Türkiye ve Brezilya’daki gelişmeler: İşçi ve halk hareketlerinin gelişimine tarihsel bir bakış

Türkiye’de Gezi Parkı merkezli başlayıp, “her yer Taksim, her yer direniş” çağrısı ile Haziran ayı boyunca bir halk ve gençlik hareketi olarak tüm ülkeye yayılan protesto ve gösterilerin yoğunluğu düşmüş durumda. Bu protesto, gösteri ve direniş eylemlerinin birden bire tüm ülkeye yayılmasının ve milyonlarca göstericinin sokaklara çıkmasının nedenleri üzerine pek çok şey söylense de, genel olarak, bu gösterilerin AKP Hükümeti’nin 11 yıla yaklaşan politikalarına karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Bu tepkilerin dinci bir yaklaşımla yaşam tarzına müdahale, kültür, bilim, sanat üzerinde uygulanan genel baskılar, gençlik kitlelerinin gelecek kaygılarının giderek daha belirgin hale gelmesi, gençlik içerisinde yaygınlaşan işsizlik, zenginler ve yoksullar arasında derinleşen gelir uçurumu, sendikal hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına yönelik adımlar, yaşam sürekli pahalılaşırken dayatılan düşük ücretler, genel olarak talep edilen demokrasi ve özgürlükler ve AKP Hükümeti’nin bu konularda ayak diremesi ve giderek dozu artan despotik bir tutuma yönelmesi ve bu yöndeki söylemlerin özellikle Başbakan Erdoğan tarafından kullanılması, halkta ve gençlikte derinlerde biriken öfkenin bir kıvılcımla alev almasına ve bir öfke patlamasına dönüşmesine yol açtı.
Türkiye’de gösterilerin patlamasından birkaç gün sonra Brezilya’da da kitlelerin sokağa döküldüğü haberleri gelmeye başladı. Halk kitleleri ulaşıma yapılan zamların geri alınmasını talep ederken, sağlık ve eğitime daha fazla yatırım yapılması, yoksulluğa karşı önlemler alınmasını talep ederek sokakları doldurdular. Yaklaşan dünya kupasının Brezilya’da yapılacak olması, Olimpiyat hazırlıkları ve bu organizasyonlara aktarılan dev bütçeler emekçi halkın öfkesini çekti. Brezilya’da Konfederasyon Kupası maçları yapılırken kitleler sokaklarda gösteri ve protestolar yapıyorlardı. Brezilya gibi bir “futbol ülkesi”nde böylesi ilk kez yaşanıyordu. Daha sonra devreye giren işçi sendikaları da genel grev ilan ettiler.
Kuşkusuz Brezilya, Latin Amerika’da gösterilerin yapıldığı ilk ülke değildi. Bir süre önce Şili’de özellikle gençlik kitleleri ayağa kalkmış, taleplerini dile getirmişlerdi. Bazı ülkelerde bir önceki dönemde uygulanan ekonomik politikalara tepki olarak “solcu, ilerici, reformist” hükümetler iş başına gelmişti. Dahası dikkat çekici ekonomik gelişmesi ile Meksika, yaklaşık iki yıl önce yaşanan ciddi protestoların ardından patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi duruyor. Neredeyse son on beş yılda peşpeşe patlayan krizlerle ekonomisi çöken ve büyük kitle hareketlerine sahne olan Arjantin ise, görünüşte sessizliğini sürdürüyor.
Uluslararası sermayenin ideologları ve sözcüleri tarafından ekonomik gelişmesinden övgüyle bahsedilen Güney Kore, son on beş yılda ciddi bir işçi hareketine sahne olmuştu. Bu hareket gençlik eylemleriyle genişlemiş, geniş yığınlar hareketin içine çekilmişti. Keskin sınıf karşıtlıklarının ırkçılıkla birleştiği, ırkçı politikaların yer yer bu karşıtlıkların üzerini örttüğü Güney Afrika ise bir başka örneği oluşturdu. Irkçılığın sona ermesi keskin sınıf karşıtlıklarını, yoksulluğu daha çıplak bir şekilde gözler önüne getirdi ve işçilerin hoşnutsuzlukları yer yer polis şiddeti ile karşılaştı. Madencilerin grevlerine vahşice saldırıldı.
Güney Kore’nin yanı sıra Asya’da Çin, Endonezya, Hindistan gibi ülkeler içten içe kaynayan bir işçi hareketine sahipler. Çin’de aşırı sömürüye karşı grevler, fabrika işgalleri yaşanıyor ve bunlar çoğu durumda şiddetle bastırılıyor. Ama işçilerin, Honda fabrikalarında olduğu gibi, kazanım sağladıkları mücadeleler de var. Uluslararası sermayenin sözcüleri Çin’de işçi hareketinin daha dirençli geliştiğinden korkuyla söz ediyorlar. Endonezya ise, giderek canlanan bir işçi hareketine sahip. Son olarak grevlere 3 milyon işçi katıldı. İşçilerin sömürüye karşı mücadeleleri, sendikal örgütleri geliştiriyor, diğer örgüt biçimlerini –komiteler, işçi meclisleri vb.– devreye sokuyor. Hindistan ise, grev ve genel grev dalgalarının sıkça yaşandığı, bazı durumlarda on milyonlarca işçinin genel greve çıktığı mücadelelere sahne oluyor.
Avrupa’ya gelince, 2008 Krizinden en büyük darbeyi alan ülkeler bugün hala işçi ve gençlik hareketlerine sahne olabiliyor. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkeler ekonomik krizin etkilerinden kurtulabilmiş değiller ve işçi sınıfı ve emekçi yığınlar krizin tüm yükünün kendi sırtlarına yıkılmasına karşı mücadeleye atılıyorlar. Grev, genel grev, sokak gösterileri bu ülkelerde yaygın olarak kullanılan eylem biçimleri ve hükümetlerin halka karşı uygulamak istedikleri her yeni “ekonomik tedbir” büyük tepkilerle karşılanıyor. Bu ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların yaşam koşulları eskiye göre epeyce geriye gitmiş durumda ve yakın dönemde eski haline gelmek bir yana, bundan sonra eski seviyesine gelip gelmeyeceği epeyce tartışmalı durumda. Avrupa’da da işçi ve emekçi halk, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, bıçağın kemiğe dayandığı durumu yaşıyor ve gerileyecek bir alan kalmadı.
Diğer yandan Arap ülkelerinde patlayan devrim ve ayaklanmalar var. “Arap Baharı” denilen, her birisi farklı özellikler gösteren ve ayrı değerlendirilmesi gereken hareketler gerçekleşti. Özellikle Mısır ve Tunus gibi ülkelerde işçi ve emekçi halkın içinde bulundukları çalışma yaşam koşullarına karşı tepkileri, bu ayaklanmaları hazırlayan temel faktör oldu. Arap ülkeleri durulmuş değil ve buralarda halk hareketleri ilerleme eğilimi gösteriyorlar.
Bütün bu tabloya bakıp, işçi ve halk hareketlerinin genel olarak gelişme zemini konusunda ne söylenebilir? Kapitalizmin gelişme dönemlerine baktığımızda ortaya çıkmış olan işçi hareketleri, devrimler ve ayaklanmalar ile sosyal patlamalarla bugünkü hareket arasında ne gibi ortak noktalar var? Kapitalizmin yayılması, emperyalist sömürü nedeniyle keskinleşen sınıf karşıtlıkları, emekçi yığınları adım adım büyük altüst oluşlara mı hazırlıyor? Yoksa bugünkü hareketler, kendi başına şurada burada patlak vermiş olan tesadüfi hareketler mi? “Uluslararası komplo” iddialarının herhangi bir geçerliliği var mı? Bu sorulara doğru bir yanıt verebilmek ve bugünkü hareketlerin gerçek niteliklerini anlayabilmek için kapitalizm, kapitalist gelişme, işçi sınıfının mücadelesi, devrimler ve ayaklanmalar konusunda kısaca hafızamızı tazelememiz yararlı olacaktır. Bunun yanı sıra elbette bugünkü hareketin özelliklerini ve özgünlüklerini de, Türkiye, Brezilya gibi birkaç ülke bağlamında ele almak, Çin, Hindistan, Güney Kore, Malezya vb. gibi ülkeler için de kısa değinmeler, hatırlatmalar yapmak gerekecek.

KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ, İŞÇİ HAREKETİ VE DEVRİMLER

Kapitalizmin ilk geliştiği ülke İngiltere’dir. Sanayi devrimini yapmış İngiltere, o dönemde adeta “dünyanın üretim atelyesi” durumuna gelmişti. Bir yanda egemen sınıfın elinde servet ve zenginlik, diğer yanda işçi ve emekçilerin saflarında aşırı sömürü ve yoksulluk birikmişti. Bütün bu gelişmeler, doğal olarak İngiltere’yi işçi sınıfının ilk geliştiği ve mücadeleye atıldığı ülke yapmıştır. İngiliz işçileri, 17. yüzyılın ortalarından başlayarak, birlikler kurmaya, süreklilik gösteren mesleki örgütlerde bir araya gelmeye başladılar. 1838, 1842 ve 1848’de dalgalar halinde yaygın işçi mücadeleleri görülmüş, bu arada Newport’ta madenciler silahlı ayaklanmaya başvurmuşlardır.  Kısaca “Çartist hareket” olarak adlandırılan işçi hareketi döneme damgasını vurmuştu.
Çartist hareket zaman içerisinde sönümlenerek yatışmış, bir devrime yol açmamış olsa da, ileri sürdüğü doğrudan politik talepler işçi sınıfının hem sendikal, ekonomik, hem siyasi ve hem de parlamenter mücadelesinin önünü açmıştır. Kuşkusuz bu genişlikte ve derinlikte bir işçi hareketinin öncelikle İngiltere’de ortaya çıkması tesadüfi değildir. Hareketin temelinde kapitalist gelişme, bununla birlikte zorunlu olarak gelişen işçi sınıfının hakları için verdiği mücadele bulunmaktadır. İngiliz sömürgeciliğinin yaygınlaşması, burjuvaziye işçi sınıfı içerisinde bir “işçi aristokrasi” –özünde işçi sınıfı içerisindeki burjuva partisi olarak da tanımlanabilir– oluşturma olanağını tanımıştır. Bunun en temel politik sonuçlarından birisi, işçi hareketi içerisinde reformcu eğilimlerin güçlenmesi olmuştur. (Kuşkusuz işin bu yanları ayrı bir inceleme konusudur.) Ancak İngiliz işçi sınıfının kitlesel mücadelesi uluslararası işçi hareketine sendikal örgütlenme, işçilerin politik mücadelelere atılmasının zorunluluğu gibi çok önemli tecrübeler kazandırdı. Uluslararası işçi hareketinin ulaştığı seviyenin bir sonucu olarak 1. Enternasyonal de Londra’da kuruldu ve toplandı.
Kitlesel işçi ve halk hareketlerinin görüldüğü diğer bir ülke ise Fransa’dır. Fransa, İngiltere’den sonra kapitalizmin geliştiği ikinci ülkedir. Fransa, aynı zamanda, Marx’ın tespiti ile söylersek; “sınıf mücadelelerinin politik sonuçlarına kadar götürüldüğü” bir ülkedir. Bu özelliğin işçi hareketinin gelişim ve mücadele biçimleri üzerinde kesin etkilerde bulunduğu da bir gerçektir. 1789’da feodal monarşiye dayanan aristokrasiye karşı patlayan ve krallığı deviren Büyük Fransız Devrimi, hiç kuşkusuz 1830 ve ardından gelen Lyon ayaklanmaları’nın, 1848 Devrimleri’nin, 1871 Paris Komünü’nün esin kaynağı olmuştur.
Fransa’daki kapitalist gelişme bir taraftan doğrudan işçi ayaklanmalarına yol açarken, diğer taraftan her politik alt üst oluş döneminde işçi sınıfının bu hareketlere katılan ana güç olmasına da yol açmıştır. 1848 Devrimleri’nin ana gövdesini işçi sınıfı oluşturuyordu. Paris Komünü, Fransız egemen sınıflarının ülkeyi Prusya karşısında utanç verici yenilgiye sürüklemesinin ardından işçilerin ve halk kitlelerinin temelde yurtseverce duygular ile hareket geçmesiyle “ilk işçi devleti” olarak şekillendi. Komün işçi yaşamını doğrudan ilgilendiren kararlar alarak –çalışma gününün kısaltılması, zorunlu durumlar dışında gece çalışmasının, çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, kamu görevlilerinin istendiğinde geri alınabilmesi vb.– ilk işçi iktidarı olma karakterini açıkça ortaya koymuştu.
Fransa’da gelişen kapitalizm üzerinde yükselen ve ülkenin kendi özgünlüklerini de içeren bu işçi mücadeleleri, işçi sınıfına, açık sınıf çatışması, politik mücadelede deneyim, işçi kitlelerinin devrimlere varan yaratıcı eylem gücü, atılımı ve cesareti, sosyalizmin giderek olgunlaşan teorik birikimin üzerinde yükseleceği pratik mücadeleler –sınıf mücadelesi, iktidar, devrim vb.– miras bıraktı. Sonradan gelişen işçi hareketleri bu pratik mücadele tecrübesini ve üzerinden adım adım gelişen teorik mirası kullandılar ve bütün bu birikim Marksizmin teorik hazinesinde yerini aldı. Bütün bu gelişmeyi, yükselen yeni sınıfın, yani işçi sınıfının modern topluma damgasını vuracak olan sınıf olduğu gerçeğinin kanıtlanması olarak özetlemek yanlış olmayacaktır.
Fransa’dan sonra uluslararası işçi hareketinin bayrağını en önde taşımak Alman işçilerinin görevi oldu. Almanya’nın geç ama hızlı kapitalistleşme atılımı, güçlü bir işçi hareketinin doğmasına da neden oldu. Marx ve Engels’in de ilk örgütleyicileri oldukları işçi hareketi “anti-sosyalist” yasa saldırısının püskürtülmesiyle de yayılıp, genişledi. Alman işçileri, işçi sınıfının hem örgütlenme deneyimini geliştirdiler, hem de seçimlerden ve parlamentodan yararlanma, parlamenter mücadele biçimlerini kullanma yeteneğini uluslararası işçi hareketine kazandırdılar. İşçi sınıfı hareketi ile sosyalizmin birliği, Alman işçilerinin mücadele tecrübelerinde cisimleşmişti.
Bir tarafta Almanya’da kapitalizm yaygınlaşıp gelişirken, başka bir kıtada da kapitalizmin hızla geliştiği bir diğer ülke ise, ABD idi. Hızlı kapitalist gelişme, ABD’de de güçlü bir işçi hareketinin ortaya çıkmasına neden oldu. İşçi sınıfının örgütlenme ve 8 saatlik işgünü mücadeleleri yaygınlaşarak gelişti. Kadın işçilerin yaygın mücadeleleri, Amerikan burjuvazisinin hareketi bastırmak için uyguladığı şiddet ve katliamlarla karşılandı. Amerikan işçi sınıfının bu mücadelelerinin, İkinci Enternasyonal’in kararları ile uluslararası işçi sınıfına emekçi kadınlar gününü, uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ı kazandırdığı hatırlamamız gerekiyor.
19. yüzyılın sonunda emperyalizmin belirginleşmesine, kapitalist emperyalist dünya çelişkilerinin çoğalması ve keskinleşmesi eşlik etti. Bu ülkelerde emek sermaye çelişkisi üzerinde yükselen, emperyalist ülke ve tekeller arasındaki çelişki ve bu çelişkinin derinleşmesi, bu çelişkilere sömürge ve bağımlı halklarla emperyalizm arasındaki çelişkilerin yoğunlaşmasının eklenmesi, uluslararası işçi hareketine yeni bir ivme kazandırdı. 1. Emperyalist savaşın patlak vermesi bu çelişkiler üzerinde gerçekleşti. Emperyalist kapitalist sistem en zayıf halkasında, Rusya’da Ekim Devrimi ile yarıldı.
İlk devrimin Rusya’da gerçekleşmesi, uluslararası işçi hareketinin bayrağının Rus işçilerinin eline geçmesi “tesadüfi” sayılabilir mi? Rusya’nın koşullarına ve devrimin gerçekleştiği zemine bakıldığında gerçek durum daha iyi anlaşılacaktır. Rusya’da, 19. yüzyılın sonlarından itibaren kapitalist gelişmenin temposu oldukça hızlanmıştı. Bu ülkede devrim öncesinde sadece sanayi proletaryasının sayısı yaklaşık 3 milyona ulaşmış bulunuyordu. Daha önemlisi, bu sanayi proletaryasının önemli bir kesimi 500’den fazla işçinin çalıştığı büyük işletmelerde yoğunlaşmıştı. Kapitalizmin gelimesi sonucu gerçekleşen bu yoğunlaşma, genç ve gürbüz bir işçi hareketine yol açmıştı. Bu işçilerin örgütlenme çabaları, grev ve gösteriler, bu ülkenin politik yaşamına damga vurmaya başlamıştı.
Uzayan emperyalist savaşın yıkıcı etkileri, Rus işçilerinin üzerinde olduğu gibi, topraksız geniş köylü yığınlarının üzerinde de, Çarlık tarafından ezilen ve sömürgeleştirilen, bir biçimde mücadeleye atılan ulus ve halkların üzerinde de derin bir etki yaptı. Emperyalist savaşa karşı barış, toprak ve ekmek mücadelesi Çarlığa ağır darbeler indirmeye başlamıştı. Kısacası, Rusya, emperyalist dünyanın en zayıf halkası olarak öne çıkıyordu ve Ekim Devrimi, Rus işçilerinin önderliğinde, işte bu zayıf halkayı parçaladı. Bütün bu hareketi başarıyla örgütleyen ve yöneten Bolşevik Partisi’nin varlığı, Rus işçi sınıfının ve emekçi halkının ilk sosyalist devrimi gerçekleştirmesi ve sosyalizmi inşa ederek, sosyalist bir uygarlık kurmasıyla sonuçlandı.
1950’li yılların ortalarından itibaren Sovyet işçilerinin ve halklarının devrimin kazanımlarını yitirmeye başlamaları ve sonunda bütünüyle kaybetmeleri ile sonuçlansa da, bu devrim ve sosyalizm tecrübesi, uluslararası işçi sınıfının belleğine ve tecrübesine derin bir biçimde kazındı. İllegal mücadele deneyimi ve bunun üzerinde yükselen yeni tipte bir parti, devrim deneyimi, iktidar mücadelesi, sosyalizmin kuruluşu, ulusal sorunun çözümü, ekonomik, bilimsel kazanımlar, sanatlar, müzik ve edebiyattaki atılım vb. gibi gelişme ve tecrübeler, sadece Sovyet halklarının ve işçilerinin değil, uluslararası işçi sınıfının ve dünya halklarının da kazanımları oldu. Uluslararası işçi sınıfının her yeni atılımı, bu yaşanmış tecrübenin deneylerinden kuşkusuz fazlasıyla yararlanmayı bilecektir.
Ekim Devrimi hem işçi sınıfının uluslararası mücadelesine, hem de ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelesine büyük katkılarda bulundu. Başarılı olamasalar da, Almanya’da, Macaristan’da ayaklanmalar gündeme gelirken, Avrupa’da işçi hareketi ve komünist partiler genel olarak gelişip güçlendi. Ezilen halkların ulusal kurtuluş mücadelesi özellikle Doğu’da ilerledi. Ezilen halklar Sovyet proleterlerinin şahsında güvenilir bir müttefik bulmuştu. Bu süreç, işçi hareketinin ezilen halkların hareketi ile birleştiği, halk hareketlerinin merkezine işçi hareketlerinin oturduğu, işçi sınıfının örgütlenme ve bilinç düzeyine göre bu hareketleri yönlendirdiği veya emekçiler olarak katılarak ana gövdesini oluşturduğu bir dönemin de önünü açtı. Emperyalizmin bağımlılık ilişkilerini çok yönlü bir mekanizma ile geliştirdiği –ekonomik, politik, askeri, kültürel vb.– bir dönemde halk hareketlerinin emperyalizme ve onun işbirlikçisi hükümetlere karşı daha geniş taleplerle hareket etmesi kaçınılmazdı. Bu durum, özellikle 2. Dünya Savaşı ve faşizmin yenilgiye uğratılmasından sonra daha da görülür duruma geldi.
Demokratik ve ulusal karakterli Çin Devrimi, Vietnam Kurtuluş mücadelesi ve burada tek tek saymayı gerektirmeyen diğer mücadeleler, kapitalist egemenliğe ve emperyalist boyunduruğa karşı ezilen halkların işçi sınıfının ve diğer emekçi tabakalarının kitleler halinde mücadeleye atılmasına yol açtı. Alman faşizmine ve onunla müttefik olan devletlere karşı İkinci Dünya Savaşı’nın kazanılmasında egemen bir rol oynayan Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalist dünyanın bütün güçlerini kendi etrafında birleştiren ve merkezileştiren ABD emperyalizmi, dünya emekçilerinin ve uluslararası işçi sınıfının karşısına dünya gericiliğinin yeni temsilcisi olarak çıktı. Amacımız elbette bütün bu süreci ayrıntılarıyla işlemek değil. Yapmaya çalıştığımız sadece tarihsel gelişmeyi ve işçi ve halk hareketlerini birbirine bağlayan halkalara ve bunlar arasında var olan ilişkinin temellerine kısaca işaret etmek, bu arada gericiliğin attığı adımlara dikkat çekmek, bu süreci bugüne bağlayan ilişkinin niteliğini ortaya koymaya çalışmaktır.
ABD emperyalizminin önderliğinde IMF, Dünya Bankası vb. emperyalist finans kurumları dünya işçi ve emekçilerine karşı etkin bir biçimde kullanılırken, uluslararası emperyalist tekeller de soygun ve sömürülerini artırdılar. Pek çok bağımlı ülkede büyük emperyalist devletlerin ve finans kurumlarının gözetiminde ve yönetiminde “yeniden yapılanma” ve “yapısal uyum” programları uygulandı. Daha sonra ana hatları ile kısaca değineceğimiz Türkiye ve Brezilya gibi ülkeler de bu ülkelerin arasındaydılar. Ardından “küreselleşme” (“globalizm”) saldırısı başladı. Özellikle ekonomik gelişmede asgari ölçüde yol almış, emperyalist tekellere sömürü için uygun bir alt yapı sunan ülkeler, özellikle emek yoğun sektörlerin saldırdığı alanlar oldu. Türkiye, Brezilya, Meksika, Çin vb. ülkeler bu tür bir gelişmenin yaşandığı, kapitalist gelişmenin ivme kazandığı –bunlara “gelişmekte olan ülkeler” (sonra BRİCS adını aldılar, ancak Rusya ve Çin’in aynı zamanda emperyalist ülkeler olduğunu hatırlamakta yarar var.) dendi– ülkeler oldular. Ucuz emek cennetleri, aynı zamanda işçi sınıfının sayısının nicel olarak arttığı, ağır sömürü koşulları nedeniyle patlama ögelerinin biriktiği, bütün bunların üzerine emperyalizmin mali soygununun da eklenmesiyle, işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin zaman zaman baş kaldırdığı alanlar oldular. Yani son zamanlardaki halk hareketlerine gericiliğin yakıştırdığı adla “uluslararası komplo”, emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından adım adım hazırlandı, ilmek ilmek örüldü. Ekonomik krizler ise, her dönemde olduğu gibi, bu dönemde de işçi ve halk hareketlerini tetikleyen bir rol oynadılar.

KAPİTALİST GELİŞMENİN İŞÇİ VE HALK HAREKETİNİN ÖNÜNE AÇTIĞI YENİ OLANAKLAR
Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Meksika, Endonezya, Güney Afrika, Güney Kore, Türkiye vb. ülkeler, aşağı yukarı son 15-20 yılda kapitalist gelişme bakımından hızlı bir yol aldılar. Kuşkusuz, bu ülkeler aynı özelliklere sahip değiller ve birbirleri ile eşit olarak değerlendirilemezler. Örneğin etkin birer emperyalist ülkeler olan Rusya ve Çin gibi ülkeler farklı bir kategoriyi oluştururken, Güney Kore ve Güney Afrika gibi ülkeler de kapitalizmin gelişme düzeyi bakımından farklı özellikler gösteriyorlar. Ancak biz, sorunu bütün bu ülkelerdeki işçi sınıfının gelişimi, aşırı sömürü ve yokslluğun işçi ve halk hareketlerinin gelişimine etkisi açısından ele aldığımız için, söz konusu devletlerin farklı hesaplarını, ilişkilerini vb. zorunlu olarak konumuz dışında tutacağız. İlk bölümde, ülkeleri sadece kapitalist gelişmenin işçi hareketine etkisi ve onun gelişimi üzerindeki izleri bakımından kısaca ana hatları ile ele aldığımız gibi. Kuşkusuz bu ülkelerin her birini ele alacak değiliz. Bir taraftan ana hatları ile ortak yönlere dikkati çekerken, diğer taraftan işçi ve halk hareketinin uluslararası işçi ve halk hareketine getirdiği yeni soluğun, gelecekteki olası patlamaların temellerine işaret etmeye çalışacağız. Bunda da ağırlık noktamız kuşkusuz Türkiye ve Brezilya olacaktır.
Uluslararası sermayenin sözcüleri ve ideologları Brezilya ve Türkiye’nin benzeyen ve benzemeyen yanlarına ilişkin son dönemlerde epeyce şey söylediler. Bu iki ülkeyi son halk hareketleri başlamadan önce benzeştiren en önemli ayrıntılardan birisi, her iki ülkenin de “sıcak para” için birer cennet olduğu idi. Bunun yanı sıra özellikle Brezilya’nın doğrudan yatırımlar açısından dikkat çekici yükselişi göze çarpmaktadır. Brezilya’ya 2012 yılında 63 milyar dolar doğrudan yatırım yapıldı. Bu açıdan, bugün en büyük 50 Brezilya şirketinin 26’sının yabancı yatırım olması şaşırtıcı değildir. Doğrudan yatırımlar açısından bakıldığında, Türkiye’ye 2012 yılında giren miktar ise, 15 milyar dolardır. Türkiye’de banka sermayesinin yaklaşık yarısı yabancı tekellerin elinde iken, bu oran, borsada yüzde 60’lara ulaşmaktadır. Brezilya’da ise, yabancı sermaye bankacılık sektörünün yüzde 36’sını kontrol etmektedir.
Bu iki ülkenin hem “sıcak para” için, hem de doğrudan yatırımlar için –miktarları farklı olsa da– tercih ediliyor olmalarının gerisinde, eknomilerinde neredeyse son otuz yılda uluslararası emperyalist sermayenin istekleri doğrultusunda yaptıkları değişiklikler bulunmaktadır. Örneğin Brezilya; 1986 yılında Cruzado Planı, 1989 yılında Summer Planı, 1990 yılında Collor Planı ve 1994 yılında Real Planı adı verilen planlar uygulayarak, ekonomisini uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda şekillendirmiştir. Bu polikaların Brezilya ekonomisine etkisi açısından bir örnek şudur ki; 2000’lerde ihracatının içinde imalat sanayiin payı yüzde 50 kadar iken, 2010’larda bu oran yüzde 35’lere kadar gerilemiştir. Brezilya’nın dış borçları için ödediği faiz, yıllık 15 milyar doların üzerindedir. Yabancı yatırımcıların ülkelerine geri gönderdikleri kâr payları ve patent gelirleri de 10 milyar dolar civarındadır.  Yabancı sermayenin 2010 yılında 30 milyar dolar kâr transferi yaptığı bilinmektedir.
Türkiye ise; 24 Ocak’la başlayan, Cunta ve Özal dönemlerinde devam eden, son örneği 2001 Krizinde Kemal Derviş’in “yeniden yapılanma” programında görülen sayısız IMF programı uygulamıştır. IMF’siz dönemin başlamasının ise şu açıdan bir önemi bulunmamaktadır ki, ülkeyi yönetenler, zaten IMF’siz IMF programları uygulama konusunda oldukça tecrübe kazanmışlardır.
Burada bu ülkelerin ekonomilerine ayrıntıları ile girmek gibi bir niyetimiz bulunmuyor. Ancak konumuz açısından, bu verilerin yol açtığı bazı önemli sonuçlar var ki, asıl olarak bunlar üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor.
Brezilya ve Türkiye’nin ve benzer özellikler gösteren –örneğin Meksika– ülkelerin bu tür bir ekonomik yapıya sahip olmaları, işçi ve halk hareketleri bakımından dikkate alınması gereken bazı önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bunlardan ilki, bu ülkelerin ucuz emek cennetleri olması ve işçi sayısında görülen önemli artışlardır. Halen uygulanan teşvik ve vergi politikaları ile yabancı ve yerli sermayeye sürekli olarak yeni avantajlar tanınmakta, bu da, kapitalizmin yayılması, dolayısıyla işçileşme sürecini hızlandırmaktadır. Brezilya gibi ham madde açısından zengin ülkelerde, bu duruma, ülkenin kaynaklarının aşırı ölçüde yağmalanması da eklenmektedir. İkinci sonuç ise, gelir dağılımın olağanüstü bozuk olması, zenginlik ve yoksulluk arasında derin bir uçurumun bulunmasıdır. Üçüncü önemli sonuç ise, uluslararası emperyalist güçler tarafından dayatılan programların uygulanması sonucu –özelleştirme vb.– özellikle eğitim ve sağlık alanında gittikçe kötüleşen koşullar, eğitim ve sağlığın neredeyse bütünüyle metalaşmasıdır. Halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren kamu yatırımları oldukça zayıflamıştır. Brezilya emekçilerinin son eylemlerinde ulaşıma yapılan zamların oynadığı büyük rol dikkate alındığında, kamusal harcamaların kısıtlanmasının yol açtığı ve açacağı sonuçlar hemen görülebilir. Dördüncü olarak, bu ülkelerde sermayenin gelşmesinin doğrudan bir sonucu olarak, doğanın tahribatı ve metalaşmasının olağanüstü artmasıdır.
Bütün bu etkenlerin bir araya gelmeleri ve her ülkenin kendine özgü sorunlarının bunların üzerine binmesi ile ortaya çıkan şey, işçi ve halk hareketlerine yol açabilecek patlayıcı maddelerin olağanüstü çoğalmasıdır. Bu patlamanın nasıl ve hangi zamanda gerçekleşeceği elbette önceden kestirilemez. Sınıf mücadeleleri tarihi, işçi ve halk hareketlerinin kendi içerisinde biriktirdiği enerjinin doğrudan politik bir olay sonucu patlayabildiği gibi, doğrudan politika ile ilgili gibi görünmeyen bir nedenden ötürü de ileri patlayabildiğini yeterince kanıtlamıştır.
Şimdi söz konusu iki ülke açısından yukarıda sıralanan etkenleri kalın çizgiler halinde ele alalım. Öncelikle genel bir bilgi vererek konuya girecek olursak, ortada şöyle bir tablo bulunmaktadır: Brezilya, 190 milyon nüfusa ve 2,5 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğe sahiptir. Türkiye’nin nüfusu 76 milyon ve 780 milyar dolarlık bir ekonomidir.

