Haziran ayının başından itibaren resmi rakamlara göre 2.5 milyon kişinin sokağa indiği, hükümetin uygulama ve yaklaşımlarına büyük bir kitlesellikle yanıt verdiği bir halk hareketini yaşadık, yaşıyoruz.
Bu büyük halk direnişi; hem toplumu devrimci temelde dönüştürmeyi hedefleyen sosyalist sınıf hareketi, hem sosyal bilimciler, hem de süreci yaşamış ya da izlemiş halk yığınları açısından önemli ve sonuçlar çıkartılacak/çıkartılan bir süreç olarak değerlendiriliyor.
Özgürlük Dünyası’nın diğer makalelerinde Gezi direnişi birçok yönüyle değerlendirilip sonuçlar çıkarılıyor. Bu makalede ise direnişe dair tartışılacak yönler şöyle sıralanabilir:
– Hareketin, bilindik anlamda bir ‘halk’ ya da ‘sınıf’ hareketi olarak ele alınamayacağı, “yeni toplumsal hareketler” temelinde değerlendirilmesi gerektiğini iddia eden yaklaşımların ‘yenilikçiliği’…
– Sınıf analizinin Gezi direnişinde geçersiz olduğu iddiası.
– Hareketin sınıfsal dinamikleri… Kültür ve yaşam tarzı konuları…
– Hareketin örgütlülük/örgütsüzlüğüne dair tartışmalar ve mevcut örgütlerin otonomculuğu…
– Küçük burjuva solculuğunun Gezi direnişine yaklaşımı, devrim fiiliyatı ve fikriyatından uzaklığı…
Bu çerçevede konuların bileşimi açısından iki ana başlığın olduğu söylenebilir: Birincisi; Gezi direnişinin niteliğine, ‘ne’liğine, ikincisi; direnişin örgütlenme yeteneği ve sorunlarına ilişkin tartışma…
“YENİ TOPLUMSAL HAREKET” Mİ?
Gezi direnişinin ilk günlerinden itibaren hareketin ‘yeniliği’ üzerine çok şey söylendi. Üzerinde ‘ortaklaşılan’ ender konulardan birisi de bu oldu dense yeridir. Liberal sol çevreler, sınıfın ve sınıf hareketinin geçer akçe olmadığı, post-endüstriyel toplumun yeni eylem biçimlerine sahne olduğunu heyecanla ilan ederken, Cumhurbaşkanı Gül’den hükümet sözcülerine kadar egemen odaklar da eylemin bilindik muhalefet eylemi olmadığını, ideolojilerden uzak Avrupai tarzda bir hareket olduğunu söyledi .
Bu “yeni” olma durumuna ilişkin söylenecekler elbette var. Ancak, örgütsüzlük, bildiğimiz anlamda bir muhalefet olmama, dikey hiyerarşi yerine yatay ilişkiler, büyük ideolojiler yerine somut talepler, gruplar yerine bireyler, toplumsal talepler yerine bireysel özgürlük istemleri vb., mevcut gerçekliğe doğru ya da yanlış atıflar üzerinden çıkarılan bir postmodern ve yeni bir toplumsal hareket biçimine dair kutlamalar, Marksizm’e dair sanal bir cenaze marşıyla birleştirildi. Ya da yetersiz olduğu; bu direniş için Foucault, Negri, Deleuze’a başvurmak gerektiği üstü açık ya da örtülü ifade edildi.
Cengiz Çandar’ın Gezi direnişine dair yazdığı yazının başlığının “Post-modern bir direniş” olması başlı başına anlamlıdır. Çandar bu postmodernliği şöyle açıklamıştı (Çandar, 2013): “Alışıldık cinsten değil. Bir hayli bireyci. Kayıtsız. Umursamaz. Kentli ve seküler yeni kuşakların tüm özelliklerini yansıtıyor. Barışçıl ve tüm bireyciliği içinde dayanışmacı.”
Sadece Çandar değil. Gezi direnişinde Marksizm’in bir kez daha yanıldığını görenler için, “yenilik” iddiasının temelinde modern dönemin kapandığı, yerini postmodern döneme ve onun hareketlerine bıraktığı fikri var. Buna göre; Gezi eylemleri “alışıldık olmayan” özellikleriyle postmodern dönemin toplumsal hareketi olarak ifade ediliyor. Bunun “akademik” düzeydeki karşılığı ise, kimi revizyonlarla birlikte, yeni “toplumsal hareketler yaklaşımı” .
Tabii, ilk bakışta itiraz edilemez gibi görülebilir. Gezi direnişi bir toplumsal hareket miydi? Evet… Yeni miydi? Elbette eski değildi. Tanıma yabancı olanlar açısından yadırganacak bir yanı yoktur.
Ancak bu tanımlama çabası, bunun ötesinde bir anlam ifade ediyor. Çünkü, ifade, 1968 isyanıyla başlayan ve sonrasında çeşitli biçimlerde devam eden hareketlerin, eski sınıf ya da ulus temelli hareketlerden varoluşsal olarak farklı olduğu tezine dayanmaktadır. Başka bir ifadeyle, modern çağın sınıf hareketleri sona ermiş, yerini ideolojilerden uzak, örgütsüzlüğün egemen olduğu, hiyerarşisiz; çevre, kadın, eşcinsel hakları, nükleer karşıtlığı, kent ve yaşam alanlarına sahip çıkma gibi somut taleplere odaklanan ve sınıfsal analizin geçerli olamayacağı postmodern dönemin yeni toplumsal hareketlerine bırakmıştır (Crossley, 2002:151).
Hükümetin neoliberal ve muhafazakar, halk hareketini uluslararası komploya indirgeyen yaklaşımı bir kenara koyulduğunda, Gezi direnişinin postmodern dönemin kültür, yaşam tarzı, çevre gibi reformcu/somut taleplere odaklanan bir hareket olduğu görüşü; liberal, sol, sosyal demokrat ve akademik çevrelerde egemen fikriyattır.
Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu, bu yaklaşımın bir örneğini şöyle ifade etmektedir (Kaptanoğlu, 2013):
“Gezi Direnişini sınıf temelli bir bakışla yorumlayabilmenin bazı zorlukları olduğu açık. Benzer zorluklar, yakın zamanda gerçekleşen, ‘Wall Street’i işgal et’ hareketi veya daha genel anlamda feminist, çevreci, savaş karşıtı, etnik, radikal dinci vb. kimliklere dayalı toplumsal hareketler için de geçerli. Marks ve Engels’in 1848’de söyledikleri ‘Tüm tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir’ sözü, 1970’lere gelinceye kadar, tüm toplumsal hareketlerin analizinde kullanılan temel kılavuzdu. Ancak kültürel kimlikler üzerinde yükselen toplumsal hareketlerin hızla güç kazanmasıyla, bu hareketleri, sınıf temelli yaklaşımla anlamanın mümkün olmadığını ileri sürenlerin sayısı arttı. Sınıf temelinde açıklamanın daha kolay olduğu ‘eski toplumsal hareketler’den (örneğin, 15-16 Haziran işçi direnişi) farklı olan ‘Gezi Direnişi’ gibi toplumsal hareketlere, ‘eskilerle’ farklılıklarını vurgulamak için, ‘Yeni toplumsal hareketler’ adı veriliyor.”
