ÇOKLUK İÇİNDE AYNILIK
Ülkenin içinde bulunduğu ağır siyasal ve ekonomik kriz koşulları, egemen sınıfların pek çok bakımdan “aceleyle” davranmalarını gerektiren sonuçlar yaratıyor. Başlıca “küreselleşme” merkezlerinin (ABD, AB) planlı ve programlı ilerleyişinin ihtiyaçları doğrultusunda davranmaya siyasal bakımdan hazırlanamayan burjuvazi, hızla geçip giden zamanı yakalamaya, “kıra-döke” mevzi kazanmaya ve ilerlemeye çalışıyor. Küreselleşme süreçlerinin bir parçası olmak için köklü değişiklikler gerçekleştirmeye çalışırken, sert sınıf mücadelelerini göze almak zorunda kalıyor, kitlelerin muhalefetini bastırmaya, yatıştırmaya çalışmak için ayrıca gayret gösteriyor.
Ancak, ekonomik-kültürel vb. başka alanlarda olduğundan daha fazla, siyasal alanda tökezliyor. En hazırlıksız olduğu alan burası.
Bir yandan, yalnızca devlet olanaklarını kullanarak seçmen tavlamaya alışmış bulunan burjuva siyaset, gittikçe küçülen bu olanakları paylaşmakta zorlanıyor ve artık seçmen kitlesine yalan söyleyebileceği koşulları bile bulamıyor. Hiçbir Bakan, artık seçim bölgesinde barajlar, yollar, fabrikalar açma sözü veremiyor; milletvekilleri hemşerilerine iş bulmakta zorlanıyor. İMF reçeteleri kendisine özgü mekanizmalar yaratırken, Türkiye’deki geleneksel burjuva politikacı tipini de ortadan kaldırmaya yöneliyor.
Ne var ki, burjuva siyaset yalnızca devlet olanaklarını kullanamamaktan dolayı sıkıntıda değil. Her parti, seçmen karşısına öteki partilerden daha farklı, daha cazip, daha vaat edici programlar çıkaramamaktan da sıkıntıda. Bu, kademe kademe parti tepelerinden başlayarak il ve ilçe örgütlerine kadar sirayet eden kapışmalara yol açıyor. Siyasal program ve siyasal örgüt bunalımı, en gelişmiş siyasal örgüt olan devletten başlayıp siyasal partilere ve onların siyasal programlarına kadar uzanıyor. Bütün burjuva siyasal partiler, eski oy tabanlarından, genel olarak kitlelerden kopuyor. Kopan bağların onarılamaz türden olduğu, yoksul, işsiz, topraksız, emekli, kamu emekçisi halk yığınlarını düzene bağlamaya elverişli ödün ilişkilerinin yeniden kurulamadığı görülüyor. Kitleleri etkileme konumundan uzaklaşan partilerin bunalımı derinleşiyor. TBMM önünde her gün her saat, uzun kuyruklar oluşturarak “vekilleriyle” görüşmeye, bir işini halletmeye çalışan insanların sayısı artarken, bunların memleketlerine çözümle dönenlerinin sayısı sürekli olarak ve hızla azalıyor. “Erken seçim” olasılığı arttıkça, şu anda mecliste bulunan iktidar ya da muhalefet partileri, “en sıkı” kadrolarına kadar daralmış olmanın endişesini yaşıyor. Uzun yıllar boyunca partilerini birer arpalık, iş olanağı, iş takibi için bir büro olarak bellemiş olan bu “en sıkı kadrolar”, seçim sözü edildikçe hangi partinin iktidara daha yakın olabileceğinin hesabını yapıyor ve gruplar halinde bir partiden ötekine dolaşıp duruyor.
“Küreselleşmenin”, temel iddialarından birisi, ideolojilerin sonunun geldiğine ilişkin olanıydı. Bu hemen akla gelen biçimiyle, sosyalizme yöneltilmiş bir “son ilanı” idi. Ne var ki, “tek tip ideoloji ve siyasal program” hedefinin, aynı zamanda burjuva fraksiyonlar ve siyasal temsilcileri için de geçerli olduğu, hiçbirinin özel, farklı, bir diğerine karşı programlar geliştirmeyecekleri bir durumun öngörüldüğü, daha doğrusu, bütün dünyada aynı “küreselleşme” hedefine bağlı tek bir programın uygulanmasından başka bir program ve ideolojinin “fazla” sayılacağı da böylece açıklanmış oluyordu.
