Geçtiğimiz günlerde Yunan Hükümeti ve yargı organlarının NAZİ Altın Şafak Partisi’ne yönelik olarak gündeme getirdiği operasyonlar uluslararası gündemlerden birini oluşturdu. Yüzlerce öldürme, yaralama, gasp, kara para aklama, ordu ve polis içinde cinayet şebekeleri kurma vb. birçok suçlamayla organize suç örgütü kurma kapsamında gözaltına alınan örgütün Genel Başkanı ve iki milletvekili, birçok polis ve ordu görevlisiyle sivil faşist tutuklanarak cezaevine konmuşlardı. Örgüt ile ilişkisi açığa çıkan bir istihbarat görevlisiyle, sayıları onun üstünde yüksek rütbeli subay ve polis ise istifa etmişti.
Bu gelişmeler, hem Yunanistan’da hem uluslararası kamuoyunda değişik tartışmaları gündeme getirdi; neden ve sonuçlar üzerine çok sayıda yorumlar yapıldı. Kriz sonuçlarının Altın Şafak ve benzeri örgütleri doğurduğu, bu tartışmaların neredeyse ortak paydasıydı ve bir noktaya kadar da gerçeği ifade ediyordu. Ancak her politik sorunda olduğu gibi, yapılan değerlendirmeler sınıfsal bakış açılarından bağımsız değildi ve her kesim farklı nedenler üzerinde durarak, daha çok sonuç üzerinden bir değerlendirme yaptı. AB’nin yetkili organları ve isimleri demokrasinin aşırı uçlara tahammülü olmadığı açıklaması yaparken, Yunan Hükümeti, ortada politik bir örgütün değil organize suç örgütünün bulunduğunu ön plana çıkardı. İşçi emekçi örgütleri, sol partiler, demokratik kitle kuruluşları ve birçok aydın, ilerici ve demokrat ise, kriz politikalarının bir sonucu olarak değerlendirdi.
Bir devlet biçimi olarak faşizm ve faşist partiler emperyalist-kapitalist sistemin bağrından çıktı ve başta işçi ve emekçilerin sömürü ve baskıdan kurtuluş mücadelesi olmak üzere her türlü sistem karşıtı hareketi hedef aldı. Egemen sınıflar varlıklarının tehlikede olduğunu gördükleri ülkelerde, milyonlarca insanın kanını akıtarak sistemi güvence altına almaya çalıştılar. İşçi ve emekçilerin 1917 Ekim Devrimi’yle emperyalist kapitalist sistemin bağrında gedikler açması ve birçok ülkede sınıf mücadelesinin iktidarları tehdit eder boyutlara ulaşması, faşist devlet biçimlerine geçişle engellenmeye çalışıldı.
1990’ lı yıllarda revizyonist sistemin çökmesiyle birlikte, emperyalist kapitalist sistem sosyalizme ve kazanımlarına karşı seferberlik ilan ederek, her alanda saldırıya geçti. Sosyalizmle faşizmi aynılaştırmaya ve faşizme duyulan nefreti sosyalizme de yöneltmeye çalıştı. Tabii bütün bunlara işçi ve emekçilerin mücadele ile kazandıkları her türlü hak ve özgürlükleri yok etme, Ortaçağ sömürülerini dayatma, sosyal devlet olgusunu ortadan kaldırma vb. eşlik etti.
Avrupa’da NAZİ örgütlenmeleri tam da bu dönemde güçlenmeye ve parlamentolara girmeye başladı. Sermaye sınıfları “demokrasi ilkelerine saygı” adı altında bu parti ve güçlerle flörtlerini artırdılar. Faşist partilere kol ve kanat gerilirken, birçok ülkede komünist partilerin ve faaliyetlerinin yasaklanması yönünde yasa tasarıları parlamentolara taşındı. AB parlamentosuna komünizmi de “insanlık suçu” sayan yasalar getirildi. Birçok ülke istihbaratının ve devlet kurumlarının NAZİ örgütlenmeleri ile direkt ilişki içinde oldukları, hatta örgütledikleri ortaya çıktı.
