1972’den beri cezaevinde yatan Aydın Çubukçu, halen Gaziantep Özel Cezaevi’nde yatmakladır. Kendisi için kısaca şunları söylüyor: “1972 ‘de tutuklandım, idama mahkûm oldum. 74 affı ile bu ceza 30 yıl hapis cezasına çevrildi. Cezaevinde “idareye karşı toplu ayaklanma ve silah kullanma” gerekçesiyle 7,5 yıl daha ceza aldım. TİP içinde başlayan sosyalist siyasal yaşamımın 23. yılındayım.”
Sosyalizm Ve Zorunluluk
Vulgarize literatür, sosyalizmin zorunluluğu kavramını, ekonomik determinist ve buna bağlı olarak da pozitivist bir tarzda “açıkladı” ve propaganda etti. Pek çok sözde eleştirmen, bu malzemenin kofluğundan yararlanarak kolay ün sağlayabiliyor. Her şeyden önce, sosyalizmin kendiliğinden ve “doğal bir zorunlulukla” gerçekleşeceği tezi, devrimci Marksizm’e değil, II. Enternasyonal revizyonizmine aittir. Bu çarpıtma bir yana, ilkelliğine rağmen bu “tez” karşısında bile ciddi bir eleştirinin geliştirilememiş olması ilginçtir. Bugün, Marksizm’in kötü karikatürlerine ve ancak tahta kılıçlarla saldırılabiliyor. Örnek olsun: önce, “madem zorunlu, öyleyse bunca zahmet niye” sorusu ortaya atılıyor ve bundan, “bunca zahmete rağmen gerçekleşmiyorsa, zorunlu değildir” sonucuna gidiliyor. “Filozofun son ve “yeni” eleştirisi, bu kadar ilkel bir totolojiye dayanıyor.
Evet, sosyalizm zorunludur. İnsanın bütün hayat koşullarını hızla tüketen, yalnızca bejli bir ülkede, sınırlı bir coğrafyada değil, bütün yeryüzünde hayatın yeniden üretilebilmesinin toplumsal ve doğal kaynaklarını yerine konulamaz bir biçimde yok eden kapitalizm karşısında sosyalizm tek zorunlu yoldur. Belki emperyalist kapitalizm, nesnelerin ve sermayenin yeniden ve genişletilmiş üretiminin yeni birçok olanağını keşfedebilir! Ama her defasında daha zayıf, daha hızla eskiyen ve daha çok yıkıma yol açan bir çözüm oluyor bu. Belki sermaye genişliyor, ama bu bütün bir hayatın hızla tüketilmesine dayanıyor.
“Nokta” dergisine konuyla ilgili soruya verdiği cevapta T.Akçam, “onlarca çıkış yolu”ndan söz ediyor. İnsanlığın geleceğine ilişkin temel sorunları hiçbir zaman ortadan kaldıramayan “binlerce debelenme yolu” vardır ve bunlar bir dönem için, gittikçe daha kısalan sürelerde kapitalizme nefes aldırabilir. Ama insanın ilerleyiş yolunu sınıf çatışmalarından temizlediği için sonuna kadar açabilmeye yetenekli tek ve bu anlamda da zorunlu olan yalnızca sosyalizmdir.
İşçi Sınıfı ve Devrimciliği
Hiçbir toplumsal kuruluş projesi, sosyo-tarihsel eylemi içindeki bir sınıfın (hakiki üretici gücün) dönüştürücü etkinliğinden bağımsız gerçekleşemez. Bütün toplum projeleri, en ütopik olanı bile, “fiilen var olan öncüllerden” doğarlar. Orada üretilen problemler, ihtiyaçlar ve bunlar için tasarlanan cevaplar gene aynı “fiili öncüller” içinde maddi bir güce dönüşürler. Ütopik olanla bilimsel olanın ayrıldığı yer burasıdır: ütopik olan düşlerde ve kitaplarda kalır, bilimsel olan kitleleri sarar ve maddi bir güce dönüşür. Genel olarak hem yeni bir düşüncenin, yeni bir toplum projesinin doğuşuna kaynaklık eden, hem de onun kendisine teorik bilinç olarak dönerek maddeleşmesine olanak veren bir toplumsal sınıf daima vardır. Hem “yeni toplum projelerinden” söz etmek, hem de bunun için toplumsal sınıfların kategorik çatışma düzlemi dışında bir kaynak tasarlamak, en azından mantık bakımından tutarsızdır. Sınıflara bölünmüş bir toplumsal durumdan hareket edildiğinde, ilerlemenin öznesini de bu verili ilişkiler içinden bulmak gerekecektir. Özetle, herhangi bir sınıfın devrimciliği hakkındaki bütün “önyargılardan” bağımsız olarak işe girişildiğinde bile, sonuçta, teorinin kendisine misyon yükleyeceği bir “son sınıf” kavramına ulaşılması zorunludur.
“Fikirleri iyi sonuca ulaştırmak için, pratik bir kuvveti harekete geçirecek insanlar gereklidir…” diyor Marks. Kimdir bu insanlar? “Yüksek fikirlere” sahip aydınların “yeni toplum projeleri” için cevaplamaları gereken ilk soru budur. İki yüz yıldır ve bugün, sosyalizm hem bir düşünce, hem ASHC’de olduğu gibi yaşayan bir gerçeklik, hem de hepimizin önünde bir zorunluluk olarak var olabiliyor, kimilerinin onu inkâr edebilmek için kitaplar yazmasına neden oluyorsa, bu yalnızca işçi sınıfının onunla olan dolaysız ilişkisinden ötürüdür. Sonuç olarak “elveda proletarya” demek, “elveda gelecek” demektir.
