GİRİŞ
Kürt sorununun çözümü konusunda İmralı’da Öcalan’la yapılan görüşmeler, PKK’nin Newroz’daki ‘çatışmasızlık’ ilanı ve ardından da 8 Mayıs’tan itibaren silahlı güçlerin sınır dışına çekilmeye başlaması ile yeni bir boyut kazandı. Çözüm sürecine dair “merdiven stratejisi” olarak adlandırılan ‘yol haritası’na göre, PKK tarafından atılan bu adımlara karşılık devletin Kürt sorununun demokratik çözümü yönünde adımlar atması gerekiyor. Bu ‘yol haritası’nda devletin atması gereken adımlar ise; birinci olarak anayasada vatandaşlık tanımındaki ve diğer maddelerdeki tekçi/milliyetçi anlayışın terk edilmesi (“Türklük” yerine Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı tanımının getirilmesi), ikinci olarak anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması (ve kademeli olarak anadilde –Kürtçe– eğitime geçilmesi), üçüncüsüyse yerel yönetimlerin güçlendirilmesi (Türkiye’nin Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na koyduğu şerhlerin –çekincelerin– kaldırılması) olarak belirtilmektedir.
Bu ‘yol haritası’nın ilk iki talebi –anayasal vatandaşlık ve anadilde eğitim– uzun bir süreden beri Kürt sorununun çözümüyle ilgili tartışmalarda, çözüme dair öncelikli talepler olarak var olageldi. Ancak Kürt hareketi (PKK/DTK/BDP) bakımından Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’yla birlikte tartışılan yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin çözümün bir adımı olarak benimsenmesinin, BDP/DTK vekillerinin Öcalan’la yaptığı görüşmelerden sonra gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Evet, Kürt hareketi daha önceki dönemlerde her gündeme getirildiğinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin olumlu olduğunu savunmuş, ama bunu çözümün çerçevesi olarak benimsememişti. Hatırlanacağı gibi, Kürt hareketi son birkaç yıldır çözümün çerçevesi olarak “demokratik özerklik” modelini gündeme getirmiş; 2010’da DTK tarafından Demokratik Özerklik modelinin taslağı hazırlanmış ve 2011 14 Temmuz’unda da DTK, çokça tartışılan Demokratik Özerklik ilanını gerçekleştirmişti. Gelinen yerde Kürt siyaseti çeşitli vesilelerle demokratik özerklik statüsünü kalıcı çözümün formülü olarak dillendirmeye devam etse de, mevcut koşullar içinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi çerçevesi genel kabul görmüş durumdadır.
Bugün yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin Kürtlerin ‘statü’ talebini karşılayıp karşılamayacağı tartışılırken, ülkedeki ulusalcı/milliyetçi çevreler de özerk yerel yönetimlerin ülkeyi bölünmeye götüreceği propagandasını yapmaktadır. Bu konuda sol-sosyalist çevrelerde de ciddi kafa karışıklığı bulunmaktadır. Ulusalcı sol çevreler ulus-devleti koruma adına genel bir karşıtlık tutumunu benimserken, liberal sol çevreler de demokratikleşme, “devletin küçültülmesi” adına bu konuda yapılmak istenen her şeye olumlu bir yaklaşım sergilemektedir. Devrimci sınıf politikası bakımından ise, bu meselenin ulusalcı ya da liberal çerçevenin dışında bir bakış açısıyla ele alınmasının gerektiği açıktır. Öncelikle yerelleştirme (subsidiarity) politikalarının (konumuz bağlamında Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın) tüm demokratikleşme söylemlerine rağmen esas olarak neo-liberal kapitalizmin sermayeye sınırsız-kuralsız bir özgürlük/yayılma alanı yaratma amacına bağlı olarak gündeme getirildiği görmezden gelinemez. Öte yandan, eğer bu konu, ülkedeki sınıf ve demokrasi mücadelesi bakımından özel bir yerde duran Kürt sorununun çözümü ve Kürt halkının geleceğini belirleme hakkı çerçevesinde gündeme getiriliyorsa, sınıfın devrimci politikacılarının bu konudaki tutumunun genel bir karşı çıkmanın ötesine geçmesi gerekmektedir. Burada akla gelen ilk soru, “peki o zaman biz bu yerelleştirme politikalarını (Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı) savunacak mıyız?” sorusudur. Elbette hayır! Ama nasıl AB’ye karşı çıkmamız AB Uyum Yasaları çerçevesinde idamın kaldırılmasına karşı çıkmamızı gerektirmiyorsa, burada da durum aynıdır. Yerelleştirme adı altında yerel hizmetlerin piyasalaştırılmasına ve sermayeye yeni birikim alanlarının oluşturulmasına karşı çıkmamız, yapılacak düzenlemelerle özel olarak Kürt yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılmasına, kendi iç işleyişleri konusunda kendilerinin karar verebilmesine olanak tanınmasına karşı çıkmamızı gerektirmez.
Bu temelde, yazımızda, öncelikle neo-liberal politikalara bağlı olarak gündeme getirilen yerelleştirme uygulamalarının ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın (AYYÖŞ) dayanaklarını, kapsam ve amaçlarını ele alacağız. İkinci olarak, yerel yönetimlerin güçlendirilmesini Kürt sorununun çözümünün neresine oturduğu yönüyle ele alıp, sınıf politikasının bu konudaki tutumunu değerlendireceğiz.
NEO-LİBERAL KÜRESELLEŞMENİN DİĞER YÜZÜ: YERELLEŞME
Sosyalizmin kapitalizme karşı güçlü bir alternatif olarak ortaya çıktığı ve öte yandan 1929 Krizi gibi ciddi ekonomik bunalımlar yaşandığı dönemde kapitalist ülkeler, Keynesçi “sosyal devlet” (refah devleti) politikaları izlemiş, bu dönemde devletin ekonomiye müdahalesi benimsenmiş ve kamu hizmetleri ‘sosyal haklar’ olarak bedelsiz verilmiştir. Ancak emperyalist-kapitalist sistemin 70’li yıllarda yaşadığı krizlerde (1973 petrol ve 76 krizi) ise, bu kez Keynesçi ekonomik politikalar krizin nedeni sayılmış ve devlet müdahalesine dayalı sermeye birikim modelinin yerine neo-liberal politikaların benimsenmesine yol açmıştır. Neo-liberal iktisatçılar krizin nedeni olarak devletin ekonomiye müdahalesini görüyor ve çözümün devletin üretim ve hizmet alanlarından el çekmesinden geçtiğini söylüyordu. “Sosyalist” ülkelerde kapitalist restorasyonun ciddi boyutlara vardığı ve artık sosyalizmin yakın bir tehdit olmaktan çıktığı koşullarda, emperyalist-kapitalist ideologlar, neo-liberal politikalar eşliğinde “küreselleşme” (globalleşme) kavramını piyasaya sürmüş; bu süreç, dünyanın/insanlığın çehresini değiştirecek sihirli bir değnek gibi gösterilmişti. Bu sihirli değnek, ülkeler ve bölgeler arasındaki siyasi, ekonomik, kültürel etkileşim arttıkça dünyayı refah ve barış içinde yaşanılan bir yer haline getirecekti. Oysa kapitalizmin 70’li yılların ortalarında yaşamaya başladığı kriz döneminde dillendirilmeye başlanan ve 90’ların başında Sovyet bloğunun çökmesiyle yüksek sesle ilan edilen bu ‘yeni düzen’in, aslında emperyalist kapitalist yayılmacılığın/saldırganlığın bir örtüsü olarak kullanıldığı çok geçmeden görüldü.
