rağmen, burjuvazi, hele lafızda, ‘açılım’ yapmak için elbette bir manevra alanına sahiptir. Yani, AKP’nin 1 Mayıs 77 katliamı için ‘derin’ devlet güçlerini sorumlu göstererek devleti aklaması, buradan özür dilemesi imkansız olmadığı gibi; siyasal polemiklerin buraya kilitlenmesi durumunda, AKP bunda pek bir beis görmeyecektir. Yani, siyasal alanda hükümetin belli manipülasyonları ve meşruluk alanını genişletme çabası içinde siyasal hamleler yapması mümkündür ve AKP bunu geçmiş burjuva iktidarlara nazaran ‘iyi’ de yapmaktadır.
Ancak bu ‘özerk’ siyasal hareket alanı içerisinde siyasal partiler, sınıflar arasındaki mücadelede öyle bir ‘gerilmiş’ durumdadır ki, sınıfsal bir çıkar ve çerçeveye hizmet etmeden hareket etmek mümkün değildir.
Dolayısıyla sınıf ve siyaset arasındaki ilişki temel önemdedir. Çünkü toplumsal yapı ve biçimleri belirleyen, devletin demokratik olup olmamasından sosyal devlet uygulamalarına, ülke içinde ulusal sorunların çözümünden emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarına kadar bütün toplumsal faktörler, sınıf mücadelesinin güncel ve geçmiş birikimi ve seyri tarafından şekillendirilmektedir. Siyaset de, boşlukta değil, bu birikim üzerinde ve yine sınıflar arasında cereyan etmektedir. Berktay, hem güncel bir bağlantıyı (sınıf ve siyaset arasındaki) yok sayarken, hem de siyasetin, siyasal olgu ve gelişmelerin üzerinde cereyan ettiği tarihsel zemini göz ardı etmektedir. Geriye kalansa, bireyin, örneğin Başbakan’ın kendinden menkul iradesi olmaktadır. Bu da, Başbakan’a Allah’ın bir takım yetenekleri lütfettiği mistik önermesiyle özünde aynıdır!

SOSYALİZM İNSANLIK TARİHİNİN HAZİNELERİNDENDİR
Berktay’ın Marksizme saldırı ve çarpıtmaları bununla sınırlı değil. Berktay sadece bir yöntem tartışması yapmıyor. Bir gelecek tasarımı, güncel mücadele ve müdahale biçimlerine kadar pratik bir konuda kafa ‘yoruyor’. Sosyalizm mümkün müdür, sosyalizm için mücadele gerekli midir vb.
“Sovyetlerin çöküşüyle komünizm tarihsel olarak bitti. ‘Muhalefet Marksizmi’ni değilse bile ‘iktidar Marksizmi’ni birlikte alıp götürdü. Ben bu noktada Murat Belge’den çok Zülfü Dicleli’ye yakınım. Giden, sosyalizmin şakası veya karikatürü değil, ta kendisiydi. Bir daha da başka bir sosyalizm olmayacak. İnsanlığın özgürlük ve sosyal adalet idealleri, bu kadar komple ve katastrofik bir çöküşten sonra, artık bu ad ve kavramlarla ete kemiğe bürünemez, canlandırılamaz. Statükoya muhalefet ve/ya yeni bir sosyal hareket inşası özlemimiz varsa, bunu mutlak surette sosyalizm projesinden ayrı ve farklı biçimde düşünmek; özellikle de o sosyalizm projesinin ‘tarihin yasaları ve yönü’ gibi yan önermelerinden kesinlikle koparmak zorundayız.
“Özetle, Marksist veya Marksist-Leninist siyaset hakkında bildiğimiz herşeyi unutmak ve (başka nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum) demokratik siyaset diye bir şeyi yeniden öğrenmek (demokrat gibi davranmak değil, demokrat olmak) meselesi önümüzde duruyor.”
Sosyalizm hakkındaki görüşlerinin anlaşılması açısından Berktay’dan bir uzun bölüm daha aktarmak durumundayız:
“(a) Ben (Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi’nde: 26 Kasım) herhangi bir sosyalizm-komünizm ayırımı yapmaksızın, komünizmin çöküşüyle birlikte, ne diyeceksek diyelim, her ikisinin tarihe gömüldüğünü; artık ‘özgürlük ve sosyal adalet ideallerinin’ ya da ‘statükoya muhalefet ve/ya yeni bir sosyal hareket inşası özlemimiz’in, altını çiziyorum, bu ad ve kavramlarla canlanamayacağını; bunları herkesin tarihte bilip tanıdığı sosyalizm projesinden ayrı düşünmemiz gerektiğini vurgulamıştım. Yani benim için insanlığın idealleri başka; sosyalizmin (komünizm olarak) tarihî gerçekliği (ki bunun dışında bir gerçekliği hiç olmadı) gene başka. Bilmiyorum, bundan sonra da bana, insanlığın özlemlerinden kopmamak gerektiği tekrar hatırlatılabilir mi?
“Ne ki (b) Murat, kusura bakmasın, benim ‘özgürlük ve sosyal adalet idealleri’ dediğim aynı şeyi getirmiş, gene benim argümanımın karşısına dikmiş. Bir bakıma mesele, sırf buna sosyalizm deyip dememek, ya da sosyalizm diye bu niyet ve idealleri görüp görmemekte düğümleniyor. Tabii ki Murat’la, sosyalizmin Marksist-Leninist kolunun (= komünizm) ve ardındaki düşünce tarzının, geri gelmeyecek biçimde çöktüğü noktasında aynı fikirdeyiz Dahası, klasik Marksizmin bu kötülükten tamamen muaf tutulamayacağını da kabul ediyor. Fakat bir sonraki adımda, sosyalizm (daha doğrusu, sosyalizmin çıkış noktası) ile komünizmi gene de birbirinden ayırıyor. Biz, diyor, ‘insanların eşit ve özgür yaşadığı bir toplum… sömürünün her türlüsünün ortadan kalkmasını sağlayacak bir ahlâk’ isteyerek yola çıktık ve ‘çoğumuz, buna inanmaya devam ediyoruz.’ O halde sosyalizm oydu, gitti, bir daha gelmeyecek denebilir mi, diye soruyor; açıkçası, dememek gerektiği sonucuna varıyor.
“Buna itirazım kısaca şöyle: Bu tavrıyla Murat, sosyalizmin sosyalliği ve tarihselliğini ortadan kaldırıyor; sosyalizmi bir reel pratikler demeti olmaktan çıkarıp (ölçülmesi, sınanması mümkün olmayan) bir ahlâki niyet ve özlemler yumağına indirgiyor. Marksizm materyalistti ve bir praxis vurgusu vardı. Oysa bu yaklaşımda sosyalizmin maddesi ve pratiği gidiyor; sadece ‘ruhu’ kalıyor –ve sosyalizm, pratiğinin değil bu ruhun adı oluyor. Murat ‘sosyalizm adının dahi fazlasıyla yıpratıldığı söyleniyorsa bunu da tartışmaya varım’ diyor gerçi. Ama belki de ‘ad’ları tarihî gerçeklikler olarak görmediği; büyük kitlelerin realiteyi bu temel kategorilerle algılamasının siyasî bakımdan ne anlama geldiği üzerinde pek durmadığı için, bu kabul önemsizleşiyor; benim için tâyin edici olan toplumsal gerçeklik, Murat için ikincil kalıyor.”
Berktay, Belge’nin sosyalizmi eşitlik ve özgürlük ideallerine indirgeyen, maddi toplumsal gerçeklikte devrimci dönüşümü, yani dünyayı değiştirmeyi, böylece bizzat ‘özne’yi de değiştirme eylemini yok sayan anlayışını eleştiriyor. Marksizm ile Belge arasındaki bazı çelişkileri bulmaya çalışan Berktay, kendisinin özünde Belge ile aynı şeyleri söylediklerini, ancak ortaklaştıkları zeminin sosyalizmle bir alakasının olmadığını, sosyalizmin artık gerçekleşmesi mümkün olmayan bir tasarım olduğunu ifade ediyor.
Berktay’ın söylediklerinin bir kısmına; Belge ile özünde aynı şeyleri söyledikleri ve ‘programatik’ olarak aynı konumda bulunduklarına dair tespitlerine katılmamak mümkün değil. Ancak Berktay’ın sosyalizmin imkansızlığına dair iddiası tamamen öznel ve keyfidir.
Berktay, “benim için tâyin edici olan toplumsal gerçeklik” diyor, ama toplumsal gerçekliğin temel unsurlarını, kendi ideolojik hedefleri (kapitalizmi aklamak ve kaçınılmaz olduğuna inandırmak) doğrultusunda göz ardı ediyor. Berktay’a göre, toplumsal gerçeklik, sosyalizmin tarihsel olarak bittiği ve gelecekte de böyle bir projenin yaşam bulamayacağıdır. Kitlelerin sosyalizm deneyimini yaşadığını ve böylece sosyalizmle kitleler arasındaki ilişkinin tarihsel olarak mümkün olmadığını vaaz ediyor. Neden? Çünkü sosyalizm demokrasiyi rafa kaldırdı, totaliterdi, baskıcıydı, özgürlüklerin düşmanıydı vb. Berktay usulü tanımlamalar nedeniyle!
“Şimdi siz bir türlü bu olaya cepheden, dümdüz bakamıyorsunuz. Ben diyorum ki: Sosyalizm insanlık ve tarih için budur, buydu; biz bunu sübjektif niyetlerimizle, kendimize özgü tanımlarla değiştiremeyiz. Sosyalizm olarak bilinen teoriden, pratikler demetinden, geride bıraktığı mirastan, artık politik olarak da, örgütsel olarak da, programatik olarak da bir şey çıkmaz. Hiçbir pratik önemi, kitlelere (yeniden) sirayet gücü olamaz. Bu ağaçtan artık dibine herhangi bir meyve düşmez. O gölgelikte bekleyip durmayın. Adı da içeriği de dahil, yeni ve başka şeyler düşünmek lâzım.”
İddialar bunlardır. Sosyalizmin bir daha tarih sahnesine çıkması imkansızdır, Berktay’a göre. Hem de objektif gerekçelere dayandığını, pratikler demeti ve geçmiş mirasın sosyalizmi imkansız kıldığını söylüyor.
Birincisi; Berktay, “Sosyalizm insanlık ve tarih için budur” diyerek, geçmişte yaşanan sosyalizm deneyimlerinin geleceğe dair insanlığa bir umut veremediğini iddia ediyor. Sosyalist bir program hazırlanacak olsa buna, “(1) Sovyet tecrübesinden aktaracağın; (2) teorik bakımdan sosyalizme özgü sayabileceğin herhangi bir olumlu unsur”  olmadığını söylüyor.
Oysa sosyalizm deneyiminden böyle bir sonuç çıkarmak için tarihi alabildiğine çarpıtmak gerekir. Sosyalizm deneyimi ve onun en gelişmiş örneği olarak SBKP’nin 20. Kongresi’ne kadar yaşayan sosyalizm pratiğinin, sadece sosyalist mücadele içindeki aydınlar ve ileri işçiler açısından değil, bir bütün olarak dünya işçi sınıfı ve ezilen yığınlar açısından büyük bir anlam taşıdığı açıktır. İnsanlığın tüm ilerici değer ve özlemlerinin sosyalizmde ve sosyalizmin baskısıyla (ve işçi sınıfının mücadelesiyle) toplumsal yaşamda karşılık bulduğu, sosyalist ya da sosyalizm düşmanı olsun, genel bir kabul görmüş gerçekliktir. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde burjuvazinin, işçi sınıfının da baskısıyla sosyal devlet uygulamalarını kabul etmek durumunda kalması (çeşitli ekonomik etkenlerle birlikte), sosyalizm pratiği ve mücadelesinin sonuçlarındandır. Sosyal devletçiliğin ortaya çıkışı, parasız sağlık hizmeti, emeklilik, çalışma yaşamındaki emekçiyi gözeten düzenlemeler, kadınların toplumsal eşitliği için atılan adımlar, demokratik hak ve özgürlükler vb. yüzlerce günlük yaşamı biçimlendiren uygulama ve kazanımlar, sosyalizmin kapitalizm üzerindeki baskısıyla oldukça ilişkilidir.
Bugün sosyal devlet uygulamalarını savunsun ya da savunmasın, neoliberalinden postkeynesyen’ine kadar her türden kapitalist ideolog, sosyalizmin kapitalizmi reformlara zorladığını kabul etmektedir. Sosyalizmin insanlık için bir karanlık ve kabul edilemez bir olgu olması iddiası bir yana, kapitalizm koşullarında gündeme gelen demokratik kazanımların büyük bir bölümü de sosyalizmin hanesindedir.
Sosyalizmin kapitalizm üzerindeki baskısı ve onu kendini reforme etmeye zorlaması bir yana, sosyalizm pratiğinin deneyimleri, başlı başına insanlık tarihinde dönüm noktalarından birisi olmuştur. Tarih boyunca ezilen, sömürülen ve baskı altında yönetilen emekçi kitleler, 1917 Ekim Devrimiyle, tarihte ilk defa (72 günlük Paris Komününü bir kenara koyarsak) iktidara gelmiş, sömürü ilişkilerine son vermiş, toplumun temel üretim ve dağıtım araçlarını tüm halkın mülkiyetine almıştır.
Sömürünün ortadan kalktığı, Sovyetler aracılığıyla emekçiler tarafından yönetilen toplumun, eğitimden sağlık ve emekliliğe, kadın haklarından çevreye, çalışma sürelerinden devlet yönetimine katılmaya, kültür ve sanat olanaklarına ulaşımdan basın ve fikir özgürlüğüne kadar kaydettiği aşama, insanlık hazinesinin en önemli birikimlerindendir. Bugün burjuvazinin neoliberal ve piyasacı saldırganlıkla ortadan kaldırmaya çalıştığı da, işte bu birikimin şu veya bu biçimde yansıma ve etkileridir. Bu nedenlerle, Berktay’ın sosyalizm mücadelesi için kaynak olamaz dediği sosyalizmin pratik ve deneyimleri hala önemli bir değer ve birikim olmaya devam etmektedir.