Sosyalizm ve “Zor” İlişkisi
Bazan bir kavramın doğduğu ve şekillendiği zamanın özellikleri, o kavramın bütün sonraki zamanlar için donmasına yol açar. Kavramın ortaya çıkışını tayin eden tezler ve karşılıkları değişmiştir, tartışılan olaylar geçip gitmiştir ama onların belirlediği içerik, hâlâ kavramın içinde taşınarak günün olaylarını ve tartışmalarını belirlemeye devam eder. “Silahlı mücadele” ya da daha genel bir ifadeyle “toplumsal zor” kavramının Türkiye’de doğuş koşulları ve koşullarda karşı karşıya gelen görüşler, bugün de etkili kalmaya ve kavramın teorik içeriğine ulaşmayı engellemeye devam ediyor.
60’lı yılların sonlarında, bütün dünya Vietnam devrimci savaşının simgelediği genel ve yaygın bir sıcak ortam içindeyken, Türkiye’de yükselen işçi, köylü, öğrenci gençlik hareketleri de bir “devrim yolu” arayışını ve tartışmasını canlandırdı. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın halklarının kahramanlıkları, Amerikan emperyalizminin vahşeti, Che’nin bütün kuşaklar için örnek yiğitliği, “Ho Amca” sıcaklığı, “Kültür Devrimi” ve “Paris Ayaklanması”, ve daha pek çok güncel ve canlı etki, söz konusu tartışmanın teorik-programatik olmasından çok, taktik-pratik bir alanda gelişmesine yol açtı.
Tartışmanın diğer bir özelliği ise, içeriğini oluşturan soruların, esas olarak “parlamentarist sol” tarafından belirlenmiş olmasıdır.
Bunun karşısında da devrimci tepki, o tarafın ileri sürdüğü kanıtların tersine çevrilmesini teori düzeyine yükseltmeye çalışmaktan öte gidememiştir. Örneğin M. A. Aybar, bugün olduğu gibi, o gün de “silahlı devrim” fikrine karşı çıkarken, başlıca iki tez ileri sürüyordu: Türkiye’nin jeopolitik durumu elverişsizdir ve devletin silahlı kuvvetleri güçlüdür. Buna karşılık olarak, jeopolitik durumun bir avantaj olduğu ve devletin güçlülüğü tezinin kof bir aldanma olduğu (kabaca ve ana hatlarıyla) ileri sürüldü.
Tartışmanın aşağı yukarı bugün de devam eden bu içeriği, Marksizm’in “silah ve sosyalizm” arasında kurduğu temel ilişkiyi göz ardı etmektedir ve temel bir sorunu, taktik bir soruna indirgemektedir. Marksizm bakımından temel öneme sahip olan sorun, egemen sınıfların elinde bulunan silah tekelinin parçalanmasıdır; bir başka deyişle, silah üzerindeki tekelci siyasi mülkiyetin toplumsallaştırılmasıdır.
Kapitalizmin temel çelişmesi, üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındadır ve bu çelişme, önce üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi ile çözülür. Ancak sosyalizm bundan ibaret değildir: siyasi iktidar üzerindeki mülkiyetin de özel karakterine son verilmelidir. Ve nihayet, toplumsallaştırma, burjuva ilişkilerin parçalayıp dağıttığı bireyin toplumsallaştırılmasına kadar ilerleyecektir. Diğer alanlardaki toplumsallaştırma eylemini bir yana bırakıyorum. Konumuzla ilgili olan yan, iktidarın toplumsallaştırılmasıdır.
Genel olarak burjuva devlet, profesyonel bir grubun burjuvazi adına silahı elde tutmasına dayanır. Bu anlamda o, kendi dışında bir silahlı organizasyona izin vermeyen tekelci bir politik organdır. Sosyalist devrim ise, genel olarak siyasal üst yapının parçalanmasına, siyasetin bütün halkın işi haline getirilmesi için halkın (en başta proletaryanın) kendine ait iktidar organlarında örgütlenmesine dayanır. Ancak bu iktidar organları, siyasal devrimin zafere ulaşmasından önce, burjuva egemenlik koşullarında ve devrimci durum ortamında ortaya çıkar. Başka bir deyişle, her devrimci durumda biri egemen siyasal üst-yapı biçiminde, diğeri aşağıdan gelen devrimci işçi ve halk inisiyatifinin ifadesi olan yığınsal, sokak iktidarı biçiminde iki karşıt iktidarın çatışması söz konusudur. Devrim, aşağıdan gelen iktidarın tek iktidar olarak egemen olması demektir. İki iktidardan, mevcut egemenlik sistemini temsil edeni mutlak olarak silahlıdır. İkincisinin ise, çoğu kez, yığınsal gücünden ve çıplak ellerinden başka silahı yoktur. Fakat bir iktidar olma iradesinin ürünü olarak, aşağıdan gelen iktidar da silahlanmak zorundadır. 1789 Fransız İhtilalinden, günümüzün Nikaragua devrimine kadar, bütün devrimlerin, ister burjuva-demokratik isterse proleter-sosyalist karakterde olsun, ortak çizgisi budur. Toplumsal dönüşümün siyasal ifadesi olan “iktidar” kavramı, analitik olarak “zor” kavramını içerir. “Zorun” devrimci sıçrama momentinde aldığı genel biçim ise, bütün toplumsal ilişkilerin “silah” ile tanımlanmasıdır. Bildiğimiz nesne, “tüfek”, kaçınılmaz olarak, toplumsal ilişki ve çelişkilerin kendisinde düğümlendiği, kendisi ile ifade edildiği bir sosyo-politik kategori değeri kazanır.
