ibn-i sina’nın 1000. doğum günü dolayısıyla: Usun Zaferi

Doğu’nun büyük ansiklopedisti Ebu Ali İbn-i Sina (Latince adı Avicenna), en büyük alim ve kültür yaratıcılarından biri olarak tarihe geçmiştir. Bugün ilerici kamuoyu, Dünya Barış Konseyi’nin önerisi üzerine, onun 1000. Doğum gününü  kutlamaktadır.
Peki, nedir onun ününün bu denli büyük oluşunun nedeni?
İbn-i Sina, yaşamı boyunca yorulmaksızın çalıştı ve araştırdı. Titizlikle gök cisimlerinin yörüngelerini gözlemledi; insan organizmasının yapısını irdeledi; birkaç kez farklı hükümdarların birinci veziri olarak devlet işleri hakkında kararlar aldı; hastaları iyileştirdi; denemeler yaptı; dizeler yazdı; devasa büyük boy kitaplarda felsefe, tıp ve modern bilimin tüm alanlarına ilişkin birçok makale kaleme aldı ya da dikte etti; ısrarla gerçeği aradı; yanıldığı da oldu, ama arayışını hep sürdürdü.
İbn-i Sina’nın eserlerinin sayısı yüzü geçer: Felsefe, mantık, fizik, zooloji, botanik ve diğer bilimler hakkında on cildi aşan bir ansiklopedi olan “Kitabü’ş-Şifa”; 1593’teki Arapça ilk baskısında dar aralıklarla dizilmesine karşın 1042 sayfayı bulan ve o devasa tıbbi kanunları içeren “El-Kanun fi’t-Tıp”; Arapça kaleme alınmış iki küçük ansiklopedi, “Kitabü’l-Necat” (“Kurtuluş Kitabı”) ile “Kitabu’l-İşaret ve’t-Tenbihat” (“Tezler”) ve kendi ana dili Tacikçe yazılmış “Danış-Nameh” (“Bilginin Kitabı”); mantık üzerine (büyük, orta ve küçük olmak üzere) birçok kursun yanı sıra, sayısız bilimsel ve edebi eserler. Bu arada kim bilir kaç eser kaybolmuş ya da isimce bilinmiyordur.
Özgür düşünürlüğü nedeniyle İbn-i Sina’nın katı inançlı Müslümanlar arasında çok düşmanı vardı. İbn-i Sina, hoşgörüsüz Sultan Gazneli Mahmut’un “en büyük” hışmından kaçarken, kendisinin ifadesiyle “zorunluluğun sonucu olarak”, bir şehirden diğerine, bir ülkeden ötekine göç etmek durumundaydı. Kaç kez muktedirlerin keyfiyeti sonucu zindanlara atılmış, kaç kez celladın kılıcıyla tehdit edilmiştir! Kah gizleniyor, çölleri aşıyor, kah savaşlara katılıyor, hükümet işleriyle ilgileniyordu. Ve gün geliyor, yeniden gizlenmek zorunda kalıyordu; ancak o tutkulu çalışma isteminin dürtüsüyle hiçbir zaman kalemi elinden düşürmüyor, yorulmak bilmeksizin çalışıyordu.
İbn-i Sina’nın çok sevdiği öğrencisi Abdülvahid el-Cüzcani, ustasının yaşam öyküsünü yazarken şu ilginç olayı aktarır:
“Alim, gündüzleri hükümet işleriyle uğraşırken, akşamları ders verirdi. Derslerin sonunda çalgıcılar gelir ve dersler ziyafete dönüşürdü. Bir akşam üstü güneş batarken, Şiras’tan, şehir için belirlenmiş bir kervanla birlikte, elinde şeyhe verilmesi gereken bir defterle bir ulak gelir. Şiras alimleri İbn-i Sina’nın ‘Mantık’ını okumuşlar, ancak hepsini anlamamışlar; kitabın yazarına çok sayıda sorular yöneltmişler. Kervan ertesi sabah Şiras’a geri dönmek zorundaymış. Misafirler hoş sohbet ederken, İbn-i Sina uzun bir süre dalgın bir şekilde önünde duran sorularla dolu deftere bakıyormuş. Gece çöküp, herkes çekildikten sonra alim, Abdülvahid’e bir boynuz şarap, bir lamba ve her birisi ‘firavun’ formatında onar sayfa olan beş defter getirmesini emretmiş. Şafak vakti şeyh öğrencisini çağırtmış. Öğrencisi onu bir halı üzerinde oturuyor halde bulmuş; lambanın fitili bitmiş, boynuzda bir damla şarap kalmamış, ama o büyük defterler son sayfasına kadar yazılmış: İbn-i Sina, son derece mütevazi bir şekilde, sanki önemsiz bir şeymiş gibi, ‘kervanı bekletmemek için yanıtımı acele yazdım’ demiş ve defterleri Şiras’tan gelen ulağa vermiş.”