BERKTAY TOPLUMSAL GERÇEKLİĞİ DÜŞÜNCEYE İNDİRGİYOR
İkincisi; Berktay, toplumsal gerçeklikten hareket ettiğini söylerken, sosyalizmin tarihsel pratiğinden hareket ettiğini iddia ediyor ve “sosyalizm tarih için budur” derken, sosyalizm deneyiminin olumsuz olduğunu ve bu nedenle bir daha yaşam bulmayacağını söylüyor. Berktay’ın bu anlayışı, tarihi, geçmişin deneyim ve pratiklerine indirgeyen burjuva-liberal yaklaşımla maluldür. Böyle olması da gayet normaldir, ancak bir tarihçi için, bir sosyal bilimci için yine temel gerçeklerin yok sayılmasına dayanmaktadır. Tarih, geçmişteki bilgi, düşünce, deneyim ve pratiklerin toplamı değil, bugünü ve geleceği de kapsayan yaşayan ve canlı bir süreçtir. Başlı başına bir toplumsal harekettir. Çünkü tarih insanların geçmiş deneyim ve yaşanmışlıklarına indirgenip bir bütün olduğu toplumsal hareketin dışında ele alınamaz. Her tarihsellik toplumsallıkla iç içedir. Dolayısıyla ‘tarih’, geçmişin pratik ve uygulamalarıyla sınırlandırılıp (sosyalizm deneyiminin de baştan sona olumsuz kabul edilip), geleceğin de bu anlayışla şekillendirilmesini mazur gösteremez.
Çünkü tarih yaşamaya ve işlemeye devam etmektedir. İnsan eylemi ve bu eylemi etkileyen koşullardan bağımsız değildir. İnsan eylemi (praksis) ve onun içinde bulunduğu kapitalist toplumsal formasyon zemini devam ettikçe, sosyalizm mücadelesi de nesnel olarak varlığını koruyacaktır. Çünkü nasıl ki geçmişte sosyalizmin gerçekleşmesini olanaklı kılan ve koşullayan tarihsel/toplumsal koşullar varsa, bugün de, (tarihin yalnızca geçmişe dair olmadığını göz önünde bulundurursak) sosyalizmi olanaklı kılan ve koşullayan tarihsel/toplumsal koşullar vardır.
Berktay, tarihi işte bu toplumsal koşullardan kopararak, insan deneyimine indirgiyor. “Sosyalizm yaşandı ve bitti”, öyleyse “insanlık bir daha sosyalizmi seçmeyecektir” diye düşünüyor. Ancak nasıl ki kapitalizm bir referandum tercihi değil, bir sömürü ve iktidar ilişkileri bütünüyse, sosyalizm de, ‘tarih’ten kaynaklı bir vazgeçişle eşdeğer tutulamaz.
Sosyalizmi geçerli ve gerçekçi kılan tarihsel/toplumsal koşullar, geçmiş on yıllara göre çok daha etkili ve güçlü bir biçimde varlığını koruyor. Kapitalist üretim ilişkileri temelinde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki karşıtlık, hem nicelik hem de nitelik anlamında, ulusal ve uluslararası düzeyde gittikçe sertleşiyor. İşte, dünyada gelir ve servet dağılımındaki muazzam eşitsizlikler! Dünyada 1 milyara yakın insanın açlık koşullarında yaşaması ve dünya nüfusunun büyük bir bölümünün yoksulluk içinde oluşu. Kapitalizmin egemen olduğundan beri hep çözme iddiasında olduğu, son 30 yıldır bu iddiadan da vazgeçtiği, kaçınılmaz yol arkadaşı işsizlik. Dünya genelinde ücretlerin hızla düşmesi, ekonomik ve sosyal hakların, geçmiş mücadele birikimlerinin sonucu iş güvencesi ve bir bütün olarak insan haklarının muazzam gerileyişi. Artan silahlanma, kapitalist krizler, tekelci burjuvaziye büyük kaynak aktarımları, işgaller, savaşlar ve tehditleri; çevresel felaket ve yıkımlar… tüm bunlar, kapitalizmin özündeki çelişkilere uygun biçimde insanlık dışı doğasını, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkileri ortaya koymaktadır.
İşte bu koşullar, kapitalist çelişkilerin bu görünen yüzleri, giderek sayıları artan ve yaşamları çekilmez hale gelen, ama bununla birlikte burjuvazinin bağımlı olduğu değer üretiminin kaynağı olan emekçi kitlelerin bir seçeneği ve yönelimi olarak sosyalizmin, bu çelişkiler devam ettiği sürece kaçınılmaz olarak gündemde olacağını göstermektedir.
Berktay’ın “toplumsal gerçeklik” dediği sosyalizme dair kendi nefretidir ve bu öznel idealizmin en ileri noktasıdır. Toplumsal gerçekliğin kendisi, en azından sonuçları itibarıyla gözler önündedir ve sosyalizmi ‘çağırmaktadır’.
Üçüncüsü, sosyalizmin yenilmiş olması, onun tarihsel olarak ömrünü tamamladığı anlamına gelmez. Sosyalizm ve kapitalizm arasındaki mücadelede, sosyalizm içten ve dıştan saldırılar karşısında bir yenilgiye uğramıştır. Başka bir deyişle, uluslararası işçi sınıfı dönemsel olarak yenilmiştir, ancak yenilmiş olması her zaman yenileceği anlamına gelmez. Hele Berktay’ın söylediği gibi, sosyalizmin tarihsel olarak son bulduğu anlamına hiç gelmez.
Sosyalizmin yenilgisi, onun baştan sona başarısız olduğunu da göstermez. Çünkü, yukarıda ifade edildiği biçimiyle, sosyalizm, başlı başına, insanlık tarihinin en büyük ‘başarı’larından biri ve dönüm noktasıdır. Sadece sosyalizmin kurulduğu ülkelerde değil, kapitalist ülkelerde de büyük değişimlerin tetikleyicisi olmuştur. Kapitalist gericiliğin çok yönlü kuşatmasıyla yenilen işçi sınıfı, geçmişin deneyimlerini de biriktirerek sosyalizme yürüyecektir.
Eğer, Berktay’ın yaptığı gibi bir başarı veya başarısızlıktan söz edilecekse, kapitalizmin insanlığa sunduğu yoksulluk, işsizlik, savaşlar ve yaşattığı acılarla başarısızlık örneği olduğu söylenebilir. Ancak, burjuvazinin iktidarda kalma becerisi (ki bu beceri zorda kaldığında her zaman silah zoru ve katliamlarla olmuştur) açısından bir başarıdan söz edilebilir ki, bunun da insanlığın ilerici değerleriyle bir ilgisi olmadığı açıktır.

SOSYALİZM PROGRAMI TARTIŞMASI
Belge ve Berktay arasındaki tartışmanın diğer bir boyutu da, sosyalizm programı. Sosyalizm programı tartışmasına girişse şöyle:
“Murat, ben programla ilgili bazı sorular sordum, hem de defalarca. Şimdi sana direkt olarak soruyorum: temiz ve bozulmamış sosyalizm programın nedir? Tut ki egemenler de, biz de aynıyız; halka, kitlelere sunacağımız kapitalizm alternatifi ne olabilir? Böyle bir programa (1) Sovyet tecrübesinden aktaracağın; (2) teorik bakımdan sosyalizme özgü sayabileceğin herhangi bir olumlu unsur var mı? Siyasî rejim midir, ekonomi midir? Piyasa karşıtlığı mıdır, devlet mülkiyeti midir? Yoksa, kalanlar (müterakki bir vergi sistemi, diyelim, ya da evrensel sağlık ve öğrenim hizmetleri), sosyalizmi tanımlamaya yeter mi?”
Berktay’a göre, sosyalist bir program hazırlanması için kullanılabilecek ne olumlu bir deneyim, ne de olumlu bir unsur vardır. Zaten, piyasa karşıtlığı ve devlet mülkiyetinin savunulması mümkün değil, sosyalist demokrasi ise kesinlikle kabul edilebilir değildir. Dolayısıyla Berktay’a göre, sosyalizmi savunacak, sosyalist bir program için kullanılabilecek hiçbir unsur yoktur.
Berktay, sosyalizmin ne siyasal rejiminden, ne de ekonomisinden memnun. İkisini de baştan reddediyor. Ekonomik ve siyasal rejimini reddettiği bir sosyalizmde de kullanılacak bir şey bulamıyor.
Peki, bu reddin sebebi nedir? Mesela, piyasa karşıtlığı neden reddedilmelidir? Yaşadığımız dünyada, piyasa ekonomisinin olumlu sonuçlarını aldık, yoksulluk, işsizlik ve açlık gibi sosyal ve ekonomik problemler çözüm buldu da, bizim mi haberimiz yok! Kapitalist krizler içinde debelenen, sermayenin milyarlarca doları artık en ufak bir reel yatırım bile yapmadan kazandığı, kazandıkça da krizin ögelerini biriktiren piyasa ekonomisi değil midir? Berktay’ın bu piyasa tutkusunun kendi deyimiyle nasıl bir ‘toplumsal gerçekliği’ var?
Berktay’ın piyasa savunusunun arka planında sözde bireysel özgürlüklerin savunusu varsayımı yatar. Buna göre; piyasa bireylerin özgürce hareket ettiği ve özgürce tercihte bulunduğu bir alandır. Piyasaya müdahale edilmesi, bireysel özgürlüklerin kısıtlanması ve baskı altında alınması demektir.
Piyasaya müdahalenin özgürlüğü ortadan kaldıracağını söyleyen Bektay gibi neoliberaller, piyasanın kendiliğinden dengede olacağını ve müdahale ile bu dengenin bozulacağını iddia ederler. Piyasa ve bireysel özgürlük arasında kurulan bu bağlantı, toplumun birbirinden bağımsız, atomize ve rasyonel çıkarlarına göre hareket eden bireylerden (homo ekonomus) oluştuğu varsayımına dayanır. Bu varsayımda, insanlar, içinde bulundukları tarihsel koşullardan ve karşılıklı ilişkilerden soyutlanmışlardır. İnsanların her biri, bireysel ve farklı bir düşünce yapısı ve ahlaka sahiptir. Bu nedenle, tüm insanlar adına piyasaya müdahale edecek bir devlet, aslında bireysel düşünce ve ahlaki kaygılara karşı bir dayatmada bulunuyor demektir. En kapsamlı ifadelerinden birisini neoklasik iktisatçı Hayek’te bulan bu yaklaşım, postmodern toplum tahayyülünün de temellerini oluşturmaktadır.
Buna göre, toplumsal düşünce, sınıf çıkarı vb. kolektif kavramlardan bahsetmek mümkün değildir. Bireylerden oluşan toplumda her şey bireyseldir. Bireylerin özgürlük alanına yapılacak bir müdahaleyi kimin ve kim adına yapacağı konusunda bir çözüm yoktur. Postmodern ideologlara göre, piyasaya müdahale edilirse, kaçınılmaz olarak bireylerin özgürlükleri baskı altına alınacaktır. Dolayısıyla piyasaya her müdahale demokrasi karşıtıdır. Sosyalizm ise, piyasaya köklü bir müdahale ve kapitalist piyasanın ortadan kaldırılması olarak, totalitarizmdir.
İşte Berktay’ın sosyalizmi totalitarizm olarak tanımlarken dayandığı sistematik düşünce, budur. Totalitarizmdir, çünkü piyasanın belirleyiciliği ortadan kaldırılmıştır.
Ancak Berktay’ın piyasa karşıtlığının mümkün olmadığını iddia ederken dayandığı tüm varsayımlar, pespaye birer burjuva propagandasından başka bir şey değildir. Pespayedir, çünkü saçmalıkları gün gibi ortadır. Piyasa insanlar için nasıl bir bireysel özgürlük mekanı ve teminatı olabilir? Piyasada, insanlar, anadan doğma eşit bireyler değil, tersine (Berktay’ın istediği gibi, sadece ekonomik yönüyle soyutlayacak olsak bile) elinde üretim araçlarını ve büyük bir serveti bulunduran burjuva mülk sahipleriyle, emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi bulunmayan ve burjuvazi için çalışmak zorunda olan emekçiler olarak bulunurlar. Bir yanda elinde örneğin yüzlerce milyon dolarlık servet ve gelire hükmeden sermaye sahibi, diğer yanda bir ay çalışmaz ise kirasını ödeyemeyecek ve sokağa atılacak olan emekçi. Piyasada bu koşullarda bir eşitlikten bahsedilebilir mi? Haydi, eşitliği bir kenara bırakalım (ki eşitlik ve özgürlük birbirinden ayrılamaz), bireysel özgürlükten bahsedilebilir mi? Emekçi için özgürlük değil, tam tersine burjuvazinin egemenliği altına girme, onun dayattığı koşulları kabul etme, hele de işsizlik gibi bir bela da varsa (ki kaçınılmaz), düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına ‘razı’ olma zorunluluğu vardır. Bireysel özgürlüğü gereği sömürülmeyi reddeden bir işçi (burada kolektif bir eylemden bahsedilmiyor), ailesiyle beraber ya kolektif bir ölme ya da sürünme özgürlüğünü kazanıyor.
Sosyalizmi totalitarizmle suçlayan Berktay’ın piyasa hayranlığındaki bir diğer varsayım olan atomize bireylerden oluşan (ki bu sayede piyasada özgürlüğünü gerçekleştiren) toplum da tamamen gerçek dışıdır. Böyle ‘birey’ler yoktur. Rasyonel çıkarları gereği hareket eden, aralarındaki ilişkiler yok sayılan, her türlü toplumsallığın dışlandığı, insanların sınıfsal nesnel durumlarının yok sayıldığı bu teorik insan modelinin, gerçek/somut insanla en ufak bir yakınlığı ve benzerliği yoktur.
Dolayısıyla piyasada bireysel özgürlük ham hayaldir. Burjuva propagandasının en adi ve bayağı iddiasıdır.
Berktay’ın piyasa ve bireysel özgürlük ‘tutkusu’, buradan yola çıkılarak sosyalizm programında savunulacak ‘ekonomik’ bir unsur bululamaması, bütün bu arka planındaki burjuva varsayımlar bir yana, günümüz gerçekleriyle tam bir ‘ilgisiz’liğin sonucudur.
Piyasanın bugün bırakalım emekçileri, genel olarak insanlık için savunulacak bir yanı kalmış mıdır? Piyasa ekonomisinin, başka bir deyişle kapitalizmin kaçınılmaz sonuçları olan ve her geçen gün daha da yakıcı sorunlar haline gelen yoksulluk ve işsizlik, emekçilerin vahşi kapitalizm koşullarına denk düşen koşullarda sömürüsü, iş cinayetleri, sosyal adaletsizlik ve yıkım ve on ve yüz binlerin katledildikleri işgal ve savaşlar; bütün bunlar gözler önündeyken, piyasa ekonomisinin üstünlüğünü kabul etmek, bir de bunu demokrasinin belkemiği ilan etmek, ya bilinçli bir burjuva propagandasının üstlenilmesidir ya da akıllara ziyan bir saflıktır.
Berktay için kesinlikle birincisi geçerlidir. Berktay, kimin temsilcisi olduğunu gayet iyi bilmekte, burjuva iktidarını, emekçilerin iktidarına yeğ tuttuğunu açıkça ifade etmektedir.

TARTIŞMANIN SONUCU
Sonuç, yazının başlığında ifade edilmiştir. Berktay sosyalizme düşmandır ve bunu açıkça söylemekten imtina etmemektedir. Belge ise, daha usturupludur ve sosyalizm deneyimi ve birikimine karşı aynı eleştiri ve saldırıyı yürütürken platonik bir sosyalizmi alternatif göstermektedir.
Ancak tarihin yönü, toplumun nesnel yasaları, sınıfsal analiz, sosyalizm deneyimi üzerine Berktay ile Belge tamamen aynı noktada durmaktadırlar. Sosyalizm programı üzerine Belge’nin açılımlarını, Berktay sonuna kadar desteklemektedir. Üretimin toplumsallaştırılmasını içermeyen, proleter demokrasiyi aklından bile geçirmeyen bir sosyalizm projesinde (Berktay da katılmakla birlikte adını farklı koymaktadır) ortaklaşılmaktadır. Açıktır ki, sosyalizm bir ‘proje’ olmadığı gibi, bu liberal projenin de sosyalizmle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Berktay, Belge ile birlikte durduğu zemini ‘açık yüreklilikle’ (siz pervasızlık diye okuyun) şöyle ifade etmektedir: “Murat’ın Program (1)’de sözünü ettiği, benim de paylaştığım hemen her şey, faraza bir Sol Demokrat Parti veya Sol Reformlar Partisi veya Demokratik Reform Partisi kurup toplumun önüne çıkmayı haklı kılar (nitekim günümüz Türkiye’sinde bu müthiş bir ihtiyaçtır) da, bu kadarıyla sosyalist bir partiden söz edemez ve sosyalistlik iddiasını sürdüremeyiz.”
İşte bu sonuna kadar doğrudur. Böyle bir duruşla, sosyalistlik iddiasını sürdürmek, burjuva kapitalizminin ‘sol’dan savunusunu yapmak ve emekçilerin önündeki sosyalizm alternatifini çarpıtmak dışında tamamen anlamsızdır. Ancak sosyalistlik iddiasını bırakmak da yeterli değildir. Çünkü Berktay, yalnızca sosyalizmin kazanım ve tarihsel birikimlerini yok saymakla kalmıyor, insanlığın ve bilimin biriktirdiği ne varsa, hepsini postmodern bir belirsizlik tahayyülü içinde eritmeye çalışıyor. Bu kafayla da, en basit gerçekleri bile çarpıtmak, 1 Mayıs 1977 katliamında olduğu gibi, teknik bir mesele haline geliyor.