SERMAYENİN CENNETİ İŞÇİNİN CEHENNEMİDİR
Türkiye’de 2.5 milyonu imalat sanayiinde çalışan yaklaşık 12-13 milyon işçi bulunmaktadır. Tarım, hizmetler vb. alanları da eklediğimizde, bu sayı oldukça yukarı çıkmaktadır. Genel olarak “çalışanlar” kategorisi içinde 25 milyon gibi bir rakam ortaya çıkmaktadır. Özellikle organize sanayi bölgeleri, kuralsız çalışmanın egemen olduğu işçi cehennemleri olma özelliğini taşımaktadırlar. Bu durum, pek çok kez dikkat çekildiği gibi, “vahşi grevlere, direnişlere” yol açan, açabilecek bir etkendir. Antep dokuma işçilerinin eylemleri, nakış işçilerinin eylemleri, Diyarbakır’da tuğla işçilerinin eylemleri, tek tek işyerlerinde birden bire patlayan direnişler vb., bu konudaki örneklerin sadece bazılarıdır. Bölgesel asgari ücretin fiilen uygulanmaya başlaması, teşvik ve vergi avantajları özellikle emek yoğun sanayilerin gelişmesini hızlandırmaktadır. Genel olarak uygulanan düşük ücret politikaları, işçilerin sendikal örgütlenmelerinin önüne dikilen engeller, grevlere yapılan fiili müdahaleler, işçi sınıfı içerisinde derin bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır.
Brezilya’da ise, durum, hem Türkiye’ye benzemekte, hem de daha ağır koşullar nedeniyle farklılaşmaktadır. Brezilya’da tüm sektörlerde yaklaşık 96 milyon işçi –sanayi, hizmetler, tarım– vardır ve bunların önemli bir kısmı kayıt dışı çalıştırılmaktadır. Uluslararası tekellerin üretim tesislerinde çalışan işçiler yoğun bir sömürü altındadır. Bu ülkede İtalya’dakinden daha fazla Fiat otomobil üretilmektedir. Bu fabrikalarda çalışan işçilerin bir kesiminin çalışmaya çıplak ayaklarla gittiği bilinmektedir. Fiat’tan sonra Alman WF, ABD’li GM en büyük otomotiv üreticileri durumundadırlar. 15-24 yaş arası gençlerin yüzde 18.4’ünün işi ve okulu bulunmamaktadır. Ülkede ekonomik olarak aktif nüfusun yüzde 30’u kayıt dışı çalışıyor. 5-14 yaş arasındaki 1.4 milyon çocuk ise, yasadışı olarak çalıştırılıyor. Brezilya’da asgari ücret çok düşüktür. DIEESE’ye (Sendikalar arası İstatistik ve Sosyo-Ekonomik Çalışmalar Departmanı) göre, 2.279 Real olması gereken asgari ücret, 545 Real’dir (297.81 dolar).  Bu rakam, Arjantin’de 475, Paraguay’da 410 dolardır. Bunun yanı sıra, Brezilya işçileri, dünyanın en uzun çalışma saatlerine sahip işçileri arasındadırlar.

ZENGİN VE YOKSULLAR ARASINDA BÜYÜYEN UÇURUM
Türkiye, Brezilya vb. ülkelerin benzer özeliklerinden birisi de, gelir dağılımının aşırı bozuk olmasıdır. Örneğin Türkiye’de her 100 aileden 17’sinin geliri 600 liradan azdır. Her 100 aileden 14’ünün geliri 601 lira ile 800 lira arasındadır. Yani, her 100 aileden 31’i yoksuldur. Her 100 aileden 42’sinin geliri, 801 ile 1200 lira arasındadır. Bu demek oluyor ki, her 100 aileden 72’sinin geliri 1200 liranın altındadır. Oysa sendikaların 4 kişilik bir işçi ailesi için belirledikleri yoksulluk sınırı 3 bin TL’nin biraz üzerindedir. Asgari ücret ise, açlık sınırının epeyce altında kalmaktadır.
Buna karşın, geçen yıl Türkiye’de 35 olan dolar milyarderi sayısı, bu yıl 44’e yükselmiş durumdadır. Geçen yıl 35 kişi ya da kurumun toplam serveti 95 milyar dolarken, bu yıl aynı servet toplamı, 117.85 milyar dolardır. Nüfusun en yoksul yüzde 20’lik kesiminin 2011 yılında toplam gelirden aldığı pay yüzde 5.8 iken, en zengin yüzde 20’lik kesim toplam gelirin yüzde 46.7’sini almaktadır.
Brezilya’daki tablo da oldukça kötüdür. Ekilebilir toprağın yüzde 50’si nüfusun yüzde 1’inin elindedir. En iyi arazilerin yüzde 85’i, sadece soya, mısır ve şeker kamışı ekimine ayrılmış durumdadır ve bu alanlar, GDO’lu tarım yapan uluslararası tekellere ve emperyalist politikalarda atılım sağlayan Çin’e verilmiş durumdadır. Brezilya’da 50 milyondan fazla emekçi yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Nüfusun yarısı günde ancak bir öğün beslenebiliyor. Reformist hükümetler bu durumu değiştirme iddiasında olsalar da –Lula, Roussef- bu tablo köklü bir değişime uğramadı.
Brezilya Coğrafya ve İstatistik Enstitüsü’nün Demografik Nüfus Sayımı’na göre, 16.2 milyon Brezilyalı (nüfusun %8’i) sefalet içinde yaşamaktadır. Bunlardan 4.8 milyonu hiçbir geliri olmadan yaşıyor. 79 milyon insan, 1.020 Realin (600 dolar) altında bir aile geliriyle yaşamaktadır.

HALKIN YAŞAMI KÖTÜLEŞİYOR
Halkın yaşamının kötüleşmesi sadece gelir dağılımı ile sınırlı değildir. Emekçi halkın yaşam koşullarını doğrudan etkileyen, sağlık, eğitim gibi kamusal alanlardır. Brezilya’da sokaklara dökülen halkın ulaşım zamlarının geri alınmasını talep etmesi buna en son ve güncel bir örnektir. “Genel sağlık ve sigorta reformları”, eğitim özelleştirilmesi ve “katkı payları” doğrudan doğruya işçi ve emekçi halkı vuran sonuçlar üretmektedir. Çalışma koşullarının “esnek çalışma” vb. gibi biçimlere doğru kayması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklililiğin giderek daha da zorlaştırılması, zamların ve vergilerin işçi ve emekçi halkı vurması, genel olarak uluslararası işçi sınıfının ve emekçi halkların sorunları durumundayken, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde bu sorunlar daha da ağır yaşanmaktadır.
Bu ülkelerde emperyalist sermayeye tanınan avantajlar, onların yaptıkları kâr transferleri, emperyalist ülkelere ödenen borçların ana para ve faizleri, aslında halk kitlelerinin eğitimi ve sağlığı için ayrılması gereken paralardır.

DOĞANIN TAHRİBİ BÜYÜYOR
Brezilya’da yaşamlarını altüst edecek baraj yapımına karşı mücadele eden insanların, oradan kalkıp benzer sorunların yaşandığı Türkiye Hasankeyfe gelmeleri sadece sembolik bir olay değildir. Brezilya’da uluslararası emperyalist devletlerin ve dev tekellerin doğayı yağması olağanüstü boyutlara ulaştı. Hammadde kaynakları açısından çok zengin olan Brezilya, uluslararası emperyalist tekeller tarafından adeta yağmalanmaktadır. Dünyanın akciğerleri sayılan Amozon ormanları tehdit altında. Verimli araziler GDO’lu ürünlerle ağır biçimde tahrip olmaya başladı. Çevreyi koruma bilinci giderek yaşam alanını koruma, onun için mücadele etme gibi çok daha köklü ve somut mücadelelere dönüşmüş durumda.
Bütün bu gelişmeler Türkiye’de de yaşanıyor. Başta Karadeniz Bölgesi olmak üzere, pek çok bölgede yapılamaya başlanan hidroelektrik santralleri akarsuları geri dönülemez bir biçimde tahrip ediyor. Nükleer santrallerin ortaya çıkan sakıncalarına rağmen yeni nükleer santral yapımları başlıyor. Yeni yollar ve inşaatların yapılacağı gerekçesiyle milyonlarca ağaç kesiliyor. Yerleşim alanları içerisine yapılan fabrikalar atıkları ile doğaya büyük zarar veriyorlar. Bütün bunlar, halkların yaşamını doğrudan etkiliyor ve önemli mücadelelere neden oluyor.

ULUSLARARASI SERMAYE PATLAYICI MADDELERİN ÜZERİNDE OTURUYOR
Burada Türkiye ve Brezilya’yı işçi ve halk hareketine yataklık edecek koşullar açısından kısaca ele almaya çalıştık. İlk bölümde kapitalizmin gelişme dönemi ve işçi hareketini ele almıştık. Bu iki özetten ortaya çıkan kesin bir sonuç bulunuyor: Kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfı hareketini de birlikte geliştiriyor ve onu alternatif bir güç olarak karşısına dikiyor. Devrimler, ayaklanmalar, halk hareketleri bu süreçte daha da hızlanıyorlar. Bu süreçlerin sonunda işçi sınıfı iktidarı alamasa ya da aldığı iktidarı kaybetse de, toplumsal gelişme üzerinde derin bir iz ve bir sonraki dönemi hazırlayan köklü bir deneyim bırakıyor. İşçi ve halk hareketinin ileriye doğru her yeni atılımı er ya da geç bu deneyimin tecrübelerinden yararlanıyor.
Bu tarihsel tecrübeye dayanarak, işlediğimiz konu açısından genel bir sonuç çıkaracak olursak, şunları söylemek olanaklıdır: Brezilya, Türkiye, Meksika vb. gibi “gelişmekte olan ülkeler” tanımlamasına giren, özünde emperyalizme bağımlı bir gelişme gösteren ekonomiler, kapitalizmin hızlı gelişmesi sonucu, işçi sınıfının nicel sayısının arttığı, sömürünün yoğun olduğu, farklı ölçülerde de olsa sefaletin yaygınlaştığı ülkeler durumundadırlar. Bağımlılık ilişkileri, aynı zamanda, işçi sınıfının merkezinde olduğu emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini de kışkırtmaktadır.
Bu ülkeler, yukarıda dört ana gelişme içerisinde işlenen yoğunlaşan çelişkileri ile uluslararası kapitalist sistemin “zayıf halkaları” içinde öne çıkıyorlar. Buralarda, son patlamalarda olduğu gibi, işçi ve halk hareketlerinin yeni dalgalarının ortaya çıkması beklenebilecek bir gelişmedir. Aynı zamanda, büyük emperyalist devletlerin son krizin yüklerini bu ülkelerin sırtına yıkma girişimleri, bu ülkelerdeki gelişmeleri daha da hızlandıracak bir etken durumundadır. Bütün bunlar dikkate alındığında, Türkiye ve Brezilya’da patlayan hareketin maddi ve ortak temelleri daha bir anlaşılır olmaktadır. Bu tablo ortadayken, “niye patladı” sorusu gerçek yanıtını bulmaktadır ve bu yanıtta patlamanın biçimi ve zamanı dışında bir “sürpriz” bulunmamaktadır.
Diğer yandan, dikkati çekmek gerekir ki, 2008 Krizinin bazı ülkelerdeki etkisi hala devam etmekte, bu durum emperyalist ekonomilerin bıçak sırtında ilerlemesini beraberinde getirmektedir. 2012 yılı dünya çapında genel grevlerin uzun yıllardır görülmeyen yoğunlukta gerçekleştiği bir yıl oldu. Diğer bir önemli gelişme, Yunanistan, İspanya, İtalya, portekiz gibi ülkelerde canlı işçi sınıfı ve halk hareketlerinin yer yer devam etmekte oluşudur. Hindistan gibi genel greve 50 milyondan fazla işçi ve emekçinin katıldığı ülkeler de dikkate alındığında, bu ülkelerden herhangi birinde ortaya çıkacak patlamanın diğerleri üzerinde kesin bir etkide bulunacağını, oralardaki işçi ve halk hareketlerini kışkırtacağını öngörmek falcılık olmayacaktır.
Ayrıca vurgulamak gerekir ki, Çin gibi ülkelerde –BRİCS ülkeleri– hızla gelişmiş, ama yoğun bir sömürüye tabi tutulan işçi sınıfının mücadelesi yükselmekte ve İngiliz Ekonomist dergisinin tespiti ile söylersek, “militanlaşmaktadır.” Bu ülkenin işçi sınıfının da diğer uluslararası kardeşlerinin yoluna gireceğinden kuşku duymamak gerekir. Kapitalist emperyalist sistem gelişmişlik düzeyleri ve potansiyelleri farklı olsa da, dünyanın değişik ülkelerini bir zincirin halkaları gibi daha sıkı bir araya getirmektedir. Bütün bunları dikkate alarak, şunu söylemek sanırız yanlış olmayacaktır: Dünya yeni bir çalkalanmalar, alt üst oluşlar dönemine ilerlemenin güçlü belirtilerini vermektedir ve son gelişme ve patlamaları bu sürecin ilk habercileri, işaret fişekleri olarak kabul etmek gerekir.

Haziran direnişinin eskittiği

Özgürlük Dünyası Haziran Direnişi’ni çeşitli veçheleriyle irdeleyen, sonuçlarını ve gösterdiklerini inceleyen yazılarla çıkıyor bu ay. Gezi Parkı’nda başlayan ve giderek ülkenin birçok kentindeki eylemlerle genişleyen direnişin Hükümeti hazırlıksız yakaladığı, kadrolarının birbiriyle çelişkili açıklamalar yapmasına neden olacak biçimde küçük fay hatları yarattığı açık. Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş ölçüde bir kitleyi seferber eden direnişin talepleri ve dahil ettiği kesimlerin özellikleri, AKP Hükümeti dönemi boyunca ve hatta öncesinden, değişmeyecek ve aşılamayacak kırmızı çizgiler olarak gösterilen belli başlı düsturları da sarsarak, altını oyarak tarihsel bir kırılma anına kaşesini bastı. Bu sesin daha uzun süre hissedilecek yankıları, devlet-hükümetin, Türkiye’nin bir daha eskisi gibi olamayacağı bir eşikte bulunduğunu korkuyla seyretmesini de sağladı. Buradaki yazıda Haziran Direnişi’nin eleştirisine maruz kalarak, bu süreçte çözülmeye yüz tutan üç politik ve ideolojik uğrağa dikkat çekiliyor.
Bunlardan birincisi; direnişin, Kürt mücadelesini zemin edinerek yükseltilen Türk milliyetçiliği retoriğinin çözülmesine ilişkin taşıdığı potansiyel; diğeri 28 Şubat’tan bu yana iki ana kutba bölünen toplumun bu bölünmeye karşı bir direnç göstermesi ve kardeşliğin inşasındaki gönüllülük; diğeri de Mısır’daki halk ayaklanmasının desteğinin de büyük katkısının olduğu Ilımlı İslam modelinin raf ömrünü yitirdiğinin pratik ilanı.

İKİ BAYRAKLA ELELE
Haziran Direnişi sırasında çekilen fotoğraflardan birinde, polisin attığı gaz bombasının dumanlarının arasında, elinde Türk bayrağı tutan bir kadınla BDP bayrağı tutan bir erkeğin polisin saldırısı karşısında esenliğe ulaşmaya çalışan el ele görüntüsü yer alıyor. Bu fotoğraf, AKP Hükümeti’nin baskı ve zorbalığına karşı ortak talepler etrafında oldukça geniş bir sınıfsal ve politik çevreyi bir araya getiren Haziran Direnişi’nin simgelerinden biri olarak arşive önemle kaydedildi. Zira Türk bayrağı, o ana değin, özellikle, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümüne mesafeli, Kürt halkının ileri sürdüğü her talepte bir bölücülük bulan ve bu taleplerin şiddetle bastırılmasından yana, “ulusalcı” tabir edilen kesimler tarafından kullanılan bir sembol olarak görülmüştü.
AKP Hükümeti’nin metinlerinde ve söyleminde ise, ulusalcı kavramı, içinde CHP’den İP’ne kadar geniş bir skalada yer alan; AKP, askerin siyaset üstündeki vesayetini kaldırdığı iddiasını her yinelediğinde, ordu arkasında saf tutarak ayak direyen, Ergenekon ve Balyoz davalarının müdavimi, 28 Şubat destekçisi bir kesimi tarif etmek için kullanıldı. Başbakan Erdoğan ve ona yakın kalemler, Ergenekon’a kitle tabanı sağladığını düşündükleri gruplara karşı, bunların önceki dönemin iktisadi ve politik statükosunun devamından yana, AKP “yenilikçiliği”nin karşısında olduğu gerekçesiyle sürekli bir ideolojik mücadele yürüttükleri ölçüde, “Statükocular”, milliyetçiliklerini, Türk bayrağının gölgesinde beslediler.
Kürtler içinse, Türk bayrağı, militer ve paramiliter aygıtların karşısında yıllarca kan ve can pahasına direnerek üstesinden gelmeye çalıştıkları zulmün; devletin antetli kağıdına yazılan “tek bayrak, tek vatan, tek millet” düsturunun ve aynı kağıtta kırmızı yeşil sarı bayrağı “bez parçası” olarak tarif eden resmi ideolojinin mührüydü. Üstelik birçok kere bu “tek ulus” bayrağına hakaret etmekle suçlanmışlar, 1990’lı yılların ortasında kongresinde bayrak indirildiği ileri sürülerek partileri kapatılmış, defaatle bayrak önünde secdeye varmaları veya boyun eğmeleri beklenmişti. Bunun, Kürt özgürlük mücadelesinin kitle tabanının direnç noktalarını kırmak, Kürt olmayan kesimlerin Kürt karşıtı, milliyetçi duygularını Türk bayrağı altında tahkim ve tanzim etmek amacıyla yapıldığı bir sır değildir. Bu anlamda bayrak, Kürtlerin, altında eşitlik talebinden vaz geçmeye, kimliklerini unutmaya zorlandığı bölücü politikaların simgesi olarak dalgalandırılmaya devam edildi. Türk bayrağının sembolik bir ulus kurucu olduğuna yapılan her vurgu, Türkler ile Kürtleri bir kez daha ayırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Sözünü ettiğimiz fotoğraf ise, kendisine her kesimden değişik politik anlamlar yüklenmeye çalışılan Türk bayrağı ile, resmi ideolojinin bez parçası diyerek küçümsediği Kürt parti bayrağının biraradalığında Türk ve Kürt birliğinin/kardeşliğinin simgesel kuruluşunun dile geldiği bir anı sabitlemişti.
Haziran Direnişi’nde böyle pek çok ana şahit olundu. Devletin diğer “kırmızı çizgileri” gibi, Türkleri ve Kürtleri toplumsal düzeyde ayıran bütün söylemlerin, birlikte maruz kalınan polis şiddeti karşısında tuzla buz olduğu; “kırmızı çizgiler”e sınır bekçiliği yapan, devletten daha devletçi, skalanın en milliyetçi kesiminde yer alan kesimlerin de, direnişin selameti açısından Kürt varlığına tahammül etmek zorunda kaldığı; barış içinde bir arada olmanın koşullarının direnişteki diğer kesimler tarafından sürekli denetim altında tutulduğu söylenebilir. Çözüm sürecine zarar verebileceği düşüncesiyle, Haziran Direnişi’ne başlangıçta çekingen yaklaşan Kürtlerin de –gövdeleriyle olmasa bile– direnişe örgütlü katılımıyla, ilki Mayıs’ta Ankara’da gerçekleşen Demokrasi ve Barış Konferansı’nın sonuç bildirgesinde yer alan barışın ve demokrasinin toplumsallaştırılması ile ilgili maddenin Gezi Parkı Direnişi’nde ilk gerçekleşme ortamı bulmuş olması önemlidir. Katılımı yetersiz olsa bile, bir halkın kendi kimliğinden ve taleplerinden taviz vermeden demokrasinin toplumsal zeminini ve taleplerini inşa edebilmek için Haziran Direnişi’nde yer alışı ve burada birlikte ve kardeşçe bir arada yaşama isteğine aynı duyguyla verilen yanıtları alması, direnişin belki de en önemli kazanımlarından biridir.
Geçtiğimiz ay Lice’de devletin kurduğu yeni karakolu protesto etmek için gösteri yapan kitlelere açılan ateş sonucunda çok sayıda insanın yaralanması ve  Medeni Yıldırım’ın hayatını kaybetmesi, İstanbul’da şiddetle yankılandı. Hemen o gün, Beşiktaş Abbasağa’da ve Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda yapılan forumlarda toplanan halk, forumlara ara vererek yürüyüşe geçti ve bu katliamı on binlerin katılımıyla protesto etti. Ertesi gün İstiklal caddesi ve Taksim’de bir araya gelen yüzbinler “Her yer Lice her yer direniş”, “Taksim-Lice omuz omuza” sloganlarını attılar. Ki bu, otuz yıldır süren Kürt savaşı boyunca daha önce görülmemiş bir refleksti. Alanda, yine Türk ve Kürt bayrakları dalgalandı, halk yine omuz omuza, elele durdu.
Hükümet; başlangıçta sadece Gezi Parkı projesini protesto etmek, Topçu Kışlası yapımı için parktaki ağaçların kesilmesine karşı durmak için bir araya gelen, ama giderek Hükümet’in uygulamalarına karşı bir hesaplaşmaya girişen kitlenin değişik kesimlerini birleştirdi; direnişe acımasızca saldırırken, bu saldırının altında kalan bütün kesimleri, ama en başta Kürtler ile diğerlerini kendi elleriyle buluşturmuş oldu.
Bu, Haziran Direnişi’nin, resmi politika ve ideolojiye yönelik en yüklü eleştirilerinden ve en önemli sonuçlarındandır.