İbn-i Sina’nın tüm çalışmalarını karakterize eden özellik, usun gücüne olan inancıydı; ve elbette mantıki ahengi ve devasa genelleme yeteneği; tanrısal otorite ve dini dogmaya körü körüne inanca karşı tahammülsüzlüğü.
İbn-i Sina, çalışmaya olduğu gibi, usa ve onun gücüne çocukluğundan son nefesine kadar hep bağlı kaldı.
Kendi otobiyografisinde aktardığı üzere İbn-i Sina, yöresinin bilgini Natili’den “tartışma sanatını,  tümevarımı ve çürütme yöntemlerini” hararetle öğrenmekteydi. Kısa bir süre sonra, “analizin ve mantık biliminin inceliklerine” vakıf olma konusunda ustasını geçmişti bile. Ömrü boyunca aşılamayan bir polemikçi oldu.
Sadece doğa bilimi ve tıbba ilişkin eserlerinin değil, mantık üzerine aldığı sayısız makalelerinin de özelliği son derece rasyonel ve mantıki bir düzenlemeye sahip olmasıydı. Teorik genellemede bulunma yeteneği sayesinde, bilimin ancak birkaç yüzyılda ulaştığı pek çok şeyi önceden görmekte ve olağanüstü hipotezler ileri sürmekteydi. Gözün yapısı üzerine ileri sürdüğü hipotez örneğin, birçok yönüyle, deneye dayalı modern tıbbın elde ettiği sonuçlar üzerinden ancak teyit edildi. Bu bağlamda dağların oluşumu üzerine hipotezi de anımsanabilir: İbn-i Sina’nın dağların tedricen erozyon yoluyla oluştuğuna ilişkin hipotezi, 500 yıl sonra Leonardo da Vinci tarafından dikkate alındı ve ondan sonraki 300 yıl sonrasında da Lyell tarafından geliştirildi.
İbn-i Sina’nın eserlerine özgür düşünürlüğün o büyüleyici nüansını, usun gücüne olan inancı vermekteydi. Bu, Friedrich Engels’in de Doğu’nun ilerici düşünürlerinde en çok takdir ettiği bir özellikti.
Ön yargıların ve dinci-mistik palavraların bir düşmanı olarak İbn-i Sina, simyacıların başı Cabir’e “iksir”in mistik tanımı dolayısıyla saldırdı. İddiasıyla tek başına kalmasına karşın, madenleri altına çevirme olanağını kararlı bir şekilde reddetti. Öte yandan, öngörüleri “deneye dayanmayan” astrologları hor görüp yerdi.
Adeta bir söz arasında söylüyormuş gibi, tanrı bilimcilerine şunları demiştir: “Analoji, deneye dayanan tümevarımdan daha az ikna edicidir. Analoji sadece sohbet ve tahminler için iyidir, fakat ikna edici bir kanıtın yerini alamaz; gelgelelim analoji en çok da fıkıhta kullanılır.”
Aristoteles’in mantığını boş formel bir skolastiğe dönüştüren papazların aksine İbn-i Sina, şeylerden meydana gelen maddi gerçekliğin önemini sürekli vurgulamak suretiyle Aristoteles’in öğretisini geliştirmiştir. Ona göre, mantık sadece bilginin bir aletidir; bilgi ise formel kıyaslamalar üzerinden değil, tersine bir şeyin maddi çekirdeğinin incelenmesiyle, gerçek öncüller temelinde edinilir.