Bu alıntı, “Yeni Toplumsal Hareketler” yaklaşımı ile Gezi direnişi arasında kurulan ilişkiye dair yalnızca bir örnek. Buradaki bazı tartışma noktalarını ilerleyen bölümlere bırakarak, öncelikle Yeni Toplumsal Hareketler yaklaşımına yoğunlaşalım. Kaptanoğlu’nun, yazısının ilerleyen bölümünde bu yaklaşımı tam anlamıyla ifade ettiği söylenebilir (Kaptanoğlu, 2013):
“Yeni toplumsal hareketler, endüstriyel kapitalizme özgü geleneksel işçi sınıfı hareketlerinden farklı olarak, geç-kapitalizmin bilgi toplumlarının sınıfsal çeşitliliği zemininde gelişen, orta sınıfa dayalı hareketler. Bunlar, belirli ‘değerler’ üzerinden eylemde bulunan, tepki veren toplumsal grupların bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyorlar ve değer yönelimliler. Bir başka deyişle, ‘daha yeşil çevre’, ‘şiddetten arınmış bir dünya’, ‘özel hayata saygı’, ‘deney hayvanlarına özgürlük’ gibi değerleri, parti veya çıkar gruplarından farklı olarak, daha yüce bir hedef uğruna araçsallaştırmadan savunuyorlar. Yeni toplumsal hareketler, büyük anlatıları, yerleşik düzeni kökten değiştirme idealleri olan ve bu ideallerin yansıtıldığı bir liderin olduğu ‘eski’ hareketlerden, ‘hemen-şimdi-burada’ ya odaklanmaları ve öndersiz olmalarıyla farklılar. Değer yönelimli taleplerinin, hemen-şimdi-burada’ya odaklanmış olması, öncesi olmayan belki sonrası da olmayacak, durumsal ve hızlı örgütlenme ve tepki vermelerini mümkün kılıyor. Ancak bulutsu ve heterojen bir çoğunluk oluşturabilseler de süreç içinde kendiliğindenciliğe düşerek dağılma olasılıkları yüksek.”
Bu yaklaşımın başka bir versiyonunu ise Yavuz Yıldırım’da bulmak mümkündür (Yıldırım, 2013):
“Gezi Parkı direnişi yeni nesil toplumsal mücadelenin birebir bir örneğiydi. Gezi Parkı’nın gösterdiği gibi, artık yerel meseleleri küresel olandan bağımsız düşünmek mümkün değil. Çünkü, daha fazla demokrasi, bireylerin kendi sözlerini söyleme arzusu, küresel çapta yükselen arayışlar. Toplumsal hareketler de bu arayışların somut yansımaları. Sıradan vatandaşın, örgütsüz kişilerin, aktivist kimliğinde olmayan gençlerin başını çektiği, çoğu zaman ne istediğini ortak bir noktada buluşturamayan ama ne istemediğini bilen bu kitleler için öncelikli olan siyasal iktidarın değişiminden önce yaşam tarzı ve gündelik hayattır. Yaşamsal olanın önemi, siyasal olanın önündedir ve bu ilişki içinde yaşamsal olan siyasallaşır. Bunu biyoiktidar ve karşısında kurulan biyopolitik kavramları üzerinden Hardt ve Negri son 10 yılda ortaya koydukları üçleme ile (ve buna ek olarak yazılan Duyuru metniyle) ortaya koymuşlardı. Bu mücadele alanı, iktidarların kontrol etmeye çalıştığı her noktadan yeniden türetilebilir ve geliştirilebilir.”
Tartışmanın geniş bir sosyo-ekonomik zemini bulunuyor. Kapitalizmin “post-fordist”, “post-endüstriyel” küreselleşme dönemini yaşadığı, eski kapitalizmden farklı olduğu, dolayısıyla eskisi gibi sınıfa dayanan toplumsal hareketlerin geçerliliğinin kalmadığı görüşü, “yeni toplumsal hareketler” yaklaşımının ardındaki fikri zemindir. Bu tartışma, nispeten ayrıntılı bir biçimde, Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında, “Gezi, Negri, sınıf, çokluk” başlıklı makalede yapılmıştı. Bu nedenle, burada, yeni toplumsal hareketler yaklaşımının arka planı değil, doğrudan ele aldığı olgu ve politik sonuçları tartışılacaktır.
Gezi direnişinde postmodern çağın “yeni toplumsal hareketler”ini görenler için bu hareketlerin bazı özellikleri şöyle sıralanabilir (Şimşek, 2004:115) (Çayır, 1999:27-28):
– Sınıf ve sınıf mücadelesi temelinde açıklanamazlar.
– Bilgi toplumlarının sınıfsal çeşitliliği zemininde gelişen, orta sınıfa dayalı hareketlerdir.
– Değer yönelimliler.
– Değerleri, parti veya çıkar gruplarından farklı olarak, daha yüce bir hedef uğruna araçsallaştırmadan savunuyorlar.
– Büyük anlatıları, ideolojileri, yerleşik düzeni kökten değiştirme iddialarını reddediyorlar.
– Öndersizler. Dikey hiyerarşi değil, yatay ilişkiler söz konusu.
– Bileşimleri bulutsu ve heterojen bir çoğunluk biçiminde.
– İktidarı hedeflemiyor, direniş süreci içinde alternatif yaşam biçimleri üretiyor.
Yeni toplumsal hareketlere ithaf edilen bütün bu özellikler, ilk bakışta Gezi direnişi için de söylenebilir. Ki zaten bu görünüş, Gezi direnişinin “postmodern” ve “sınıflarüstü” değerlendirilmesine zemin hazırlıyor. Biz, makalemizin konusuyla ilgili olan bazı başlıkları özel olarak ele alacağız.
*
Sınıf analizinin, daha doğrusu Marksizm’in reddinden başlayalım…
Sınıf analizinin, içinde yaşadığımız iddia edilen postmodern dönemde geçersiz olması için ne oldu? Örneğin Gezi direnişinin sınıfsal dinamiklerini tartışmak, kültürel, siyasal, ideolojik biçimlerini de dikkate alarak mümkün değil midir? Yoksa, direnişçileri, sadece incitilmiş, ne istemediğini bilen ama ne istediğini bilmeyen kalabalıklar olarak mı ele almalıyız? Ya da sadece muhafazakar dayatmalara karşı toplumun laik yaşam tarzını savunma refleksi mi?
Aslında laik yaşam tarzını savunmadan çevreye, hükümetin otoriter yaklaşımına öfkeden polis şiddetine tepkiye ve kente sahip çıkma duyarlılığına kadar, hepsi ama hepsi, Gezi direnişinin farklı yüzlerini yansıtıyor. Ve toplamında hükümete öfkede ortaklaşan bir halk hareketine dönüşüyor. Peki ya sınıflar? Sınıflar mücadelesi? 1968 öncesinde mi kaldı? Kültürel, dilsel, söylemsel hareketlerin gücüne mi yenildi?
Öncelikle bir parantez: Yeni toplumsal hareketler yaklaşımının hatası çevre, kadın, kent ve kültür hareketlerine dikkat çekmesi değil. Bu hareketlerin varlığını kapitalizmin etkisinden soyutlayarak ele alması, sınıfın ‘etkisizliğini’ kanıtlamak üzere kullanması, Marksizmin vadesini doldurduğunu iddia etmesidir.