Küreselleşme olarak adlandırılan süreç, esas olarak sermayenin önündeki bütün ulusal engellerin (gümrük, vergiler ve diğer korumacı uygulamalar) kaldırılması anlayışına dayanıyordu. Bu temelde devletlerin ekonomik alana müdahalesinin sınırlandırılması ve sosyal güvenlik gibi kamu harcamalarının kısılması bu yönde atılan ilk adımlar oldu. Bu süreçte gündeme getirilen GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) ve onun kurumsal anlamda devamı olan Dünya Ticaret Örgütü, devletlerin sermayenin önünde engel olarak duran bütün korumacı uygulamalarının tasfiyesi yönünde önemli bir rol oynadı. Kamu işletmelerinin (KİT) piyasada rekabeti engellediği ve verimsiz olduğu iddiası eşliğinde geliştirilen özelleştirmelerle de uluslararası sermayenin neo-liberal birikim sürecinin önündeki önemli engellerden biri daha kaldırılmış oldu. Özelleştirmenin farklı bir biçimi olan kamu hizmetlerinin özel kişilere gördürülmesi (yap-işlet- devret modeli, ihale yoluyla hizmet alımı vb.) ile kamu hizmetlerinin metalaşmasının (ticarileşmesinin) önü açıldı.
“Az devlet, çok demokrasi” gibi kulağa hoş gelecek söylemler eşliğinde sürdürülen dönüşüm sürecinin ikinci adımı siyasal yapılanmada yapılan değişiklikler olmuştur. Temel mantığı “yönetişim” (governance) kavramında ifade edilen yeni yapılanma, halkın yönetime/karar alma süreçlerine katılması görüntüsü altında sermayenin denetimi altındaki “sivil toplum kuruluşları” (STK) üzerinden kamunun işleyişini ve kaynakların kullanımını kendi ihtiyaçlarına göre belirlemesini sağlayan bir dönüşümün önünü açıyordu. Yönetişim modelinin aktörleri devlet (bürokrasi) ve büyük oranda sermayenin denetiminde olan STK’lardı. Böylece halkın karar alma süreçlerine katıldığı demokratik bir “kamu yönetim modeli” olarak sunulan yönetişim, sermayenin kaynakların üretim, dağılım ve kullanımını doğrudan denetlemesini sağlıyordu. Yerel yönetimler düzeyinde örgütlenen ‘kent konseyleri’ ‘yerel gündem 21’* gibi yapılanmalar, “halkın yönetime katıldığı” bu kamu yönetim modelinin en önemli araçları oldular.
Malların/sermayenin serbest dolaşımı önündeki bütün engellerin kaldırılmasını esas alan neo-liberal ‘yeniden yapılanma’nın “küreselleşme” gibi diğer önemli bir ayağını da yerelleştirme politikaları oluşturmuştur. “Küreselleşme” ve “yerelleşme”nin neo-liberal yeniden yapılanmanın birbirini tamamlayan iki farklı yüzü olması nedeniyle, birçok burjuva sosyal bilimci, bu süreci ‘glokalleşme’ (küyerelleşme) olarak adlandırmaktadır. Yerelleştirme, en genel tanımıyla merkezi yönetimin elindeki idari görev ve yetkilerin tamamının ya da belli bir bölümünün yerel (mahalli) idareye devredilmesi olarak tanımlanmaktadır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın giriş bölümünde yerelleştirme politikaları “vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkı”nın bir gereği ve “bu hakkın doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğu” gerekçesine dayandırılmış; “gerçek yetkilerle donatılmış yerel makamların varlığının hem etkili hem de vatandaşlara yakın bir yönetimi sağlayacağı” belirtilmiştir. Ancak “merkezin denetim ve yetkisinin sınırlandırılması”, “hizmetlerin yerinde karşılanması”, “halkın denetim ve katılımının sağlanması” gibi demokratik söylemler eşliğinde geliştirilen yerelleştirme sürecinin öncülüğünü IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası sermaye örgütlerinin yürütmesi, bu sürecin, aslında uluslararası sermayenin merkezi otoritenin/ulus-devletin bütün bürokratik engellerini aşarak, yerellerin kaynaklarına, hizmet alanlarına doğrudan ulaşabilmesinin önünü açmayı hedeflediğini göstermektedir. Merkezi yönetimin elindeki planlama, karar verme, kaynak oluşturma ve bu süreçlerin yönetsel yetkilerinin yerel yönetimlere, özerk yapılara ve STK’lara aktarılmasının en dolaysız sonuçları, yerele devredilen “kamusal hizmetler”in parayla karşılanan hizmetler haline gelmesi –ki ulaşım, eğitim, sağlık, temizlik, barınma, su vb. kamusal hizmetler sermaye için önemli bir pazar durumundadır– ve yatırımları çekmek adına yerellerin giderek daha fazla sermayenin denetimine girmesi olmuştur. “Kalkınma ajansları”, “kararların halkın katılımı ile en yakın düzeyde alınması”, “hizmetlerin en yakın birimler eliyle gördürülmesi” gibi kimsenin karşı çıkamayacağı gerekçelere dayandırılan yerelleşme sürecinin asıl mantığını açıklayan “özerk” (kamu-özel işbirliğine dayanan) yapılar olarak oluşturulmuştur. Kalkınma ajansları, yerel/bölgesel kalkınma anlayışına bağlı olarak “kentin ekonomik gelişme potansiyelini geliştirmek” adına sermayeye her türlü olanağın yaratılmasının ve bu temelde kentler/bölgeler arasındaki rekabetin geliştirilmesinin araçları olarak faaliyet yürütmektedir.
