Aşağıdan Gelen iktidar da Silahlanmak Zorundadır


1972’den beri cezaevinde yatan Aydın Çubukçu, halen Gaziantep Özel Cezaevi’nde yatmakladır. Kendisi için kısaca şunları söylüyor: “1972 ‘de tutuklandım, idama mahkûm oldum. 74 affı ile bu ceza 30 yıl hapis cezasına çevrildi. Cezaevinde “idareye karşı toplu ayaklanma ve silah kullanma” gerekçesiyle 7,5 yıl daha ceza aldım. TİP içinde başlayan sosyalist siyasal yaşamımın 23. yılındayım.”

Sosyalizm Ve Zorunluluk
Vulgarize literatür, sosyalizmin zorunluluğu kavramını, ekonomik determinist ve buna bağlı olarak da pozitivist bir tarzda “açıkladı” ve propaganda etti. Pek çok sözde eleştirmen, bu malzemenin kofluğundan yararlanarak kolay ün sağlayabiliyor. Her şeyden önce, sosyalizmin kendiliğinden ve “doğal bir zorunlulukla” gerçekleşeceği tezi, devrimci Marksizm’e değil, II. Enternasyonal revizyonizmine aittir. Bu çarpıtma bir yana, ilkelliğine rağmen bu “tez” karşısında bile ciddi bir eleştirinin geliştirilememiş olması ilginçtir. Bugün, Marksizm’in kötü karikatürlerine ve ancak tahta kılıçlarla saldırılabiliyor. Örnek olsun: önce, “madem zorunlu, öyleyse bunca zahmet niye” sorusu ortaya atılıyor ve bundan, “bunca zahmete rağmen gerçekleşmiyorsa, zorunlu değildir” sonucuna gidiliyor. “Filozofun son ve “yeni” eleştirisi, bu kadar ilkel bir totolojiye dayanıyor.
Evet, sosyalizm zorunludur. İnsanın bütün hayat koşullarını hızla tüketen, yalnızca bejli bir ülkede, sınırlı bir coğrafyada değil, bütün yeryüzünde hayatın yeniden üretilebilmesinin toplumsal ve doğal kaynaklarını yerine konulamaz bir biçimde yok eden kapitalizm karşısında sosyalizm tek zorunlu yoldur. Belki emperyalist kapitalizm, nesnelerin ve sermayenin yeniden ve genişletilmiş üretiminin yeni birçok olanağını keşfedebilir! Ama her defasında daha zayıf, daha hızla eskiyen ve daha çok yıkıma yol açan bir çözüm oluyor bu. Belki sermaye genişliyor, ama bu bütün bir hayatın hızla tüketilmesine dayanıyor.
“Nokta” dergisine konuyla ilgili soruya verdiği cevapta T.Akçam, “onlarca çıkış yolu”ndan söz ediyor. İnsanlığın geleceğine ilişkin temel sorunları hiçbir zaman ortadan kaldıramayan “binlerce debelenme yolu” vardır ve bunlar bir dönem için, gittikçe daha kısalan sürelerde kapitalizme nefes aldırabilir. Ama insanın ilerleyiş yolunu sınıf çatışmalarından temizlediği için sonuna kadar açabilmeye yetenekli tek ve bu anlamda da zorunlu olan yalnızca sosyalizmdir.

İşçi Sınıfı ve Devrimciliği
Hiçbir toplumsal kuruluş projesi, sosyo-tarihsel eylemi içindeki bir sınıfın (hakiki üretici gücün) dönüştürücü etkinliğinden bağımsız gerçekleşemez. Bütün toplum projeleri, en ütopik olanı bile, “fiilen var olan öncüllerden” doğarlar. Orada üretilen problemler, ihtiyaçlar ve bunlar için tasarlanan cevaplar gene aynı “fiili öncüller” içinde maddi bir güce dönüşürler. Ütopik olanla bilimsel olanın ayrıldığı yer burasıdır: ütopik olan düşlerde ve kitaplarda kalır, bilimsel olan kitleleri sarar ve maddi bir güce dönüşür. Genel olarak hem yeni bir düşüncenin, yeni bir toplum projesinin doğuşuna kaynaklık eden, hem de onun kendisine teorik bilinç olarak dönerek maddeleşmesine olanak veren bir toplumsal sınıf daima vardır. Hem “yeni toplum projelerinden” söz etmek, hem de bunun için toplumsal sınıfların kategorik çatışma düzlemi dışında bir kaynak tasarlamak, en azından mantık bakımından tutarsızdır. Sınıflara bölünmüş bir toplumsal durumdan hareket edildiğinde, ilerlemenin öznesini de bu verili ilişkiler içinden bulmak gerekecektir. Özetle, herhangi bir sınıfın devrimciliği hakkındaki bütün “önyargılardan” bağımsız olarak işe girişildiğinde bile, sonuçta, teorinin kendisine misyon yükleyeceği bir “son sınıf” kavramına ulaşılması zorunludur.
“Fikirleri iyi sonuca ulaştırmak için, pratik bir kuvveti harekete geçirecek insanlar gereklidir…” diyor Marks. Kimdir bu insanlar? “Yüksek fikirlere” sahip aydınların “yeni toplum projeleri” için cevaplamaları gereken ilk soru budur. İki yüz yıldır ve bugün, sosyalizm hem bir düşünce, hem ASHC’de olduğu gibi yaşayan bir gerçeklik, hem de hepimizin önünde bir zorunluluk olarak var olabiliyor, kimilerinin onu inkâr edebilmek için kitaplar yazmasına neden oluyorsa, bu yalnızca işçi sınıfının onunla olan dolaysız ilişkisinden ötürüdür. Sonuç olarak “elveda proletarya” demek, “elveda gelecek” demektir.

Sosyalizm ve “Zor” İlişkisi
Bazan bir kavramın doğduğu ve şekillendiği zamanın özellikleri, o kavramın bütün sonraki zamanlar için donmasına yol açar. Kavramın ortaya çıkışını tayin eden tezler ve karşılıkları değişmiştir, tartışılan olaylar geçip gitmiştir ama onların belirlediği içerik, hâlâ kavramın içinde taşınarak günün olaylarını ve tartışmalarını belirlemeye devam eder. “Silahlı mücadele” ya da daha genel bir ifadeyle “toplumsal zor” kavramının Türkiye’de doğuş koşulları ve koşullarda karşı karşıya gelen görüşler, bugün de etkili kalmaya ve kavramın teorik içeriğine ulaşmayı engellemeye devam ediyor.
60’lı yılların sonlarında, bütün dünya Vietnam devrimci savaşının simgelediği genel ve yaygın bir sıcak ortam içindeyken, Türkiye’de yükselen işçi, köylü, öğrenci gençlik hareketleri de bir “devrim yolu” arayışını ve tartışmasını canlandırdı. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın halklarının kahramanlıkları, Amerikan emperyalizminin vahşeti, Che’nin bütün kuşaklar için örnek yiğitliği, “Ho Amca” sıcaklığı, “Kültür Devrimi” ve “Paris Ayaklanması”, ve daha pek çok güncel ve canlı etki, söz konusu tartışmanın teorik-programatik olmasından çok, taktik-pratik bir alanda gelişmesine yol açtı.
Tartışmanın diğer bir özelliği ise, içeriğini oluşturan soruların, esas olarak “parlamentarist sol” tarafından belirlenmiş olmasıdır.
Bunun karşısında da devrimci tepki, o tarafın ileri sürdüğü kanıtların tersine çevrilmesini teori düzeyine yükseltmeye çalışmaktan öte gidememiştir. Örneğin M. A. Aybar, bugün olduğu gibi, o gün de “silahlı devrim” fikrine karşı çıkarken, başlıca iki tez ileri sürüyordu: Türkiye’nin jeopolitik durumu elverişsizdir ve devletin silahlı kuvvetleri güçlüdür. Buna karşılık olarak, jeopolitik durumun bir avantaj olduğu ve devletin güçlülüğü tezinin kof bir aldanma olduğu (kabaca ve ana hatlarıyla) ileri sürüldü.
Tartışmanın aşağı yukarı bugün de devam eden bu içeriği, Marksizm’in “silah ve sosyalizm” arasında kurduğu temel ilişkiyi göz ardı etmektedir ve temel bir sorunu, taktik bir soruna indirgemektedir. Marksizm bakımından temel öneme sahip olan sorun, egemen sınıfların elinde bulunan silah tekelinin parçalanmasıdır; bir başka deyişle, silah üzerindeki tekelci siyasi mülkiyetin toplumsallaştırılmasıdır.
Kapitalizmin temel çelişmesi, üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındadır ve bu çelişme, önce üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi ile çözülür. Ancak sosyalizm bundan ibaret değildir: siyasi iktidar üzerindeki mülkiyetin de özel karakterine son verilmelidir. Ve nihayet, toplumsallaştırma, burjuva ilişkilerin parçalayıp dağıttığı bireyin toplumsallaştırılmasına kadar ilerleyecektir. Diğer alanlardaki toplumsallaştırma eylemini bir yana bırakıyorum. Konumuzla ilgili olan yan, iktidarın toplumsallaştırılmasıdır.
Genel olarak burjuva devlet, profesyonel bir grubun burjuvazi adına silahı elde tutmasına dayanır. Bu anlamda o, kendi dışında bir silahlı organizasyona izin vermeyen tekelci bir politik organdır. Sosyalist devrim ise, genel olarak siyasal üst yapının parçalanmasına, siyasetin bütün halkın işi haline getirilmesi için halkın (en başta proletaryanın) kendine ait iktidar organlarında örgütlenmesine dayanır. Ancak bu iktidar organları, siyasal devrimin zafere ulaşmasından önce, burjuva egemenlik koşullarında ve devrimci durum ortamında ortaya çıkar. Başka bir deyişle, her devrimci durumda biri egemen siyasal üst-yapı biçiminde, diğeri aşağıdan gelen devrimci işçi ve halk inisiyatifinin ifadesi olan yığınsal, sokak iktidarı biçiminde iki karşıt iktidarın çatışması söz konusudur. Devrim, aşağıdan gelen iktidarın tek iktidar olarak egemen olması demektir. İki iktidardan, mevcut egemenlik sistemini temsil edeni mutlak olarak silahlıdır. İkincisinin ise, çoğu kez, yığınsal gücünden ve çıplak ellerinden başka silahı yoktur. Fakat bir iktidar olma iradesinin ürünü olarak, aşağıdan gelen iktidar da silahlanmak zorundadır. 1789 Fransız İhtilalinden, günümüzün Nikaragua devrimine kadar, bütün devrimlerin, ister burjuva-demokratik isterse proleter-sosyalist karakterde olsun, ortak çizgisi budur. Toplumsal dönüşümün siyasal ifadesi olan “iktidar” kavramı, analitik olarak “zor” kavramını içerir. “Zorun” devrimci sıçrama momentinde aldığı genel biçim ise, bütün toplumsal ilişkilerin “silah” ile tanımlanmasıdır. Bildiğimiz nesne, “tüfek”, kaçınılmaz olarak, toplumsal ilişki ve çelişkilerin kendisinde düğümlendiği, kendisi ile ifade edildiği bir sosyo-politik kategori değeri kazanır.
Zor, devrim ve sosyalizm kavramları bu tarihsel ve teorik kapsamı içinde birleştirilemeyen kavramlar olarak kaldıkça, aralarındaki ilişki aktüel verilerin analizine dayanan bir taktik problem olarak düşünüldükçe; her şeyden önce, değişen koşullara göre “zor”un zorunluluğu tartışılmaya elverişli, göreli bir içerik kazanır. Bundan daha önemlisi, devrim, salt askeri yanı bakımından ele alınan bir olay olarak teoriye dâhil edilir. Başka bir deyişle, sınıflar savaşı, ordular savaşına indirgenmiş olur. Askeri sorunlar, iktidar sorunun önemli bir yanıdır ama devrimin çok yönlü, çok faktörlü, karmaşık yapısının sadece bir yanıdır. Şu ya da bu aşamada değişen bir önemi vardır. Fakat genel olarak zor’un ve bunun özel ifadesi olan silah’ın değişmeyen, ağırlığını daima koruyan, bir önem ve değeri vardır. Çünkü sonuç olarak devrimin bütünsel yapısı içinde, tıpkı üretici güçler gibi, siyasal kurumlar gibi, toplumsal bir anlamı vardır.
Bu konuda geliştirilen revizyonist-reformcu itirazların bir özelliğine değinmek istiyorum: Önce “silahlı mücadele” kavramı, konspiratör örgütlerin terminolojisindeki içeriği ile ele alınıyor; sonra bunun “Marksizm’in bir özelliği” olduğu kanıtlanıyor (!) ve reddediliyor! Böylece hem “sosyalizmde devrim” yapılmış oluyor, hem de Marksistlerin yıllarca önce kavramın bu küçük-burjuva içeriğine yönelttiği eleştirilerin üzerinden atlanıyor. Elbette, “devlet güçlüdür, silah kullanılmamalıdır” ya da “devletin güçsüzlüğü ancak silah kullanılarak ispatlanır” gibi, ikisi de aynı yanlış seçilmiş ampirik temelde karşı karşıya gelen tezlerin, Marksist devlet ve devrim teorisi bakımından hiçbir değeri olmayan bu tezlerin, yarattığı toz-duman içinde bu tür kurnazlıklara alan açıldığını da belirtmeliyim.

Sosyalizm ve Çok Seslilik
Sorunun şimdiki biçimiyle tartışma gündemine sokulması, işçi sınıfının temel ihtiyaçlarından çok, içinden geçilmekte olan “Eylül sonrası” döneminin özellikleriyle ve sosyalist aydınların bundan doğan sıkıntılar açısından geçmişe bakışlarıyla belirlendi. Sonuçta tartışmanın içeriği “kendi aramızda demokrasi” temasına kadar düştü. Ve bundan türeyen “kanatlı parti”, “çok sesli tartışma yayınları” vs. gibi yan kavramlar, tartışmanın ekseni haline geldi. Elbette işin en talihsiz yanını, soğuk savaş motiflerinin bol bol kullanılması oluşturuyor.     Tarihin yeniden yazılması talebini, gündelik faaliyetin her alanında vazgeçilmez çıkış noktası haline getiren troçkizm, kan ve gözyaşı edebiyatında kendilerini özdeşleyebilecek çok şey bulmaya hazır aydınlar katında arabesk bir ilgi ve sempati bularak, demokrasi tartışmasına yer yer anarşist boyutlar eklemeyi de başardı. İşin özü iyice bulandı.
Önce, “kendi aramızda demokrasi” kavramına değinmek istiyorum. Söz konusu tartışma içinde yer yer bu talebin gerçekleşebilmesinin maddi zeminine doğru atıflarda bulunuldu. Örneğin E. Kürkçü, Yeni Öncü’nün Ekim 87 tarihli sayısında yayınlanan ve doğru önermeleri, pek çok kabul edilemez tez içinde boğuntuya gelen yazısında, işçi sınıfının, içinde kendilerini yönettikleri mücadele organlarının problemin çözümü bakımından sağlayacağı temele dikkat çekmişti. Fakat büyük ölçüde sınıf-dışı kalmış aydınların özellikle ve öncelikle kendileri için anlayıp talep ettikleri “demokrasi” için, bu, fazlaca “marjinal” göründü. Şimdi pek çok çevrede, “işyeri komiteleri”, “devrimci sendikal işçi muhalefeti”, “alternatif yönetim”, vs. vs. adlarıyla anılan örgütlenme tarzı, eğer gerçekten sınıfın kitlesel mücadele organları olarak anlatılabilirse, “kendi aramızda demokrasi” sorununun çözümü, kaynağını bulabilecektir. Konuyu sınıf dışı zaaf ve lekelerden arınmış haliyle ele alabilmenin imkânı, bu organlaşabilme çabasında gerçekleşebilecek olan ‘sosyalizmin işçileştirilmesi ve işçilerin sosyalistleştirilmesi” faaliyetinde bulunacaktır. “Sosyalistlerin” kendi aralarındaki bitmez tükenmez tartışmalarda değil. O zaman görülecektir ki, demokrasi kavramı “güç” kavramını içerir ve sınıflar mücadelesinin alanı, ahlak ilkeleriyle, hüsnüniyetle, hoşgörüyle vs. çözülemeyecek problemlerle doludur, ilişkiler, kiminin demokratlığına, kiminin de despotluğuna göre değil, hareket halindeki binlerce ve binlerce öğenin birbiri üzerindeki etkisiyle belirlenmektedir.
Bu alandaki ilişkileri temellendirecek bir ilkeyi Marksistler yıllardır savunuyorlar: “Propaganda ve ajitasyonda serbestlik, eylemde birlik!” Geçmişte pek çok gerekçeyle bu sloganı kitlesel eylemler için dahi reddetmiş olanlar, şimdi “parti” içinde dahi bunun geçerli olduğunu savunmaya başladı. Marksistlerin kimselerin “partisi” içinde böyle bir serbestlik istediklerini sanmıyorum, kimseye de Marksist-Leninist bir parti içinde böyle bir özgürlük vaat etmemişlerdir. Ama sınıfın kitlesel mücadele alanlarında ve organlarında, halkın diğer sınıf ve tabakalarının hareketi içindeki ‘ ilişkilerde bu “eski” ilkeyi hatırlamanın zamanıdır.
“Sosyalizmde çok seslilik” sorununa gelince: şahsen, “tek ses”, “tek tip” gibi kavramlardan nefret etmek için sayısız nedenim var. Sosyalizmin, biri çok sesli, diğeri tek sesli iki türü olduğunu da bilmiyorum. Bildiğim, bu ayrımın McCartizmin ve troçkizmin propaganda malzemelerinden derlenen hikâyelere dayandığıdır. Bugün görülen, Gorbaçov “reformlarına” işçilerin önemli bir kesiminin ve “eski” ezilen halkların “Stalin dönemindeki iyi günlere” dönüş özlemiyle verdikleri cevaptır.

“Birlikçilik” Eğilimleri
Revizyonist kampta, uzun süredir “birlik” tayin edici bir slogan halini aldı. Fakat sorunuzda belirttiğiniz akım ve partilerin temel teorik saptamalardaki birliklerini, organik bir birliğe dönüştürebileceklerini sanmıyorum. Bu içlerinde yeni parçalanmalara, parçaların kendi aralarında bir tür “birlikler” oluşturabilmesine kadar gidebilir. Olasılıklar bunlar. Daha geniş çapta birlikler için, Gorbaçov “reformlarının” önemli “başarılar” kazanması ve bu “itibar” çevresinde oluşacak eğilimlerin hız kazanması gerekiyor. Bu da umutsuz.


” Çözümün Tek Yolu: Birleşik Devrimci Savaş”
Hasan Şensoy:

1970’lerin ortalarında örgütlenen MLSPB’nin kurucularından. İlk tutuklanmasından sonra Toptaşı Cezaevi’nden kaçan Şensoy, Eylül sonrası yeniden tutuklandı, askeri mahkemede yargılanarak ölüm cezasına mahkûm edildi, 9 yıldır İstanbul’da çeşitli askeri ve sivil cezaevlerinde tutuluyor.