Açıkçası, Gezi direnişine kaba bir bakış; yeni toplumsal hareketler yaklaşımını, Negrici, Laclaucu liberal-sol tezleri doğrular gibi görür. Zaten “sınıf analizinin artık yetersiz olduğu” fikri de ancak bu ilk görüntünün kavramsallaştırılmasıdır. Ancak, “dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu” (Marx, 2003:718). Yani, Gezi direnişinin farklı sınıf ve görüşlerden insanların, örgütsüz, hiyerarşisiz, somut taleplerle ve ‘büyük’ ideolojilere sarılmaksızın katıldığı bir toplumsal hareket olduğu görünüşte doğrudur. Ama onun özünü, görünüşünün ardındakileri anlamak istiyorsak, derinlemesine bir analiz şarttır. Sınıf mücadelesine dayanan bir yaklaşım, burada, bir tercih değil, görünüşün ardına geçebilmek, süreci kavrayabilmek için zorunludur.
Zorunludur, çünkü olgunun hareketini ve “bağlantılarını” anlayabilmek için, onu, içinde bulunduğu tarihsel toplumsal koşullarla etkileşimi içinde değerlendirmek gerekir. Elbette her olgu aslında bir süreçtir. Hiçbir şey zamandan/tarihten bağımsız değil, onun içinde ve onu içermektedir. ‘Şimdi’; öncesini ve sonrasını içinde birikim ve tohum halinde taşır. Tarihsel olduğu kadar da ‘dünya’lıdır. İçinde gerçekleştiği toplumun ilişkilerine, bu ilişkilerin niteliğine, ekonomisine, kültürüne, siyasetine bağlıdır, etkilenir ve etkiler. Bu karşılıklı bağımlılık, sürecin dışında değil bizzat sürecin içindedir, ona dairdir. Dolayısıyla toplumsal ilişkilerin kapitalist sınıfsal niteliği, bu toplumun içinde hareket eden her süreci bir biçimde etkiler, onun dokusunda iz bırakır. Geçmişi, geleceği ve ‘şimdi’sine dokunur. Bazen açık biçimler halinde, bazen de ‘deri altında’ kendini gösterir.
Yeni toplumsal hareketler yaklaşımı, toplumun bu hareketinden (ki bu hareket, ayrıca nitelemeye gerek olmaksızın diyalektiktir) belli bir yönün soyutlanması ile temellendirilir. Örneğin kültür… Ya da söylem… Veya yaşam tarzı…
1968 sonrası artan toplumsal hareketler, bu soyutlama ve “sınıfı bir kenara bırakmak” için temel oluşturmuştur. Sonrasında yükselen kadın, çevre, nükleer karşıtlığı, barış vb. hareketler de sınıfın devrimci bir özne olarak tarihsel miadını doldurduğu ve analiz birimi olmaktan çıktığı iddiasına dayanak yapılmak istenmiştir. Benzer tespitler Gezi direnişi için de yapılmaktadır.
Yapılan çarpıtmanın aksine; çevre, kadın, barış vb. toplumsal hareketler ne sınıf mücadelesi, ne de Marksizm’in öngörüsünün dışındadır.
Bütün bunlar, postmodern değil, illaki adı konulacaksa, modern hareketlerdir. Kapitalist toplumsal ilişkiler ve bu ilişkilerin toplumun tüm alanlarına nüfuz etmesinden nasibini almışlardır. Nasıl 1968 öncesi ulusal hareketler, feminizm, kölelik karşıtı hareketler, kapitalist ilişkiler ve bu çerçevede sınıflar arasındaki mücadelede bir yerde duruyor ve ilişkilidiyseler, 1968 sonrası hareketler de bu özelliğinden bir şey kaybetmemiştir.
Örneğin 1968 sonrası kadın hareketi. Sadece kadınların bazı haklarının tanınmasını değil, toplumsal olarak temellendirilmiş kadın-erkek eşitsizliğinin tüm boyutlarıyla ortadan kaldırılmasını talep etmektedir. Genel eğilimi kapitalizm ve ataerkil kültürü birbirinden ayırmak, onu kapitalist üretim ilişkileri üzerinde bir yere koymak olsa da, nesnel olarak kapitalist toplumsal tarihselliğin sonucudur. Kadın hareketi ve sınıf mücadelesinin birikimi ile bazı göstermelik hakların yeterli olmadığı ve kapitalizmin bundan çok da ötesini gösteremediği bir nesnelliğin sonucudur. Hareket bunun bilincinde olsun ya da olmasın, kapitalizmle ilişkisiz olması mümkün bile değildir. Zaten son dönemde belli başlı feministler de, kapitalizmin etkisine daha fazla dikkat çekmek durumunda kalmaktadır.
Keza çevre hareketleri… Çevrenin “kendi kendine” tahrip olması değil kapitalist toplumsal ilişkiler çerçevesinde tahrip edilmesi, kapitalist ‘insan’ faaliyetiyle doğanın ekolojik dengesinin kökten bozulmasına karşı gelişen hareketlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında insanlığın eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. belli başlı hakları kazanmasıyla daha fazla gündeme gelmiştir. Dolayısıyla ne sınıf mücadelesinden, ne de kapitalizmden bağımsız değildir.
1968 öncesi ve sonrası toplumsal hareketler arasındaki farklılıklara gelince…
1968’in bir kopuş noktası olarak anılması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, elbette böyle bir milat yoktur.
Her hareketin ve dönemin kendine özgülüğü vardır. Burası tartışılmaz. Yani 19. yüzyıldaki toplumsal hareketlerle 20. yüzyıldakiler (ve elbette 21. yüzyılın eylemlilikleri) arasındaki farklılıklar olmazsa olmaz; ancak farklılıklar kadar, içsel bağlantı ve süreklilik de sınıf mücadelesi ve kapitalist ilişkiler çerçevesinde kaçınılmazdır.
Tabii, bu iddia sahipleri modern dönemin işçi hareketlerinin yerini postmodern dönemin yeni toplumsal hareketlerine bıraktığını söylemektedir. Yani, işçi hareketinin çağının geçtiği fikrinin yansımasıdır. Ancak bu, zayıf ya da güçlü günlük sınıf mücadeleleri ve işçi direnişleri tarafından gün be gün yalanlanmaktadır. Karşıtlar gücünü, hareketin zayıflığından ya da güçlü bir siyasal görünüm sağlayamamasından almaktadır ki, bunun kırıldığı örnekler de istisna değil genel eğilim durumundadır.
Gezi Parkı’na gelince… Evet, Gezi Parkı direnişi, bir toplumsal harekettir. Ama yeni toplumsal hareket teorisyenlerinin ifade ettiği gibi, bir post-endüstriyel ya da post-modern dönem hareketi, sınıf mücadelesi çerçevesinde analiz edilmesi mümkün olmayan, kapitalizmin özgün ve başka bir evresinin hareketi değildir.
Gezi ile ilgili birbirine yakından bağlı iki genel eksenden bahsedilebilir. Birincisi; Türkiye’de kapitalizmin 2001 Krizi’nden bu yana ve 2008 Krizi’yle uç noktalara çıkan ekonomik yeniden yapılanmasının biriktirdikleridir. 2000 yılından bugüne katıksız ve olağanüstü hızla işleyen neoliberal yeniden yapılanma sınıf çelişkilerini arttırmıştır. Özelleştirmeler, tarım nüfusunun hızla proleterleştirilmesi, İş Kanunu başta olmak üzere, esnek çalışma dayatmaları ve hak gaspları, sağlığın özelleştirilmesi, emekliliğin ulaşılmaz bir hayal haline gelmesi vb. uygulamalar. Kamu hizmetlerinde özelleştirme ve taşeronlaştırma ile nispeten ayrıcalıklı görünen meslek gruplarının “ayrıcalıklarını” yitirmesi, hizmet sektörünün efsaneden çalışma yaşamında hakların en dipte olduğun alan haline gelmesi…
Keza, hem eğitim sistemindeki adaletsizlik ve açık sınıf ayrıcalıkları, hem de iş ve insanca yaşam koşullarına ulaşmanın imkansızlaşması, gençlerin gelecek kaygısını arttırmaktadır. Kısaca geleceksizlik, gençlerin en temel kaygısı olarak öne çıkmaktadır.