Özetlemek gerekirse, “küreselleşme” ve “yerelleştirme” uluslararası sermayenin önündeki bütün engellerin temizlenmesi anlayışına dayanan neo-liberal yayılmacılığın bir birini tamamlayan iki yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla bizim burada eleştirdiğimiz “halkın karar alma süreçlerine katılımının sağlanması” değil, tekelci yayılmacılığın bu görüntü altında gizlenmeye çalışılmasıdır. Yoksa bugünkü katı merkeziyetçi-bürokratik sistemin de bizler tarafından savunulacak bir tarafı yoktur. Bu konudaki görüşlerimizi son bölümde daha ayrıntılı olarak tartışacağız, ancak bu bölümü bitirmeden, amaçlanan “dönüşüm” hakkında fikir verici olması bakımından ülkemizde de 90’lı yılların başından bu yana yerel yönetimler reformunun en kararlı savunucusunun 1997’de “Yerel Yönetimler Yasa Taslağı” hazırlatan TÜSİAD olduğunu hatırlatmış olalım.
YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI VE BURJUVA DEMOKRASİSİNİN SINIRLARI
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Avrupa Konseyi (AK) tarafından (Türkiye, 5 Mayıs 1949’da kurulan Konsey’e aynı yıl üye olmuştur) 15 Ekim 1985’te üye ülkelerin imzasına açılmıştır. Avrupa Birliği’nin (AB) kurucu metni olan Maastricht Anlaşması’nda (Avrupa Ekonomik Topluluğu, 7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Anlaşması ile AB adını almıştır) yerel özerkliğe (AYYÖŞ’e), yerel ve bölgesel demokrasinin güvencesi olarak özel vurgu yapılmıştır (anlaşmanın 3/B maddesi). Üç bölümden oluşan şarta göre; en az 10 tanesi I. Bölüm’den olmak üzere, toplamda en az 20 paragraf ile kendisini bu şarta bağlı kabul etmeyi taahhüt eden ülkeler, şartı imzalamış sayılmaktadır. AYYÖŞ, Türkiye tarafından 1988 yılında imzalanmasına rağmen ancak 1991’de Meclis tarafından kabul edilmiş ve yine ancak bir yıl sonra 1992’de Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararla bazı maddelerine çekinge konularak yürürlüğe girmiştir.
Şartın bölümlerini değerlendirmeye geçmeden önce söylenebilecek ilk şey, bu şartın sadece genel bir çerçeveyi tarif etmesi ve dolayısıyla farklı uygulamalara açık olmasıdır. Mesela şartın 3. Maddesinin 2. Paragrafında sadece karar organlarının (meclislerin) seçimle oluşturulması vurgusu yapılmakta, Hollanda’da belediye başkanlarının içişleri bakanının önerisiyle kraliçe tarafından atanması bu maddeye aykırılık teşkil etmemektedir. Ya da eğitim, sağlık gibi hizmetlerin yerel mi, yoksa merkezi idareye mi bağlı olacağı konusu iç hukuka bırakılmaktadır. Dolayısıyla şartı imzalayan ülkelerde farklı uygulamalara olanak tanıyan bir esneklik söz konusudur. Burada şunu da söylemek gerekir ki, burjuva demokrasinin merkezi olan Avrupa’da, neo-liberal politikalar çerçevesinde gündeme getirilen “halkın yerellerde kendisiyle ilgili karar alma süreçlerine katılımı” ülkelerdeki sınıfsal-toplumsal güç ve ilişkilere bağlı olarak belli düzeylerde sağlanabilmektedir. Elbette bu katılım, burjuva demokrasisinin sınırları içinde ve kapitalist sistemin temel işleyişini etkilemeyecek düzeyde kalmaktadır. Zaten bu şartın Türkiye’de yıllardan beri “demokratik bir model” olarak tartışılmasının temel nedeni, genel çerçevesinden çok, toplumsal mücadelenin yarattığı dengelere bağlı olarak Avrupa’da burjuva demokrasisi içindeki uygulanışıdır.
Şartın giriş bölümünde “Yerel makamların her türlü demokratik rejimin ana temellerinden biri olduğu”, “Vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının AK’nin paylaştığı demokratik ilkelerden biri olduğu” ve “bu hakkın doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğu” vurgusu yapılmış, “Avrupa ülkelerinde özerk yerel yönetimlerin korunması ve güçlendirilmesinin demokratik ilkelere ve idarede ademi merkeziyetçiliğe dayanan bir Avrupa oluşturulmasında önemli katkı sağlayacağı” belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, burada şartın gerekçesi açıklanırken, “halkın katılımı” ve “demokratikleşme” söylemine dayanan neo-liberal çerçeve benimsenmiştir.
Şartın birinci bölümünde ‘özerk yerel yönetim kavramı’, “yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır” biçiminde tanımlanmaktadır (3. Madde 1. Paragraf). Bu tanıma bağlı olarak şartın temel mantığını ve çerçevesini belirleyen maddeler birinci bölümde yer almıştır. Bunlar:
Madde 4; Özerk yerel yönetimin kapsamı: Yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarının yasal ve anayasal bir çerçeveye oturtulması, yerel makamların yetkilerinin merkezi ya da bölgesel yönetimler tarafından zayıflatılıp sınırlandırılamayacağı, yerel yönetimlerin kanuni sınırlar içerisinde başka bir makamın görevlendirilmemiş olduğu bütün konularda takdir hakkına sahip olduğu belirtiliyor.
Madde 6; Yerel makamların görevleri için gereken uygun idari örgütlenme ve kaynaklar: Yerel makamların kendi iç örgütlenmelerinin ihtiyaçlarına bağlı olarak kendilerinin karar verebilmesinin sağlanması, başka bir deyişle idari alanda özerkliğin sağlanması vurgusu yapılıyor.
Madde 9; Yerel makamların mali kaynakları: Yerel makamlara serbestçe kullanabilecekleri mali kaynakların yaratılması, bu kaynaklardan en azından bir bölümünün kendi koyacakları vergi ve harçlardan sağlanması, yerel makamlara harcamalarındaki artışa uygun çeşitlilikte kaynaklar sağlanması, yerel makamların ulusal sermaye piyasasına girebilmelerine olanak tanınması. Mali özerkliği tanımlayan bu maddenin yerel makamların büyük oranda kendi mali kaynaklarını kendilerinin yaratacağı ve bunun için sermaye ile işbirliğini teşvik ettiği görülmektedir.
Madde 10; Yerel makamların birlik kurma ve birliklere katılma hakkını tarif ederken; bu bölüm son maddesi olan 11. maddede ise, yerel yönetimlerin mevzuatta belirtilen ilkelerin uygulanması konusunda yargı yoluna başvurma hakkına sahip olduğu ifade edilmektedir.