Özgürlük: Sosyalizmin zorunluluğu üzerine düşünceleriniz…
H. Şensoy: (eylülle birlikte) ülkeye egemen olan toplumsal karabasan, içine düştüğü ekonomik-toplumsal ve siyasal depresyonu atlatma çabasındaki emperyalizmin dünya çapında saldırganlaştığı, sosyalizmin sorunlarının yoğun bir biçimde sorgulandığı bir döneme denk düştü ve yılgınlık teorileri yaygınlaştı.
Bir yenilgi, ülkeyi altüst eden, potansiyel düzeyde ulaştığımız o büyük gücü ezen bir yenilgi yaşamıştık. Döneme egemen olan politik atmosfer, birçoklarını başarısızlığı teorinin kendisiyle açıklamak gibi kolay bir çözüme itmekteydi. (…) Sosyalizmin dünya çapında yaşadığı bunalımında etkisiyle, Marksizm’in artık eskidiği, günümüz sorunlarını açıklayamadığı yaklaşımından yola çıkarak, örgüt ve örgütlü mücadelenin doğrudan ya da dolaylı biçimde yadsımasına dönüşen görüşler tartışıldı. Bu “arayış” içinde kimileri de devrimci pratiği ve sosyalist sistemin sorunlarını sorgulama adına sosyalizmin en temel ilkelerini inkâr ederek burjuva reformist teorileri yeniden “keşfetmek” durumuna geldi. (…)
Yükselecek devrimci pratik, her türden bunalım teorisine verilecek en iyi karşılık olacaktır. Bu, kendisine sol içinde yer biçen uzlaşmacı eğilimlerin ele alınması ve sorgulanması gerekliliğini yadsımak anlamına gelmez. Bunu elbette yapacağız. (…) Bunalım teorilerine etkili olma şansını veren neden, bu görüşlerin sahip oldukları sağlamlık değil, devrimci kavganın ertelendiği, yalpaladığı koşullarda uzlaşmacılığın yaygınlaşması, bu tür savların ileri sürülmesine uygun bir atmosferi yaratmasıdır. İşte bu yapay atmosfer, toplumsal pratik içinde yer almayanlara önem kazandırıyor, tartışma konusu yapabiliyor. Ama onlar, bilinçlenme ve örgütlenme, bilinçlenme ve örgütlenme için siyasal eylem gibi bir gerekliliğin bilincinde olmanın uzağındalar ve birbirlerine soruyorlar: “Niçin sosyalist oluruz?”
(…) Marksizm’in tarihe bir bakış açısı, bir değerlendirme yöntemi vardır. Tarihsel materyalizmin öğrettikleri, bu tür bir soruyu daha baştan anlamsız ve gereksiz kılar.
Tarih ve toplumun yapı taşı insandır. İnsan, insan-doğa, insan-insan ilişkisi çerçevesi içindeki üretim sürecinde tarihi yapar ve toplumu yaratır. Ancak sömürü ve özel mülkiyetin egemen olduğu toplumlarda, insanlık, tarihi, sınıflara bölünmüş ve yabancılaşmış olarak yapar, tarihin yapı taşları birbirini yadsır; hiçbiri kendi yapısını oluşturmaya, biri ötekini yadsımaya çalışır. Ama zafer, her zaman eskinin bağrında doğup gelişen ve giderek güçlenen sınıfındır. (…)
Özel mülkiyetin ve sömürünün olduğu toplumlarda nesnelleştirme süreci kaçınılmaz bir yabancılaşmayı, bir reifikasyonu (şeyleşme) içerir. Yabancılaşma, eski toplum bağrında doğan yeni bir sınıfın egemen sınıfla çelişmesini ve giderek çatışmasını kaçınılmaz kılar. (…)
Tarihsel materyalizm, toplumsal gelişmenin, bir toplumda var olan çelişme ve ilişkilerin toplumu olumsuzlamasıyla gerçekleştiğim bize öğretmektedir.
İnsanlık, sınıfların birbirlerine yabancılaşıp yadsımalarıyla, üretici sınıfın egemenliğine ve onun da kendi kendini yadsıyarak sınıf olmaktan çıkmasıyla sınıfsız geleceğe ulaşacaktır. Ama kimse bunun kendiliğinden olacağını düşünmemeli. Yani, Murat Belge’nin bir çelişki olarak göstermeye çalıştığı “eğer sosyalizme geçiş tarihi bir zorunluluk ise bu yolda katlanılan bunca fedakârlığa ne gerek var?” türünden soruların tarihsel materyalizm açısından ciddi bir yanı olamaz. Çünkü söz konusu zorunluluk, ilerlemenin dinamiği olan sınıf ilişki ve çelişkileriyle bağlantılıdır. Bu ilişki ve çelişkiler çerçevesi içinde gerçekleşecek olan bilinçlenme ve örgütlenme, kapitalizmin dönüştürülmesi ve yabancılaşmanın olumsuzlanmasını sağlayacaktır. Kapitalizm, tekelci aşaması olan emperyalizmle birlikte çürümeye yüz tutmuştur. Farklı deyişle, yabancılaşma olumsuzlanmaya hazırdır. Gereken şey, bu olumsuzlanmayı gerçekleştirecek olan öznel koşulların varlığıdır. Bu anlamda, günümüzde devrimlerin determinist yönü değil, volantarist yanı ağır basmaktadır. Bu düzeni kaldırıp atmanın nesnel koşulları vardır. Gereken yalnızca, bilinçlenme, örgütlenme ve siyasal eylemdir.
Bugüne kadar bir Marksist “nasıl olsa sosyalizm olacak, o halde neden fedakârlık” gibi bir açmazla karşılaşmamıştır. Marksizm’in bir paradoksu değil, Murat Belge’nin demagojik bir yaklaşımı söz konusu burada. (…) Biz, gerçekliği yalnızca izleyen bir dolu salt aydın gibi değil, olumsuz koşulların altında ezilerek bunalım teorisi üreten “yine de sosyalistler” gibi değil, bir teori fetişizmi yaratan ve gerçekte teori susuzluğu çeken, böyle olduğu için de teorik gelişmeyi yeterli ve başlı başına bir amaç olarak görenler gibi değil, tam tersine, hayatın işleyiş yasalarının dayattığı bir gerçek olarak, bu gerçeklere inandığımız, onun gerektirdiği görevleri yerine getirmeyi kabul ettiğimiz için sosyalist olduk. Dolayısıyla sosyalist teorinin ahlaki nedeni bizim için, bir tartışma ya da soru konusu olmadı hiç. Her zaman bildik ve inandık ki, sosyalizm bütün insanlığa sunulmuş bir olanak ve sosyalist tercih. Çağdaş insanı bekleyen bir görevdir. Bunun toplumsal pratik içinde kazandığı anlam da, örgütlenmek, bilinçlenmek ve bu yolda siyasal eylemi temel almaktır. Siyasal eylemi politik iktidar kavgasının temeli olarak kabul etmek ve silahlı mücadeleyi, bu yolda tercih etmek zorunda bırakıldığımız temel siyasal eylem biçimi olarak görmek. Sosyalist olmaktan ve sosyalist mücadeleden anladığımız en temel de bu.

Özgürlük: Proletaryanın ve işlevinin “klişeleştirilmesiyle bir yere yanlamayacağı” iddiasına ne dersiniz?

H. Şensoy: İşçi sınıfı, kapitalist toplumun bir ürünüdür. Kapitalist toplumsal sistemin ortaya çıkmasıyla, sınıfsız toplum amacına yürüyecek örgütlü ve disiplinli, devrimci bir sınıf olarak, çalışanların ve sömürülenlerin, yeni bir toplumsal düzeni yaratma eylemi içinde sermayenin boyunduruğunu parçalama savaşını yürütmeye, bizzat bu savaş boyunca zaferi korumaya ve sağlamlaştırmaya, sınıfları tümüyle ortadan kaldırmaya yetenekli tek sınıftır. (…)
İşçi sınıfının sahip olduğu devrimci niteliğin klişe olarak nitelenmesi, Marksizm’e de bir klişe olarak bakmaktan başka anlam taşımaz. İşçi sınıfına devrimci nitelik kazandıran neden, kapitalizmin işleyiş yasalarıdır. Bu yasaların üretim sürecine kazandırdığı nitelik, toplumsal ilişkilerin en temelde aldığı biçim, işçi sınıfını toplumun dinamik gücü kalmış ve çürüyen sistemi yıkma yolunda temel olma işlevini ona vermiş, onu tarihin sınıf olarak örgütlenip harekete geçmeye en yatkın sınıfı yapmıştır.
“Geçmişte öyleydi, ama bugün artık geçerli değil” deniyorsa, değişenin ne olduğu açıklanmalıdır. Kapitalizmde değişen nedir? (…)
(Bu) tartışmalar, ülkeye egemen olan düşünsel karmaşayı ve hâlâ etkisinden kurtulunamayan toplumsal karabasanın günümüze sarkan yanlarını açıklamaktadır. İşçi sınıfının devrimci niteliğinin yadsınması yeni bir şey değil. Devrimler dalgasının durulduğu her dönem bu türden görüşler ileri sürülmüştür. Bernstein ile başlayan revizyonizmin kökeninde yatanlardan biri de buydu. (…)
Önemli olan 80’li yılları kapsayan gelişmeleri görmek. (…)
Devrimci kavganın sorunlarını tartışmak, geçmişte içine düşülen hataları saptamak ve bugüne, geleceğe yönelik dersleri çıkarmak, kavgayı yeniden, bu kez daha güçlü temellerde yükseltmek gibi sorunların çözümü genellikle ertelenirken, kolay yoldan yapılan değerlendirmelere ve bu yüzeysel sabadan çıkarılmış iri iri sonuçlara dayanan, legalizmin ve uzlaşmacılığın erdemlerini yeniden keşfetmek yolu seçildi. Dünyaya ve ülkeye damgasını vuran gerçeklere bakmak, savrulan yerin ne olduğunu görmemize yarayacaktır. Bugün emperyalizm esas olarak yeni sömürgeciliğin üzerinde yükselmektedir. Metropol işçi sınıfları üzerindeki sömürü, bu nedenle doğaldır ki, kapitalizmin geçmiş dönemlerindeki gibi vahşi boyutlardan değil. (…) Bu ülkelerde işçi sınıfının geçmişte sahip olduğu Devrimci niteliğin küllendiği açık.
Ama öte yandan, dünyanın dört bir yanında emperyalizm tarafından sürdürülen fahiş bir sömürü var. (…) İnsanlık, baskı ve sömürüyü ezecek bir geleceğe doğru ilerliyor ve bu ilerlemenin kalbi, emek ile sermaye arasındaki çatışmanın en kızgın halkalarında, yeni sömürgelerde, bu ülkelerin işçi sınıflarında, onların sahip oldukları devrimci dinamizmde atıyor. Yeni sömürge bir ülkede yaşıyoruz. Yani, kendini üretecek, sistem olarak ilerletecek dinamiklere sahip olmayan emperyalizmin çıkmazlarının faturasını ödeyenlerdeniz. (…) Bizce işçi sınıfı bilinç bağlamında, bugün geçmişten ileri bir düzeydedir. “Kitleler yaşayarak öğrenir.” 12 Eylül süreci işçi sınıfına çok şey öğretti. En azından düzenin niteliği olanca çıplaklığıyla gözler önündeydi, işçi tüm haklarının gasp edildiği koşullarda çalışmaya zorlandı, faşist terörü bizzat yaşadı. Bugün devrimci çizginin sınıfla buluşmasının koşulları daha olgun, çünkü işçi sınıfı en sıradan haklarını elde etmek için bile doğrudan siyasal içerik kazanan eylemlere başvurmak zorunda. Bunalım teorisyenleri kendilerini bazı şeylere inandırabilir. Bu mümkün. Ama hayatı keyfiyetimize ayarlamak mümkün değil.

Özgürlük: “Çok sesli sosyalizm” ve bu arada “glasnost” ile ilgili görüşleriniz?
H. Şensoy: (…) Emperyalizme karşı savaş, sanayileşme sorununun çözümü, çoğu burjuva demokrasisine bile yabancı ülkelerde sosyalist demokrasiyi kurumlaştırma, sosyalist kültürü yaygınlaştırma, yeni sosyalist insanı yaratma ve çoğu zaman en az bu sorunlar kadar önem kazanan yerel sorunları çözme. İşte çağımızda sosyalizmin aşması gereken sorunlardan ilk akla gelenler. Tüm bu engellere karşın, sistem olarak yerleşmek, gelişmek, kapitalizmi alt etmek, sınıfsız topluma ilerlemek… Bunlar çözümü kolay sıradan sorunlar değil. (…) Sosyalizm, sık sık yanlış değerlendirmelere, teşhis bozukluklarına, erken yapılmış çıkarımlara sahne olmuş ve bu arada büyü hatalara düşülmüş, onların daha da büyük olan bedelleriyle karşılaşılmıştır.
Bugün devrimini yapmış ülkelerin sahne olduğu gelişmeleri ancak bu gerçeklerle birlikte ele aldığımızda sağlıklı biçimde değerlendirebiliriz. Biriken sorunlar, çözüm yolunda arayışı da getirmiş, bu temelde oluşan birikim, 80’li yıllarda açığa çıkmıştır. Sınıfsız topluma geçişin zorlu niteliği, sorunları büyütmekte. Sosyalizm, deneyerek, sınayarak, çoğu kez yalpalayarak ilerlemektedir. (…) Yeni toplumsal teoriler ortaya çıkıyorsa, bu, doğrudan doğruya topluma gerekli oldukları içindir. Çünkü onların örgütleyici, harekete geçirici ve dönüştürücü etkileri olmadan, toplumun maddi yaşam koşullarındaki gelişmenin getirdiği geciktirilemez sorunların çözümü olanaksızdır.
“Glasnost” ve “Perestroika”ya yaklaşımımız en temelde bu. Ama sorunun konuluş biçimiyle yetinmek, genellikle yanıltıcı olur. Olumsuzlukları aşma yolunda, en azından hantallığın yerini alacak dinamikleri yaratma ya da yenilenme anlamında girişimler olarak görmek, bize sorunun yalnızca bir yanını vermektedir. Oysa “perestroyka”, kuşkuyla karşılanması gereken çeşitli yanları içermektedir. Örneğin SSCB Bilimler Akademisi tezleriyle yan yana düşünüldüğünde, karşımıza yadsınamayacak bir uzlaşma, bir reformizm çıkmaktadır. Sorunuza vereceğimiz karşılık böylece ortaya çıkmış oluyor. “Sosyalizmde çok seslilik” ve “çoğulcu sosyalist toplum” tanımları son derece demagojik tanımlar. Hem sınıfsız gelecekten yana inançları korumak ve hem de bu kavramlara sarılmak olanaksız, özellikle sosyalist inşa sürecini tamamlayamamış ülkelerde “çoğulculuk” ve “çok seslilik”, sosyalist inşanın karşısına daha işin başlarında aşılmaz engelleri dikmekten öte sonuçlar doğurmaz. Çünkü kastedilen çoğulculuk, burjuva düşünceye örgütlenme özgürlüğünün tanınmasından başka bir şey değil. Özellikle sosyalist nitelik anlamında, zaten çarpık örnek olan ülkeler için bu tür uygulama, var olan yetersiz niteliğin de yitirilmesini kaçınılmazlaştırır, olumlu çözümün koşullarının yaratılmasını engeller.
Çoğunluk adına ileri sürülen sosyalizmden yana tercihli iki ya da daha çok parti önermesinin de açıklayıcı ve ikna edici olduğunu söyleyemeyiz. Emekçi halkların çıkarlarının yerel ve mesleki örgütlerinin çoğulculuğunu gerektirmesi ya da KP ilkeleri çerçevesinde bir tartışma ile örgütlenme hakkı tanınmış çoğulculuk aynı şey olmaz. Birden fazla sosyalizm çeşidi yok.
Geçmişte de “ilerleme” ve “kapitalist olmayan yoldan geçiş” gibi, “halkçı devlet” gibi tezler vardı. Bunlar sonuçlarıyla sosyalizme büyük zararlar verdi, halen de veriyor. ‘Perestroyka”nın içerdiği uzlaşmacı ve reformist yanların vereceği zararlar da büyük olacak. Ama dünyanın şafağında yeni bir devrimler dalgası var. 1980’li yıllar boyunca egemen olan durgunluğun yerini alacak atılımların, zaferlerin her türlü uzlaşma eğilimini boğacağına inanıyoruz.

Özgürlük: Son zamanlarda çok moda olan birlik konusunda ne düşünüyorsunuz?

H. Şensoy: Devrimci savaş, partileşme sürecinden başlayarak zafere kadar uzanan uzun yol boyunca, çeşitli beraberlikleri, ittifakları içerir, içerecektir. Ama bunlar, ancak ne zaman, ne için ve hangi ilkeler doğrultusunda sorularının karşılıkları doğru verildiyse, başarı şansına sahiptir. 12 Eylül süreci boyunca çeşitli yapılanmalar “birlik” yoluna gittiler, “cepheler”, ittifaklar oluşturdular. Bu türden “birlik”ler ve birlik olma çabaları bugün de sürüyor. İlk bakışta göze çarpan yanları, üzerinde yükselecekleri sağlam bir temelden yoksun olmalarıdır. Edilen onca söze, onca yazıya karşın, ilkeli bir beraberlikten çok, hesaplı, grupçu kaygılardan arınmamış ve her şeyden önce “mücadele üzerinde yükselmek” gibi temel bir özellikten yoksun kalmışlar ve bütünleşme bir yana, yeni yeni bölünmelerle süren bir dağınıklık, başat özelliklerden biri olarak süregelmiştir.
Bu genel nitelik bugün de sürmektedir. Sahip olduğu nitelik, geçmişte ve bugün “birlik” kavramına yüklenen işlev, daha baştan girişimleri çözümsüz kılmaktadır. Bu noktada başlıca iki açıklama biçimi getirebiliriz. Birincisi, oluşturulan birlikler, genel bir hesaplaşmaya, geçmiş üzerine yapılmış sağlıklı bir değerlendirmeye dayanmamaktadır. Kabullenmek istemeyenler ya da kısmi yenilgi türünden ilginç tanımların ardına gizleyenler olsa da, genel de paylaşılan bir sonuç olarak, 12 Eylül süreci, devrimci hareket için ağır bir yenilgi anlamına gelmektedir. Ancak bu ortak kapıya karşın, yenilginin nedenlerini sorgulamak, devrimci kavgayı bu sorgulamanın üzerinde yükseltmek, geçmiş hataların açık bir özeleştirisini vermek görevi yerine getirilmemiştir. Sağlıklı bir iç hesaplaşmayı yapamayanlar, hata, zaaf ve eksikliklerini halka açık biçimde koymayanlar, sorunlarını giderek büyüyen bir kambur gibi omuzlarında taşımaya ve onun altında ezilmeye mahkûmdurlar.
İkinci önemli neden ise, doğru bir perspektiften, her şeyden önce mücadele içinde birlik gibi temel bir gereklilikten yoksun olunmasıdır. (…) Uzun süre, esas olarak yurtdışında süren birleşme ve ayrışma, ülke içine taşındı. Ancak temelde yatan gereklilik yerine getirilmediğinden, başarısızlık sürdü. Bu gereklilik mücadele alanlarında, hayatın canlı pratiği içinde birliktir.
Bugün tek istisna, TKP ve TİP’in birleşmesidir. Bu da gerçekte TİP’in TKP’ye iltihakı olduğundan ve mücadele etmek gibi bir kaygıya dayanmadığından yaşıyor. Biz bu birleşmeyi yararlı bulduk. Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde toplanmalıdır. Legalizm ile devrimci çizgi arasındaki uçurum, kapatılamayacak kadar derindir. Silahlı mücadele ile legalizm arasında yapılacak tercih, bugün de yaşamaya çalışan çevre ve grupların, örgütlerin geleceklerini belirleyecektir. (…)
Birlik sorununda bakış açımız, devrim anlayışımız, örgütlenme anlayışımız ve çalışma yöntemimizle bağlantılı olarak biçimlenmektedir. Farklı anlayışlarla bir araya gelip adına parti demek gibi bir anlayışımız yok. “Çok sesli”, “kanatlı” gibi nitelemelerin ardına gizlenen hantal ve legalist yapılarla ilişkimiz olamaz. Parti, onun ideolojik, politik görüşlerini savunan ve onun tüzüğü, ilkeleri doğrultusunda çalışan profesyonel devrimcilerin birliğidir. Ve komünist partide, parti stratejisi, temel ilkeleri üzerinde farklılıklar bir arada yaşamaz. (…)
Bunun dışında, başta silahlı mücadeleyi savunan ve uygulayan siyasi yapılar olmak üzere halk saflarında gördüğümüz bütün yapılanmalarla çerçevesi, ilkeleri, programı saptanmış birliklerimiz olacak. Cephe düzeyinde ve mücadelenin geliştiği oranda koşulları olgunlaşacak olan ittifakla, bu günden en ciddi isteklerimizden biridir.
Öte yandan, ülkenin somut güncel-sorunları ölçüsünde, aynı alanda yer aldığımız hareketlerle o sorun özelinde birlikte çalışabiliriz. (…)

Özgürlük: Devrimde zorun rolü?