ORTADOĞU’NUN 28 ŞUBAT’I: YÜZDE ELLİYE KARŞI MARJİNALLER
Diğer önemli sonuç ise; kullandığı üslupla 28 Şubat sürecinin argümanlarını yeniden tedavüle sokarak, toplumu iki ana kampa bölmeye çalışan Erdoğan’a rağmen, 28 Şubat Konsepti’nin Haziran Direnişi’nde tuzla buz olması ve halkın bunun için özel bir gayret sarf etmiş olmasıdır.
28 Şubat 1997’de Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in RefahYol Hükümeti “postmodern bir darbe”yle düşürüldü. Ordunun başlattığı ve silahlardan ziyade toplumsal reflekslerin kışkırtılıp ateşlendiği 28 Şubat darbesi döneminde; medya, sermaye çevrelerinin örgütleri, kanaat önderleri ve destek bildirilerine imza atan Türk İş, TOBB gibilerinin işbirliğiyle estirilen hükümet karşıtı hava içinde; RefahYol’un sahneden çekilmesiyle sonuçlanmadan az önce, Sincan caddelerinden tanklar geçirerek gövde gösterisi yapan asker, kısa sürede muradına ermiş oldu. O zamanlar, koalisyondaki Refah Partisi’nin ülkeyi şeriat düzenine sürüklemek istediği o kadar çok propaganda edilmişti ki, kendisini laik-batılı ve çağdaş olarak tanımlayan kesimler, 28 Şubat darbesini hayırhah bir tutumla karşıladılar.
Uluslararası sermaye ve yerli muadilleri Refah Partili koalisyonla istedikleri hızda büyüme ve birikim olanaklarına kavuşamazken, bu hükümetin “Anadolu Kaplanları” denilen “Yeşil Sermaye” kesimlerine tanıdığı ayrıcalıklar sermaye sınıfı içindeki çatışma ve çelişkileri büyütmüş, bu çelişkilerin bir darbeyle çözülmeye çalışıldığı sırada da, halkın payına düşen, etkisi yıllarca sürecek ve kaşınacak olan bir ideolojik bölünme ve saflaşma olmuştu. Refah Partisi’nden ayrılarak Tayyip Erdoğan’ın etrafında toplanan kadrolar, ABD icazetiyle yeni bir siyasal aktör olarak sahneye adım attıklarında, bölünmüş bir toplumsal zeminde mağduriyet edebiyatı yaparak, darbenin dindarlara veya Müslümanlığa karşı icra edildiğini düşünmesini sağladıkları kesimleri peşlerine taktılar.
AKP, halkın büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkede, dini duyguları, Cumhuriyet boyunca Müslümanların büyük baskı altında bırakılarak sindirildikleri söylemiyle işleyerek kışkırttı ve 28 Şubat müdahalesini de halkın mağduriyetinin son güncel ve zirvedeki biçimi olarak ilan etti. Üç askeri darbe görmüş geçirmiş bir halkın darbelere karşı biriktirdiği öfke ve korku da bu mağduriyet efsanesine eklenince, Tayip Erdoğan’ın sözde darbe karşıtlığı ve “kimsesizlerin kimi olacağız” vaadi, toplumsal bir karşılık da bulmuş oldu.
Böylece, asker-CHP-medya ve bürokrasinin 28 Şubat’ta darbenin etrafına toplamaya çalıştığı kentli-laik kitlenin karşısına, AKP, sandık yoluyla, aslında, Müslüman oldukları için değil, ama yoksul ve emekçi oldukları için her zaman itilip kakılanlardan oluşan bir kitle desteği ile çıktı. Son seçimlerde seçmenin yüzde elli oyunu alarak, üçüncü dönemine başladı.
Başbakan, seçimlerden sonra, “endişeli modernler” diye anılan, Hükümet’in şeriat rejimini tesis etmeye yönelik gizli bir ajandası olduğuna inanarak yaşam tarzlarına müdahale edileceği kaygısı besleyen kentli-laiklere; baskı altına alınmayı bekleyen Alevilere; Hükümet’in ideolojik ve politik uygulamalarına muhalifliklerinin bedelini ödeyeceklerini düşünen muhaliflere; Hükümet’e destek vermek için demokratik adımlar atıldığını görmek isteyen liberallere, balkon konuşmaları yaparak, milli birlik ve bütünlük mesajı vermeye soyunmasına rağmen, seçimlerin hemen ertesi günü balkondan söylediklerini unutarak, toplumun geri kalanını yüzde elli kalkanıyla etkisizleştirmeye çalıştı.
Başbakan’a göre, yüzde elli, kayıtsız koşulsuz Hükümet’in arkasında, homojen bir destekçi kitle olarak duruyordu. Diğer yüzde elliyi ise, kendi arasında bölünmüş ve örgütsüz olduğu, benzemezlerin imkânsız koalisyonu olarak tanımladığı için, on yıl boyunca, içi son derece rahat bir biçimde ve ayarsız davrandı. Öyle ki, Karadeniz’de köylüler HES’e karşı direnişe geçtiğinde, onlara terörist muamelesi çekti; kadınlar ayağa kalktığında, ar ve namustan dem vurdu; işsizlere ayrı, işçilere ayrı hakaret etti; sanatçıların asalak olduğunu ilan etti; hak arama mücadelesi yürüten kesimleri marjinal diye damgaladı. Zira Erdoğan, karşısına birleşik bir mücadelenin unsurları olarak çıkamayan, ayrı ayrı küçük örgütler kuran, birbirini desteklemekte zayıf refleks gösteren ezilenlerin her kesimini marjinal diyerek, diğerlerinden yalıtmayı, “kendi yüzde ellisi”nin sinir uçlarını da etkiye açık tutmayı bir yönetme biçimi olarak benimsemişti.
Erdoğan Haziran Direnişi’nin başlarında çıktığı Kuzey Afrika gezisinden dönüşünde, yerel yöneticilerin gayretiyle havaalanında toplanan destekçi kitlesinin önünde, yine bir “28 Şubat konuşması” yaptı ve Hükümet’in aldığı yüzde ellilik oy kitlesini, direnişteki halkın karşısına koydu. Bunu yaparken de, içlerinde Koç ve Doğuş grubunun bulunduğu sermaye çevrelerine aba altından sopa gösterdi. Böylece “benim milletim” ile “benim sermayem”den oluşan blok, “bunlar” diye andığı halkın geri kalan kısmının karşısında kutlanmış ve kutsanmış oldu.
Çünkü Erdoğan ve kurmayları, direnişin 28 Şubat veya 27 Mayıs ayarında bir darbe teşebbüsü olduğuna “inanıyor”, direnişteki halkın da; ABD’deki Neoconlar, TÜSİAD’daki kimi büyük sermaye güçleri, Ergenekon artıkları, İsrail-Yahudi lobisi marifetiyle düzenlenen bir sivil darbenin kitle zeminini oluşturduğunu “sanıyor” ya da öyle görünmenin yararına inanıyorlardı. En azından Başbakan, kendi seçmen kitlesine bu yönde bir mesaj vererek, oradaki muhtemel dağılmanın önüne geçmeye çalıştı ve diğerlerini darbeci ilan ederek, karaladı. Bu politika ve söylem, 28 Şubat döneminin çağrışımlarından bolca beslenmişti.
Halbuki, tam da on yıl boyunca, 28 Şubat çağrışımlarıyla yönetmeye, uluslararası sermayenin neoliberal dayatmalarını muhafazakar-dini bir söylemle sarıp sarmalayarak satmaya çalıştığı; toplumu muhafazakarlaşmaya zorlarken, kürtaj yasası, dört artı dört artı dört eğitim düzeni değişikliği, kadınlara üç çocuk dayatması ve son olarak içki yasağı getirerek, dindar kesimin dışındakilerin yaşam alanlarını daraltmaya kalktığı için; kısacası sürekli olarak 28 Şubat bölünmesini zemin aldığı için, karşısında birleşik bir mücadele gücü buldu. Başbakan toplumu bölmeye, unsurlarına ayırarak marjinalleştirmeye çalıştıkça, parçaları kendi elleriyle birleştirmişti.
Başbakan, aynı 28 Şubat söylemini, sermaye çevrelerindeki saflaşmayı da belirginleştirmek için uyguladı. Anayasa Referandumu sırasında “oyunuzun rengini açıklayın” diye sıkıştırdığı TÜSİAD burjuvazisinin bir kesimi, bu süreçte hükümeti geriletebilme olanağına sahip gördükleri Gezi Direnişi’nin yarattığı olanakları devşirme eğilimi gösterdiğinde, hükümetin komplo teorilerine bolca malzeme vermiş oldu.
Haziran Direnişi, Başbakanın, örgütsüzlüğünden ve bölünmüşlüğünden yararlanarak marjinal ilan ettiği kesimlere türbanlı kadınların dahil olması, direniş zamanına gelen Kandil gününde kutlamaların yapılması, Gezi Parkı’nda sembolik mahiyette toplu namazların kılınmasıyla, 28 Şubat sendromunun sadece Erdoğan partisinin bir patolojisi olarak sürmeye devam edeceğini; kutuplaşmanın diğer tarafında ise, bu kamplaştırmaya olan tepkinin zemininin geliştiğini gösterdi. İstanbul-Kabataş’ta bir örtülü kadının direnişçiler tarafından darp edildiğine ilişkin sansasyonel yayın yapan yandaş basına rağmen, direnişte çok sayıda örtülü kadın ve Müslüman erkek vardı. Bunlar, elbette, “diğer yüzde elli”nin 28 Şubat sendromundan kurtulma isteğinin görüntüsüydü. Denebilir ki, Haziran Direnişi, Başbakan’ın, darbe korkusuyla tahkim etmeye çalıştığı 28 Şubat konseptinin de toplumsal olarak altının oyulduğunu gösterdi.
Direnişe katılan Anti Kapitalist Müslümanların sözcülerinden İhsan Eliaçık “Gezi Savunması: Neden Oradaydım?” başlıklı açıklamasında şöyle yazdı:
“Türkiye’de bir mahalle geliyor, iktidarı ele geçiriyor, kendi sınıfını yaratıyor, diğer mahalleyi ötekileştiriyor, sonra öteki geliyor yine yeniden aynı şey olup duruyor. Bunu bir yerden kırmak, çatlatmak gerekiyordu. Ayırım dindar-dinsiz, modern-muhafazakâr, Türk-Kürt, Alevi-Sünni ekseni üzerinden değil; iktidar-vatandaş (ezen-ezilen) ekseni üzerinden yapılmalıydı. İktidar zulmediyorsa, zulme uğrayanın (ezilenin) dinsiz, modern, Kürt, Alevi, sosyalist vs. olduğuna bakılmaksızın yanında olmak, zulme kayan iktidarın da (ezenin) kendi dininden, mahallesinden olup olmadığına bakmaksızın karşı çıkmak gerekmekteydi. Ve bunu iktidarla aynı mahalleden olanların yapabilmesi gerekiyordu. Bunun için gidip Gezi’de Miraç kandilinde Kur’an okuyup dua ettik, iki kez Cuma namazı kıldık, mescit açtık. Bilfiil direnişe katıldık. Çünkü İslam’da söz konusu olan adalet-zulüm meselesi ise, Müslüman olmak ya da olmamak bir anlam ifade etmez. Müslüman’ın zulmüne karşı çıkmak da farzdır ihvanlar…”
Gezi Parkı polis zoruyla dağıtıldıktan hemen sonra yapılan Alevi mitingine katılanlar, Alevi talepleri için, Lice katliamı sonrasındaki mitingde Kürtlerin talepleri için, ertesi gün yapılan mitingde de LGBT’nin talepleri için yürüdüler.
Böylece direniş “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” anlayışına uygun olarak kendini biçimlendirmeye devam etti.
Sol muhalefeti etkisizleştirmek, liberal desteği korumak üzere, 12 Eylül’ün yargılanması için kayda değer hiçbir adım atmaya gönüllü olmamasına karşın, Ergenekon-Balyoz tutuklamaları süresince darbe karşıtı bir hava estiren Hükümet’in gerçekteki niyetinin darbe ve vasilik yetkisini kendi üzerine almak olduğu, zaten tartışmaya yer bırakmayacak biçimde faş olmuştu. Hükümet, Haziran Direnişi’nde ise, bunu açıkça ve pratik olarak kanıtladı; Gezi Parkı’nın etrafına jandarma birlikleri yerleştirildi. Bülent Arınç, bu durumu şöyle savunuyordu: “Valiler, önce polisleri, yetmezse jandarmayı çağırabilir, eğer olaylar yayılırsa askeri güçler de görev yapabilir.” Aynı günlerde, İstanbul Valisi H. Avni Mutlu, yaptığı bir basın açıklamasında, yanına Jandarma şefini bulundurarak görüntü verdi. Ki bu, Hükümet’in etrafındaki güçlere işaret eden sembolik resimlerden biriydi.
Haziran’ın son günlerinde, direniş diğer parklara yayılarak forumlar biçiminde devam ederken, Mısır’da, başta Tahrir Meydanı olmak üzere ülkenin tüm şehirlerindeki meydanlarda ortaya çıkan isyanın ordu müdahalesine maruz kalması üzerine, Hükümet’in gösterdiği refleks, o son resimdeki ilişkinin Başbakan’ın istediği ölçüde sağlam olup olmadığından kuşkuya düştüğünü gösteriyordu.
Daha önce, 2011’de Tahrir Meydanı’nda toplanarak, Mübarek’in 30 yıl süren diktasını deviren Mısır halkı, ülke siyasetinin yönünü belirlemek üzere öne çıkan ordunun bir yıllık yönetiminden sonra, iktidarın, çok az katılımın olduğu bir seçim sonrasında Müslüman Kardeşlere geçmesinden hiç memnun olmamıştı. 25 Ocak 2011’in ertesi günü Tahrir Meydanı’ndan “devrimimizi çaldılar” çığlığının yükselmesi ise, Mısır’da suların pek de kolay durulmayacağının göstergesiydi. İki yıl sonra Tahrir’de yeniden yükseltilen özgürlük talepleri, bu kez, halk hareketinin devrimi bir başka eşiğe çevrilebileceği veya kaotik bir istikrarsızlığa evrileceği korkusuyla, Mısır egemen sınıflarını, direnişi, daha barışçıl bir biçimde sürerken, söndürmeye sevk etti. Mursi, darbeye kendisinin seçilmiş bir cumhurbaşkanı olduğunu söyleyerek karşı çıktı ve demokrasi kahramanlığı yapmaya çalışarak, Müslüman Kardeşler örgütünü darbeye direnmeye çağırdı. Bu çağrının ilk bedeli, Edeviyya Meydanı’nda toplanan halkın ordu tarafından taranmasıydı.
Bu gelişmenin, kendisini Müslüman Kardeşler’in kardeşi, Ortadoğu’nun model ülkesi veya lideri olarak gören Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarında yarattığı travmanın oldukça ağır olduğu söylenebilir. Nihayetinde 28 Şubat, sadece Türkiye’ye biçilmiş bir konsept değildir, emperyalizmin “Ilımlı İslam” projesi kapsamında, halkı Müslüman olan ülkelerin tamamı bu gömleği giymeye zorlandılar. Türkiye’de AKP Hükümeti seçimle işbaşına gelmişti; Mısır ve Tunus’ta ise, halkın ayaklanmasının ardından yapılan seçimlerle, Müslüman Kardeşler, sözde demokratik bir yolla, ama ABD desteğiyle işbaşına geldiler.
Ülkelerin Amerikan tipi bir demokratik yeniden yapılandırılmasının ılımlılaştırılmış İslamcı partiler tarafından yapılabileceğine, Ortadoğu’da ABD’nin makûs talihinin bu kesimler tarafından yenileceğine ilişkin emperyalist öngörüye geniş bir olanak ve şans tanımak adına, yönetim, Müslüman Kardeşler’e bırakılırken, halkın geri kalan kısmı etkisizleşebilsin diye yoğun bir ideolojik kampanya başlatıldı. Bu kampanyanın başarısı, Türkiye’de on yıldır sürüyor. Ancak devrimci bir süreçten yeni çıkmış Mısır ve Tunus için aynı şey söylenemez. Nitekim İhvan’ın iktidar macerası, şu an itibarıyla, ancak bir yıl sürmüş görünüyor.
Mursi ve Erdoğan’ın darbeyle ilgili söylemleri benzerdir. İkisi de, “seçilmiş” ve oyların yarısını almış olmanın, yani demokratik bir yolla iktidara gelmiş olmalarının altını her fırsatta çizdiler; bunu yaparken de, darbeyi kınamakta ayak sürçen ABD ve AB batıcılığını “ikiyüzlü olmak”la suçladılar. Gerçekten de darbeler döneminin sona erdiğine, emperyalizmin demokratik usul ve yöntemleri tercih ettiğine ilişkin retorik, Mısır’daki darbe sırasında gösterilen iki yüzlülükle parçalanmış oldu. Diğer yandan, “seçilmişlik”in altını çizen iki ülkenin Müslüman diktatörlerinin, demokrasinin, “seçilmişler”in iki seçim arasındaki sürede istediklerini yapabilmeleri olduğuna etrafı ikna etmeye çalışarak, kendi varlıklarını meşrulaştırmaya girişmeleri, güncelin bir başka ironisiydi. Seçilmek, devletin asıl sahibi olan sınıflar ve bunların askeri gücü nezdinde de, halkı tersine ikna etmeye çalışmalarına rağmen, sınırlı bir kıymet taşıyordu.
Haziran Direnişi’nde ve Mısır’da meydanları dolduran halk, seçilmişin bildiğini okuyacağı bir demokrasi istemediğini zaten ilan etmişti. Ancak halkın, seçileni, yoldan çıktığı zaman ya da ona oy veren-vermeyen kitlelerin taleplerinin gelişkinlik düzeyine ayak uyduramadığı zaman geri çağırabileceği bir mekanizma yoktu. Bütün dünyada ’80’lerden bu yana sendikaların ve emekçi örgütlerinin uğradığı devlet müdahalesi bu kurumları işlemez hale getirmiş ve böylece örgütleri aracılığıyla pazarlık yapabilme şansı emekçilerin elinden alınmıştı. Dolayısıyla, halka, acılarına katlanarak, bir dört yıl daha bir sonraki seçimi beklemekten veya taleplerini dillendirmek üzere sokağa çıkmaktan başka şans bırakılmamıştı.
Bizim ülkemiz açısından, Haziran Direnişi, işte bu, etrafındaki katılım mekanizmaları kırılmış oy verme işini kutsayan “sandıkokrasi”nin; bir başka deyişle demokrasi komedisinin de şiddetli bir eleştirisi olmuştur. Mısır ise, darbelerin de böyle bir demokrasinin bağrından çok kolay devşirilebileceğinin kanıtı olmuştur. Hem Mısır, hem de Türkiye’deki süreç, ikisi birlikte ise, 28 Şubat konseptinin yüzde ellici veya oy çokluğuna dayanan diktatörlüğün ayarını bozmakla kalmayarak, bundan beslenen “konsept”in sınırlarının ötesinde bir demokrasi tahayyülünün kurulabileceğini göstermiştir.
Bu bahiste söylenmesi zorunlu bir şey daha var: AKP Hükümeti’nin, şimdiye kadar, devletin ve darbelerin ezeli mağduru kitlenin sesi ve temsilcisi olduğunu iddia ederek genişlettiği cephesini tamamen terk ederek, müttefiklerini gözden çıkarmak pahasına, iyice daraltılmış bir cepheye fit olmak zorunda kalması, direnişin bir ürünüdür. AKP, bir devlet partisi olarak, özüne, kendi kara bölgesine dönmüştür. AKP, Erdoğan ve yandaş medya; demokratlığın teminatı olarak sürdürmeyi önemsedikleri aydınlarla iyi ilişkilerini de askıya aldılar. Çünkü aydınların önemlice bir kesimi bu direnişi destekledi ve içinde bilfiil yer aldı.
Bu tercihi, belki de en iyi, hükümete yakın bir dergi olan Hece’nin Yayın yönetmeni Ömer Lekesiz, Yeni Şafak’a yazdığı bir yazıda ifade etti. Lekesiz, “28 Şubat sonrasında darbeyi olumlamayan, olumlamasa bile bunu belli etmeyen sol ahlaka sahip yazarlarla yaratmaya çalıştıkları gri bölgenin” artık bittiğini yazdı ve dedi ki:
“Solculara köstek olmadık, bilakis yardımcı olduk. Belediyelere götürdükleri projelerde -mütedeyyin yöneticileri ikna etmek için- bizleri bir konu başlığı olarak göstermelerine bile karşı çıkmadık. Talepleri konuşmaysa yaptık, bildiriyse sunduk, istişareyse ettik. Deyim yerindeyse o işler için oluşturulan gri alana salt onların yararına itirazda bulunmadık. Düne kadar da bu böyle devam etti… Dün olanlarsa hepinizin malumudur, ama yine de tekrar özetleyeyim:
“Çiçekleri, böcekleri koruma niyetiyle başlayan Gezi eylemi daha ilk saatlerinde provokatörlerin güdümüne girdi. CHP milletvekillerinden tiyatroculara, çalgıcılardan ressamlara, proflardan militanlara herkes Gezi eylemini elbirliğiyle Menderes’in katillerinin dayanışmasına dönüştürdü. Artık yavaş yavaş ortaya çıkıyor ki, otellerde yapılan tıbbi malzeme stokları, Avrupalara gönderilen ağıtnameler, uzun zamandır yürütülen haince bir planın parçasıymış.
“…Gri alanda edebiyatımızın dününü, bugününü, yarınını konuşabildiğimiz o solcuların büyük bir bölümünün birer elebaşı, birer yalan makinası, birer azgın devrimci olarak eşkıya hareketinin ön saflarına anında geçivermeleriydi. Ama iş bu kadarla kalmadı. Bir de dönüp ‘Bize destek vermenizi beklerdik’ demesinler mi?
“Buna ‘Yeter artık!’ denmez de ne denir?
“Hem gri alanı kendi elleriyle yok edip, hem de bizi eşkıyaya destekçi olmamakla suçlayanlar, kalan son köprüleri de yıkmakla asıl kendi geleceklerini yıkmış olurlar…”
Bundan çıkan sonuç; AKP’nin, ancak, kemik bir seçmen kitlesine geri çekilerek kendini koruyabileceğini düşündüğü noktaya gelmesidir. Zaten Gezi Parkı’nın boşaltıldığı gün başlayan Milli İrade mitingleri, sokağa direnişçi avına çıksınlar diye aynı gün ortalığa salınan satırlı-keserli AKP militanları gösteriyor ki, bu korunma bölgesinde, tıpkı Mursi’nin yaptığı gibi, kışkırtılmış kesimlerin eylemli ve saldırgan refleksleri bilenecektir. Erdoğan, iktidarını ne olursa olsun korumak için başka bir çare bulamamış görünüyor.
Ancak artık ok yaydan çıkmıştır ve 28 Şubat’tan esinlenen bir yönetme pratiği, bu pratiğin bin yıl süreceği vaktiyle ilan edilmiş olmasına rağmen, yöneticileri yönetemez, yönetilenleri de eskisi gibi yönetilmek ister istemez hale getirmiştir.
Meydanlarda korku duvarını aşarak, birbiriyle kardeşleşerek direnmenin ve kazanmanın tadına varmış bir halkın bundan daha gerisine razı olması uzun süre mümkün görünmüyor. Bunu sadece halklar bilmiyor. Onları sessiz ve uyumlu bir kitle olarak tutmanın bin bir yoluna kafa yoran ve bundan asla vaz geçmeye niyetli olmayan devletler de biliyor. Dünyanın doğum sancıları çektiği, ama bebeğin cinsiyetinin ne olduğunun belli olmadığı bugünlerde, halkların birbirinin elinden tutması o doğumu kolaylaştıracaktır kuşkusuz.
Yazının girişinde anılan fotoğrafta olduğu gibi, halk/lar, el ele verildiğinde önünde çökmeyecek bir güç olmadığını kendi deneyimlerinden öğreniyor; cendereyi kıra kıra ilerliyor.
Diyelim ki: Bu daha başlangıç…

Genel oy hakkı ve halk iradesi bağlamında devlet ve demokrasi sorunu

Recep Erdoğan’ın, Başbakan kimliğiyle son zamanlarda yaptığı konuşmaların en önemli vurgularından birinin “azınlık çoğunluğu yönetemez!”; “ayaklar baş olamaz!” şeklinde oluşu ve “yüzde elli” üzerinden yaptığı çoğunluk hesabıyla “sandık”ı “demokrasi”nin adresi göstermesi, hükümetin ve AKP’nin çizgisinde yayım yapan basın-yayın organlarında ve muhafazakarlığı etiket olarak kullanan yazarlar tarafından, “Sandık olmazsa demokrasinin bırakınız gelişmişi, başlangıcı bile olmaz. Onun içindir ki sandık demokrasinin her şeyidir” propagandasının yoğunlaştırılmasını sağladı. Azınlık, çoğunluk, demokrasi ve sandık kavramlarının “millet iradesi”ni temsil ve savunu adına böylesine yoğunlukta aktüel söylemin konusu olmasına neden ise, Haziran ayı boyunca süren ve milyonları bulan sayıda insanın katıldığı ülke düzeyindeki protesto eylemleri ve genel direniş oldu. Milyonların sokağa ve alanlara çıkarak, hükümet politikalarına reddiye çıkarmalarına, halkın bu fiili irade beyanına karşı, hükümet cephesinden ve AKP’nin propaganda aygıtları aracıyla verilen yanıt, polis şiddetine eşlik eden karalama ve “sandık”a kadar sessizliğe çağrıdır!
Bu çağrı, hakları için fiili olarak ayağa kalkmış olanların iradesine karşıtlığı ifade etmekle sınırlı kalmayan bir içeriğe sahiptir. Halk kitlelerinin demokratik taleplerine ve bu talepler için alanlara çıkmasına karşı sermayenin silahlı polis birliklerini ve tekelci medya başta olmak üzere devlet olanaklarını “çoğunluk” ve “millet iradesini temsil” gerekçesine sarılarak seferber eden ve halkın bir kısmına karşı diğer kısmını siper haline getirmeye çalışarak “azınlık-çoğunluk” hesabını ve “demokrasi-sandık” ilişkisini yürürlükte olan siyasal sistemi veri alarak yapanlar, halkın henüz “sessiz duran kesimi”nin iradesini de temsil etmemektedirler. “Ayaklar baş olamaz!” fetvası bu temsil etmezliğin yanı sıra halkın yönetilen ve sömürülen yığınlar halinde kalması isteminin de ifadesidir. “Ayaklar baş olamaz!” anlayışını Türkiyeli otoriter bir yöneticinin, antidemokratik politikalarını dikte tarzıyla sınırlı görmek, burjuva sınıf politikasının karakteristik özelliklerini “tebaacı biat kültürü”ne daraltmak olur. Bu anlayış ve politikanın, Türkiye gibi bir “Doğu ülkesi”nin hakim yönetme politikaları ve Ortaçağ tebaa anlayışının kapitalist baskı sistemiyle içiçe geçirilerek melezleştirilmiş muhafazakar yönetim tarzının emekçilere biçtiği yer ve değer ile bağı kurulabilir. Yönetmeyi ayrıcalıklı bir hak ve ‘temellük’ olarak gören Tayyip Erdoğan yönetimindeki AKP Hükümeti’nin, eşitlik karşıtı bu söylem ve anlayışı, baskı ve zor yoluyla tahakkümü içermekte ve “ortak sosyal yaşam” ile zor, şiddet ve bastırma üzerinden bağ kurmaktadır.
Ne var ki, “ayaklar” (toplumun kendi emek güçleriyle yaşamlarını sağlayan ya da sağlamaya çalışanları), “baş” (üretim araçlarının sahipleri kapitalist vurguncular ile onların çıkar bekçiliğini yapan beslemeler) arasındaki mevcut ilişkinin devamını tüm kapitalist ülkelerin egemenleri ve yönetenleri sadece talep etmemekte, zor yoluyla dayatmaktadırlar da. İstedikleri, sömürü ilişkileri ve sosyal ‘doku’sunun devamıdır. Buna göre, işçi ve emekçiler sömürü nesnesi olabilirler, ama özgür bireyler olamazlar. Devlet işleri gibi “yürütülmesi özel, profesyonel yetenek isteyen işler”i(!) yürütmeye kalkışmaları ise, ancak suç teşkil edebilir! Öyle ise, bu politika, otoriter ya da liberal bir burjuva politikacısının sertliği-yumuşaklığı türünden daha çok ahlaki-etik sınırlara çekilen kişilik özellikleriyle değil, ama hakim burjuvazinin devlet olma ve yönetme sorunu, politikasıyla ilişkili olarak ele alınmayı gerektirir. Biz de, burada, “baş olma”yı sağlayan etkenlere ve “baş olan”ın bu konumunun “ebedi bir mülk” olup olmadığına da bir yanıt oluşturmak üzere, burjuvazinin bu kurumsal silahına, onun tarih sahnesine çıkmasına ve işlevine yeniden bakacağız. Devlet ve demokrasi sorunlarını; azınlık-çoğunluk ilişkisi ve iradesini sınıflardan ve ilişkilerinden bağımsız gösteren bir söylemi esas alarak, azınlık-çoğunluk, demokrasi-sandık ilişkisini salt sayısal çokluklar-azlıklar üzerinden kurgulayan ve halk iradesine karşı politikalarını “yüzde elli oy aldım, her şeyi yapmaya hakkım ve yetkim var, otoriteyi ben temsil ediyorum, bana karşı çıkan millet iradesine karşı çıkıyor demektir” mantığıyla “aklama”ya çalışanların bu hileli taktiklerini de göstermek üzere, burada, burjuva devletinin ve sözde demokrasisinin işlevini, bu devlet sisteminde seçimlerin yeri ve halk iradesinin rolünü birbirleriyle bağı içinde irdelemeye çalışacağız.