Şarta ruhunu veren maddelerin birinci bölümde yer aldığını söylemiştik. “Muhtelif hükümler” başlığını taşıyan ikinci bölümde şartı imzalayan ülkelerin yükümlülükleri, bu şartın kapsayacağı makamlar (şartın, imzalayan ülkelerdeki bütün yerel makamlar için geçerlilik taşıdığı vurgulanıyor) ve şartın hükümlerine uygunluk sağlama amacıyla yapılan değişiklikler konusunda AK’ye bilgi verilmesi maddeleri yer almaktadır.
Şartın son bölümü olan üçüncü bölümde ise, şartın imzalanması, bunun onayı ve yürürlüğe girmesi ile ilgili hükümlerle çekilmeye dair hüküm (imzacı bir ülke imzanın üzerinden 5 yıl geçtikten sonra şarttan çekilebilir) yer almaktadır.
Şartın toplamı üzerinden bir değerlendirme yapıldığında, şartın çerçevesini oluşturan maddelerin idari (4 ve 6. Maddeler) ve mali özerklik (9. Madde) ile ilgili maddeler olduğu görülmektedir. İdari özerklik konusunda özellikle “yerel yönetimlerin kanuni sınırlar içerisinde başka bir makamın görevlendirilmemiş olduğu bütün konularda takdir hakkına sahip olması” ile “ihtiyaçlarına bağlı olarak kendi iç örgütlenmelerine kendilerinin karar vermesi” dikkat çekmektedir. Bu maddeler, merkezin yerel üzerindeki denetimini sınırlamakta ve yerele önemli bir hareket serbestisi sağlamaktadır. Ancak mali özerklikle ilgili düzenlemelere bakınca, bu hareket serbestisinin halkın karar alma süreçlerine katılımından çok ekonomik alanda halka yeni yükümlülükler getirme ve sermaye ile her türlü işbirliğinin önünü açma amacına yönelik olduğu görülmektedir. Yerel makamların kaynaklarından en azından bir bölümünün kendi koyacakları vergi ve harçlardan sağlanması (9. Madde, 3. Paragraf), yerel makamlara harcamalarındaki artışa uygun çeşitlilikte kaynaklar sağlanması (4. Paragraf) ve yerel makamların ulusal sermaye piyasasına girebilmelerine olanak tanınması (8. Paragraf) mali özerkliğin aslında yerel hizmet alanlarının ticari meta haline getirilmesi ve bu konuda sermaye ile her türlü işbirliğinin önünün açılması mantığına dayandığını bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Daha önce de söyledik; yerel meclislerde temsiliyet oranı, örgütlülük düzeyi ve tarihsel mücadelenin yarattığı kazanımlar üzerinden Avrupa’nın birçok ülkesinde emekçi halk kesimleri karar alma süreçlerinde belli düzeylerde yer alabilmekte, ancak bu durum söz konusu “özgürlükler”le birlikte neo-liberal dönüşümün yaşandığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Türkiye: Bölünme fobisi ve AYYÖŞ
Türkiye’nin 1985’te imzaya açılan AYYÖŞ’e 1988’de bazı maddelerine şerh koyarak imza attığını ve şartın 1991’de mecliste onaylandıktan sonra 1992’de Bakanlar Kurulu kararı ile yürürlüğe konduğunu söylemiştik. Ancak birçok maddesine şerh konmasına rağmen, AYYÖŞ tartışmaya her açıldığında ulusalcı/milliyetçi çevrelerden “ülke bölünüyor” feryadı yükselmişti. Hatta MHP’nin Başbuğ’u Türkeş, zamanında yerel yönetimler reformunu savunan TÜSİAD’ı bile “bölücülük” yapmakla suçlamıştı. Oysa aslında AYYÖŞ’ü onaylayanlar da bu çevrelerle aynı kaygıları taşıdıkları için birçok maddeye şerh koymuşlardı. Bu bölünme fobisini yaratan sorun, Kürt sorunuydu. Merkezi idarenin elindeki bazı haklar yerel yönetimlere verilirse Kürtler bunu kullanıp ülkeyi bölünmeye götürür mü korkusu yaşanıyordu. Yoksa AYYÖŞ’ün getirdiği neo liberal dönüşüme, piyasalaşmaya kimsenin itirazı yoktu. Zaten Türkiye’nin imzaladığı maddeler önemli oranda bu dönüşümün önünü açıyordu.
Şartın Türkiye tarafından imzalanan maddeleri; yerel yönetimlerin anayasal ve hukuki dayanağının oluşturulması (Madde 2), kamu işlerinin önemli bir bölümünün yerel yönetimlere devredilmesi (Madde 3, 1 ve 2. paragraflar), yerel makamların yetki ve sorumluluğu ile ilgili düzenlemeler ve başka bir makamın görevlendirilmediği bütün alanlarda yetkili olabilmeleri (Madde 4; 1, 2, 3, 4 ve 5. paragraflar, yani idari özerklikle ilgili düzenlemelerin bir bölümü), yerel yönetimlerin sınırlarının korunması (Madde 5), yerel yönetimlere ihtiyaçlarına uygun istihdam olanaklarının yaratılması (Madde 6, 2. paragraf), yerel düzeydeki sorumlulukların kullanılması koşullarına dair düzenlemelerin bir kısmı (Madde 7; 1 ve 2. paragraflar), yerel makamların faaliyetlerinin idari denetimi ile ilgili düzenlemeler (Madde 8, 1 ve 2. paragraflar), yerel makamlara serbestçe kullanabilecekleri mali kaynakların sağlanması ve bu kaynakların kanunla belirlenen sorumluluklarıyla orantılı olması ile bu mali kaynakların en az bir bölümünün yerel makamların kendi koyacakları vergi, harç vb. ile sağlanması (9. Madde; 1, 2 ve 3. paragraflar, yani mali özerklikle ilgili düzenlemelerin bir bölümü) ve yerel yönetimlere birlik kurma ve birliklere katılma hakkının verilmesi (Madde 10, 1. paragraf).
Türkiye’nin uygulamayı taahhüt ettiği maddelere bakıldığında, özellikle yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kürt hareketinin elindeki belediyelerin güçlenmesine yol açmayacak; devleti sıkıntıya sokmayacak düzenlemelerin gözetildiği anlaşılmaktadır. Mali ve idari özerkliğe dayalı maddelere bakıldığında, bu konuda sorun teşkil edebileceği düşünülen paragrafların ayıklandığı görülmektedir. Öte taraftan mesela yerel yönetimlerin gelirlerinin bir kısmının kendi koyacakları harç ve vergilerden oluşması, yani yerel hizmetlerin ticarileştirilmesi konusunda bir sıkıntı yoktur!