H. Şensoy: Soruna burjuva devlet mekanizmasının niteliği açısından yaklaşmak gerekiyor. Burjuva devlet biçimlerinden hangisini ele alırsak alalım, doğrudan ya da dolaylı olarak zora ve şiddete dayalı olduğunu görürüz.
Devrim her şeyden önce devlet mekanizmasının parçalanmasıdır. Bir Marksist’in bilmesi gereken ilk kuraldır bu. Devrimler tarihi proletarya ve müttefiklerinin barışçıl yollarla iktidar olmasının olanaksızlığını, “zor” bunun tek yolu olduğunu göstermiştir. Öte yandan devrimin şiddete dayanmasının “parlamenter kurumlar” ve “seçim geleneği”nin varlığı ile bire bir bağlantısı yoktur. (…) Sorunun devrimci çözümü de, verili iktidar mekanizmalarının parçalanmasını ön koşul olarak dayatır. Bu da, somut koşullara uygun düşen bir strateji çerçevesinde yürütülecek silahlı mücadeleyle ancak mümkündür. (…)
Burjuvazi, emperyalist istikrar programlarını silahlı gücüne, ordusuna dayanarak yürütmekte ve halk, bu silahlı güce karşı koyacak yetenekte bir komünist partisine ve onun emrindeki bir silahlı güce, halk ordusuna sahip olmadığından boyun eğmektedir. On yılda bir anayasanın değiştiği bir ülkede isteyenler parlamenter kurumlardan söz edebilir, her seçimde yeni bir seçim yasasının düzenlendiği bir ülkede yerleşik bir seçim geleneğinin olduğuna isteyenler kendilerini inandırabilir. Biz inanmıyoruz, halk yararına çözümün tek yolu olarak Birleşik Devrimci Savaşı alıyoruz. Düşüncelerimiz açık. (…) THKPC-MLSPB’nin yaklaşık 20 yıllık mücadele süreci, ideolojisi ve çalışma yöntemi, illegal ve silahlı mücadele temelinde yükselmeye dayandığı için, sorunuzun karşılığını bir bütün olarak kendi varlığımızla özdeş görüyoruz. Türkiye üzerine yaptığımız ve bizi silahlı mücadeleyi temel alma zorunluluğuyla baş başa bırakan çözümlemeler bugün de geçerlidir. Bizim için seçenekler arasında beğendiğimiz yol değil, hayatın dayattığı seçenek olarak Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi var. Bu savaş, ancak illegaliteyi temel alan, legal ve yarı-legal mücadele alanlarını ise alabildiğince zorlayan bir ML partinin başarılı taktikleriyle kazanılacaktır. (…)
Barışçıl yollardan mücadele adına, yetmiş yıldır burjuva kuyrukçuluğun-dan ve uzlaşmacılıktan öteye ciddi tek bir kazanımın, 70 yıla sığdırılmış tek bir mevziinin bile sahibi olmayanlar, Türkiye’deki parlamenter demokrasi konusunda kendilerini ikna edebilirler, ediyorlar. Ama bugün abartılan “demokratik” ortamın niteliğini görmek gerek. Türkiye’de faşist bir devlet mekanizması var, gerçek olan bu. Bunu göremeyenler, “demokrasi savaşımı” vermek için Türkiye’ye giren (!) Kutlu ve Sargın örneklerin de görüldüğü gibi, her zaman yanılmak ve yeniden yanılmaktan öteye gidemezler. (…) Marksist-Leninistleri “ehlileştirmeye”, devrimin karşısında reformizmi koyarak sonuç elde etmeye kimsenin gücü yetmez.
Girişiminizi doğru ve yerinde bulduğumuzu belirterek, sözlerimizi Marks’ın günümüz Türkiye’sine uygun düşen şu sözleriyle bitirmek istiyoruz: “Her devrimde, onun gerçek temsilcilerinin yanma, bambaşka nitelikte adamlar da karışır. Bunlardan bazıları, büyük bir saygı ile bağlı bulundukları geçmiş devrimlerin kalıntısıdırlar, güncel hareketi anlamayan bu adamlar, bilinen dürüstlük ve cesaretleri, ya da salt gelenek gücü ile halk üzerinde hâlâ büyük etkiye sahiptirler. Bazıları da, günün hükümetine karşı yıllardan beri aynı basmakalıp tumturaklı tespih dualarını yineleye yineleye, kendilerini eşi bulunmaz devrimciler olarak göstermiş bulunan basit yaygaracılardır… Güçleri ölçüsünde, bu adamlar işçi sınıfının gerçek eylemlerini engellediler; tıpkı önceki her devrimin tam gelişmesini engellemiş bulundukları gibi.”