Dolayısıyla halkın sokaklara taşan öfkesinde; bütün siyasal ve kültürel etkenlerin yayında ve altında, halkı, tahammül edemez hale getiren bu sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesini söz konusudur. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada; ekonomik ‘başarı’ öyküleri yazılan Brezilya, Çin vb. ülkelerde halkın ekonomik durum ve olanakları güçleşmekte, mevcut ve olası büyük tepkilerin koşulları giderek güçlenmektedir. Dolayısıyla; Brezilya’da “solcu”, Türkiye’de muhafazakar iktidara karşı eylemleri koşullayan, Başbakan Erdoğan’ın iddia ettiği gibi uluslararası komplocu güçler değil, uluslararası düzeyde işleyen kapitalist sömürünün derinleşmesidir. Bu birleştirici unsur, Türkiye’nin ardına Brezilya ve Mısır’ı eklediği gibi, öncesine de Yunanistan, İspanya gibi ülkeleri koymuştur. Çin’de her gün patlayan ve sayısı milyonları bulan işçi kitlelerin öfkesi de, aynı nedenlerle dikkat çekmektedir.
İşte Gezi’yi, diğer ‘Gezi’lerle ortaklaştıran uluslararası yön budur… Ve doğrudan sınıf mücadelesiyle, adını koymak gerekirse, sınıf analiziyle alakalıdır. Gezi direnişinin sınıfsal bileşimi de bunu doğrulamaktadır. Evet, öne çıkan talepler doğrudan işçi sınıfının ekonomik, sosyal, siyasal talepleri değildir. Ancak diğer kültürel ve siyasal etkenlerle birlikte direnişi koşullayan zemin budur.
Sokağa inen milyonlar, esas olarak kent işçi ve emekçileridir. “Tuzu kuru” diye anılan semtlerde sokağa çıkanlar da, yine doktor, mühendis vb. uzmanlık gerektiren mesleklerde çalışan ve giderek proleterleşen emekçilerdir. Yine geleceksizlikle karşı karşıya olan, elbette halkı ve kendisi adına endişe duyan gençler de sokakları doldurmuştur. Aydınlar, sanatçılar da nicelik ve nitelik olarak eylemlere önemli katkı sağlamıştır.
Sokağa inen milyonlar, açık ki, emekçi karakterlidir. Daha sonra devam eden Gezi Parkı direnişindeki ve forumlardaki tablo da, yine emekçi ve gençlik yoğunlukludur. Elbette küçük burjuva kesimler de hareketin ciddi bir biçimde içinde yer almıştır. Ancak bunun en kalabalık kategorileri, yani köylülük, küçük esnaf vb. açısından bakıldığında, başlı başına rengini verecek bir ağırlıktan bahsedilemez. Ancak proleterleşmenin bu kesimleri, özellikle de bu kesimleri vurduğu açık bir gerçektir. Türkiye’de son 12 yıldır, kendi hesabına çalışanlar kategorisi azalırken, ücretli çalışanların safları giderek genişlemektedir. 2002 yılında ücretli çalışanların toplam çalışanlara oranı yüzde 49.7 iken 2013 yılında bu oran yüzde 63,5’e yükselmiştir. Kendi hesabına çalışanların (esnaf, küçük köylü vb.) oranı 2002 yılında yüzde 23.8 iken 2013 yılında 19’a düşmüştür (TÜİK, 2013). Almanya’da ücretli çalışanların toplam çalışan nüfusa oranı ise yüzde 90’ın üzerindedir.
Tabi, Gezi direnişi genel olarak kapitalizmle ilgili olduğu kadar, Türkiye’deki kapitalizmle, yani onun siyasal biçimiyle, antidemokratik muhafazakar yönetim ve yönetme tarzıyla da ilgilidir. Hükümetin eğitimden günlük yaşama, içkiden türbana, Kur’an kurslarından yandaş ihalelerine kadar her alanda dinci gericiliği örgütlemek üzere hamle ve düzenlemelerinin, toplumun modern yaşam tarzı konusunda duyarlılığı olan, hatta bu açıdan saldırı altında olan kesimlerini tepki vermeye ittiği açıktır. Dış basındaki “İslamcı” hükümete öfke vurgusu, hareketin genel niteliğini açıklamaktan uzak olsa da, bir yönüne işaret etmektedir. Keza, Alevilerin direnişe kitlesel bir biçimde katılması, direniş sırasında yaşamını yitiren gençlerin Alevi kökenli olması da rastlantı değildir. Son içki yasağı, yasağa karşı tepkiler, yine Gezi direnişinde sık sık içki yasağına ve yaşam tarzına müdahaleye dönük sloganlar bu özelliğe dikkat çeken yanlardır.
Hükümetin demokrasiyi sandığa indirgeyen otoriter yaklaşımına karşı biriken öfke de, patlama noktalarından birisidir. Halkın derdini, talebini, duyarlı olduğu meseleyi anlamak-dinlemek bir yana polis şiddetiyle karşılık verilmesine karşı sokağa taşan tepki, demokrasinin sandığa gömülmemiş, sokakta hak arama eylemleriyle birleşen gerçek halinin üstü örtülü biçimde talep edilmesidir.
Özetle, Gezi direnişinin siyasal ve kültürel yönü, burjuvazinin bir yönetme tarzı olarak otoriter ve muhafazakar yaklaşımının pratik eleştirisidir. Evet, yönetim biçimine, kültürel olarak da burjuvazinin 2000’li yıllardan itibaren seçtiği ya da kabul etmek zorunda kaldığı kültürel yeniden üretme ya da “rıza üretme”/hegemonya biçimine karşı laiklik talebiyle bir öfkedir. Bu, laikliğin açık-seçik ve bir programla ifade edilmiş hali olmasa da, burjuvazinin başka bir kanadının elinden alınması, halkçılaşması ve dinin günlük yaşamı düzenleme aracı olarak kullanılmasına karşı kitlesel bir karşı çıkışı içermektedir. Bu açıdan direnişin kültürel/siyasal yönü, bir bütün olarak demokrasi talebi öne çıkmaktadır.
Gezi direnişinin siyasal/kültürel yönü, dolaylı bağlantılarıyla geniş bir tartışma olmakla beraber; elbette sınıf mücadelesinin dışında değil ortasındadır.
ORTA SINIF HAREKETİ Mİ?
Orta sınıf kavramı burjuva sosyolojisinin en fazla çarpıttığı argümanlardan birisidir. Amerikan sosyoloji geleneği, gelir dağılımı hesap ve anketlerine dayanarak, toplumun en fazla ve en az gelir alan dilimlerini tespit ederken, bu iki dilim arasındaki nüfusu ise “orta sınıf” olarak tanımlar.