Aslında devletin şerh/çekince koyduğu maddelere bakıldığında, bu meseleye yaklaşımın temel mantığı daha iyi anlaşılmaktadır. Şartın ‘özerk yerel yönetimlerin kapsamı’ başlığını taşıyan 4. Maddesinde kendilerini ilgilendiren konularda yerel makamlara danışılması (6. Paragraf), 6. Maddenin yerel makamların kendi iç idari örgütlenmeleri konusunda karar sahibi olabilmelerini sağlayan bölümü (1. Paragraf), seçilmiş yerel yöneticilerin görevleriyle bağdaşmayan faaliyetlerin hukuki ilkelere göre belirlenmesi (7. Madde, 3. Paragraf), yerel makamların idari denetimi ile ilgili düzenlemeler (bu denetimlerin sınırlandırılmasını öngören 8. Maddenin 3. Paragrafı), mali özerkliği düzenleyen 9. Maddenin yerel makamların maddi kaynaklarının ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde çeşitlilik arz etmesi ve esnek olması ve yeniden dağıtılan mali kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda kendilerine danışılması ile hibeler konusunda yerel makamlara takdir hakkı verilmesi (4, 6 ve 7. Paragraflar), yerel makamların başka ülkelerin yerel makamları ile birlik kurma ve işbirliği yapabilmesini sağlayan 10. Madde (2 ve 3. Paragraflar) ve yerel yönetimlerin yetkilerini serbestçe kullanabilmeleri ve özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması için yargı yoluna başvurma hakkını düzenleyen 11. Madde Türkiye tarafından şerh konulan maddelerdir.
Özetle, çekinge konulan maddeler, merkezi idarenin özellikle Kürt belediyeler üzerindeki idari ve mali denetiminin, baskısının devamını amaçlamaktadır. Belediyeler kendi yerel ihtiyaçlarına göre iç örgütlenmelerini yapamamakta (mesela Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin Sarmaşık Yoksullukla Mücadele Derneği’ni kendi bünyesine alması Valilik kararıyla engellenmiş, yine Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, ilçede konuşulan dillerde hizmet vermek için başlattığı “çok dilli belediyecilik” nedeniyle görevden alınmıştı) ve denetimlerin belli bir yasal çerçeve içinde sınırlandırılması yönünde düzenlemeler yapılmayarak, hükümetin hedefe koyduğu belediyelerin keyfi denetimlerle sürekli baskı altına alınmasına olanak tanıyan işleyişin devam etmesi istenmektedir. AYYÖŞ’te yer alan belediyelerin kendilerini ilgilendiren planlama ve karar alma süreçlerinde söz sahibi olması, kendilerine tanınmış yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmeleri gibi düzenlemelere şerh konmasının temel nedeninin Kürtlerin özerklik taleplerine açık kapı bırakmamak olduğu açıktır. Yine belediyelerin uluslararası birliklere katılma ve işbirliği yapmasına konulan şerhlerle uluslararası sermayenin yerel yönetimlerle “işbirliği” belli ölçülerde sınırlandırılırken, burada asıl amaç, Kürt belediyelerin devletin sınırlı kaynak aktarımıyla yaratılan ekonomik ablukayı aşmasının engellenmesidir. Öte yandan böylesi bir düzenlemenin farklı parçalardaki (ülkelerdeki) Kürt belediyeler arasında ekonomik, kültürel işbirliği/kaynaşmayı arttıracağı ve Kürt sorununu yeni bir boyuta taşıyacağı korkusu da bulunmaktadır. Bunlarla birlikte, şerh konulan maddelerin geneli üzerinden söylenebilecek şey, mali ve idari özerkliğe dair çekingelerin merkezi yönetimin/hükümetin yereller üzerindeki denetiminin ve yerellerde iktidar olabilmek bakımından eldeki olanaklardan vazgeçmek istemeyişinin rolü olmakla birlikte, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu konuda asıl kaygı, özerklik yönünde atılacak her adımın Kürt belediyelere yeni olanaklar yaratacağı ve Kürt hareketiyle baş etme koşullarını daha da zorlaştıracağı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Toplamda 10 çekince/şerh ile imzacı ülkeler arasında AYYÖŞ’e en fazla rezerv koyan ülkenin Türkiye olmasının asıl nedeni budur.
YEREL YÖNETİMLERİN GÜÇLENDİRİLMESİ VE KÜRT SORUNU
Türkiye’de yerel yönetimlere özerkliğin verildiği tek anayasa, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde hazırlanan ve bugün Kürt sorununun çözümü bağlamında çeşitli yönleriyle referans gösterilen 1921 Anayasası’dır (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu). Bu anayasanın 11. Maddesinde vilayetlere tanınan özerklik şöyle tanımlanmaktadır: “Vilayet mahalli işlerde manevi şahsiyete ve özerkliğe sahiptir. Dış ve iç siyaset, şer’i, adli ve askeri işler, uluslararası iktisadi ilişkiler ve hükümetin genel vergileri ile birden fazla vilayeti ilgilendiren hususlar istisna olmak üzere Büyük Millet Meclisi tarafından konacak kanunlar gereğince vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin düzenlenmesi ve idaresi vilayet şûralarının yetkisi içindedir.” Görüldüğü gibi, burada iç ve dış siyaset, adli ve askeri işler ve genel vergiler hariç her il yerel düzeyde vakıf, medrese, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım konularında idari yetkilere sahip kılınmıştır. Ancak 1924 Anayasası ile birlikte oluşturulan ulus-devlet ve benimsenen üniter devlet politikalarına bağlı olarak ve bu süreçte baş gösteren Kürt isyanlarına karşı katı bir merkeziyetçilik uygulanmış; bu politika, Kürtlerin ulusal haklarının inkârına ve baskı altına alınmalarına dayalı “ulusal birliğin güvencesi” sayılmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan üniter devlet modeli, merkezi yönetimin “idarenin bütünlüğü” ilkesi temelinde yerel yönetimleri denetim altına aldığı bir modeldir. Bunun en somut ifadesi, mahalli idarelerin en büyük mülki amirlerinin merkez tarafından atanan valiler olmasıdır.