Mayıs 1989

Sosyo-politik bir kategori olarak kent

Kent …
Kentlerin tarihi, toplumsal artı-ürünle ve bunun gerektirdiği yeni toplumsal örgütlenmelerin doğuşu ile başlar. Kentler, hem artı-ürünün merkezileşmesinin alanı, hem de dağılımının ve yeniden üretiminin diğer sonuçlarının denetlenip yönlendirildiği karar ve yönetim merkezleri olarak ve olabildikleri ölçüde gelişirler.
Çağdaş kentin temel özellikleri de, bu tarihsel oluş çizgisinin evrilmesinden ve dönüşmesinden çıkagelmişti. Ama günümüzde kentin ayırt edici özelliklerini, geçmiş çağlardan bir kopuş ve sıçrama noktasında, emek ve sermaye ilişkisinin, emeğin ve sermayenin hareket biçimi ve araçlarının bütünlüğünde aramak doğru olacaktır. Bütün kent ilişkileri ve oluşumları, eninde sonunda, artı-değerin üretimi ve yeniden üretimi ile buna el koymanın özel ekonomik-politik araçlarının ve emek gücünün yeniden üretilmesinin olanaklarının yaratılmasına, geliştirilmesine ve yönetilmesine yöneliktir.
Bu soyutlama düzeyinde, o kaotik kent örgüsünü başlıca üç düğüm noktasında anlayabilme, çözme ve yeniden örme olanağı doğar: Önce, üretimin dolaysız ve dolaylı araçlarıyla, ilişkileriyle nitelik kazanan aletler ve nesnelerin oluşturduğu tabaka; bir başka deyişle, sermaye birikim ve dolaşımının, artı-değer üretiminin ve sömürüsünün olanaklarını ortaya çıkaran, ilerleten, düzenleyen “tabaka”… Sonra, emek gücünün yenilenmesi için gerekli nesnelerin üretilip tüketildiği alanların ve ilişkilerin oluşturduğu “tabaka” … Ve en sonunda, politik karar ve yönetim birimlerinin, araçlarının ve olanaklarının kapladığı “tabaka” … Bu, daima ayrılamaz halde iç içe, birbirine geçmiş ve birbiri üzerinde hareket eden “tabakalar”, modern kenti karakterize eden temel öğeleri içlerinde taşırlar, birbirlerine aktarırlar ve sürekli genişletir, dönüştürürler. Öyleyse, modern kent, kendi kurucu ilkesi olan emek-sermaye ilişkisi üzerinde yükselirken, şu temel özellikleri gösterir:
Kent artı-değerin üretildiği başlıca ve etken alandır. Bu özellik, tarihsel olarak kente kapitalizm tarafından kazandırılmıştır ve kapitalizmin gelişmişlik ölçütü sayıla-gelmiştir. (Bazen tersine, kapitalist ilişkilerin kazandığı yeni biçimler kentin gelişmişlik ölçüsü sayılabiliyor. Son zamanlarda, finans çevrelerinin teorisyenleri, bir kentin gelişmişlik düzeyini, menkul değerler borsasının işlem hacmiyle ölçüyorlar. Buradaki açık tek yanlılık ve finans-merkezcilik kolayca tespit edilebilir; ne var ki, kent olgusuna, artı-değere el koymanın özel VB spekülatif organizasyonu açısından bakan bu ölçünün ilginçliği göz ardı edilemez.) Kapitalizm öncesi biçimlerde kent, gene artı-ürünün sonuçları üzerinde yükseliyordu, ama bunun üretilmesinin esas alanı değildi. O zamanlar kenti karakterize eden şey, artı-ürünün toplanıp biriktirilmesinin, dağıtılmasının, tüketilmesinin ve bunların yönetilmesinin organizasyonuydu. (1) (Artı-ürün ve artı-değer, tarihsel bakımdan farklı toplumsal kuruluş evrelerini temsil etseler de, bunların kimi yer ve zamanlarda aynı anda, birlikte var olabildikleri görülebilir. Burada, soyut kent kavramı üzerinde bir model çalışması yapıldığından, somut tarihsel oluş tarzları üzerinde durulmuyor.)
Ama modem kent yalnızca sınıf ilişkilerini ve çatışmaların temeli olan artı-değerin yaratıldığı alan olmakla kalmaz; aynı zamanda, artı-değere el koymanın özel ekonomik, sosyal ve politik biçimlerinin de yeniden üretildiği alan özelliğini taşır. Böylece kent, toplumsal biçimlenmenin, üretim biçiminin yeniden üretilmesini de temsil eder. (2) Burada, maddi hayatın yeniden üretiminin başlıca iki yanını, birbiri içinde ilerleyen ve birbirine bağımlı iki yanını ayırt etmek, kentin kuruluş ve düzenleniş mekanizmalarını ve kentin temel kategorilerini tanımlayabilmek bakımından önem taşıyor. Birincisi, sermayenin organik bileşimine ilişkindir, ikincisi, emek gücünün yeniden üretilmesine ilişkindir. Ve kent, bu iki yanın birliği olarak, bir yandan sermayenin hareketinin, merkezileşmesinin ve birikiminin bütün yollarının kesişme noktasıdır, diğer yandan da, emeğin hareketinin, emek gücünün yeniden üretilmesinin bütün ihtiyaçlarının toplumsal örgütlenmesinin merkezidir.
Emek-sermaye ilişkisinin modern kent organizasyonu içinde en yüksek sosyo-politik içerik ve biçimleri kazanabilmesinin bir nedeni, kentin bizzat kendisinin bir “sermaye birikimi” olmasıdır. Ulaşım, hizmet ve üretim binaları iletişim ve diğer kent-belediye işlevlerinin yürütülmesinin araçlarının ve yollarının üretimi, kentleri muazzam sermaye birikimi ve yatırım alanları haline getirmiştir. (2)
Ve nihayet kent, tarihin diğer evlerinde görülmedik ölçüde rant yaratan sonuçlar geliştiren kapitalizm için özel bir etki ve işleyiş alanı özelliği taşır. Yalnızca “menkul değerlerin dolaşımı için değil, aynı zamanda sürekli genişlemenin ve yenilenmenin doğurduğu büyük spekülasyon hareketleri ve bunların çeperlerinde oluşan ilişkiler, kent ve rant arasında dolaysız, büyüyen ve kentin özellikle sosyal kategorilerini artı-değerin doğrudan ilişkileri içinde tanımlanamayacak etkiler altında tutan bağıntılar kurmaktadır. Rantiye tabakaların oluşmasında, gelişmesinde ve gittikçe daha fazla bir biçimde, üretimin doğrudan işlevleri ve etkileri dışına sürülerek, sosyal organizasyonun saçaklarında asalak bir hayat tarzının ve asalak, yabancılaşmış alt-kültürlerin doğuşunda başrolü oynayan tüketici bir aylaklar tabakasının etki kazanmasında kent, özel bir gübrelik oluşturmaktadır.
Fabrikalar, işlikler, ticarethaneler, bankalar ve borsalar, depolar, limanlar, hava meydanları, istasyonlar, köprüler, yollar, caddeler, sokaklar, evler, apartmanlar, lokantalar, birahaneler, barlar, tiyatrolar, sinemalar, stadyumlar, okullar, hastaneler, karakollar, garnizonlar, hapishaneler… ve bütün buralarda çalışan, üreten, alan, satan, tüketen, barınan, eğlenen, eğitini gören, tedavi olan, yönetilen ve yöneten insanlar… Bütün bu öğelerin karşılıklı hareketi sırasında ve sonucunda, kentlerin fiziki çehresi biçim kazanıyor. Bu hareket, kentin yerleşim noktalarının ve iletişim bağlantılarının ne tarzda ve ne için inşa edileceğini, çoğunlukla kendiliğinden, bazen de bilinçli bir politikanın ürünü olarak kararlaştırıyor. Bu karar sürecinde egemen burjuvazi aşağı yukarı yüz elli yıldır, kentlerin inşasında söz sahibi oldukları her durumda, yeni bir öğeyi göz önünde tutuyor: emek-sermaye çatışmasının özel toplumsal biçimlerine, ayaklanmalara ve ihtilallere karşı, bütün bunların varlık koşulu olan kenti bir engel haline getirebilmek…
Nesnenin oluş sürecinde en son ortaya çıkan kategori, diğer ilişkileri, süreçleri ve kategorileri açıklayıcı bir değer ve içerik taşır. Kentleşmeye yapılan politik müdahale, bu türden yeni bir kategori oluşturuyor. Hem önceki hareket ve ilişki biçimlerinin en yüksek yoğunlaşmasını ve gelişmesini ifade ediyor, hem de sonraki hareket ve ilişkilerin gelişmelerini ve yönelimlerini belirtiyor. Modern kentlerin kuruluş ve yeniden yapılışının karar süreçlerinde, sosyal sınıf ilişkilerinin alabileceği boyutlar önemli bir politik perspektif olarak yer tutuyor. Böylece kentler, kendi tarihlerinin aşılma noktasında, varoluşlarının temel ilkesinin denetlenebildiği mekânlar olarak planlanmaya çalışılırken, bunun ifadesi olan politikalar, kentleri yeniden tanımlamanın da başlangıcına oturtuyor. Kent, şimdi kendisinin kaynaklık ettiği çelişmelerin çözümünün engeli kılınmak üzere tasarlanan politik bir birim olarak karşımızdadır.
Aynı öğe, karşıtlığın öteki kutbu olan emeğin politik hareketi bakımından da aynı derecede önemlidir. “Proletaryasız burjuvazi” yaratma yönündeki her ütopik çaba, onun başka bir alanda yeniden ortaya çıkışını önleyemez. Bu kesintiye uğratılamayan akış içinde, proletarya, kendi imkânlarını yeniden bulup kendi gerçekliğinin yoluna koşma yeteneğini gösterebiliyor.
Sokaklar…
Paris, kent ve politika ilişkisinin modeli olarak ele alınmasına yetecek tarihsel özellikler taşır. 1789, 1830, 1848, 1870, 1944, 1968 ihtilalleri ve ayaklanmaları, Paris’i bir devrimler ve karşı-devrimler kenti olarak tarihe sokmuştur, işçi sınıfının temel üretici güç olageldiği her kent gibi, Paris de, burjuvazinin olduğu kadar, proletaryanındır da. Sermayenin her başkenti emeğin de başkentidir. (Kapitalizmin az çok geliştiği hemen her ülkede, politik başkentte, ekonomik başkent ayrı ayrıdır; yeni gelişmekte olan ülkelerde bu ayrım, politik bir tercihle daha başından yaratılmaya çalışılıyor. Politik başkent, mümkün olduğu ölçüde sanayiden arındırılıyor, ya da büyük sanayi komplekslerinin dışında, görece küçük tesislere, politik aygıtın dolaysız ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik üretim birimlerine izin veriliyor. Politik başkent, bürokrasinin, üniversitelerin, kültür kurumlarının ve maaşlı, rantiye sınıfların kenti olarak tutulmaya-kurulmaya çalışılıyor. Maddi üretimin ve üretici güçlerin yoğunlaşmasının, politik merkezin dışında ve uzağında gerçekleşmesine özen gösteriliyor. Ekonomik başkent ise, gene aynı politika sonucu, daha çok, ticaret, bankacılık, borsa, ulaşım sektörleriyle donatılırken, sanayi gittikçe kent hatta bölge dışına sürülmek isteniyor. Çevrecilik, bu bakımdan, bu politikanın yardımcısı olarak öne çıkarılabiliyor.) Ama bu, Paris’in tarihinde görülebileceği gibi, temel problemin “ihtilal” kavramıyla anlatılabildiği sıkıntılı bir durumdur, burjuvazi için. Kentleşmenin ilk kez politik bir perspektifle ele alındığı kent olması, bu yüzden rastlantı değildir, Paris’in.
Haussmann, 1853’de Seine Valisi olarak göreve başladığında, “III. Napolyon’un itibarına yakışır bir kent kurma” hedefini açıkladı. Planı basitti ve kent merkezine kadar yerleşmiş bulunan işçi mahallelerinin yıkılmasından ve kenti boydan boya kesen geniş, düz caddelerin açılmasından ibaretti. Bu basitliğin altında, hem çok yönlü bir politik amaca ulaşma ihtiyacı yatıyordu, hem de planın gerçekleşmesiyle doğacak sosyal ve ekonomik sonuçlar hakkında uzun erimli beklentiler karmaşası bulunuyordu. Engels, şöyle özetliyor: “… üst üste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmaktaki ve onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanı sıra, hükümete bağımlı, özellikle Bonapartçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamıyla bir lüks kenti haline dönüştürmektir.” (3)
Biraz daha yakından bakılınca, burada başlıca üç ayrı oluşum üzerinde etkide bulunularak, hareketin denetlenmesinin amaçlandığı görülür: Birincisi, bir düğüm noktası olarak sınıflar ele alınır; bir yandan ihtilallerin ve ayaklanmaların temel gücü kentin dışına sürülürken, bir başka deyişle kent işçisizleştirilmek istenirken, sınıf içinde yeni oluşturulmuş ve doğrudan denetlenebilir bir katmana kent içinde geçici bir yer açılır; diğer yandan, egemen sınıf katmanlarına yeni ve güçlenme potansiyeli bulunan bir Öğe, bir spekülatörler katmanı eklenir. Spekülasyon, sermayenin en asalak birikim biçimlerinden biridir ve toplumsal yozlaşmanın en önemli kaynaklarından birini oluşturur. Ahlaki çöküntü, israf, lüks ve sefahat, bu emeksiz kazancın (gerçekte artı-değerin en hayâsızca yağmalanması olduğundan, elbette temelinde emek vardır; ama başkalarının, işin çok uzağında kalmış milyonlarca insanın emeği.) zorunlu sonucu olarak, toplumsal hayatı zehirler. Kokuşma, lümpen kategorilerin gelişmesi ve nicelik olarak aşırı büyümesi, spekülasyonun boyutlarına bağlı olarak hızlanır.
İkincisi, üzerinde etkide bulunularak hareketin denetlenmesi için geliştirilmek istenen öğelerin ikincisi, imar hareketinin ve spekülasyonun birliğinden doğar. Kentin fiziksel yeniden düzenlenmesinin kışkırttığı arsa ve diğer gayrimenkul alım satımı, üretici olmayan yeni katmanları sosyal hayata sokarken, bunların at oynattığı yeni mekânlar da yaratılır. Böylece cadde ve sokaklar, politik bir tercihin sonucu, yeni fetih tarzının öğesi olarak etki kazanırlar. Burada bütün işi, özel ve çoğu yapay olarak dayatılmış nesne ve ilişkileri pazarlamak, örgütlemek, geliştirmek ve yeniden üretmek olan meslek erbabı türer. Böylece, her türden toplumsal üretimin, bu saptırılmış son ucunda, üretim ve yeniden üretimin özelliklerini ancak posalar, döküntüler ve kırıntılar olarak bulamaç haline getirip sunan bir ortam ve’ bunun “insanları” doğar. Kaldırımlarda, ürün akışının ve üretimin ulaşım damarlarının bu çeperlerinde, bu son döküntüler ve ölü hücreler, yapışkan bir tortu olarak birikir. Burada aylaklık, serserilik, üçkâğıtçılık, tombalacılık, pezevenklik, keyif ve “zevk-ü sefa”, kendi insanlarıyla, kendi sosyetesini, kendi
İlişkilerini, kurallarını, ahlakını ve estetiğini yaratarak ve yaşatarak ürer. Burada kalmaz: Bir an, kendisinin bir son ürün olduğunu düşünmeksizin, varolan her şeyin anası ve ilkesi gibi davranma üstünlüğüne tırmanır. Ve gücünü, kentin merkezlerinden varoşlarına doğru, derece derece bir şeyleri eksilerek, bir şeyleri artarak yaygınlaşmasın da gösterir. Ne var ki artık, bir aylak eğlencesi olmak kimliğiyle değil, emek gücünün yeniden üretilmesinin vazgeçilmez araçları olarak sunulmanın kolaylıklarını kullanarak boy gösterir. Çünkü işçiler, yalnızca kas gücünün yenilenmesi için değil, insanı bir bütün olarak yıpratıp tüketen kapitalist iş koşullarının etkisini giderebilmek için de bir şeyler yapmak zorundadırlar: Onlara sunulan olanaklar ise, bunu ancak en aşağılık ve aşağılayıcı biçimler altında yapabilmesine yol verir: Kafalar çekilir, bayağı eğlencelerde zaman ve para harcanır, çapkınlık yapılır, kâğıt oynanır… Bunun, bedeni ve zihni yenilemenin yüksek, İnsanca biçimlerinin hiç sözü edilmeksizin önüne sürülmüş olduğunu ise, işçiler çoğunlukla bilemez, özetle, gücün tüketilendeki koşullar ve ilişkiler, başka biçim altında kendisini yeniden üretirken de emeğin karşısına çıkartılır. Bu, burjuva hegemonyasının ideoloji olarak yığınsal dolaşıma sokulduğu, maddi güç haline getirildiği koşutları da içerir. İşte bu önemli işlevi dolayısıyla, kaldırım hayatı, binlerce yıllık geçmişten sürüp gelen dinsel, geleneksel, folklorik inanç ve değerlerin, sermaye egemenliğinin ihtiyaçlarına göre biçim kazandığı, çoğaldığı fermantasyon ortamı olarak görünür ve korunur.
Üçüncüsü, fiziksel yeniden düzenleme, caddeleri ve onların çevresinde dolandığı başlıca yönetim birimlerinin çeperini “insansız” klimayı amaçlar. Haussmann modelinde caddeler, mümkün olduğu kadar geniş, düz ve çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiş olarak inşa edilir. (4) Bu noktada, kentlerin iç organizasyonunda, politik yönetimin yerleşme koşullarına ilişkin bir tarihçe çıkarmanın yararı var.
Kuruluşunun ilk evrelerinde kentler, bütünüyle bir “kapalı alan”dır. İngilizcede “town”, Rusçada “gorod”, kent anlamına gelirken, “kapalı yer” anlamına da geliyor. (5) Surlarla, hendeklerle olsun, coğrafyanın olanaklarıyla olsun, her kent, korunma amacıyla, bir düşmana karşı kapatılır. Bu düşman, komşu kent devletleri olabilir, barbarlar olabilir veya doğrudan doğruya kendi varoluşunu mümkün kılan artı-ürün eritici kitleler, serfler, köleler olabilir. Bütün ortaçağ kentlerinin karakteristikleri arasında “burg” (“Burg”, Türkçede “burç” biçimini alır. Bununla birlikte, Anadolu’da, adında “burg” bulunan pek çok yer vardır: Kemerburgaz, Lüleburgaz, Burgaz Adası, vs. bu bakımdan, Avrupa’daki, Örneğin Hamburg, Luxembourg vs. ile “adaş”tır.), kale, önemli yer tutar.
Modern zamanlarda burçlar, surlar yalnızca birer “turistik değer” taşırlar. Kapitalizmde, eski tipte barbarlıktan, isyancı köle ya da serilerden korunmak için bir neden katmamıştır. Kapitalizm, kendi yıkıcılarını içinde taşımak zorundadır. Bu yüzden savunmasını, mekân koşullarının düzenlenmesinde görür: politik karar ve yönetim işlerinin yürütüldüğü binaların çevreleri, en geniş “yeşil alanlarla” boşaltılır, kentin canlı-insanlı akışından yalıtılır.
Ne var ki, iktidarın kent düzenlemeleriyle korunması, yalnız başına bununla mümkün değildir. Sosyal yapının işleyiş ve denetlenme; mekanizmaları, her türden fiziksel engelden daha güvenlidir. Bu bir, kez bozulunca da, kent planının hiçbir öğesi, iktidarın elde tutulmasına yetmez.
“İşçilerin Paris”ini, Fransız Bankasının ve Versailles’ın kapılarında durduran ne idi? Haussmann’ın planları Komün’ün doğmasını engelleyemedi, ama “kavranması güç… o kutsal saygı”, (6) Komün’ün yenilgi nedenlerinden biri olarak tarihe geçti.
Ünlü İrlandalı ihtilalcı J. Connolly’ye göre, sokaklar, askeri anlamda birer geçittir; bir dağ yolu, bir köprü nasıl iki yanı kapalı birer yol iseler, sokaklar da, kentte yer alan ve “askerlerin saflarını daraltarak geçmek zorunda kalacakları” ve “manevra yapmakta güçlük çekecekleri” birer geçittirler. Genel olarak geçidin askeri önemini özetledikten sonra Connolly, savaşın çeşitli taktiklerini tartışır. Söz sokağa gelince şunları söyler: “barikatları tam kurulmuş ve her iki yanından evlerdeki kuvvetlerce tutulmuş bir sokağın alınabilmesi için, bu evlerin içine girilmesi ve göğüs göğse bir savaşla ele geçirilmesi gerekir” (7).
Bu askeri bakış açısının ihmal ettiği önemli bir yan vardır: Connolly’nin dediği gibi, evler “geçitin iki yanını oluşturuyorsa ve sokağı ele geçirmek için evlerde bir savaş gerekiyorsa, savaş, dolaysız olarak sosyal bir karakter kazanmış demektir. Böylece, dağlardaki savaşın özellikleri üzerinden yapılan analoji, kent hayatında kendisini en gelişmiş biçimiyle ortaya koyan toplumsal örgütlenmenin bütünsel yapısı açısından cılız bir indirgeme halini alır. Çünkü kent içi savaşta, askeri teknik ve taktikler geçidin fiziki karakterinden çok, sosyal-politik içeriğine bağlı olacaktır. En azından, bu örnekte görülebileceği gibi, “geçidin”(sokağın) iki yanındaki mevzilerde (evlerde) “göğüs göğse bir savaşın” önkoşulu, ev sahiplerinin evlerini bir savaş alanı olarak görmeye hazır ve gönüllü olmalarıdır. Bu tür bir savaşta ev, dağ geçidinin mevzilerinden, kayalardan, siperlerden farklıdır. Ev, binadan ibaret değildir. Binanın o anda askeri bir değer kazanabilmesi, hane halkının sosyal, politik tutumuna bağlıdır. Böylece sokak, askeri ve politik anlamda yalnızca bir “geçit” olarak değil, sosyal ilişkilerin bütününün canlanıp harekete geçtiği bir iktidar odağı olarak karşımıza çıkar. Dağ yamaçlarının, köprülerin askerlik bilimi bakımından ifade ettiği anlam, sokak için yetersizdir. Sokağın “kıymeti harbiyesi”, doğrudan doğruya onun üzerinde politik etkinlikte bulunan güçle birlikte, sosyal-sınıfsal yapısında ve bir bütün olarak neyin parçası halinde organize edilmiş olduğundadır.
Aynı tartışma, “barikat” kavramını da kapsar. Çünkü “SOKAK” politik bir kategori olarak düşünüldüğünde, barikat, onu somutlayan temel kavramlardan biri olarak kaçınılmaz bir biçimde doğar.
Askeri bakış açısı, barikatın işlevlerini, teknik ve taktik bakımdan sınıflandırır. Böylece, ya kenti ilişkin düzenlemeler, ya da silah teknolojisindeki gelişmeler açısından değerlendirilerek, çağının geçtiğine, işlevini kaybettiğine hükmedilir. Ama barikatlar, teorinin kendileri hakkındaki bu hükmünü bilmediklerinden, Paris’te, Madrid’de, Varşova’da, Budapeşte’de, Gazze’de kurulup yıkılmaya, yeniden kurulmaya devam ederler. Çünkü sokak nasıl kentin organik bir parçası ise, ve böylece sosyal hayat içindeki anlamı ve yeri kentin politik içeriği ile değişiyorsa, barikat da öyle, kendisini ancak çok özel koşullar altında gösteren, ama her zaman ilişkilerin dokusu içinde örtük ve potansiyel olarak varolan organik bir parçadır. Connolly’nin kurduğu bağıntılar üzerinden düşünürsek, ev, sokak ve barikat kavramlarının birbirine sosyal sınıf ilişkilerinin politik zemininde bağlandığım görebiliriz. Eğer ayaklanma, tıkanmaya uğramış bir hayatın yeniden üretilebilmesinin patlamalı ve yıkıcı bir yolu olarak doğuyorsa (8), barikat da bu kapsamlı tanım içinde, ikili bir rolle kendisini gösterir: Birincisi, ayaklanmanın karşısına aldığı her şeyin tıkanışıdır; ikincisi, kendi arkasında, yeni bir hayatın imkânlarının ve gücünün birikip depolanmasını sağlayan bir settir. Dolayısıyla, askeri anlam ve işlevinin ötesinde, barikat, sosyal ve politik bir içerikle ayaklanan sokağın organik parçası, sokak hayatının çatışmalı-çelişmeli yapısının zorunlu bir devamı olarak ortaya çıkar. Tıpkı “iktidar” kavramında olduğu gibi, barikat kavramında da, olağan hayat koşullarının bütün çatışan öğelerinin somutlanması ve kendilerini aşmaları söz konusudur. Bu anlamda barikat, Haussmann plan ve politikalarında ifade edilen burjuva politik kategorilerin karşıtıdır. Hem onu kendi içinden doğurmuş olması bakımından, hem de çelişkinin pratik çözümünü içinde taşıdığı için.
Kent ilişkilerinin örgüsü, daima karşıt nitelikte iplikçiklerin içice geçtiği sayısız düğüme dayanır. Ve her düğüm üzerinde, karşıtların şu ya da bu biçime bürünmüş olan “birbirinden kurtulma” çatışması sürüp gider.
Buraya kadar, özel olarak kent olgusu bakımından ve ağırlıkla burjuvazinin açısından durumun nasıl göründüğü anlaşılmaya çalışıldı. Sonuç şöylece özetlenebilir: Kent ve kentleşme hakkındaki burjuva tutum, kenti bir hegemonya öğesi olarak örgütlemeye yöneliktir ve bu faaliyetin hedefi, kenti, fiziksel, politik ve ideolojik bakımdan de-proleterize etmektir.
…Ve insanlar.
Bir süredir, “Sokak” adında bir dergi yayınlanıyor. Bu adı taşıyan bir dergiden, en azından, reklam spotlarında estirdiği havaya yakın bir etki ve içerik beklenirdi. İsterse biraz serserice olsundu, kafa tutmayı, uzlaşmaz olmayı uçarılığı, neşeli bir yıkıcılığı temsil etsindi, bugünkü hegemonyaya, karşı, o eski günlerden kalma hırçın bir ses çıkarmayı başarsındı. Ama bugüne kadar Sokak, şu son on yılın özel depolitizasyon koşullarında gelişip ortaya dökülen eski-solcu/aydın aylaklığının, keyif düşkünlüğünün, işçi sınıfı hariç her şeyde -ama çürümüş olsun, ama lağımlardan çıkmış olsun- her şeyde, sözde “muhalif” bir yan bulan sesi olmanın ötesine geçemedi; bunu da oldukça hırıltılı bir sinizm özentisiyle yapıyor.
“Sokak” dergisinin ürünü olduğu dönem yalnızca bir depolitizasyon dönemi değildi. Politikasızlaştırmanın sınıf içeriği vurgulanmadıkça, süreçteki kayıpların dökümünü tam olarak yapmak mümkün olmayacak. Politik hayatın önlenmesinin temelinde, bütün hayatın işçisizleştirilmesi görülmeli.
Ve işçisizleştirmenin ilk başarısı, öteki ait sınıflarda bir zamanlar görünüp kaybolmuş başkaldırma duygusunun ve isteğinin içe döndürülmesi olmuştur. Öyle ki, onlar, kendi toplumsal hareketlerinin de öncüsü ve ilerleticisi olan işçilerden koparıldıklarında, kendi başlarına ayakta kalamayarak, en başta kendi geçmişleri olmak üzere, her şeye sövüp sayarak, her şeye düşmanlık ederek varlıklarına yeni bir gerekçe ararlar. Bu kör öfkeden, yalnızca egemen sınıflar ve baskı gücü “kurtulur”. En büyük yıkıntı ve kendine yönelik bir şiddet biçimini alan sapmış öfke ise, lümpen kategorilerin özelliği olarak boy verir. Bizde lümpenlik, işsizleşmiş işçiler tabakasından çok, işçileşememiş küçük burjuvaziden kaynaklandığı için, öz-yıkım, en derin bir soysuzlaşma ve sefihlik nesnesine dönüşme biçimini kolayca alıyor. Böylece koyu bir nihilizm gibi görünen sözde yıkıcılık, aslında boyun eğmenin kan tükürüşü olmanın sınırlarını aşamıyor. Aylak, objektifin karşısında kara şapkalı bir anarşist gibi poz verirken, akşamları da gürültü yapan komşusunu karakola şikâyete gidiyor. (9) Sonuçta, sınıflar dışına düşmüş olmanın ideolojisi, bütün bir düzenin protestosunu, emek sürecinin aşağılanması olarak kavrayabiliyor. Bu, işçisizleştirme politikasının en kötü ürünüdür.
TV-2’de, şimdi cumartesi geceleri gösterilen bir dizi var: “Güzel ve Çirkin”. Hikâyeye göre, New York kentinin altında, unutulmuş dehlizlerde ve mağaralarda, eski kanallarda yaşayan bir topluluk bulunuyor. En yüksek, en köklü erdemlerle donatılmış, bilgiyle ve sevgiyle, çıkarsız bir dayanışmayla birbirine bağlanmış ve sözde “ortak mülkiyet” ilkelerine göre yaşayan insanların toplumu! Bu, “en aşağıda” yaşayan insanlar, yeryüzü dünyasının kötülüklerine karşı, insandan çok bir hayvana (aslana) benzeyen en çirkin üyelerinin gücünü öne çıkararak savaşıyorlar, direniyorlar. Sürekli olarak, birilerini kurtarıyorlar. Yeryüzünün en iyilerini, kendilerinin üyesi yapıyorlar, bu arada yukarıdaki kötü dünyanın iyi yanları (örneğin Savcılık Araştırma Kurumu), onların arasında en güzelle temsil ediliyor. Aşağıdaki dünyanın en çirkini ile yukarının en güzeli, düşünülebilecek bütün aşk ve iyilik idealarının canına’ okuyacak bir erişilmezlikle birbirlerine bağlanıyorlar.
Kentin bu bölünüşünde ve değerlerin bu ayrışmasında, son haddine vardırılmış bir işçisizleştirme politikasının ütopik sonuçlarına bir gönderme var gibidir. İyilik, erdem, özveri, bağlılık, insanlığın bütün eski mirası yüksek düşünceler, sanat ve felsefe, yani bütün olumlu birikimiyle “insan”, yerin yedi kat dibine gömülmüştür; ama orada, yeryüzü kentinin tükettiği ve unuttuğu bütün iyilikler canlı ve etkilidir.
Bir an için Marks’ı hatırlamadan geçilemez: “Sonuna kadar gelişmiş proletaryada, her türlü insanlığın, hatta insanlık görüntüsünün soyutlanması pratik olarak tamamlanmış bulunmaktadır; bugünkü toplumun hayat koşulları, en insan dışı yanlarıyla proletaryanın hayat koşullarında yoğunlaşmış bir haldedir. Proletaryada insan, kendi kendini yitirmiş, ama bu aynı zamanda, bu yitirişin teorik bilincine ermiştir.” (10)
Vincent, bu aslan suratlı çirkin “insan”, hem en acımasız, kaba-hayvansı kuvvet ve şiddeti, hem de en incelmiş insani kültür ve düşünce birikimini, etik, estetik değerleri, üstelik bilinç düzeyinde kendinde birleştirir. Sanki Marks’ın tanımladığı proletarya gibi, hem görünüşünde bile insanın “soyutlanmasıdır”, hem de bu yitip gidişin “teorik bilinci”dir!
Fakat aslında Vincent, proletaryanın Amerikanvari bir karikatürüdür ancak. Çünkü Marks’la proletarya, “kendi hayat koşullarını, bugünkü toplumun bütün insan-dışı hayat koşullarını ortadan kaldırıp yıkarak kendi kendini hürleştirebileceğinin” bilinciyle nitelenirken, Vincent, yeryüzünün bütün kötülükleri gibi, yaşadığı yer altını da kendi varoluşunun verisi olarak benimsememişti. Vincent’le birlikte, toplumun aklını ve hafızasını temsil eden “Baba” da bilmektedir ki, yer altındaki erdem topluluğu, yukarıdakiler tarafından yaratılmıştır ve yalnızca onlar var oldukça var olabilecektir. Bu yüzden yeryüzünü fethetmeyi düşünemezler: Bu, Paris proletaryasının “gökyüzünü fethe” kalkışmasından daha imkânsızdır. Çünkü “paçavralar içinde” yaşasalar da, yer altının insanları, bir sosyal üretici güç değildir. Onlar, her şeyi olduğu gibi, sınıflar ayrılığını ve karşıtlığını da, bu karşıtlık üzerinde gerçekleşen değerler çatışmasını da yabancılaştıran, ya (“Ziyaretçiler” adlı dizide olduğu gibi) uzayın derinliklerine uçuran, ya da böyle ütopik dehlizlere tıkıştıran idealizasyonun, gerici romantizmin yaratıklarıdır. Bu halleriyle, kapitalizmin mezar kazıcıları olmayacaklar, yalnızca kapitalizmin kazdığı mezarlarda yaşayabileceklerdir.
“Sokak” dergisi, sınıf-dışı bir muhalefetin olabileceğini kurar ve bunu kent hayatının en dibinde yer alan lümpen ilişkiler arasında ararken, iyi bir dünyayı ancak gerçek dünyanın en dibine itilmiş “sınıfsız” insanlar arasında olanaklı gösteren “Güzel ve Çirkin” dizisi ile aynı yerde buluşur: Orada Baron Haussmann, dünyanın bütün kentlerinin planlarının planı olan bir plan üzerinde, proletaryanın devrimci bir sınıf olduğuna -artık- inanmayanları ve “işçisiz devrim” teorileri yazanları temsilen gelmiş bulunan yaşlı H. Marcuse ile, yeşilciliğin potansiyellerini tartışmaktadır…

KAYNAKÇA
1) G. Childe / “Tarihte Neler Odu” Odak y.s, 83, 91, 94.
2) İlhan Tekeli/ “Kentleşmeye Kapital Birikim Süreçleri Açısından Bakmanın Sağladığı Açıklama Olanaktan” -DEFTER, 1988 BEŞ
3) Engels / Konut Sorunu”- Seçme Yapıtlar, C.ll.s, 417
4) İlhan Bilgin / “Haussmann’ın Paris’i”- Sosyalizm… Ansiklopedisi, s. 320
5) Henri Pirenne / “Ortaçağ Kentleri” -Dost Y.s, 47
6) Engels / “Fransa’da İç Savaş’a GİRİŞ”. Seçme Yapıtlar, C. II. s, 222
7) James Connolly / “Seçme Yazılar-Ulusal Sorun, Sendika! Mücadele ve Dev. Savaş” -Belge Y. s, 107
8) V. Ateş / ” Filistin Ayaklanmasının Düşündürdükleri”- Özgürlük Dünyası, S.3
9) Bkz: “Evde Otururken”- SOKAK, S.1
10) K.Marks / “Kutsal Aile”

Aralık 1989

Perestroykanın “Yeni Düşünce”si

İster doğal hayatın korunması anlamında olsun, ister insan soyunun nükleer tehditten kurtarılması anlamına gelsin, “hayat”, yalnızca tek bir biçimde, dünya çapında bir sosyal devrimle devam ettirilebilecek kritik bir noktaya gelmiştir. Yeryüzünde hayatı yalnızca devrim kurtarabilir. Bu açıdan, hayatı ve devrimi birbirinin karşıtı olarak gören ve gösteren “Yeni Düşünce”nin çağrısı, devrimi birlikte önleme çağrısı anlamına geldiği için, aynı zamanda hayatı birlikte ve barış içinde yok etme çağrısıdır da.