DEVLETİ DOĞURAN İHTİYAÇ VE BURJUVA DEVLETİNİN İŞLEVİ
Toplumsal sınıf ve tabakaların ilişkilerine ve bunlar arasındaki mücadelelere kaynaklık eden üretim ilişkileri, sömürüye dayanan tüm toplumsal sistemlerde, devlet işlerinin yürütülmesi açısından da hareket alanını genel hatlarıyla belirleyici işlev görürler. Sömürü ve eşitsizliklerin varlığı, bu ilişkilerin yeniden üretimini zorunlu kılar ve bu da gücünü bürokratik–militer yapısından alan bir devletin varlığını gereksinir. Devlet yönetme işleri, bu ilişkiler sistemi üzerinde yükselen ikbal avcılığı ve yönetici ayrıcalığının kurumsal hale getirilmesini sağlar. Devlet bir sınıfın diğer(leri)ne üstünlük kurmasının ürünü olarak tarih sahnesine çıkarken, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir örgütlenme şeklinde gelişmiş ve esas işlevi sınıf ilişkilerini ve çatışmalarını denetim altında tutarak, toplumsal artıdeğere el koyan ve üretim araçlarını mülkiyetinde tutan sınıf(lar)ın, kaynağını bu ilişkilerden ve mülk sahipliğinden alan sınıf hakimiyetini sürdürmek olmuştur. İktisadi-siyasal gücü elinde tutan sınıf diğerlerini devlet aracıyla baskı altına almış, devlet aygıtını kendi çıkarlarını topluma dayatmanın aracı olarak kullanmıştır.
Tüm kapitalist ülkelerde devlet, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan azınlık bir sınıfın diğer tüm toplumsal sınıf ve kesimleri kendi denetiminde tutmaya, toplumsal sistemi kendi sınıf çıkarlarına uygun şekilde örgütlemeye ve bu çıkarlar tarafından belirlenen “düzen”ini devam ettirmek için olası direniş ve başkaldırıları ezmeye ayarlanmış bir tür makine olarak çalışır. Bu durum, devletin tarih sahnesine geliş nedeni ve gördüğü işlevle uygunluk gösterir. Burjuva devletinin hiçbir biçiminde işçiler, kent ve kır yoksulları etkili konumda bulunmazlar. Maddi yaşamın üretim tarzının (kapitalist üretim) kaynaklık ettiği; üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkilerin sınıfsal alana yansıması olarak yaşanan, kapitalist sınıf ile işçi sınıfı –ve diğer ezilen emekçi sınıf ve kesimler dahil– arasındaki çelişki, burjuva güç kullanımını, polis-jandarma-asker baskısını, hukuksal-siyasal baskı ve yasakları doğurur. Bir devlet biçimi olarak burjuva demokrasisi, burjuvazi için evet demokrasidir ama, mali sermaye ve tekellerin hakimiyeti koşullarında onun sınırları azınlık bir mali-siyasal oligarşinin tahakkumüne kadar daralmış ve esas olarak antidemokratik niteliğiyle şekillenmiştir. Burjuvazinin bu devlet biçimini demokratik olarak niteleyen ve “tüm vatandaşların eşitliği sistemi” olarak gösteren propagandası, bu “herkes”in kapitalist boyunduruk altında tutulması amacına bağlanmıştır. Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin bastırılması ihtiyacından doğup, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki sınıf hakimiyetinin özel baskı aracı olarak örgütlenmiş olan devletin varlığı, tüm sınıflar için eşitlik ve özgürlük iddiasını bir aldatmacadan ibaret kılan göstergelerden biridir. Tekelci burjuvazi yönetimindeki günümüz burjuva devleti, kapitalist sınıfın (burjuvazinin) emekgücü sömürüsüne dayanan iktisadi toplumsal sistemin siyasal-askeri aygıtı olarak işlev görmekte, bu da, burjuva-kapitalist devleti herkesin çıkarlarını koruyan ve herkese ait olan bir toplumsal örgütlenme olarak gösteren her türden liberal burjuva düşüncesini geçersiz kılmaktadır. Ordu ve polis başta olmak üzere silahlı örgütlerin yönetimi, “sivil” üst bürokrasi, yargı, parlamento ve hükümet, kapitalist parti fraksiyonları esas olarak ya dolaysız şekilde büyük sermaye tarafından ya da onun çıkarlarına bağlanmış temsilciler takımı tarafından yönetilirler. Üretim araçlarını ellerinde tutanlar, politik-askeri yönetsel aygıtı ve yargı sistemini denetimlerinde bulundurur, kapitalistlerin çıkarlarını koruyan ve işlerini yürüten bir makine olarak devleti çekip-çevirirler. Bu da, halk kitlelerine karşı politikaların sınıf tutumuyla  yürütülmesini sağlar.  Burjuva devleti bu işlevi yerine getirmek üzere şekillenmiştir. İşçi ve emekçiler ile ilişkisi, onları burjuvazi adına sisteme uyumlu tutmak ve bunun gerekleri tarafından belirlenen baskı ve söylem ile yönetmektir. Burjuvazi, devlet aracıyla ve denetimi altındaki eğitim ve propaganda araçlarını kullanarak, kapitalist çıkarlarla uyumlu insan davranışı ve düşüncesini geliştirmeyi sınıf egemenliği için gerekli görür. Kapitalist üretim sistemini sürdürme amacı nedeniyle burjuvazi –ve siyasal askeri temsilcileri– sisteme karşı tepkileri denetim altında tutmaya yarayacak uygulamalara baş vurmuşlardır.

BURJUVA DEMOKRASİSİ VE GENEL VE EŞİT OY MÜCADELESİ
“Genel ve eşit oy ilkesi”ni, “demokrasinin temel taşı” gösteren burjuva propagandası, demokrasi, özgürlük ve eşitlik sorununu bir oy hakkı sorununa; onu da herhangi oy sahibinin diğerlerinden “daha fazla ağırlıklı oy” hakkı olup olmamasına indirgemektedir. Liberal yazar ve ideologlar, seçim ve genel oy hakkı ve parlamentonun varlığını bu devletin “demokratik olması”nın yeterli göstergeleri olarak sıralıyorlar. Buna, kapitalizm ve burjuva sınıf egemenliği koşullarında genel oy üzerinden ve seçimlerde sağlanacak destekle sömürü ve sınıf ayrılıkları sorunlarının üstesinden gelinebileceğine dair burjuva reformist görüş ile işçi sınıfı ve emekçileri  mevcut sisteme bağlanmaya çağıran ve burjuvazinin ‘en saf çıkarları’na bağlanan liberalizm ekleniyor.
Köleci ve feodal despotizm ve aristokrasinin ayrıcalıklı yönetiminden farklı olarak, parlamenter sistem ve genel oy hakkı, evet, bir ilerlemeye denk düşer. Sadece monark, aristokrat, mülk sahibi, erkek ya da eğitimli-bilgili olanın değil, herkesin oy hakkı sahipliği, bir hakkın toplumsal kullanımı anlamında ve tarihsel olarak ilerleme sayılır. Bu, ama, herkesin yönetimde eşit derecede hak ve söz sahibi olduğu anlamına da gelmez. Bu  hakkın elde edilmesi de dahil olmak üzere, siyasal alandaki her ileri adımı sağlayan, iktisadi-toplumsal alandaki gelişme ile de bağı içindeki ezilenlerin mücadelesi olmuştur; ama liberal politikacı ve yazarların övgüsüne bayıldıkları burjuva “temsili demokrasi” biçimsel olmaktan öteye geçmemiş ve “herkesin eşit şekilde oy kullanarak “memleket idaresine katıldığı”  iddiası temelsiz kalmıştır.
İlk komünal topluluklardan sonraki tarihte eşitlikçi fikirlerin toplum önüne geldiği durumlarda bu fikirleri savunan ya da savunmaya çalışan çeşitli düşün insanları, filozof ve hünanist kişiler olmakla birlikte, 17. yüzyıl İngiliz Devrimi ve John Locke’un 1690′da “özgürlük insanın doğal hakkıdır, bir hükümet ancak halkla sözleşmeye dayanıyorsa meşrudur, yasama ve yürütme güçleri ayrılmalıdır” mealindeki demokrasi tanımından başlayarak, 1789 Fransız burjuva devrimi ile kıta Avrupası’na yayılan ve yine Amerikan İnsan Hakları Beyannamesi ile dünyadaki etkisi genişleyen demokratik haklar, demokrasi fikri, önemli oranda Aydınlanma ve Rönesans düşünürlerinin de katkılarıyla bir akıma dönüşmüştü. Ne var ki, burjuvazi, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” söylemiyle herkese eşit ve özgür yaşama ve kardeşçe ilişkiler içinde olmak için kendisiyle birlikte dövüşme çağrısı yapmasına rağmen, sınıfsal zaferi elde ettiği günden başlayarak, işçi sınıfı ve halkın öteki kesimlerine karşı sınıf baskısına, halk üzerinde kendi diktasını kurmaya yöneldi. Tekelci gericilik koşullarında bu baskı daha da yoğunlaştı. Lenin, tekellerin siyasal gericilik eğilimine, emperyalizm koşullarında siyasal gericiliğin yoğunlaşmasına işaret etmişti. Kapitalist ülkelerde bu eğilimin, halkların mücadelesine karşı ve mücadeleyi denetim altında tutmak için verilen kimi tavizlerle birlikte güçlenerek devam ettiğini biliyoruz. Bugün ne serbest rekabetçi kapitalizmin doğuş dönemindeyiz, ne de tekellerin ilk ortaya çıkış zamanlarında. Burjuvazi ile proletarya, sömürenlerle sömürülenler, egemenlerle egemenlik altında tutulanlar arasındaki mücadelenin çeşitli evrelerden geçerek sürdüğü, tekelci hakimiyetin tüm kapitalist dünyada gerçekleştiği, sosyalist Sovyetler Birliği’nin içten ve dıştan kapitalist kuşatma ve saldırı ile yenilgiye uğratılarak işçi hareketinin tüm dünyadaki kazanımlarına karşı gerici saldırıların yoğunlaştırıldığı ve kazanılmış hakların budanıp şekli hale getirildiği, “güvenlik toplumu” vaazlarıyla ezilen sınıf ve kesimlerin yoğunlaştırılmış baskı ile susturulmaya çalışıldıkları bir dönemde bulunuyoruz. ABD ve Avrupa ülkelerinden başlayarak dünyaya yayılan ve Türkiye gibi “Doğu toplumları”nın kapitalizm öncesi koşullardan devşirilen gerici anlayış ve biatçı kültürle takviye edilen otoriter, antidemokratik siyasal yönetim biçimlerinin halk kitlelerine karşı şiddet ve yasaklarla destekli politikalarını “ulusal çıkarlar”, “anti terörizm” vb. ile gerekçelendirip  sürdürdürdükleri ve yoğunlaştırdıkları bir dönem. Böylesi bir dönemde ve egemen sınıfın otoriter-totaliter yöntemleri politika edinmiş temsilcileri eliyle, üstelik “demokrasi” adına gündeme getirilen “sandıkta görüşürüz!” tehdidi ve “azınlık çoğunluğa tahakküm edemez” çarpıtmasına –ki bu tamamen bir hileden ibarettir– bu tarihsel ön gelenlerle ön gelişmeleri akılda tutarak bakmak gerekiyor.
Kralların, beylerin yönetimleri ile kıyaslandığında, temsili kurumların (örnek parlamento) oluşması ileri bir adım olmasına olmuştur, ama bu ileri adım, ne devleti “bir azınlığın özel baskı aygıtı” olmaktan çıkarmıştır, ne de “genel ve eşit oy hakkı” ve parlamenter sistem devlet ve yönetim işlerini işçi sınıfı ve emekçiler açısından “nötr hale getirmiş”, “tarafsız kılmış”tır. Genel ve eşit oy hakkı, aynı nedenle, halk kitleleri açısından, esas olarak şekli bir irade beyanı olarak kalmıştır. Oy hakkı, örneğin, sadece büyük mülk sahiplerine, holding patronlarına, fabrika ve işletmelerin mülkiyetini elinde bulunduranlara ait değildir; ama seçimler ve seçilen parti ve hükümetlerin nasıl bir politika uygulayacakları üzerinde bir işçi ile bir holding patronunun “eşit derecede” etkide bulunup, söz hakkı ve irade eşitliğine sahip olduğunu söyleyebilmek için ya “çok günahkar bir yalancı” ya da sermaye için her silahı kullanmaktan kaçınmayacak bir sahtekar olmak gerekir.
İşçiler genel oy hakkına sahip olarak şu ya da bu partiye oy verirler. Ama greve gittiklerinde, kendilerinin ya da kendi sınıflarının bir bölümünün oyunu da alarak hükümet(ler)i oluşturan partilerin yönetimindeki devlet güçleri (polis, jandarma, yargıç, mahkeme, hapishane) tarafından zapt-u rapt altına alınmaktan, saldırılara hedef olmaktan kurtulamazlar. İradeleri ve istekleri ayaklar altına alınır. Ücret ve maaşlarının artırılmasını, sosyal haklara ve sosyal güvenceye sahip olmayı, eğitim ve sağlığın herkes için ve devletçe sağlanmasını istediklerinde aynı akıbetle karşı karşıya gelirler. Bütün kapitalist “demokrasiler”de durum aşağı yukarı böyledir. Siyasal gericiliğin daha aktif ve yoğun olduğu Türkiye gibi ülkelerde ise durum daha da çarpıcı olmaktadır. Halk kitlelerinin öfkesini yatıştırmak, tepkilerini etkisizleştirmek ve isteklerini reddetmek üzere “sandık”ı işaret eden ve oy kullanma dışında herhangi türden mücadelelerine kin besleyen Recep Erdoğan ve AKP Hükümeti, Taksim Gezi Parkı’ndan başlayarak Türkiye’ye yayılan protestoları “yabancı güçlerin komplosu”na bağlamış, TEKEL işçilerinin 78 günlük direnişini “Ergenekon işi” olarak göstermiş, direnenlere karşı silahlı-palalı, coplu, panzerli saldırıları gerçekleştirenleri korumaya almış, parasız ve demokratik eğitim hakkı, anadilde eğitim isteyen gençleri zindanlara doldurmaktan kaçınmamıştır. Cinayet teşvikçiliğinden içeri tıkılmaları gerekenlerin kral, devlet başkanı, başbakan, bakan olduğu bir sistemin demokratikliği iddiası, demokrasi ile tiranlığı özdeşleştirmekten öteye geçmiyor. Türkiye açısından, örneğin, genel ve eşit oy hakkı bağlantılı olarak “serbest ve adil bir seçim”den söz edilemez. Bütün öteki engeller bir yana, %10’luk seçim barajı başlı başına bu iddiayı yalanlar. Günümüzdeki tartışmada, “siz genel oy hakkına karşı mı çıkıyorsunuz, sandıktan daha iyisi var mı?” türü sorular ve tartışmalar zaman aşımına uğramış, saptırıcı soru ve tartışmalardır. Tartışılan, genel oy hakkı ve buna dayalı seçimlerin gerekli olup olmadıkları değil, bunların ülke idaresinde işlevli olup olmadıkları ya da nasıl bir işlev gördükleridir.
Bu etken ve nedenler büyük mülk sahibi zengin kapitalistler ile asgari ücretli emekçinin “eşit oy hakkına sahip olması”nı biçimsel hale getirir ve içeriği yönünden eşitsiz kılar. “Demokrasi açısından vazgeçilmez olan, herkesin temel hak ve hürriyetlerinin herkesin yönetime katılmasına engel oluşturmayacak şekilde tanınması” ise eğer, bütün bu engeller, ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan insan kitleleri (işçi ve emekçiler) için yönetime katılma engelidir ve bu da ancak antidemokratik bir duruma işaret eder. ‘Sandık’a atılan oyun eşit oy hakkı temsilini içeriksel olarak da yerine getirebilmesi için, herkesin iktisadi-sosyal ve diğer koşullarının “eşit olması” gerekir. Asgari ücretli, işsiz, yoksul ya da ortalama bir ücret veya maaşla çalışan biri ile büyük sermaye ve servet sahibi olanların eşitliği iddiası, ihtiyaçların karşılanması eşitsizliği tarafından geçersiz kılınır ve böylesi  ilişkiler üzerinden tesis edilen bir sistemin demokratik olduğuna dair varsayım ve iddialar dayanaksız kalır. Herkes “seyahat özgürlüğü”ne sahip ilan edilebilir, ama bu hakkın kullanım olanağına sahip olmayanların seyahat özgürlüğü soyut bir hak olmaktan öteye geçmez. Herkese eğitim hakkından söz edilmesinin, eğitim için gerekli harcamaları yapma olanağı olmayan aileler açısından bir geçerliliği yoktur. Günde bir ya da iki dolar “geliri olan” milyonlarca emekçi ile günlük kazancı milyon dolarla ölçülen bir kapitalist için, iradelerinin eşit ölçüde işlevli oluşundan, refah ve mutlulukta “ortak”lıktan söz edilemez. “Herkesin insanca yaşam hakkı”na sahip olmasının anlamı da, bu iki kesimden insanlar açısından aynı değildir.

GENEL OY HAKKI VE HALKIN DEMOKRATİK YÖNETİMİ

“Sandık”tan söz edenler “genel oy hakkı” üzerine vaaz ile, demokratik bir hakkın savunusunu yapıyor görünüyorlar. Tarihsel açıdan bakıldığında, oy hakkı ayrıcalığının ortadan kalkmış ve herkesin oy verme hakkına sahip olmasının bir ilerleme sayılması gerektiğine yukarıda değinildi. Ancak, herkese oy verme hakkının tanınmış olması ve bu hakkın kullanılmasının, halkın kendi kendisini yönetmesi, yani demokrasi anlamına gelmediği tarihsel-sosyal ve siyasal bir gerçekliktir. Genel oy hakkı ile demokratik bir yönetim arasında dolaysız-doğrudan kurulmak istenen bağ, sermaye adına halkın iradesine el koyanların antidemokratik yönetimlerini “hak” ve meşru göstermek üzere baş vurulan bir riyakarlıktır.  Genel oy hakkının halk kitleleri açısından temsili kurumların oluşmasının etkeni olması ve halkın halk tarafından yönetilebilmesi için, sermaye hakimiyeti ve burjuva sınıf zorbalığının olmaması gerekir. Günümüzde hiçbir kapitalist ülke açısından böyle bir iddia ileri sürülemez. Öyle ise, genel oy hakkı ve “sandık” ile “halk yönetimi”-“halk tarafından yönetim”-“demokrasi” arasında birebir bir eşitlik bağı yoktur. Sermaye-emek ilişkilerinin; burjuvazi ve işçi sınıfının, egemenler ile ezilenlerin olduğu toplumlarda, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile olmayanların “sandığa oy atma eşitliği”, bu ilişkilerin kaynaklık ettiği asıl eşitsizliklerin üzerine örtme işlevine de sahiptir. Korunmak istenen, azınlık olmasına rağmen, burjuvazinin çoğunluk (işçiler, emekçiler, tüm ezilenler) üzerindeki sınıf diktatörlüğüdür. Genel oy hakkı, “her bireyin kendi hayatını etkileyecek kararların alınmasına katılma hakkı” olarak gösterilirken, bu kararların alınmasına işçilerin, kent-kır yoksullarının ve diğer ezilen kesimlerin katılması ne birey olarak ne de toplumsal kesimler, sınıf ve güçler olarak söz konusu değildir. Ekonomik-sosyal uygulamalar sermayenin çıkarlarınca belirlenmekte, siyasal kararlar bu çıkarlar gözetilerek alınmaktadır. Oy hakkına sahip bireylerin “sandıktaki iradesi” ise, bu ilişkilerin sürdürülmesinin ve pratikteki uygulamaların “onayı” olarak alınmakta ve gösterilmektedir. Demokrasi olarak gösterilen ve tanıtılan hak sahibi yurttaşın, yaşamını ilgilendiren konularda söz sahibi olmak üzere iradesini ortaya koyması ve bunun gereklerinin yerine getirilmesi değil, küçük bir azınlığın trilyonlarca lira ya da dolar servete dayanan hükümranlığını güvenceleyen(!) ilişkiler sistemi ve bunun sürdürülmesini görev edinen bürokratik kastın nöbet değişimi biçimidir. Oy hakkını ve parlamentoyu demokrasinin yeterli şartı gösteren anlayış tam bir ikiyüzlülük ifadesidir.
Halk iradesine işaret eden ve halk idaresi olarak gösterilen bir siyasal sistemin bu iddiaya uygunluğu için, en azından, halkın kendi iradesini ortaya koyacak kurumsal örgütlenmelerinin ve üzerinde herhangi baskı olmaksızın, yasalarla önü kesilmeksizin, özel silahlı insan müfrezelerinin tehdidi altında bulunmaksızın hareket etme serbestisinin olması gerekir. Hangi kapitalist ülkede bundan sözedilebilir? Söz, örgütlenme, basın-yayın özgürlüğünün kapitalist gericilik ve sermaye fraksiyonlarının tasallatunda bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde, özel ayrıcalıklarla korunmaya alınan burjuva siyasal partilerin sermayeye hizmette nöbet değişimine “oyu ile destek olma” dışında, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere tanınan, onların can bedeli mücadele ile koparıp almadıkları bir hak ve uygulama yoktur. Dolayısıyla da, kitleler kendi talepleri için sokağa yöneldiklerinde, kapitalizmin ve burjuvazinin ‘can damarları’na baskı yapmaya yöneldiklerinde, burjuvazinin en azılı temsilcileri zincirlerinden boşanmış olarak onları itaata çağırmakta ve “bir isteğiniz varsa sandıkta gösterirsiniz!” demektedirler. (‘Sandık’a bu denli vurgunun bir diğer nedeni, askeri cuntaların ve ordu müdahalelerinin yasal dayanakları da sağlanarak bolca yaşandığı bir ülke olması dolayısıyla, Türkiye’de, “askeri vesayet karşıtlığı”nın halk kitlelerinin çok büyük çoğunluğu tarafından kabul edilirliğidir. Vesayeti ‘askeri’ olanıyla sınırlı gösterme gibi bir özelliği de bulunan bu yaklaşım, azınlık diktasının askeri ve sivil biçimleri arasındaki ayrım üzerinden sivil olanına onay sağlama gibi bir hedefe de sahiptir.)
Genel oy hakkı ve parlamenter sistem emekçilerin haklarını savunan partilerin kurulması ve kapitalizme karşı işçi-emekçi mücadelesinin yasal zeminde de sürdürülmesinin olanaklarının genişlemesi  açısından da  bir ilerleme olurken, seçim yolu ile iktidarın alınabileceği yanılgısına düşen çeşitli sol-ilerici ve eski Marksist parti ve örgütlerin düzen içi adaptasyonuna da yol açmıştır.  Bu türden partiler, “toplumun refahı ve herkes için fırsat eşitliği” üzerine söylemin kapitalizm koşullarında emekçileri aldatma dışında bir geçerliği olmadığını, “fırsat eşitliği” iddiasının kapitalist üretim ilişkileri tarafından geçersiz kılındığını; parlamenter koşullarda da sömüren ile sömürülenin fırsat eşitsizliğinin devam ettiğini ve uzlaşmaz sınıf çelişkisini içerdiğini “idrak etmeyi” unutabilmişlerdir. Diğer yandan ama, tüm emekçiler için genel sağlık sigortası uygulaması, işsizlik sigortası, eğitimin herkes için parasız ve bir hak olarak gerçekleştirilmesi, kadının sağlığına aykırı işlerde ve 16 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasının yasaklanması gibi uygulamalarla emekçi yaşamında iyileşmeler mümkündür ve işçi sınıfı ve emekçilerin bu asgari taleplerinin gerçekleşmesi için mücadele araçlarının ve mevzilerinin zenginleşmesi söz konusudur.
Genel oy hakkının kullanılması yoluyla işçi ve emekçilerin burjuva politikası ve kapitalist parti fraksiyonları üzerinde belirli bir baskı oluşturmaları mümkün olmakla birlikte, örneğin bu yol ile bazı partilerin desteksiz bırakılarak bazı başkalarının desteklenmesi vb. nedeniyle bu partilerin programlarına halkın haklarından yana maddeler koymalarına rağmen, asıl değiştirici olan ve sömürülenler yararına bazı reformcu iyileştirmeleri ve yasalarda emekçilerin de yararlanabilecekleri esneklik ve soyut hakçılığı olanaklı kılan da son tahlilde doğrudan fiili mücadele ile emekçi baskısının oluşturulmasıdır. Sosyal hakların, sosyal güvenlik alanındaki iyileştirmelerin, sosyal sigorta yardımlarının, söz, basın-yayın ve örgütlenme alanındaki kimi (soyut ve pratik karşılığı bulunmayan) “özgürlükler”in varlığı bu mücadele sonucunda mümkün olabilmiştir. Burjuvazi, devleti ve hükümetleri buna rağmen fırsat buldukları ya da yaratabildikleri her durumda, işçi ve emekçilerin mücadele ile kazandıkları hakları budamak, geri almak için çaba göstermişler, eğitim, sağlık, konut alanındaki devlet sorumluluğu yerine, özelleştirmeler vb. yollarla yükü emekçilerin sırtına yıkmaya çalışmışlardır.
Kapitalizme ölümüne bağlı ve bağımlı politikacı ve yazarların “sandık demokrasisi”ne, genel oy hakkına ve burjuva parlamenter sisteme bu aşırı övgüsü ve bağlılık göstermelerinin başlıca nedenlerinden biri de, işçi sınıfı ve emekçileri kapitalist üretim ilişkileri içinde tutan mekanizmalara duyulan ihtiyaçtır. İşçi sınıfının siyasal mücadelesine karşı ve kapitalist üretim ilişkileri içinde kapitalist ihtiyaçlara yanıtlar üretmeyi esas alan burjuvazi –ve ideolagları–, “işçi sınıfının devrimci heyecanını reformcu bir çizgiye çekme”yi başarmak için  ‘genel oy hakkı ve parlamenter sistem propagandasına sarılıyorlar. “Temsili demokrasi”nin kitleleri aldatıp-oyalamaya daha elverişli olduğunu düşünen burjuvazi, kitleleri, seçimler aracıyla ülkenin ve kendilerinin “kaderini değiştirebilecekleri”ne inandırmaya çalışır. İşçilerin işyeri ve fabrikaların “yönetimine katılması” üzerine kapitalist yalana benzer şekilde, seçimlerde oy kullanarak yönetim politikalarının bizzatihi oy kullananlar tarafından belirlendiği ididası da, sınıf ilişkilerinde ve devletin kurumlarıyla birlikte işleyiş tarzında temelli herhangi değişim olmadığı halde, böylesi bir değişim olacakmış yanılgısı yaratmaya yöneliktir. İçeriğinin ve kimler tarafından nasıl uygulanacağının halkın serbest iradesince belirlenmediği herhangi yasa, halkın iradesinin eseri/ürünü olamaz. Herhangi kapitalist ülkede burjuvazi halk kitlelerini şovenist saldırgan politikalara “angaje etme”dikçe, yönetici erk tarafından bir düşman yaratılıp ona karşı saldırının “ulusal çıkarlar” ve “millet esenliği için şart olduğu” propagandasıyla halkı aldatmadıkça, başka bir halka karşı savaştan yana olan bir halk görülmemiştir. Halkların barış talebine onca yandaş olmaları dahi bunu açıklayıcıdır. Savaşlar, çünkü, kapitalist pazar kavgalarının ve pazarların yeniden paylaşımı kapitalist ihtiyacının ürünü olarak gündeme gelmektedirler ve emperyalist kapitalizm koşullarında yaşandığı sürece de, –artık savaşlar olmayacak propagandası ne denli güçlü olursa olsun– işgal, tahrip ve yağma eylemleri olarak ve kitlesel katliamlara ve kitlesel sakat bırakmalara yol açarak ortaya çıkacaklardır. Irak, Afganistan, Libya, en yakın örneklerdir. Hiçbirini isteyen halklar olmamıştır. Kürtlere karış savaş politikalarını reddenler de en başta Kürt emekçileridir.