Türkiye’de çeşitli dönemlerde yerel yönetimlerde “reform”lar yapılmış, ancak bu “reform”larla yerel hizmet alanı olabildiğince piyasa ekonomisine açılırken öte yandan merkeziyetçi yapı korunmuştur. En son Kasım 2012’de kabul edilen Büyükşehir Yasası’na göre, büyükşehir sayısı 29’a yükseltilmiş, bu şehirlerin sınırları içindeki bütün köy ve beldelerin kamu tüzel kişiliği sona erdirilerek, yeni bir rant alanı oluşturulmuştur. Öte yandan bu yasa ile “kamu kurum ve kuruluşlarının yatırım ve hizmetlerinin etkin olarak yapılması ve bunların denetlenmesi” (kamu hizmetlerinde dönüşümün/piyasalaşmanın sağlanması) için valilere bağlı ‘Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıkları’ oluşturulmakta ve merkez tarafından atanan valiler, il encümenine başkanlık yapmaya devam etmektedir. Yine bu yasaya göre büyükşehirler dışındaki kentlerde varlığı devam edecek olan (büyükşehirlerde tasfiye ediliyor) il özel idarelerinin bütçe tasarıları süresi içerisinde kesinleşmezse vali, durumu içişleri bakanlığına bildirecek ve içişleri bakanının otuz gün içinde vereceği karar kesin karar niteliğinde olacak. Yani bakanlığın mahalli idareler üzerindeki vesayetine bir yenisi daha eklenmiş olacak. Öte yandan, Türkiye’de 25.01.2006 tarihli ve 5449 sayılı “Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun” ile kabul edilen ancak TMMOB’un Danıştay’a yaptığı başvuru nedeniyle 2008’e kadar yürütmesi durdurulan ve 23.02.2008’de Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar doğrultusunda yeniden oluşturulan ‘Bölge Kalkınma Ajansları’, yerelin ekonomik potansiyelini harekete geçirmek gerekçesiyle sermayeyle her türlü işbirliğinin geliştirilmesi ve dahası kamuda özel sektör işleyişinin hâkim kılınması için etkin çalışan “kamu-özel işbirliğine dayanan” kurumlar olarak oluşturuldular. Türkiye’de 26 bölgede oluşturulan ‘bölge kalkınma ajansları’, “bölgesel kalkınma” adına bölgeler arası rekabetin geliştirilmesi ve her türlü kaynağın sermayenin hizmetine sunulması amacına hizmet etmektedir.
Yerel yönetimler bakımından ülkedeki tabloya genel olarak bakıldığında, kamu hizmetlerinin ticarileşmesi ve ihale yoluyla özel şirketlere gördürülmesi gibi neo-liberal dönüşüm için öncelikli konularda birçok adımın atıldığı, ancak öte yandan merkezi idarenin yerel üzerindeki denetiminin de elden bırakılmadığı görülmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kürt sorununun varlığı ve bugüne kadar süre gelen çözümsüzlük politikaları, ülke egemenleri için merkezi idarenin yerel üzerindeki denetiminin ve baskısının devamını zorunlu kılmıştır. Ülkede yıllardan beri yerel yönetimlerle ilgili her mesele dönüp dolaşıp “eyalet sistemi mi geliyor?”, “ülke bölünüyor mu?” gibi sorular üzerinden Kürt sorununa bağlanmış ve bu nedenle merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki yetkileri önemli oranda devam etmiştir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulan çekinceler de aynı mantığa dayanmış; Kürt yerel yönetimlerin idari ve mali özerklik üzerinden üniter devleti tehdit edebileceği fobisiyle hareket edilmiştir.
Bütün bu söylenenler üzerinden AYYÖŞ’ün Kürt sorununun neresinde durduğuna, başka bir deyişle Kürtlerin ‘statü’ talebini karşılayıp karşılayamayacağına ya da tersinden sorarsak ülkeyi bölüp bölmeyeceğine bakalım.
Yazımızın başında da belirtmiştik; Kürt hareketi son yıllarda Kürt sorununun çözüm çerçevesi olarak ‘demokratik özerklik’ talebini gündeme getirmişti.
Peki, AYYÖŞ, bu statü talebini karşılar mı? AYYÖŞ genel bir çerçeveye dayandığı için Kürt yerel yönetimler tarafından geliştirilecek kimi fiili uygulamalara olanak tanısa da, bu talebi karşılamaktan uzaktır. Çünkü her şeyden önce ‘demokratik özerklik’ siyasi bir statüyü tarif ederken, AYYÖŞ ise “idari yerinden yönetim”e (idari adem-i merkeziyet) dayanmaktadır. Yani herhangi bir yerel yönetime siyasi bir statü tanımamaktadır. Oysa DTK’nın ilan ettiği ‘demokratik özerklik taslağı’, çeşitli yönleriyle tartışmaya açık olsa da, esas olarak “bölgesel özerklik” biçiminde tarif edilebilecek bir siyasi statüyü; yerel meclis, bayrak ve anayasayı öngörmektedir. Demek ki, AYYÖŞ idari, ‘demokratik özerklik’ ise siyasi bir statüyü tarif etmektedir.
Şartın çözümün neresinde durduğuna gelince; Kürt ulusal hareketi (Öcalan), Türkiye’nin koyduğu çekincelerin kaldırılmasının Kürtlerin özerklik statüsü içinde tanımlanabilecek birçok hakkı fiili olarak kullanabilmesinin yolunu açacağı beklentisini taşımaktadır. Türkiye’nin şarta şerh koyduğu yerel yönetimlerin kendilerini ilgilendiren planlama ve karar süreçlerinde söz sahibi olması, kendi iç örgütlenmelerinin kendileri tarafından belirlenmesi, kendi mali kaynaklarını kullanma ve geliştirmede serbestlik, hem ülke içinde hem de ülke dışında başka belediyelerle birlikler kurabilme, eğitim, sağlık vb. hizmetlerin yerele devri gibi konular, Kürt ulusal hareketinin kendi meclis sistemini yerel yönetimlere uygulayabilme, kendi mali kaynaklarını kullanma, ülkedeki ve diğer parçalardaki Kürt yerel yönetimler arasında siyasi, ekonomik, kültürel işbirliğinin geliştirilmesi ve anadilde eğitim-sağlık hizmetlerinin verilmesi gibi alanlarda özerkliğe dair çeşitli konularda fiili olarak adımlar atabilmesine olanak sağlayabilir. Burada, Kürt hareketinin en önemli avantajının ve dayanağının halk içinde oluşturduğu örgütlenme olduğu söylenebilir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin geliştirilecek örgütlenme ve müdahaleler üzerinden fiili olarak özerkliğe doğru geliştirilmesi (fiili inşa/sistemin parça parça dönüştürülmesi) Kürt ulusal hareketinin ideolojik programıyla da uyumludur ki, DTK tarafından hazırlanan ‘demokratik özerklik’ taslağında da, bu siyasi modelin egemenliği/iktidarı hedeflemediği açıkça belirtilmektedir.