Yaklaşık on beş yıl önce, Turgut Özal, Türkiye için “iki buçuk parti, iki buçuk gazete yeter” dediği zaman, mevcut Amerikan siyasal sisteminin bir yansımasını tarif ediyordu, ama burada kalmayarak, uygulanabilir bir plana sahip olduğunu da açıklıyordu. Günümüzde yaşananlar, Türkiye’de ilk uygulayıcısını Turgut Özal’ın şahsında bulan planın büyük ölçüde başarıya ulaştığını göstermektedir. Gazeteler ve başlıca televizyon kanalları, iki buçuk patronun elinde toplanmıştır; siyasal partiler ise, pratik program esasları bakımından artık iki buçuk bile değildir.
Partilerin kendi adlarına uygulayabilecekleri özgün, farklı programlarının kalmaması, böyle bir çabanın da anlamsızlaşması ve gereksizleşmesi, aslında sonuna gelinmiş bir süreçtir. Benzeşme ve aynılaşma, 20 yıllık bir süre içinde, gerek iç, gerekse dış baskı ve yönlendirmeler sonucunda, neredeyse tamamlanmıştır. Burjuva siyaset, artık siyasal partileri, geçmişteki biçimleriyle ve ilişkileriyle de devre dışı bırakacağı başka mekanizmalar geliştirmeye başlamıştır. “Popülizm”in, ekonomik ve siyasal hayatta tamamen yasaklandığı bir uluslararası anlaşma var gibidir ve bunun açık anlamı siyasi partilerin halkın hoşuna gidecek işler yapmadan ya da vaatlerde bulunmadan oy almanın yolunu bulmaya çalışmalarıdır. Eğer iktidara gelirlerse, kazara seçimlerde de böyle vaatlerde bulunmuşlarsa, asla uygulayamayacaklarını peşinen kabul etmiş olacaklar. IMF ve Dünya Bankası, Avrupa Birliği’nin çeşitli organları ve ABD, emperyalist sermayenin sınırsız yayılımı için gerekli olanların dışında herhangi bir “ulusal” programa izin verilmeyeceğini eylemli olarak göstermiş bulunuyor. Buna da esası bakımından hiçbir düzen partisinin itirazı yoktur.
Egemen sınıf partileri, bu bakımdan birbirine iki su damlası gibi benzeşmişlerdir.
Görünürdeki çokluklarına karşın, aslında hepsi bir tek partiden ibarettir.
YA SOSYAL-DEMOKRATLAR?
Eğer çoktan “halkçılık, sosyallik, demokratlık” gibi cilaları terk etmiş bulunan DSP’yi saymazsak, mecliste bir sosyal-demokrat parti yoktur. Peki, meclis dışında geçmiş yıllardaki program ve propaganda temalarına sahip bir sosyal-demokrat parti kalmış mıdır?
Bunun yanıtını almak için, doğrudan doğruya “sol” adına hareket eden ve eski sosyal-demokrat partilerin önderlerini toparlayarak yeni bir parti kurmaya çalışan diğer “sosyal-demokratlar”ın söylediklerine, muhalefet tarzlarına ve şu andaki durumun eleştirisini nasıl yaptıklarına bir bakmakta yarar var.
Gazeteci Metin Sever, Mayıs ayının son haftası boyunca Radikal’de “Solda Yeni Arayışlar” başlığıyla bir dizi söyleşi gerçekleştirdi. Ağırlıklı olarak, “soldaki dağınıklık” denince ilk akla gelen sosyal-demokrat fraksiyonların önderlerinin görüşlerinin yer aldığı bu dizi, hem sosyal-demokrasinin hem de kimi “solcu” grup ve partilerin görüşlerinin topluca ele alınması için bir fırsat doğurdu.
Burada iki nokta dikkat çekiyor: Birincisi, “sol” adına konuşan herkes, “solun yenilenmesi gereği”nin altını çiziyor, ikinci olarak da küreselleşme koşullarını ve sonuçlarını, “kabul edilmesi gereken nesnel ve zorunlu bir durum” olarak değerlendiriyor.