BİÇİMSEL DEMOKRASİ HALK İRADESİNİ TEMSİL ETMEZ

Bir ülkede parlamentonun bulunuyor, parlamenter seçimlerin yapılıyor olması; anayasal ve yasal hukuksal sistemin varlığı, “oy kullanma hakkına sahip herkes”in “ülkenin siyasal kaderini belirleme” iddiasıyla oy kullanıyor olması, yürürlükteki siyasal sistemi demokratik kılar mı? Bu soruya mutlak anlamda olumlu-olumsuz yanıt, toplumsal ilişkilerin ve siyasal sistemlerin karmaşık yapısını olduğu kadar, bu sistemlerin halk kitleleriyle ilişkisini de tek yanlı kesinlemelere hapsetmek olacaktır.
“Demokrasi”, kavramın kökeni anlamıyla halk egemenliği olarak alınacaksa, burjuva demokrasili ülkelerin en ileri olanları dahil hiçbirinde halk iradesine ve idaresine dayanan bir sistem bulunmuyor. Aksine, tüm bu ülkelerde tekelci burjuvazinin hegemonyası altında şekillenen ve kapitalist sömürü ilişkilerini siyasal-hukuksal kılıflarla güvenceye alan antidemokratik gerici diktatörlükler söz konusudur. Bu ülkelerde sermayenin çıkarlarının ifadesi olan yasal-anayasal bir “düzen” kurulmuştur ve sistemin “güvencesi” için özel silahlı birlikler, düzenli ordu ve polis kuvvetleriyle gizli-açık çeşitli kontra örgütlenmeler yaratılmıştır. İleri demokratik ülkeler olarak tanıtılan İngiliz ve Amerikan anayasaları, tekellerin çıkarlarını ve engelsiz faaliyetini güvenceye almışlardır. Bu ülkelerde ve diğer kapitalist ülkelerde işçinin sahip olduğu tek gerçek özgürlük, emekgücünü “serbestçe” satma; kapitalist için artıdeğer yaratma özgürlüğüdür. Bilimsel teknik gelişmeler ve makinelerin de ‘yardımı’ ile kapitalist “piyasa”da kendi sınıfından insanlarla rekabete sokularak, emek gücüne daha çok ve daha ucuz şekilde el koyma özgürlüğü olarak da alınabilir bu. Burjuvazi ve sağ-sol liberal ideologlarının söyleminde kutsanmış gibi duran “özgürlük ve eşitlik” şiarı, kapitalizm koşullarında, farklı çıkarlara sahip sınıfların birbirleriyle mücadelesinin kaçınılmazlığını da içermek üzere, artıdeğer sömürüsü ve kapitalist rekabet nedeniyle bir aldatmacadan ibaret kalır. Holding sahipleriyle ücretli-maaşlı emekçinin, fabrikatörler ile onların işletmelerinde belirli bir ücret karşılığı çalışan işçilerin, devleti çekip çevirenler ile ‘kendi halinde –sıradan– emekçilerin “eşitliği” üzerine vaaz, sadece bir vaaz olarak kalır. “Yasalar önündeki eşitlik” ve yasalarca var olduğu söylenen özgürlük kağıt üzerindeki sözcüklerden ibarettir. 60-80 bin dolarlık aylık geliri ile 400-500 dolarlık ücreti “eşit” saymak için matematik bilgisizliği yetmez, aptallık da gerekir. Ekonomik-sosyal yaşamda eşit olmayanın siyasal eşitliği üzerine söylenenler aldatmacadan ibarettir. Siyasal yasakların yasa güvencesinin yanı sıra yargıç ve polis teminatına alındığı, siyaset yapmanın işçi ve emekçiler için daha baştan bin türlü iktisadi-sosyal ve kültürel barikatla engellendiği, seçim barajı türünden ek engellerle muhalif güçlerin önünün kesilmeye çalışıldığı tekelci kapitalizm koşullarda, “eşit ve genel oy hakkı”, burjuvazi yönetiminde, esas olarak onun sınıfsal ayrıcalıklarının korunmasının ve sürdürülmesinin hangi kapitalist fraksiyon(lar) eliyle yürütütüleceğini belirlemek üzere emekçilerin de alet edildikleri bir hak işlevi görür. Hak eşitliği burjuva sınıfının çeşitli katmanları arasındaki ilişkiler açısından da geçerli değildir. Burjuvazinin bir dönemler bayrak edindiği “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kapitalist şiar ve mantığı artık bir yalandan ibarettir. Holdingler ile küçük işletmenin rekabetinden çıkacak olan büyük balığın küçükleri çekip yutmasından başka bir şey olamaz.

DEMOKRATİK DEVLETİN BALICA KOŞULU: HALK KİTLELERİNİN DEVLET YÖNETİMİNE KATILMASI
Bir siyasal-toplumsal sistemin demokratik olmasının ilksel koşulu, sömürü kaynaklı ayrıcalıkların bulunmayışıdır. Sömürü ilişkileri her türden ayrıcalık, eşitsizlik ve baskının kaynağını oluştururlar. Sömürü ilişkilerine dayanan bir sistemi demokratik olarak göstermek demek, artıdeğere el koyarak başkalarının –diğer sınıf ve kesimlerin– başı üzerinde hakimiyet olanağı bulan sınıf yararına, ilişki tarzlarını, kurumsallaşma ve örgütlenmeyi, ayrıcalıkları hak görmek demektir. Siyasal özgürlüklerin, siyasal eşitliğin “herkes için eşitlik ve özgürlük” olmasına kapitalist sömürü ve eşitsizlikler sistemi olanak tanımaz. En demokratik sayılanları dahil, burjuva devletleri ve demokrasileri, bu bakımdan, geniş halk kitleleri açısından, onlar üzerindeki azınlık tahakkümü ve sınıf diktasının ifadesidirler. Diğer yandan, halk kitlelerinin devletin yönetimine ne ölçüde katıldıkları, devlet yönetiminde nasıl bir rol oynadıkları, sistemin demokratik olup olmamasında kıstas oluşturur. Geniş halk kitlelerinin devlet yönetimine katılmaları ve yönetimin nasıl olacağında belirleyici irade oluşturmaları için, bunun sosyal-iktisadi koşullarının oluşturulması gerekir. Bununla birlikte ve ülkenin politik, ekonomik ve kültürel koşullarının halk kitlelerinin inisiyatifini esas alan bir düzenlenmesine bağlı olarak, seçme-seçilme hakkının güvenceye alınmasıyla değil sadece, istisnasız tüm görevlere görevlilerin halkın oyu ile seçilmeleri ve gerekli gördüğünde halk tarafından görevden geri alınmaları gerekir. Halk cumhuriyeti ve proletarya devletlerinde halkın gerçekten kendi kendisini yönetmesi ve böylelikle yönetenlerle yönetilenler arasındaki farklılaşmanın sona erdirilmesini sağlayacak mekanizmalar vardır. Böylesi bir demokrasi, sömürülenlerin gerçekten ve tam temsili için olanakları yaratarak ayrıcalıklı özel kurum ve yönetimleri reddeder, temsil kurumlarında görevli olanların ücretlerini ortalama işçi ücreti düzeyinde belirleyerek, temsil kurumlar ve kurullarının ikbal avcılığı mevzileri olarak kullanılmasına olanak tanımaz. Demokratik cumhuriyet biçimi altındaki bir devlet, halka karşı despotik hükümetler eliyle yürütülmekte olan halk üzerindeki burjuva sınıf egemenliğinin silahlı ordu ve polis tarafından korunduğu diktatörlüklerden farklıdır. O, tam da burjuvazinin bu günkü otokratik-despotik sözcülerinin aşağılamak üzere “ayaklar” sözcüğü ile andıkları işçi sınıfı ve kent-kır yoksullarının (emekçilerinin) “baş” oldukları bir devlet biçimine denk gelir ve bugünkü demokrasi düşmanı zorba aygıttan tümüyle farklı, bir halk idaresini ifade eder. Böylesi bir devlet sisteminde özel ayrıcalıklarla garanti edilmiş, dokunulmazlık zırhına büründürülmüş ve silahlı özel ordu ve polis birlikleri tarafından korunan bürokratik yönetim ve yöneticiler değil, yurttaşların iradesiyle ve seçimle göreve getirilip onlar tarafından gerekli görüldüğünde ‘geri çağrılabilir olan’, ücretleri ortalama bir işçi ücretinden daha yüksek olmayan ve herkes için açık olan bir toplumsal sorumluluk söz konusudur.
Bir de,  “demokratik” olduğu iddia edilen bugünkü burjuva devlet sistem(ler)ine bakalım:  Türkiye gibi cunta yasalarını uygulamayı sürdüren, %10 barajıyla halkın iradesine –en azından bir kesimi açısından– set çeken, oy verme dışında halkın yasaların yapımına, uygulanmasına, görevlilerin iş başına getirilmesine, ücretlerine dair en küçük söz hakkının dahi bulunmadığı ülkeler bir yana, “demokrasinin beşiği” gösterilen İngiltere, ABD, AB’nin Almanya, Fransa gibi ülkelerinde de halkın doğrudan yönetime katılması, kendi kendini yönetmesi söz konusu değildir. Devlet yönetme kuralları, yasalar ve kurumlar hiçbir kapitalist ülkede halk tarafından oluşturulmamaktadır. En ileri burjuva demokrasilerinde dahi bürokratik-askeri makinenin tekeline sahip burjuvazi, yasama, yürütme ve yargı kurulları aracıyla halk iradesine ambargo koyma ve kendi iradesini “herekese ait” gösterme kurnazlığıyla iktidarını ve sınıf çıkarlarını sürdürme ayrıcalığını elinde tutuyor. Burjuva parlamentosu, sermaye diktatörlüğünün ve burjuva parti tiranlığının örtüsü olmakla kalmıyor, işçi ve emekçilere karşı siyasal-sosyal ve iktisadi kararların alınıp uygulanmasının yolunu açan bir grayder işlevi de görüyor. Burjuva devletinin işçi sınıfı ve emekçilerin temsili ya da aynı anlama gelmek üzere, emekçi iradesinin bu devletin işleyişinde belirleyici olduğu iddiası, “kaç işçi ve emekçi devletin başlıca yönetim kurumları, kurulları ve organlarında bulunuyor?” sorusu tarafından ayakları havada bırakılacağı için, bu soru dahi gereksiz kalıyor. Türkiye’de, genel oy hakkının şekli kalışı, yalnızca kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan sınıf farklılıkları, ayrıcalıkları tarafından değil, siyasal partiler yasası, seçilme koşulları, seçim barajı gibi burjuva engelleri tarafından da sağlanmıştır: sermaye partilerine hazineden trilyonlarca lira kaynak aktarılıyor; milletvekilleri ve yakınlarına ayrıcalıklı sosyal ve ekonomik konum sağlanıyor. Milletvekillerini, Bakanlar Kurulu’nu, Başbakan ve Cumhurbaşkanını, “vatana ihanet” durumunda dahi halkın geri çağırma yetkisi ve iradesi yoktur. Ordu ve polis, MİT ve Özel Kuvvetler Birliği gibi çok sayıdaki silahlı özel kurum ve güç üzerinde halk kitlelerinin en küçük bir denetimi, irade uygulaması bulunmamaktadır. Aksine bu güçler, burjuva devletinin halkın karşısında konumlanmış silahlı kuvvetleridirler. Haziran 2013 Direnişi son olmayan örneklerden biridir; yaşam alanlarına ve tarzlarına zorbaca karışılmasına karşı çıktılar ve sosyal-siyasal hakları için direndiler diye 6 kişi öldürülmüş, 11 bin kişi yaralanmış, 11 kişinin gözü kör edilmiş, binlercesi gözaltına alınmış, yüzlercesi tutuklanmıştır. İktidar ise, bu saldırılarda görevlendirip cinayetlere teşvik ettiği polis kuvvetlerini “24 maaş tutarında ikramiye” ile taltif edip, “kahramanca mücadele ettikleri için” kutlamıştır.
Gerçekten demokratik bir devlet sisteminde ise –bu, ancak halkın, işçi ve emekçilerin yönetimindeki bir devlet olabilir–, bu irade doğrudan halka aittir. Rus işçi sınıfı ve devriminin tarihin gündemine getirdiği ve çeşitli Avrupa ülkelerinde de farklı biçimlerde işçi sınıfı tarafından mücadele ve örgütlenme organları olarak değerlendirilen “Sovyetler”, örneğin temsili kurullardır. Temsili kurumlar proletarya diktatörlüğü altında da “vazgeçilmez”dir. Ama Sovyetler ile, burjuva temsil kurumu olarak burjuva parlamentosu hiçbir biçimde benzeşmez, aynı nitelikte olmayan, amaç ve işlevleri de birbirlerine zıt  oluşumlardır.

İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN ÖZGÜRLÜĞÜ, ANCAK KADERLERİNİ KENDİLERİNİN BELİRLEDİKLERİ KOŞULLARDA MÜMKÜNDÜR

İşçi ve emekçilerin modern tarihte 1871 Paris Komünü ile birlikte ve sadece üç aya yakın bir süre içinde oluşturma olanağı buldukları ölçüde yaşayabildikleri “özgürlük ve eşitlik”, bir kez daha ancak 1917 Ekim Sosyalist Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm inşaası sürecinde gerçekleşti. Sermayenin ve Çarlık feodalizminin kalıntılarına son verme savaşı ve dışarıdan emperyalist kapitalist kuşatmanın aman tanımaz ambargo ve yok etme saldırısı altında, Sovyet işçileri ve kent ve kır yoksullarının büyük –ve acılarla dolu– fedakarlıkları sonucu, ülke ve kendilerinin kaderine hükmedecekleri koşulların oluşmasıyla, özgürce yaşama olanağı buldukları tarihsel bir olgudur. Kapitalist sömürü ve eşitsizliklere son verildiği koşullarda eşit ilişkilerin ve halkların özgürce yaşamının olanakları ancak oluşabilmektedir. İşçi sınıfı ve kent-kır yoksulları, halk kitleleri, ancak sömürülmedikleri durumda, sömürüye olanak tanımayan sosyalist bir sistemde gerçekten özgür olabiliyorlar. Sovyetler Birliği’nde 1918-56 dönemi bu koşulların yaratılması için can bedeli mücadelelere sahne oldu ve bu zorlu mücadeleler sonucunda işçi sınıfı ve emekçilerin kendi özgür yaşam koşullarını oluşturan kendi idareleri gerçekleşti. 
Sosyalist ekonomide amaç halkın gerçekten refahı ve mutluluğu, insanın zihni ve fiziki sağlıklı gelişimi; ihtiyaçlarının temini idi ve üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetine son verilmesi, maddi hayatın üretiminin kolektif biçimi, toplam toplumsal üretim ve artının toplumun sosyal-kültürel gelişimi ve gereksinimlerinin temini için kullanılmasının ve toplumsal zenginlik birikiminin koşullarını da yaratmaktaydı. Sosyalizm koşullarında eğitim, öğretim, sağlık, konut, ulaşım ve iletişim toplumsallaştırılmış, kamusal hizmet kapsamında tüm topluma genelleştirilerek insani gelişmenin koşulları yaratılmıştı. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi, fabrikaların, madenlerin, demiryollarının, traktör ve makina üretim ve işletme istasyonlarının toplumsal mülkiyete alınması, bunların işletilmesinden sağlanan toplam üretimin özel ayrıcalıklı kişi ve grupların değil halk kitlelerinin ihtiyaçlarına yönelik tasarrufu ve alt yapı tesislerinin yapımı ve modernizasyonu, enerji ve su kaynaklarının temin ve ıslahı, devlet hastaneleri, okullar, tedavi ve dinlenme yurtları, konutlar, sanatoryumlar ve bunlar gibi daha birçok başka kuruluş için harcanmasını olanaklı kılmıştı. Demokratik bir siyasal sistem, ancak bu tür bir “alt yapı” ve sosyal zemin üzerinde var olabilirdi. Kapitalist gericilik ile sosyalizmin farkı, kapitalist dünyanın sınıf bilinçli işçi ve emekçileri açısından da somuttu. Çalışabilir durumdaki herkese, sağlığını korumayı da gözeten iş sağlanarak, hiç kimsenin, bir başkasının sırtından geçinme olanağı bulamayacağı koşulları yaratma – bu, hiçbir kapitalist ülkede gerçekleştirilemez.
Kapitalist sistemde işgücü sömürüsüne duyulan ihtiyaç, bir yedek işgücü –işsizler– ordusunun bulunmasını da ihtiyaç haline getirir. Kapitalist rekabet ve kâr için daha az işçi ile daha fazla üretime duyulan burjuva ihtiyaç, bu kaynağı var etmektedir.  İşçi ve emekçilerin “emeklerinin miktar ve niteliğine göre ücretlendirildikleri bir işe sahip olma hakkı”nın (1936 Sovyetler Birliği Anayasası bunu sağlamıştı) kapitalizm koşullarında geçerli olması olanağı bulunmamaktadır. Her ülkede milyonlarca işsiz bulunuyor. Milyonlarcası sakat ve sosyal haktan yoksun. Şimdilerde kapitalizmin her türden savunucusunun, sağcı-’solcu’ liberallerin saldırı hedefinde tutmaya devem ettikleri 1936 Sovyet Anayasası’nın 123. maddesi, “Yurttaşların haklarının bir ırka veya ulusa aidiyeti nedeniyle, her ne türden olursa olsun, doğrudan ya da dolaylı olarak kısıtlanması veya tersinden, doğrudan ya da dolaylı olarak iltimas konusu edilmesi, yine, ırksal ya da ulusal bir özellik veya bir ırka ya da ulusa yönelik nefret ve bir ırkın veya ulusun aşağı görülmesi yasalarca cezalandırılır” şeklinde idi. Sovyet anayasası, örneğin, “tüm halkların ve ırkların geçmişteki ve o anki durumundan bağımsız olarak, güçleri ve zayıflıklarından bağımsız olarak, toplumun ekonomik, sosyal, devletsel ve kültürel yaşamının her alanında aynı haklara sahip olması gereğinden..” hareket ediyordu. Bu, sadece kabul edilmiş bir hak değil, pratikte uygulanan bir durumdu. Nüfusu yüz bin civarında dahi olmayan her ulusal topluluk ve halk kesimine kendi dilinde eğitim olanağı sağlanmıştı. Kapitalist ülkelerde ise, ulusal ayrımcılık, şovenizm ve ırkçılık devam etti. Türkiye gericiliği ve Türk-İslam sentezci yeni Osmanlıcılar hala Kürtlerin ulusal kimliklerinin tanınması ve bunun gereği olarak anadilde eğitim, kültürel gelişmenin önünün tümüyle açılması, ulusların tam hak eşitliğinin anayasal ve yasal güvenceye alınması istemlerine karşı “tek millet, tek dil, tek devlet!” dayatmasına devam ediyorlar. Ulusal baskı ve ayrımcılık kapitalist pazar ilişkilerinin, rekabetin ve sömürünün ayrılamaz bir unsurudur. “En demokratik” burjuva ülkelerde dahi “azınlıklar”a karşı ayrımcılığın bin türlü inceltilmiş yöntemi vardır.  Oysa olması gereken, ulusal tam hak eşitliği ve tam bir laisizmin engelsiz uygulanması ve yasal-anayasal güvenceye alınmasıdır.
Burjuvazinin anti sosyalist propagandasının günümüze dek ve günümüzde de sürüyor olması, bu gerçeğin sömürülen kitleler açısından açıklık kazanmasını önlemeye yöneliktir. Onun tarafından yürütülen ideolojik kültürel savaş, burjuva hakimiyet sistemini, burjuva devletin despotik-anti demokratik niteleğini örtmeye ve onu “herkese gerekir” göstermeye yöneliktir. Bunun için, sosyalizmin yenilgiye uğratılmış olmasını, alçakça çıkarlarını savunmanın argümanlarından biri olarak kullanmaktadır. Sıkı denetim altında tutulmadığında sınıfsal farklılıklara da götürebilir olan küçük üretimin henüz tümüyle ortadan kalkmadığı koşullarda büyük bir ilerlemeye denk gelen ve insani  gelişimin tarihsel yeni evresine yol alışta büyük bir zafere denk düşen sosyalizmin sürdürülememiş olması –yenilgiye uğratılması– onu canavarcasına sevince boğarken, bizzatihi kendi sisteminin ürünü olarak doğan ve büyüyerek ölümünü hazırlamakta olan çelişkilerini görerek de korkuya kapılmaktadır. Sömürü ve baskının kapitalist karakteri, çünkü, günümüzde de giderek artan sayıdaki işçi ve emekçi tarafından, ve hemen tüm kapitalist ülkelerde  görülmeye başlanmıştır. Avrupa ülkelerinde, Türkiye’de, Tunus, Mısır gibi Afrika-Ortadoğu ülkelerinde, Brezilya, Kore, Meksika gibi ülkelerde kapitalizm kaynaklı çelişkiler giderek keskin biçimler almaktadır. Anti kapitalist ve burjuva gericiliğine karşı demokratik özgürlükler için mücadele için koşullar giderek olgunlaşmaktadır.  “Ayaklar”ın “baş olma” zaman(lar)ı yaklaşmaktadır!

Ekonomideki istikrarsızlığın sorumlusu “faiz lobisi” mi?

Son aylarda Türkiye ekonomisinin “sıcak para” girişlerine bağımlı ekonomik büyüme modelinin tıkanmakta olduğunu görüyoruz. Büyüme rakamları aşağı doğru revize edilirken, TL, dolar ve Avro karşısında hızla değer yitiriyor. Döviz kurundaki bu sert tırmanış önümüzdeki döneme ilişkin enflasyon hedefini de gerçekçi olmaktan uzaklaştırıyor.
Ekonomideki belirsizliğin derinleştiği, kamuoyunun ise kaygıyla izlediği bu süreç karşısında, hükümet komplo teorilerine sarıldı. Böylece hem yaklaşan ekonomik açmazın politik sonuçlarından sıyrılmayı, hem de içerideki demokratik muhalefetin toplum nezdinde mahkum edilmesini amaçladı.
Son dönemde kamuoyu tarafından çokça tartışılan “faiz lobisi” söylemi işte böylesi bir ortamda filizlendi. Gezi olayları ve sonrasında yaşanan fon çıkışları ekonomiyi istikrarsızlaştırmaya ve faizleri tırmandırmaya çalışan bir “faiz lobisi”nin eseriydi, hükümet çevrelerine göre. Komplo teorileri burada da kalmadı. Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu ödemesini ve ekonomik bağımsızlığını ele almasını kaldıramayan uluslararası sermaye çevrelerine kadar uzandı suçlamalar. Muhatabı çoğu zaman belirsiz bu kompo teorilerinin arka planını sorgulayarak işe başlayalım, dilerseniz.

GEZİ OLAYLARI İSTİKRARSIZLIĞIN ANA KAYNAĞI OLABİLİR Mİ?

Gezi eylemleri sonrasında Başbakan’ın açıklamalarıyla derinleşen siyasi istikrasızlık ortamının ülkeden yabancı sermaye çıkışına neden olduğu muhakkak. Şu unutulmalı, Gezi eylemlerinin ülke çapında kitlesel bir eylem dalgasına dönüştüğü 31 Mayıs gecesi, Cuma gününe denk geliyordu. Piyasaların kapalı olduğu iki gün boyunca hükümetin gerginliği düşürmesi ve bu olayların piyasalara yansımasına engel olabilmesi mümkündü. Bu yol, o veya bu nedenle tercih edilmedi. Madem öyle işte böyle denildi, sokaktaki halka rest çekildi. Piyasalar çakıldı.
Her ne olursa olsun, altını çizmeliyiz ki, Gezi eylemleri ekonomideki mevcut tablonun asli sebebi değildir. Olsa olsa, ülkeden sermaye çıkışını hızlandıran bir etken olarak değerlendirilebilir. Türkiye ekonomisi, uzunca bir süredir, kısa vadeli yabancı sermaye girişleri tarafından fonlanan bir ekonomik büyüme süreci yaşamaktaydı. Bu büyümenin asli dayanağı, ABD Merkez Bankası’nın (FED) sürdürdüğü genişlemeci para politikası ve düşük faizlerdi. Dünyadaki dolar bolluğu, Türkiye gibi dış borçla dönen ekonomilere yaradı. Özel sektör, düşük faizli dolarla borçlanarak, yeni yatırımlara girişti. Ekonomi büyüdü büyümesine, ama dış borç stoğu da tırmandı. Giderek kronikleşen bir cari açık sorunu ortaya çıktı. Bu pembe tablonun sonsuza kadar sürmeyeceği ortadaydı. FED’in parasal genişleme poltikasının sonlanması ve ABD’de faizlerin yükselmeye başlaması ile birlikte sıcak paranın yön değiştireceği ve bunun, Türkiye gibi sıcak para girişlerine bağımlı bir ülke üzerinde yıkıcı etkiler yaratabileceği elbet biliniyordu. Yaşanan da bu oldu. FED’in para politikasını sıkılaştıracağına dönük ilk sinyaller ile birlikte gelişmekte olan piyasalardan para çıkışı yaşanmaya başladı. Türkiye, bu piyasalar arasında başı çekiyordu.
Tarihsel olarak baktığımızda da, ekonomiye dönük olumsuz algının olaylardan önceki günlerde oluşmakta olduğunu görüyoruz. BIST 100 endeksi, 22 Mayıs tarıhinde 93,398 ile tarihi zirvesine ulaşmış, ama bu tarihten itibaren düşüşünü sürdürmüş ve 31 Mayıs günü içerisinde, olayların patladığı gecenin hemen öncesinde 85.000 seviyesinin altına kadar gerilemişti. Kısacası, olaylar patlamadan önceki on günlük süre içerisinde, borsada, hali hazırda yüzde 9’luk bir gerileme yaşanmıştı. Hem de hükümet çevrelerinin orta-uzun vadede yerli varlık alımlarını arttırır diyerek, tasarruf sahiplerini borsaya çekmeye dönük beyanlarda bulunduğu, 16 Mayıs tarihli Moodys’in kredi notu arttırımı kararına rağmen.
Sonraki günlerde de, borsadaki değer kayıplarının ve doların yukarı yönlü hareketinin, büyük ölçüde, FED’in açıklamalarından ve ABD’de açıklanan ekonomik göstergelerin sıkı para politikasına dönüş yönündeki algıyı güçlendirmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Kısacası, ekonomideki gidişatın bir sorumlusu var ise, o da, hükümettir. Yurtiçi ve yurtdışındaki birçok iktisatçının uyarılarına kulak asmamış, kredi notunu yatırım seviyesinin altında tutan kredi derecelendirme kuruluşlarını suçlayarak, işi, “ben de kendi kredi notumu kendim veririm” diyecek noktaya vardırmıştır. Bugün de, yeni senaryolar icat ederek, yaklaşan krizin sorumluluğunu üstünden atmaya çabalamaktadır.