Her gün yeni bir boyut kazanarak dünya kamuoyu gündemindeki yerini koruyan “perestroyka süreci”, yalnızca ekonomik, sosyal, politik değişiklikler yoluyla değil, aynı zamanda, kendisinin “düşünsel temelleri” olarak gösterdiği ve yaygınlaşıp etki kazanmasına yol açtığı bazı “felsefi” yaklaşımlarla da bütünsel bir “Yeniden Yapılanma” olduğunu ortaya koyuyor.
Bir kaç temel öncülden oluşan bu düşünce, perestroyka yanlısı basında “Yeni Düşünce” olarak adlandırılıyor.
“Yeni Düşünce” ile birlikte, geçmişte parça parça, dış politikada, ekonomik hayatın düzenlenmesinde, sanat ve edebiyatın kimi ürünlerinde, bazılarına göre “arızi” ve “rastlantısal” olarak ortaya çıkan açıkça Marksizm’e karşı tutum ve uygulamalar, artık tutarlı ve sistemli bir anti-Marksizm etrafında toparlanma ve şekillenme imkânına da kavuşmuş oluyor.
Bu yazıda, perestroykanın bir parça perde arkasında kalan, fakat onun tanınabilmesi için ekonomideki ve politikadaki göstergeler kadar önem taşıyan bu yönünü inceleyeceğiz. “Perestroykanın Felsefesi”, onu uygulayan partilerin Marksist gelenekten kesin olarak koptuklarını her türlü güncel uygulamadan daha açık seçik sergiliyor. Çünkü herhangi bir alana ilişkin günlük uygulamalar ve bunların teorisi, hatta uzunca bir süre devam etmiş olsa bile, nihayet belli pratik ihtiyaçlarla açıklanarak savunulabilirler. Diplomaside bir uzlaşma, ekonomide bir geri adım, politikada bir taktik işbirliği, tarihsel koşullara, acil ve zorunlu ihtiyaçlara, bağlanabilen bir içerikle sunulabilir ve bunlar, bir başka alternatif tarafından yalnızca gerçekten koşullara ve ihtiyaçlara uygun olup olmadıkları bakımından eleştirilebilirler. Ama “felsefi temel” denilen şey, belli nitelikleri ayırt edilmiş bir nesne üzerinde, belli ereklerle etkinlikte bulunan öznenin eylemini düzenleyen “kurucu ilkeleri” kapsar. Öyle ki, eğer bu temellerin “bilimsel” olduğu kabul ediliyorsa, değişmesi, ortadan kalkması ya da geçersiz ilan edilebilmesi için ya nesnenin belirleyici niteliklerinin ya da öznenin ereklerinin değişmiş, ortadan kalkmış veya geçersiz hale gelmiş olması gerekir.
“Yeni Düşünce”, Marksizm’in bazı en temel önermelerini kaldırıp atarken ve yerlerine sözde “yeni” öncüller koyarken, nesnenin (kapitalizmin) temel özelliklerinin değiştiğini söylemiyor; kapitalizmin bazı niteliklerinin “artık eskisi gibi olmadığını” ileri sürmekten öte gidemiyor. Örneğin, sınıf mücadelesi mi, evet tabii, böyle bir şey var! Sistemler arası çelişme mi, bu elbette bir antagonizmadır! Ya kapitalizm, emperyalizm? Kim bunların sömürücü ve yıkıcı olduğunu inkâr edebilir?! Ama şimdi bunları öne çıkaramayız! Önce insanlığı kurtarmalıyız, önce hayatı tehdit eden nükleer silahlar meselesini çözmeliyiz! Önce, emperyalistlere kendilerinin de insan olduğunu ve yaşadığımız dünyanın onların ve bizim, hepimizin ortak -karşılıklı bağımlı- tek dünyamız olduğunu öğretmeliyiz! Onları silahları bırakmaya, havayı, suyu, toprağı kirletmemeye ikna etmeliyiz! Ve eğer biz, halâ “sınıf mücadelesi”, “devrim”, ” sosyalizm ve kapitalizm arasındaki temel çelişme” gibi şeyleri savunmaya ve buna göre davranmaya devam edersek, emperyalistleri, yani neticede bizimle aynı soydan, insan soyundan gelen bu yaratıkları, kendilerini uçuruma atmaktan kurtaramayız!
“Yeni Düşünce”nin bütün özeti bundan ibarettir: Karşılıklı bağımlı bir dünyada yaşıyoruz ve hepimiz insanız!
Ve bu önermelerin, tıpkı üçgenin üç köşeli olduğunu söyleyen önerme kadar açık, tartışılması gereksiz doğruları dile getirdiği düşünülüyor. Böylesine inkâr edilemez sağlamlıkta öncüllerden yola çıkmanın, ardından ileri sürülecek her tezi dosdoğru ve tartışılmaz kılacağı sanılıyor.
Görülen o ki, “Yeni Düşünce”, “eski Marksizm”den tamamen farklı oluşunu, ancak kendi öznesinin değişmiş olmasıyla açıklayabilir. Üzerinde konuşulan nesnenin temel nitelikleri değişmediği halde, onun hakkında bir zamanlar ileri sürülen teorinin en temel önermelerinin reddedilmesinin başka bir gerekçesi bulunamaz.
İnsanlık ve sınıf
İnsanlık tarihi boyunca, kendisinin evrensel bir kapsama sahip olduğu iddiasını öne sürebilen, böylece de belli bir felsefe okulunun, belli bir filozofun düşüncesi olarak değil, bir toplumsal sınıfın, giderek “bütün insanlığın” ortak düşüncesi, ortak felsefesi olarak tanınma talebini ileri sürmeye cesaret eden ilk bütünsel “dünya görüşü”, burjuvaziye aittir.
Özellikle 1789 Büyük Fransız İhtilâli sırasında, ihtilâlin dünya ölçeğinde yarattığı büyük cazibenin ve gittikçe açık bir biçimde bir dünya sistemi özelliği kazanan kapitalist ilişkilerin desteğinde burjuvazi, insanoğlunun kendisinden ibaret olduğunu, bütün insanlığın kendisi tarafından temsil edildiğini ve kendi dünya görüşünün bütün insanlığın evrensel felsefesini içerdiğini ileri sürebildi.
Yalnızca Fransız İhtilâli’nin hemen arkasında ve yanında bulunan bilginler, filozoflar, sanatçılar kuşağını değil, Antik Yunan ve Roma uygarlığını, Rönesans’ın ve bütün yüzyılların en ileri, en yüksek düşüncelerini ve ürünlerini de kendi mülkiyetine geçirmek için, ihtilalin kendisine kazandırdığı saygınlığı kullanarak, yeryüzünün her köşesinden genel bir onay aldı.
Amerikan ve sonra da Fransız ihtilâllerinin öne sürdüğü, gerçekleştirdiği her ilke, yani burjuvazinin aristokrasiyle hesaplaşması boyunca ortaya attığı her tez, bütün insanlığın bütün zamanlar boyunca ve bütün ülkelerde tartışmasız kabul edeceği ilkeler ve düşünceler katına yükseltildi. Burjuva hak ve çıkarları, insanlığın evrensel hak ve çıkarları olarak kayda geçirildi. Böylece sınıflandırılan hak ve çıkarların derlendiği bildirgenin de, değişmez ve değiştirilemez ve sonsuzca geçerli kalacak, “doğa yasaları kadar güçlü” bir yasalar manzumesi olduğu ilan edildi. Ve çağın bilimi, bunun gerçekten doğaya uygun olduğunu, çağın dini de “Tanrının yasalarının dile getirilişi” olduğunu tasdik etti. Sonuçta burjuvazi, tarihin bilinen bütün “insani” mirasının tapusunu eline geçirmekle kalmadı, gelecekte de bu “mülkü” istediği gibi kullanabilmek iktidarına oturdu.
Yüksek ve temel insani değerler denilen ve sadece yeryüzünde değil, kâinatın neresinde olursa olsun, insanın ya da insana benzer bir şeylerin yaşadığı her yerde geçerli olduğu düşünülen ve “doğal ve zamanaşımına uğramaz” olarak tanımlanan ilkeler, “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde şöylece sıralandı: Özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkı.
Amerikan ve Fransız ihtilallerinin “ilke” haline getirdiği hak ve özgürlükler dizisi, II. Dünya Savaşının bütün acıları henüz taze iken, 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından yeniden düzenlendi ve “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” adıyla üye devletlerin imzasına açıldı. SSCB, yeni kurulan bazı Halk Demokrasisi devletleri, Güney Afrika Birliği ve Suudi Arabistan bu metni imzalamadılar. O zamanki SSCB, “özel mülkiyetin temel bir hak sayılmasının”, Güney Afrika ırk ayrımının yasaklanmasının ve Suudi Arabistan’da köleliğin yasaklanmasının karşısındaydılar.
Demek ki, bütün devletlerin aynı ölçüde benimseyeceği genel bir ahlâk ve düşünce sistemi, hiç olmazsa şimdilik bulunamamıştı. İnsanın “doğasından” geldiği savunulan özelliklerin bazıları, bazı “insanların” doğasına tümüyle yabancıydı! Mülkiyet karşısındaki durum kadar, ırkçılık ve kölecilik de “insan”a göre değil, sınıfa göre anlam ve değer taşıyan “hak ve özgürlükleri” dile getiriyordu. “Evrensel” ilkeler, burjuvazinin önündeki ve gerisindeki sınıfların devletlerinin kapısından girememişti.
Görülüyordu ki, “genel-evrensel hak ve çıkarlar” denilen şey, Marks’ın dediği gibi, “özel” tarafından yaratılmıştı ve onun, “özel çıkar”ın, karşısına bağımsız bir tarihi olan ayrı bir güç olarak çıkabilecek evrenselliği yoktu. “Genel çıkar” denilen şey, sınıflara bölünmüş dünyada, yalnızca kendisini “genel” in yerine koyabilen bir “özel” olabilirdi.
Bugün, perestroykanın uluslararası ilişkiler alanında kendini gösteriş biçimi, “insanlığın global çıkarlarını” öne çıkarmak ve “tüm insanlığın yok oluşunu önlemek” iddiasına dayanıyor.
Buna göre, nükleer savaş tehdidi, doğal çevrenin kirlenmesi, hammadde kaynaklarının tükenmesi, açlık ve “gelişmekte olan ülkelerin dış borç sorunu”, “bütün insanlığı ilgilendiren sorunlardır” ve ancak gene “bütün insanlığın işbirliği ile karşıt sosyal sınıfların, karşıt sistemlerin işbirliği ile” çözülebilir! Buradan hareket ederek “Yeni Düşünce”, Papa II. Paul’ün bugün bütün dünyanın tehdit altında olduğu” saptamasını onaylayarak, R. Keneddy’nin “ya hep birlikte tarih kitabını devam ettireceğiz, ya hep birlikte kapatacağız” demesine çok önem vererek, Roma Kulübü’nün müteveffa başkanı A. Peççei’nin “global bir medeniyet kurulması” çağrısını benimseyerek, yeryüzünde bir global ve ortak değerler sistemi bulunabildiği, buna herkesin katılması gerektiğini ilan ediyor.
Oysa bir “evrensel-genel çıkar” probleminin çağımızda bu içerikle konulmuş olması, ancak ve yalnızca bir “özel çıkar”ın ifadesi olabilir. Acaba “Yeni Düşünce”, hangi özel çıkarı, evrensel çıkar olarak sunuyor? Sınıflı dünyamızın hangi sınıfının “özel çıkarını” bütün insanlığın genel çıkarı olarak sunuyor ve savunuyor?
Dünya proletaryası, ilk kez 1917’de Ekim Devrimiyle, burjuvazinin dünya üzerindeki tekelini kırma fırsatını yakalayabilmişti, “Egemen sınıf olarak örgütlenme”, karşıt bir “dünya sistemi” yaratma ve böylece de kendisini “bütün insanlığın yeni sözcüsü” olarak tamamlayabilme olanağını bulmuştu. Kendi hedeflerini dünya çapında gerçekleştirebilmek için gerekli olan ilk koşulu, yani kendi çıkarlarını, toplumların bütün üyelerinin ortak “insani” çıkarı olarak tanımlayabilmek, yeni başlayan çağda “insan” ile “proleter” in bir ve aynı şey olduğunu göstererek bir evrensellik biçimi altında kendi düşüncelerini ortaya koyabilmek koşulunu ele geçirmişti. Sosyalizmin, en mantıklı ve evrensel olarak geçerli bir hayat tarzı olduğunu göstermek için, artık yalnızca mücadeleci bir sınıf değil, aynı zamanda iktidardaki bir sınıftı da.
Devrimci proletarya, bütün bir devrimci dönüştürme eylemi boyunca ve II. Dünya Savaşı sırasında NAZİ orduları karşısında, kendini yalnızca devrimci bir sınıf olarak değil, hemen hemen tüm insanlığın, sömürülen, köle olarak tutulan, ezilen ve bütün bunlardan entelektüel bir azap duyan bütün insanlığın temsilcisi olarak gösterdi. Bu, onun için tamamen olanaklıydı, çünkü onun çıkarları, yani bu “özel sınıf çıkarı”, başka sınıflardan insanların “ortak çıkarı”, “genel çıkar” halindeydi. Burjuvazinin kendi devrimci çağında yakaladığı bu hegemon konumu, proletarya da kendi devrimci çağında geliştirmeye başlamıştı.
1917 Ekim Devriminde işçi Sınıfı, insanlığın en ileri eklemlerinin, bin yıllık ütopyalarımın gerçekleştiricisi olarak gösterdi kendisini. Anti-NAZİ savaş sırasında, gene “bütün insanlığın” faşizme ve savaşa karşı koyusunun, ondan nefret edişinin maddeleşmesini temsil ediyordu. Ama hem 1917’de hem NAZİ karşıtı savaşta, “insanlık” hiç de “gerçek” bir bütün değildi. Devrime karşı olan, faşizmden yana olan, karşı-devrim ve faşizm için savaşan milyonlarca “insan” vardı. Çünkü devrim ve anti-faşist savaş, özünde sınıflar savaşıydı ve “insan” denilen şey, sınıfların dışında değildi.
Marksizm açısından, tarih sınıflar arasındaki savaşın tarihi olarak kaldıkça, bir sorunun evrensel olarak konulusu ve evrensel olarak çözülebilmesi, evrensel bir sınıfı gerektirir.
Burjuvazi, bir ölçüde, o da yalnızca devrimci bir sınıf olabildiği çağlarla sınırlı kalarak, evrenselliğin işlevlerini yerine getirebildi. Ama hiç bir zaman gerçekten bir evrensel sınıf olamadı.
Evrensel sınıf olabilmek için bir kaç önemli nitelik gereklidir ve bunlar yalnızca proletaryada bulunmaktadır.
Evrensel sınıf, her şeyden önce, “kendisi bütün zümrelerin çözülüp dağıtılmasını ifade eden bir zümre” (Marks) olmalıdır. Öyle ki, toplumun bütün diğer kesimlerinden kendini kurtarmadıkça, böylece de toplumun bütün diğer kesimlerini de kurtarmadıkça kendisini kurtarması mümkün olmayan bir sınıf olmalıdır.
Burjuvazinin “evren çapında” bir hegemonyayı, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel alanlarda diğer bütün sınıfların hayatlarını, düşünce tarzlarını belirleyen bir etkinliği sağlayabildiği çağlar boyunca, daima kendisiyle “insan”ı özdeşleştirmiş, kendi yücelişini ve ilerleyişini bütün olarak insanın yüceliş ve ilerleyişi olarak göstermiştir, bunda ikna edici olabilmeyi de başarmıştır. Ama insanlığın tam ve gerçek kurtuluşunun, kendisi de dâhil bütün sınıfların ortadan kaldırılışına bağlı olduğunu, elbette ileri sürememiştir. Kuşkusuz, bu onun doğasına, yani liretim araçları üzerinde mülkiyetin özel biçimiyle belirlenmiş sınıf niteliğine aykırıdır. Kendi sınıfsal varlığı da dahil, bütün sınıfların kaldırılmasını devrimci bir tarih programı olarak önüne koyabilmek, yalnızca ve ancak proletaryanın niteliklerine uygundur. Proleter düşünce tarzı, Marksizm’in şu önermeyi inşa edebilmesini sağladı: Bütün sınıfların kurtuluşu, insanlığın bütün sınıflardan kurtuluşuna bağlıdır.
“Yeni Düşünce” ise, sınıflardan arınmış bir insan kavramı tasarlayarak, onun “biyolojik kurtuluşu” (1)’nu öne çıkararak, burjuvaziyi de “insan” olduğuna ikna ederek, sınıfların varlıklarını sürdürdükleri bir dünyada kurtuluş vaat ediyor. Bu “kurtuluşu” da gene yalnızca “insan” olduğunu kabul eden “insanların” elbirliği sağlayacaktır, diyor.
Marks, proletaryayı, “bir kelimeyle insanın tastamam yitirilişi olduğu için, kendisini ancak insanın tastamam yeniden kazanılmasıyla bulabilecek olan bir sınıf” olarak tanımlarken, “insanlığın kurtuluşu”nu da, açık ve dolaysız bir sınıf içeriği ile tanımlamıştı. Bunun yolu ise, dünya çapında -evrensel- bir sınıf mücadelesinden başka bir şey olamazdı.
Marksizm’in bu tezini isteyen istediği gibi tartışabilir; kimi beğenir, kimi beğenmez, ama bu tezin karşısında durarak, bu tezi kabul etmeyerek Marksist olunamaz. Biz, Gorbaçov izleyicilerini, “Yeni Düşünce” yanlılarını Marksist olmaya zorlayamayız. Ne var ki, onlar kendilerinin en hakiki Marksistler olduğunu ileri sürmeye devam ettikleri sürece, onlara önce bu tez karşısındaki tutumlarının ne olduğunu sorma hakkımız vardır.
“Temel İnsani Değerler” Problemi:
“Yeni Düşünce”nin sözde “yeni” tezine göre, çağımız dünyasının sorunları evrenseldir ve sorunların çözümü için aranan yollarda, “temel insani değerler, her şeyin üzerinde tutulmalıdır” (Gorbaçov).
Kuşkusuz, bu tezde Marksizm açısından sorgulanacak pek çok şey vardır, ama “insani değerler” kavramı, pek çok yerde ve etkili bir biçimde kullanıldığı için ona öncelik vereceğiz.
XVII. yüzyılın ünlü mekanist-materyalistlerinden Thomas Hobbes, Cromwel çağı İngiliz devrim döneminde, “HOMO HOMİNİ LUPUS” (“insan, insanın kurdudur”) demişti. Bütün bir kapitalist toplumun insan, ekonomi ve politika ilişkilerini özetlemeye son derece elverişli olan bu özdeyiş, Hobbes”un devlet, iktidar ve bunların kaynağı hakkındaki görüşleriyle de ilgilidir. Bir kurtlar toplumunu, ona göre, ancak kendisi de bir canavarın adıyla simgelenebilecek olan (Leviathan) “devlet” yönetebilir. Devlet gibi, ahlak ve din kuralları da, insanlar arası ilişkileri sınırlanmış bir kurtlar ilişkisi olarak, kurallara bağlanmış bir didişme olarak “uygar ölçüler içinde” tutmaya çalışır. Hobbes’un düşüncesinde insanoğlu, kendisini kendisinden korumak için, bir “kurtlar topluluğu” olduğunu kabul etmekten yola çıkarak, “her kurdun üzerinde anlaştığı” bir yüksek kurallar, insanın dışında kurulmuş bir yasalar sistemi geliştirmeye çalışıyor. Bu görevi, ya bu kavgada tarafsız kalacağı düşünülen devlete, ya da her şeyin önceli ve yaratıcısı olan daha yüksek bir makama, Allah’ın divanına havale ediyor. Başlıca kurtlar var oldukça, özellikle mülkiyet nedeniyle dişleri iyice sivrilmiş bir tür “insan” olan burjuvazi var oldukça, toplumun bir insan toplumu haline gelemeyeceği seziliyor.
Günümüz dünyasının bütün “yüksek insani değerleri”, kurdun kurda kurallı saldırısını öneren değerler sistemidir. Saldırıyı, birbirini dişlemeyi ve boğazlamayı değişmez veri olarak kabul eden ama bunu hiç olmazsa “uygarca” ve “karşılıklı hakları gözeterek” yapmayı sağlamaya çalışan “değerlerin” toplamıdır. Ve her çağa egemen olan değerler, daima o çağın egemen sınıfının değerlerinden başka bir şey değildir.
“Barış”, “özgürlük”, “demokrasi”, “eşitlik” gibi “yüksek insani değerler”i düşünelim: Her biri, bir karşıtlığın ürünü olan bu kavramlar ancak ve ancak, “savaş”, “tutsaklık”, “diktatörlük”, “eşitsizlik” var oldukça var olabilecek olan kavramlardır ve bunların bulunmadığı bir dünyada hiç bir değer taşımayacak, içeriksiz kalacak kavramlardır. Bunları “temel insani değer” olarak kabul eden her düşünce, insanlığın bütün bir sonsuz zaman içinde, savaşsız, tutsaklıksız, diktatörlüksüz yaşayamayacağını kabul ediyor demektir. Eğer “barış” temel bir insani değer ise, savaş da en az onun kadar öyledir! Eğer özgürlük, sınıf içeriğinden boşaltılarak bir evrensel insani değer olarak ilan edilecekse, tutsaklık da kölelik de hiç kuşkusuz onun kadar o onura layık olacaktır.
Bunların her birinin tarihsel ve sınıfsal içerikle belirlendiğini, yani bütün zamanlar, bütün insanlar, bütün toplumlar için geçerli evrensel değerler değil de, sınıflara bölünmüş bir dünyanın göreli, değişken, karşıtını içinde taşıyan kavramları olduğunu öne süren Marksizm ise, her birine hangi sınıfın elinde etki kazandığına ve gerçekleştiğine bakarak bir değer biçer. Hiç birinin yaşanan tarihten bağımsız, mutlak ve değişmez bir içeriği bulunamayacağını söyleyen, yeri geldiğinde, “barış”ın da, “savaş” gibi, bir “kurtluk değeri” olabildiğini gösterir.
“Bütünsel ve Karşılıklı Bağımlı Bir Dünya” Tezi:
“Yeni Düşünce” tarafından, karşıtlığın yasası bir kez bu biçimde çiğnenince, geriye “bütünsellik” ve “karşılıklı bağımlılık” kavramlarıyla dile getirilen, uzlaşmaz çelişmelerin bulunmadığı bir dünya tasarımının inşa edilmesi gereği de, “mantıksal” bir sonuç olarak doğmaktadır.
Eğer “temel insani değerlerin egemen olabileceği bir dünyada yaşıyorsak, bu dünyanın insanı bölen, farklı değerlerin doğup yaşamasına izin veren çelişmelerden de arınmış, bütünselliğin ve karşılıklı bağımlılığın gerçekleştiği bir dünya haline gelmiş olması gerekmektedir.
Aradığımız o olsunl “Yeni Düşünce” bize, onu da sunmaktadır! “Yeni Düşünce” nin temel tezlerinden birine göre, yaşadığımız dünya, “her zamankinden çok, bütünsel ve karşılıklı bağımlı bir dünya halini almaktadır.”
Bilimsel ve teknolojik devrim, hammadde kaynaklarının kıtlığı ve çevre kirliliği, nükleer silahların tehdit edici gücü, gibi olaylar ve olgular, “Yeni Düşünce’ye göre, hiç bir devletin kendi başına ve yalnızca kendisini düşünerek çözemeyeceği bir bütünlük içinde gerçekleşmektedir. Bütün bunlar, farklı ve karşıt sınıflar ve sistemler arasında, koparılamaz bir bağımlılık ilişkisi doğurmaktadır!
Tıpkı “insan” kavramında olduğu gibi, “dünya” kavramında da “Yeni Düşünce”, sınıflar üstü bir “doğallık” ve “nesnellik” görüşünü öne sürmektedir.
İnsanoğlunun bütünsel ve gittikçe de bütünselleşen bir dünyada yaşadığı doğrudur, ama bu yeni olmadığı gibi ^tamamlanmış bir süreç de değildir.
Daha ilk Büyük Coğrafi Keşifler Çağı ile birlikte, ve buna eşlik eden ticari sermayenin dolaşımı çizgisinde, uzak ülkeler ve halklar arasında, aynı ilkeye göre, “ticaretin evrenselliği” ve ” ticaretin doğal zorunluluğu” ilkelerine göre, dünya bir tür bütünsellik ve karşılıklı bağımlılık görünüşü kazanmaya başladı. Gelişen kapitalizm, sermayenin “birleştirici ve bütünleştirici” etkisi yeryüzünün en ücra köşelerine kadar yaydı. “Kapitalizm, bütün dünyayı tek bir ekonomik zincirin halkaları olarak birleştirdi.” (Stalin)
Ama bu bütünlük, kendisini yaratan ilkenin, yani sermayenin uluslararasılaşmasının -emperyalizmin-bütün çelişkileriyle dopdolu, her bir parçasının diğeri ile çatıştığı, kopuşların ve yeniden birleşmelerin sürekliliği ile karakterize olmuş bir bütünlüktü. İnsanın tarihsel eylemi, daha ilk adımından itibaren, bir yandan doğal bir sonsuzlukla bağıntılı dünyayı, kendi ihtiyaçları doğrultusunda çerçeveliyor, düzenli ve ihtiyaca cevap verecek şekilde sınırlıyor, diğer yandan da gittikçe kendi sınırlarını geliştiren yeni bağıntılarla donatıyordu. Ama bu yeni ve “insanlaştirılmış” doğanın bağıntılılığı, daima ve her çağda, o çağa egemen olan sınıfın “ilkeleri” doğrultusunda, onun sisteminin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde, gene daima onun dışında kalan sınıflara karşı, duran, farklı bir dünyanın bağıntılılığı biçimini kazanıyordu.
Sınıfların, sermayelerin, nesnel üretici güçlerin ve bunların karşılıklı çelişmelerinin hukuki biçimlerinin rol oynamadığı bir dünya bütünselliği kavramının hiç bir anlamı yoktur.
Politik eylemin, karşıt sınıflar arasındaki büyük tarihsel mücadelenin bu en arınmış, en düzenli ve en etkili biçiminin belirleyici ve yönlendirici gücü olmaksızın, bundan bağımsız bir “bilimsel ve teknolojik devrim”in, “global çıkarların” dünyayı bütünsel ve karşılıklı bağımlı kıldığını düşünmek, nesnelerin kendi başlarına ve sosyal bir biçim kazanmaksızın hareket edebileceklerini sanan en eski metafiziklere hastır. Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminin dünyasını “bağımlı ve bütünsel” bir dünya kılan tek şey, onun üzerinde üretici faaliyette bulunan toplumsal insan gücüdür. Toplumsal insan gücü, örgütlenmiş, düzenli ve sistemli bir hayatın yürütülebilmesinin temel bir öğesi olarak, hiç bir çağda, kendisini belli sınıf niteliklerinden ayrı olarak koyamayacak olan bir üretim ilişkileri aracılığıyla ve onun içinde gerçekleşir. Marksizm’i diğer bütün toplum bilimlerinden ayıran, bütün tarih teorilerinden farklı kılan en temel tezlerinden birisidir bu. Marksizm’in ABC’sidir. Buna göre, “bütünsel ve karşılıklı bağımlı bir dünya” dan söz edildiğinde, bunun insanın sosyo-tarihsel ve politik faaliyetinin bir ürünü olduğundan ve ancak her çağda belli bir egemen üretim ilişkileri içinde gerçekleştiğinden söz etmek gerekmektedir.
Soru şudur: Kim bütünleştirdi bu dünyayı? Hangi ilkeye göre ve hangi ihtiyaçlar dolayısıyla ve hangi araçlarla? Bu soruya, teknolojinin gelişmesinin sonuçları açısından, ulaşımda süpersonik uçakların ve trenlerin yapılabilmiş olmasına uydular aracılığıyla sağlanan iletişimin hız ve yaygınlık kazanmasına bakılarak verilecek cevaplar, hiç bir şeyi açıklamaz. Böyle bir bütünsellik, hala tekerleği bile kullanamayan Amazon yerlilerini ve iletişim teknolojisi tamtam kullanmanın ötesine geçememiş Buşman kabilelerini fazla ilgilendirmiyor. Ama onları, ormanın içinde çalışan dev buldozerlerin, barajlar inşa eden vinçlerin ve makinelerin yanı başlarına kadar gelmesine yol açan bütün bir sermaye ilişkileri ve bu ilişkileri kendi topraklarına yerleştiren askeri, politik, ekonomik kurumlar ve ilişkiler çok yakından ilgilendiriyor. Kendi varlığını, “Dünyanın akciğerleri Amazon Ormanları” üzerinde bir varlık olarak tanımlayan yeni ilişkiler tanıyor ve bütün dünya sandığı ormanın, birdenbire başkalarının s dünyasının yalnızca bir parçası haline geliverdiğini görüyor. Daha iki yüz yıl kadar öncesinde, kendisini insanın ta kendisi zanneden Zulu’lar, Bantu’lar, Buşman’lar, meğerse “aşağılık bir ırktan olduklarına”, insan denilen şeyin beyaz derili, eli tüfekli ve gemileri ve uçakları olan başka bir mahlûk olduğuna, soykırımla, köle ticaretiyle, hammadde yağmasıyla ve bunların politik araçlarıyla, savaşla, sömürgeci yönetimlerle inandırılıyorlar. ” Bağımsız” varlıklar, kapitalizmin dünyasında bağımlı, hem de “global ölçekte karşılıklı bağımlı” bir varlığa dönüşüyor.
Kapitalizmin yarattığı “karşılıklı bağımlılıktan” ne gökteki kuş, ne okyanustaki balina kurtulabiliyordu. Her şey, ama her şey, kapitalist, insanın bütünleştirici eylemiyle birbirine bağlanıyor. Artık önemli olan budur. Yoksa her şeyin ta ezelden beri birbirine bağlı ve bağımlı olduğunu söylemenin, bir buzul çağı yaşandıysa, bunun Avrupa’daki kılıç dişli kaplan kadar Galapagos adaları kaplumbağalarını da ilgilendirdiğini söylemenin hiç bir anlamı yoktur. Yaşadığımız dünya, değiştirdiğimiz ve bütünleştirdiğimiz bir dünyadır ve tam anlamıyla “eylemli insanın” dünyasıdır. Onu, kozmik, atmosferik, klimatik olaylar değil, belli bir tarzda örgütlenmiş, belli bir tarzda üreten ve yeniden üreten “insan” değiştiriyor ve her bir insan topluluğunu, her bir coğrafya parçasını, her bir canlıyı ve cansızı, tek bir ilkeye göre, “azami kar” ilkesine göre, tek bir bütünün parçaları halinde birleştiriyor, emperyalist etkinliğin biricik dünyası haline getiriyor. Her şey uluslararası bankaların, ticaretin ve sermayenin ihtiyaçlarına göre, dünyanın “doğal ve ezeli” halinin, “toplumsal ve tarihsel” bir yeniden düzenleyişinin sahnesi haline getiriliyor. Orta-Doğunun petrolü, Japonya’nın bilgisayar teknolojisine, Irak-İran savaşı, Nikaragua’nın kontra gerillalarına, Sibirya’nın doğal gazı Ankara’nın kirli havasına ve “Ortak Avrupa Evi” düşüncesine bin bir karmaşık bağıntıyla ve her biri içinden geçerek, birbirini asla “doğal” olamayacak bir biçimde etkileyerek bağlanıyorlar ve hepsi birden yepyeni bir “doğa” oluşturuyorlar.
Sayısız iplikçik, bir kaç ana noktada kalın düğümlerle örgüyü tamamlıyor. Bütün düğümlerin anası ise, kendisini politika biçiminde gösteriyor. Ekonominin, bilimin, sanatın, askerliğin, vs. neye göre, ne için ve hangi biçimde hareket edeceğini, hangi alanın hangi yeni dönüşümlere göre değiştirileceğini belirleyen en örgütlü, en arınmış etkinlik olarak politika, dünyanın karşılıklı bağımlılığını ve bütünlüğünü yorumlayan, bu bütünlüğün sınırlarını ve hedeflerini belirleyen özel bir üst-etkinlik olarak kendisini ortaya koyuyor. Öyle ki, artık hemen hemen hiç bir şey “doğal” kalamıyor; mutlaka bir sınıfın, mutlaka bir çıkar grubunun ya da ittifakın erekli, planlı faaliyetinin sonucu olarak kendisini gösteriyor.
Bu, kapitalist emperyalizmin doğurduğu hiç bir sonuçtan, “insanlığın tümünün” sorumlu tutulamayacağını gösteren en önemli veridir. Kim, hangi amaç ve araçlarla kendisinin hangi ihtiyacına göre dünyayı bu iğrenç bütünlüğe sürüklediyse, yaşanan ölümün sorumlusu da odur.
Ve kim, bu sorumluluğu “aynı insani değerlere sahip olmak0” ve “aynı bütünün parçaları olmak” adına paylaşıyorsa, hayatın, insan soyunun, geleceğin aynı derecede düşmanıdır.
Ne var ki, dünya, yalnızca emperyalistlerin “tek ve karşılıklı bağımlı dünyası” değildir. Buna karşıt, bunun içinde kendine özgü varoluş ve ilerleme biçimleri geliştirmeye çalışan bir de işçilerin ve halkların “bütünsel dünyası”, bazen bir gerçeklik olarak, ama daima bir olanak olarak bulunuyor.
Her devrimci sınıf politikası, özellikle dünya çapında ye gelecek üzerine egemenlik hedefiyle belirlenmiş bir devrimci sınıf politikası, temel ereği bakımından “yeni bir dünya için politika” biçiminde tanımlanır. Bu bakımdan, hem üzerinde faaliyetinin sürdüreceği bir bütünlüğü varsayar, hem de bugün var olan bütünlüğe karşıt yeni bir bütünlük yaratmayı amaçlar. Var olan bütün içinden, kendi ereği olan bütünün olanaklarını açığa çıkarır, gerçekleştirmenin araçlarını yaratır. Bu, “yeni bütünlüğün” yaratılışına kadar süren bir sınıf mücadelesi biçiminde ilerler.
İşçi sınıfı, “evrensel sınıf” olma özelliğini bu mücadele içinde ortaya koyar ve geliştirir.
Günümüz dünyası, kapitalizmin dünyasıdır ve her birimde, kendi karşıtının olanaklarını taşımaktadır. Kapitalizmin dünyasını, “bütünsel ve karşılıklı bağımlılık dolayısıyla sınıf mücadelesini gereksiz hatta zararlı kılan bir dünya” olarak tanımlamak, gerçekte karşıt bir bütünlüğün tüm olanaklarının tükendiğini söylemek anlamına gelir. Yaşadığımız dünyanın, mümkün bütün dünyaların en iyisi ve sonuncusu olduğunu söylemekle aynı şeydir bu.
Son gelişmeler, bütün dünyanın -“bütünsel tek dünyanın”- gözünün Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyetine dikilmesine yol açtı. Bütün laf kalabalığına, şamataya ve demagojiye rağmen, dünyanın söylendiği kadar bütünsel olmadığını gösteren tek sosyalist ülke olarak Arnavutluk, “gittikçe daha çok karşılıklı bağımlı hale gelen” emperyalistlerin dünyasını ciddi şekilde endişelendiriyor. Yalnız sosyalist Arnavutluk değil, her ülkedeki işçi sınıfı hareketi ve ulusal kurtuluş savaşları da, iddia edilen “bütünlüğün” sınırlı ve “özel” bir bütünlük olduğunu, onun dışında bir de “karşıt bütünlük” bulunduğunu ve bunun da tıpkı öteki gibi bir “dünya sistemi” olabilme gücünü taşıdığını kanıtlıyor.
Gerçekte sınıflara, sistemlere ve mücadele eden güçlere bölünmüş bir dünyayı “tek ve bütünsel” bir dünya olarak göstermeye çalışan “Yeni Düşünce”, böylece emperyalist etkinliğin karşılıklı bağımlı parçalarından birini oluşturduğunu, onlarla “aynı hedefleri ve değerleri paylaşan” aynı türden yaratıklar olduğunu itiraf etmiş bulunuyor.
Yok olan antagonizmalar!
Bu itirafın ilginç bir biçimi, “Felsefe Dergisi”nin 88/4. sayısında Ö. Bedri Canatan imzasıyla yayınlandı.
Canatan, şu anda “karşıt sistemler arasındaki çelişmenin, antagonist de olsa aynı bütünlük içinde var olduğunun, temel fikir olarak esasen kabul edildiğini” yazdı.
Her şeyden önce, çelişmeyi değil de, “bütünlüğü” esas alan bu akıl yürütmenin, daha en başından Marksizm’den başka bir şeye karşılık düştüğünü belirtelim. Diyalektiğin, materyalist-devrimci düzeyini, idealist tarzdan ayıran ilk ve en önemli özellik bu. Üzerinde uzun boylu durmayı gerektirmiyor.
Ama bundan politik sonuçlar çıkarılıyor ve bu anlayış, perestroykanın dünya politikasının açıklanması ve savunulması için temel haline getiriliyor. “Yeni Düşünce”, yeni bir antagonizma tanımı yaparak, “bütünsel dünyamızın” bugünkü bütünselliğinin-devamı için yapılması gerekenlerin gerekçesini bu tanımdan türetiyor. Biz yalnızca antagonizma kavramının yerli yerine oturtulmasıyla, önerilen politikaların anti-Marksist öncüllere dayandığını göstermeye çalışacağız.
Yalnız, şu göz önünde tutulmalıdır: Felsefi bir kategorinin dolaysız mantıksal işlevi ile politik eylemin muhtevası arasında indirgemeci bir bağıntı kurularak yapılan her çözümleme, esası bakımından idealisttir. Dolayısıyla biz, burada “antagonizma” kavramının “felsefi” içeriğini tartışacak değiliz. Kavramlardan örülü bir dünya üzerine konuşmuyoruz. Sınıflardan ve onların karşılıklı politikalarından örülmüş bir dünya üzerine konuşuyoruz. Bu anlamda, “antagonizma”nın, “kendinde” bir felsefi-mantıksal içeriği yoktur. Fiziğin, biyolojinin, kozmogoninin dünyasında “antagonizma” bulunup bulunmadığını, varsa bunlardan tümünü içeren bir “antagonizma”nın nasıl çözüleceği burada bizi ilgilendirmiyor.
Bir çelişmenin hem antagonist olduğunu söylemek, hem de bütünün olağan-genel çelişmeli bir bütün gibi sürüp gideceğini söylemek mümkün değildir. En basit tanımıyla “antagonizma”, ya da uzlaştırılamaz çelişki, ancak ve yalnızca çatışmalı çözümlere imkân bırakan bir çelişkidir. Diyalektiğin büyük öğretmenlerine göre, çeşitli biçimlerde olabilecek çelişmelerden biri, özel olarak uzlaştırılamaz karşıtlığa dönüştüğü zaman, bir sıçramayla niteliksel dönüşümün gelişmesine yol açar. Ve bu, genel çelişmeyle aynı olmayan, çelişmenin özel bir durumunu ifade eden “antagonist çelişme” diye adlandırılır. Böyle bir çelişme, yapının tümünü belirlemek ve ancak niteliksel bir dönüşümle çözülme gibi özellikler taşır.
Öyleyse, bir çelişkinin antagonist olduğunu söylediğimiz zaman, tanım gereği, onun içinde bulunduğu yapının da, onunla belirlendiğini ve artık bir bütün olma özelliğinin çözülmeye yöneldiğini söylemiş oluruz. Tersine, eğer bütünlük, çelişmelerine rağmen çatışmasız akışı içinde görülebiliyorsa, onun temel çelişmesinin antagonist olduğu söylenemez. “Çelişme antagonisttir, ama gene de bütünlük esastır” demek, tam bir safsatadır. Bunun söylenebilmesi için ya antagonizma kavramının içeriği, ya da bütün kavramının ifade ettiği bağıntılılık tarzı tümüyle değiştirilmiş olmalıdır. Ya söz konusu çelişme antagonist değildir, ya da sözü edilen “bütün” genel çelişmeli bütünden tamamen farklı, uçup gitmeye, dağılıp çözülmeye hazır bir “bütün” dür.
Sorunun konuluşundaki açık mantıksal yanlışlık bir yana, “antagonizma” ve “bütünlük” kavramlarının sosyal ve politik içeriği açısından bakıldığında, Canatan’ın önermelerinin geçersizliği daha çıplak olarak görünmektedir. “Antagonizma”, sosyal-sınıfsal pratik bakımından anlamlı birer kavramdır ve bu bakımdan nitelik kazanmış ilişkiler içinde, bu ilişkilerin içeriği ve düzeyi bakımından değer taşır. Öyleyse, bu dünyada bir antagonizmadan söz edildiğinde, karşıt sınıflar ve karşıt sistemlerden, bunlar arasındaki uzlaştırılamaz çelişmelerden söz etmek gerekecektir. Eğer antagonizma, böyle bir yapı içinde “bütünlüğü” bozmuyor, dağıtmıyor, çözülmesine yol açmıyorsa, kendisinin çözülmesi ile bir nitelik dönüşümünü ortaya çıkarmayacaksa, onun antagonizma olarak tanımlanması hiç gerekmez. Sonuç şudur: ABD ve SSCB, artık gerçekten karşıt iki sistemi temsil etmemektedirler. Aralarındaki çelişme, ancak belli koşullarda “antagonizma” değeri kazanabilir, o koşulların bulunmadığı olağan hareket tarzlarında ise, gerçekten aynı bütünün parçaları olarak birbiri üzerinde etkide bulunacaklardır.
Antagonizma ile belirlenmiş bir “bütün”, artık yalnızca devrimci sınıf mücadelesiyle, niteliği değiştirecek bir devrimle karşı karşıyadır. Bu yüzden “iki karşıt sistemin karşılıklı bağımlılığından doğan bütünsel bir dünyanın antagonizması” lafı, tam bir mantık curcunasıdır.
Marksist-Leninistler, daha önce “üç dünya teorisi” hakkında ne söyledilerse, bugün özünü hiç değiştirmeden, “tek dünya teorisi” hakkında da aynı şeyi söyleyebilirler: İki dünya vardır ve burjuvazi ile proletarya yeryüzünde karşı karşıya durdukça, dünya iki ayrı dünyaya bölünmüş olarak var olmaya devam edecektir.
Hayat ve Devrim
“Yeni Düşünce”nin yeni tezlerinden bir diğeri, devrimin, devrimci mücadelenin “hayatı tehdit ettiği” biçimindedir.
Nükleer silahlara doymuş bir dünyada yaşadığımız söyleniyor ve bu tehlikeli dengenin bozulmasına yol açacak her değişikliğin yeryüzünü ve bütün insanlığı topyekûn yok edeceği ileri sürülüyor.
“Denge”, yeryüzünün askeri, politik ve ekonomik bakımdan bugünkü paylaşılmış durumunu ifade eden bir kavram. Halklar uluslar, sınıflar üzerinde kurulan tahakküm ve sömürünün karşılıklı onaylanmış sınırları, dengenin içeriğini oluşturuyor. Bu sınırlar içinde herhangi bir halkın kendi kaderini emperyalistler aleyhine tayin etmeye kalkışması, ya da bu ülkelerden herhangi birinde gelişecek sosyalist işçi hareketinin zaferi, gerginliği ve çatışma olanaklarını artırıcı bir öğe olarak değerlendiriliyor. Süper devletler, kendi egemenlikleri altında tuttukları parçalar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunma özgürlüğünü birbirlerine tanıyorlar, karşılıklı olarak birbirlerinin alanlarına müdahale etmeyeceklerine, her bir alan üzerinde süperlerden herhangi birinin aleyhine gelişecek bağımsız hareketleri, karşılıklı olarak desteklemeyeceklerine güvence veriyorlar. Böylece, hem dünyanın bütünselliği, hem de dünya üzerindeki “hayat” korunmuş oluyor.
“Yeni düşünce” teorisyenleri, özellikle ulusal kurtuluş savaşlarının, anti-emperyalist devrimlerin yerine, uluslararası anlaşma ve uzlaşma yollarını gösteriyorlar. Hala silahlı mücadelede ısrar edenleri de, “barışçıl biçimlere yönelmekte ciddi olarak geciktikleri” için eleştiriyorlar. Silahlı mücadele yolunu seçen halkların “sorumsuz” davrandıklarını söylüyorlar. Çünkü herhangi bir yerel çatışma, bölgesel ve evrensel bir çatışmaya kolaylıkla yükselebilir, diyorlar.
Sınıf ve insan kavramlarının karşı karşıya konulmasında ve bunlar arasından “insan”ın tercih edilmesinde olduğu gibi, “Yeni Düşünce”, “hayat” ve “devrim” arasında da bir karşıtlık görüyor ve devrime karşı hayatın tarafını tutuyor!
Burada da, “hayat” denilince, Marksizm’in anladığı şeyle, “Yeni Düşünce”nin kastettiği şeyin birbirinden farklı olduğunu görebiliyoruz.
“Yeni Düşünce”, bu kavramın içeriğini,”canlı olmak, canlı kalmak” anlamına kadar düşürüyor: ölmemiş olan yaşıyor demektir, bunun içinde bulunduğu sürece hayat denir!
Özellikle insan hayatı söz konusu olduğunda, bunun hangi sosyal biçim altında gerçekleştiğine bakılmaksızın bu kavramın politika içinde Kullanılmasının, yalnızca demagojik bir örtü görevi göreceği açıktır. Çünkü hayat denilen şey, Marksizm açısından, toplumsal üretim ve yeniden üretim faaliyetiyle, bunun niteliği ile belirlenmiş ilişkilerin, kurumların ve karşılıklı etkileşmelerin bir bütünüdür. Ve “insanın hayatı”, doğayla ilişkinin toplumsal çapta örgütlenmiş olmasıyla, bu örgütlenmenin değişken, evrilerek-devrilerek ilerleyen yapısıyla karakterize olmuştur. Bu türden bir hayat için devrim, ayrılmaz, zorunlu, belirleyici bir öğedir. “Hayat” kavramını biyolojik fonksiyonlara indirgeyen bakış açısından ise, devrim, bir kutup ayısının hayatına ne kadar yabancıysa, insan hayatına da o kadar yabancı olacaktır.
Diğer yandan politik faaliyet İçinde “insanın biyolojik hayatının kurtarılması” hedefi, sınıflar, sistemler, devletlerarası ilişkinin esası halinde propaganda edildiğinde, ortada açıkça kendini gösteren şey, “bugünkü sosyal hayat biçiminin kurtarılması için işbirliği” olmaktadır. Sosyal hayatın, üretim ilişkilerinin ve üretim biçimlerinin, doğa ile ve insanın biyolojik varlığı ile böylesine içice geçtiği bir çağda, birinden birini yalnız başına kurtarmak kesinlikle mümkün değildir. Doğayı olduğu gibi, insanın biyolojik hayatını kurtarmak da, kesin olarak insanı bugünkü üretim tarzından ve onun siyasal biçimlerinden kurtarmak anlamına gelecektir. İster doğal hayatın korunması anlamında olsun, ister insan soyunun nükleer tehditten kurtarılması anlamına gelsin, “hayat”, yalnızca tek bir biçimde, dünya çapında bir sosyal devrimle devam ettirilebilecek kritik bir noktaya gelmiştir.
Gerek nükleer silahlar, gerekse “Çevre kirliliği”, kendilerini doğuran toplumsal ilişkiler bütünüyle yok edilmedikçe ortadan kaldırılamayacak kadar sağlam ve temelli öğeler olarak kapitalist üretim tarzının içinde yer tutmuşlardır.
Sanayinin olduğu kadar, siyasetin de bugünkü sınıfsal niteliği ve örgütlenme tarzı, devam ettikçe, sanayinin azami kar yasasına göre işleyen tahripkâr ve yok edici mekanizmaları ve kitlesel kırım silahlarının üretimini dayatan sınıf ilişkileri yaşamaya devam ettikçe, “hayatın kurtarılması” söz konusu bile olamaz.
Yeryüzünde hayatı yalnızca devrim kurtarabilir. Bu açıdan, hayatı ve devrimi birbirinin karşıtı olarak gören ve gösteren “Yeni Düşünce”nin çağrısı, devrimi birlikte önleme çağrısı anlamına geldiği için, aynı zamanda hayatı birlikte ve barış içinde yok etme çağrısıdır da.