Zor, devrim ve sosyalizm kavramları bu tarihsel ve teorik kapsamı içinde birleştirilemeyen kavramlar olarak kaldıkça, aralarındaki ilişki aktüel verilerin analizine dayanan bir taktik problem olarak düşünüldükçe; her şeyden önce, değişen koşullara göre “zor”un zorunluluğu tartışılmaya elverişli, göreli bir içerik kazanır. Bundan daha önemlisi, devrim, salt askeri yanı bakımından ele alınan bir olay olarak teoriye dâhil edilir. Başka bir deyişle, sınıflar savaşı, ordular savaşına indirgenmiş olur. Askeri sorunlar, iktidar sorunun önemli bir yanıdır ama devrimin çok yönlü, çok faktörlü, karmaşık yapısının sadece bir yanıdır. Şu ya da bu aşamada değişen bir önemi vardır. Fakat genel olarak zor’un ve bunun özel ifadesi olan silah’ın değişmeyen, ağırlığını daima koruyan, bir önem ve değeri vardır. Çünkü sonuç olarak devrimin bütünsel yapısı içinde, tıpkı üretici güçler gibi, siyasal kurumlar gibi, toplumsal bir anlamı vardır.
Bu konuda geliştirilen revizyonist-reformcu itirazların bir özelliğine değinmek istiyorum: Önce “silahlı mücadele” kavramı, konspiratör örgütlerin terminolojisindeki içeriği ile ele alınıyor; sonra bunun “Marksizm’in bir özelliği” olduğu kanıtlanıyor (!) ve reddediliyor! Böylece hem “sosyalizmde devrim” yapılmış oluyor, hem de Marksistlerin yıllarca önce kavramın bu küçük-burjuva içeriğine yönelttiği eleştirilerin üzerinden atlanıyor. Elbette, “devlet güçlüdür, silah kullanılmamalıdır” ya da “devletin güçsüzlüğü ancak silah kullanılarak ispatlanır” gibi, ikisi de aynı yanlış seçilmiş ampirik temelde karşı karşıya gelen tezlerin, Marksist devlet ve devrim teorisi bakımından hiçbir değeri olmayan bu tezlerin, yarattığı toz-duman içinde bu tür kurnazlıklara alan açıldığını da belirtmeliyim.
Sosyalizm ve Çok Seslilik
Sorunun şimdiki biçimiyle tartışma gündemine sokulması, işçi sınıfının temel ihtiyaçlarından çok, içinden geçilmekte olan “Eylül sonrası” döneminin özellikleriyle ve sosyalist aydınların bundan doğan sıkıntılar açısından geçmişe bakışlarıyla belirlendi. Sonuçta tartışmanın içeriği “kendi aramızda demokrasi” temasına kadar düştü. Ve bundan türeyen “kanatlı parti”, “çok sesli tartışma yayınları” vs. gibi yan kavramlar, tartışmanın ekseni haline geldi. Elbette işin en talihsiz yanını, soğuk savaş motiflerinin bol bol kullanılması oluşturuyor. Tarihin yeniden yazılması talebini, gündelik faaliyetin her alanında vazgeçilmez çıkış noktası haline getiren troçkizm, kan ve gözyaşı edebiyatında kendilerini özdeşleyebilecek çok şey bulmaya hazır aydınlar katında arabesk bir ilgi ve sempati bularak, demokrasi tartışmasına yer yer anarşist boyutlar eklemeyi de başardı. İşin özü iyice bulandı.
Önce, “kendi aramızda demokrasi” kavramına değinmek istiyorum. Söz konusu tartışma içinde yer yer bu talebin gerçekleşebilmesinin maddi zeminine doğru atıflarda bulunuldu. Örneğin E. Kürkçü, Yeni Öncü’nün Ekim 87 tarihli sayısında yayınlanan ve doğru önermeleri, pek çok kabul edilemez tez içinde boğuntuya gelen yazısında, işçi sınıfının, içinde kendilerini yönettikleri mücadele organlarının problemin çözümü bakımından sağlayacağı temele dikkat çekmişti. Fakat büyük ölçüde sınıf-dışı kalmış aydınların özellikle ve öncelikle kendileri için anlayıp talep ettikleri “demokrasi” için, bu, fazlaca “marjinal” göründü. Şimdi pek çok çevrede, “işyeri komiteleri”, “devrimci sendikal işçi muhalefeti”, “alternatif yönetim”, vs. vs. adlarıyla anılan örgütlenme tarzı, eğer gerçekten sınıfın kitlesel mücadele organları olarak anlatılabilirse, “kendi aramızda demokrasi” sorununun çözümü, kaynağını bulabilecektir. Konuyu sınıf dışı zaaf ve lekelerden arınmış haliyle ele alabilmenin imkânı, bu organlaşabilme çabasında gerçekleşebilecek olan ‘sosyalizmin işçileştirilmesi ve işçilerin sosyalistleştirilmesi” faaliyetinde bulunacaktır. “Sosyalistlerin” kendi aralarındaki bitmez tükenmez tartışmalarda değil. O zaman görülecektir ki, demokrasi kavramı “güç” kavramını içerir ve sınıflar mücadelesinin alanı, ahlak ilkeleriyle, hüsnüniyetle, hoşgörüyle vs. çözülemeyecek problemlerle doludur, ilişkiler, kiminin demokratlığına, kiminin de despotluğuna göre değil, hareket halindeki binlerce ve binlerce öğenin birbiri üzerindeki etkisiyle belirlenmektedir.
Bu alandaki ilişkileri temellendirecek bir ilkeyi Marksistler yıllardır savunuyorlar: “Propaganda ve ajitasyonda serbestlik, eylemde birlik!” Geçmişte pek çok gerekçeyle bu sloganı kitlesel eylemler için dahi reddetmiş olanlar, şimdi “parti” içinde dahi bunun geçerli olduğunu savunmaya başladı. Marksistlerin kimselerin “partisi” içinde böyle bir serbestlik istediklerini sanmıyorum, kimseye de Marksist-Leninist bir parti içinde böyle bir özgürlük vaat etmemişlerdir. Ama sınıfın kitlesel mücadele alanlarında ve organlarında, halkın diğer sınıf ve tabakalarının hareketi içindeki ‘ ilişkilerde bu “eski” ilkeyi hatırlamanın zamanıdır.