İbn-i Sina’nın teori ve pratik arasındaki bağıntıya verdiği büyük önem de buradan gelmektedir. Bilimleri teorik ve pratik olarak sınıflandırması da buraya dayanır: Amacı hakikat olan teorik bilimler, yani fizik, matematik, metafizik; ve insanın esenliğini hedefleyen pratik bilimler, yani etik, politika, ekonomi. Geriye kalan diğer bilimler, belirtilen bilimlerin uzaktan dallarıdırlar. Mantık bütün bilimlere bir alet olarak hizmet eder, zira yalnızca us her şeyi anlama ve açıklama gücüne sahiptir. İbn-i Sina, hayranlık verici bir kararlılıkla, psikoloji (algı ve akıl), mantık ve etik üzerine tezlerinde deneyin ve soyut düşünmenin birliğini takip etmektedir. Sadece metafizikte reel olana dönük hissi onu terk etmekte ve o tanrısal tözün varlığını ve şeylerin genel kavramlarının o şeyler ortaya çıkmadan önce mevcut olduğunu teyit eder.
İbn-i Sina, yaşamının sonuna doğru, son eseri “Kitabu’l-İşaret ve’t-Tenbihat”ta, mantık bilimi üzerine sevdiği şiarı ısrarla tekrarlar: “Bütün kanıt türleri arasında bizi yalnızca ikisi ilgilendirmekte: izlerinden gidebilmek için hakiki olanlar ve sakınabilmek için sofistikçe olanlar.” Ve İbn-i Sina aynı kitabında, Descartes’tan 600 yıl önce şunu yazmıştır: “Düşünüyorum ve bu demektir ki ben varım.”
Ömrünün son günlerinde, artık çöken vücudunun yakalandığı hastalığı aşma gücünün kalmadığını fark etmesi üzerine, tedaviden vaz geçer ve felsefi bir sükunet ve ona özgü bir ironiyle şunu açıklar: “Vücudu yöneten hancı işini artık bitiremiyorsa, tedavinin bir anlamı kalmamıştır.” İbn-i Sina, bu sözlerinden birkaç gün sonra, o yorulmak bilmez özüne sadık bir şekilde, seyahatteyken ölür; 1037 yılında, 57 yaşındayken.
İnancı ustu ve bununla ilgili şunu yazmıştı: “Tanrısızlığımın hesabını veririm ben kendi huzurumda. Ancak, benim inancımdan daha güçlü bir inanç olmamıştır dünyada.”

*
İbn-i Sina üzerine düzinelerce, hatta yüzlerce kitap ve makaleler yazılmıştır. Bu yayınlar esnasında, İbn-i Sina’nın kimliğini çarpıtmak için burjuva profesörleri oldukça çaba sarf etmişlerdir. Bunda kısmen de başarılı olmuşlardır; öyle ki, bazı çarpıtmalar çeşitli Sovyet yazarlarının makalelerine kadar sinebilmiştir. Örneğin İbn-i Sina’nın vatansız bir gezginci, bir tür kozmopolit “dünya yurttaşı” olduğuna dair efsaneler gibi. Bunlar yanlıştır. Kuşkusuz, İbn-i Sina uluslararası çapta bir düşünürdür, ama her gerçek büyük insan gibi, o ulusal bir şahsiyettir de. Zira, İbn-i Sina vatansız değildir; tersine, tutkuyla sevdiği bir yurdu –Ortaasya, ve onu meydana getiren bir halkı, Tacik halkı– vardır. İbn-i Sina’nın çalışmaları, 10. – 11. Yüzyıl Ortaasya’sındaki ilerici felsefi düşünme ve edebiyata dolaysız bir şekilde bağlanır. Bunun gerisinde ise, Orta Asya’daki 8. yüzyıldan başlayıp 10. yüzyıla kadar süren büyük halk hareketleri bulunmaktadır ki, Tacik halk kitlelerinin bu hareketlerde önder bir rol oynadığı unutulmamalıdır.