H.H.Holz ve Frankfurt Okulu eleştirisi

Kendisini gerçek bir eylem olarak tanımladığı halde, pratik aracılığıyla maddileşmekten kaçınan hiçbir düşünme üretken olamaz.
H.H. Holz

‘68 Hareketi’ ifadesini zikrettiğimizde, aklımıza ilk gelen gençlik hareketi ve önderlerinden sonra kolaylıkla saptanacak bir gerçek vardır ki, bu da, bu hareketin arayış içerisindeki karakteridir. Varolan toplumsal adaletsizliği, eşitsizliği ve dünyanın üzerine kurulu olduğu sömürü düzenini bilimsel olarak kavrama, bunu ortadan kaldıracak devrimci bir sürece rehberlik edecek sistematik bir düşünce ve eylem bütününe kavuşma arayışı. Bu güdülerle, gençlik hareketi olarak başlayıp bir halk hareketine dönüşen Türkiye ’68 hareketi, uluslararası düzeyde kendiliğinden hareketle ortaya çıkan ya da silahlı ve politik bir örgütün önderliğinde gelişen birçok deneyimi kendi eylemli düşünme süzgecinden geçirmiş, kimilerini dönemsel de olsa benimsemiş, daha sonra eleştiriye tabi tutmuş, sonrasında başka bir arayış içerisine girmiştir. Latin Amerika, Sovyetler Birliği, Çin ve diğerlerindeki gelişmeler, –tabiri caizse– üniversite koridorlarındaki (gelişmesi sürecinde fabrika yolları, sendika odaları, işçi evlerinin dar sokaklarıyla kırlarda köy yolları ve patikalarındaki) gençlerin düşünsel deneylerinin konusunu oluşturmuştur. Marx sonrası akımlardan etkilenenler tökezlerken, özellikle ezilen halkların kurtuluş mücadeleleriyle bu mücadeleler içinde gelişen –tabii ki sosyalizmi savunup benimseyen– devrimci akımlar ve gerçekleşmiş sosyalizmden yola çıkarak Marksizmle tanışan ve ona yaklaşan Türkiye gençlik hareketinin aksine, Avrupa’daki ’68 gençlik hareketleri giderek Marksizmden uzaklaşan bir rotada, “birey üzerindeki tahakküm ve otoriteye karşı her türlü normu ve kalıbı yıkma” saikleriyle “kendilerini özgürleştirme” sürecine girmişlerdir. Bugün açısından Marksizmle ve –her türlü– ‘Marksist’le haşır neşir olanların artık alışkın olduğu “Marksizmi yeniden okumak lazım…” ifadesiyle başlayan makale ve kitapların ataları Avrupa ‘68’inin bu durumunu önceleyen bir ‘felsefenin sefaleti’ durumuna dayanmaktadır.
Avrupa açısından hiç de masum olmayan bu yeniden keşif macerasının iki ana merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz ki, bunlardan biri, Fransız Komünist Partisi (FKP)’dir. Özellikle Hitler faşizmi yıllarından sonra, isim benzerliği dışında Manifesto’daki komünist parti ile ortak bir noktası kalmayan FKP, hümanist-varoluşçu Jean Paul Sartre ile yapısalcı anlayışın fikir babası sayılan anti-hümanist Luis Althusser’i aynı çatı altında barındırabilecek kadar geniş/tutarsızlaşmış durumdaydı. Hatta adı sürekli olarak tartışmalı bir şekilde post-yapısalcılıkla anılan Michael Foucault’nun bile bir dönem uğradığı bu uzlaşmaz-tutarsız ‘üye’ topluluğunun bir aradalığının yegane tutkalı, kuşkusuz ki, de-Stalinizasyon (Stalin’den arınma) sürecidir. Devrimci eylemi koşullayan her türlü teoriyi ‘didik didik’ eleştiriye tabi tutan teorisyenler, “en özgürleştirici teoriyi ben sunarım” hırslarının yanı sıra Stalin’i mahkum etme yarışında, Hitler ve Stalin’in ‘kaba/indirgemeci’ eşitlenmesinden öteye giden bir yaratıcılık sergileyememişler ve hâlâ da sergileyememektedirler. Hemen hepsi Aydınlanma felsefesinde ve bilimdeki burjuva rasyonalizmini ve olguculuğu topa tutan bu akımlar, iş gerçekleşmiş sosyalizm deneyimine geldiğinde, olgular üzerinden çarpıtılmış suçlamalar üretmede birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içerine girmişlerdir.
En az Fransa’daki bu eğilimler kadar etkili olan ve aslında etkisi kıtalararası mesafeyi en erken kat eden bir ekol ise, şüphesiz ki, Almanya’daki Frankfurt Okulu’ydu. Varoluşçuluk ve yapısalcılıktan farklı olarak, Frankfurt Okulu’nun “Eleştirel Teori”si, şu veya bu yollarla her türlü bilim ve düşünce disiplinine –açık ya da örtük bir şekilde– çok hızlı nüfuz etmiştir ve etkileri bugün sol, sosyalist, anarşist, devrimci, liberal, dindar, muhafazakâr ayırt etmeksizin, her türlü politik eğilimde gözlemlenebilmektedir. Daha da ötesi, ”okul”, tüm bu eğilimlerin teorik içeriklerine temel sunabilmektedir. “Bir Aydınlanma teorisi olarak” Marksizm, insan tekini oyunun dışında bırakan pozitivist bir toplum bilimi olarak ele alınmakta, onu bu ‘gaflet’ten kurtarmaya dönük her türlü çaba –ki bunların hepsi teori alanındadır– giderek derinleşen anti-Marksist içerikleriyle gündeme getirilmektedir. Frankfurt Okulu’nun Marksizmi hümanizmle ‘ıslah etme’ çabası, bir dereceye kadar faşizm dehşetinin nevrotik bir artetkisi olarak açıklama kazansa da, benimsediği, salgın bir hastalık gibi yayılan ‘politik/devrimci atalet’ durumu bu türden bir saf iyimserlikle meşru kılınamayacak kadar tehlikelidir ve gerçek Marksist bir eleştiriye tabi tutulması gerekir. İşte tam da bu noktada –belki biraz da geç kalınmış bir hamle olarak– “çağdaşımız diyalektikçiler arasında kuşkusuz en önemlisi olan” Hans Heinz Holz’un kısa bir süre önce Evrensel Basım Yayın’dan çıkan Frankfurt Okulu Eleştirisi adlı derleme kitabı tarihsel ve diyalektik materyalizme sadık bir bakış açısı sunması açısından nadir ve değerlidir. Bu kitap, özellikle Türkiye açısından, şimdiye kadar “Eleştirel Teori”nin çoğunlukla politik sonuçlarına ilişkin yöneltilmiş eleştirilerin felsefi temellendirmelerine kavuşmasının ve bununla tamamlanmasının olanaklarının unsurlarından biri olarak ele alınmalı ve değerlendirilmelidir.
Yaygın olarak “Frankfurt Okulu” diye anılan Frankfurt Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü 1923 yılında kurulmuştur. Başlarda sosyalizm ve işçi hareketi tarihinin arşivciliğini, sosyalist yazarların teorik üretimlerinin bir merkezi olma görevini üstlenen Enstitü’nün “Eleştirel Teori”nin merkezi haline geliş süreci, teorinin iki önemli kurucusundan biri olan Max Horkheimer’ın 1930’da başa geçmesiyle başlar. Horkheimer’ın yöneticiliğinin ilk hamlesi ise, Sosyal Araştırmalar Dergisi’ni kurarak, Enstitü’nün arşivcilik işlevinin kısıtlanması ve giderek ortadan kaldırılmasıdır. Böylelikle Marksizmin pratik içeriğinin unsurları sayılabilecek işçi sınıfı örgütlerinin ve komünist partilerin raporları ve belgeleri, döneme ilişkin gelişmelerin ve hareketlerin analiz ve eleştirilerinden arındırılan Sosyal Bilimler Enstitüsü, pratik bir müdahale ile pratik-politik içeriğinden de arındırılmış ve bugünkü anlamıyla “Frankfurt Okulu” haline gelmiştir. SSCB takipçilerinin aksine, kendisini pratik-politik tutumdan soyutlayarak ‘salt teori’ye yönelen Frankfurt Okulu sakinleri, gelişen faşizme karşı, kendilerini pratik bir anti-faşist tavırdan da yoksun bırakmış olurlar. Bu, aynı zamanda, “Eleştirel Teori”nin kendisini ‘eleştirel suskunluk’ olarak göstermesinin de ilk örneğini oluşturmaktadır. Holz, Hitler faşizminin Almanya’yı esir almasıyla, 1933’te önce Paris’e, daha sonra 1940’ta New York’a taşınan Enstitü sakinlerinin bu taşınmaları duyuran metinlerde bile faşizme değinmeden açıklama yapan tutumlarını, “Nazilerin diktatörlüğü ve fetih savaşı herhalde bundan daha diplomatik bir sessizlikle geçiştirilemezdi”  diyerek açıkça mahkum etmiştir. “Eleştirel Teori”, mülteci oldukları her yerde, Max Horkheimer ve Theodor Adorno tarafından adı birkaç defa değişen Sosyal Bilimler Dergisi’nde geliştirilmeye devam etmiş ve nihayet 1944’te 20.yy’ın düşün dünyasını derinden etkileyen en önemli eserini vermiştir: “Aydınlanmanın Diyalektiği”.

“AYDINLANMANIN DİYALEKTİĞİ”
“Eleştirel Teori”nin, kuruluşundan itibaren göze çarpan ilk özelliği, özellikle verili bilimsel bilgiye kuşkuyla yaklaşmasıdır. Elbette, kuşkuculuk, felsefe tarihi açısından, ilk defa bu akım tarafından ortaya konmamıştır. Hatta bilinen felsefe tarihi, bir bakıma, kuşkuculukla başlamıştır bile denilebilir (Sofistler). Avrupa’da skolastik düşüncenin hakimiyet döneminde sesi bastırılsa da, modern felsefenin başlangıcı kabul edilen Kartezyen felsefesi, yöntemsel olarak kuşkuculuğa dayanır. Ne var ki, “Frankfurt Okulu”na kadar en keskin biçimini bilinemezcilik olarak sunan kuşkuculuk, “Frankfurt Okulu” ile ‘yıkıcı’ bir çöküş teorisi pratiğine dönüşür. Tüm bu felsefi kuşkucu düşünmelerin ortak temeli, öznenin nesneye yaklaşımı ya da onunla birlikte içerisinde bulunduğu ilişkiye dayanmaktadır.
Antik Yunan felsefesinden başlayarak, modern felsefede kendini teolojik bir biçimde devam ettiren özne-nesne dualizmi, (aşkın) öznel idealizmde olduğu gibi, modern bilimde de, öznenin nesne üzerindeki tahakkümü olarak belirmektedir. İnsan olma özelliğinde soyutlanmış bilimsel özne, doğrudan nesnesine yönelir, inceler, belirli kategoriler ışığında onu tarif eder ve onu yasalaştırarak, mutlaklık iddiasında olan bir bilgi üretir. Başlangıç noktasında, burjuva rasyonalizminin ‘bütün’ tahayyülünü parçalamaya yönelen “Eleştirel Teori”, bilimsel bilginin, Bilim’in toplumsal ilişki ve dinamiklerden bağımsız kabul edilen nesneler dünyasıyla ilişkisinin bir sonucu olarak kavranmasının irrasyonelliğini açığa çıkararak, bu bilginin otoritesini sarsmış, mutlaklığını kuşkulu hale getirmiştir. Halbuki bu bilginin üretim sürecinde göz ardı edilen insan faktörü, bilimsel gerçeğin, özne-nesne dolayımıyla ortaya çıktığının bir kanıtıdır. Dahası, üretilen bilimsel bilginin, üretildiği dönemin koşullarındaki toplumsal dinamiklerin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılabilir bir düzeye çekilememesi durumu, bahsedilen irrasyonelliğin bir başka göstergesi olma potansiyeli taşır. “Eleştirel Teori”ye göre, felsefe ve bilim insanileştirilmelidir. İnsana özgürlük sözü veren rasyonalizm hümanistleştirildiği ölçüde bu vaadi yerine getirebilir. “Eleştirel Teori”, insan varlığının bu denli dışarıda tutulduğu ve hem doğal hem de toplumsal zorunluluklara zincirlendiği mevcut bilimsel ve felsefi düşünmedeki tüm negatif özellikleri ve boşlukları hedef alarak, bunları yıkmaya yönelir. Varolana yaklaşırken, ondan, ‘ne olmadığını’, ‘ne olabileceği’ ve ‘ne olması gerektiğini’, yani, negatifini, olanağını ve normatif karakterini çıkarır. Tüm bunları da, teoriyi “bir tür pratik” olarak kabul ederek yapar.  Holz, İkinci Dünya Savaşı ve onun toplumsal travmatik etkilerinden sonra, bilimin otoritesini sarsacak, onu, felsefi, teorik ya da etik açıdan dizginleyecek bir teorinin bu denli rağbet görmesinin doğal bir sonuç olduğunu vurgulamaktadır.
Görülebileceği üzere, “Eleştirel Teori”nin çıkış noktasında Marx’ın 11. tezinin  cılız bir yansıması görünmektedir. “Eleştirel Teori” varolan gerçeği değiştirmek istemektedir. Fakat, bilindiği üzere, Marx, bu tezinde, politik-pratikten bahsetmektedir. Pratik alanını başından sonuna teori ile sınırlayan, felsefeden yapıcı bir toplumsal pratiğin doğabileceği yanılgısına düşen ve ancak bu şekilde tahakkümden arınmış bir toplum ütopyası kuran/kurmayı yeğleyen bir anlayışın, dünyayı değiştirme pratiği olarak, burjuva diktatörlüğünü yıkıp sınıfsız topluma geçişi mümkün kılacak, yani devrimci bir pratik içerisinde bulunması ya da en azından buna gönüllü olması, elbette ki, beklenemez. Her tarafı varolan gerçeklik tarafından kuşatılmış bu teorik şatoda, teorinin kurucuları, önce bu gerçekliğe pencerelerini kapatmış, kimse içeri giremesin diye tüm kapıları kilitlemiş ve gözü önünde akıp giden tarihsel gerçeklik yerine, tozlu raflarından mitoloji kitaplarını çıkartarak, Aydınlanmanın diyalektiğinin eleştirisine yönelmiştir. Diğer bir deyişle, faşizmle birlikte kendi kendini imhaya girişen insanın nerede hata yaptığının cevabını aydınlanmanın kendisinde aramışlardır: “En geniş anlamıyla ilerlemeci bir düşünme olarak Aydınlanmanın öteden beri hedefi, insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna getirmek olmuştur. Ne ki tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felaket alametleriyle parlıyor.”
Adorno ve Horkheimer’a göre, insan düşünmesinin Aydınlanma dönemi hareketi ile mitoloji ve Antik Yunan felsefesi arasında paralellikler bulunmaktadır. Mitolojide edebi yansımasını bulan felsefe öncesi doğaüstü inançların felsefi sorgulamanın nesnesi haline getirilmesi, doğanın, maddenin ve toplumun tümeller ile açıklanması (Platon, Aristotales) ve tüm bunların arasındaki ilişkide bir ‘bir’lik aranması (Parmenides), Aydınlanmanın rasyonalizmi ile örtüşüyordu. Bu noktada Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmayı karakterize ettikleri “totalite” kavramıyla mantık ve matematikteki totoloji kategorisini eşdeğer görme eğilimine sahiptirler: “Aydınlanma açısından sayılara, nihayetinde bir’e bağlanmayan her şey yanılsamadır. Modern pozitivizm de bu kurala uymayan her şeyi edebiyat diye bir kenara iter. Parmenides’ten Russell’a ortak parola birliktir.”  Böylelikle argümantasyonlarının temel önermesi belirir: Aydınlanma totaliterdir!
Buna göre, Aydınlanma düşüncesi, nesnesine yönelirken, onun gizli saklı hiçbir tekilliğinin kalmamasını hedefler. Madde, birincil, ikincil tüm niteliklerine kadar ‘rasyonalize’ edilmelidir. Bu, –Tanrının dünyaya hükmetmesi gibi–, öznenin nesne/nesneler dünyası üzerindeki tahakkümünün ön koşuludur. Aydınlanmanın bu totaliter tutumu, toplumsal ilişki düzeyinde de kendini göstermektedir. O, feodal beyin doğrudan iktidarını çökertmiş, evrensel dolayımla (özdeşlik) bunu burjuva toplumunun temel dayanağı haline getirmiştir. Diğer bir deyişle, insanın metaya eşitlenmesi, akıl tarafından meşru kılınmış ve olumlanmıştır. Şimdi aslolan, bireylerin yadsınması pahasına, “güdümlü kolektif”in çıkarlarının korunmasıdır. Kısacası Aydınlanma, insanı, akıldışı olanın boyunduruğundan kurtarır, bu sefer kendi aklıyla olumlayacağı bir “bütün”e, “totalite”ye tabi kılar. Böylelikle akıl da araçsal kılınmış olur.
Holz, yukarıda tarif edilen anlayıştaki Aydınlanma rasyonalizminin kapitalist üretim tarzının baskın amaç rasyonelliğine eşitlenmesinde, “Eleştirel Teori”nin kaçınılmaz olarak düştüğü bir indirgemeciliği görmüştür: “… bundan ötesine götüren us kavramları; diyelim ki, en azından tekil olanın pozitifliğine karşı düzenleyici düşüncelere izin veren ve ardından onlara tam da pratik felsefede normatif bir güç tanıyan Kantçı eleştiriciliğin, ya da tekildeki bütün refleksiyonuyla çıkar ve amaçların parçalılığını aşan Hegelci ….. spekülasyonun us kavramları dikkate alınmaz veya aydınlanmanın kendi içkin kaldırılışına dahil edilir.”  Bu indirgemecilik ya da yadsıma, Adorno ve Horkheimer için kaçınılmazdır, çünkü tahakkümün ideolojik aracı olarak ele alınan “bütün” kavramının yadsınması böylesi bir ussal olumlamaya izin vermemektedir. “Eleştirel Teori” için bu çözümsüzlükten tek bir çıkış noktası kalmıştır ki, o, negatif diyalektikte yöntemini bulacak olan “çöküş mantığı”dır.
“Eleştirel Teori”nin Hegelci (ve Marksçı) diyalektikten kopuş noktası da burada kesin bir şekilde gerçeklenir. Bütün ve parça arasındaki ilişki bakımından, diyalektiğin temelinde varolan “özdeşlik ve özdeşmezliğin özdeşliği” ilkesi çözülür ve “salt özdeşmezlik” negatif diyalektiğin ilkesi olarak benimsenir. Diyalektiğin (kabaca “zıtların birliği” olarak tarif edilmesine olanak tanıyan) bu ilkesinin bu denli tahrip edilmesi, “Frankfurt Okulu”nun giderek hem tarihsellikten hem de materyalizmden, kısacası Marksist felsefeden uzaklaşması sonucu doğurmuştur. Holz, bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Böylelikle kavramın gelişme momenti olarak belirli yadsıma, belirsizlikte yitirilmekte ve kavramı politik olarak kullanabilme kabiliyetine sırt çevrilmektedir. Eleştirel Teori’nin irrasyonalist özü açığa çıkmaktadır. Kavramın genelliği [evrenselliği] karşısında Frankfurt Okulu (nominalist bir kalıbı yenileyerek) gerçek olanın tekilliğini iddia edecek ve böylece nihayetinde kavramın, gerçek olana normatif olarak karşı koyabilme gücünden vazgeçecektir. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde aydınlanma ve mitolojinin nihai olarak eşit kılınması, ikisinin iç içe geçtiğinin iddia edilmesi, eleştiriyi ölçüsünden, kendisini ‘eleştirel’ olarak belirleyebileceği ölçüsünden yoksun kılmaktadır.”
“Eleştirel Teori”, negatif diyalektikle çöküş teorisini ortaya koyduğu an kendini eylemsizliğin kabuğuna çekmiştir. Geçtiğimiz Aralık ayında yaşamı sona erene dek Marksist felsefenin politik-pratik içeriğini her daim eyleme geçirme çabasında olan Hans Heinz Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi’nde, bu entelektüel ataleti oldukça açık bir şekilde eleştirir. Bu durumun, günümüzde hem Avrupa’da hem de Türkiye’de çeşitli aydın-akademisyen çevrelerinde ve özellikle bazı basın araçlarında sivrilen, kapitalizme, milliyetçiliğe karşı “ağzına geleni” söylediği için alkışlanan, gençliğin önemli bir kesimi tarafından idol edinilen, “aykırı” kimi sol-liberal aydınları işaret ettiğini söylemek hakkaniyetimize zeval getirmez kanısındayız. Hatta bu entelektüel atalet eğilimini işçi sınıfına kadar genişletmeyi önerip, sınıfın artı-değer üretmeye “razı” olmasını kapitalizmin kendini yeniden üretmesinin temel prensibi olarak görerek, işçilerin meta üretimini “sadece” durdurmasının yeteceğini, böylelikle politik hiçbir programa gerek kalmaksızın sistemin kendiliğinden çökeceğini savunacak kadar karikatürize olmuş örnekler bile mevcuttur.