FAİZ LOBİSİ SÖYLEMİNİN ARKAPLANI
Başbakan’ın “faiz lobisi” söyleminin, eylemlerin ilk günlerinden itibaren hedef gösterdiği Koç grubu (Yapı Kredi Bankası) ve tüm sadakatine rağmen iktidara bir türlü tam olarak yaranamayan Doğuş grubu (Garanti Bankası) üzerinden, bankacılık kesimini, daha doğrusu özel bankaları hedef aldığı anlaşılıyor. Burada, özellikle izleyicisini neredeyse tümüyle karşısına almak pahasına Gezi olaylarını görmezden gelen, olayları konu eden sayısı nedeniyle tarih dergisinin yayımını durduran Doğuş Grubu’nun (NTV), bunca çabasına karşın, yapılan protestolar karşısında çareyi eylemcilerle birlikte kapı önüne çıkmakta bulan Garanti Bankası Genel Müdürü’nün tek bir hareketi nedeniyle hedef haline gelmesi de ibret verci bir durum.
Başbakan, faiz lobisi söylemi ile, toplumun iki farklı kesimine mesaj veriyor. İlk olarak İslami kesimin faiz konusundaki hassasiyetlerine seslenerek, “kendi” kitlesini mobilize etmeyi amaçladığı anlaşılıyor. Diğer yandan ise, özellikle gecelik repo faizlerinin yüzde yüzün üzerinde seyrettiği 2000 öncesi döneme referans veriyor. İşçi ücretlerinin gecelik repoda değerlendirildiği için gecikmeyle ödendiği, yatırımların durma noktasına geldiği bir dönem hatırlatılarak, o dönemi yaşayan geniş halk kesimleri üzerinde geçmişe dönüş korkusu yaratılmak isteniyor.
Peki, iktidar yanlısı kesimin iddia ettiği gibi, bankaların sistemi istikrarsızlığa sürükleyerek faizleri tırmandırmak istemesi ne kadar gerçekçi bir açıklama? Öncelikle şunu netleştirelim, bankaların faizlerin yükselmesinden kâr edecekleri düşüncesi yanlıştır. Bankalar, genel olarak açtıkları uzun vadeli kredileri kısa vadeli borçlanmayla finanse ettikleri için, faiz oranlarındaki sert yükselişler, bankacılık sektörü açısından büyük riskler taşır. Bu nedenle, büyük bankacılık krizleri, faizlerin gerilediği değil, aksine yükseldiği dönemlerde ortaya çıkmıştır. Yine, döviz kurunun yukarı yönlü hareketi, borsadaki gerileme ve bunların sonucunda kredi geri dönüşlerinde yaşanabilecek aksaklıklar, bankacılık kesimini büyük bir riskle karşı karşıya bırakacaktır.
Kaldı ki, bankaların iktidar partisini doğrudan hedef almaları için herhangi bir neden bulmak da zor. Aksine, AKP iktidarı süresince ülkemizdeki bankaların kârları ve piyasa değerleri katlanarak armıştır. Şöyle bir örnek verelim. 2001 yılı sonunda halka açık 8 bankanın toplam zararı o dönemki para birimiyle 1.1 katrilyonu (bugünkü milyar TL) buluyordu. Aynı yıl 226 trilyon (milyon) zarar açıklayan Garanti Bankası’nın 2012 yılı karı ise, 3.3.milyar TL olarak açıklandı. Yine, 2001 yılında İMKB’nin en değerli 3 şirketi arasında sadece 1, 10 şirket arasında ise 3 banka bulunurken; 2013 yılı itibariyle, en değerli 3 şirketin tümü, 10 şirketin ise 5’i bankalardan oluşuyor. Kısacası, AKP iktidarından en fazla nemalanan kesim “faiz lobisi” olmuştur.
Tüm bunların ötesinde, ortada bir faiz lobisi aranacaksa, bu lobinin, bizzat hükümetin kendisi olduğunu da pekala söyleyebiliriz. Özellikle eylemlerin ilk döneminde, Başbakan’ın her konuşması sonrasında faiz hadlerinde yükselme yaşanmıştır.
Burada, reel faiz hadlerinin sıfıra çekildiği iddiasıyla dindar kesime göz kırpan söylemi de kısaca cevaplayalım. Günümüzde, halen pek çok ülkede olduğu gibi, bizde de politika, faizin sıfır seviyesinde tutulmasıdır. Bu demek değildir ki, piyasada reel faiz oranları sıfır seviyesindedir. Denemesi kolay, başvurun bir bankaya ihtiyaç kredisi için, dosya masrafı vb. gibi, aslında faiz ikamesi olarak devreye sokulan ek maliyetleri katın toplam maliyetin içine. Bakın bakalım, faiz sıfırlanmış mı, sıfırlanmamış mı?
Buradaki esas sorun şu, hükümet, bugüne kadar dünyadaki düşük faiz hadleri sayesinde ülkedeki faiz hadlerini düşük seviyelerde tutabildi. Ama şimdi durum değişiyor. Henüz ABD bu yönde herhangi bir adım atmamasına rağmen, bunun beklentisi bile, pek çok ülkede faizleri yükseltmeye başladı. Tüm dünyada faizlerin yükselmeye başladığı bir dönemde düşük faiz politikasının sürdürelemeyeceğini iyi bilen hükümet, bu durumun faturasını muhayyel lobilere ve muhaliflere kesmenin hesaplarını yapmakta.

ULUSLARARASI SERMAYE ÇEVRELERİNİN “İSTİKRARI” BOZMA ÇABALARI
Son dönemde hükümet cephesinden sıkça dile getirilen bir diğer komplo teorisi ise, Türkiye’nin IMF’ye dönük borcunu kapatarak “ekonomik bağımsızlığını kazanmasının” uluslararası sermaye çevrelerini kaygılandırması ve bu nedenle bu çevrelerin istikrarı bozacak girişimlere destek vermeleri şeklinde. Yeryüzünde, bu denli bir dışa bağımlı bir büyüme modeli sürdürmekte olup, yine de ekonomik bağımsızlıktan dem vuran bir iktidar yoktur herhalde, olamaz. Her neyse, biz, yine de, neresinden tuttsanız elinizde kalacak bu komplo teorisini de ciddiyetle ele alarak tartışalım.
Öncelikle, Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun kapatılması mitine değinelim. Bugün IMF’den yeni bir kredi arayışına girilmemesi, Türkiye’nin yabancı kaynak ihtiyacının azaldığı anlamına gelmiyor. Aksine, ülkenin brüt dış borç stoğu 2002 yılında 129 milyar seviyesinde iken, 2012 yılı sonu itibariyle 336 milyar doları buldu. Bu rakamın 226 milyar doları özel sektöre ait. 2005 yılında dış borcun GSYİH’ya oranı yüzde 35.4 seviyesindeyken, yüksek büyüme hızına rağmen, bu oran, yüzde 42.8’e ulaşmış durumda. Kısacası, kronikleşen cari açıkla birlikte dış borç stoğumuz da katlanıyor.
Yabancı sermayenın borsadaki (BIST 100 endeksindeki şirketlerin takasındaki) payı, 23 Mayıs tarihinden bu yana, 66.40 seviyesinden yüzde 63.50 seviyesine geriledi. Bu demektir ki, borsadan hatırı sayılır miktarda bir yabancı çıkışı yaşandı. Ne var ki, görüldüğü gibi, halen daha borsada aslan payı yabancılara aittir. Hal böyle iken, uluslararası sermaye çevrelerinin borsanın çakılmasına dönük bir komplo içerisine girmeleri düşünülemez. Aksine, borsada yabancı fonların böylesine ağırlıklı yer tutması, çıkışı zorlaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Çünkü, yaşanacak bir panik dalgasının faturasını büyük oranda kendileri ödeyecektir.
Aynı şekilde, ülkeden çıkacak sermayeyi en rahatsız edecek durum, TL’nin diğer para birimleri karşısında değer yitirmesidir. Son günlerde açtığı büyük miktarlı döviz satım ihaleleri ile Merkez Bankası, ucuz döviz satarak, ülkeden çıkacak fonların elini rahatlatmaktadır.
Hükümete yakın çevrelerin açıklamalarında, eğer FED başkanı Bernanke kast ediliyorsa, ki artık suçlamaların nereye kadar uzanacağını kestirmekte zorlanıyoruz, o zaman, konu farklı bir boyut kazanıyor. Bernanke’nin açıklamalarının, diğer ülkeler üzerinde olduğu gibi, Türkiye ekonomisi üzerinde de olumlu ya da olumsuz sert etkileri olduğu muhakkak. Bu açıklamaların Türkiye ekonomisini aşağı çekmeye yönelik bir kasıt taşıdığını düşünenler, eğer ki varsa, bu durumda, Türkiye ekonomisinin yabancı sermayeye bağımlılığını sorgulamalıdırlar. Eğer başka bir ülkenin Merkez Bankası Başkanı, bir açıklamayla senin ekonomini alt üst edebiliyorsa, bu, IMF’ye olan borcun kapatılmasının ülke ekonomisinin dışa bağımlılığı açısından en ufak bir değişimi işaret etmediğinin en belirgin göstergesidir.

EKONOMİNİN DÜMENİNDE BERNANKE OTURUYOR
Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını kazandığı söylemi, miting meydanlarında tekrarlanan pek çok söylem gibi, altı boş bir slogandan ibaret. İşin aslı, şu an, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, finans çevreleri soluğunu tutmuş, Bernanke’nin kriz sonrasında ekonomiyi hareketlendirmek için devreye soktuğu genişlemeci para poltikasının sona ereceği tarihi bekliyor. Genişlemeci para politikası doları ucuzlattı, varlık fiyatlarını (hisse senedi, emlak, emtia fiyatları gibi..) ise şişirdi. Önümüzdeki dönemde dolar arzındaki genişleme hızının gerilemesi ya da durması, varlık fiyatlarında gerileme yaratacaktır. Dahası, bunun yaratacağı  faiz oranlarındaki artış, hali hazırda aşırı değerli olduğu tartışılan TL’nin yabancı para birimleri karşısında değer kaybını hızlandıracaktır. Dolardaki yükseliş, enflasyon rakamlarının yanı sıra yurt içindeki reel faiz hadlerini de yukarı taşıyacak, ekonominin büyüme hızının sert bir şekilde gerilemesine yol açacaktır. Faizlerdeki yükselişin özellikle emlak sektörünü sert bir şekilde vuracağını söyleyebiliriz.
Burada, son dönemde kamuoyunda kafa karışıklığı yaratan bir noktaya da kısaca açıklama getirelim. Geçmişte, ABD ekonomisinden gelen olumlu haberler ülkemizde de olumlu etki yaratır, içerideki varlık fiyatlarının (hisse senetleri başta olmak üzere) artmasına neden olurdu. Son dönemde ise, tam tersi bir duruma şahit olmaktayız. ABD piyasasından gelen olumlu haberler piyasalarda olumsuz bir hava yaratıyor ve piyasalar arasındaki ilişkinin bu şekilde terse dönmesine kamuoyunun önemli bir bölümü anlam vermekte zorlanıyor.
Bunun temel nedeni şu: 2008 Krizi’nin hemen sonrasında, ABD ekonomisindeki toparlanma sinyalleri dünya ekonomisine dönük olumlu beklentileri güçlendirmekte ve bu da, içeride ihracatçı sektörler başta olmak üzere, ekonominin geneline dönük olumlu bir algı yaratmaktaydı. Bu dönemde, halen ABD’deki işsizlik haddi oldukça yüksek olduğundan, genişlemeci para politikasının daha uzunca bir süre sürdüreleceği öngörülmekteydi. Dolayısıyla, bu süre zarfında, ABD borsa endeksleri ile Türkiye ve diğer “gelişmekte olan ülkelerin” endeksleri paralel bir seyir izledi.
Bugün ise durum farklı. ABD’den gelen son istihdam rakamları, genişlemeci para politikasının sonuna yaklaştığımız şeklinde bir algı yaratıyor. Tarım dışı istihdam, Haziran ayında, piyasa beklentisinin (160 bin) oldukça üzerinde arttı (195 bin). Para politikası açısından, yine, saat başı ücretlerdeki yükseliş dikkat çekici. Bu haberler sonrasında, bankalar başta olmak üzere, BIST 100 endeksi sert bir şekilde gerilerken, dolar, TL karşısında 1.97 seviyesini gördü. ABD’de işsizlik oranının yüzde 7.6 seviyesinde kalmasının temel nedeni ise, işgücüne katılım oranının yüzde 63.4’den yüzde 63.5’a yükselmesi. Bu sinyaller, toparlanma yönünde güçlü bir kanaat oluşturmak için elbette yeterli değildir. Son olarak, Bernanke’nin yaptığı ve piyasaları kısmen rahatlatarak, doların 1.92 seviyesine kadar çekilmesini sağlayan açıklamalar da, bu yönde. Ama ücretlerdeki yukarı yönlü hareket, para politikasının yönünü değiştirmek yönündeki baskıları arttıracaktır. Hele FED içerisindeki sıkılaştırma yanlısı seslerin de giderek çoğaldığı düşünülürse. Özellikle sonbahar aylarından itibaren, FED’in varlık alımlarına sona vereceği tartşmalarının tekrar hararetlenmesini bekleyebiliriz.

KUR POLİTİKASI NEDEN ÖNEMLİ?
Türkiye’de reel TL kurunun aşırı değerlendiği uzunca bir süredir pek çok iktisatçı tarafından vurgulanmakta. Teoride ülkemizde dalgalı kur rejimi uygulanmakla birlikte, Merkez Bankası’nın kimi zaman doğrudan döviz alım-satımı yoluyla piyasalara müdahale ettiğini ve doları önce 1.90 sonra  2 seviyesinin altında tutmak adına önemli ölçüde rezerv tükettiğini biliyoruz. Bu durumda, ister istemez kamuoyunda Merkez Bankası’nın döviz kurundaki hareketleri neden bir öncelik olarak ele aldığı sorgulanıyor.
Döviz kurunun istikrarı, hükümetin ekonomi politikasında çok önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, TL’nin yabancı para birimleri karşısında hızlı bir değer kaybına uğramasının son derece yıkıcı sonuçları olabilir. Kısaca özetlersek: Öncelikli olarak, özel sektörün borç yükü son derece riskli boyutta ve bunun önemli bir kısmı dolar cinsi kredilerden oluşuyor. Dolardaki (ve Avrodaki) yukarı yönlü sert hareketlerin, borcun çevrilmesinde sorunlar yaratacağı ve şirket bilançolarını bozarak risk primini yükselteceği, yeni kredi imkanlarını daraltacağı, maliyetlerini yükselteceği öngörülüyor.
İkinci çeyrek bilançolarında oluşacak toplam kur zararının 17 milyar dolar civarında olduğu belirtilmekte. Bu, birçok şirketin ikinci çeyrek bilançolarında zarar açıklayacağı anlamına geliyor. Bilançolardaki bozulma, devletin vergi gelirlerinde de ciddi bir gerileme yaratacaktır.
Döviz kurundaki artış, elbette yurt içindeki fiyatlara da yanısıyacak. Bu durumda, mevcut enflasyon hedeflerinin tutturulması da imkansızlaşacak. Merkez Bankası son dönemde faiz oranlarını mevcut seviyesinde tutarak, önceliğinin, halen ekonomik büyüme olduğunu gösterdi. Ama günler geçtikçe bu faiz politikasının sürdürülemez olduğunu görüyoruz. Son olarak, Erdem Başçı’nın faizlerin yükseltilebileceği şeklindeki açıklaması da, bu argümanı teyit eder nitelikte. Hükümet de, zaten, “faiz lobisi” argümanını geliştirerek, faizlerdeki yükselişin yolunu yapmaktaydı.
Geçtiğimiz günlerde yaşananlar, Merkez Bankası’nın faizleri devreye sokmadan TL’nin değerini korumasının mümkün olmadığını gösterdi. Merkez Bankası, şu ana kadar, döviz ihaleleri ile piyasaya müdahale ediyor. Bu müdahelelerin ne denli başarılı olduğu ise büyük bir soru işareti. 11 Haziran’dan itibaren TCMB 6.25 milyar dolar sattı, buna rağmen doları ancak 1.96 TL civarında tutabildi. Doları geri çekmekte yetersiz kalsa da, uygulanan politikanın daha sert bir artışı engellediği bir gerçek. İşte bu noktada, Merkez Bankası’nın ülkeden çıkmayı amaçlayan yabancı sermayeyi ucuz döviz satarak fonladığı, kurun uzun süre bu seviyede kalmasının imkansız olduğu vurgulanmaktaydı.
Sonraki süreçte ise, önce Erdem Başçı’nın faiz artışı sinyali veren açıklaması, sonra ise Bernanke’nin FED’in varlık alımlarının sona ermesi için gerekli ortamın henüz oluşmadığı şeklindeki söylemi, doların 1.92 seviyesine gerilemesini sağladı. Şunun altını çizmek lazım ki, bir kez daha ABD’den gelen açıklamalar bu süreçte belirleyici oldu.
Döviz ihalelerine dayalı kur istikrarı politikasının sürdürülebilirliğine gelince… Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervi, Mayıs ayı içerisinde, 113 milyar dolar seviyesine yükselmişti. 5 Temmuz itibariyle ise, 107 milyar seviyesine gerilediği görülüyor. Daha da önemlisi, net döviz rezervi, yani bu rezervin  Merkez Bankasına ait bölümü 43 milyar dolar civarında. Geri kalan bölümü ise, bankaların merkez bankası nezdine tuttukları zorunlu karşılıklardan oluşuyor. Geçmişte, bankalar, sadece döviz tevdiatına karşılık olarak Merkez Bankası’nda rezerv bulundurmak durumundaydı. Son dönemde devreye sokulan ROK (Rezerv opsiyon katsayısı) uygulaması ile, bankalara, TL mevduatı karşılığında da döviz karşılığı bulundurma opsiyonu tanındı. Bu uygulama, bankaların Merkez Bankası nezdinde tuttuğu döviz rezervlerinin atmasında önemli bir rol oynadı. Bundan sonraki süreçte, özellikle dolar faizlerinin tırmanması ile, bankaların ROK uygulaması çerçevesinde tuttuğu döviz karşılıklarının da azalması beklenebilir.
Görüldüğü gibi, Merkez Bankası’nın döviz rezervleri, yapılan müdahalelerin boyutu da düşünüldüğünde, öyle büyütülecek bir miktarda değil. Özellikle net rezervin hızla azaldığı bir ortamda, Merkez Bankası’nın geçtiğimiz haftalardaki müdahalelerini sıkça tekrarlaması mümkün olmayacaktır. Mevcut döviz talebi sürdüğü takdirde, kur ve fiyat istikrarı açısından, faizlerde de sert bir yükseliş kaçınılmaz hale gelecektir.
Şu an, uluslararası sermayenin yüzünü tekrar ABD’ye dönmeye başladığı ve “gelişmekte olan piyasalar”dan çekildiği bir süreçten geçiyoruz. Bu eğilimin devamı ve güçlenmesi halinde, Brezilya’da olduğu gibi, faiz politikasının yabancı sermayeye yön vermedeki etkinliği de sınırlı kalacaktır.

ÖNÜMÜZDEKİ GÜNLERDE BİZİ NELER BEKLİYOR?

Gezi olaylarının başlangıcından bu yana yaklaşık iki ayı geride bıraktık. Bugün geldiğimiz aşamada, içi pek doldurulamayan “faiz lobisi” kavramından ziyade, uluslararası dinamiklerin ekonomideki gidişatın başlıca sorumlusu olduğunu hükümet çevrelerinin de kabul ettiğini görüyoruz. Son olarak, Merkez Bankası da, uluslararası piyasalarda faizlerin gösterdiği artış eğilimi ile dolar ihaleleriyle mücadele edemeyeceğini kavradı ve faiz artışı sinyalleri verdi.
Burada, Başbakan için ayrı bir parantez açmak gerek. Çünkü o, “faiz lobisi” söylemini daha fazla açmaktan imtina etse dahi, arkasında durmaya devam ediyor. Son olarak, bankaların kredi kartı aidatlarını (faiz dışı gelirlerini) hedef aldığı açıklamasında dahi, “boşuna faiz lobisi demedik” gibi bir vurguyu ihmal etmedi. Yüksek kredi kartı aidatları uzun zamandır kamuoyunda tartışılmaktaydı. Bu şikayetlere uzun süre kulaklarını tıkayan hükümetin, faiz lobisi suçlamalarının hemen ardından, önce faiz artışı sinyalleri vermesi, sonrasında ise, bu kez bankaların kredi kartı aidatlarını gündeme getirmesi oldukça manidar. Dahası, 10 yılı aşkın bir süredir icra makamında bulunan birinin, sokakta televizyona röportaj veren sade vatandaş edasıyla şikayetlenmesi, ikna edici olmaktan çok uzak.
Diğer yandan, Merkez Bankası’nın uzunca bir süredir kredi genişlemesini kontrol altına almaya çalıştığını ve Haziran ayı sonu itibari ile toplam kredi hacmindeki artış oranının yıllık hedefin üzerine tırmandığını görüyoruz. 2008 Krizi öncesinde ABD ekonomisinde görüldüğü üzere, parasal genişleme dönemlerinde artan kredi borçları, para politikasının sıkılaşmasıyla birlikte, ekonomilerin üzerinde büyük yük oluşturuyor. Yükselen faizleri ile birlikte borcun çevrilmesinin maliyeti de tırmanıyor ve batık krediler bankacılık sistemini zorlamaya başlıyor. Bu anlamda, Erdoğan’ın halka dönük “kredi kartı kullanmayın” şeklindeki çağrısı, (somut bir karşılığı olmayacağı aşikar olmakla beraber), faizlerde artışın ilk sinyalleriyle birlikte yaşanacak sorunların faturasını bankacılık kesimine kesme çabası olarak da değerlendirilebilir.
Peki önümüzdeki günler ekonomide ne getirir? ABD ekonomisinden gelecek verilerin, pek çok ülke açısından olduğu gibi, Türkiye açısından da belirleyici rol oynayacağı kesin. Türkiye’nin sürdüregeldiği yüksek cari açığa dayalı büyüme sürecinin de sonuna yaklaşıyoruz. Büyüme tahminlerinin pek çok kurum tarafından aşağı doğru revize edilmesi de, bu nedenle. Kura gelince, Merkez Bankası, ilk aşamada faiz koridorunu genişleterek, yani gecelik borç verme faizini 50-100 baz puan seviyesinde arttırarak, piyasaya müdahale edebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, piyasalar tarafından hali hazırda büyük ölçüde fiyatlanan bu müdahalenin etkinliği, büyük ölçüde FED’in politikalarına bağlı. Yurt dışı piyasalarda yükselen faizler, yurt içindeki faizleri de yukarı doğru itecek ve ekonomik büyümedeki yavaşlama eğilimini besleyecektir.
Görüldüğü gibi, iktidara ne denli yakın olursanız olun, ekonomi alanında geleceğe dönük pembe tablolar çizmek pek mümkün değil. Ucuz para dönemi elbet bir gün sona erecekti. Artık o sona yaklaşıyoruz. Bizdeki gibi, sıcak para ile fonlanan ekonomiler, bunun karşılığında elbet bir bedel ödeyecek. Siyasi iktidar bunun fazlasıyla farkında ve o yüzden şimdiden yaşanacak istikrarsızlığın faturasını toplumsal muhalefete kesmenin yollarını arıyor.

Gezi direnişi, sınıf ve toplumsal hareketler

Haziran ayının başından itibaren resmi rakamlara göre 2.5 milyon kişinin sokağa indiği, hükümetin uygulama ve yaklaşımlarına büyük bir kitlesellikle yanıt verdiği bir halk hareketini yaşadık, yaşıyoruz.
Bu büyük halk direnişi; hem toplumu devrimci temelde dönüştürmeyi hedefleyen sosyalist sınıf hareketi, hem sosyal bilimciler, hem de süreci yaşamış ya da izlemiş halk yığınları açısından önemli ve sonuçlar çıkartılacak/çıkartılan bir süreç olarak değerlendiriliyor.
Özgürlük Dünyası’nın diğer makalelerinde Gezi direnişi birçok yönüyle değerlendirilip sonuçlar çıkarılıyor. Bu makalede ise direnişe dair tartışılacak yönler şöyle sıralanabilir:
–    Hareketin, bilindik anlamda bir ‘halk’ ya da ‘sınıf’ hareketi olarak ele alınamayacağı, “yeni toplumsal hareketler” temelinde değerlendirilmesi gerektiğini iddia eden yaklaşımların ‘yenilikçiliği’…
–    Sınıf analizinin Gezi direnişinde geçersiz olduğu iddiası.
–    Hareketin sınıfsal dinamikleri… Kültür ve yaşam tarzı konuları…
–    Hareketin örgütlülük/örgütsüzlüğüne dair tartışmalar ve mevcut örgütlerin otonomculuğu…
–    Küçük burjuva solculuğunun Gezi direnişine yaklaşımı, devrim fiiliyatı ve fikriyatından uzaklığı…
Bu çerçevede konuların bileşimi açısından iki ana başlığın olduğu söylenebilir: Birincisi; Gezi direnişinin niteliğine, ‘ne’liğine, ikincisi; direnişin örgütlenme yeteneği ve sorunlarına ilişkin tartışma…

“YENİ TOPLUMSAL HAREKET” Mİ?