Devrimci sınıf siyaseti bakımından sorun, Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan, baskı altına alınan bir halkın kendi geleceğini belirleme sorunudur. Dolayısıyla sorunun çözümü de AYYÖŞ gibi yerel yönetimlere yönelik idari düzenlemelerle değil; ulusal hak eşitliğinin sağlanmasıyla, Kürtlere siyasi bir statü verilmesiyle mümkündür. ‘Yerelleştirme’ politikaları, esas olarak, “demokrasinin geliştirilmesi”, “katılımcılık” gibi gerekçeler arkasına saklanmış sistemin neo-liberal dönüşümünü hedefleyen politikalardır ve yerelleştirme politikalarına dair genel bir çerçeveyi tarif eden AYYÖŞ üzerinden (Türkiye’nin koyduğu çekinge/şerhlerin kaldırılmasıyla), Kürt hareketi, özerklik yönünde çeşitli adımlar atabilir. Ancak bu durum, bizim, hedeflenen liberal dönüşümü göz ardı etmemizi ve AYYÖŞ’ü savunmamızı gerektirmez. Bizim için çözüm, AYYÖŞ’ün genel bir çerçeveyi tarif etmesi üzerinden ve Kürt hareketinin kendi örgütlülüğüne dayanarak bazı fiili durumların yaratılması değil, tam hak eşitliği yönünde siyasi düzenlemelerin yapılması; Kürdistan coğrafyasında Kürtlerin kendi özerk bölgesel yönetimlerini oluşturabilmelerinin yolunun açılmasıdır. Ancak böylesi bir statü ile halklar arasında tam hak eşitliği sağlanabilir ve halkların barış içinde yaşayabileceği bir gelecek kurulabilir. Bizim, bu konuda, AYYÖŞ’e/neo-liberal dönüşüme karşı çıkmanın arkasına saklanarak ulus-devlet politikalarını, üniter devleti savunan ve Kürtlerin hak eşitliği yönünde atılacak her adımı tehdit olarak görüp karşı çıkan ulusalcı solculardan ayrıldığımız en önemli nokta burasıdır. Evet, bizler de neo-liberal dönüşüme ve AYYÖŞ’e karşıyız ya da somutlarsak mesela eğitim ve sağlığın ticarileştirilmesi amacına bağlı olarak yerellere devrine karşıyız. Ancak bu durum, Kürt yerel yönetimlerin bu yöndeki düzenlemeleri anadilde eğitim ve sağlık hizmeti verilmesi amacıyla kullanmasına karşı çıkmamızı gerektirmez. Başka bir deyişle, AYYÖŞ’e karşı olmamız, Kürt yerel yönetimler arasında ekonomik ve kültürel ilişkileri geliştirecek birliklerin kurulmasına, kendi iç örgütlenmelerini özgürce yapabilmelerine ve yerel hizmetlerin anadilde verilmesine (çok dilli belediyecilik) karşı olmamızı; bu adımların Kürtlerin ulusal hak eşitliği bakımından taşıdığı/taşıyacağı anlamı göz ardı etmemizi gerektirmez. Daha önce çıkarılan ‘AB Uyum Yasaları’na karşı olmamızın bu çerçevede idam cezasının kaldırılmasına karşı olmamızı gerektirmediği gibi… Başka bir deyişle, bizler, neo-liberal dönüşüme karşı çıkmak adına, bugünkü tekçi, katı merkeziyetçi, baskıcı sistemi savunmayız, savunmuyoruz. Valilerin halk tarafından seçilmesinin ya da yerel meclislerin yerelin ihtiyaçları konusunda karar verici organlar olmasında bizim için karşı çıkılacak bir tarafı yoktur. Bizim karşı çıktığımız şey, böylesi düzenlemeleri kendine örtü yapan ve onların gerçekten demokratik bir temele oturmasını engelleyen neo-liberal (eğitim, sağlık, barınma, su, temizlik gibi kamusal hakların ticarileştirilmesi; yerelin maddi ihtiyaçlarının karşılaması için kaynakların sermayenin yağmasına açılması vb.) dönüşümdür.
Liberal solculardan ayrıldığımız noktalara gelince, aslında yazı boyunca bu ayrım noktalarını çeşitli yönleriyle değerlendirdik. Liberal solcular, “az devlet çok demokrasi”, yerelleştirme, yönetişim, katılımcılık vb. gibi söylemler üzerinden gündeme getirilen politikaların sadece tekelci/uluslararası sermayeye sınırsız özgürlük sağladığını ve tarif edilen demokrasinin sınırlarının tekelci sermayenin çıkarları tarafından belirlendiğini ve dolayısıyla bu “özgürlüklerin” işçi sınıfı ve emekçiler için güvencesiz-esnek çalışma, dizginsiz bir sömürü ve işsizlik, yoksulluk anlamına geldiğini görememekte ya da görmekte ama savunmaktadırlar. Ve bize bir “demokratikleşme manifestosu” gibi sunulan AYYÖŞ’ün çerçevesini de belirleyen, neo-liberal dönüşüm sürecinde emperyalist bir birlik olan AB’nin yerelleştirme politikalarının çerçevesini çizen bir metin olmasıdır.
Türkiye’de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi meselesi, yıllarca, yapılacak düzenlemelerin Kürtlerin ulusal istemleri için boşluklar yaratabileceği kaygısıyla ele alındı. Yok sayma ve baskı politikalarıyla Kürtlerin ulusal demokratik mücadelesinin önüne geçilmesi koşullarının büyük oranda ortadan kalktığı günümüz koşullarında ise, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konusu, devletin İmralı’da Kürt ulusal hareketinin önderi Öcalan ile yaptığı görüşmelerde Kürt sorununun çözümü bağlamında gündeme getirilmiş durumdadır. Türkiye’de genelde bütün kamu hizmetlerinin ve özelde yerel hizmetlerin ticarileştirilmesi, bu hizmet alanlarında neo-liberal dönüşümün sağlanması yönünde 90’lı yılların ortalarından bu yana çeşitli adımlar atılmaktadır (Eğitim, sağlık, enerji, posta, ulaşım, yerel hizmetler gibi hizmet alanlarının ticarete açılmasını amaçlayan Genel Hizmet Ticareti Anlaşması –GATS– Türkiye tarafından 1994’de imzalanıp 1995’te Meclis’te onaylanmıştır). AYYÖŞ de, yerellerde bu dönüşümün sağlanması amacına bağlı olarak Türkiye tarafından imzalanmıştır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, AYYÖŞ’ün bazı maddelerine Kürtlere özerkliğin önünü açacağı kaygısıyla şerh/çekinge konmuştur. Bugün Kürt sorununun çözümü yönünde atılması beklenen diğer adımlarla (anayasal vatandaşlık ve anadilde eğitim) birlikte düşünüldüğünde, AYYÖŞ’e konulan çekingelerin kaldırılmasının Kürt yerel yönetimlerin hareket alanını genişletebileceği söylenebilir. Ancak bu durum, ne AYYÖŞ’ün özgürlüklerin sınırının sermayenin çıkarları tarafından çizilen neo-liberal demokrasinin bir manifestosu olduğu gerçeğini değiştirir, ne de gerçek anlamda Kürtlerin eşit hak statüsüne kavuşmasını sağlar. Belki yapılacak idari düzenlemeler üzerinden Kürtlerin fiili olarak kimi adımlar atması, siyasi statü talebinin (özerkliğin) artık ertelenemez biçimde gündeme gelmesini sağlayabilir, o kadar.