“Sosyalizmde çok seslilik” sorununa gelince: şahsen, “tek ses”, “tek tip” gibi kavramlardan nefret etmek için sayısız nedenim var. Sosyalizmin, biri çok sesli, diğeri tek sesli iki türü olduğunu da bilmiyorum. Bildiğim, bu ayrımın McCartizmin ve troçkizmin propaganda malzemelerinden derlenen hikâyelere dayandığıdır. Bugün görülen, Gorbaçov “reformlarına” işçilerin önemli bir kesiminin ve “eski” ezilen halkların “Stalin dönemindeki iyi günlere” dönüş özlemiyle verdikleri cevaptır.
“Birlikçilik” Eğilimleri
Revizyonist kampta, uzun süredir “birlik” tayin edici bir slogan halini aldı. Fakat sorunuzda belirttiğiniz akım ve partilerin temel teorik saptamalardaki birliklerini, organik bir birliğe dönüştürebileceklerini sanmıyorum. Bu içlerinde yeni parçalanmalara, parçaların kendi aralarında bir tür “birlikler” oluşturabilmesine kadar gidebilir. Olasılıklar bunlar. Daha geniş çapta birlikler için, Gorbaçov “reformlarının” önemli “başarılar” kazanması ve bu “itibar” çevresinde oluşacak eğilimlerin hız kazanması gerekiyor. Bu da umutsuz.
” Çözümün Tek Yolu: Birleşik Devrimci Savaş”
Hasan Şensoy:
1970’lerin ortalarında örgütlenen MLSPB’nin kurucularından. İlk tutuklanmasından sonra Toptaşı Cezaevi’nden kaçan Şensoy, Eylül sonrası yeniden tutuklandı, askeri mahkemede yargılanarak ölüm cezasına mahkûm edildi, 9 yıldır İstanbul’da çeşitli askeri ve sivil cezaevlerinde tutuluyor.
Özgürlük: Sosyalizmin zorunluluğu üzerine düşünceleriniz…
H. Şensoy: (eylülle birlikte) ülkeye egemen olan toplumsal karabasan, içine düştüğü ekonomik-toplumsal ve siyasal depresyonu atlatma çabasındaki emperyalizmin dünya çapında saldırganlaştığı, sosyalizmin sorunlarının yoğun bir biçimde sorgulandığı bir döneme denk düştü ve yılgınlık teorileri yaygınlaştı.
Bir yenilgi, ülkeyi altüst eden, potansiyel düzeyde ulaştığımız o büyük gücü ezen bir yenilgi yaşamıştık. Döneme egemen olan politik atmosfer, birçoklarını başarısızlığı teorinin kendisiyle açıklamak gibi kolay bir çözüme itmekteydi. (…) Sosyalizmin dünya çapında yaşadığı bunalımında etkisiyle, Marksizm’in artık eskidiği, günümüz sorunlarını açıklayamadığı yaklaşımından yola çıkarak, örgüt ve örgütlü mücadelenin doğrudan ya da dolaylı biçimde yadsımasına dönüşen görüşler tartışıldı. Bu “arayış” içinde kimileri de devrimci pratiği ve sosyalist sistemin sorunlarını sorgulama adına sosyalizmin en temel ilkelerini inkâr ederek burjuva reformist teorileri yeniden “keşfetmek” durumuna geldi. (…)
Yükselecek devrimci pratik, her türden bunalım teorisine verilecek en iyi karşılık olacaktır. Bu, kendisine sol içinde yer biçen uzlaşmacı eğilimlerin ele alınması ve sorgulanması gerekliliğini yadsımak anlamına gelmez. Bunu elbette yapacağız. (…) Bunalım teorilerine etkili olma şansını veren neden, bu görüşlerin sahip oldukları sağlamlık değil, devrimci kavganın ertelendiği, yalpaladığı koşullarda uzlaşmacılığın yaygınlaşması, bu tür savların ileri sürülmesine uygun bir atmosferi yaratmasıdır. İşte bu yapay atmosfer, toplumsal pratik içinde yer almayanlara önem kazandırıyor, tartışma konusu yapabiliyor. Ama onlar, bilinçlenme ve örgütlenme, bilinçlenme ve örgütlenme için siyasal eylem gibi bir gerekliliğin bilincinde olmanın uzağındalar ve birbirlerine soruyorlar: “Niçin sosyalist oluruz?”
(…) Marksizm’in tarihe bir bakış açısı, bir değerlendirme yöntemi vardır. Tarihsel materyalizmin öğrettikleri, bu tür bir soruyu daha baştan anlamsız ve gereksiz kılar.
Tarih ve toplumun yapı taşı insandır. İnsan, insan-doğa, insan-insan ilişkisi çerçevesi içindeki üretim sürecinde tarihi yapar ve toplumu yaratır. Ancak sömürü ve özel mülkiyetin egemen olduğu toplumlarda, insanlık, tarihi, sınıflara bölünmüş ve yabancılaşmış olarak yapar, tarihin yapı taşları birbirini yadsır; hiçbiri kendi yapısını oluşturmaya, biri ötekini yadsımaya çalışır. Ama zafer, her zaman eskinin bağrında doğup gelişen ve giderek güçlenen sınıfındır. (…)
Özel mülkiyetin ve sömürünün olduğu toplumlarda nesnelleştirme süreci kaçınılmaz bir yabancılaşmayı, bir reifikasyonu (şeyleşme) içerir. Yabancılaşma, eski toplum bağrında doğan yeni bir sınıfın egemen sınıfla çelişmesini ve giderek çatışmasını kaçınılmaz kılar. (…)
Tarihsel materyalizm, toplumsal gelişmenin, bir toplumda var olan çelişme ve ilişkilerin toplumu olumsuzlamasıyla gerçekleştiğim bize öğretmektedir.