Türkiye’de hem resmi hem akademik literatürde “orta sınıf” tanımlaması, bu Amerikan “geleneğine” dayanır. Çeşitli yoksulluk tanımlamaları ve zengin kategorisi dışında kalanlar, “orta sınıf” damgasını yemeyi hak etmişlerdir. Bu yaklaşıma göre; 1500 TL aylık geliri olan bir kamu emekçisi, yine aynı düzeyde gelire sahip fabrika işçisi ve 30 bin TL ücret alan fabrika genel müdürü aynı “orta sınıf”ın üyesidir!
Bu, açık ki, toplumsal gerçeklikten uzak liberal bir yaklaşımdır. Çünkü, bu kategorilendirmede toplumun sınıflara bölünmüş yapısı ve sömürü ilişkileri dikkate alınmaz, sadece nasıl elde edildiği sorgulanmayan gelir düzeyine bakılır. Yani, her birey, gelir düzeyine göre bir sıralamaya ve sınıflandırmaya tabi tutulur. Orta sınıfın bu sonuna kadar esnetilmiş ve genişletilmiş hali, aslında sınıfların inkarına, toplumun bir biçimde gelir elde eden bireylere, piyasada bulunan metaların müşterisi konumundaki tüketicilere indirgenmesine dayanır.
Peki, orta sınıflar yok mudur? Ya da bu biçimde kategorilendirebilecek bir toplumsal grup söz konusu değil midir? Elbette vardır. Sorun orta sınıfın varlığı değil, onu, işçi sınıfı ve emekçilerin büyük bir kısmını kapsayacak bir biçimde genişleten, buradan kapitalist toplumun temel çelişkilerinin üstünü örten popüler “sosyoloji” ve “iktisat” yaklaşımındadır.
Öyleyse, orta sınıf ile ne kastedilmelidir?
Ama önce genel olarak sınıflar…
Lenin’in sınıf tanımlaması, sınıf teorisinin en açık ifadelerinden birisi olarak tarihe geçmiştir: “Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.” (Lenin, 1992:150). Ve kapitalist toplumun temel sınıfları, bilindiği üzere işçi sınıfı ve burjuvazidir.
Marx, Kapital’inde, belli bir soyutlama düzeyinde kapitalizmin işleyiş yasalarını ortaya koyarken, bu soyutlamaya uygun olarak üç temel sınıfı görür (Marx, 2003:772): İşçi sınıfı, burjuvazi ve toprak sahipleri… Kimi burjuva ideologlar, buradan yola çıkarak, Marx’ın ara sınıfları görmediği; çalışmalarının toplumsal gerçeklikten uzak bir soyutlama ürünü olduğunu iddia eder. Marx, Kapital’inde, esas olarak kapitalizmi analiz ettiği ve diğer ara sınıf ve bu sınıfların “temsil ettiği” üretim tarzı kapitalizm açısından belirleyici nitelikte olmadığı için bu soyutlamayı yapar. Çünkü Kapital’deki amacı, aslında bir soyutlama ürünü olan ve kendini eğilim halinde gösteren tarihsel yasaların keşfidir. Ancak, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş gibi tarihsel çalışmalarında, karşılıklı sınıfların ekonomik konumlanmalarını, ara sınıf ve tabakaları, bunların siyasal, kültürel gelenek ve somut eğilimlerini hesaba katar ve siyaset bilimi açısından çok önemli analizlerde bulunur.
Dolayısıyla Marx’ın analizinde olduğu gibi, kapitalizmde sınıflar ve ara sınıflar, üretim biçimi ve bunun şekillendirdiği toplumsal ilişkiler çerçevesinde ortaya çıkar, ilişki kurar ve mücadele eder. Burada belirleyici olan, üretim araçları karşısındaki konumdur. Kapitalizmin gelişmesi ve feodal mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla toplum giderek üretim ve dağıtım araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölünmüştür . Yani makine, fabrika ve toprakların sahibi burjuvazi ile emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçiler toplumun iki temel sınıfıdır. Ancak bir de, kapitalizm içinde varlığını devam ettiren küçük mülk sahipleri vardır. Küçük toprağında üretim yapan köylüler, küçük ticaret erbabı ve esnaf, kendi mülkiyeti ve aile emeği ile geçim araçlarını sağlar. Küçük burjuvazi; toplumun iki temel sınıfı karşısında, ekonomik ve siyasal olarak konjonktüre göre saf değiştirebilen orta/ara sınıf olarak nitelendirilir. Küçük burjuvazi, üretim düzeyindeki bu konumlanmanın dışında, kapitalist hiyerarşi içinde burjuvazi tarafından yüksek gelir ve çeşitli ayrıcalıklarla satın alınmış kesimleri de kapsar. Mesela –üst düzey bir kısmı doğrudan orta, hatta üst kesim burjuvaziye katılmış olan– işletmelerdeki yöneticiler, üst düzey bürokratlar ve bazı ayrıcalıklı meslek grupları…
Elbette, bu teorik çerçevenin günlük toplumsal ilişkilerdeki karşılığı çok daha geçişli ve karmaşıktır. Örneğin, sözleşmeli çiftçilikle, köylülerin kendi toprağında giderek uluslararası tekellere bağımlı “işçi” haline gelmesi. Küçük burjuvazinin önemli bir kesimi olan esnafların batması ve işçileşmesi. Geçmişte ayrıcalıklı meslek sahibi olarak kabul edilen mühendis, doktor ve avukatların, yükselen eğitim düzeyi ve vasıflı emeğin değersizleşmesiyle ayrıcalıklarını kaybetmesi (aynı zamanda kendi için bölünmesi) ve proleterleşmesi. Hizmet sektöründeki özelleştirme ve rekabetle buradaki emeğin en güvencesiz ve düşük ücretli emek gücü haline getirilmesi… Daha birçok örnek verilebilir. Ancak geçmişte küçük burjuva kategorisinde değerlendirilen önemli bir nüfus, neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte hızla emekçilerin saflarına katılmaktadır. Çokça tartışıldığı için örnek verelim; mühendis, doktor ve avukatların büyük kısmı orta sınıf üyesi değil, özel işletmelerde işgüçclerini kiralayarak ücretli olarak çalışıyor olmalarıyla, emekçi sınıfların bir parçasıdır. Asgari ücrete yakın bir ücretle ve “emir altında” çalışan bir mühendisin orta sınıf ayrıcalıklarından bahsetmek mümkün değildir. Açıklamaya gerek yoktur ki; kamu emekçileri de böyledir.
Bu açıdan Gezi direnişi, yeni toplumsal hareketlerin bir özelliği sayılan orta sınıfa dayanma iddiasının reddedilmesidir. Çünkü, Gezi direnişi, ‘profesyonel’ meslek kabul edilen meslek sahiplerinden kayıtdışı çalışanına, işsizinden yine giderek iflas etme endişesi yaşayan esnafına kadar emekçi karakterlidir. Ağırlık, çarpıtılmış bir ‘orta sınıf’ ‘bilinmez’inde değil, emekçiler ve onların gençliğindedir.
Gezi direnişinin bileşimi açısından ifade edilen bu emekçi karakteri vurgusu, “orta sınıf” değerlendirilmesine karşı bir tespittir. Ama tek başına da yanlış anlaşılmaya müsait bir tespittir. Birkaç açıdan…
Birincisi; Gezi direnişine işçi sınıfının temel önemdeki bölüğü, örgütlü kesimleri, kendi talep ve örgütleriyle katılmamıştır. Bunun, elbette sınıfsal ve siyasal sonuçları olmuştur.