Bu yazıda kendisine atıfta bulunulan ve geniş literatür içinde “Yeni Düşünceyi en karakteristik yönleriyle açıklayan yazılar aşağıda gösterilmiştir:
-KARŞILIKLI BAĞIMLI BİR DÜNYADA KAPİTALİZM, Y. Primakov. Yeni Açılım, $. 1
-YENİ SORUNLAR, YENİ YAKLAŞIMLAR, Z. Dilmen / Yeni Açılım, S. /
-YENİ DÜŞÜNCE VE DÜNYANIN SOSYAL YENİLENMESİNİN PERSPEKTİFLERİ, Y.G. Plimak / Yeni Açılım; S.1
-YENİ HÜMANİZM, BİLİM VE FELSEFE, I. Frolov / Dünyaya Bakış, S. 14, Haziran ’89
-ÖZNE: İŞÇİ BINIFI, ÖZNE: İNSANİ PERSPEKTİF, S. Ertem, E Bulancaklı / Yeni öncü, S.19, Aralık ‘89
-TARTIŞILAN KARŞILIKLI BAĞIMLILIK: BUNDAN SONRA NEOLACAK?  /Dünyaya Bakış, S. 16, Ağustos ‘89
-GÜNÜMÜZ KAPİTALİZMİNİN ÖZGELİŞİM MEKANİZMALARI ÜZERİNE, Y A Barko / Yeni Açıtım, S. 13, Mayıs ‘89
-FELSEFE KONUSU OLARAK “YENİ DÜŞÜNCE”, Ö. B. Canatan / Felsefe Dergisi, 86/4
-KONUŞMALAR, MAKALELER, M.S. Gorbaçov / Amaç Yayıncılık.