Gezi direnişinin ilk günlerinden itibaren hareketin ‘yeniliği’ üzerine çok şey söylendi. Üzerinde ‘ortaklaşılan’ ender konulardan birisi de bu oldu dense yeridir. Liberal sol çevreler, sınıfın  ve sınıf hareketinin geçer akçe olmadığı, post-endüstriyel toplumun yeni eylem biçimlerine sahne olduğunu heyecanla ilan ederken, Cumhurbaşkanı Gül’den hükümet sözcülerine kadar egemen odaklar da eylemin bilindik muhalefet eylemi olmadığını, ideolojilerden uzak Avrupai tarzda bir hareket olduğunu söyledi .
Bu “yeni” olma durumuna ilişkin söylenecekler elbette var. Ancak, örgütsüzlük, bildiğimiz anlamda bir muhalefet olmama, dikey hiyerarşi yerine yatay ilişkiler, büyük ideolojiler yerine somut talepler, gruplar yerine bireyler, toplumsal talepler yerine bireysel özgürlük istemleri vb., mevcut gerçekliğe doğru ya da yanlış atıflar üzerinden çıkarılan bir postmodern ve yeni bir toplumsal hareket biçimine dair kutlamalar, Marksizm’e dair sanal bir cenaze marşıyla birleştirildi. Ya da yetersiz olduğu; bu direniş için Foucault, Negri, Deleuze’a başvurmak gerektiği üstü açık ya da örtülü ifade edildi.
Cengiz Çandar’ın Gezi direnişine dair yazdığı yazının başlığının “Post-modern bir direniş” olması başlı başına anlamlıdır. Çandar bu postmodernliği şöyle açıklamıştı (Çandar, 2013): “Alışıldık cinsten değil. Bir hayli bireyci. Kayıtsız. Umursamaz. Kentli ve seküler yeni kuşakların tüm özelliklerini yansıtıyor. Barışçıl ve tüm bireyciliği içinde dayanışmacı.”
Sadece Çandar değil. Gezi direnişinde Marksizm’in bir kez daha yanıldığını görenler için, “yenilik” iddiasının temelinde modern dönemin kapandığı, yerini postmodern döneme ve onun hareketlerine bıraktığı fikri var. Buna göre; Gezi eylemleri “alışıldık olmayan” özellikleriyle postmodern dönemin toplumsal hareketi olarak ifade ediliyor. Bunun “akademik” düzeydeki karşılığı ise, kimi revizyonlarla birlikte, yeni “toplumsal hareketler yaklaşımı” .
Tabii, ilk bakışta itiraz edilemez gibi görülebilir. Gezi direnişi bir toplumsal hareket miydi? Evet… Yeni miydi? Elbette eski değildi. Tanıma yabancı olanlar açısından yadırganacak bir yanı yoktur.
Ancak bu tanımlama çabası, bunun ötesinde bir anlam ifade ediyor. Çünkü, ifade, 1968 isyanıyla başlayan ve sonrasında çeşitli biçimlerde devam eden hareketlerin, eski sınıf ya da ulus temelli hareketlerden varoluşsal olarak farklı olduğu tezine dayanmaktadır. Başka bir ifadeyle, modern çağın sınıf hareketleri sona ermiş, yerini ideolojilerden uzak, örgütsüzlüğün egemen olduğu, hiyerarşisiz; çevre, kadın, eşcinsel hakları, nükleer karşıtlığı, kent ve yaşam alanlarına sahip çıkma gibi somut taleplere odaklanan ve sınıfsal analizin geçerli olamayacağı postmodern dönemin yeni toplumsal hareketlerine bırakmıştır (Crossley, 2002:151).
Hükümetin neoliberal ve muhafazakar, halk hareketini uluslararası komploya indirgeyen yaklaşımı bir kenara koyulduğunda, Gezi direnişinin postmodern dönemin kültür, yaşam tarzı, çevre gibi reformcu/somut taleplere odaklanan bir hareket olduğu görüşü; liberal, sol, sosyal demokrat ve akademik çevrelerde egemen fikriyattır.
Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu, bu yaklaşımın bir örneğini şöyle ifade etmektedir (Kaptanoğlu, 2013):
“Gezi Direnişini sınıf temelli bir bakışla yorumlayabilmenin bazı zorlukları olduğu açık. Benzer zorluklar, yakın zamanda gerçekleşen, ‘Wall Street’i işgal et’ hareketi veya daha genel anlamda feminist, çevreci, savaş karşıtı, etnik, radikal dinci vb. kimliklere dayalı toplumsal hareketler için de geçerli. Marks ve Engels’in 1848’de söyledikleri ‘Tüm tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir’ sözü, 1970’lere gelinceye kadar, tüm toplumsal hareketlerin analizinde kullanılan temel kılavuzdu. Ancak kültürel kimlikler üzerinde yükselen toplumsal hareketlerin hızla güç kazanmasıyla, bu hareketleri, sınıf temelli yaklaşımla anlamanın mümkün olmadığını ileri sürenlerin sayısı arttı. Sınıf temelinde açıklamanın daha kolay olduğu ‘eski toplumsal hareketler’den (örneğin, 15-16 Haziran işçi direnişi) farklı olan ‘Gezi Direnişi’ gibi toplumsal hareketlere, ‘eskilerle’ farklılıklarını vurgulamak için, ‘Yeni toplumsal hareketler’ adı veriliyor.”
Bu alıntı, “Yeni Toplumsal Hareketler” yaklaşımı ile Gezi direnişi arasında kurulan ilişkiye dair yalnızca bir örnek. Buradaki bazı tartışma noktalarını ilerleyen bölümlere bırakarak, öncelikle Yeni Toplumsal Hareketler yaklaşımına yoğunlaşalım. Kaptanoğlu’nun, yazısının ilerleyen bölümünde bu yaklaşımı tam anlamıyla ifade ettiği söylenebilir (Kaptanoğlu, 2013):
“Yeni toplumsal hareketler, endüstriyel kapitalizme özgü geleneksel işçi sınıfı hareketlerinden farklı olarak, geç-kapitalizmin bilgi toplumlarının sınıfsal çeşitliliği zemininde gelişen, orta sınıfa dayalı hareketler. Bunlar, belirli ‘değerler’ üzerinden eylemde bulunan, tepki veren toplumsal grupların bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyorlar ve değer yönelimliler. Bir başka deyişle, ‘daha yeşil çevre’, ‘şiddetten arınmış bir dünya’, ‘özel hayata saygı’, ‘deney hayvanlarına özgürlük’ gibi değerleri, parti veya çıkar gruplarından farklı olarak, daha yüce bir hedef uğruna araçsallaştırmadan savunuyorlar. Yeni toplumsal hareketler, büyük anlatıları, yerleşik düzeni kökten değiştirme idealleri olan ve bu ideallerin yansıtıldığı bir liderin olduğu ‘eski’ hareketlerden, ‘hemen-şimdi-burada’ ya odaklanmaları ve öndersiz olmalarıyla farklılar. Değer yönelimli taleplerinin, hemen-şimdi-burada’ya odaklanmış olması, öncesi olmayan belki sonrası da olmayacak, durumsal ve hızlı örgütlenme ve tepki vermelerini mümkün kılıyor. Ancak bulutsu ve heterojen bir çoğunluk oluşturabilseler de süreç içinde kendiliğindenciliğe düşerek dağılma olasılıkları yüksek.”
Bu yaklaşımın başka bir versiyonunu ise Yavuz Yıldırım’da bulmak mümkündür (Yıldırım, 2013):
“Gezi Parkı direnişi yeni nesil toplumsal mücadelenin birebir bir örneğiydi. Gezi Parkı’nın gösterdiği gibi, artık yerel meseleleri küresel olandan bağımsız düşünmek mümkün değil. Çünkü, daha fazla demokrasi, bireylerin kendi sözlerini söyleme arzusu, küresel çapta yükselen arayışlar. Toplumsal hareketler de bu arayışların somut yansımaları. Sıradan vatandaşın, örgütsüz kişilerin, aktivist kimliğinde olmayan gençlerin başını çektiği, çoğu zaman ne istediğini ortak bir noktada buluşturamayan ama ne istemediğini bilen bu kitleler için öncelikli olan siyasal iktidarın değişiminden önce yaşam tarzı ve gündelik hayattır. Yaşamsal olanın önemi, siyasal olanın önündedir ve bu ilişki içinde yaşamsal olan siyasallaşır. Bunu biyoiktidar ve karşısında kurulan biyopolitik kavramları üzerinden Hardt ve Negri son 10 yılda ortaya koydukları üçleme ile (ve buna ek olarak yazılan Duyuru metniyle) ortaya koymuşlardı. Bu mücadele alanı, iktidarların kontrol etmeye çalıştığı her noktadan yeniden türetilebilir ve geliştirilebilir.”
Tartışmanın geniş bir sosyo-ekonomik zemini bulunuyor. Kapitalizmin “post-fordist”, “post-endüstriyel” küreselleşme dönemini yaşadığı, eski kapitalizmden farklı olduğu, dolayısıyla eskisi gibi sınıfa dayanan toplumsal hareketlerin geçerliliğinin kalmadığı görüşü, “yeni toplumsal hareketler” yaklaşımının ardındaki fikri zemindir. Bu tartışma, nispeten ayrıntılı bir biçimde, Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında, “Gezi, Negri, sınıf, çokluk” başlıklı makalede yapılmıştı. Bu nedenle, burada, yeni toplumsal hareketler yaklaşımının arka planı değil, doğrudan ele aldığı olgu ve politik sonuçları tartışılacaktır.
Gezi direnişinde postmodern çağın “yeni toplumsal hareketler”ini görenler için bu hareketlerin bazı özellikleri şöyle sıralanabilir (Şimşek, 2004:115) (Çayır, 1999:27-28):
–    Sınıf ve sınıf mücadelesi temelinde açıklanamazlar.
–    Bilgi toplumlarının sınıfsal çeşitliliği zemininde gelişen, orta sınıfa dayalı hareketlerdir.
–    Değer yönelimliler.
–    Değerleri, parti veya çıkar gruplarından farklı olarak, daha yüce bir hedef uğruna araçsallaştırmadan savunuyorlar.
–    Büyük anlatıları, ideolojileri, yerleşik düzeni kökten değiştirme iddialarını reddediyorlar.
–    Öndersizler. Dikey hiyerarşi değil, yatay ilişkiler söz konusu.
–    Bileşimleri bulutsu ve heterojen bir çoğunluk biçiminde.
–    İktidarı hedeflemiyor, direniş süreci içinde alternatif yaşam biçimleri üretiyor.
Yeni toplumsal hareketlere ithaf edilen bütün bu özellikler, ilk bakışta Gezi direnişi için de söylenebilir. Ki zaten bu görünüş, Gezi direnişinin “postmodern” ve “sınıflarüstü” değerlendirilmesine zemin hazırlıyor. Biz, makalemizin konusuyla ilgili olan bazı başlıkları özel olarak ele alacağız.

*
Sınıf analizinin, daha doğrusu Marksizm’in reddinden başlayalım…
Sınıf analizinin, içinde yaşadığımız iddia edilen postmodern dönemde geçersiz olması için ne oldu? Örneğin Gezi direnişinin sınıfsal dinamiklerini tartışmak, kültürel, siyasal, ideolojik biçimlerini de dikkate alarak mümkün değil midir? Yoksa, direnişçileri, sadece incitilmiş, ne istemediğini bilen ama ne istediğini bilmeyen kalabalıklar olarak mı ele almalıyız? Ya da sadece muhafazakar dayatmalara karşı toplumun laik yaşam tarzını savunma refleksi mi?
Aslında laik yaşam tarzını savunmadan çevreye, hükümetin otoriter yaklaşımına öfkeden polis şiddetine tepkiye ve kente sahip çıkma duyarlılığına kadar, hepsi ama hepsi, Gezi direnişinin farklı yüzlerini yansıtıyor. Ve toplamında hükümete öfkede ortaklaşan bir halk hareketine dönüşüyor. Peki ya sınıflar? Sınıflar mücadelesi? 1968 öncesinde mi kaldı? Kültürel, dilsel, söylemsel hareketlerin gücüne mi yenildi?
Öncelikle bir parantez: Yeni toplumsal hareketler yaklaşımının hatası çevre, kadın, kent ve kültür hareketlerine dikkat çekmesi değil. Bu hareketlerin varlığını kapitalizmin etkisinden soyutlayarak ele alması, sınıfın ‘etkisizliğini’ kanıtlamak üzere kullanması, Marksizmin vadesini doldurduğunu iddia etmesidir.
Açıkçası, Gezi direnişine kaba bir bakış; yeni toplumsal hareketler yaklaşımını, Negrici, Laclaucu liberal-sol tezleri doğrular gibi görür. Zaten “sınıf analizinin artık yetersiz olduğu” fikri de ancak bu ilk görüntünün kavramsallaştırılmasıdır. Ancak, “dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu” (Marx, 2003:718). Yani, Gezi direnişinin farklı sınıf ve görüşlerden insanların, örgütsüz, hiyerarşisiz, somut taleplerle ve ‘büyük’ ideolojilere sarılmaksızın katıldığı bir toplumsal hareket olduğu görünüşte doğrudur. Ama onun özünü, görünüşünün ardındakileri anlamak istiyorsak, derinlemesine bir analiz şarttır. Sınıf mücadelesine dayanan bir yaklaşım, burada, bir tercih değil, görünüşün ardına geçebilmek, süreci kavrayabilmek için zorunludur.
Zorunludur, çünkü olgunun hareketini ve “bağlantılarını” anlayabilmek için, onu, içinde bulunduğu tarihsel toplumsal koşullarla etkileşimi içinde değerlendirmek gerekir. Elbette her olgu aslında bir süreçtir. Hiçbir şey zamandan/tarihten bağımsız değil, onun içinde ve onu içermektedir. ‘Şimdi’; öncesini ve sonrasını içinde birikim ve tohum halinde taşır. Tarihsel olduğu kadar da ‘dünya’lıdır. İçinde gerçekleştiği toplumun ilişkilerine, bu ilişkilerin niteliğine, ekonomisine, kültürüne, siyasetine bağlıdır, etkilenir ve etkiler. Bu karşılıklı bağımlılık, sürecin dışında değil bizzat sürecin içindedir, ona dairdir. Dolayısıyla toplumsal ilişkilerin kapitalist sınıfsal niteliği, bu toplumun içinde hareket eden her süreci bir biçimde etkiler, onun dokusunda iz bırakır. Geçmişi, geleceği ve ‘şimdi’sine dokunur. Bazen açık biçimler halinde, bazen de ‘deri altında’ kendini gösterir.
Yeni toplumsal hareketler yaklaşımı, toplumun bu hareketinden (ki bu hareket, ayrıca nitelemeye gerek olmaksızın diyalektiktir) belli bir yönün soyutlanması ile temellendirilir. Örneğin kültür… Ya da söylem… Veya yaşam tarzı…
1968 sonrası artan toplumsal hareketler, bu soyutlama ve “sınıfı bir kenara bırakmak” için temel oluşturmuştur. Sonrasında yükselen kadın, çevre, nükleer karşıtlığı, barış vb. hareketler de sınıfın devrimci bir özne olarak tarihsel miadını doldurduğu ve analiz birimi olmaktan çıktığı iddiasına dayanak yapılmak istenmiştir. Benzer tespitler Gezi direnişi için de yapılmaktadır.
Yapılan çarpıtmanın aksine; çevre, kadın, barış vb. toplumsal hareketler ne sınıf mücadelesi, ne de Marksizm’in öngörüsünün dışındadır.
Bütün bunlar, postmodern değil, illaki adı konulacaksa, modern hareketlerdir. Kapitalist toplumsal ilişkiler ve bu ilişkilerin toplumun tüm alanlarına nüfuz etmesinden nasibini almışlardır. Nasıl 1968 öncesi ulusal hareketler, feminizm, kölelik karşıtı hareketler, kapitalist ilişkiler ve bu çerçevede sınıflar arasındaki mücadelede bir yerde duruyor ve ilişkilidiyseler, 1968 sonrası hareketler de bu özelliğinden bir şey kaybetmemiştir.
Örneğin 1968 sonrası kadın hareketi. Sadece kadınların bazı haklarının tanınmasını değil, toplumsal olarak temellendirilmiş kadın-erkek eşitsizliğinin tüm boyutlarıyla ortadan kaldırılmasını talep etmektedir. Genel eğilimi kapitalizm ve ataerkil kültürü birbirinden ayırmak, onu kapitalist üretim ilişkileri üzerinde bir yere koymak olsa da, nesnel olarak kapitalist toplumsal tarihselliğin sonucudur. Kadın hareketi ve sınıf mücadelesinin birikimi ile bazı göstermelik hakların yeterli olmadığı ve kapitalizmin bundan çok da ötesini gösteremediği bir nesnelliğin sonucudur. Hareket bunun bilincinde olsun ya da olmasın, kapitalizmle ilişkisiz olması mümkün bile değildir. Zaten son dönemde belli başlı feministler de, kapitalizmin etkisine daha fazla dikkat çekmek durumunda kalmaktadır.
Keza çevre hareketleri… Çevrenin “kendi kendine” tahrip olması değil kapitalist toplumsal ilişkiler çerçevesinde tahrip edilmesi, kapitalist ‘insan’ faaliyetiyle doğanın ekolojik dengesinin kökten bozulmasına karşı gelişen hareketlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında insanlığın eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. belli başlı hakları kazanmasıyla daha fazla gündeme gelmiştir. Dolayısıyla ne sınıf mücadelesinden, ne de kapitalizmden bağımsız değildir.
1968 öncesi ve sonrası toplumsal hareketler arasındaki farklılıklara gelince…
1968’in bir kopuş noktası olarak anılması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, elbette böyle bir milat yoktur.
Her hareketin ve dönemin kendine özgülüğü vardır. Burası tartışılmaz. Yani 19. yüzyıldaki toplumsal hareketlerle 20. yüzyıldakiler (ve elbette 21. yüzyılın eylemlilikleri) arasındaki farklılıklar olmazsa olmaz; ancak farklılıklar kadar, içsel bağlantı ve süreklilik de sınıf mücadelesi ve kapitalist ilişkiler çerçevesinde kaçınılmazdır.
Tabii, bu iddia sahipleri modern dönemin işçi hareketlerinin yerini postmodern dönemin yeni toplumsal hareketlerine bıraktığını söylemektedir. Yani, işçi hareketinin çağının geçtiği fikrinin yansımasıdır. Ancak bu, zayıf ya da güçlü günlük sınıf mücadeleleri ve işçi direnişleri tarafından gün be gün yalanlanmaktadır. Karşıtlar gücünü, hareketin zayıflığından ya da güçlü bir siyasal görünüm sağlayamamasından almaktadır ki, bunun kırıldığı örnekler de istisna değil genel eğilim durumundadır.
Gezi Parkı’na gelince… Evet, Gezi Parkı direnişi, bir toplumsal harekettir. Ama yeni toplumsal hareket teorisyenlerinin ifade ettiği gibi, bir post-endüstriyel ya da post-modern dönem hareketi, sınıf mücadelesi çerçevesinde analiz edilmesi mümkün olmayan, kapitalizmin özgün ve başka bir evresinin hareketi değildir.
Gezi ile ilgili birbirine yakından bağlı iki genel eksenden bahsedilebilir. Birincisi; Türkiye’de kapitalizmin 2001 Krizi’nden bu yana ve 2008 Krizi’yle uç noktalara çıkan ekonomik yeniden yapılanmasının biriktirdikleridir. 2000 yılından bugüne katıksız ve olağanüstü hızla işleyen neoliberal yeniden yapılanma sınıf çelişkilerini arttırmıştır. Özelleştirmeler, tarım nüfusunun hızla proleterleştirilmesi, İş Kanunu başta olmak üzere, esnek çalışma dayatmaları ve hak gaspları, sağlığın özelleştirilmesi, emekliliğin ulaşılmaz bir hayal haline gelmesi vb. uygulamalar. Kamu hizmetlerinde özelleştirme ve taşeronlaştırma ile nispeten ayrıcalıklı görünen meslek gruplarının “ayrıcalıklarını” yitirmesi, hizmet sektörünün efsaneden çalışma yaşamında hakların en dipte olduğun alan haline gelmesi…
Keza, hem eğitim sistemindeki adaletsizlik ve açık sınıf ayrıcalıkları, hem de iş ve insanca yaşam koşullarına ulaşmanın imkansızlaşması, gençlerin gelecek kaygısını arttırmaktadır. Kısaca geleceksizlik, gençlerin en temel kaygısı olarak öne çıkmaktadır.
Dolayısıyla halkın sokaklara taşan öfkesinde; bütün siyasal ve kültürel etkenlerin yayında ve altında, halkı, tahammül edemez hale getiren bu sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesini söz konusudur. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada; ekonomik ‘başarı’ öyküleri yazılan Brezilya, Çin vb. ülkelerde halkın ekonomik durum ve olanakları güçleşmekte, mevcut ve olası büyük tepkilerin koşulları giderek güçlenmektedir. Dolayısıyla; Brezilya’da “solcu”, Türkiye’de muhafazakar iktidara karşı eylemleri koşullayan, Başbakan Erdoğan’ın iddia ettiği gibi uluslararası komplocu güçler değil, uluslararası düzeyde işleyen kapitalist sömürünün derinleşmesidir. Bu birleştirici unsur, Türkiye’nin ardına Brezilya ve Mısır’ı eklediği gibi, öncesine de Yunanistan, İspanya gibi ülkeleri koymuştur. Çin’de her gün patlayan ve sayısı milyonları bulan işçi kitlelerin öfkesi de, aynı nedenlerle dikkat çekmektedir.
İşte Gezi’yi, diğer ‘Gezi’lerle ortaklaştıran uluslararası yön budur… Ve doğrudan sınıf mücadelesiyle, adını koymak gerekirse, sınıf analiziyle alakalıdır. Gezi direnişinin sınıfsal bileşimi de bunu doğrulamaktadır. Evet, öne çıkan talepler doğrudan işçi sınıfının ekonomik, sosyal, siyasal talepleri değildir. Ancak diğer kültürel ve siyasal etkenlerle birlikte direnişi koşullayan zemin budur.
Sokağa inen milyonlar, esas olarak kent işçi ve emekçileridir. “Tuzu kuru” diye anılan semtlerde sokağa çıkanlar da, yine doktor, mühendis vb. uzmanlık gerektiren mesleklerde çalışan ve giderek proleterleşen emekçilerdir. Yine geleceksizlikle karşı karşıya olan, elbette halkı ve kendisi adına endişe duyan gençler de sokakları doldurmuştur. Aydınlar, sanatçılar da nicelik ve nitelik olarak eylemlere önemli katkı sağlamıştır.
Sokağa inen milyonlar, açık ki, emekçi karakterlidir. Daha sonra devam eden Gezi Parkı direnişindeki ve forumlardaki tablo da, yine emekçi ve gençlik yoğunlukludur. Elbette küçük burjuva kesimler de hareketin ciddi bir biçimde içinde yer almıştır. Ancak bunun en kalabalık kategorileri, yani köylülük, küçük esnaf vb. açısından bakıldığında, başlı başına rengini verecek bir ağırlıktan bahsedilemez. Ancak proleterleşmenin bu kesimleri, özellikle de bu kesimleri vurduğu açık bir gerçektir. Türkiye’de son 12 yıldır, kendi hesabına çalışanlar kategorisi azalırken, ücretli çalışanların safları giderek genişlemektedir. 2002 yılında ücretli çalışanların toplam çalışanlara oranı yüzde 49.7 iken 2013 yılında bu oran yüzde 63,5’e yükselmiştir. Kendi hesabına çalışanların (esnaf, küçük köylü vb.) oranı 2002 yılında yüzde 23.8 iken 2013 yılında 19’a düşmüştür (TÜİK, 2013). Almanya’da ücretli çalışanların toplam çalışan nüfusa oranı ise yüzde 90’ın üzerindedir.
Tabi, Gezi direnişi genel olarak kapitalizmle ilgili olduğu kadar, Türkiye’deki kapitalizmle, yani onun siyasal biçimiyle, antidemokratik muhafazakar yönetim ve yönetme tarzıyla da ilgilidir. Hükümetin eğitimden günlük yaşama, içkiden türbana, Kur’an kurslarından yandaş ihalelerine kadar her alanda dinci gericiliği örgütlemek üzere hamle ve düzenlemelerinin, toplumun modern yaşam tarzı konusunda duyarlılığı olan, hatta bu açıdan saldırı altında olan kesimlerini tepki vermeye ittiği açıktır. Dış basındaki “İslamcı” hükümete öfke vurgusu, hareketin genel niteliğini açıklamaktan uzak olsa da, bir yönüne işaret etmektedir. Keza, Alevilerin direnişe kitlesel bir biçimde katılması, direniş sırasında yaşamını yitiren gençlerin Alevi kökenli olması da rastlantı değildir. Son içki yasağı, yasağa karşı tepkiler, yine Gezi direnişinde sık sık içki yasağına ve yaşam tarzına müdahaleye dönük sloganlar bu özelliğe dikkat çeken yanlardır.
Hükümetin demokrasiyi sandığa indirgeyen otoriter yaklaşımına karşı biriken öfke de, patlama noktalarından birisidir. Halkın derdini, talebini, duyarlı olduğu meseleyi anlamak-dinlemek bir yana polis şiddetiyle karşılık verilmesine karşı sokağa taşan tepki, demokrasinin sandığa gömülmemiş, sokakta hak arama eylemleriyle birleşen gerçek halinin üstü örtülü biçimde talep edilmesidir.
Özetle, Gezi direnişinin siyasal ve kültürel yönü, burjuvazinin bir yönetme tarzı olarak otoriter ve muhafazakar yaklaşımının pratik eleştirisidir. Evet, yönetim biçimine, kültürel olarak da burjuvazinin 2000’li yıllardan itibaren seçtiği ya da kabul etmek zorunda kaldığı kültürel yeniden üretme ya da “rıza üretme”/hegemonya biçimine karşı laiklik talebiyle bir öfkedir. Bu, laikliğin açık-seçik ve bir programla ifade edilmiş hali olmasa da, burjuvazinin başka bir kanadının elinden alınması, halkçılaşması ve dinin günlük yaşamı düzenleme aracı olarak kullanılmasına karşı kitlesel bir karşı çıkışı içermektedir. Bu açıdan direnişin kültürel/siyasal yönü, bir bütün olarak demokrasi talebi öne çıkmaktadır.
Gezi direnişinin siyasal/kültürel yönü, dolaylı bağlantılarıyla geniş bir tartışma olmakla beraber; elbette sınıf mücadelesinin dışında değil ortasındadır.