Taciklerin bir halka dönüşme sürecinin sağlamlaşması da bir halk kurtuluş hareketinden doğmuştur. O nedenle, iki yüzyıllık bir kesintiden sonra, 10.-11. yüzyılda “birden” yerli bir edebiyatın ortaya çıkması ve Ortaçağ Tacik şiirin gelişmesi de ancak bu olgudan hareketle anlaşılabilir.
8.-10. Yüzyıl arası halk hareketlerinin kendilerine münhasır belirli ideolojik çizgileri söz konusuydu – örneğin İslam’dan farklı olarak yurda dair her şeyin kutsanması; iyinin kötüye karşı mücadelesi ve köylü eşitliğinin kurulması ve “iyi, adil bir kralın” göreve getirilmesi suretiyle yeryüzünde sosyal adaletin zaferi fikri gibi. O zamanın tarihsel koşulları bakımından bunlar ilerici çizgilerdi, köylülüğün darlığının tüm izlerini taşıyor olsalar da.
Anadile olan sadakat bir göstergedir, özellikle de 11. yüzyılda Gazneli Mahmut, Tacik dilini devlet yaşamından aforoz ettiğinde.
İbn-i Sina, zamanın “görgü ve terbiye”sine rağmen, Tacik dilinde sadece şiirler yazmadı, aynı zamanda bazı felsefi eserler de kaleme aldı.
“İyi ve Kötü Üzerine” başlıklı olanı gibi bir dizi makalede etik sorunu üzerinde durdu, ancak bu makaleler maalesef kaybolmuştur. Yine de, “Kitabu’l-İşaret ve’t-Tenbihat”ta hakiki insanın idealini anlatmaktadır:
“Gerçekten aydınlanmış insan cesur olacaktır, hem nasıl olmasın ki? Ölümden korkmayacak, cömert ve yüce gönüllü olacaktır, hem nasıl olmasın ki? Sahte dostluktan kaçınacak, başkalarının hataları karşısında bağışlayıcı olacaktır, hem nasıl olmasın ki? Ve manevi bakımdan öyle büyüyecektir ki, insanların hiçbir acı sözü ona dokunmayacaktır, hem başka nasıl olabilirdi ki?”
Etik ve sosyolojik görüşlerinin özeti, temel felsefi ansiklopedisi olan “Kitabü’ş-Şifa”nın son bölümünde bulunmaktadır. Orada İbn-i Sina, insanın “toplumsal bir hayvan” olduğu ve dolayısıyla insanların varlığı için insanlar arası işbirliğinin tayin edici koşul olduğu tezini geliştirmektedir. İşbirliği için ama, ussal bir yasa ve hukuk gereklidir. O, başında “adil bir hükümdarın” bulunduğu “ideal devleti” tarif etmektedir. Devlette ise, tüm insanlar kamu yararına işlerde çalışmaktadırlar. Bu işler üç kategoriye bölünür: İdare, üretim ve ordu. Eşit değerde olan şeylerin değişimine dayanan ticaret yararlı görülmekte, ancak tefecilik ve şans oyunu zarar verici ve kötü bulunmaktadır. Toplumun temeli ailedir. “İnsani mutluluğun ana nedeni sevgidir.” Şu sonuç oldukça ilginçtir: Eğer bir hükümdar adaletsizse, ona karşı ayaklanmak haklıdır ve toplum tarafından desteklenmelidir.
İbn-i Sina’nın birçok bakımdan Firdevsi’nin ifadeleriyle örtüşen “sosyal ütopya”sı budur işte.
Onun gibi, İbn-i Sina da, susmanın okulundan geçmiş ve Ezop diliyle tanışmıştır. “Sarıklı eşekler” üzerine şunu yazmıştır:
“Eşeklerle eşek ol, yüzünü açığa vurma!
En büyük eşeğe sorsan, o der ki: ben büyüğüm!
Birinin ama eşek kulakları yoksa,
eşekler onu yitik sayarlar.”
İbn-i Sina’nın ilerici, halka yakın dünya görüşünün özgün ifadesi, İslam’daki mutlak kudretle çelişen us kültüdür.