EK:
AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI:
TÜRKİYENİN İMZALADIĞI MADDELER
Madde 2 – Özerk yerel yönetimlerin anayasal ve hukuki dayanağı
Özerk yerel yönetimler ilkesi ulusal mevzuatla ve uygun olduğu durumlarda anayasa ile tanınacaktır.
Madde 3 – Özerk yerel yönetim kavramı
1 Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır.
2 Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır. Bu hüküm, mevzuatın olanak verdiği durumlarda, vatandaşlardan oluşan meclislere, referandumlara veya vatandaşların doğrudan katılımına olanak veren öteki yöntemlere başvurulabilmesini hiç bir şekilde etkilemeyecektir.
Madde 4 – Özerk yerel yönetimin kapsamı
1 Yerel yönetimlerin temel yetki ve sorumlulukları anayasa ya da kanun ile belirlenecektir. Bununla beraber, bu hüküm yerel yönetimlere kanuna uygun olarak belirli amaçlar için yetki ve sorumluluk verilmesine engel teşkil etmez.
2 Yerel yönetimler, kanun tarafından belirlenen sınırlar içerisinde, yetki alanlarının dışında bırakılmış olmayan veya başka herhangi bir makamın görevlendirilmemiş olduğu tüm konularda faaliyette bulunmak açısından tam takdir hakkına sahip olacaklardır.
3 Kamu sorumlulukları genellikle ve tercihen vatandaşa en yakın olan makamlar tarafından kullanılacaktır. Sorumluluğun bir başka makama verilmesinde, görevin kapsam ve niteliği ile yetkinlik ve ekonomi gerekleri göz önünde bulundurulmalıdır.
4 Yerel makamlara verilen yetkiler normal olarak tam ve münhasırdır. Kanunda öngörülen durumların dışında, bu yetkiler öteki merkezi veya bölgesel makamlar tarafından zayıflatılamaz veya sınırlandırılamaz.
5 Yerel makamların merkezi veya bölgesel bir makam tarafından yetkilendirildiği durumlarda, bu yetkilerin yerel koşullarla uyumlu olarak kullanılabilmesine yerel makamlara olanaklar ölçüsünde takdir hakkı tanınacaktır.
Madde 5 -Yerel Yönetim sınırlarının korunması
Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz.
Madde 6 – Yerel makamların görevleri için gereken uygun idarî örgütlenme ve kaynaklar
2 Yerel yönetimlerde görevlilerin çalışma koşulları liyakat ve yeteneğe göre yüksek nitelikli eleman istihdamına imkan verecek ölçüde olmalıdır; bu amaçla yeterli eğitim olanaklıyla ücret ve mesleki ilerleme olanakları sağlanmalıdır.
Madde 7 – Yerel düzeydeki sorumlulukların kullanılma koşulları
1 Yerel düzeyde seçilmiş temsilcilerin görev koşulları görevlilerin serbestçe yerine getirilmesi olanağı sağlayabilmelidir.
2 Görev koşulları söz konusu görevin yürütülmesi sırasında yapılacak masrafların uygun biçimde mali tazminiyle birlikte, uygunsa, kazanç kaybının tazminine veya yapılan işin karşılığında ücra ve buna tekabül eden sosyal sigorta primlerinin ödenmesine olanak sağlayacaktır.
Madde 8 – Yerel makamların faaliyetlerinin idarî denetimi
1 Yerel makamların her türlü idarî denetimi ancak kanunlarla veya anayasa ile belirlenmiş durumlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilebilir.
2 Yerel makamların idarî denetimi normal olarak sadece kanunla veya anayasal ilkelerle uygunluk sağlamak amacıyla yapılacaktır. Bununla beraber, üst makamlar yerel makamları yetkili kıldıkları işlerin gereğine göre yapılıp yapılmadığını idarî denetime tabi tutabileceklerdir.
Madde 9 – Yerel makamların mali kaynakları
1 Ulusal ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri mali kaynaklar sağlanacaktır.
2 Yerel makamların mali kaynakları anayasa ve kanunla belirlenen sorumluluklarla orantılı olacaktır.
3 Yerel makamların malî kaynaklarının en azından bir bölümü oranlarını kendilerinin kanunun koyduğu sınırlar dahilinde belirleyebilecekleri yerel ve vergi ve harçlardan sağlanacaktır.
Madde 10 – Yerel makamların birlik kurma ve birliklere katılma hakkı
1 Yerel makamlar yetkilerini kullanırken, ortak ilgi alanlarındaki görevlerini yerine getirebilmek amacıyla, başka yerel makamlarla işbirliği yapabilecekler ve kanunlar çerçevesinde birlikler kurabileceklerdir.
TÜRKİYE’NİN ŞERH/ÇEKİNCE KOYDUĞU MADDELER
Madde 4 – Özerk yerel yönetimin kapsamı
6 Yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçleri içinde, kendileriyle olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun biçimde danışılacaktır.
Madde 6 – Yerel makamların görevleri için gereken uygun idarî örgütlenme ve kaynaklar
1 Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idarî örgütlenmelerini, bunları yerel ihtiyaçlarla uyumlu kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla, kendileri kararlaştırabileceklerdir.
Madde 7 – Yerel düzeydeki sorumlulukların kullanılma koşulları
3 Yerel olarak seçilmiş kişilerin görevleriyle bağdaşmayacak işlev veya faaliyetler kanunla veya temel hukuki ilkelere göre belirlenir.
Madde 8 -Yerel makamların faaliyetlerinin idarî denetimi
3 Yerel makamların idarî denetimi, denetleyen makamın müdahalesinin korunması amaçlanan çıkarların önemiyle orantılı olarak sınırlandırılmasını sağlayacak biçimde yapılmalıdır.
Madde 9 – Yerel makamların mali kaynakları
4 Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı malî sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik arz etmeli ve esneklik taşımalıdır.
6 Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır.
7 Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi, yerel makamların kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine halel getirmeyecektir.
Madde 10 – Yerel makamların birlik kurma ve birliklere katılma hakkı
2 Her Devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi için birliklere üye olma ve uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını tanıyacaktır.
3 Yerel makamlar, kanunla muhtemelen öngörülen şartlar dahilinde, başka Devletlerin yerel makamlarıyla işbirliği yapabilirler.
Madde 11 – Özerk yerel yönetimlerin yasal korunması
Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirtilmiş olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurmak hakkına sahip olacaklardır.