Türkiye ekonomisinin belkemiği olarak ifade edilen otomotiv başta olmak üzere metal, petro-kimya, enerji, tekstil gibi sektörlerden işçiler, örgütlü bir biçimde Gezi direnişinin taleplerini yeterince sahiplenmemiş, bu mücadelede kendi sınıfsal talepleri ve gövdesiyle yer almamıştır. Gezi direnişinin, böyle temel bir sınıfsal katılımdan mahrum kalması, direnişin, kendi elinde olmayan zaafı olarak başından beri etkili olmuştur. Çünkü, AKP Hükümeti’ne karşı çıkış, işçi sınıfının bahsettiğimiz kesimlerinin dahil olmayışı nedeniyle hem kitlesel açıdan zayıf kalmış (AKP’yi devirecek bir kitlesellik ve güç anlamında) hem de açık ekonomik/sınıfsal talep ve programla AKP’nin arkasındaki sermaye güçlerini gerçek ve kalıcı anlamda geriletecek bir olanağa sahip olmamıştır. Böyle olunca, Gezi direnişi, Türkiye tarihinin en büyük halk hareketlerinden birisi olarak tarihe geçerken, en azından şimdilik, hükümeti, onun sandık demokrasisini devrimci bir biçimde yıkacak ve gerçek bir demokrasiyi kuracak güce kavuşamamıştır. Ancak, hem genel olarak emekçi halk yığınları, hem de işçi sınıfı için bilinç ve mücadele deneyimi açısından kolay kolay silinmeyecek kazanımlar elde edilmiştir.
İkincisi; Gezi direnişinin modern yaşam tarzına saygı, laiklik, çevreye ve kente sahip çıkma, halkın isteklerinin dikkate alınması gibi talepler açısından bir orta sınıf hareketi olarak tanımlanması yaygın bir eğilimdir. Bu da, işçi sınıfının sadece ekonomik talepleri savunabileceği, laiklik vb. taleplerin “orta sınıf”ın savunabileceği değerler olduğu fikrine dayanmaktadır. Ki, bunun “alt tabaka”ya bu tip değerleri layık görmeyen bir yaklaşımının ürünü olduğunu söylemek sadece mümkün değil, zorunludur da.
Diğer yandan, bu taleplerin büyük kısmının kapitalizmin sınırları içerisinde olması açısından, Gezi direnişinin burjuva demokratik karakterli olduğu, genel bir soyutlama anlamında doğrudur. Ancak, taleplerin doğrudan sosyalist değil demokratik muhtevalı oluşu, onun kaçınılmaz olarak bir burjuva ya da orta sınıf hareketi olduğu anlamına gelmez. Çünkü burjuvazi, egemen kesimi açısından, bu taleplerle ilişkisini uzun zamandır rafa kaldırmış, bu talepler işçi sınıfı ve onun müttefiklerinin omzuna yüklenmiştir.
Özetle; eğitimli, kentli orta sınıfın öfkesi olarak “yeni toplumsal hareket” yaklaşımına sıkıştırılmak istenen Gezi direnişi, ağırlıklı olarak eğitimli, kentli emekçilerin ve kitlesel bir biçimde gençliğin katıldığı bir emekçi halk hareketidir.
Bölümü kapatmadan son bir not:
Sadece “yeni toplumsal hareketler” yaklaşımı bağlamında değil, Gezi direnişini anlamaya yönelik her çaba, toplumun kültür, siyaset ve yaşam tarzı duyargalarını dikkate almak durumundadır.
Türkiye’de içeriğine dair tartışmalar yapılsa da, en genel anlamda laikliği ve modern yaşam tarzını tehlikede gören ve AKP’nin muhafazakar dayatmalarıyla da bu kaygısı giderek artan bir işçi, emekçi, küçük burjuva, hatta illa ki eklenecekse orta sınıf mensubunun olduğu biliniyor. Tabii, bunun tarihsel biçimlenişi, devletle, ‘eski’ statükoyla vb. ilişkisi bu yazının konusu dışında ayrı bir tartışmadır. Ancak, doğru bir çerçeveye oturduğunda, bu duyarlılığın, hükümetin muhafazakar gerici dayatma ve düzenlemeleri karşısında önemli bir laik-ilerici birikim olduğu açıktır. Bu birikimin, genelleştirilemeyecek, ama önemli bir kısmını etkisi altına almış temel zaafı ise, Kürt sorunu karşısındaki milliyetçi/ulusalcı yaklaşımıdır. Ancak Kürt sorununda çözüm tartışmaları ve görüşme sürecinin, halk yığınları içindeki ulusalcı önyargıların kırılması için önemli olanaklar yarattığı da görülmektedir.
Çokça ifade edilen 90 kuşağı etkisi de, kutsandığı kadar bilinmez ve anlaşılmaz değil elbette. Demokrasi herkese lazım olduğu kadar, geleneksel İslami tarzın dışında bir yaşam tarzına sahip olan gençlerin de ihtiyacı. Ve bir grup el üstünde tutulup YGS şifrelerinden dersanelere kadar beslenir, küçük bir azınlığa her türlü torpil ve kolaylık sağlanırken; kendilerinin topa konulmasına sonsuza kadar sessiz kalmamalarının özel bir açıklamaya ihtiyacı yoktur.
ÖRGÜTSÜZLÜĞÜN ÖVGÜSÜ – HİYARARŞİSİZLİK
Gezi Parkı eylemlerinde açık ya da örtülü, en çok ifade edilen konulardan birisi de, direnişin kendiliğinden katılan unsurlarına odaklanan bir örgütsüzlük durumudur. Genel eğilimse, bu örgütsüzlüğün hareketin ‘masumiyeti’ olarak kutsanması, liberal bir bireycilik ve örgüt düşmanlığı ile bezenmesi yönündeydi. Başka yaklaşımlarda ise, ‘sol’dan yol alınarak yine liberal bireye ulaşılmakta, bu kez, “kutsiyet” anti-otoriterlik sosuyla sunulmaktadır. Ama ortaklaşılan nokta; tereddütsüz bir örgüt düşmanlığıdır.
Elbette, burada, liberalizmin örgüt düşmanlığı ve hükümetin az-çok uzlaşmayı ima eden her tutumunun üzerine atlayan, direnişi bitirmeyi salık veren yaklaşımı ile otorite karşıtlığında birleşen ama direnişin devamını gözeten yarı-anarşist yaklaşımı aynı kefe koymuyoruz. Ama örgütsüzlüğün teorisi haline gelen bu yaklaşımların direnişin gelişip serpilmesi açısından ilerletici bir misyona sahip olmadığı, hatta geriletici bir işlev taşıdığı da açıktır.
Konuyu biraz daha açalım: İlk günlerde mahallelerinde gece yarısı sokaklara inen ve hükümete tepki gösteren milyonlar ve bu milyonların simgesi haline gelen Gezi Parkı’nda buluşan gençlerin örgütsüzlüğü bir durumdur. Evinde televizyondan hükümetin saldırganlığını gören milyonların örgütsüzlüklerine rağmen sokağa inmeleri ve Türkiye’nin dört bir yanında aynı duyguyla buluşmaları, buradaki örgütsüzlüğe atıf yapılıp kahredilecek bir durum değil, tersine büyük olanaklar sunan devasa bir kendiliğinden harekettir. Sosyalistler için güç ve olanaklar dahilinde müdahale edilmesi gereken bir fırsattır. Eğer olabilseydi, örgütlü sınıf unsurlarının da dahliyle, hükümetin ve gericiliğin devrilmesine olanak sağlayabilecek nesnel bir zemindir. Bu açıdan örgütsüzlük, hareketin kendisi açısından, eleştirilecek değil, tespit edilecek, bu tespit doğrultusunda güçler oranında müdahale edilecek bir durumdur. Çünkü halk, örgütsüz olsa da sokağa inmiştir.