NEGATİF DİYALEKTİK
Adorno tarafından “Eleştirel Teori”nin yöntemi olarak geliştirilen negatif diyalektik, en geniş anlamıyla Hegelci (bütünsel) diyalektiği parçalarına ayırır ve bilincin öz-bilince, daha sonra da mutlak akla (tine) vardığı bütünsel deneyim sürecinin sadece tek bir momentini (diyalektik sürecin tek bir durağını), yadsımayı öne çıkarır. Negatif diyalektik, düşünme sürecinin ilk baştaki hedefi olan, tarihsel ve eleştirel, ama dogmatik –ki Marksist felsefedeki diyalektik de buna dahildir– olmayan bir felsefi materyalizm oluşturma iddiasındadır.
Hegel’in nesnel idealizmi (Tinin Fenomenolojisi), olgular ve salt akıl ile idrak edilebilen gerçeklik (phenomena ve noumena) arasına bir mesafe koyan Kant’ın öznel idealizmini, bilincin deneyimlerinin birbirinden bu kadar bağımsız olamayacağını ortaya koyarak, eleştirir. Anlağın (Verstand) kavramsal a priori (deney öncesi) kategorileri, halihazırda kavramdışı bir şeye ilişkin olmamış olsalardı, anlaşılmaya müsait olmazlardı. Kısacası, gerçek bir deneyimi mümkün kılan şey, a priori kavramların, tasavvurun tasarımı aracılığıyla a priori sezgilere (zaman ve uzam sezgilerine) basit bir uygulaması değil, düşünme ve duyarlık kavrayışının ötesine giden bir (Hegel’in “kendinde şey” dediği) şeydir. Adorno bunu “özdeş olmayan” (das Nichtidentische) olarak ele almış, Hegel’in düşünce ve varlık, özne ve nesne, akıl ve gerçeklik arasında bulduğu özdeşliğin diyalektik süreçte olumlanmasını reddetmiştir. Adorno’nun “özdeşmezliğin tutarlı bilinci” olarak formüle ettiği negatif diyalektik, “özdeşlik görünüşü altındaki özdeş olmayan” olarak tanımladığı temel kategorisi, çelişkinin –Hegelci diyalektiğe göre– ancak içerisinde düşünülebileceği ‘bütün’ü yok etmek ve parçalanan bütünün fragmanlarını kutsamak gibi bir amaç edinmiştir. Kısacası, Hegelci diyalektik harekette tarihin itici gücü olarak algılanan ve varolanı yadsıma ve yadsınmanın yadsınması sonucunda olumlama ile bir ilerleme sağlayan dolayım olarak yadsıma, Adorno tarafından, olumlama hareketi reddedilerek, bir “yıkım” temeli olarak ortaya konur. Dolayısıyla, “Hakikat/Gerçek bütündür” önermesi, Adorno’da yıkılır ve “Bütün gerçek olmayandır” önermesi kurulur.
Dikkatli bir felsefi inceleme, Adorno’nun, bu Hegelci diyalektiği “yıkarak”, yıkıntılarından itina ile seçtiği yadsınma dolayımını mutlaklaştırıp negatif diyalektiğin temeline yerleştirirken, bir olumlama hareketi içerisinde olduğunu görebilecektir. Ne var ki, bu dikkatli göz, Hans Heins Holz olmuştur. Ayrıca, Holz, negatif diyalektiğin nesneye yönelimli bir eylemde tanımsızlığını ve temelde bilgiye yönelimli derin düşünmede olanaklılığını ortaya koyarak, materyalist olma iddiasındaki negatif diyalektiğin tinsel bir düzleme hapsolduğunu açığa çıkarmıştır. Kaçınılmaz olarak ortaya çıkış iddialarının tam tersi bir yönelime giren negatif diyalektik, idealizm ve pozitivizmden ziyade, teori ve pratiğin birliğini öngören Marksizmin ‘anti’si haline dönüşmüştür.
Bu durum, bir bakıma, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’nı hatırlatır. Yeraltı Adamı, yeryüzündeki her şeye duyduğu nefret ve sürekli olarak içinde dönüp dolaştığı reddediş (yadsıma) içerisinde, kendi kendini eylemsizleştirmektedir. “İyi bir kariyeri”, “mutlu bir evliliği”, “güzel bir takım elbisesi” olan herkesten nefret eder. Bu nefreti (eleştiriyi) öyle mutlaklaştırır ki, hayatının özü bu nefrete dönüşür ve bunu değiştirecek hiçbir şey yapamaz hale (inerti durumuna) gelir. Dışarıda, parçalayıp yıkmak istediği bir dünya vardır. Ama o, sadece yolun karşısından ona doğru yürüyen kişiye yol vermeyerek ya da ondan haz etmeyen iyi (rasyonel) bir hayatı olan arkadaşları tarafından davet edilmediği halde buluşmalarına gidip onların tadını kaçırarak, kendini tatmin etmeye çalışır. Benzer bir şekilde, “Eleştirel Teori”nin kurucuları Adorno ve Horkheimer da, eleştiriyi öyle mutlaklaştırırlar ki, kaçınılmaz olarak, Marksist devrimci duruşun ‘tadını kaçırmaya çalışan’ bir atalet durumuna düşerler. Öyle ki, Hitler faşizminin yenilgisinden sonra, anti-faşist cephenin karşılaştığı keskin bir ikilemde, ya devrimci eyleme geçme ya da burjuva egemenliğine entegre olma ikileminde, iki kutuplu dünyada, kapitalizmle sosyalizm arasında “sözümona” tarafsız (eylemsiz) kalmayı seçmişlerdir. Ama Holz’unda işaret ettiği gibi, Horkheimer’ın “Hitler=Stalin”, “faşizm=komünizm” eşitlemeleri, bu ataletin ideolojik olarak anti-komünizme isabet ettiği gerçeği ıskalanamaz.
“Eleştirel Teori”nin bütünü parçalama ile ‘özdeşleştirdiği’ otoriteye karşı çıkma, direnme ve onu yıkma fikri, kuşkusuz ki, ’68 hareketi tarafından coşkuyla karşılanmıştır. Gerçeklenmiş işçi sınıfı diktatörlüğünün karşısına dikilen Amerikan rüyası “hür dünya”, sözümona özgür bir dünya ütopyasını yüceltip, bireyin arzuladığı her şeyi eyleme geçirebilmesi gerektiği ve her türlü totaliter rejimin özgürlük ve insan düşmanı olduğu fikrini zıvanalar içerisine yerleştirirken, kaş göz ederek, bu totaliterliğin merkezinin Sovyet Rusya olduğunu işaret ediyordu. Bunun felsefi bir örtüşmesi olarak, “Eleştirel Teori” ilham verici bir nitelik taşımıştır. Fakat her teorinin sınandığı bir gerçeklik zemini vardır. ’68 hareketi, kaçınılmaz olarak “dünyayı değiştirme” fikrini eyleme döktüğünde, Timur’un karşısında tek başına kalan Nasreddin Hoca’nın yaşadığı gibi, Adorno ve Horkheimer’ın çoktan eylem alanından sıvışmış olduğu, hatta eylemleri bariz bir şekilde küçümseyen bir tavır takındığı gerçeğiyle oldukça pratik bir şekilde yüzleşmek zorunda kalmıştır. Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi’nde “Eleştirel Teori”cilerin yaşadığı bu “eylem tutulması” karşısında, onların takipçilerinin yaşadığı hayal kırıklığını belgesel bir nitelikte anlatmıştır. Adorno ve Horkheimer’a kıyasla pratik-politik eylem içerisinde daha görünür olmasına rağmen, adı “Yeni Sol”un kurucusu olarak alınan Herbert Marcuse de, bu durumdan muaf tutulmamıştır.

“YENİ SOL”
Genel olarak hippi hareketiyle ilişkilendirilen “Yeni Sol” akım, politik alanda ‘eski’ komünist partilere bir reaksiyon olarak, teorik alanda da Marx’ın “iş bölümü ve meta değişiminin toplumsal süreçlerine” dayanan yabacılaşma kavramını eleştirerek kendisini ortaya koymuştur. Akımın öncüsü Marcuse, “Eleştirel Teori”de Weberci toplum bilimi anlayışının en çok ön plana çıkmış figürüdür, denebilir. Buna göre, kapitalist ekonomi sisteminin temelinde yatan rasyonalite, “insanı da irrasyonel ve insanlık dışı amaçlar uğruna bir araca indirgeyen” araçsal us’un boyunduruğu, ancak “insana dışarıdan dayatılan amaçların her sistemini ortadan kaldıran eleştirel us” tarafından bertaraf edilebilirdi. Adorno’nun negatif diyalektiğindeki olumlamanın reddi, Marcuse’un bu düşüncesinde de kendisini göstermektedir. Toplumun –komünist toplum dahil her türlü biçimiyle–, bütünlükçü doğası gereği, birey üzerinde bir tahakküm yarattığı düşüncesi, Marcuse’ta, “toplumsal bir kurtuluş” fikrini olanaksız kılar. “Kurtuluş”, tek tek bireylerin toplumdan kurtuluşudur. Holz, Marcuse’ta “Büyük Ret” projesi olarak beliren ve teori ile pratiğin parçalanmasının doğurduğu bu ‘bireysel pratiğin sübjektivizmi’ni ve onun varoluşçu görünüşlerini açıkça eleştirmekte, ’60 yıllarda en parlak dönemini yaşayan “Yeni Sol” hareketinin –hâlâ bazı güncel izdüşümleri bulunmasına rağmen– ’70’li yıllarda, kapitalizmin kriziyle birlikle, derinleşen toplumsal çelişkilerin gerektirdiği politik pratik sınavı karşısında nasıl başarısız olduğunu ortaya koymaktadır.
“Frankfurt Okulu”nun kurucu neslinden sonra, Habermas’ın da içerisinde yer aldığı jenerasyonun, bütünün parçalanıp gerçekliğin fragmanlar haline dönüştürülmesi ve politik pratik eylemin önemi açısından öncellerinden daha ilerici bir tutum takındıklarını belirtmek gerekir. Fakat bu görece daha iyi tutumun, Marksizme daha da yaklaşan bir tutum olduğu söylenemez. Daha çok Weberci sosyoloji ve Freudçu psikanaliz üzerine yoğunlaşan ve bunları temel alan yaklaşımlar olarak ortaya konmuşlardır. Denilebilir ki, bu yaklaşımların Avrupa ve ABD ’68 kuşağı içerisinde –olumlu ya da olumsuz anlamda– bu denli ilgi görmesinin zemini, önemli ölçüde “Frankfurt Okulu” tarafından hazırlanmıştır.
Türkiye gençlik hareketi bugün ’68’dekinden çok daha sancılı bir arayış içerisindedir. Karikatürize bir ifadeyle “tutunacak bir dal”, “yaslanacak bir akıl hocası” ihtiyacıyla, karşısına çıkan her türlü başkaldırı, direniş, yapı-bozum vb. fikrine samimiyetle yaklaşmaktadır. Öyle ki, ideolojik veya teorik çözümlemeleri taban tabana zıt olan iki farklı teoriyi, salt iktidar, erk, tahakküm karşıtı bir heyecan sundukları için, aynı anda alkışlayabilmektedir. Son birkaç yıl içerisinde, daha önce sadece kitaplarını, makalelerini okudukları filozofların Türkiye’ye getirildiği aydın turizmi, bir yandan bu hayranlığın pratikteki yansımalarını görme olanağı sağlar; öte yandan, işçi sınıfının partisinin kesinlikle ıskalamaması gereken bir gerçek vardır ki, bu da, hayranlık duydukları filozof ve düşünürlerle yüz yüze tartışma olanağı bulan gençlerin bu aydınların pratik-politik tavır ya da tavırsızlık karşısında “hayal kırıklığına” uğradıklarıdır. “Marksist feminizm”in mihenk taşı Heidi Hartmann kapitalizm içi bir çözüm önerdiğinde, felsefenin Elvisi Slavoj Zizek hoşgörülü çokkültürcülüğü için Osmanlı’ya duyduğu sempatiyi dile getirdiğinde panel aralarında, koridorlarda hoşnutsuzluk mırıltılarının yükseldiği duyulabilir. Öte yandan, günümüz gençlik hareketi, sokak protestolarından okul işgallerine, sadece ‘tavır koymayı’ hedefleyen doğrudan eylem biçimlerine kadar her eylem biçimini deneme eğilimi göstermektedir. Gençlik, şu veya bu şekilde ilham aldığı, heyecan duyduğu filozofların aksine, “atalet” içerisinde değildir. Türkiye açısından konuşacak olursak, –tekrar edelim– “Frankfurt Okulu”na şimdiye dek getirilen eleştirilerin hemen hepsi onun politik sonuçlarını hedef alıyordu ki, bu da önemli bir çabadır. Holz’un Frankfurt Okulu Eleştirisi ile birlikte, bu eleştiriler, felsefi zeminine kavuşmuş olacaktır. Tam da bu yüzden, özellikle aydın genç kuşak arasında yaygınca rastlanan anti-Marksist eğilimlerde Marksist ve yerinde bir gedik açacak niteliktedir.