İnsanlık, sınıfların birbirlerine yabancılaşıp yadsımalarıyla, üretici sınıfın egemenliğine ve onun da kendi kendini yadsıyarak sınıf olmaktan çıkmasıyla sınıfsız geleceğe ulaşacaktır. Ama kimse bunun kendiliğinden olacağını düşünmemeli. Yani, Murat Belge’nin bir çelişki olarak göstermeye çalıştığı “eğer sosyalizme geçiş tarihi bir zorunluluk ise bu yolda katlanılan bunca fedakârlığa ne gerek var?” türünden soruların tarihsel materyalizm açısından ciddi bir yanı olamaz. Çünkü söz konusu zorunluluk, ilerlemenin dinamiği olan sınıf ilişki ve çelişkileriyle bağlantılıdır. Bu ilişki ve çelişkiler çerçevesi içinde gerçekleşecek olan bilinçlenme ve örgütlenme, kapitalizmin dönüştürülmesi ve yabancılaşmanın olumsuzlanmasını sağlayacaktır. Kapitalizm, tekelci aşaması olan emperyalizmle birlikte çürümeye yüz tutmuştur. Farklı deyişle, yabancılaşma olumsuzlanmaya hazırdır. Gereken şey, bu olumsuzlanmayı gerçekleştirecek olan öznel koşulların varlığıdır. Bu anlamda, günümüzde devrimlerin determinist yönü değil, volantarist yanı ağır basmaktadır. Bu düzeni kaldırıp atmanın nesnel koşulları vardır. Gereken yalnızca, bilinçlenme, örgütlenme ve siyasal eylemdir.
Bugüne kadar bir Marksist “nasıl olsa sosyalizm olacak, o halde neden fedakârlık” gibi bir açmazla karşılaşmamıştır. Marksizm’in bir paradoksu değil, Murat Belge’nin demagojik bir yaklaşımı söz konusu burada. (…) Biz, gerçekliği yalnızca izleyen bir dolu salt aydın gibi değil, olumsuz koşulların altında ezilerek bunalım teorisi üreten “yine de sosyalistler” gibi değil, bir teori fetişizmi yaratan ve gerçekte teori susuzluğu çeken, böyle olduğu için de teorik gelişmeyi yeterli ve başlı başına bir amaç olarak görenler gibi değil, tam tersine, hayatın işleyiş yasalarının dayattığı bir gerçek olarak, bu gerçeklere inandığımız, onun gerektirdiği görevleri yerine getirmeyi kabul ettiğimiz için sosyalist olduk. Dolayısıyla sosyalist teorinin ahlaki nedeni bizim için, bir tartışma ya da soru konusu olmadı hiç. Her zaman bildik ve inandık ki, sosyalizm bütün insanlığa sunulmuş bir olanak ve sosyalist tercih. Çağdaş insanı bekleyen bir görevdir. Bunun toplumsal pratik içinde kazandığı anlam da, örgütlenmek, bilinçlenmek ve bu yolda siyasal eylemi temel almaktır. Siyasal eylemi politik iktidar kavgasının temeli olarak kabul etmek ve silahlı mücadeleyi, bu yolda tercih etmek zorunda bırakıldığımız temel siyasal eylem biçimi olarak görmek. Sosyalist olmaktan ve sosyalist mücadeleden anladığımız en temel de bu.
Özgürlük: Proletaryanın ve işlevinin “klişeleştirilmesiyle bir yere yanlamayacağı” iddiasına ne dersiniz?
H. Şensoy: İşçi sınıfı, kapitalist toplumun bir ürünüdür. Kapitalist toplumsal sistemin ortaya çıkmasıyla, sınıfsız toplum amacına yürüyecek örgütlü ve disiplinli, devrimci bir sınıf olarak, çalışanların ve sömürülenlerin, yeni bir toplumsal düzeni yaratma eylemi içinde sermayenin boyunduruğunu parçalama savaşını yürütmeye, bizzat bu savaş boyunca zaferi korumaya ve sağlamlaştırmaya, sınıfları tümüyle ortadan kaldırmaya yetenekli tek sınıftır. (…)
İşçi sınıfının sahip olduğu devrimci niteliğin klişe olarak nitelenmesi, Marksizm’e de bir klişe olarak bakmaktan başka anlam taşımaz. İşçi sınıfına devrimci nitelik kazandıran neden, kapitalizmin işleyiş yasalarıdır. Bu yasaların üretim sürecine kazandırdığı nitelik, toplumsal ilişkilerin en temelde aldığı biçim, işçi sınıfını toplumun dinamik gücü kalmış ve çürüyen sistemi yıkma yolunda temel olma işlevini ona vermiş, onu tarihin sınıf olarak örgütlenip harekete geçmeye en yatkın sınıfı yapmıştır.