CHP’ye karşı ve “alternatif, hakiki sosyal-demokrat” partinin lideri, eski CHP’li Murat Karayalçın, kendi partisinin görüşlerini, yapmak istediklerini anlatmaya, “solun sorununun ne olduğunu” tespit ederek başlıyor: “Solun, çağa ayak uyduramaması!”
“Çağ”, Murat Karayalçın’a göre, özetle işçi sınıfının ve emek güçlerinin dağıldığı, yeni bir üretim süreci ile karakterize oluyor; öyle ki, SSCB’nin dağılmasını da bu süreç belirlemiştir: “…önce solun düşüncelerini üzerinde yapılandırdığı eski üretim sistemleri geçerliliklerini yitirdi. Post-fordist diye adlandırılan yeni bir üretim sistemi devreye girdi. Yaklaşık çeyrek yüzyıldır, bu üretim sistemi, dünyanın her yerinde egemen oldu. Ardından kapitalizmin bu üretim sistemindeki değişim Sovyet sisteminin çöküşünü getirdi. Yeni üretim sisteminin emek kullanımı, sendikaların çok büyük ölçüde işlevlerini yitirmelerine neden oldu. Bunlar sonuç olarak solun kendisini yeni üretim sistemi uyarınca yeniden tanımlamasını, örgütlemesini gerektiren gelişmeler olarak önümüzde yer aldı.”
Diğer sosyal-demokrat liderlerde de karşılaşacağımız temel tespit, işçi sınıfının ve genel olarak emek hareketinin toplumsal ve siyasal yaşamdaki etkisinin artık olanaksız olduğudur. “Çağ”ı karakterize eden değişiklik budur! Üstelik bu değişiklik, sosyal-demokrat önderlere göre, örneğin sendikasızlaştırma ya da genel olarak işçi sınıfının ekonomik ve siyasal örgütlerinin kimi zaman zorbalıkla, kimi zaman ise doğrudan satın almayla, esnek çalışma ve “toplu görüşme” gibi etkisizleştirme yöntemleriyle değil de, “üretim sürecinin değişen karakteri” tarafından belirlenmiş bulunuyor.
Hal böyle olunca, yapacak tek şey, “çağa ayak uydurmak”tır. Yani, verili koşulları kabul etmekten, işçi sınıfının içine düşürüldüğü durumu, çalışma koşullarında yapılan bölücü ve zayıflatıcı uygulamaları “üretim süreci”nin bir koşulu olarak görüp benimsemekten ve ne yapılacaksa bunun içinde aramaktan başka yapacak bir şey yoktur.
Kuşkusuz, bütün bunlara karşı direnen işçiler “çağın gerisinde kalmış” oluyorlar; ayak uydurmak yerine “modası geçmiş” örgütlenmelerde diretiyorlar. Bu sözlerden çıkarılacak sonuç, sosyal-demokratların emek hareketiyle ilişkisinin yalnızca onu verili koşullara razı olmasını sağlamaya yönelik çalışmalardan ibaret kalacağıdır. Bunu, öteki bütün partilerin zaten yapmakta olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur. Eskiden sosyal-demokratlar, en azından yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve sendikal faaliyetin kendilerine bağlı olmak koşuluyla canlı kalması için plan ve programlara sahiptiler. “Çağın değişmesi”, bu yönelimi tümüyle silmiş bulunmaktadır.
Karayalçın, Avrupa Birliği, devletçilik gibi konulardaki muhalif tutumu da aynı çerçevede değerlendiriyor: “Devletçilik vazgeçilmez bir ilke değildir, AB ulusal çıkarlarla çelişmez!”
Burada, “küreselleşme” projeleriyle eklemlenmiş olmanın başlıca kıstaslarının tümünü görebiliyoruz. “Küreselleşme”, dünya çapında emek hareketinin direnişi kırılmadan gerçekleşemeyecek ya da en azından yerkürenin tümünü kapsama iddiasının uzağında kalacaktır. Bu yüzden, her ülkede önce işçi hareketi ve onun başlıca örgütsel dayanaklarının yok edilmeye girişilmesi rastlantı değil. Ne var ki bunun için de, önce dayatılan çalışma koşullarının “veri” düzeyine getirilmesi gerekiyor. Bir politika, bunu kabul ederek kendisini inşa etmeye başladığı andan itibaren işçilerin ve emekçilerin güncel çıkarlarıyla ilgisini kesmiş demektir.