ORTA SINIF HAREKETİ Mİ?
Orta sınıf kavramı burjuva sosyolojisinin en fazla çarpıttığı argümanlardan birisidir. Amerikan sosyoloji geleneği, gelir dağılımı hesap ve anketlerine dayanarak, toplumun en fazla ve en az gelir alan dilimlerini tespit ederken, bu iki dilim arasındaki nüfusu ise “orta sınıf” olarak tanımlar.
Türkiye’de hem resmi hem akademik literatürde “orta sınıf” tanımlaması, bu Amerikan “geleneğine” dayanır. Çeşitli yoksulluk tanımlamaları ve zengin kategorisi dışında kalanlar, “orta sınıf” damgasını yemeyi hak etmişlerdir. Bu yaklaşıma göre; 1500 TL aylık geliri olan bir kamu emekçisi, yine aynı düzeyde gelire sahip fabrika işçisi ve 30 bin TL ücret alan fabrika genel müdürü aynı “orta sınıf”ın üyesidir!
Bu, açık ki, toplumsal gerçeklikten uzak liberal bir yaklaşımdır. Çünkü, bu kategorilendirmede toplumun sınıflara bölünmüş yapısı ve sömürü ilişkileri dikkate alınmaz, sadece nasıl elde edildiği sorgulanmayan gelir düzeyine bakılır. Yani, her birey, gelir düzeyine göre bir sıralamaya ve sınıflandırmaya tabi tutulur. Orta sınıfın bu sonuna kadar esnetilmiş ve genişletilmiş hali, aslında sınıfların inkarına, toplumun bir biçimde gelir elde eden bireylere, piyasada bulunan metaların müşterisi konumundaki tüketicilere  indirgenmesine dayanır.
Peki, orta sınıflar yok mudur? Ya da bu biçimde kategorilendirebilecek bir toplumsal grup söz konusu değil midir? Elbette vardır. Sorun orta sınıfın varlığı değil, onu, işçi sınıfı ve emekçilerin büyük bir kısmını kapsayacak bir biçimde genişleten, buradan kapitalist toplumun temel çelişkilerinin üstünü örten popüler “sosyoloji” ve “iktisat” yaklaşımındadır.
Öyleyse, orta sınıf ile ne kastedilmelidir?
Ama önce genel olarak sınıflar…
Lenin’in sınıf tanımlaması, sınıf teorisinin en açık ifadelerinden birisi olarak tarihe geçmiştir: “Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.” (Lenin, 1992:150). Ve kapitalist toplumun temel sınıfları, bilindiği üzere işçi sınıfı ve burjuvazidir.
Marx, Kapital’inde, belli bir soyutlama düzeyinde kapitalizmin işleyiş yasalarını ortaya koyarken, bu soyutlamaya uygun olarak üç temel sınıfı görür (Marx, 2003:772): İşçi sınıfı, burjuvazi ve toprak sahipleri… Kimi burjuva ideologlar, buradan yola çıkarak, Marx’ın ara sınıfları görmediği; çalışmalarının toplumsal gerçeklikten uzak bir soyutlama ürünü olduğunu iddia eder. Marx, Kapital’inde, esas olarak kapitalizmi analiz ettiği ve diğer ara sınıf ve bu sınıfların “temsil ettiği” üretim tarzı  kapitalizm açısından belirleyici nitelikte olmadığı için bu soyutlamayı yapar. Çünkü Kapital’deki amacı, aslında bir soyutlama ürünü olan ve kendini eğilim halinde gösteren tarihsel yasaların keşfidir. Ancak, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş  gibi tarihsel çalışmalarında, karşılıklı sınıfların ekonomik konumlanmalarını, ara sınıf ve tabakaları, bunların siyasal, kültürel gelenek ve somut eğilimlerini hesaba katar ve siyaset bilimi açısından çok önemli analizlerde bulunur.
Dolayısıyla Marx’ın analizinde olduğu gibi, kapitalizmde sınıflar ve ara sınıflar, üretim biçimi ve bunun şekillendirdiği toplumsal ilişkiler çerçevesinde ortaya çıkar, ilişki kurar ve mücadele eder. Burada belirleyici olan, üretim araçları karşısındaki konumdur. Kapitalizmin gelişmesi ve feodal mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla toplum giderek üretim ve dağıtım araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölünmüştür . Yani makine, fabrika ve toprakların sahibi burjuvazi ile emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçiler toplumun iki temel sınıfıdır. Ancak bir de, kapitalizm içinde varlığını devam ettiren küçük mülk sahipleri vardır. Küçük toprağında üretim yapan köylüler, küçük ticaret erbabı ve esnaf, kendi mülkiyeti ve aile emeği ile geçim araçlarını sağlar. Küçük burjuvazi; toplumun iki temel sınıfı karşısında, ekonomik ve siyasal olarak konjonktüre göre saf değiştirebilen orta/ara sınıf olarak nitelendirilir. Küçük burjuvazi, üretim düzeyindeki bu konumlanmanın dışında, kapitalist hiyerarşi içinde burjuvazi tarafından yüksek gelir ve çeşitli ayrıcalıklarla satın alınmış kesimleri de kapsar. Mesela –üst düzey bir kısmı doğrudan orta, hatta üst kesim burjuvaziye katılmış olan– işletmelerdeki yöneticiler, üst düzey bürokratlar ve bazı ayrıcalıklı meslek grupları…
Elbette, bu teorik çerçevenin günlük toplumsal ilişkilerdeki karşılığı çok daha geçişli ve karmaşıktır. Örneğin, sözleşmeli çiftçilikle, köylülerin kendi toprağında giderek uluslararası tekellere bağımlı “işçi” haline gelmesi. Küçük burjuvazinin önemli bir kesimi olan esnafların batması ve işçileşmesi. Geçmişte ayrıcalıklı meslek sahibi olarak kabul edilen mühendis, doktor ve avukatların, yükselen eğitim düzeyi ve vasıflı emeğin değersizleşmesiyle ayrıcalıklarını kaybetmesi (aynı zamanda kendi için bölünmesi) ve proleterleşmesi. Hizmet sektöründeki özelleştirme ve rekabetle buradaki emeğin en güvencesiz ve düşük ücretli emek gücü haline getirilmesi… Daha birçok örnek verilebilir. Ancak geçmişte küçük burjuva kategorisinde değerlendirilen önemli bir nüfus, neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte hızla emekçilerin saflarına katılmaktadır. Çokça tartışıldığı için örnek verelim; mühendis, doktor ve avukatların büyük kısmı orta sınıf üyesi değil, özel işletmelerde işgüçclerini kiralayarak ücretli olarak çalışıyor olmalarıyla, emekçi sınıfların bir parçasıdır. Asgari ücrete yakın bir ücretle ve “emir altında” çalışan bir mühendisin orta sınıf ayrıcalıklarından bahsetmek mümkün değildir. Açıklamaya gerek yoktur ki; kamu emekçileri de böyledir.
Bu açıdan Gezi direnişi, yeni toplumsal hareketlerin bir özelliği sayılan orta sınıfa dayanma iddiasının reddedilmesidir. Çünkü, Gezi direnişi, ‘profesyonel’ meslek kabul edilen meslek sahiplerinden kayıtdışı çalışanına, işsizinden yine giderek iflas etme endişesi yaşayan esnafına kadar emekçi karakterlidir. Ağırlık, çarpıtılmış bir ‘orta sınıf’ ‘bilinmez’inde değil, emekçiler ve onların gençliğindedir.
Gezi direnişinin bileşimi açısından ifade edilen bu emekçi karakteri vurgusu, “orta sınıf” değerlendirilmesine karşı bir tespittir. Ama tek başına da yanlış anlaşılmaya müsait bir tespittir. Birkaç açıdan…
Birincisi; Gezi direnişine işçi sınıfının temel önemdeki bölüğü, örgütlü kesimleri, kendi talep ve örgütleriyle katılmamıştır. Bunun, elbette sınıfsal ve siyasal sonuçları olmuştur.
Türkiye ekonomisinin belkemiği olarak ifade edilen otomotiv başta olmak üzere metal, petro-kimya, enerji, tekstil gibi sektörlerden işçiler, örgütlü bir biçimde Gezi direnişinin taleplerini yeterince sahiplenmemiş, bu mücadelede kendi sınıfsal talepleri ve gövdesiyle yer almamıştır. Gezi direnişinin, böyle temel bir sınıfsal katılımdan mahrum kalması, direnişin, kendi elinde olmayan zaafı olarak başından beri etkili olmuştur. Çünkü, AKP Hükümeti’ne karşı çıkış, işçi sınıfının bahsettiğimiz kesimlerinin dahil olmayışı nedeniyle hem kitlesel açıdan zayıf kalmış (AKP’yi devirecek bir kitlesellik ve güç anlamında) hem de açık ekonomik/sınıfsal talep ve programla AKP’nin arkasındaki sermaye güçlerini gerçek ve kalıcı anlamda geriletecek bir olanağa sahip olmamıştır. Böyle olunca, Gezi direnişi, Türkiye tarihinin en büyük halk hareketlerinden birisi olarak tarihe geçerken, en azından şimdilik, hükümeti, onun sandık demokrasisini devrimci bir biçimde yıkacak ve gerçek bir demokrasiyi kuracak güce kavuşamamıştır. Ancak, hem genel olarak emekçi halk yığınları, hem de işçi sınıfı için bilinç ve mücadele deneyimi açısından kolay kolay silinmeyecek kazanımlar elde edilmiştir.
İkincisi; Gezi direnişinin modern yaşam tarzına saygı, laiklik, çevreye ve kente sahip çıkma, halkın isteklerinin dikkate alınması gibi talepler açısından bir orta sınıf hareketi olarak tanımlanması yaygın bir eğilimdir. Bu da, işçi sınıfının sadece ekonomik talepleri savunabileceği, laiklik vb. taleplerin “orta sınıf”ın savunabileceği değerler olduğu fikrine dayanmaktadır. Ki, bunun “alt tabaka”ya bu tip değerleri layık görmeyen bir yaklaşımının ürünü olduğunu söylemek sadece mümkün değil, zorunludur da.
Diğer yandan, bu taleplerin büyük kısmının kapitalizmin sınırları içerisinde olması açısından, Gezi direnişinin burjuva demokratik karakterli olduğu, genel bir soyutlama anlamında doğrudur. Ancak, taleplerin doğrudan sosyalist değil demokratik muhtevalı oluşu, onun kaçınılmaz olarak bir burjuva ya da orta sınıf hareketi olduğu anlamına gelmez. Çünkü burjuvazi, egemen kesimi açısından, bu taleplerle ilişkisini uzun zamandır rafa kaldırmış, bu talepler işçi sınıfı ve onun müttefiklerinin omzuna yüklenmiştir.
Özetle; eğitimli, kentli orta sınıfın öfkesi olarak “yeni toplumsal hareket” yaklaşımına sıkıştırılmak istenen Gezi direnişi, ağırlıklı olarak eğitimli, kentli emekçilerin ve kitlesel bir biçimde gençliğin katıldığı bir emekçi halk hareketidir.
Bölümü kapatmadan son bir not:
Sadece “yeni toplumsal hareketler” yaklaşımı bağlamında değil, Gezi direnişini anlamaya yönelik her çaba, toplumun kültür, siyaset ve yaşam tarzı duyargalarını dikkate almak durumundadır.
Türkiye’de içeriğine dair tartışmalar yapılsa da, en genel anlamda laikliği ve modern yaşam tarzını tehlikede gören ve AKP’nin muhafazakar dayatmalarıyla da bu kaygısı giderek artan bir işçi, emekçi, küçük burjuva, hatta illa ki eklenecekse orta sınıf mensubunun olduğu biliniyor. Tabii, bunun tarihsel biçimlenişi, devletle, ‘eski’ statükoyla vb. ilişkisi bu yazının konusu dışında ayrı bir tartışmadır. Ancak, doğru bir çerçeveye oturduğunda, bu duyarlılığın, hükümetin muhafazakar gerici dayatma ve düzenlemeleri karşısında önemli bir laik-ilerici birikim olduğu açıktır. Bu birikimin, genelleştirilemeyecek, ama önemli bir kısmını etkisi altına almış temel zaafı ise, Kürt sorunu karşısındaki milliyetçi/ulusalcı yaklaşımıdır. Ancak Kürt sorununda çözüm tartışmaları ve görüşme sürecinin, halk yığınları içindeki ulusalcı önyargıların kırılması için önemli olanaklar yarattığı da görülmektedir.
Çokça ifade edilen 90 kuşağı etkisi de, kutsandığı kadar bilinmez ve anlaşılmaz değil elbette. Demokrasi herkese lazım olduğu kadar, geleneksel İslami tarzın dışında bir yaşam tarzına sahip olan gençlerin de ihtiyacı. Ve bir grup el üstünde tutulup YGS şifrelerinden dersanelere kadar beslenir, küçük bir azınlığa her türlü torpil ve kolaylık sağlanırken; kendilerinin topa konulmasına sonsuza kadar sessiz kalmamalarının özel bir açıklamaya ihtiyacı yoktur.

ÖRGÜTSÜZLÜĞÜN ÖVGÜSÜ – HİYARARŞİSİZLİK

Gezi Parkı eylemlerinde açık ya da örtülü, en çok ifade edilen konulardan birisi de, direnişin kendiliğinden katılan unsurlarına odaklanan bir örgütsüzlük durumudur. Genel eğilimse, bu örgütsüzlüğün hareketin ‘masumiyeti’ olarak kutsanması, liberal bir bireycilik ve örgüt düşmanlığı ile bezenmesi yönündeydi. Başka yaklaşımlarda ise, ‘sol’dan yol alınarak yine liberal bireye ulaşılmakta, bu kez, “kutsiyet” anti-otoriterlik sosuyla sunulmaktadır. Ama ortaklaşılan nokta; tereddütsüz bir örgüt düşmanlığıdır.
Elbette, burada, liberalizmin örgüt düşmanlığı ve hükümetin az-çok uzlaşmayı ima eden her tutumunun üzerine atlayan, direnişi bitirmeyi salık veren yaklaşımı ile otorite karşıtlığında birleşen ama direnişin devamını gözeten yarı-anarşist yaklaşımı aynı kefe koymuyoruz. Ama örgütsüzlüğün teorisi haline gelen bu yaklaşımların direnişin gelişip serpilmesi açısından ilerletici bir misyona sahip olmadığı, hatta geriletici bir işlev taşıdığı da açıktır.
Konuyu biraz daha açalım: İlk günlerde mahallelerinde gece yarısı sokaklara inen ve hükümete tepki gösteren milyonlar ve bu milyonların simgesi haline gelen Gezi Parkı’nda buluşan gençlerin örgütsüzlüğü bir durumdur. Evinde televizyondan hükümetin saldırganlığını gören milyonların örgütsüzlüklerine rağmen sokağa inmeleri ve Türkiye’nin dört bir yanında aynı duyguyla buluşmaları, buradaki örgütsüzlüğe atıf yapılıp kahredilecek bir durum değil, tersine büyük olanaklar sunan devasa bir kendiliğinden harekettir. Sosyalistler için güç ve olanaklar dahilinde müdahale edilmesi gereken bir fırsattır. Eğer olabilseydi, örgütlü sınıf unsurlarının da dahliyle, hükümetin ve gericiliğin devrilmesine olanak sağlayabilecek nesnel bir zemindir. Bu açıdan örgütsüzlük, hareketin kendisi açısından, eleştirilecek değil, tespit edilecek, bu tespit doğrultusunda güçler oranında müdahale edilecek bir durumdur. Çünkü halk, örgütsüz olsa da sokağa inmiştir.
Eleştirimiz, hareketin ikinci aşamasındaki, yani örgütlenerek ilerleme, ortak hareket etme ve bir stratejiye sahip olma anlamında örgütsüzlüğe ya da bunun savunusuna dönüktür.
Ve burada konumuz, liberalizmin açık uzlaşmacılığı değil, devrimci/demokratik olanakları heder etmek bakımından ortaklaşan “anti-otoriter” yaklaşım ve küçük burjuva solculuğudur.
Gezi direnişi, hükümetin “ben dedim oldu”, “sandıktan çıktık, her istediğimizi yaparız” şeklinde özetlenebilecek otoriter yaklaşımına büyük bir öfkeyi içerdiği için, burjuva ve muhafazakar otoriteye yönelik bir tepki ile tanımlanabilir. Bu açıdan, hareketin anti-otoriter olduğunu söylemekte bir yanlışlık yoktur. Çünkü her isyan, grev, direniş; belli sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkiler dizgesine itirazı içerdiğinden ve bu ilişkilerin kurduğu hiyerarşik otorite ile karşı karşıya geldiğinden, anti-otoriter özellikler göstermektedir.
“Sosyalizmin bireyi önemsemediği için başarısız olduğu, otoriteye ve hiyerarşik düzene yeterince karşı çıkış göstermediği” gibi bir tespite dayanan otonomcu, liberal-sol ve postmodern yaklaşımların, Gezi direnişine dair anti-otoriterlik vurgusu ise, mevcut durumun ötesinde bir amaç taşıyor. Gezi direnişinin kendiliğinden sürecinin, örgütsüzlüğün taşıdığı “potansiyel direniş gücünü” kanıtladığı hissiyatını yansıtıyor. Bu örgütsüzlük; içinde bir “lideri”, bir yönetici aygıtı ya da “hiyerarşik” yapıyı barındırmadığından kolayca kutsanıyor.
Burjuva devlet aygıtı ya da çeşitli kitle örgütleri ve sendikalardaki “profesyonelleşme”, bürokratikleşme, bunun üzerinden kurulan hiyerarşik yapılar, bu otorite düşmanlığının “ilerici” temelini oluşturuyor. Ancak bu “düşmanlık”; hareketin örgütlü hale getirilmesi, buradan geliştirilmesi, demokratik bir “hiyerarşinin” kurulması konusuna gelince, hareket karşısında hızla gericileşebiliyor.
Çünkü, halkın öfke ve tepkisinin, sokağa dökülen eylemliliğinin ilerleyebilmesi ve amacına az-çok ulaşabilmesi için onun örgütlenmesi, demokratik mekanizmalarla kuşatılmış bir kurmayının, bir yönetici aygıtın oluşturulması ve yeniden halka dayatılmış yöneticilere varılmaması için kararların halkın yapacağı tartışmalar ile alınması, bu yönetici/yürütücü aygıtın da halkın kararlarına uymadığı koşullarda hızla –kendisini görevlendirenlerce– görevden alınabilmesi şarttır. Aksi takdirde, örgütsüzlük, hareketin çok başlılığına, kendi içinde bölünmesine neden olacağı gibi, gericiliğin saldırılarına karşı planlı ve stratejik bir karşı duruş sergilenmesi mümkün değildir.
Özü itibarıyla her otorite ve hiyerarşi mutlak olarak “kötü” ya da reddedilmesi gereken değildir. Hiyerarşinin üzerinde yükseldiği temel önemlidir. Kapitalist ve halk yığınlarının iradesini dışarıda bırakmak üzere kurulmuş bir hiyerarşi mi, yoksa tersine; halkın bizzat karar alıcı olduğu, kararların halksız alınmadığı, seçilmiş yöneticilerinse gerektiğinde hızlı bir biçimde görevden alınabildiği, yöneticilerin halkın kararlarını en iyi uygularken bu kararlara uymasının tercih değil zorunluluk olduğu, halkın farklı mekan ve zamanlardaki hareketlerinin birleştirilmesi ve gericiliğin karşısında tek bir güç olarak çıkarılmasını sağlayacak demokratik ama merkezi bir otorite mi? Bu ikincisi; bir otorite olmakla birlikte, en küçük başarı için bile zorunludur. Örgüt ve merkezi örgütlenme ile birleşmeyen olası bir kalkışmanın devrimci bir dönüşüm açısından başarı şansı yoktur . Mısır ve Tunus’taki ayaklanmalar; bunun yakın ve açık örneğidir.
Küçük burjuva sol örgütlere gelince… Bunlar; belki de Gezi direnişinin en örgütlü, hatta hiyerarşisizlik iddialarına karşı “örgüt” savunucusu kesimleri olarak görülebilir. Oysa, burada bahsedilen bunun tam tersidir.
Konu, halkın kendiliğinden direnişine küçük burjuva örgütlerin dahil olması değil, bir bütün olarak direnişin demokratik ama merkezi bir örgütlenme çerçevesinde ilerletilebilmesidir. Bunun mekanizmalarının kurulmasıdır. Bu açıdan küçük burjuva sol örgütler, örgütlülüğün değil, tersine örgütsüzlüğün müsebbiplerinden biri oldu.
Gezi Parkı eylemleri süresince küçük burjuva grupların, toplamın direnişi yerine kendi direnişlerini koyması, devrimci müdahalenin halkın örgütlenmesi ve ortak bir devrimci iradenin ortaya çıkarılmasına yöneltilmeyip polisle çatışmaya indirgenmesi, hareketin ilerletilmesini sağlamak bir yana, örgütsüzlüğü arttıran bir etken oldu.
Örgütsüzlüğün fiilen kutsanma pratiğine bir örnek:
Gezi Parkı, Türkiye’nin en demokratik alanlarından birisiydi. Bugünse forumlar… Gezi Parkı alanı içinde başından itibaren forumlar yapılabilir, direnişin kendiliğindenliği halkın tartışma ve kararlarıyla bir ölçüde aşılabilirdi. 18. gün yapılan forum ve toplantıların ilk günlerde yapılmaması, direnişin yönetiminin sadece son kararda halkın fikrinin alınmasına indirgenmesi, örgütsüzlüğün, teorik olmasa da, pratik uygulanması olmuştur. Direnişin halkın forum ve toplantılarla yönettiği demokratik ve merkezi bir yöne ilerlememesi, küçük burjuva örgütlerin “kendi kafasına göre” davranmasının yolunu iyice açmıştır. İşte, halkın bu biçimde yönetici özne olarak örgütlenmediği ortamın sonucu, her grubun “liberal” bir özgürlük anlayışı çerçevesinde istediğini yapmasına yolveren hiyararşisizlik ya da örgütsüzlük alıp başını gitmiştir. Büyük çoğunluk, mesela, yüz çeşit bayrağın kötü bir görüntü oluşturduğunu düşünse de, örgütlerin “özgürlüğü”ne müdahale etmeme adına, karar alınamamıştır. Oysa demokratik bir karar mekanizmasının olmadığı, toplamda hareketin stratejisinin tartışılamadığı, nasıl ilerleyeceğinin belirlenemediği bir hareket nasıl ilerleyebilir?
İşte bu küçük örnekteki başıbozukluk, toplamın örgütsüzlüğüyle birlikte, küçük burjuva örgütlerin otonomluğu, “biz kendi kararımıza müdahale ettirmeyiz” yaklaşımı, merkezi bir örgütlenmenin kurulması konusunda gösterilen “kimseye bir şey dayatamayız” türü burjuva özgürlükçülüğü, hükümetin her türlü propagandif saldırısına zemin hazırlamıştır.
Direnişin, Gezi Parkı’ndan başlayarak örgütlenmesi konusundaki zaaf ve anti-otoriter coşkuyu aşan bir anti-otoriter ideolojik yaklaşım, mevcut durumun kutsanması, küçük burjuva örgütlerin ‘özgürlüğü’… Bütün bunların karşısında yapılması gereken, hareketin günlük tartışma ve karar alma mekanizmalarının kurulması, geliştirilmesi, bu merkezi örgütlenme karşısında da “bana kimse karışamaz” yaklaşımlarına izin verilmemesi, bu tür yaklaşımların mahkum ve tecrit edilmesi, demokratik mekanizma ile hükümetin saldırıları karşısında tüm halka ulaşmayı hedefleyen propaganda ve direnişi geliştirmeyi hedefleyen bir stratejinin geliştirilmesidir… Küçük burjuva örgütlerin otonomculuğuyla direnişin örgütlenmesini engelleyen “grup özgürlüğü” kaosunu, “aman hiyerarşi olmasın, böyle güzeliz” noktasına gelen birey özgürlüğü anarşisini aşamamak, direnişin “öznel” zaaflarından birisi olagelmiştir.
Örgütsüzlüğe burjuva “masumiyet” övgüsü, örneğin halkın karar alıcı özne olarak örgütlenebileceği forum ve toplantıların 18. güne kadar bekletilmesinde karşılık bulmuştur. Karar alma, dağınıklığı toparlama, örgütsüzlükten direnişin halka dayanan (sadece çağrı yapan değil) demokratik bir örgütü olma durumuna geçmek için ortaya çıkan büyük olanaklar değerlendirilememiştir. Mesele, belli başlı kadroların örgütlenip direnişe siyasal müdahale değil, tersine bir bütün olarak on binlerce insanın demokratik ama merkezi bir direniş hareketi olarak örgütlenmesi, karar alması ve uygulamasıydı ki, üzerinde durulan yaklaşımlar aşılarak giderilemeyince, bu, başarılamamıştır.

İKTİDAR HEDEFİ

“Yeni toplumsal hareketler” yaklaşımına göre; bu hareketlerin hedefi, iktidar ya da iktidar mücadelesinin bir parçası olmak değil, somut ve ‘pragmatist’ taleplerin gerçekleşmesini sağlamaktır. Bu talep, çevre, eşcinsel hakları olabileceği gibi, çeşitli kimlik talepleri de olabilir. Mesela, modern yaşam tarzına sahip çıkmak gibi!
Gezi direnişi de, bu kapsamda, en azından başlangıçta, iktidar hedefi olmayan ‘masum’ bir hareket olarak tanımlandı. Ki, doğru da. Direniş, talepleri ve programı itibarıyla iktidarın yıkılmasını ve direnişte ittifak halinde olan sınıf ve tabakalarının iktidarının kurulmasını hedeflemiyordu. Başka bir deyişle, örgütsüzlüğü nedeniyle, hedefleyemiyordu. Çeşitli sınıf ve tabakaların desteklediği direniş, genel bir demokrasi istemekle birlikte; esas olarak bir iktidar hareketi değil, tepki/öfke patlamasıydı. Gezi Parkı’nın yıkılmamasına dair somut talepler, hükümete geri adım attırmanın simgesiydi. “Hükümet istifa” sloganı ise, hükümete öfkenin ifadesi idi.
Ancak hareketin iktidarı hedeflememesi, bir “masumiyet” ya da “övgü” konusu değil, zaaflarından birisiydi. Bunda direnişin doğrudan sınıfsal bileşimi ve gücü belirleyicidir. İşçi sınıfının belirleyici bölüklerinin hareketin içinde gövdesi ve örgütleriyle yer almaması, hem iktidarı hedefleme, hem de bu program doğrultusunda hareketi yönlendirme/örgütleme yeteneği açısından etkili oldu.
Dolayısıyla iktidarı hedeflememek, mevcut, somut bir durum olmakla birlikte; hareketin kaçınılmaz bir özelliği değil, aşılması gereken bir sorunudur.
Daha çok akademik ve entelektüel çevrelerde etkili olan, Gezi Parkı’nda bu çevrelerin de geniş bir biçimde yer alması nedeniyle, belki de ilk defa sokaklarda konuşulan bu “iktidardan, iktidarın bozuşturucu etkisinden uzak durma”, “öz yönetim” ve “hiyerarşisiz alternatif yaşam alanları kurma” adına yapılan tartışmalar da, kaçınılmaz olarak hareketin kendiliğindenliğine ve örgütsüzlüğüne övgüye dönüştü. Bu yaklaşımda, iktidarı hedeflemeyen direniş, yarı-anarşist bir çerçeve içinde, alternatif/örnek komünist yaşam alanları kuracak, bu örneklerle ülkeyi dönüştürecekti!
Burada Owen’ci ütopik sosyalizm ya da anarşizmin genel felsefesinin eleştirisinin yapılmasına gerek yoktur. İktidar perspektifi olmayan hiçbir hareketin toplumda temel bir dönüşümü sağlayamayacağı ve bunu sürekli kılamayacağını tarihsel deneyimler göstermektedir.
Gezi direnişi, onda post-modernizmi, liberal solculuğu ve yalıtılmış birey özgürlüğünü görenlerin kabusuna dönüşecek kadar sınıfsal temellere sahip toplumsal bir harekettir. Onu “yeni toplumsal hareket”, “postmodern”, “her türlü otorite ve hiyerarşi karşıtı” vb. sayanlar, harekete işçi sınıfının temel bölüklerinin katılmasından, açıkça söylemek gerekir ki, korkmaktadırlar. Çünkü, işçi sınıfının açık sınıfsal talepleri ve gövdesiyle Gezi direnişinin parçası olması demek; hareketin “masumiyeti”nin yerini iktidar hedefinin alması demektir.

KAYNAKLAR
Cem Kaptanoğlu (2013) “Gezi direnişi ve sınıf”, http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/286, 24.07.2013.
Crossley, N. (2002) Making Sense of Social Movements, Philadelphia: Open University Press.
Çandar, Cengiz (2013) “Post-modern bir direniş”, Radikal Gazetesi, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cengiz_candar/postmodern_bir_direnis-1136001, 24.07.2013.
Çayır, Kenan (1999) Yeni Sosyal Hareketler: Teorik Açılımlar, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Lenin, V. I. (1992) Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2003) Kapital III. Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Şimşek, Sefa (2004 ) New Social Movements in Turkey Since 1980, Turkish Studies, Vol. 5, No. 2.
TÜİK (2012) Hane Halkı İşgücü İstatistikleri Nisan 2013,
TÜİK (2013) Hane Halkı İşgücü İstatistikleri Nisan 2013, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=13549, 24.07.2013.
Yıldırım, Yavuz (2013) Toplumsal Hareket Algımız ve Gezi Direnişi, Birgün Kitap Eki, http://birgunkitap.blogspot.com/2013/06/toplumsal-hareket-algmz-ve-gezi.html, 24.07.2013.

Sunu ve İçindekiler 244

Özgürlük Dünyasının Ağustos (244) Sayısı çıktı!

İşçi ve halk hareketlerinin gelişimine tarihsel bir bakış
Ali Yaşar

Haziran Direnişi’nin eskittiği
Nuray Sancar

Genel oy hakkı ve halk iradesi  bağlamında devlet ve demokrasi sorunu
Yusuf Akdağ

Ekonomideki istikrarsızlığın sorumlusu “faiz lobisi” mi?
Murat Birdal

Gezi Direnişi, sınıf ve toplumsal hareketler
Arif Koşar

Türkiye’de sendikaların kuruluşu ve mücadele deneyimleri
Erkan Aydoğanoğlu

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