“Geçmişte öyleydi, ama bugün artık geçerli değil” deniyorsa, değişenin ne olduğu açıklanmalıdır. Kapitalizmde değişen nedir? (…)
(Bu) tartışmalar, ülkeye egemen olan düşünsel karmaşayı ve hâlâ etkisinden kurtulunamayan toplumsal karabasanın günümüze sarkan yanlarını açıklamaktadır. İşçi sınıfının devrimci niteliğinin yadsınması yeni bir şey değil. Devrimler dalgasının durulduğu her dönem bu türden görüşler ileri sürülmüştür. Bernstein ile başlayan revizyonizmin kökeninde yatanlardan biri de buydu. (…)
Önemli olan 80’li yılları kapsayan gelişmeleri görmek. (…)
Devrimci kavganın sorunlarını tartışmak, geçmişte içine düşülen hataları saptamak ve bugüne, geleceğe yönelik dersleri çıkarmak, kavgayı yeniden, bu kez daha güçlü temellerde yükseltmek gibi sorunların çözümü genellikle ertelenirken, kolay yoldan yapılan değerlendirmelere ve bu yüzeysel sabadan çıkarılmış iri iri sonuçlara dayanan, legalizmin ve uzlaşmacılığın erdemlerini yeniden keşfetmek yolu seçildi. Dünyaya ve ülkeye damgasını vuran gerçeklere bakmak, savrulan yerin ne olduğunu görmemize yarayacaktır. Bugün emperyalizm esas olarak yeni sömürgeciliğin üzerinde yükselmektedir. Metropol işçi sınıfları üzerindeki sömürü, bu nedenle doğaldır ki, kapitalizmin geçmiş dönemlerindeki gibi vahşi boyutlardan değil. (…) Bu ülkelerde işçi sınıfının geçmişte sahip olduğu Devrimci niteliğin küllendiği açık.
Ama öte yandan, dünyanın dört bir yanında emperyalizm tarafından sürdürülen fahiş bir sömürü var. (…) İnsanlık, baskı ve sömürüyü ezecek bir geleceğe doğru ilerliyor ve bu ilerlemenin kalbi, emek ile sermaye arasındaki çatışmanın en kızgın halkalarında, yeni sömürgelerde, bu ülkelerin işçi sınıflarında, onların sahip oldukları devrimci dinamizmde atıyor. Yeni sömürge bir ülkede yaşıyoruz. Yani, kendini üretecek, sistem olarak ilerletecek dinamiklere sahip olmayan emperyalizmin çıkmazlarının faturasını ödeyenlerdeniz. (…) Bizce işçi sınıfı bilinç bağlamında, bugün geçmişten ileri bir düzeydedir. “Kitleler yaşayarak öğrenir.” 12 Eylül süreci işçi sınıfına çok şey öğretti. En azından düzenin niteliği olanca çıplaklığıyla gözler önündeydi, işçi tüm haklarının gasp edildiği koşullarda çalışmaya zorlandı, faşist terörü bizzat yaşadı. Bugün devrimci çizginin sınıfla buluşmasının koşulları daha olgun, çünkü işçi sınıfı en sıradan haklarını elde etmek için bile doğrudan siyasal içerik kazanan eylemlere başvurmak zorunda. Bunalım teorisyenleri kendilerini bazı şeylere inandırabilir. Bu mümkün. Ama hayatı keyfiyetimize ayarlamak mümkün değil.
Özgürlük: “Çok sesli sosyalizm” ve bu arada “glasnost” ile ilgili görüşleriniz?
H. Şensoy: (…) Emperyalizme karşı savaş, sanayileşme sorununun çözümü, çoğu burjuva demokrasisine bile yabancı ülkelerde sosyalist demokrasiyi kurumlaştırma, sosyalist kültürü yaygınlaştırma, yeni sosyalist insanı yaratma ve çoğu zaman en az bu sorunlar kadar önem kazanan yerel sorunları çözme. İşte çağımızda sosyalizmin aşması gereken sorunlardan ilk akla gelenler. Tüm bu engellere karşın, sistem olarak yerleşmek, gelişmek, kapitalizmi alt etmek, sınıfsız topluma ilerlemek… Bunlar çözümü kolay sıradan sorunlar değil. (…) Sosyalizm, sık sık yanlış değerlendirmelere, teşhis bozukluklarına, erken yapılmış çıkarımlara sahne olmuş ve bu arada büyü hatalara düşülmüş, onların daha da büyük olan bedelleriyle karşılaşılmıştır.
Bugün devrimini yapmış ülkelerin sahne olduğu gelişmeleri ancak bu gerçeklerle birlikte ele aldığımızda sağlıklı biçimde değerlendirebiliriz. Biriken sorunlar, çözüm yolunda arayışı da getirmiş, bu temelde oluşan birikim, 80’li yıllarda açığa çıkmıştır. Sınıfsız topluma geçişin zorlu niteliği, sorunları büyütmekte. Sosyalizm, deneyerek, sınayarak, çoğu kez yalpalayarak ilerlemektedir. (…) Yeni toplumsal teoriler ortaya çıkıyorsa, bu, doğrudan doğruya topluma gerekli oldukları içindir. Çünkü onların örgütleyici, harekete geçirici ve dönüştürücü etkileri olmadan, toplumun maddi yaşam koşullarındaki gelişmenin getirdiği geciktirilemez sorunların çözümü olanaksızdır.
“Glasnost” ve “Perestroika”ya yaklaşımımız en temelde bu. Ama sorunun konuluş biçimiyle yetinmek, genellikle yanıltıcı olur. Olumsuzlukları aşma yolunda, en azından hantallığın yerini alacak dinamikleri yaratma ya da yenilenme anlamında girişimler olarak görmek, bize sorunun yalnızca bir yanını vermektedir. Oysa “perestroyka”, kuşkuyla karşılanması gereken çeşitli yanları içermektedir. Örneğin SSCB Bilimler Akademisi tezleriyle yan yana düşünüldüğünde, karşımıza yadsınamayacak bir uzlaşma, bir reformizm çıkmaktadır. Sorunuza vereceğimiz karşılık böylece ortaya çıkmış oluyor. “Sosyalizmde çok seslilik” ve “çoğulcu sosyalist toplum” tanımları son derece demagojik tanımlar. Hem sınıfsız gelecekten yana inançları korumak ve hem de bu kavramlara sarılmak olanaksız, özellikle sosyalist inşa sürecini tamamlayamamış ülkelerde “çoğulculuk” ve “çok seslilik”, sosyalist inşanın karşısına daha işin başlarında aşılmaz engelleri dikmekten öte sonuçlar doğurmaz. Çünkü kastedilen çoğulculuk, burjuva düşünceye örgütlenme özgürlüğünün tanınmasından başka bir şey değil. Özellikle sosyalist nitelik anlamında, zaten çarpık örnek olan ülkeler için bu tür uygulama, var olan yetersiz niteliğin de yitirilmesini kaçınılmazlaştırır, olumlu çözümün koşullarının yaratılmasını engeller.