“Post-fordizm” hakkındaki bu türden görüşler, bir üretim tekniği ile toplumsal ilişkiler arasında “göze hoş görünen” bağıntılar kurarak, toplumsal hayatın ve “üretim biçiminin” teknik değişimlere bağlı olarak “kökten” değiştiğini ileri sürüyor ve görünüşte, Marksistlerin elindeki silahı bir anda işlemez hale getiriyor! Yalnız toplumsal politikalar ve işçilerin örgütleri ile ilgili olarak değil, post-modernizm ve genel olarak kültürel değişimlerle ilgili çözümlemelerde de aynı sihirli anahtara başvuruluyor.
Sosyal-demokratlar, “çağa uygun” bir başka formülü de, “üretimi geliştirme” kavramında buluyorlar. Gazeteci Metin Sever’in, “sosyal-demokratlar Marksizm’den beslenmiştir. Siz hangi toplumsal kesimden besleneceksiniz?” biçimindeki anlamsız sorusunu, Murat Karayalçın, anlayarak yanıtlıyor: “Biz üretenler, çalışanlar, işsizler ve emekliler diye bir kitle tanımlıyoruz. Ayrıca üretim güçlerini geliştiren tüm kesimleri de destekleyeceğimizi ifade ediyoruz. Biz yalnızca paylaşımı esas alan bir parti olmayacağız, üretimi artıran, üretim güçlerini destekleyen bir partiyiz aynı zamanda.” “Üretim güçlerini geliştiren tüm kesimler”den kastın esas olarak sermaye sınıfı olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü işçi sınıfı, eğer terimi düzgün kullanacak olursak, kendisi zaten bir üretici güçtür ve “üretici güçleri geliştiren kesim” içinde sayılmaz. Üretici güçler, bizzat üretici sınıfın yanı sıra, bilim ve teknolojidir. Aslında onları Murat Karayalçın’ın düşündüğü biçimde, kimse geliştirmez: Toplumsal ilerlemenin, deney ve bilgi birikiminin sonucu olarak gelişir ve toplumsal değişimde rol oynarlar. Bu yüzden kural olarak burjuvazi, üretici güçlerin geliştirilmesi diye bir endişe taşımaz. Onların en kârlı biçimde nasıl kullanılabileceğinden öte bir ilgisi de yoktur. “Üretici güçleri geliştiren kesim”, son yıllarda burjuvazinin kendisini tanımlamak için Marksizm’den çaldığı ve bozduğu bir terim. Kimi zaman, daha açık sözlülükle “üretken sermaye” dendiği de oluyor.
Diğer sosyal-demokrat “yeni parti” girişimcilerinin de “yenilenme, çağa ayak uydurma” kavramına verdikleri önem bakımından Karayalçın’dan farkları yok.
TARİHSEL KÖKLER
Sosyal-demokrasi tarihsel olarak, sosyalizmin programına karşı burjuvazinin temel dayanaklarını güçlendirmek, toplumsal muhalefeti reformlar yoluna akıtmak için icat edilmişti. Ana kadroları, sendikal bürokrasi ve işçi sınıfının aristokratik tabakası içinden derlenmişti, başlıca siyasal ve ideolojik tezlerini ise sulandırılmış, burjuva kıstaslara göre gözden geçirilmiş bir tür “sosyalizm” üzerine dayandırıyordu. Başlangıçta, işçi sınıfı sosyalizmiyle kendi arasındaki sınırı “devrimci olmak-olmamak” biçiminde çizmişti. Kesin olarak “ihtilalci komünizm”le bir ilişkisi yoktu, demokrasiden yanaydı, kapitalizmin tekelleşmesine, aşırı kâr peşinde koşan uygulamalarına görünüşte karşıydı, ama örneğin savaş da dâhil olmak üzere, “kendi hükümetlerinin” emperyalist programlarını destekleyebiliyordu. Kapitalizm, emeğe karşı “adil” olmalı, devlet, sınıflar arasında bir denge organı olarak çalışmalı, sosyal haklar ve ücretler “adil” olarak düzenlenmeli diyor, işçi sınıfı partisinin görevinin “devrim yapmak” olmadığını ileri sürüyordu.