Eleştirimiz, hareketin ikinci aşamasındaki, yani örgütlenerek ilerleme, ortak hareket etme ve bir stratejiye sahip olma anlamında örgütsüzlüğe ya da bunun savunusuna dönüktür.
Ve burada konumuz, liberalizmin açık uzlaşmacılığı değil, devrimci/demokratik olanakları heder etmek bakımından ortaklaşan “anti-otoriter” yaklaşım ve küçük burjuva solculuğudur.
Gezi direnişi, hükümetin “ben dedim oldu”, “sandıktan çıktık, her istediğimizi yaparız” şeklinde özetlenebilecek otoriter yaklaşımına büyük bir öfkeyi içerdiği için, burjuva ve muhafazakar otoriteye yönelik bir tepki ile tanımlanabilir. Bu açıdan, hareketin anti-otoriter olduğunu söylemekte bir yanlışlık yoktur. Çünkü her isyan, grev, direniş; belli sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkiler dizgesine itirazı içerdiğinden ve bu ilişkilerin kurduğu hiyerarşik otorite ile karşı karşıya geldiğinden, anti-otoriter özellikler göstermektedir.
“Sosyalizmin bireyi önemsemediği için başarısız olduğu, otoriteye ve hiyerarşik düzene yeterince karşı çıkış göstermediği” gibi bir tespite dayanan otonomcu, liberal-sol ve postmodern yaklaşımların, Gezi direnişine dair anti-otoriterlik vurgusu ise, mevcut durumun ötesinde bir amaç taşıyor. Gezi direnişinin kendiliğinden sürecinin, örgütsüzlüğün taşıdığı “potansiyel direniş gücünü” kanıtladığı hissiyatını yansıtıyor. Bu örgütsüzlük; içinde bir “lideri”, bir yönetici aygıtı ya da “hiyerarşik” yapıyı barındırmadığından kolayca kutsanıyor.
Burjuva devlet aygıtı ya da çeşitli kitle örgütleri ve sendikalardaki “profesyonelleşme”, bürokratikleşme, bunun üzerinden kurulan hiyerarşik yapılar, bu otorite düşmanlığının “ilerici” temelini oluşturuyor. Ancak bu “düşmanlık”; hareketin örgütlü hale getirilmesi, buradan geliştirilmesi, demokratik bir “hiyerarşinin” kurulması konusuna gelince, hareket karşısında hızla gericileşebiliyor.
Çünkü, halkın öfke ve tepkisinin, sokağa dökülen eylemliliğinin ilerleyebilmesi ve amacına az-çok ulaşabilmesi için onun örgütlenmesi, demokratik mekanizmalarla kuşatılmış bir kurmayının, bir yönetici aygıtın oluşturulması ve yeniden halka dayatılmış yöneticilere varılmaması için kararların halkın yapacağı tartışmalar ile alınması, bu yönetici/yürütücü aygıtın da halkın kararlarına uymadığı koşullarda hızla –kendisini görevlendirenlerce– görevden alınabilmesi şarttır. Aksi takdirde, örgütsüzlük, hareketin çok başlılığına, kendi içinde bölünmesine neden olacağı gibi, gericiliğin saldırılarına karşı planlı ve stratejik bir karşı duruş sergilenmesi mümkün değildir.
Özü itibarıyla her otorite ve hiyerarşi mutlak olarak “kötü” ya da reddedilmesi gereken değildir. Hiyerarşinin üzerinde yükseldiği temel önemlidir. Kapitalist ve halk yığınlarının iradesini dışarıda bırakmak üzere kurulmuş bir hiyerarşi mi, yoksa tersine; halkın bizzat karar alıcı olduğu, kararların halksız alınmadığı, seçilmiş yöneticilerinse gerektiğinde hızlı bir biçimde görevden alınabildiği, yöneticilerin halkın kararlarını en iyi uygularken bu kararlara uymasının tercih değil zorunluluk olduğu, halkın farklı mekan ve zamanlardaki hareketlerinin birleştirilmesi ve gericiliğin karşısında tek bir güç olarak çıkarılmasını sağlayacak demokratik ama merkezi bir otorite mi? Bu ikincisi; bir otorite olmakla birlikte, en küçük başarı için bile zorunludur. Örgüt ve merkezi örgütlenme ile birleşmeyen olası bir kalkışmanın devrimci bir dönüşüm açısından başarı şansı yoktur . Mısır ve Tunus’taki ayaklanmalar; bunun yakın ve açık örneğidir.
Küçük burjuva sol örgütlere gelince… Bunlar; belki de Gezi direnişinin en örgütlü, hatta hiyerarşisizlik iddialarına karşı “örgüt” savunucusu kesimleri olarak görülebilir. Oysa, burada bahsedilen bunun tam tersidir.
Konu, halkın kendiliğinden direnişine küçük burjuva örgütlerin dahil olması değil, bir bütün olarak direnişin demokratik ama merkezi bir örgütlenme çerçevesinde ilerletilebilmesidir. Bunun mekanizmalarının kurulmasıdır. Bu açıdan küçük burjuva sol örgütler, örgütlülüğün değil, tersine örgütsüzlüğün müsebbiplerinden biri oldu.
Gezi Parkı eylemleri süresince küçük burjuva grupların, toplamın direnişi yerine kendi direnişlerini koyması, devrimci müdahalenin halkın örgütlenmesi ve ortak bir devrimci iradenin ortaya çıkarılmasına yöneltilmeyip polisle çatışmaya indirgenmesi, hareketin ilerletilmesini sağlamak bir yana, örgütsüzlüğü arttıran bir etken oldu.
Örgütsüzlüğün fiilen kutsanma pratiğine bir örnek:
Gezi Parkı, Türkiye’nin en demokratik alanlarından birisiydi. Bugünse forumlar… Gezi Parkı alanı içinde başından itibaren forumlar yapılabilir, direnişin kendiliğindenliği halkın tartışma ve kararlarıyla bir ölçüde aşılabilirdi. 18. gün yapılan forum ve toplantıların ilk günlerde yapılmaması, direnişin yönetiminin sadece son kararda halkın fikrinin alınmasına indirgenmesi, örgütsüzlüğün, teorik olmasa da, pratik uygulanması olmuştur. Direnişin halkın forum ve toplantılarla yönettiği demokratik ve merkezi bir yöne ilerlememesi, küçük burjuva örgütlerin “kendi kafasına göre” davranmasının yolunu iyice açmıştır. İşte, halkın bu biçimde yönetici özne olarak örgütlenmediği ortamın sonucu, her grubun “liberal” bir özgürlük anlayışı çerçevesinde istediğini yapmasına yolveren hiyararşisizlik ya da örgütsüzlük alıp başını gitmiştir. Büyük çoğunluk, mesela, yüz çeşit bayrağın kötü bir görüntü oluşturduğunu düşünse de, örgütlerin “özgürlüğü”ne müdahale etmeme adına, karar alınamamıştır. Oysa demokratik bir karar mekanizmasının olmadığı, toplamda hareketin stratejisinin tartışılamadığı, nasıl ilerleyeceğinin belirlenemediği bir hareket nasıl ilerleyebilir?