Çoğunluk adına ileri sürülen sosyalizmden yana tercihli iki ya da daha çok parti önermesinin de açıklayıcı ve ikna edici olduğunu söyleyemeyiz. Emekçi halkların çıkarlarının yerel ve mesleki örgütlerinin çoğulculuğunu gerektirmesi ya da KP ilkeleri çerçevesinde bir tartışma ile örgütlenme hakkı tanınmış çoğulculuk aynı şey olmaz. Birden fazla sosyalizm çeşidi yok.
Geçmişte de “ilerleme” ve “kapitalist olmayan yoldan geçiş” gibi, “halkçı devlet” gibi tezler vardı. Bunlar sonuçlarıyla sosyalizme büyük zararlar verdi, halen de veriyor. ‘Perestroyka”nın içerdiği uzlaşmacı ve reformist yanların vereceği zararlar da büyük olacak. Ama dünyanın şafağında yeni bir devrimler dalgası var. 1980’li yıllar boyunca egemen olan durgunluğun yerini alacak atılımların, zaferlerin her türlü uzlaşma eğilimini boğacağına inanıyoruz.
Özgürlük: Son zamanlarda çok moda olan birlik konusunda ne düşünüyorsunuz?
H. Şensoy: Devrimci savaş, partileşme sürecinden başlayarak zafere kadar uzanan uzun yol boyunca, çeşitli beraberlikleri, ittifakları içerir, içerecektir. Ama bunlar, ancak ne zaman, ne için ve hangi ilkeler doğrultusunda sorularının karşılıkları doğru verildiyse, başarı şansına sahiptir. 12 Eylül süreci boyunca çeşitli yapılanmalar “birlik” yoluna gittiler, “cepheler”, ittifaklar oluşturdular. Bu türden “birlik”ler ve birlik olma çabaları bugün de sürüyor. İlk bakışta göze çarpan yanları, üzerinde yükselecekleri sağlam bir temelden yoksun olmalarıdır. Edilen onca söze, onca yazıya karşın, ilkeli bir beraberlikten çok, hesaplı, grupçu kaygılardan arınmamış ve her şeyden önce “mücadele üzerinde yükselmek” gibi temel bir özellikten yoksun kalmışlar ve bütünleşme bir yana, yeni yeni bölünmelerle süren bir dağınıklık, başat özelliklerden biri olarak süregelmiştir.
Bu genel nitelik bugün de sürmektedir. Sahip olduğu nitelik, geçmişte ve bugün “birlik” kavramına yüklenen işlev, daha baştan girişimleri çözümsüz kılmaktadır. Bu noktada başlıca iki açıklama biçimi getirebiliriz. Birincisi, oluşturulan birlikler, genel bir hesaplaşmaya, geçmiş üzerine yapılmış sağlıklı bir değerlendirmeye dayanmamaktadır. Kabullenmek istemeyenler ya da kısmi yenilgi türünden ilginç tanımların ardına gizleyenler olsa da, genel de paylaşılan bir sonuç olarak, 12 Eylül süreci, devrimci hareket için ağır bir yenilgi anlamına gelmektedir. Ancak bu ortak kapıya karşın, yenilginin nedenlerini sorgulamak, devrimci kavgayı bu sorgulamanın üzerinde yükseltmek, geçmiş hataların açık bir özeleştirisini vermek görevi yerine getirilmemiştir. Sağlıklı bir iç hesaplaşmayı yapamayanlar, hata, zaaf ve eksikliklerini halka açık biçimde koymayanlar, sorunlarını giderek büyüyen bir kambur gibi omuzlarında taşımaya ve onun altında ezilmeye mahkûmdurlar.
İkinci önemli neden ise, doğru bir perspektiften, her şeyden önce mücadele içinde birlik gibi temel bir gereklilikten yoksun olunmasıdır. (…) Uzun süre, esas olarak yurtdışında süren birleşme ve ayrışma, ülke içine taşındı. Ancak temelde yatan gereklilik yerine getirilmediğinden, başarısızlık sürdü. Bu gereklilik mücadele alanlarında, hayatın canlı pratiği içinde birliktir.
Bugün tek istisna, TKP ve TİP’in birleşmesidir. Bu da gerçekte TİP’in TKP’ye iltihakı olduğundan ve mücadele etmek gibi bir kaygıya dayanmadığından yaşıyor. Biz bu birleşmeyi yararlı bulduk. Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde toplanmalıdır. Legalizm ile devrimci çizgi arasındaki uçurum, kapatılamayacak kadar derindir. Silahlı mücadele ile legalizm arasında yapılacak tercih, bugün de yaşamaya çalışan çevre ve grupların, örgütlerin geleceklerini belirleyecektir. (…)
Birlik sorununda bakış açımız, devrim anlayışımız, örgütlenme anlayışımız ve çalışma yöntemimizle bağlantılı olarak biçimlenmektedir. Farklı anlayışlarla bir araya gelip adına parti demek gibi bir anlayışımız yok. “Çok sesli”, “kanatlı” gibi nitelemelerin ardına gizlenen hantal ve legalist yapılarla ilişkimiz olamaz. Parti, onun ideolojik, politik görüşlerini savunan ve onun tüzüğü, ilkeleri doğrultusunda çalışan profesyonel devrimcilerin birliğidir. Ve komünist partide, parti stratejisi, temel ilkeleri üzerinde farklılıklar bir arada yaşamaz. (…)
Bunun dışında, başta silahlı mücadeleyi savunan ve uygulayan siyasi yapılar olmak üzere halk saflarında gördüğümüz bütün yapılanmalarla çerçevesi, ilkeleri, programı saptanmış birliklerimiz olacak. Cephe düzeyinde ve mücadelenin geliştiği oranda koşulları olgunlaşacak olan ittifakla, bu günden en ciddi isteklerimizden biridir.