Bütün sosyal “düzenleme ve iyileştirme” çabaları, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmayı yumuşatmaya, işçi sınıfının ekonomik durumunda görece bir iyileşme sağlayarak onu “ayaklanma peşinde koşan isyancı sınıf” konumundan uzaklaştırmaya yönelikti. Burjuva egemenlik altında yaratılabilecek bir “adalet” görüntüsü, emek sömürüsünü gizlemeye ve kapitalizmin daha sağlam temeller üzerinde devamına olanak sağlayabilirdi.
Özellikle 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte Avrupa’da yükselen sosyalist devrim dalgasının önüne geçmek üzere, eski Marksist partilerin içinden devşirilen teorisyenler ve işçi önderleri aracılığıyla sosyal-demokrasi, sosyalizme karşı bir kalkan olarak kullanılmaya başlandı. Bu yalnızca işçi hareketinin yönünü ve taleplerini sınırlamak için değil, Marksizm’in teorik-ideolojik birikimini yozlaştırmak için de başvurulan bir yoldu. Görünürde sorun, Marksizm’in devrimci özü ile onun reformist bozulması arasındaydı; ama işçi sınıfının uluslararası örgütlerini de kapsayan bu tartışma aslında doğrudan doğruya kapitalizmin devrim yoluyla yıkılması ya da reformlara dayanarak ayakta kalması tartışmasıydı.
Gerek Ekim Devrimi’nin yarattığı yeni yönelimlerin etkisiyle, gerekse Avrupa’da faşizmin yükselmesi ve iktidara gelmesi koşullarında, sosyal-demokrasi, işçi sınıfının ve komünist partilerin sosyalist devrime yönelik bütün girişimlerini boşa çıkarmak, böyle bir devrimi durdurabilecek bütün güçlerle ittifak yaparak işçi sınıfını sendikal ve siyasal örgütler temelinde bölmek ve güçsüzleştirmek için çalıştı.
İkinci Emperyalist Savaş sonrasında, Avrupa’nın kapitalist yeniden inşası sürecinde, sosyal-demokrasi, savaştan en fazla zarar görmüş kapitalist ülkelerde iktidarda oldu ve bütün planlarını, Amerikan planlarıyla uyumlu hale getirerek muhtemel bir devrimin önüne geçecek sosyal ve ekonomik tedbirlerin alınmasına yönlendirdi. Marshall Planı ve Trumann Doktrini çerçevesinde Amerikan yardımıyla Avrupa sanayisinin yeniden kuruluşuna işçilerin seferber edilmesinde motor gücünü oluşturdu. Soğuk Savaş sürecinde, anti-komünizmin başlıca ideolojik içeriğinin belirlenmesinde teorisyenlerini, sanatçılarını, propagandacılarını yönlendirdi, kullandı. Bir biçimde Marksizm ve sosyalizm terminolojisine vakıf olan, işçi sınıfının sosyal ve siyasal taleplerinin hangi yollardan “reform” planlarına dâhil edileceğini iyi bilen etkili yazarlar, propagandacılar ordusu, bütün silahlarını Stalin önderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne yönlendirdiler.
TÜRKİYE’DE SOSYAL-DEMOKRASİ
Türkiye’de sonradan kendisini sosyal-demokrat parti olarak tanıtan parti, yani CHP, kendisinin sosyal-demokratlığını hayli gecikmiş olarak keşfetti. Türkiye İşçi Partisi, halk muhalefetinin yükseliş rüzgârını arkasına alarak “sosyalizm”, “solculuk” gibi ülkeye yeni yeni giren kavramları da kullanıyor ve düzene yönelmiş tepkileri, düzenin dışına çıkarmaya doğru yol açıyordu. Kuşkusuz bu gelişme, TİP yöneticilerinin iradesi dışındaydı ve gerçekte, dünyada geçerli ölçütler açısından bakılırsa, Türkiye’de ciddiye alınabilecek ilk sosyal-demokrat parti TİP’ti. Bununla birlikte, belli başlı sorunları açık ve sert biçimde ortaya koyarken “tek kurtuluş sosyalizmde” gibi sloganları kullanması, onun “kızıl komünist” olarak karalanmaya çalışılmasına sebep oldu. İktidardaki ve muhalefetteki başlıca burjuva partilerin TİP’e yönelik saldırıları, onu daha da güçlendirdi. Özellikle ismet Paşa önderliğindeki CHP’nin en uyanık seçmen kitlesinin oylarını büyük ölçüde kendisine çekmesi, TİP’e karşı baskı ve yasaklamalardan farklı bir yöntemle karşı konulması fikrini doğurdu. İsmet Paşa, kendisinin “kırk yıllık solcu” olduğunu söyledi ve CHP’nin “ortanın solunda bir parti” olarak tanımlanmasının yolunu açtı. Bütün sorun, TİP’in gelişmesinin önünü kesmek, aydınlar ve işçiler nezdinde CHP’ye, TİP’e karşı itibar kazandırmaktı.