EK
KARŞILIKLI BAĞIMLILIKTAN KİM NE ANLIYOR?
Özetlediğimiz bu söyleşi, “Dünyaya Bakış” dergisinin Temmuz 1989 tarihli 15 sayısında, “HEPİMİZ AYNI AİLENİN ÜYELERİYİZ” başlığıyla yayınlandı.
Konuşanlar, Güney Afrika Komünist, Partisi Genel Sekreteri Joe Slovo ile İngiliz Sanayi, Bilim ve Maliye Çalışanları Sendikası Genel Sekreteri Ken Gill. Konu, “karşılıklı bağımlılık” kavramı ve buna bağlı olarak geliştirilen politikalar ile sınıf mücadelesi ve ulusal kurtuluş savaşları arasındaki ilişki.
Yazı başlığı, konuşanların “karşılıklı bağımlı dünya” kavramını aynı içerikte anladıklarını, her ikisinin de kendilerini; “aynı insanlık ailesinin üyesi olarak” gördükleri izlenimi veriyor Bu doğru değil. Slovo emperyalistlerle, ırkçılarla aynı aileden olduğunu kesinlikle kabul etmiyor.
Söyleşi revizyonizmden ağır biçimde etkilenmiş ve revizyonizmin dünya çapındaki denetim ve yönlendirmesi altında kalmış olsa da, aynı zamanda sınıf mücadelesini, ırkçılığa ve sömürgeciliğe karşı inatla ve cesaretle sürdüren bir halkın içinde yaşamak zorunda olan bir siyasal örgütün liderinin, Marksizm’in temel tezlerinden ve devrimci ilkelerinden tam olarak kopamadığını göstermesi açısından ilginçtir.
Bütün söyleşi boyunca Slovo, hala sınıf mücadelesi kavramına bağlı kalmaya ve “karşılıklı bağımlılık-bütünlük” kavramlarını, sınıf mücadelesi ekseninde yorumlamaya umutsuzca çaba gösteriyor. Halkının mücadelesi sürüp giderken Güney Afrika Cumhuriyetinin ırkçı-faşist egemenliği altında işçiler çetin bir mücadele yürütürken, nasıl bir karşılıklı bağımlılık içinde olunabileceğini, kendisinin ve yoksul halkının nasıl olup da emperyalistlerle, ırkçılarla, sömürgecilerle aynı bütünün parçası sayılabileceğini anlayamıyor.
Bütün kafa karışıklığına ve SSCB hakkında beslediği umutlara rağmen SLOVO gösteriyor ki, revizyonizmin Gorbaçovcu biçimi, bugüne kadar önemli etki ve denetim altında tuttuğu anti-emperyalist savaş veren örgütlerden hızla tecrit olacak, etkisini ve denetimini sürdürmekte çok ciddi zorluklarla karşılaşacaktır.
Uzun yıllar, bölgesel ya da kıtasal hegemonya politikalarının araçları olarak görülen ve bu yüzden malzeme ve personel yardımı yoluyla SSCB’ye bağlı odaklar halinde tutulmaya, bağımsız gelişme yollarını aramaya izin verilmeksizin yaşatılmaya çalışılan gerillalar, halk kurtuluş örgütleri veya “geri kalmış ülkelerin” mücadeleci halklarıyla, işçi sınıflarıyla bağlarını, revizyonizmin yozlaştırıcı ve geriletici etkisine rağmen bir ölçüde olsun sürdürebilmiş partiler artık bu bağımlılığı tanımakta güçlük çekecekler ve içlerinden bir bölümü daha devrimci, bağımsız politikalar izlemek fırsatını bulabileceklerdir.
Moddern revizyonizmin son atılımı, onu emperyalist dünyanın sıkı sıkıya bağımlı bir üyesi haline getirirken, halkların ve işçilerin dünyasındaki yabancı ve sahte varlığına da kesin olarak son verecektir.
Slovo, bütün kafa karışıklığına ve kişisel olarak gösterdiği ikircikli ve güvenilmez tutumuna rağmen bir umut ışığı yakabiliyor. Kuşkusuz revizyonizm tarafından mücadeleleri inkar edilen ve bastırılma ya çalışılan bütün dünya halkları ve işçi sınıfı, ikircikli bulanık kafalı “Önderliklerinden kurtulmayı, kendilerine yaraşır Marksist-Leninist partiler yaratmayı başarabileceklerdir. Ama bu arada, revizyonizmle maddi ve düşünsel bağımlılık ilişkisi içindeki pek çok devrimci ve örgüt de artık uyanacaktır.
“Yeni düşünce” emperyalizmin bütünlüğü içindeki yerini alırken, karşıt bir bütünlüğün işçilerin ve halkların bütünlüğünün de olanaklarını ister istemez genişletiyor, serbest bırakıyor
Slovo’nun karşısındaki emperyalist sendikacı K.Gill ise herhangi bir kafa karışıklığına ve tereddüde düşmeden Gorbaçov’un tezlerini son derece “vazıh” bir biçimde kavramış görünüyor. O tezlerde, Slovo’nun aksine, kendisine yabancı hiç bir şey bulmuyor. Slovo’nun beğenmediği yadırgadığı bazı çok kaba sapmaları yontmaya, yeniden revize etmeye çalışarak aralarında bir anlaşma zemini kurmaya, aynı ailenin üyesi olduklarına onu inandırmaya çalışıyor.
Bu ilginç söyleşiyi özetleyerek ve notlayarak aktarıyoruz:
Slovo; Günümüzde sık sık “karşılıklı bağımlı dünya”dan söz ediliyor. Buna göre, her şeyden önce, dünyada yaşayan insanlar arasında, hiç bir sınıf veya yönetim biçimi gözetmeksizin, her şeyin mahvına yol açacak olan nükleer bir felaketin önlenmesi hususunda “karşılıklı bağımlılık” mevcuttur.
(…)
Gorbaçov tarafından, evrensel değerlerin sınıfsal değerlerden daha üstün olduğu biçiminde formüle edilen tezi ben şöyle anlıyorum: Belli değerlerin savunulması tersi durumunda çatışacak sınıfların karşılıklı yararınadır. Ama bu değerler sınıfsaldır. Örneğin, güçler dengesi bozulursa, emperyalizmin kendisini gene insanlık değerlerine bağlı göreceği çok kuşkuludur,
(Slovo, yüzyıllardır aldatılmış bir halkın işçi sınıfının deneylerini tümüyle unutmuş değil, “insanlık değeri” denilen şeyin, kendileri ve emperyalistler için farklı anlamlara geldiğini hatırlatıyor.)
K. Gill: Karşılıklı bağımlı bir dünyada yaşıyoruz ve bu bağımlılık, şu bakımlardan daha da artıyor: iletişim ve seyahat çok hızlanmıştır… Çevre kirliliği ekolojik sistemi tehdit ediyor… Bu sorunların başlıca sanayileşmemiş ülkelerin işbirliği olmaksızın çözümlenmesi bana imkânsız görünüyor.
(Slovo ile K. Gill “karşılıklı bağımlılık” durumunun kaynaklarını ve belirtilerini farklı görmekle kalmıyorlar, çözüm yolu bakımından da ayrılıyorlar. Slovo, konuşmasının sonlarına doğru karşılıklı bağımlılık kavramını çok açık tanımlıyor: “Sermaye, uluslararası bir biçimde işletilerek, sınırları aşarak ve sık sık ulusal çıkarları hiçe sayarak, gittikçe daha fazla karşılıklı bağımlı duruma geliyor.” Bu kavrayış Gorbaçov’un önerdiğinden ve Gill’in anladığından tamamen farklıdır ve Marksizm’in “eski” tezlerine uygundur. Ne var ki, Slovo, bu tanımdan sık sık uzaklaşıyor ve Gorbaçov’u fazla “üzmekten” sakınıyor.
Slovo: Bu olanakları kullanırken hedeflerimizi açıkça belirlemeliyiz. Kuramsal açıdan, sınıf savaşının barış için mücadeleye bağlı olduğunu, ya da tam tersini söylemek bana şüpheli geliyor. Bu ikisi arasındaki ilişki her somut durumda ve ana göre değişiyor. Bazı ulusal bağımsızlık savaşlarında barışı sağlamanın bir ön koşulu, pekala bir silahlı devrimci baskı olabilir… Kurtuluş savaşını, barış savaşımına bağlı kılmaya çalışmak, özgürleşmemiş, gelişmekte olan dünyanın çıkarlarını özgür ve gelişmiş dünyanın çıkarlarına bağımlı kılmakla aynı etkiye sahip olacaktır.
K. Gill: … Gerçekten de, uzun yıllar boyunca, yığınsal halk hareketi gerek silahla, gerek diplomatik bir uluslararası desteğe karşın… kesin bir zafer kazanmadılar. Bu koşullarda ve bölgesel uzlaşmazlıkların siyasal alanda çözülmesi çabalarına verilen hızı da dikkate alarak, silahlı mücadeleyi öne çıkarmak yerine, görüşmeler yoluna başvurmak, ilerici güçler açısından daha yararlı olacaktır.
(Gill, ulusal kurtuluş savaşlarını, bölgesel anlaşmazlık olarak görüyor. Halkların değil, uluslararası diplomasinin bir sorunu olarak görüyor. Slovo, bunu anlamaya yanaşmıyor.)
SLOVO; Ama tümü anlaşmazlıklar politik yollardan çözülecek kadar olgunlaşmamıştır… ne sonuç vereceği kestirilemeyen bir görüşme sürecini her türlü bedeli ödemeyi göze alarak kabullenmek bence doğru değil…
Ulusal uzlaşma doktrini evrensel bir doktrin olarak görülmemelidir. Tersi durumda şu ya da bu ülke halkını etkileyerek çatışmanın sınıf temelini oluşturan sorunlar ikinci plana itilmiş olur. Bir global kavram olarak uzlaşmanın felsefesi, sınıfsal ve toplumsal savaşımların, tarihin başlıca itici gücü olduğu şeklindeki Marksist postulayı reddetmektedir.
(Burada ilginç olan, Slovo’nun temel Marksist postulalara hala yakınlık duyması ve bunların reddine tepki göstermesidir. Bu, mücadele eden bir halkın, kendi içinden çıkan revizyonistlere bellek tazelemeleri için yaptığı baskının sonucudur. Ama Slovo, diğer yandan büyük revizyonisti kollamaya çalışıyor:)
… Elbette, (çıkış nedeni ne olursa olsun) bir çatışmanın görüşme, hatta uzlaşma, anlaşma gerektirdiği yerde ‘sonuna kadar savaş’ söz konusu olamaz.
(gene de, haklı bir savaşın barış uğruna feda edilmesine gönlü razı olmuyor:)
… Ama toplumsal ilerleme ve ulusların bağımsızlığı ve kendi kaderini tayin hakkı için verilen savaşımı frenlemek ve sınırlandırmak olanaksızdır. Haklı bir savaşım yürütenlere destek vermek, sosyalistlerin ve demokratların ahlaksal bir görevidir.
(K. Gill, Slovo’nun kimi bakımlardan oldukça “eski kafalı” olduğunu görüyor. Hiç olmazsa onun elinden SSCB’yi kurtarmak için, suçu “kötü teorisyenlerin” üstüne atma taktiğine başvuruyor.)
K. GİLL: Çoğu kimse şu soruyu soruyor Sovyetler Birliği, ulusal uzlaşma doktrini adına toplumsal ve ulusal bağımsızlık savaşı verenleri yalnız bırakarak enternasyonalist dayanışmayı ortadan kaldıracak mı? Batılı devletler SSCB’nin devrimci hareketlere verdiği desteği keseceğini umuyorlar. Acıdır ki, bazı teorisyenler işi bu umutları desteklemeye kadar vardırıyorlar. Benim görüşüme göre, bu yargılar sosyalist ülkelerdeki parti yöneticilerinin görüşlerini yansıtmıyor.
(“Kötü teorisyenler” teorisini, Slovo, kendi sıkıntısını giderecek bir açıklama olarak kabul ediyor. “Teorisyenlerce” ileri sürülen, “emperyalistlerin eşitlikçi bir yeni ekonomik düzen kurmaya katılacakları” tezine ve “anti sömürgeci savaşlar geçmişte kalan bir şey” olarak görmelerine çok kızıyor.)
Slovo Son olarak yeni düşünce üzerine pek çok yazıda ortaya konan, iki sistem arasındaki rekabetin çağımızın başta gelen eğilimi olmaktan çıktığına ilişkin görüşleri de onaylanamaz… Bu rekabeti temel eğilim olmakta olarak kabul etmezsek insanlığın gelecekte izleyeceği yola ilişkin tartışma neye yarayacak?
(Özellikle son soru yakıcı bir önemdedir, Slovo, ne kadar şaşırtılmış olursa olsun, savaşan bir halka, kendi geleceğinin sosyalizmden başka bir yerde gösterilmesini benimseyemiyor. Ve tavır koyuyor:)
… “Eski düşünce”nin bir temsilcisi olarak suçlanmayı da göze alarak, bu görüşleri sorgulamamız gerekiyor.