Osmanlı’dan günümüze dış borçlar ve yapısal dönüşüm

Avrupa ülkelerindeki yüksek kamu borçlarının ekonomi gündeminin ilk sıralarına oturduğu, borçlu ülkelerde iktidarların peşi sıra değiştiği ve sermaye akışını güvence altına alacak istikrar paketlerinin uygulamaya konulduğu bir dönemden geçiyoruz. Bir kez daha görülüyor ki, “borç krizleri”, finansman sorunu yaşayan ülkeler karşısında kapitalist dünya sistemindeki hegemonik aktörlerin elini güçlendiriyor ve taleplerini yaşama geçirebilecekleri kapsamlı bir yapısal dönüşüm için zemin hazırlıyor.
Ülkemiz böylesi borç krizlerine ve sonrasında dayatılan ağır koşullara pek de yabancı değil. Osmanlı Devleti’nin Kırım Savaşı nedeniyle aldığı ilk dış borçtan bugüne 150 yılın üzerinde zaman geçti. 1929 Buhranı, İkinci Dünya Savaşı gibi dünya ekonomisinin en sorunlu dönemlerinde, bu ülke ekonomisi, yurt dışına kaynak aktarmayı sürdürdü. Boğaz kıyılarındaki heybetli sarayların, açık deniz görmeden kıyıda çürümeye terk edilen donanmaların, kimilerinin adını bile duymadığı coğrafyalarda sürdürülen savaşların borcunu ödemeye devam etti Anadolu insanı, tamı tamına yüzyıl boyunca. Osmanlı’nın Türkiye’ye mirası olan dış borçlar ancak 1954 yılında tümüyle geri ödendi.
Osmanlı borçlarının tasfiyesiyle birlikte, artık tarih kitaplarında kalan bir geçmişe ait bir defter daha kapanmıştı belki. Ama Türkiye’nin dış borç macerası bitmek bilmedi. Bugün 300 milyar doların üzerine tırmanan dış borç stoğu ve bu borcun getirdiği faiz yükü, yüzyıl önce olduğu gibi, Türkiye halkının belini büküyor. Geçmişte Düyun-u Umumiye yetkililerinin denetiminde gerçekleşen dış borç ödemeleri yakın geçmişe kadar IMF denetiminde gerçekleşirken, bu durum, yaklaşık yüzyıl arayla ülke ekonomisinde söz sahibi olan bu iki uluslararası kurum arasında karşılaştırmaları da kaçınılmaz kılıyor.
19. yüzyılın ortalarında ilk kez uluslararası piyasalardan borçlanan Osmanlı Devleti kısa bir süre sonra kendini büyük bir borç açmazının içerisinde bulmuş ve böylece en önemli mali kaynaklarını Düyun-u Umumiye’nin kontrolüne devretmiştir. Düyun-u Umumiye döneminde, Osmanlı’da yabancı yatırımlar çarpıcı bir hızla artmış ve yine dış ticaretinin toplam ekonomik büyüklüğe oranı da yükselmiştir. Bu makalede, Osmanlı’nın küresel ekonomiye entegrasyonunda Düyun-u Umumiye’nin işlevi detaylı bir şekilde tartışılacaktır.
Türkiye ekonomisinin küresel ekonomiye entegrasyonunda bir diğer önemli dönüm noktası ise, IMF tarafından dayatılan 24 Ocak 1980 Kararları ve bu kararlara eşlik eden 12 Eylül askeri darbesi sonrasında uygulamaya konulan ekonomi politikalarıdır. Türkiye, 1980’lerde yaşanan ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere çevre ülkeleri derinden etkileyen uluslararası borç krizinin dışında kalmayı başaramamış ve uluslararası piyasalardan kredi temin edebilmek amacıyla bir kez daha IMF’nin kapısını çalmıştır. Buna karşılık, borç kriziyle birlikte alacaklı ülkelerin tahsildarlığına soyunan IMF, Türkiye’nin önüne kapsamlı bir neoliberal dönüşüm programı koymuştur. 1980 sonrası süreçte IMF’nin Türkiye üzerindeki ağırlığı artarak sürmüş ve ekonomi politikalarına dair en önemli karar mercii haline gelmiştir. Bu süreçte uygulamaya konulan politikalar, Türkiye ekonomisinin “ithal ikameci sanayileşme modeli”nden “ihracata dönük sanayileşme modeli”ne geçişi açısından bir dönüm noktası olmuş; dış ticaretin ekonomi içerisindeki payı artarken, ülkeye dönük yabancı sermaye girişleri de hız kazanmıştır. Çalışmanın son bölümünde, ülke ekonomisinin uluslararası sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması ve küresel ekonomiye entegrasyonu açısından Düyun-u Umumiye ile IMF’nin işlevleri karşılaştırılacaktır.

DÜYUN-U UMUMİYE’NİN TARİHSEL ARKAPLANI
1881 yılında kurulan ve 1897 yılından itibaren Cağaloğlu’nda bugün İstanbul Lisesi’ne ait olan görkemli binada faaliyet gösteren Düyun-u Umumiye idaresi, son dönem Osmanlı tarihinin en önemli ve en çok tartışılan aktörlerinden birisidir. Düyun-u Umumiye’nin ortaya çıkışının nedenlerini ve Osmanlı ekonomisinin yeniden yapılanmasındaki rolünü daha iyi anlamak için Osmanlı’nın borç serüvenine kısaca göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren coğrafi genişlemenin duraklaması ve modern merkezi orduya dönük ihtiyacın ortaya çıkışı ile birlikte merkezi idarenin kaynak ihtiyacı da artmıştır. Bu süreç, geleneksel tımar sisteminin çözülmesine ve merkeze kaynak akışını sağlayacak iltizam ve sonrasında malikane sisteminin ortaya çıkışına yol açmıştır. Ne var ki, vergi sistemindeki bu yapısal değişiklikler de ihtiyacı karşılamakta yetersiz kalmış ve sık sık sikkenin tağşişine* başvurulmuştur. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı devleti borçlanma araçlarını çeşitlendirmek, sınırlı sayıdaki sarrafların ötesinde daha geniş bir kesimden borçlanabilmek amacıyla iç borç tahvilleri (esham ve sonrasında sergi) piyasaya sürmüştür (Birdal, 2010:23).
Osmanlı’nın iç borçlanma amacıyla piyasaya sürdüğü bir diğer araç ise, kaime adı verilen banknotlardır. İlk olarak 1840 yılında faiz getirili bir hazine bonosu niteliğinde piyasaya sürülen kaimeler, zamanla kağıt para niteliğine bürünmüş ve üzerinde faiz taşımaksızın yaygın olarak piyasaya sürülmüştür. Mali sıkıntı içindeki Osmanlı, başı sıkıştığında kaime emisyonuna başvururken, diğer yandan büyük miktarda sahte kaime de piyasaya sürülmüş ve kaimenin değeri hızla gerilmeye başlamıştır. 1850’lerde kaimelere karşı güven büyük ölçüde kaybolmuş ve kaimelerin piyasadan çekilmesi, ekonominin ve maliyenin istikrarı açısından öncelikli konulardan biri haline gelmiştir (Clay, 2000:20-21). Kırım Savaşı ile birlikte tedavüle sürülen kaimelerin kısa sürede yüzde 30 değer yitirmesi ve maliyeye büyük yük bindirmesi, Osmanlı’nın finansal kaynak ihtiyacı için başka araçlara yönelmesine yol açmıştır.
Osmanlı’nın, maliyenin nispeten sınırlı borç ihtiyaçları için başvurduğu bir diğer kaynak ise, Galata bankerleridir. Genellikle esham karşılığı gerçekleştirilen borçların faizi genelde yüzde 10-18 arasında değişmekle birlikte, kimi zaman çok daha yüksek olabilmiştir (Clay, 2000:20-21). Galata bankerlerinden alınan borçların faizlerinin bu denli yüksek olması, sermaye kıtlığının yanı sıra borçların geri ödenmesinde yaşanan belirsizlik ve yüksek işlem maliyetleri ile açıklanabilir. Özellikle ödeme tarihlerine dair belirsizlik nedeniyle esham ve sergi sahipleri belli bir iskonto ile ellerindeki tahvilleri Galata Bankerlerine satmakta, bankerler ise, devlet kademelerindeki üst düzey bağlantıları sayesinde borçların geri ödenmesini sağlamaktadırlar. Böylece devletin borç geri ödemesindeki belirsizlikler ve yaptırım mekanizmalarının eksikliği, ufak bir azınlığın kamunun sırtından büyük kârlar elde ettiği bir ekonomik yapı ortaya çıkarmıştır. Galata Bankerlerinin elde ettiği yüksek kârlar yabancı basının da ilgisini çekmiş ve “Galata Vampirleri” olarak nitelendirilmelerine yol açmıştır (Times,16.12.1880).
1854 yılında Kırım Savaşı’nın başlamasıyla, Osmanlı kendini büyük bir finansal darboğazda bulmuştur. İç borçların hıza yükselen maliyeti ve kaime emisyonunun ekonomide yarattığı istikrarsızlık, hükümeti dış borç arayışına sürüklemiştir. 1854 yılında alınan ilk dış borç için Bank of England’a yatırılan Mısır vergisi karşılık gösterilmiştir. İngiltere ve Fransa’da piyasaya sürülen tahvillerin üzerindeki efektif faiz oranı yüzde 7.9 seviyesindedir ve aynı dönemde Galata Bankerlerinden alınan borçlarda uygulanan faiz oranının epey altındadır. Yine Kırım Savaşı nedeniyle, bu kez Osmanlı’nın savaştaki müttefikleri İngiltere ve Fransa’nın garantisi ile alınan 1855 borçlanması dışarıda bırakılırsa, 1854 borçlanması, Osmanlı’nın en düşük maliyetle yaptığı borçlanmadır. 1855 yılında ise, Mısır vergisinin yanı sıra İzmir ve Suriye gümrük vergilerinin karşılık gösterildiğ borçlanma, Osmanlı açısından büyük başarıyla sonuçlanmış ve efektif faiz oranı yüzde 4’ün altına gerilemiştir (Birdal, 2010:25-27).
Daha sonraları “Mısır Vergisi Borçları” olarak da adlandırılan bu iki borçlanmanın başarısı, borca karşılık gösterilen gelir kaynaklarının likiditesi (ve elbette ikincisinde tahvillerin piyasaya sürüldüğü ülkelerin resmi garantisinin alınması) ile de doğrudan ilintilidir.
Kırım Savaşı’nın yarattığı finansal darboğaz, Osmanlı’yı yeni borçlanma olanakları ile tanıştırmıştır. Yüzyılı aşkın bir süre önce, Morawitz’in de belirttiği gibi, “bazı şeyler çabucak öğrenilir. Borçluluk sanatı da bunlardan biridir. Osmanlı da bu alanda ilk adımı attıktan sonra çok hızlı yol almıştır” (Morawitz,1902). Dış piyasalara açılarak, daha geniş bir yatırımcı havuzuna daha düşük maliyetle ulaşma olanağıyla tanışan Osmanlı, gerçekten de kısa zamanda büyük bir dış borç sarmalının içine sürüklenmiştir. Ne var ki, borç stoğu arttıkça ve karşılık olarak gösterilecek gelir kaynaklarının güvenilirliği ve likiditesi düştükçe, Osmanlı tahvillerinin risk primi artmış, ilk borçlardaki düşük maliyetler giderek yükselmeye başlamıştır. 1865 yılından itibaren borca karşılık gösterecek cazip gelir kaynakları bulmakta zorlanılmış ve Osmanlı tahvillerinin efektif faiz oranı yüzde 10’lara tırmanmış, 1874 yılında ise yüzde 11.5 seviyesine erişilmiştir.
1875 yılında, toplam dış borç 252 milyon sterlin’e ulaşmıştır. Aynı dönemde, hazinenin gelirleri, resmi kayıtlara göre, bu rakamın ancak yüzde 9’u civarındadır (Birdal, 2010:54). Giderek ağırlaşan borç stoğu karşısında, borç servisinde zorlanan Osmanlı Devleti 1875 yılında iflas bayrağını çekmiş, uluslararası pazarlıklar sonucu, 1881 yılındaki Muharrem Kararnamesi uyarınca, Düyun-u Umumiye İdaresi kurulmuştur. Kararnameyle birlikte tuz ve tütün tekelleri, balık, alkol, damga vergisi, bazı bölgelerin ipek vergisi, Bulgaristan ve Doğu Rumeli vergileri ile Kıbrıs vergisi fazlasından elde edilen gelirler ve idaresi Düyun-u Umumiye İdaresi’ne terk edilmiştir. İdare heyeti, Fransa’dan iki, Almanya, Avusturya, İtalya, Osmanlı Hükümeti’nden ve İngiltere ile Hollanda’dan ortaklaşa seçilen birer temsilciden oluşmaktaydı. İdare heyetinin yabancı üyeleri, İtalya dışında, tahvil sahiplerince seçilmiş temsilcilerden oluşuyordu. İtalyan temsilci ise, Roma ticaret odası tarafından belirlenmekteydi (Birdal, 2010:103-104).
Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluş amacı dış borçların düzenli ödenmesini sağlamak olsa da, kurum, zamanla yeni borç anlaşmalarında da (Osmanlı hükümetinin de ısrarıyla) garantörlük görevi üstleniyor ve her yeni borca karşılık tahsis edilen gelir kaynakları idareye devrediliyordu. 1903-1904 yılında Düyun-u Umumiye İdaresi’nin gelirleri toplam hazine gelirleri içerisinde yüzde 13’lük bir paya sahipken, 1911 yılında bu oran yüzde 17’ye tırmandı. Osmanlı borçları arttıkça yetki alanı genişleyen idarenin çalışan sayısı, 1912 yılında, Maliye Nezareti’ndeki çalışan sayısını geçmişti (Birdal, 2010:104).