CHP, TİP içindeki olumsuz gelişmelerin de yardımıyla bunda önemli ölçüde başarılı oldu; ancak “ortanın solu” sloganıyla girdiği ilk seçimde büyük bir yenilgiye uğradı. Yine de, ülkede yükselen devrimci dalganın ve büyük işçi-köylü hoşnutsuzluğunun düzen sınırları içinde kalabilmesinin yolunu, bu politikada ısrar ederek kendi etkisini genişletmekte gördüğü için, “ortanın solu” ya da “demokratik solculuk” gibi tanımlardan vazgeçmedi.
‘70’li yıllarda gelişen ve büyük ölçüde sosyalizm hedefiyle birleşme olanakları taşıyan halk muhalefetini düzen sınırları içinde tutmak da CHP’nin görevi oldu. İktidarda olduğu dönemlerde, adeta Türkiye gibi ülkelerde sosyal-demokrasinin Avrupa’da olduğu gibi “sosyal iyileştirmeler yoluyla toplumsal barış” sağlama görevini yerine getiremeyeceğinin kanıtı olarak boy gösterdi. Çünkü Avrupa’da sosyal-demokrasi, sosyal ve ekonomik iyileştirme programlarını ancak, ülkenin emperyalist olanaklarının bir bölümünü işçi sınıfının ve halkın yaşam koşullarının düzeltilmesine ayırarak uygulayabilirken, Türkiye’de böyle bir tahsise elverişli kaynak bulunamazdı. Tek kaynak, yine devletin olanakları olabilirdi, onun üzerinde de tekelci burjuvazinin çıkarlarını küçülten bir tasarrufta bulunulamazdı. Dolayısıyla, Türkiye için sosyal-demokrasinin uygulanması, sosyal ve ekonomik olmaktan çok, yalnızca demagojiye dayanan siyasal bir pratik olabilirdi.
KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA SOSYAL-DEMOKRASİ
Sosyal-demokrasinin vatanı Avrupa, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, küreselleşme sürecinde de yalnızca ekonomik bakımdan değil, siyasal-askeri bakımdan da ABD’nin temsil ettiği emperyalizmin tam destekçisi olarak misyon yüklendi. Bu tutumda en fazla öne çıkmış olan İngiliz İşçi Partisi ve onun “genç” başkanı Blair, bütün dünyaya “yeni sol”un temsilcisi olarak tanıtıldı. “Yeni sol”, özelleştirmecilikte ve emperyalist yayılma politikalarında en militan tutumu tanımlayan bir kavram olarak güncel siyasette yerini aldı. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, kendilerini sosyal-demokrat olarak tanıtan partilerin “çağdaşlaşmakta” örnek alacakları parti haline getirildi.
Diğer yandan, yine bizim gibi ülkeler için anlamlı olan “yeni sağ” kavramı geliştirildi. “Yeni sol” ile “yeni sağ”, program ve ideoloji bakımından birbirine yaklaştırılmış, (neredeyse aynılaştırılmış) olarak, birlikte, “küreselleşmecilik” akımının öne çıkarılan yüzünü tamamladılar. Bunlardan birine “sol”, diğerine “sağ” denmesinin hiçbir nesnel temeli bulunmamaktadır ve aynı küresel politikaların savunucusu ve eğer iktidarda iseler uygulayıcısı oldukları halde, birbirinden hangi ilkeler yüzünden ayrıldıkları artık açıklanamaz durumdadır. Belki, “yeni sağ” apaçık bir programla küreselleşmenin savunucusu iken, “yeni sol” “küreselleşmenin denetlenmesi” gibi anlamsız sözler etmekle görevlendirilmiştir, fark bu kadardır.