İşte bu küçük örnekteki başıbozukluk, toplamın örgütsüzlüğüyle birlikte, küçük burjuva örgütlerin otonomluğu, “biz kendi kararımıza müdahale ettirmeyiz” yaklaşımı, merkezi bir örgütlenmenin kurulması konusunda gösterilen “kimseye bir şey dayatamayız” türü burjuva özgürlükçülüğü, hükümetin her türlü propagandif saldırısına zemin hazırlamıştır.
Direnişin, Gezi Parkı’ndan başlayarak örgütlenmesi konusundaki zaaf ve anti-otoriter coşkuyu aşan bir anti-otoriter ideolojik yaklaşım, mevcut durumun kutsanması, küçük burjuva örgütlerin ‘özgürlüğü’… Bütün bunların karşısında yapılması gereken, hareketin günlük tartışma ve karar alma mekanizmalarının kurulması, geliştirilmesi, bu merkezi örgütlenme karşısında da “bana kimse karışamaz” yaklaşımlarına izin verilmemesi, bu tür yaklaşımların mahkum ve tecrit edilmesi, demokratik mekanizma ile hükümetin saldırıları karşısında tüm halka ulaşmayı hedefleyen propaganda ve direnişi geliştirmeyi hedefleyen bir stratejinin geliştirilmesidir… Küçük burjuva örgütlerin otonomculuğuyla direnişin örgütlenmesini engelleyen “grup özgürlüğü” kaosunu, “aman hiyerarşi olmasın, böyle güzeliz” noktasına gelen birey özgürlüğü anarşisini aşamamak, direnişin “öznel” zaaflarından birisi olagelmiştir.
Örgütsüzlüğe burjuva “masumiyet” övgüsü, örneğin halkın karar alıcı özne olarak örgütlenebileceği forum ve toplantıların 18. güne kadar bekletilmesinde karşılık bulmuştur. Karar alma, dağınıklığı toparlama, örgütsüzlükten direnişin halka dayanan (sadece çağrı yapan değil) demokratik bir örgütü olma durumuna geçmek için ortaya çıkan büyük olanaklar değerlendirilememiştir. Mesele, belli başlı kadroların örgütlenip direnişe siyasal müdahale değil, tersine bir bütün olarak on binlerce insanın demokratik ama merkezi bir direniş hareketi olarak örgütlenmesi, karar alması ve uygulamasıydı ki, üzerinde durulan yaklaşımlar aşılarak giderilemeyince, bu, başarılamamıştır.
İKTİDAR HEDEFİ
“Yeni toplumsal hareketler” yaklaşımına göre; bu hareketlerin hedefi, iktidar ya da iktidar mücadelesinin bir parçası olmak değil, somut ve ‘pragmatist’ taleplerin gerçekleşmesini sağlamaktır. Bu talep, çevre, eşcinsel hakları olabileceği gibi, çeşitli kimlik talepleri de olabilir. Mesela, modern yaşam tarzına sahip çıkmak gibi!
Gezi direnişi de, bu kapsamda, en azından başlangıçta, iktidar hedefi olmayan ‘masum’ bir hareket olarak tanımlandı. Ki, doğru da. Direniş, talepleri ve programı itibarıyla iktidarın yıkılmasını ve direnişte ittifak halinde olan sınıf ve tabakalarının iktidarının kurulmasını hedeflemiyordu. Başka bir deyişle, örgütsüzlüğü nedeniyle, hedefleyemiyordu. Çeşitli sınıf ve tabakaların desteklediği direniş, genel bir demokrasi istemekle birlikte; esas olarak bir iktidar hareketi değil, tepki/öfke patlamasıydı. Gezi Parkı’nın yıkılmamasına dair somut talepler, hükümete geri adım attırmanın simgesiydi. “Hükümet istifa” sloganı ise, hükümete öfkenin ifadesi idi.
Ancak hareketin iktidarı hedeflememesi, bir “masumiyet” ya da “övgü” konusu değil, zaaflarından birisiydi. Bunda direnişin doğrudan sınıfsal bileşimi ve gücü belirleyicidir. İşçi sınıfının belirleyici bölüklerinin hareketin içinde gövdesi ve örgütleriyle yer almaması, hem iktidarı hedefleme, hem de bu program doğrultusunda hareketi yönlendirme/örgütleme yeteneği açısından etkili oldu.
Dolayısıyla iktidarı hedeflememek, mevcut, somut bir durum olmakla birlikte; hareketin kaçınılmaz bir özelliği değil, aşılması gereken bir sorunudur.
Daha çok akademik ve entelektüel çevrelerde etkili olan, Gezi Parkı’nda bu çevrelerin de geniş bir biçimde yer alması nedeniyle, belki de ilk defa sokaklarda konuşulan bu “iktidardan, iktidarın bozuşturucu etkisinden uzak durma”, “öz yönetim” ve “hiyerarşisiz alternatif yaşam alanları kurma” adına yapılan tartışmalar da, kaçınılmaz olarak hareketin kendiliğindenliğine ve örgütsüzlüğüne övgüye dönüştü. Bu yaklaşımda, iktidarı hedeflemeyen direniş, yarı-anarşist bir çerçeve içinde, alternatif/örnek komünist yaşam alanları kuracak, bu örneklerle ülkeyi dönüştürecekti!
Burada Owen’ci ütopik sosyalizm ya da anarşizmin genel felsefesinin eleştirisinin yapılmasına gerek yoktur. İktidar perspektifi olmayan hiçbir hareketin toplumda temel bir dönüşümü sağlayamayacağı ve bunu sürekli kılamayacağını tarihsel deneyimler göstermektedir.
Gezi direnişi, onda post-modernizmi, liberal solculuğu ve yalıtılmış birey özgürlüğünü görenlerin kabusuna dönüşecek kadar sınıfsal temellere sahip toplumsal bir harekettir. Onu “yeni toplumsal hareket”, “postmodern”, “her türlü otorite ve hiyerarşi karşıtı” vb. sayanlar, harekete işçi sınıfının temel bölüklerinin katılmasından, açıkça söylemek gerekir ki, korkmaktadırlar. Çünkü, işçi sınıfının açık sınıfsal talepleri ve gövdesiyle Gezi direnişinin parçası olması demek; hareketin “masumiyeti”nin yerini iktidar hedefinin alması demektir.
KAYNAKLAR
Cem Kaptanoğlu (2013) “Gezi direnişi ve sınıf”, http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/286, 24.07.2013.
Crossley, N. (2002) Making Sense of Social Movements, Philadelphia: Open University Press.
Çandar, Cengiz (2013) “Post-modern bir direniş”, Radikal Gazetesi, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cengiz_candar/postmodern_bir_direnis-1136001, 24.07.2013.
Çayır, Kenan (1999) Yeni Sosyal Hareketler: Teorik Açılımlar, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Lenin, V. I. (1992) Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2003) Kapital III. Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Şimşek, Sefa (2004 ) New Social Movements in Turkey Since 1980, Turkish Studies, Vol. 5, No. 2.
TÜİK (2012) Hane Halkı İşgücü İstatistikleri Nisan 2013,
TÜİK (2013) Hane Halkı İşgücü İstatistikleri Nisan 2013, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=13549, 24.07.2013.
Yıldırım, Yavuz (2013) Toplumsal Hareket Algımız ve Gezi Direnişi, Birgün Kitap Eki, http://birgunkitap.blogspot.com/2013/06/toplumsal-hareket-algmz-ve-gezi.html, 24.07.2013.