OSMANLI EKONOMİSİNİN KÜRESEL KAPİTALİZME ENTEGRASYONUNDA DÜYUN-U UMUMİYE’NİN ROLÜ
Osmanlı tarihi yazınında 19. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyonu açısından ağırlıklı olarak 1838 Ticaret anlaşmasının üzerinde durulmaktadır. 1838 anlaşması, Osmanlı tarafından Batılı devletlere tanınan ne ilk ne de son kapitülasyondur. Ne var ki, devlet tekellerinin oluşumuna dair getirilen kısıtlamalar ve ihracat kısıtlamalarının kaldırılması açısından daha önceki kapitülasyonların çok ötesine geçmiştir. 1838 anlaşması, Osmanlı’nın mali bağımsızlığını ciddi ölçüde sınırlandırması açısından da, büyük önem taşımaktadır. Yine yabancı tüccarlara getirilen iç vergi muafiyetleri ile yabancı tüccarlara yerli nüfus karşısında büyük avantajlar sağlamış, yabancı malların ülkenin iç kesimlerine girişini kolaylaştırmıştır.

Grafik 1. Osmanlı Dış Ticareti 1830- 1913 (milyon Sterlin)

Kaynak: Pamuk, 1994:24.

Grafik 1.’de sunulan veriler de, 1838 anlaşmasının Osmanlı dış ticareti açısından önemini doğrulamaktadır. 1838 sonrasında, Osmanlı dış ticareti 1870’lere kadar istikrarlı bir artış kaydetmiş, bu tarihten sonra ise duraklama göstermiş, hatta kısmen gerilemiştir. Bu duraklamanın temel nedenleri arasında, dünya ekonomisindeki gelişmeler kadar (1873 Büyük Depresyonu gibi), Osmanlı ekonomisinin büyük ölçüde geçimlik üretime dayalı yapısı ve dış ticaretin daha fazla gelişmesi için gerekli altyapıya sahip olmaması da gösterilebilir. Osmanlı dış ticaretinin hızla artış gösterdiği bir diğer dönem ise 1890 sonrasıdır. Bu dönemde Düyun-u Umumiye tarafından gerçekleştirilen kurumsal değişiklikler Osmanlı’ya dönük fon akışını hızlandırmakla kalmamış, dış ticaretin de hızla artış gösterdiği ikinci bir kırılma yaratmıştır. Özellikle büyük ölçüde Düyun-u Umumiye’nin işbirliği ile gerçekleştirilen demiryolu yatırımları geçimlik üretimin çözülmesini hızlandırmış, Avrupa mallarının iç pazarlara erişimini kolaylaştırmıştır.
Muharrem Kararnamesi ile birlikte Osmanlı mali bağımsızlığını büyük ölçüde yitirmiştir. Buna karşılık, Avrupa piyasalarına daha öncesine göre daha düşük faiz oranlarından erişme olanağı bularak, kısa vadeli kaynak sorununu kısmen çözmüştür. Grafik 2.’de görüldüğü gibi, 1854-1881 dönemi ile karşılaştırıldığında, 1881 sonrasında Osmanlı tahvillerinin efektif faiz oranları ortalama yüzde 5 seviyesinde gerilemiştir.

Grafik 2. Osmanlı Tahvillerinin Efektif Faiz Oranı: 1854-1914

Kaynak: Birdal, 2010:86.

Elbette burada, Osmanlı tahvillerinin faizindeki gerilemenin, kapitalist merkez ekonomilerinin faiz oranlarındaki düşüşten ve bunun yarattığı düşük maliyetli fon akımından kaynaklandığı düşünülebilir. Bu etkiyi ortadan kaldırmak amacıyla, Osmanlı tahvillerinin getirisi ile yüzde 2.5’lik İngiliz konsollarının getirisi arasındaki farkın tarihsel seyrine gözatmak gereklidir. İngiliz konsolları 19. yüzyılda en güvenli, risksiz, uzun vadeli yatırım aracı olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle Osmanlı tahvilleri ile İngiliz konsollarının getirisi arasındaki fark (spread), bize Osmanlı tahvillerinin risk primini vermektedir. Grafik 3’ten de görüldüğü gibi, 1854-1855 borçlarından sonra Osmanlı tahvillerinin üzerindeki risk primi yüzde 5 seviyesinin üzerinde seyretmiş, iflas sonrası çıkarılan 1877 tahvillerinde ise yüzde 7 seviyesine ulaşmıştır. Düyun-u Umumiye sonrasında ise risk primi keskin bir düşüş göstermiş ve yüzde 3.5 seviyesinin üstüne çıkmamıştır. Düyun-u Umumiye öncesinde ortalama yüzde 5.7 olan risk primi, sonraki dönemde ortalama yüzde 2.1 seviyesine gerilemiştir.

Grafik 3. Osmanlı Tahvilleri ile İngiliz Konsolların Getirisi Arasındaki Fark

Kaynak: Birdal, 2010:87.

Düyun-u Umumiye döneminde geçekleştirilen 25 borçlanmanın 18’inde, kurum, borca tahsis edilen gelir kaynaklarının idaresinde sorumluluk almıştur. Bu borçlara karşılık olarak, genelde Düyun-u Umumiye gelirlerinin fazlasının, gümrük ve çeşitli bölgelerin öşür gelirlerinin ipotek edildiği görülmektedir. Geri kalan borçlanmalarda ise, hükümetin Reji şirketindeki payı ya da yine Reji aracılığıyla toplanan tütün öşürü geliri gibi, doğrudan hükümetin denetiminde olmayan, kolay denetlenebilecek ve güvenilir gelir kaynaklarının ipotek edildiği görülmektedir.
İngiliz yurtdışı tahvil sahiplerini temsil eden CFB (Council of Foreign Bondholders) raporlarından, Düyun-u Umumiye’nin ilk başlarda yeni borçlanmalara aracılık etmekte çekimser bir tutum takındığı anlaşılmaktadır (CFB:1895-1896:328-329). Bunun temel nedeni olarak, tahvil sahiplerinin, kurumun geri ödenmesi ile yükümlü olduğu borç stoğunun büyümesi ile birlikte kredibilitesinin azalması ve dolayısıyla da elde bulundurdukları tahvillerin değer yitirebileceği kaygısı gösterilebilir. Diğer yandan, imparatorluk üzerindeki siyasi hegemonyasını geliştirme arayışındaki Batılı devletler açısından Düyun-u Umumiye’nin Osmanlı ekonomisinin üzerindeki hakimiyet alanının genişlemesi önemli bir fırsat oluşturmaktaydı. Aynı şekilde, imparatorluk topraklarında yapacağı yatırımlar için Düyun-u Umumiye’nin işbirliğini arayan Avrupa sermayesi, özellikle demiryolu şirketlerinin çıkarları da bunu gerektirmekteydi. Kaldı ki, Düyun-u Umumiye Konseyi’nin üyelerinin önemli bir bölümü aynı zamanda bu şirketlerde yönetici konumundaydı ve bu şirketlere ait yatırımların güvence altına alınması kişisel çıkarları doğrultusunda idi. Yine bu dönemdeki birçok borç anlaşmasının, Osmanlı devletinin yabancı şirketlere dönük yükümlülüklerini yerine getirebilmek için yapıldığını vurgulamak gerekir.
Sonuç olarak, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin Osmanlı’nın gelir kaynakları üzerindeki kontrolü, Muharrem Kararnamesi’nde tanımlananın çok ötesine geçmiştir. 1898 yılında kararname sonrası idareye aktarılan kaynaklardan elde edilen gelir, 1881 yılında aktarılan kaynaklardan elde edilen gelirin 1 milyon sterlin üzerindedir (Birdal, 2010:91). Kendi coğrafyasında mali ve elbette siyasi otoritesini giderek yitiren Osmanlı hükümeti, kuşkusuz ki bu durumdan rahatsızlık duymuştur. Ne var ki, kısa vadeli likidite ihtiyacı içerisinde hükümet borçlanmaya devam etmiş, her yeni borç ile Osmanlı’nın ekonomik bağımsızlığının sınırları daha da daralmıştır.
1881-1914 dönemi Osmanlı borçlarının bir diğer önemli özelliği ise, sarayın lüks harcamaları ve ordunun ihtiyaçlarından kaynaklı bütçe açıklarını kapatmaya dönük önceki dönem borçlanmalarının aksine, önemli bir bölümünün altyapı yatırımlarına tahsis edilmeleridir. Bu dönemdeki 25 borçlanmanın 6’sı demiryolları, biri ise liman yapımı için alınmıştır. Aynı dönemdeki bir diğer borçlanma ise, Osmanlı döneminin en büyük tarım projesi olarak gösterilen 1913 Konya Ovası Sulama projesi için yapılmıştır (Issawi,1980:204). Bu yatırımların ortak özelliği, Osmanlı ekonomisi açısından olduğu kadar, yabancı yatırımcılar açısından da büyük önem taşımalarıdır. Örneğin, Konya bölgesinin öşürü Bağdat demiryolu şirketine tahsis edilmiş ve sulama projesi de, ilk olarak, vergi gelirini arttırmak isteyen şirket tarafından hükümete teklif edilmiştir (Issawi,1980:200). Demiryolu (ve liman) yatırımları ise, Osmanlı’ya dönük mal ihracı ve Osmanlı’dan hammadde ithalatını geliştirmenin yanı sıra Avrupalı kapitalistlere (Düyun-u Umumiye’nin garantisi altında) cazip ve güvenli bir kâr olanağı sunmuştur.
Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu ve sonrasında gerçekleştirilen finansal reformlar sadece Osmanlı’nın tahvil ihracını kolaylaştırmakla kalmamış, doğrudan yatırımlarda da büyük artış yaşanmasına neden olmuştur. Özellikle 1875 yılındaki iflas sonrasında Avrupalı kapitalistlerin Osmanlı hükümeti ile iş yapmaktan kaçındıkları bir ortamda, Düyun-u Umumiye’nin varlığı, yabancı sermaye açısından önemli bir teminat oluşturmuştur. Zaman içerisinde kurum, Osmanlı tahvil sahiplerinin temsilciliğinden, Blaisdell’in deyimiyle, yabancı sermayenin “bekçi köpeği”ne dönüşmüştür (Blaisdell, 1929: 152).

Grafik 4. Doğrudan Yabancı Yatırımdan Kaynaklanan Fon Akımı: 1859-1913

Kaynak: Pamuk, 1994:197-200.

Grafik 4, 1859-1913 yılları arasında doğrudan yabancı yatırımların gelişimini göstermektedir. DYY’lar, 1860’larda başlamakla birlikte, Düyun-u Umumiye sonrasına değin belirginlik kazanmamıştır. 1859-1881 yılları arasında ülkeye dönük net DYY girişi, yıllık ortalama 548 bin sterlin seviyesinde kalmıştır. 1882-1913 yılları arasında ise, yıllık net DYY girişi 1,996 milyon sterlin seviyesine tırmanmıştır. Osmanlı ekonomisine dönük en yüksek DYY girişi, 1888-1896 yılları arasında gerçekleşmiş ve toplam DYY girişinin yüzde 40’ını oluşturmuştur. Bu dönemdeki yatırımların önemli bir bölümünü, Düyun-u Umumiye’nin idaresi altında gerçekleştirilen demiryolu yatırımları oluşturmuştur. Aynı grafikten 1876-1887 ve 1897-1913 yılları arasından kâr transferlerinin DYY girişinin üzerinde kaldığı ve net sermaye çıkışı gerçekleştiği görülmektedir. Bu durum, Düyun-u Umumiye’nin çevreden merkeze dönük kaynak aktarımını sağlamakta Batı emperyalizminin başlıca araçlarından biri olduğu yönündeki argümanı doğrular niteliktedir.

Grafik 5. 1914 Yılı İtibariyle DYY’ın Sektörel Dağılımı

Kaynak: Pamuk, 1994: 74.

Osmanlı’daki DYY’ların sektörel dağılımına bakıldığında, Düyun-u Umumiye’nin yabancı yatırımları ülkeye yönlendirmekteki önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Grafik 5’te de görüldüğü gibi, DYY’ın sadece yüzde 5.3 dolayında bir kısmı endüstriye gitmiştir. Büyük bir bölümü ise, gerek imparatorluk içinde, gerekse de Avrupa ile ticareti arttırmaya dönük demiryolu ve liman yatırımlarına yönelmiştir. Bankacılık ve sigortacılık faaliyetlerine yönelen yatırımlar da bu kategori altında değerlendirilebilir. Önemli bir bölümü Düyun-u Umumiye’nin gelir idaresine dayalı olarak gerçekleştrilen demiryolu yatırımları, toplam DYY içinde yüzde 63 gibi büyük bir pay tutmaktadır.
Düyun-u Umumiye, Osmanlı ekonomisinin küresel kapitalizme entegrasyonunda, diğer bir deyişle Batı emperyalizminin ülkede hakimiyetini arttırmasında kuşkusuz büyük rol oynamıştır.  Bu dönemde, Osmanlı maliyesinin borç taleplerini karşılamaya yönelik dolaylı yabancı yatırımlar iflasa rağmen kurumun yarattığı güvenle ülkeye akmaya devam etmiş, doğrudan yabancı yatırımlar ise benzeri görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Doğrudan yatırımların büyük kısmı Düyun-u Umumiye garantisi altında gerçekleştirilen demiryolu yatırımlarına akmakla birlikte, ülke içerisinde taşımacılık olanaklarının genişlemesi, içerideki geçimli üretim tarzında çözülmeyi hızlandırdığı gibi, Batı ürünlerinin iç pazarlara ulaşımını da mümkün kılmıştır. Bundan dolayı aynı dönemde sadece yabancı yatırımlar değil, dış ticaret de büyük ivme kazanmış, kapitalist merkezde sıkışan sermaye güvenli ve cazip yeni yatırım olanaklarına kavuşmuştur.