Örneğin, yine Metin Sever’in sorularını yanıtlayan Ercan Karakaş, emperyalist küreselleşmenin olmazsa olmaz koşulu olan özelleştirmeler konusunda yalnızca şu itirazı yapabiliyor: “Ekonomide asıl mesele
rant ekonomisi yerine üretim ekonomisini koymak ve ekonomik gelişmeye istikrar kazandırmak olmalıdır. Bu hedefe varmak için kaynak israfını önlemek, kaynakları akılcı ve planlı bir şekilde kullanmak, yolsuzluklara, kamu olanaklarının yağmalanmasına ve kayıt dışı ekonomiye son vermek gerekir. Bu adımları atmayanların tüm sorunların çözümünü özelleştirme olarak sunmalarını kabul etmek mümkün değildir.”
Bu sözlerden anlaşılan, özelleştirmenin Türkiye’de “yanlış uygulandığı”, eğer kendileri iktidar olurlarsa, özelleştirmeyi “yolsuzluk ve yağmaya izin vermeden” gerçekleştirecekleridir! Söylenenlerin hepsi, yine herhangi bir “yeni sağ” ideolog tarafından aynen tekrarlanabilir. Küreselleşme karşısındaki tutum da aynıdır: “Sol, eşitsizliklere neden olan politikalara kararlı bir biçimde karşı çıkmalı ve küreselleşmenin demokratik denetim altına alınması yönünde ulusal ve uluslararası düzlemde çözümler geliştirmelidir.”
“Küreselleşmenin demokratik denetim altına alınması” önerisi, tamamen içi boş, hiçbir biçimde nesnel karşılığı olmayan bir demagojidir. Açık bir biçimde küreselleşmenin onaylanmasıdır ve üstelik bu sürecin demokratik tarzda yürüyebileceğine ilişkin hayaller yaymaktır.
Sosyal-demokratların “küreselleşme” yandaşı tutumlarının açıklık kazandığı nokta, Avrupa Birliği konusundaki tutumlarıdır. Avrupa Birliği’ni öteden beri demokratikleşmenin ve zenginleşmenin tek yolu olarak gösteren sosyal-demokratlar, özelleştirme ve küreselleşme konusunda asla karşı bir tutum geliştiremezler.
Diğer sosyal-demokratların görüşlerini de büyük ölçüde içeren Karakaş programını, Metin Sever şu başlıklar altında özetliyor:
• AB ile eşit koşullarda hızlı bir entegrasyon sağlanmalı.
• Ekonomik popülizmden vazgeçilmeli ve sübvansiyona son verilmeli.
• Demokratik çoğulcu bir yapı oluşturulmalı.
• Devlet yeniden yapılandırılmalı. Devlet-birey ve devlet-toplum, sivil ve askeri otorite ilişkisi yeniden düzenlenmeli.
• Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut ve yargı alanlarında iyileştirme projelerine öncelik verilmeli.
• Sosyal devlet anlayışı ısrarla sürdürülmeli.
• Din ve vicdan özgürlüğü savunulmalı, ancak din siyasete alet edilmemeli. Diyanet yeniden düzenlenmeli, okullarda zorunlu din dersi kaldırılmalı.
• Küreselleşmeye evet, ancak demokratik denetimin sağlanması gerekli.
Bu görüşler, hemen hemen bütün sosyal-demokratların ortak programını özetliyor. Ve görülüyor ki, bunlar arasında “yeni sağcı” bir partinin kabul etmeyeceği hiçbir unsur yoktur. Özellikle, “ekonomik popülizm ve sübvansiyon” kavramlarıyla dile getirilen görüş, IMF’nin bütün dünyada ısrarla üzerinde durduğu bir özelliktir ve IMF tarafından hükümet olmanın ilk koşulu olarak onaylanmıştır. AB ve küreselleşme konusunda söylenenler de uluslararası planda emperyalist odakların temel görüşlerinin onaylanmasıdır.