İçinde bulunduğumuz süreç içinde, AB, “komünizm, faşizm gibi insanlık düşmanı yönetimlerin incelenmesi” adı altında programlar çıkarmış bulunuyor. Her programa 100.000 avro verileceği belirtiliyor.
1990’larda artırılan ve sonraki yıllarda doruğuna çıkan saldırı, gasp ve sömürü süreci aynı zamanda faşist ve gerici partilerin güçlenmesine olanak sağladı. Kazanılmış haklara yönelik gasplar, sosyal devletin ortadan kaldırılması ya da kaldırma girişimleri, yoksulluğun ve işsizliğin artması, sosyal güvenlik sisteminin sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, eğitim ve sağlık gibi temel hakların bir hak olmaktan çıkarılarak sermaye sınıflarına yeni kâr olanakları yaratan işletmeler durumuna getirilmesi vb. ve sonrasındaki süreçte başlayan sermaye krizi ve doğurduğu yıkıcı sonuçlar, Nazist ve her türlü gerici örgütlenmelere kapı araladı. Ya da bu örgütlenmelere gübre oldu. Kısacası, faşist partiler direkt krizden doğmadı, ama kriz ile birlikte güçlendiler. Krizin sonuçları üzerinden toplumsal bir taban elde etmek için harekete geçtiler. Yunanistan’da Altın Şafak örgütü de krizle ile birlikte ortaya çıkmadı, ama krizle birlikte güç toplamaya başladı.
1974 yılında Albaylar Cuntası yıkıldı ve faşist kurumlar tasfiye edildi. Cunta yönetiminin önde gelenleri yargılandı ve ömür boyu hapse mahkum edildiler. Ancak bu tasfiye kurumlar ve yöneticiler dışına çıkmadı ve etkisiz duruma gelen birçok faşist, daha sonraki yıllarda marjinal kalsa da, yeniden faaliyetlere başladı. Altın Şafak’ın kurucusu Nıkos Mihaloliakos 70’li yılların ikinci yarısında birçok bombalı saldırı ve yaralamadan sorumlu olarak tutuklandı ve 80’li yıllarda Hırisi Avgi (Altın Şafak) adlı NAZİ örgütünü kurdu.
Yunanistan’da İç Savaş Dönemi, Krallık ve Cunta yıllarında gerici ve faşist örgütlenmelerin %7-8’lik bir tabana dayandıkları ve bu kesim içinde varlıklarını sürdürdükleri biliniyor. Bu kesim varlığını koruyor ve kendisini farklı parti ve örgütlenmeler aracılığıyla ifade ediyor. Altın Şafak bu kesime dayanarak örgütlenmeye başladı ve “vatan”, “aile” ve “din” gibi gericilik tarafından kullanılan ve milliyetçi, ırkçı propagandaların temelini oluşturan söylemlerle güç toplamaya çalıştı. Saldırgan ve oldukça marjinal bir grup olma dışına çıkamayan Altın Şafak 1990’lı yıllar sonrasında başlayan göçmen dalgaları sonrasında yabancı düşmanlığına ağırlık verdi ve göçmenlere yönelik saldırılar örgütledi. Yabancılara yönelik ilk saldırıları Atina’nın Omonia meydanında bulunan şehir içi tren istasyonunda afiş yapıştıran TDKP (Türkiye Devrimci Komünist Partisi) taraftarlarına oldu ve birçok Altın Şafak üyesiyle iki Yunanlı devrimci yaralandı. Bu yıllarda halkın tepkisinden korkan Altın Şafak üyeleri korkudan dağıtamadıkları bildirileri gece sokaklara atarak kaçıyorlardı.
2005 ve sonrasında başlayan ekonomik daralma ve gerilemeyle birlikte işçi ve emekçilerin kazanımlarına yönelik saldırılar arttı ve işsizlik büyümeye başladı. “Ülke ekonomisi bu kadar yabancıyı kaldırmıyor ve elimizden işimizi alıyorlar” şeklindeki propaganda sermaye partilerinin çok sık başvurdukları ve devamlı gündemde tuttukları bir olgu durumuna geldi. Oysa tüm resmi veriler ülke ekonomisinin yabancılarla canlılık kazandığını ve yabancı işçilerin ülke ekonomisine % 2-2,5 oranında katkıda bulunduklarını gösteriyordu.