*
Halkının gerçek evladı olarak İbn-i Sina, diğer halkların kültürlerinde ilerici olan her şeye saygı duyuyor ve teşkil ettiği örnekle halklar arası işbirliğin köklerinin ne kadar çok eskilere dayandığını gösteriyordu. Başta “filozoflar arasında birinci” olan Aristoteles olmak üzere, antik çağının filozoflarını Suriye ve Arapça çevirilerinden okuyup öğreniyordu. İlerici Arap felsefesinden çok şey aldı. Derin bir saygıyla selefi Türkistanlı Fârâbi’den söz ediyordu: “Kör olanlara ışığı o verdi, o bizim öğretmenimizdir.” İbn-i Sina, çağdaşı olan dahi hezarfen Biruni ile yazışıyordu. Böylelikle zamanın biliminin kazanımlarından haberdar olup onları özümseyebiliyor ve ilgilendiği tüm alanlarda yeni katkılarda bulunuyordu.
İbn-i Sina dünya kültürünün bir şahsiyetidir ve böyle değerlendirilmelidir. Bu arada, onun sadece kendi halkının bir evladı değil, aynı zamanda kendi zamanın da bir insanı olduğu unutulmamalıdır. Ancak bu olgu dikkate alındığında; ondaki temel felsefi sorunun yanlış ve idealist bir şekilde çözülmüş olması; dünya görüşündeki sınırlılık ve çelişkiler, yer yer mistik momentler anlaşılabilir olmaktadır. Fakat onun çalışmalarının ve eserlerinin topyekun bir değerlendirilmesi yapıldığında, kuşkusuz ki en önemli ve tayin edici olanlar esas alınmalıdır.
İbn-i Sina neden ömrü boyunca kovuşturulmuştur? Eserleri neden ölümünden yüz yıl sonra, 1160 senesinde, halifenin emri üzerine Bağdat’ta yakılmıştır? Neden gerici Gazali “Tehafütü’l-Felasife” adlı eserinde (12. yüzyılda), o dinsel hukuk saptırmalarındaki bütün zehri, aşağılayarak “feylesof”luğun bizzat örneği, yani umutsuz bir günahkar olarak gördüğü İbn-i Sina üzerinde kusmuştur? Neden bilgili teolog Jakob Friedrich Reimann, 1725 senesinde, ateizm ve ateistlerin tarihini işlediği eserinde, Müslüman Ebu Ali İbn-i Sina’yı ateistlerin arasında, Giordano Bruno ve Kopernikus ile birlikte anmıştır?
Neden Buhara hanlığında “dinin muhafızları”, İbn-i Sina’nın el yazmalarını, henüz varlığının son yüzyılındayken, öğrenciler okumasın diye tüm yüksek okullardan uzaklaştırmışlardır?
Filozof üç şeyle suçlanmaktadır: Birincisi, maddenin ebediliğini kabul etmek; ikincisi, tanrısal yaratılışı inkar etmek ve her şeyi nedensellikle açıklamak; üçüncüsü, yeniden dirilişi reddetmek suretiyle ruhun ölümsüzlüğünü inkar etmek.
Tam da bu “suçlamalar”, onun zamanının bir insanını yükseltmiyor mu? İbn-i Sina’nın Erken Dönem Ortaçağı’nın en ilerici düşünürlerinden biri olduğunu göstermiyor mu?
Elbette, kendi döneminin insanı olarak İbn-i Sina, dünya görüşünün “bu rasyonel çekirdeği”nin yanı sıra, bu çekirdekle de çelişen görüşler geliştirip ileri sürmüştür. Nitekim, soyut ilk töz olarak tanrının varlığını kabul etmiştir. Ona göre tanrı, dünyayı yaratmamakla birlikte, varlığını ama mümkün kılmıştı. İbn-i Sina, idealizm ile materyalizm arasındaki trajik çelişmede gidip gelmektedir. Bir ateist değildi, ancak Allah’ı boş bir soyutlamaya, sadece var olan ama eyleme geçmeyen bir soyutlamaya dönüştürdü; ebedi dünya kendi yasalarına göre gelişirken, tanrı işsiz kalmaktaydı.
İbn-i Sina, ilerici fikirleri itibarıyla dünya kültür tarihine, bilge özgür düşünür, olağanüstü alim ve üstün bir doktor olarak geçmiştir.