Öte yandan, ülkenin somut güncel-sorunları ölçüsünde, aynı alanda yer aldığımız hareketlerle o sorun özelinde birlikte çalışabiliriz. (…)
Özgürlük: Devrimde zorun rolü?
H. Şensoy: Soruna burjuva devlet mekanizmasının niteliği açısından yaklaşmak gerekiyor. Burjuva devlet biçimlerinden hangisini ele alırsak alalım, doğrudan ya da dolaylı olarak zora ve şiddete dayalı olduğunu görürüz.
Devrim her şeyden önce devlet mekanizmasının parçalanmasıdır. Bir Marksist’in bilmesi gereken ilk kuraldır bu. Devrimler tarihi proletarya ve müttefiklerinin barışçıl yollarla iktidar olmasının olanaksızlığını, “zor” bunun tek yolu olduğunu göstermiştir. Öte yandan devrimin şiddete dayanmasının “parlamenter kurumlar” ve “seçim geleneği”nin varlığı ile bire bir bağlantısı yoktur. (…) Sorunun devrimci çözümü de, verili iktidar mekanizmalarının parçalanmasını ön koşul olarak dayatır. Bu da, somut koşullara uygun düşen bir strateji çerçevesinde yürütülecek silahlı mücadeleyle ancak mümkündür. (…)
Burjuvazi, emperyalist istikrar programlarını silahlı gücüne, ordusuna dayanarak yürütmekte ve halk, bu silahlı güce karşı koyacak yetenekte bir komünist partisine ve onun emrindeki bir silahlı güce, halk ordusuna sahip olmadığından boyun eğmektedir. On yılda bir anayasanın değiştiği bir ülkede isteyenler parlamenter kurumlardan söz edebilir, her seçimde yeni bir seçim yasasının düzenlendiği bir ülkede yerleşik bir seçim geleneğinin olduğuna isteyenler kendilerini inandırabilir. Biz inanmıyoruz, halk yararına çözümün tek yolu olarak Birleşik Devrimci Savaşı alıyoruz. Düşüncelerimiz açık. (…) THKPC-MLSPB’nin yaklaşık 20 yıllık mücadele süreci, ideolojisi ve çalışma yöntemi, illegal ve silahlı mücadele temelinde yükselmeye dayandığı için, sorunuzun karşılığını bir bütün olarak kendi varlığımızla özdeş görüyoruz. Türkiye üzerine yaptığımız ve bizi silahlı mücadeleyi temel alma zorunluluğuyla baş başa bırakan çözümlemeler bugün de geçerlidir. Bizim için seçenekler arasında beğendiğimiz yol değil, hayatın dayattığı seçenek olarak Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi var. Bu savaş, ancak illegaliteyi temel alan, legal ve yarı-legal mücadele alanlarını ise alabildiğince zorlayan bir ML partinin başarılı taktikleriyle kazanılacaktır. (…)
Barışçıl yollardan mücadele adına, yetmiş yıldır burjuva kuyrukçuluğun-dan ve uzlaşmacılıktan öteye ciddi tek bir kazanımın, 70 yıla sığdırılmış tek bir mevziinin bile sahibi olmayanlar, Türkiye’deki parlamenter demokrasi konusunda kendilerini ikna edebilirler, ediyorlar. Ama bugün abartılan “demokratik” ortamın niteliğini görmek gerek. Türkiye’de faşist bir devlet mekanizması var, gerçek olan bu. Bunu göremeyenler, “demokrasi savaşımı” vermek için Türkiye’ye giren (!) Kutlu ve Sargın örneklerin de görüldüğü gibi, her zaman yanılmak ve yeniden yanılmaktan öteye gidemezler. (…) Marksist-Leninistleri “ehlileştirmeye”, devrimin karşısında reformizmi koyarak sonuç elde etmeye kimsenin gücü yetmez.
Girişiminizi doğru ve yerinde bulduğumuzu belirterek, sözlerimizi Marks’ın günümüz Türkiye’sine uygun düşen şu sözleriyle bitirmek istiyoruz: “Her devrimde, onun gerçek temsilcilerinin yanma, bambaşka nitelikte adamlar da karışır. Bunlardan bazıları, büyük bir saygı ile bağlı bulundukları geçmiş devrimlerin kalıntısıdırlar, güncel hareketi anlamayan bu adamlar, bilinen dürüstlük ve cesaretleri, ya da salt gelenek gücü ile halk üzerinde hâlâ büyük etkiye sahiptirler. Bazıları da, günün hükümetine karşı yıllardan beri aynı basmakalıp tumturaklı tespih dualarını yineleye yineleye, kendilerini eşi bulunmaz devrimciler olarak göstermiş bulunan basit yaygaracılardır… Güçleri ölçüsünde, bu adamlar işçi sınıfının gerçek eylemlerini engellediler; tıpkı önceki her devrimin tam gelişmesini engellemiş bulundukları gibi.”
Mayıs 1989