2010 yılında, sonraki süreçte daha da derinleşecek olan kriz politikalarına geçildi ve işsizlik oranı İkinci Dünya Savaşı sonrasının boyutlarına ulaştı. İşten atmalar, özelleştirmeler, hak gaspları, ücretlerin düşürülmesi, devasa boyutlara ulaşan vergi oranları, sosyal güvenlik sisteminin ortadan kaldırılması, yoksulluğun artması, sisteme ve sistem kurumlarına yönelik tepki ve güvensizliğin hızla artmasına neden oldu. Tüm seçimlerde yüksek oy alan Yeni Demokrasi Partisi ve Yunanistan Sosyalist Hareketi (PASOK) hızla taban kaybettiler. Sermaye partileri ve temsilcileri krizin nedeni olarak kapitalist ekonomiyi değil emekçilerin “yüksek ücret almasını”, “vergi vermemesini”, “bürokratların işlerini doru yapmamasını” vb. göstermeye çalıştılar. Göçmenleri yoksulluk ve işsizliğin nedenlerinden biri olarak gösterdiler. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi göçmenler konusunda izlenen ırkçı milliyetçi politikalarda Altın Şafak ile rekabet etti. Yeni Demokrasi Partisi, 2012 Genel Seçimleri’nde iktidara gelmeleri durumunda, ilk olarak “göçmen yasalarını değiştirme ve ülkeyi göçmen işgalinden kurtarma” sözü verdi. Seçimlerden sonra, uzun süre Yunanistan’da kalmış ya da bu ülkede doğup eğitim almış olanlara vatandaşlık hakkı tanıyan yasa iptal edildi ve binlerce göçmen yakalanarak göçmenler için hazırlanan ve toplama kamplarından farklı olmayan kamplara kapatıldı. “Süpürge Operasyonları” olarak adlandırılan bu operasyonlar bugün bile devam ediyor. Birçok bölgede polis ve Altın Şafak’ın ortak operasyonlar yaptığı yabancı basına bile yansıdı.
NAZİ örgütü Altın Şafak, bu süreç içinde bir yandan yabancılara yönelik ölüm ve yaralanmalarla sonuçlanan saldırılarını artırırken, bir yandan da, Meclis’te bulunan “300 milletvekilinin ülkeyi satan ihanetçilerden oluştuğunu ve cezalandırılmaları gerektiği”ni, “devlet kurumlarının çürüyüp koktuğunu”, ülkeyi bunlardan temizleyecek bir “yönetim”e duyulan ihtiyacı dillendirmeye başladı. Sisteme karşı tepki ve nefretle dolu olan kesimler, işsizler ve yoksullar içinde “sempati” uyandıran bu politika, aynı zamanda, gerici ve faşist tabanı da bir araya getirmeye başladı.
Altın Şafak, 2012 Seçimleri’nde “Yahudilerin emrinde olanlara”, “ülkeyi IMF ve AB’ye satan anlaşmaların altına imza atan partilere”, “din, aile ve vatanı bölüp dağıtmayı hedefleyen komünistlere” ve diğer solculara oy vermeme çağrısı yaptı. Diğer yandan, günlük olarak göçmen aileler tehdit edilerek, Yunanistan’ı terk etmeleri istendi. göçmenlerin yoğun olarak bulundukları bölgelerde, göçmenlerce işletilen dükkân ve mağazalar dağıtıldı, çocuk parkları yabancılara yasaklandı ve sokaklarda kimlik kontrolleri olağan duruma geldi. Aynı bölgelerde halkı koruma ve asayişi sağlama adı altında nöbetler tutuldu ve örneğin bankaya aylığını almaya giden yaşlılara “korumalar” verildi. TV kanallarının haber bültenlerine konuk olan sözde karamsar ve kızgın vatandaşlar “polisten, devletten yardım görmediklerini, ama Altın Şafak’ın kendilerine sahip çıktığını” söylediler. Polis karakolları her hangi bir sorundan ötürü karakollara gidenleri Altın Şafak’a yönlendirdi. Altın Şafak “sistemi cezalandıran ve halkı koruyan” bir güç olarak tanıtıldı.