1980 BORÇ KRİZİ VE TÜRKİYE EKONOMİSİNDE DÖNÜŞÜM
Lozan anlaşması sonrasında borç ödemeleri konusunda alacaklı ülkelerle yeniden anlaşmaya varılmış ve Düyun-u Umumiye İdaresi ülke dışına çıkarılarak gelir kaynakları Türkiye’ye devredilmişti. Bundan sonraki süreçte borç taksitlerinin ödenmesinde bir aracı rolü üstlenmenin ötesinde başka işlevi olmayan kurumun Türkiye ekonomisi üzerinde herhangi bir yaptırım gücü de kalmamıştı.
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da devralınıp ödemelerine devam edilen Osmanlı borçları, ancak 1954 yılında tamamen geri ödenebilmiştir. Tabii ki, bu tarih, Türkiye’nin dışa bağımlılığı üzerinden attığı bir dönemin başlangıcı sayılamaz. Osmanlı’nın borçları bitse de, genç Türkiye Cumhuriyeti yeni borçlar yaratmaktaydı. Aynı yıl, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar 300 milyon dolarlık bir yardım almak için Amerika’ya gitmişti. Yine Menderes’in yoğun çabaları ve Bonn ziyareti sonucunda, Almanya’dan 450 milyon marklık bir kredi alınmıştı (Birdal, 1999:12).
Marshall yardımıyla Türkiye üzerinde hegemonyasını kurmaya başlayan ABD ve sonraki yıllarda ekonomiyi kontrolü altına alacak olan IMF ile daha 1947 yılında tanışmıştık bile. Belki Düyunu Umumiye ortadan kalkmıştı, ama onu hiç de aratmayacak bir IMF vardı. 1970’lerdeki pervasız borçlanmayı izleyen borç krizi sonrasında IMF herkesin hayatına girmişti artık. Kuruluşunda, üye ülkelerin “arızi likidite sorunlarını çözmek amacıyla” oluşturulduğu ifade edilen IMF, 1980’li yıllarda yeni bir kimlikle ve dünya ekonomisinde büyüyen rolüyle karşımıza çıkmaktaydı. IMF’nin yeni misyonu ise, Düyun-u Umumiye’yi hatırlatmaktaydı: “Alacaklı ülkelerin tahsildarlığı”.
Dünya ekonomisinde istikrarsızlığın en büyük sorun olarak belirginleştiği bir dönemde, Türkiye, istikrarı sağlamaktaki yegane aracı olan plan disiplininden tamamen uzaklaşmıştı. 1974 yılında meydana gelen petrol fiyat artışına ve dünya ekonomisinin içine sürüklenmekte olduğu krize, sürekli bir seçim konjonktürü içinde, kısa vadeli borçlanma kanallarını sonuna kadar zorlayarak, ithalat ve milli gelirdeki büyüme hızlarını sürdürmeye çalışarak tepki göstermişti. Bunun sonucunda, 1974-75 yıllarında planlı önlemler ile daha hafif atlatılabilecek bir bunalım, 1977’de üç yıl gecikme ile, ama olanca şiddetiyle kendini göstermişti (Boratav, 1995:115). Böylece Türkiye, krize, 1977’de, yani 1979’daki ikinci petrol krizinden ve 1982’de Meksika ile patlayan borç krizinden önce adım atıyordu.
Bu krizin göstergelerini aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür:
Türkiye ekonomisi 1974 yılında da büyüme kaydederken, kriz geciktirilmekteydi. Dünyada üretim hızının (hizmet ve inşaat sektörleri hariç) %2’lere düştüğü 1975 yılında da, Türkiye %8.0 oranında büyüme kaydetmişti. Bu dönemin faturası ise, 1977 yılından itibaren ödenmeye başlanmıştı. 1977’de büyüme hızının %4’lere düşmesiyle başlayan gerileme, 1978’de %3, 1979’da %-0.3, 80’de ise %-0.7 ile doruğa ulaşmıştı (Başkaya,1986a: 159).
Aynı yıl içerisinde dış ticaret göstergeleri şiddetle bozulmaktaydı. İhracat bir önceki yıla göre 200 milyon dolar gerilerken, ithalat %13 oranında, yani 660 milyon dolar arttırılmış, bunun sonucunda ihracatın ithalatı karşılama oranı da % 30’lara gerilemişti. Dış ticaret açığı ise 4 milyarı aşmaktaydı. Milli hasılanın %5’e varan bir oranda büyümesine imkan veren, kısa dönemli, yüksek faizli DÇM (Dövize Çevrilebilir Türk Lirası Mevduat Hesapları), banker borçları ve ticari kredilerle mümkün kılınan bu zorlama, yıl sonu geldiğinde patlak vermişti. Artık bütün kredi kanalları tıkanmış ve petrol dahil tüm ithalatın peşin ödeme ile yapılması zorunluluk halini almıştı (Boratav, 1995: 115).
Dış ticaret hadlerinde de Türkiye aleyhine bir gelişme göze çarpmaktaydı. 1973 yılını yüz olarak alırsak, Türkiye’nin dış ticaret hadleri, dolar cinsinden, 1974’te 92.0, 1975’te 77.7, 1978’de ise 73.8 olarak belirmekteydi. 1973-1979 yılları arasında Türkiye’nin ihraç fiyatları %82.4 oranında artarken, aynı dönemde ithal malları fiyatlarındaki artış %147.5 olmuştu (Başkaya,1986a:149).  Nitekim toplam dış borcun GSMH’ye oranı 1974’te % 11.7 iken, 1977’de % 27.4’e yükselmiştir. Toplam dış borcun ihracat gelirlerine oranı, aynı yıllarda, sırasıyla % 178.4 ve % 491.9’dur. Dış borcun artan baskısı karşısında, 1974-78 kesitinde, dış borç ödeme yükümlülüğü uluslararası rezervler eritilerek yerine getirilirken, özellikle kısa vadeli borçların tırmanmasında DÇM’ler çok önemli bir rol oynamıştır (Sönmez, 1998:468). Tırmanan dış borçlar karşısında, 1977 yılı sonunda dış kaynak girişinin de tıkanmış olması, ekonominin içine girdiği çıkmazı derinleştirmiştir. 1976’da 278 milyon dolar fazlayı işaret eden net dış borçlanma dengesi, 1977’de –38, 1978’de –85, 1979’da –22 milyon dolar olarak sürekli açık vermiştir (Sönmez,1998: 468).
Bütün bunların neticesinde, bilhassa 1978-79 yıllarında, Türkiye ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmış, ithal malı bulamaz olmuş, fabrikalar elektrik kısıntılarından çalışamaz hale gelmiştir (Gürsoy,1989: 241). Türkiye’nin pazarlık gücünün en az olduğu böylesi bir noktada, IMF, OECD, Dünya Bankası üçlüsünün pazarlık gücü ise doruk noktasına ulaşmıştır. Türkiye, yeni borç ertelemeleri olmazsa borç ödeyemeyecek bir hale girecek, taze krediler bulunamazsa ekonomi yönetilemeyecek bir duruma gelecektir. OECD, 1979’da 989.3 milyon dolar kredi vermeyi taahhüt ettiği halde, sadece 253.7 milyon dolar ödemişti. Suudi Arabistan’dan da kredi talebinde bulunulmuş, ama alınamamıştı. Türkiye’nin ivedi bir şekilde OECD ülkelerine olan borçlarını ertelemesi ve buna ilaveten en az 1-1.5 milyar tutarında taze kredi bulması zorunluydu (Kazgan,1988:26).
Özellikle azgelişmiş ülkelerin borçlarını ödeyemez hale gelmesiyle birlikte, uluslararası bankalar, Dünya Bankası ve IMF işbirliğine gidilerek, ekonomi yakın takibe alınmış, IMF onayına bağlı kredi sistemine geçilmişti. Bu yüzden, Türkiye’nin IMF onayı olmadan resmi nitelikli herhangi bir kredi alması söz konusu bile olamazdı. Bunu çok iyi bilen hükümet, IMF’nin onaylayacağını bildiği, neoliberal bir çerçevede şekillenen ve ekonominin dışa açılmasını öngören 24 Ocak programını hazırladı. Bu tarih, Türkiye’nin sözde dışa açılmaya başladığı, gerçekte ise uluslararası sömürüye karşı tümüyle korumasız kalmasına giden bir sürecin başlangıcını ifade etmekteydi.
1970’lerin “ithal ikameci sanayileşme ve birikim tarzı”, 1980’lere gelindiğinde, yerini, Türkiye’ye dünya kapitalizmi tarafından biçilen role uygun bir iktisadi entegrasyon modeline bırakmıştır. Bu modelin işleyebilmesi için, Türkiye’nin, özellikle dış ilişkilerinde “neo-liberal” bir politika izlemesi; iç üretim maliyetlerini düşürmesi için de, ücretliler üzerinde çok daha yoğun ve siyasal baskının eşlik ettiği bir ekonomik baskı yaratması gerekli olmuştur. Toplam talep içinde ağırlığı artması amaçlanan dış talebe uygun bir üretim yapısını, belirli alanlarda uzmanlaşarak gerçekleştirmek, ekonominin yeniden yapılanmasını da gerektirmektedir. İthalatta korunma oranları düşürülerek yerli üretimi dış rekabete açmak, yabancı sermayenin girişini kolaylaştırmak, kamu kesiminin ekonomideki yerini küçültmeye çalışmak, orta ve uzun vadede varılması hedeflenen amaçlar olarak, bu dönemde gündeme girmiştir. İhracatta bir sıçrama yapılması ise, uzun dönemli bir politika aracı olduğu kadar, kısa dönemde gerçekleştirilmesi gereken öncelikli bir hedef olarak da kendisini dayatmış ve kaynaklar bu yolda sarfedilmiştir (Oyan,1989:110). Bu doğrultuda hazırlanan 24 Ocak programının içeriğini ve amaçlarını kısaca şöyle özetleyebiliriz (Kazgan, 1995:186-188):
1) Dış ticarette serbestleşme, devalüasyonlar ve mali desteklerle ihracatın arttırılması: Reel devalüasyonlar ve mali desteklerle ihracat arttırılacak, öte yandan gümrük vergilerinin kademeli olarak azaltılmasıyla ithalat serbestleştirilecekti. İhracatta gerçekleşecek artış ile birlikte uluslararası finans çevrelerinin güveni kazanılacak ve taze kredi bulabilme olanakları genişleyecekti.
2) Döviz piyasasında ve sermaye girişlerinde serbestleşme, günlük kur uygulamasına geçilmesi: Döviz fiyatının belirlenmesi Merkez Bankası’na bırakıldı ve 1981 yılında günlük kur uygulamasına geçildi. Yabancı sermaye girişlerini arttırmak amacıyla dolaysız yatırımlar üzerindeki denetim gevşetildi.
3) Devlet kesiminin küçültülmesi, KİT’lerin özelleştirilmesi: KİT’lere yapılan mali desteğin azaltılması ile iç fiyatlar piyasa denge fiyatını yansıtacak, KİT ürünlerine sürekli zam yapılacak ve hizmet kapsamları daraltılacaktı. KİT’lere yapılan mali desteğin azaltılmasıyla, KİT’ler teknolojik olarak geri bırakılmıştı, böylece özelleştirilmeye zemin hazırlanmış oluyordu.
Özelleştirme, 1980’li yıllarda, borç tuzağına düşen ülkeler için “merkez ülkeleri”nin ortaya koyduğu başlıca çözümdür. Böylece, borç faizlerini dahi ödeyemez duruma düşen ülkelerden, borç karşılığı hisse senedi alınacak; borç ödemeleri garanti altına alınırken, “merkez ülkeleri” de, kendi iç piyasalarındaki durgunluğu yeni yatırım alanları kazanarak aşacaklardı. Bu dönemden sonra, özelleştirmenin evrensel boyutta haberleşme, ulaştırma, enerji, yeraltı kaynakları ve benzeri sektörlerde yoğunlaşmasının nedeni ise, sermayenin kâr haddinin arttırma arayışıdır. Doğal tekel konumundaki bu sektörlerde, kamu tekelleri, kamu hizmeti yerine getirdikleri için düşük fiyat uygularlar ki, bu da kâr haddini düşük tutar. Bunun sonucunda, bu sektörlerdeki özelleştirmeden uluslararası ve yerli sermaye iki taraflı yarar sağlayacaktır. İlki, KİT’lerin düşük kâr haddinden dolayı sermaye piyasasında oluşacak düşük satış fiyatından sağlanacak kâr; ikincisi ise, özel tekele dönüştüğünde uygulanacak tekel fiyatından sağlanacak kârdır.
4) Para miktarının denetlenmesi ve faiz hadlerinin serbestleştirilmesi:1985’e kadar süren IMF denetimindeki süreçte, enflasyonun düşürülmesi için, para miktarının belirlenmesi öngörülüyordu. Bu, kamu kesiminin TCMB’den alacağı kredilerin kısıtlanması anlamına gelmekteydi. Faiz hadleri ise serbestleştirilecek ve reel pozitif düzeye ulaştırılacak, bu sayede artan tasarrufların sabit sermaye yatırımına dönüşmesiyle ekonomi gelişecekti.
5) Sermaye üzerindeki vergilerin hafifletilmesi: Laffer kuramından esinlenerek sermaye üzerindeki vergilerin düşürülmesiyle yatırımın, üretimin ve buna bağlı olarak toplam vergi gelirinin arttırılması öngörülmüştür. Para miktarının denetlenmesine vergilerin hafifletilmesi eşlik edince, kamu kesiminde iç borçlanma politikası ağırlık kazanmaya başlamış ve bu da reel faizlerin yükselmesini sağlamıştır.
6) Reel ücretlerin ve tarım fiyatlarının baskı altında tutulması: Ücretlerin geçmiş değil beklenen enflasyona göre ayarlanması yoluna gidilerek, reel ücretler düşürülmüştür. Bu politika sonucu, reel ücretler 1988’de dibe vurmuş, 1977’deki düzeyine göre %55 oranında azalmıştı. Ücretlerin baskı altında tutulacak olması, kısacası enflasyonun dar gelirli kesimin sırtından düşürülmesi politikası, 12 Eylül rejimi ile birlikte siyasal güvencesini de oluşturmuştu.
12 Eylül 1980’deki askeri rejimi izleyerek, bazı sendikalar ve konfederasyonların faaliyeti yasaklandı; grev ve lokavt hakkı Milli Güvenlik Kurulu tarafından ertelenerek, “süresi sona eren toplu iş sözleşmelerinin sosyal zorunluluk hallerinde yeniden yürürlüğe konması” için 24/12/1980 tarihli ve 2364 No.lu yasa çıkarıldı ve Yüksek Hakem Kurulu kuruldu. Yüksek Hakem Kurulu, süresi sona eren toplu iş sözleşmelerini yeni duruma göre yenileyerek yürürlüğe koyma işlevini üstlendi (Kazgan,1988:352-353). Tarım sektöründe ise, tarım destekleme politikalarındaki değişiklikler sonucu kapsama alanı daraltıldı; kimyasal gübre dışındaki girdi fiyatları serbest bırakılırken, kamu kurumlarınca alınan ürünlerde ödemeler geciktirildi.
Bu uygulamalar, 12 Eylül iktidarının sınıf karakterini de açıkça gözler önüne sermektedir. 1980 sonrasındaki uygulamalar sayesinde devlet eliyle yeni bir rantiye kesimi yaratılırken, ücretli kesimin ve tarım kesiminin yaşam koşulları zorlaştırılmıştır. Ücretler enflasyon karşısında hızla erirken, buradan tasarruf edilen kaynaklar belirli bir kesime teşvik adı altında aktarılmıştır. Bunların sonucunda ise, gelir dağılımının hızla bozulması kaçınılmaz hale gelmiştir.
24 Ocak Kararları 12 Eylül sonrasında uygulama zemini bulmuş, ama ilk yıllarda yabancı sermaye girişleri, başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde uygulanan daraltıcı para politikaları ve yüksek enflasyon hadleri nedeniyle oldukça sınırlı kalmıştır. 1979-1981 yılları arasında, Paul Volcker’in başkanlığındaki FED, faiz oranlarını yüzde 11’den yüzde 20 gibi rekor bir seviyeye çekerek, katı bir enflasyonla mücadele programı uygulamaya koymuştur. Yine Latin Amerika başta olmak üzere küresel borç krizinin şiddetlenmesi nedeniyle “gelişmekte olan piyasalar”a dönük risk algısı artmış ve sermaye akımlarını sınırlandırmıştır. Ülkedeki siyasi istikrarsızlık ortamı ve askeri dikta rejiminin uluslararası kamuoyundaki yansımaları da, ülkeye dönük yabancı sermaye girişinin beklenen seviyede olmamasına yol açmıştır.
Grafik 6’da, 1980 sonrası Türkiye’ye dönük net yabancı sermaye girişi gösterilmektedir. 1980 yılında 672 milyon dolar seviyesinde seyreden net yabancı sermaye girişi, 1985’de 1 milyar dolara yükselmiş, 1990’da 4 milyar dolara, 2000’de ise 9,6 milyar dolar seviyesine tırmanmıştır. 1991’de Körfez Krizi, 1994’de 5 Nisan Krizi ve 1998’deki Asya ve Rusya krizlerinde ise, sırasıyla, 1991’de yaklaşık 2,5 milyar dolar, 1994’de 4,3 milyar dolar ve 1998’de 840 milyon dolar net sermaye çıkışı gerçekleştiği izlenmektedir. 1980 sonrasında ülke ekonomisi dış piyasalarda yaşanan gelişmelere daha da duyarlı hale gelmiş, özellikle sıcak para giriş ve çıkışları dönem dönem ülke ekonomisini büyük istikrarsızlığa sürüklemiştir.