ÖTEKİ “SOLCU”LAR
Türkiye’nin kendisine özgü bir “solculuk” kavramına sahip olduğuna ve bunun esas karakterinin işçi sınıfıyla ve emekçilerle siyasal ve örgütsel bir bağa sahip olunmaksızın yürütülen “ideolojik solculuk” olduğuna daha önce bu sayfalarda değinilmişti. Sosyal-demokrasinin siyaset ve ideoloji olarak tam bir iflasa sürüklendiği günümüz koşullarında, “solculuk”, onun yerini doldurmaya çalışarak ayakta kalmayı deniyor. Metin Sever’in araştırmasında görüşlerini dile getirenler arasında yer alan “solcu” akım temsilcileri, her söze önce sosyalizmi, SSCB’nin özellikle Stalin dönemini eleştirerek başlamayı ilke edinmiş gibiler. “Yeni bir sol” arayışı, sosyal-demokratlar gibi, onların da temel endişesi. Küreselleşme, Avrupa Birliği, özelleştirme gibi başlıca sorunlar konusunda yine sosyal-demokratlar gibi “demokratik ve katılımcı, emekten yana” gibi kavramlarla süslenmiş savunmaların ötesine geçemiyorlar. Küreselleşmeyi ve Avrupa Birliği sürecini geri dönüşü olmayan verili bir koşul olarak kabul ediyorlar ve bunun içinde ne yapılabileceğini tartışıyorlar.
Örneğin Oğuzhan Müftüoğlu, “Küreselleşmeyi reddetmek mümkün değil” diyor. “Sol için enternasyonalizmden daha önemli bir değer bilmiyorum ben. Küreselleşme de sonuçta enternasyonalizme giden yoldur.” Ve hepsinden daha vahim olan bir onay biçimi buluyor: “Küreselleşmenin alternatifi ise faşizmdir. Küreselleşmenin emperyalizm olarak devam edip edememesi mücadeleye bağlı.”
SONUÇ
Sosyal-demokrasi ve “ideolojik solculuk”, emperyalist politikalar karşısında tümüyle edilgen, koşulları kabullenen ve bunun içinde kendisine yer arayan bir konumu benimsemiştir.
Gerekçe olarak, küreselleşmeye karşı mücadelenin asıl kitlesini oluşturacak, öncülük edecek olan sınıfın, işçi sınıfının, “artık 19. yüzyılın işçi sınıfı olmadığı” önermesine dayanıyorlar. Marx’ın tanımladığı işçi sınıfı artık yoktur! Ya da Sadun Aren’in dediği gibi, “artık eli nasırlı değil”dir! Ufuk Uras ise, “proletarya ya da işçi sınıfı yerine çalışanlar kavramını” öneriyor. “Mavi ve beyaz yakalıların birleştirilmesinden” söz ediyor.
Böylece, küreselleşmenin ve onun araçlarının (özelleştirme, sendikasızlaştırma vs.) artık karşı konulamaz biçimde egemen olmasıyla, buna karşı mücadele edecek güçlerin bulunmadığı tespiti birbirini tamamlıyor.
Sosyal-demokratlar, yaşananların zorunlu ve karşı konulamaz olduğunu söylerken, “solcu”lar, emperyalist saldırı sürecinin “olumlu yanlarını bulmaya” çalışıyorlar.
* * *
Bu yazının sınırları içinde, sosyal-demokrasinin değişik fraksiyonlarının emperyalist küreselleşme konusundaki görüşlerinin ana hatlarını özetlemeye çalıştık. Çünkü şu anda önemli olan, bu görüşlerin kapsamlı bir eleştirisinden çok, onların küreselleşme süreçlerinin eklentisi olarak birlikte ve birbirine benzeyen programlarla hareket ettiklerini görebilmektir. Olası bir erken seçimde, değişik ittifakların oluşmasının olanaklarını bu benzeşmede görmek olası.
“Yeni sağ”ın henüz kendisini net olarak tanımlamaktan ve bu ad altında kitlelere sunmak projesinden uzakta olduğu bir dönemde, hükümetin değilse bile, parlamentonun bileşimi için egemen sınıfların “yeni sol”u önemsedikleri bir gerçek.