“İlahi Komedya”da Dante, “Canterbury Hikâyeleri”nde Geoffrey Chaucer ve komedyalarında Lope de Vega onu böyle anmaktadırlar. Otuz kere basılmış olan tıp üzerine “El Kanun”u, 17. yüzyıl da dahil olmak üzere, Avrupa’nın üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmaktaydı.
İlerici antik felsefesinin kazanımlarını geliştirip daha yüksek bir düzeye çıkartan İbn-i Sina, bu felsefeyi sadece Doğu’da yaygınlaştırmadı, aynı zamanda bilimin canlılığını ve söndürülemez ateşini Batı’da Rönesansın büyük düşünürlerine de aktardı. Minnettar insanlık onun bu katkısını unutmayacaktır.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda; deniz aşırı karanlık odakları, savaş histerisinin havarileri, ortaçağın derinliklerinde karanlık ve gerici ne varsa öne çıkartıyorlar; bunun bir parçası olarak da gerici, “bilmesinlerci” Aquino’lu Thomas’ı kendi evliyaları yaptılar. Bunun karşısında, yüzyılların kültür mirasının bütün ışıklarıyla kendini donatan ilerici insanlık ise, hiçbir “düşünce denetimi” ve hiçbir engizisyonun insan usunun ve vicdanını yok edemeyeceğinin sarsılmaz bir kanıtı olarak Ortaçağın ışık saçan yıldızı İbn-i Sina’yı kutlamaktadır.

*
Bugün ilerici kamuoyu dostane bir gözle Sovyetler Birliği’nin Güney’indeki küçük cumhuriyete, en yüksek dağların ve pamuk hasadının olduğu ülkeye, yani İbn-i Sina’nın hemşerilerinin ve akrabalarının yaşadığı Tacikistan’a bakmaktadır. Egemenlerin boyunduruğu yüzyıllar boyunca bu halka acı vermekteydi, hatta varlığını bile tehdit etmekteydi. Ancak büyük alimin anısı kendi hemşerilerinin kalbinde canlılığını korumaktadır. Ekim Devrimi, bu eski, çalışkan ve yetenekli halka muazzam bir kalkınmanın önünü açtı ve onu Sovyetler Birliği sosyalist uluslarının kardeşlik ailesinde sosyalizmin düzeyine yükseltti.
İbn-i Sina, halkının arasına geri dönmüştür. O sadece saygıyla anılmamakta, okunmaktadır da. En önemlisi ama şu ki; İbn-i Sina’nın yaşadığı ve çalıştığı yerde, bugün, binlerce bilgin insanın yaşaması ve bilimsel olarak çalışmasıdır; yeni, sosyalist bir Tacik kültürünün serpilip gelişmesi; Tacikistan Sovyet Bilimler Akademisi’nin kurulmuş olması; Tacik halkının, saflarından yüzlerce sosyalist emek kahramanını çıkartmasıdır. Tacik Cumhuriyeti’nin artık okuma yazma bilmeyen yurttaşı yoktur. Tacik yazarlar Sadriddin Aini ve Mirso Tursunsade, Sovyet edebiyatında saygın bir yere sahiptirler. Dünya çapında barışın sağlanması mücadelesinin kuvvetli korosunda onların da sesi yankılanmaktadır. Bunlar, Lenin ve Stalin’in partisinin ulusal politikasının ürünleridir; bu, Doğu’nun tüm halkları için parlayan örnektir. Ve İbn-i Sina’nın anılması da bize bunu hatırlatmaktadır.
Hiç şüphesiz, İbn-i Sina tüm dünyaya aittir, ve her halk ona kendi tarzıyla saygı göstermektedir.
Araplar onu bürgüyle sergilemektedir. Bir Fransız sanatçı onu, Ulusal Kütüphane’nin eski bir el yazmasında Aziz Ludwig döneminin bir öğretmeni olarak göstermektedir. Sovyet halkının evlatları ise; düşünür ve şairi; usun, ışığın ve yaşama sevincinin tutkulu savunucusunu, Puşkin’in hakiki bilgeliğin kutsal güneşine dair kelimeleriyle anacaklardır:
“Güneş yaşaya, gece çekile!”

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