Seçimlerde yüzde yedinin üzerinde oy alarak Meclis’e 18 milletvekiliyle giren Naziler, daha ilk gün, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyerek, Meclis kürsüsünden diğer bütün parti milletvekillerini aşağılayan, azarlayan, küfreden tutumlarını ön plana çıkardılar. Milletvekillerini “hırsız ve rüşvetçi” olarak eleştirip, miting alanlarında “mide bulandıran Meclis”e” gitmek zorunda kaldıklarını söylediler.
Altın Şafak NAZİ Almanya’sından esinlenen hücum kıtaları kurarak, saldırılarını artırdı. Tiyatro oyunlarını engellemeye, tersanelerde bulunan sendikaları “komünistlerden temizlemek” için toplu saldırılar gerçekleştirmeye, yabancı işçiler yerine Yunanlı almayan işverenleri tehdit ederek işçi kiralayan şirketler kurmaya başladılar. Artık her hafta Atina ve diğer illerde yoksullara yardım paketleri dağıtan kampanyalar örgütlüyor ve sistem karşıtı bir kurumlaşmanın yaratıldığının propagandasını ön plana çıkarıyorlardı.
Başta Yunanlı işçi ve emekçiler, ilerici ve aydınlar olmak üzere ülkede yaşayan göçmenler için tam bir tehdit unsuru durumuna gelmiş olan Altın Şafak’a karşı Yunanistan’ın her bölgesinde geniş katılımlı anti faşist komiteler kurulmaya başlandı. On binlerin katıldığı gösteriler yapıldı, sendikalar, kitle örgütleri, parti ve siyasi hareketler, hükümetin Nazileri koruyan politikalardan vaz geçmesini talep ettiler. Yüzlerce yaralama ve öldürme olayı poliste kayıtlı olmasına, asker ve polis içinde açık bir örgütlenme yaratılmasına ve güvenlik kuvvetlerinin rolünü üstlenen pratik ve örgütlenmelere rağmen hiçbir yasal süreç başlatılmadı ve Altın Şafak saldırılarını artırmaya devam etti. Ülke içinde ve dışında gelişen anti faşist tepkiler, sokaklara dökülmeye başladı.
Yapılan kamuoyu araştırmaları Altın Şafak’ın oy oranını devamlı yükselttiğini gösteriyordu. Hükümet, izlediği politikalardan dolayı, zaten işçi ve emekçilerin tepkisi ve direnişleri karşısında zor tutunuyordu. Faşist Altın Şafak’ın giderek Hükümet’i tehdit eder bir güce kavuşması ise, Hükümet’in geleceğini iyice tehlikeye sokacak faktörlerden bir diğerini oluşturuyordu. Faşist ve “derin devlet” olarak örgütlenen Naziler, geçmiş yılların tersine, kontrolden çıktıkça ve tehdit durumuna geldikçe,bu pozisyonları AB’nin, uluslararası sermaye kuruluşlarının ve Yunan burjuvazisinin tepkilerine neden oldu. Oysa Hükümet’in büyük ortağı Yeni Demokrasi Partisi’nin Altın Şafak’la seçim ittifakı yapma planlarının olduğu biliniyordu ve Parti’nin ileri gelenleri bunu defalarca açıklamışlardı. Kontrolden çıkan Naziler, böyle bir ittifaktan yana olmadıklarını açıklamak bir yana, tehditlerini artırdılar.
Dolayısıyla bir yandan Nazilerin kontrol altına alınması, bir yandan da kitleler içinde yeni destekler kazanılması için operasyonlara başlandı. Yıllardan beri kol ve kanat geren devlet ve Hükümet bir gün içinde raflarda bekletilen onlarca dosyayı ortaya çıkardı ve çok sayıda polis, istihbarat ve ordu görevlisi ya tutuklandı ya da görevden alındı. Polis, ordu, Mafya, işveren ilişkileri medyada günlerce teşhir edildi.