Grafik 6. 1980 sonrası Türkiye’ye Dönük Net Yabancı Sermaye Girişi (milyon dolar)

Kaynak: Güven:2008:78.

DYY rakamlarına bakıldığında benzer bir durum görülmektedir. 1954-1980 arasında 200 milyon dolar seviyesinde kalan DYY rakamları, 1980 sonrasında artış eğilimine girmiş, ama özellikle 1988 yılına kadar ülke ekonomisindeki rolü oldukça sınırlı kalmıştır. Ülkeye dönük DYY, 1980 yılındaki 18 milyon dolar seviyesinden, 1981 yılında 95 milyon milyon dolara, 1987 yılında 354, 1988’de 663, 1991 yılında ise 783 milyon dolar seviyesine tırmanmıştır. Asya ve Rusya Krizi sonrasında, “gelişmekte olan piyasalar”daki istikrarsızlık, içerideki siyasi istikrarsızlık ortamı ile birleşince, 1990’ların sonunda, DYY’ların sert bir şekilde gerilediği görülmektedir. Bu dönemde, yabancı yatırımların, ağırlıklı olarak bankacılık, sigortacılık ve turizm sektörlerinin yanı sıra yap işlet devret modeli çerçevesinde hayata geçirilen altyapı yatırımlarına yöneldiği görülmektedir (Güven:2008:80).

Grafik 7. 1980 sonrası Türkiye’ye Dönük DYY Girişi (milyon dolar)

Kaynak: Güven:2008:78.

DÜYUN-U UMUMİYE’DEN IMF’YE BORÇ VE YAPISAL DÖNÜŞÜM
Sunulan çerçeve içerisinde, “çevre”den “merkez”e kaynak aktarımı sürecinde oynadığı rol göz önüne alındığında, Düyun-u Umumiye’nin işlevi ile 24 Ocak sonrası Türkiye ekonomisinde IMF’nin işlevi büyük oranda örtüşmektedir. Bu açıdan Düyun-u Umumiye ile IMF arasında sıkça kurulan paralellikler doğrulanmaktadır. Ancak kimi araştırmacıların gözden kaçırdığı farklılıklar da vardır. Öncelikle, IMF tarafından borçlu ülkelere dayatılan politikalar demeti, devletin ekonomi alanındaki rolünü kısıtlamanın yanı sıra gümrüklerin düşürülmesi ve piyasa ekonomisinin önündeki engellerin koşulsuz kaldırılmasını da getirmektedir. Düyun-u Umumiye örneğinde ise durum farklıdır. Düyun-u Umumiye, tütün (daha sonra yine Düyun-u Umumiye ortaklığında kurulan Reji şirketine devredilmiştir) ve tuz tekeli de dahil olmak üzere, farklı alanlarda faaliyet gösteren, diğer bazı ekonomik aktiviteler üzerinden doğrudan vergi toplayan bir nevi “şirket”tir. Temsilcileri, her ne kadar kimi zaman hükümetlerin tavsiyesiyle atansalar da, öncelikle tahvil sahiplerine karşı sorumluluk taşımaktaydılar. Bu yüzden IMF’nin sahip olduğu kimi politik öncelikler, çıkarları Osmanlı ekonomisine bağlı olan ve başarısı elde ettiği kâr oranıyla ölçülen Düyun-u Umumiye örneğinde ikinci plana itilmekteydi. Bu nedenle, Düyun-u Umumiye yetkilileri, “şirket”in ekonomik çıkarları temsil edilen ülkelerin politikalarıyla çatıştığı kimi durumlarda, “şirket”in çıkarlarını ön plana çıkarmışlardır.
IMF politikaları birçok sektörde yerli üretimin aşamalı olarak tasfiyesini getirirken, Düyun-u Umumiye, gelirini arttırmak için, sorumluluk alanında bulunan sektörlerde üretimi geliştirmeye yönelik teknoloji transferinden, teknik okullar açmaya kadar birçok yatırımda bulunmuştur. IMF dayatmaları çerçevesinde tasfiye edilen KİT’lerin temelini teşkil eden TEKEL idaresi, Düyun-u Umumiye’den devralınmıştır. Cumhuriyet hükümeti kurumu kamusallaştırmakla yetinmiş, devraldığı kurumsal yapıyı ve kadroları büyük ölçüde korumuştur.
Düyun-u Umumiye yetkilileri, çıkarları doğrultusunda, sık sık kapitülasyonların adaletsizliğinden yakınmış, tümüyle korumasız kalan ekonominin gelişmesinin mümkün olmadığını vurgulamış ve hatta gümrüklerin yükseltilmesi için hükümetleri nezdinde lobi faaliyeti yürütmüştür. 1903 yılında sağlanan gümrük artışı bu faaliyetlerin bir sonucu olduğu gibi, geliri de, borçların geri ödenmesinde kullanılmak üzere, yine Düyun-u Umumiye’ye bırakılmıştır. Batılı devletlerin, vatandaşlarına vergiden muafiyet sağlayan kimi ayrıcalıkları daha da genişletmeye çalıştığı bir dönemde (damga vergisi örneğinde olduğu gibi), Düyun-u Umumiye, bu ayrıcalıkların tümüyle kaldırılması gerektiğini savunmuştur. Çünkü bu ayrıcalıklar, Osmanlı’yı zarara uğrattığı gibi, bazı vergi gelirlerini idaresinde bulunduran Düyun-u Umumiye’yi de zarara uğratmaktadır.
“Şirket”in çıkarları Batılı devletlerle denk düştüğünde ise, elbette Düyun-u Umumiye yetkilileri, Osmanlı aleyhine kararlar almakta gözlerini kırpmamıştır. Sözgelimi, Osmanlı’dan elde ettiği gelirlerle, İtalyanlar’a, Trablusgarp’ta Osmanlı’ya karşı savaşması için kredi açmakta bir sakınca görmemişlerdir.  Yine eklemek gerekir ki, Düyun-u Umumiye yönetiminde, bir yanda Almanya, diğer yanda ise İngiltere, Fransa, İtalya gibi güçler dengesinin iki farklı yanında yer alan ülkelerin aynı anda temsil edilmeleri de, bir ülkenin kurum içerisinde ağırlık kazanmasını engellemiştir.
Düyun-u Umumiye de, tıpkı IMF’nin 1980’lerde yaptığı gibi, bir borç krizi sonrasında ülkenin yeniden yapılandırılmasında ve dünya kapitalizminin ihtiyaçlarına yönelik olarak yeniden şekillendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Ne var ki, bu temelde örtüşen işlevlerinin ötesinde ayrılan yönleri olduğu gibi, dikkatle incelendiğinde, IMF politikalarının tahrip gücünün çok daha yüksek olduğu gözden kaçmayacaktır.

KAYNAKÇA

Başkaya, F.1986. Borç Krizi Üzerine Bir Deneme. Ankara: Birlik Yayıncılık.
Başkaya, F.1986a. Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına. Ankara: Birlik Yayıncılık.
Birdal, M.2010. The Political Economy of Ottoman Public Debt: Insolvency and European Financial Control in the Late Nineteenth Century. London: IB Tauris.
Birdal, M.1999. Uluslararası Borç Krizi ve Çevre Ülkelerde Yapısal Dönüşüm. Yayınlanmamış Yüksek  Lisans Tezi.
Blaisdell, D.1929. European Financial Control in the Ottoman Empire: A Study of the Establishment, Activities, and Significance of the Administration of the Ottoman Public Debt. New York: Columbia University Press.
Boratav, K. 1995. 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sınıflar ve Sosyal Bölüşüm. 2.b. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Boratav, K.1995a. Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985. 5.b. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Clay, C. 2000. Gold for the Sultan. London: I.B.Tauris.
Council of Foreign Bondholders. Newspaper Cutting Files of the Council of Foreign Bondholders,   1870 – 1914.
Gürsoy, M.1989. Dünyadaki Büyük Ekonomik Krizler ve Türkiye Ekonomisine Etkileri. İstanbul: Metis Yayınları.
Güven,Y. 2008. “Türkiye’de 1980 Sonrası Dönemde Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının Sektörel Analizi ve Ekonomik Kalkınmaya Etkisi”. Osmangazi İİBF Dergisi, 3(1):75-97.
Issawi, C. 1980. The Economic History of Turkey, 1800-1914. Chicago: The University of Chicago Press.
Kazgan, G. 1988. Ekonomide Dışa Açık Büyüme. 2.b. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi.
Morawitz, C. 1902. “Public Debt of Turkey.” The North American Review 175: 275-288.
Oyan, O. 1989. Dışa açılma ve Mali Politikalar, Türkiye:1980-1989. Ankara: V Yayınları.
Pamuk, Ş. 1994. Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme. İstanbul: Türkiye Toplumsal Tarih Vakfı.
Sönmez, S. 1998. Dünya Ekonomisinde Dönüşüm. Ankara: İmge Kitabevi.
Times. 16.12.1880.CFB, Reel 200, vol.XVI.

Sunu ve İçindekiler 230

Özgürlük Dünyası Haziran 2012 Sayısı (230) Çıktı!

İÇİNDEKİLER

1 Mayıs ve işçi sınıfının devrimci platformu
Seyfi Selçuk

Kürt işçi hareketinin durumu ve yönelimi
Y. Yılmaz Karataş

Kapitalist kriz işçi sınıfını vuruyor
Raul Marco

Komünistlerin acil görevleri ve sosyalizm için mücadele arasındaki ilişki
EMEP Uluslararası İlişkiler Bürosu

Eğitimde 4+4+4 modeli ve kamusal, bilimsel, laik, anadilde eğitim
Erkan Aydoğanoğlu

“Lenin’den anılar”, gazete ve işçiler
Ahmet Coşar

Belge-Berktay tartışması: Marksizm düşmanlığında birlik (2)
Arif Koşar

H. H. Holz ve Frankurt Okulu Eleştirisi
Fulya Alikoç

Osmanlı’dan günümüze dış borçlar ve yapısal dönüşüm
Murat Birdal

 

SUNU

Yaz, havaların yanında siyasal ortamın da sıcaklığıyla kendini belli ediyor.
Gerçi Arap ayaklanmaları “defteri” daha henüz kapanmadı. Mısır sokaklarıyla meydanları örneğin, başkanın belli olmadığı seçimlerin ilk turu tamamlanmasına karşın, yatışmış değil. İktidarı bırakmaya yanaşmayan Mübarek rejimi artığı yıllanmış generallerin “Yüksek Askeri Konsey”ine karşı halk sokakları doldurmaya devam ediyor. Emperyalistlerle işbirlikçileri, aydınlanma ve örgüt düzeyi gelişkin olmasa da, generallerin iktidar tahtına kurularak, kendi eyleminin asıl meyvesini çaldıklarını görmekte ve dolayısıyla bağımsız çıkarlarının sezgisiyle eylemini sürdürmekte halkın hareketliliğini bastırmayı başaramıyorlar. Bunu, düzenin restorasyonunu sağlamak üzere –en başta Amerikalı efendiler tarafından– yardımlarına çağırdıkları Müslüman Kardeşlerin yüzyılların önyargılarından güç alan dinsel ideolojik etkinliği ve sosyal/siyasal örgütlülüklerine dayalı girişimlerine rağmen sağlayamıyorlar. Aydınlanma ve örgüt düzeyi düşük bir halkın bile bir kez mücadeleye girdiğinde neler yapabileceğini göstererek, Mısır halkı, hem de türlü seçim hile ve dalaverelerine rağmen, İhvan adayına pek de teveccüh göstermedi. Ancak bilinç ve örgüt eksiği, yine de, gericiliğin iki adayının (biri Mübarek’in Başbakanı A. Şefik, diğeri İhvan adayı M. Mursi) bir arada toplam oyların yarısını almalarında yansıdı.
Yunanistan’da da, “borç krizi” koşullarında, fatura emekçilere çıkarılarak, en başta Alman emperyalizmi ve kuşkusuz Yunan burjuvazisi tarafından dayatılan çalışma ve yaşam koşullarının olağanüstü kötüleştirilmesi halkın ayağa kalkmasına götürmüşken, ne atanmış teknokrat hükümet ne de seçimler gericiliğin derdine deva olmadı. Teknokrat hükümete olur vermiş muhafazakar ve sosyal demokrat iki büyük parti büyük oy kaybettiler. Kaç kez genel grevden geçerek gelmiş Yunanistan işçi ve emekçileri yatıştırılamıyor, ama kendi bağımsız alternatifiyle kurtuluş yoluna girmeyi de başaramıyor, bu yönde kuvvetli bir atağa geçemiyorlardı. Sosyal demokrat Sriza ciddi oy artırsa bile, iki ay içinde ikinci seçimin yapılması kararlaştırıldı.
Almanya’da Merkel ve partisi eyalet seçimlerinde önemli miktarda oylar kaybederken, Fransa’da Sarkozy’nin yerini sosyal demokrat Hollande aldı.
Seçimler, kendi başlarına tabii ki ne tayin edicidirler, ne de gerçek güç dengelerini gösterirler. Asıl önemli olan sömürülen ve ezilen yığınların mücadelelerinin ve gösterdiklerinin yerini tutamaz, ancak bu mücadelelerle bağlantılı olarak gidişat hakkında fikir verirler.
Bu açıdan belirtilmelidir ki, Avrupa’da eski “refah”ın yerinde yeller estiren kapitalist krizin yüklerinin sırtlarına yıkılma çabalarına karşı emekçilerin sokaklara dökülmeleri, politik istikrarsızlık ve seçimlerin eskisinden değişik sonuçlanmasının asıl etkeni durumundadır. İngiltere’de kesintilere, İspanya’da krizin yüklerine, Yunanistan’da borç krizinin hesabının halka çıkarılmasına karşı milyonların harekete geçtikleri bir dönemden geçiyoruz ki, Türkiye de, gericiliğin olanca baskısına karşı benzer bir yola girmektedir.
Kürt halkının bütün yasaklamaları kırıp parçalayarak Diyarbakır başta olmak üzere birçok merkezde sahiplenip kutladığı Newroz’un ardından, 1 Mayıs’ın, ülke ölçeğinde, yakın geçmişleri geride bırakan yaygınlık ve katılımla kutlanmış olması önemlidir. Toplusözleşmelerinin tıkanması üzerine kamu emekçilerinin 23 Mayıs’ta neredeyse yüzde yüze varan bir katılımla greve çıkıp meydanları doldurmaları önemlidir. Daha da önemlisi, hem 1 Mayıs ve hem de 23 Mayıs’ta sendika bürokratlarının “yukarıda” bölme çabalarına karşın işçi ve kamu emekçilerinin “aşağıda” birlikte hareket etmeyi başarmış olmalarıdır. İşçiler, ne denli “elveda” mesajının konusu edilmeye çalışırlarsa çalışsınlar, 1 Mayıs’ta göstermişlerdir ki, Kürtlerden Alevilere, çevrecilerden tiyatro oyuncularına, eşitlik ve demokrasi ihtiyacında olan son derece çeşitli toplumsal katman ve kategorilerini birleştirme yeteneği göstermiş, kamu emekçileri de onların açtıkları yoldan ilerlemişlerdir.
Şimdi artık –verimlilikle yürütülebilmesi için şüphesiz gündelik olarak planlanmış, birimlere dayalı– politik çalışma, işçilerin sosyalist ve bütün halkın demokratik bir platformda birleştirilmesi; sınıfın partileştirilmesi ve halkın bugünkü adı Halkların Demokratik Kongresi olan alternatif bir güç ve mücadele merkezinde örgütlendirilmesi ihtiyacı daha da büyümüş, aciliyet kazanmıştır.

Yaz dönemi herhalde bu yönde alınacak inisiyatiflerin sosyalist yarışıyla geçecektir!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