Altın Şafak’ın Genel Başkanı ve üç milletvekiliyle çok sayıda sivil faşist, polis tutuklanarak cezaevine kondu. Bazı milletvekilleri ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, bu partiye verilen hazine yardımlarının kesilmesi için yasal düzenlemeler başlatıldı. Ancak NAZİ örgütlenmesinin tasfiye edilmesini beklemek yanlış olacaktır. Hükümet ve devlet Nazileri kontrol altında tutma dışında daha ileri adımlar atmayacak ve Nazileri işçi-emekçi hareketine karşı başka biçim ve örgütlenmeler altında kullanabilecekleri bir yapılanmaya zorlayacaklardır.
Altın Şafak’a yönelik operasyonlar sürerken, Başbakan Antonis Samaras’ın Amerika gezisi sırasında yaptığı Altın Şafak açıklamasına ek olarak, “NATO ve AB’den çıkmamızı isteyen diğer uçlar” şeklinde açıklama yapması ve emperyalizm ve sermaye karşıtlığını “diğer uç” olarak göstermesi, işçi emekçi hareketine yönelik olarak gündeme getirilecek saldırıların haberini vermektedir. NATO’dan ve AB’den çıkılması talebini Nazilerle aynılaştırarak tehdit unsuru olarak gören bir Hükümet, bununla, işçi ve emekçi hareketine yönelik nasıl tutum aldığı ve alacağının kanıtını ortaya koymaktadır. NAZİ örgütlenmelerini yasaklamayarak, Altın Şafak’ı organize suç kapsamı içinde ele alan ve bu yönde genel yasal değişiklikler yapan Hükümet, aynı yasayı işçi emekçi hareketine karşı da kullanacak ve Demokles’in kılıcı olarak hareket üzerinde sallandıracaktır. Son yıllarda birçok işçi emekçi direnişini yasadışı ilan ederek seferberlik yasalarıyla engelleyen ve yüzlerce sendikacı ve emekçiyi mahkemelere çıkaran hükümetlerin bu yasayı harekete karşı kullanmayacaklarını ummak tam bir politik saflık olacaktır. Yunanistan Komünist Partisi ve ana muhalefet partisi SRİZA, haklı olarak, bu içerikte bir “anti terör yasası”na karşı çıkmaktadırlar.
Altın Şafak konusunda Yunan solunun da ciddi yanlışlık ve hatalar yaptığını belirtmek gerekir. Yıllardan beridir ırkçı Nazist örgütlenmelerin dağıtılmasını ve örgütlerinin kapatılmasını “Naziler daha da güçlenir” gerekçesiyle talep olarak gündeme getirmedi ve Nazileri serseri saldırganlar olarak değerlendirdiler. Bugün bile bu konuda açık bir tutum yok. Naziler belli bir kitle tabanı oluşturmuş, hak ve özgürlükler düşmanı, işçi emekçi hareketi karşıtı bir akım durumuna gelmişlerdir. Nazi saldırıları ve örgütlenmelerine karşı ortak tutum alınması ve anti faşist bir cephe yaratılması gerekirken, sorunu “ancak halk hareketi faşist tırmanışın önüne geçebilir” diyerek devrim sorunu olarak ortaya koymak, anti faşist komite ve oluşumlardan uzak durmak ve “genel bir doğru”yu bugünün görevlerinden kopararak savunmak siyasi körlüktür. Kuşkusuz sermayenin politikalarının, faşist ve gerici örgütlenmelerin önünü ancak halk hareketi kesecektir. Belirleyici olan, proletarya ve halk kitlelerinin bilinç, örgütlenme ve mücadelesidir. Ancak bu, bugünün görevlerinin görülmemesi ve günün görevlerine denk düşen adımların atılmaması, örgütlenmelerin reddedilmesi anlamına gelmemelidir.