Şubat 1990

“Kültür ve politika”

Genel olarak burjuva düşünüş çerçevesinde, toplumsal hayatın değişik alanları arasında ve özellikle de bu alanlarla politika arasında kategorik bir ayrım gözetilir. İşbölümünün katı ve geçişsiz biçimler kazandığı oranda, gündelik hayat içinde ve sıradan insanın gözünde, toplumsal hayat daha keskin ve aşılmaz uçurumlarla bölünmüştür. Aradaki bağıntılar ve etkileşmeler, özellikle politikanın yönlendirici ve yönetici gücü, sıradan bir bakışla kolay kolay fark edilmez. Gerçekte ise, burjuva politika ve politikanın dolaysız araçları (siyasi partiler, basın yayın ve eğitim kurumları) gündelik hayatın ilişkileri içinde kendilerine bir hareket alanı bulurlar ve böylece yönetilenlerle yönetenler arasındaki belirlenmiş ilişki, başka türlü olması düşünülemeyecek kadar alışılmış, sıradan, gündelik hayatın olmazsa olmaz bir öğesi olarak kendini kabul ettirir. “KÜLTÜR VE POLİTİKA” politikayı, hayatın değişik alanlarını birbirine bağlayan, toplumsal hayatın değişik biçimlerini birbirinin parçası haline getiren bir etkinlik olarak tanımlarken, özellikle de kültür ile politika arasındaki bağıntıyı kavramsal düzeyde incelerken, bu özelliğe dikkat çekerek söze başlıyor. Gerçekte politikanın bu özelliğini yalnızca burjuva politikaya özgü saymamak gerekir. Sınıflar mücadelesinde bütün taraflar, politik tarzda kendilerini ifade etmeye başladıklarında, toplumsal hayatın değişik biçimleri ve alanları arasında, politika ile kurulmuş bir bağ doğar ve politika, karşıt sınıflar eliyle ve sınıf çıkarları doğrultusunda değişik alanları bir bütünün parçaları halinde birbirine bağlayan, her bir alanı sınıfın iktidar mücadelesinin bir parçası halinde örgütleyen bir rol oynar.
Günlük dilde politika terimi, yalnızca devlet yönetimine ilişkin bütün işleri ifade etmek için kullanılır; daha kötü bir karşılığı ise, aldatma ve satın alma “sanatı” anlamı taşır. Doğrudan doğruya burjuva politikanın işleyişinin çizdiği görüntü bu anlamlan doğrular niteliktedir. Fakat belki de yönetilen kitleleri politikadan soğutmak için elverişli olan bu görünüşün altında, belli bir sınıf becerisini yansıtan çok yönlü ve karmaşık bir etkinlikler dizisi gizlenir. Burjuva politika, bütün bir ulusu, bütün bir dünyayı yönetmenin mekanizmalarını, toplumsal hayatı etki altında tutmanın bütün ilişkilerinin karmaşık ve çok yönlü ağını “kapsarken, soyut dürüstlük ilkeleri açısından bakıldığında, emeği ile yaşayan insanların kendilerine yakıştırmadıkları bir uğraş gibi görünür. “KÜLTÜR VE POLİTİKA”, bu görünüşün altında yatan gerçeğe parmak basarak, burjuvazinin yöneticilik etkinliğinin kendini gizlemesine hizmet eden diğer özelliklerine de dikkat çekmiş oluyor. Açıkça söylemek gerekirse, politikanın bu tarzda tanımlanması, yani onun toplumsal hayatın içinde bir etkinlik olarak tespit edilmesi, kitabın adının çağrıştırdığı bazı kolaylıklar konusunda okuyucuyu uyarıyor ve beklenmedik güçlüklere, alışılmamış düşünme biçimlerine doğru çekiyor.
“KÜLTÜR VE POLİTİKA”, aynı tanımlama tarzını, kültür kavramını ele alırken de yapıyor: Kültür, kitabın ilk bölümünde, daha önce yapılmış değişik tanımların eleştirisi ışığında yeniden tanımlanıyor. Bu noktada, kültürün tanımından daha çok bu tanımın nasıl yapıldığına ilişkin ilke önem taşıyor. Kavramın tanımlanmasının ilkesi, her toplumsal kavramın tanımlanmasının mutlak bir sınıf içeriği taşıdığı tezine dayanıyor ve bunun ancak politik mücadele içindeki bir sınıfın eylemi eksen alınarak yapılacağına dikkat çekiyor. Akademik tarzda yapılmış bir tanım, kendisinin bilimsel olduğu iddiasını, herkes tarafından ve tartışılmaz olarak kabul edilme beklentisi ile birlikte sunar. Özellikle sosyal bilimler söz konusu olduğunda, bilimin sınıflar mücadelesi karşısında tarafsızlığından söz edilemeyeceği açıktır. Her sınıf, kendi varlık koşullarının ve tarih içindeki yerinin gerektirdiği tarzda toplumsal nesneye yönelir ve onun üzerinde ne türden bir etki yapmayı istiyor ve düşünüyorsa, kendi sosyal bilimini de ona göre geliştirir. Ekonomi politik, sosyoloji ve tarih, sınıflar mücadelesinin belirleyici etkisini taşırlar ve her ne biçimde olursa olsun, esas olarak karşıt sınıflardan yalnızca birinin çıkarlarına hizmet ederler. Kültür kavramının tanımlanmasında, bu sorun, kendisini Marksist olarak tanıtan pek çok bilim adamı tarafından da göz ardı edilmiş ve sosyolojinin genel ve özellikle de Amerikan tarzında derlenmiş verilerinin yol açtığı tanımlama ve yorumlama etkili olmuştur. KÜLTÜR VE POLİTİKA, bu sınırlamayı aşmaya çalışırken, “KÜLTÜR” kavramını sosyal pratik ve işçi sınıfının mücadelesi açısından yeniden tanımlamaya özen gösteriyor. Bu tanımda kültür, toplumsal hayatın ayrı ve tümüyle kendine özgü öğelerden kurulu bir üst alanı olarak değil, gündelik ilişkiler içindeki etkisi bakımından taşıdığı anlam öne çıkarılarak ele alınıyor ve kitap boyunca da kültür kavramı ancak bu biçimde tanımlandığında politikayla pratik ilişkisinin anlaşılabileceği vurgulanıyor.
Gerçekten, gerek Amerikan sosyoloji okullarının öne sürdüğü, gerekse kitapta özel bir bölümde ele alınmış olan Üçüncü Dünya eksenli kültür teorilerinin politikayla sıkı ilişkisi gösterilerek, bu tanımlara dayanıldıkça sınıf mücadelesi teorisini ve işçi sınıfının dünya görüşünü eksen alan bir etkinliğin sağlanamayacağı gösteriliyor. Bu açıdan kitabın temel tezinin, her sınıfın kendi tarihsel eylemi boyunca kendine özgü bir bütünlük taşıyan bir dünya yarattığı görüşü olduğu söylenebilir. Kitabın ilk bölümünde de, politika ve kültür kavramları, bir bütünleştirme ve sınıfa özgü bir dünya yaratma eylemi açısından ele alınıyor ve karşılıklı ilişki ve bağıntıları bu temelde çözümleniyor.
Kitabın ikinci bölümü, doğrudan doğruya sosyalist politika ile kültürün bazı öğeleri arasındaki ilişkinin özel teorik sorunlarına ayrılmıştır. Bu bölümün ilk kesimi, henüz pek çok ayrıntısının tartışılması ihtiyacı önümüzde duran “Sosyalist Gerçekçilik”in, bazı temel kavramları hakkında yorumlar ve çözümlemeler içeriyor. Bu cümleden olmak üzere, önce “GERÇEK” kavramının materyalist bir tanımının yapılabilmesinin temel ilkeleri tartışılıyor. Yazar, ilk bölümde olduğu gibi burada da, tanımın ilkelerini emek ve tarihsel eylem kategorileri içinden çıkarıyor. Bu kesim, Gerçek kavramını dolaysız madde dünyasının bir ifadesi olarak ele alan ilkel materyalistlerin uzantılarına karşı bir eleştiriyi de içeriyor.
Bölümün ikinci kesimi, sosyalist gerçekçilik akımının iki temel kavramını, devrimci romantizm ve olumlu kahraman kavramlarını, tarih ve politika sorunları ve sınıfın tarihsel eylemi açısından yeniden yorumluyor. Sosyalist Gerçekçilik akımına karşı yöneltilen çeşitli eleştiriler de bu kesimin tartıştığı önemli konular. Sosyalist gerçekçiliğin Rusya’ya özgü bir akım ve özellikle de Stalin dönemi politikalarının bir ifadesi olduğu görüşlerine karşı, işçi sınıfının dünya çapındaki eyleminin genel ve temel ölçütleri bakımından sosyalist gerçekçiliğin bir yorumu yapılarak, bu iddialar cevaplandırılıyor. Aynı şekilde, sosyalist gerçekçiliğin, yalnızca devrimini yapmış ülke sanatçılarının hayata geçirebileceği bir akım olarak değerlendirilmesi de, devrimin ve işçi sınıfının tarihsel eyleminin, bütünsel bir yeni dünya yaratma çabasının evrensel karakteri esas alınarak reddediliyor.
Bu bölümün önem taşıyan bir diğer kesimi, sınıf kültürünün oluşum koşulu olarak devrimci ortamı tespit eden kesimidir. İşçi sınıfı kendisine ait bir kültürü nasıl yaratabilir, yeni kültür burjuvazinin kültürüne karşı kendi yaşamını nasıl sürdürebilir ve egemen kılabilir? Bu sorular, barikat kavramını ve bu kavramın politik içeriğini esas alan bir çözümlemeyle cevaplandırılıyor.
İkinci bölümün ikinci kesimi, devrimci işçi sınıfı partisi ile kültürel faaliyet arasındaki ilişkiyi, özel olarak Leninist parti teorisi açısından ele alıyor. Bu konu, bütün dünyada pek çok açıdan tartışılmış, Leninist teorinin bulanık ve işlevsiz hale getirilmesi için oportünistçe çıkış noktası olarak kullanılmış ve gerek Lenin’in şahsında, gerekse Stalin’in politikaları üzerinde, pek çok spekülasyonun yapılması için tahrif edilmiştir. “KÜLTÜR VE POLİTİKA”nın politik ve teorik tartışmalar bakımından en ilginç yanını oluşturan bu bölüm, Lenin’in “PARTİ ÖRGÜTÜ VE PARTİ EDEBİYATI” başlıklı yazısını, Leninist teorinin bütünlüğü içinde, makalenin yazıldığı sosyal ve politik koşullar araştırılarak ve aynı dönemde yazılmış bulunan Lenin’e ait diğer yazıların içeriği ile karşılaştırılıp bağıntıları incelenerek gerçek yerine koymak bakımından önemli bir çabayı yansıtıyor. Makale boyunca Lenin’in gerçekte neye karşı savaştığını, hangi kavrama hangi içeriği neden verdiğini ve sonuç olarak Lenin’in kültür ve politika arasındaki ilişkiyi nasıl yorumladığını açıklayan bu bölüm, aynı zamanda kitabın kendi tezlerinin de Leninizm açısından bir doğrulanmasını sağlamak ister gibidir.
“KÜLTÜR VE POLİTİKA”, bu haliyle, yalnızca politika açısından kültür sorunlarının tartışılması ve çözümü için bir çıkış noktası olabilmektedir. Doğrudan doğruya sanat ve edebiyatla ilgilenen devrimci sanatçı için, dolaysız olarak cevap arayacağı pek çok problem kitapta ancak ipuçları halinde bulunabilmektedir. Özellikle Marksist estetiğin sorunları hakkında bir takım soruları olanlar, “KÜLTÜR VE POLİTİKA”da aradıkları cevapları bulamayacaklardır. Estetiğe ilişkin sorunların Marksizm açısından cevaplandırılmasının büyük önemine karşın, KÜLTÜR VE POLTİKA doğrudan doğruya bu sorunlar üzerinde değil, bütün bu sorunların ele alınmasında çıkış noktası olması gereken temel üzerinde yoğunlaşmıştır-. KÜLTÜR VE POLİTİKA, toplumsal ilişkileri ifade eden bütün kavramların ve bu arada kendisine konu seçtiği kültür ve politika kavramlarının içeriğinin, tarihsel eylemi içindeki sınıfın değiştirici ve dönüştürücü etkinliği esas alınmadıkça bir anlam taşımayacağına dikkat çekiyor. Bu konudaki temel tez, kitabın daha başında şöylece özetlenmiştir: “Toplumsal pratikte nesnel bir karşılığı olduğu düşünülen her kavram, yalnızca o nesneye yönelik ereklere sahip olan ve onun üzerinde etkinlikte bulunan toplumsal sınıf bakımından anlamlı olarak tanımlanabilir.” Şu halde, içerik- biçim, ulusallık-evrensellik, sanatın ve sanatçının özgürlüğü bağlanma, vs. gibi birçok sorunun tartışılması ve söz konusu kavramların içeriklerinin saptanması için girişilen her çabanın, kaçınılmaz biçimde bir sınıfın tavrına karşılık düşeceğini ifade eden bu tez, bunun ötesinde, tanımlama çabasının aynı zamanda dönüştürücü eylemin bir unsuru olduğuna da işaret etmektedir. Bu tespit yalnızca devrimci işçi sınıfı bakımından değil, egemen sınıflar açısından da geçerlidir. Çünkü bu tez, “iki dünya, iki sınır” esprisine dayanmaktadır ve proletaryayı olduğu kadar burjuvaziyi de kapsamaktadır. Proletaryanın yeni bir dünya yaratmaya yönelik tarihsel eylemi, yeni bir dünya yaratmış bulunan ve yarattığı dünyayı her gün yeniden üreten burjuvazinin tarihsel eylemine karşı gelişmektedir, KÜLTÜR VE POLİTİKA, bu gerçeği özel olarak politika ve kültür ilişkisi ekseninde incelerken, bu iki kavrama bağlı olarak ele alınacak diğer kavramların içeriğine ne tarzda yaklaşılacağına dair genel bir bakış açısı ve bir yöntem sunmaktadır.

(Kültür ve Politika, Aydın Çubukçu, Evrensel Basım Yayın, Kasım 1991, İstanbul)

Aralık 1991

İdamlarının yirminci yılında: Denizler

Yoldaşları, dostları, gençlik arkadaşları ve Denizler denilince içinde, devrime, demokrasiye, insan olmaya dair bir şeyler kıpırdayan herkes, idam edilişlerinin yirminci yılında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı, adlarına yakışır biçimde anmaya hazırlanıyor.
Emperyalizmin dizginsiz bir biçimde dünyanın her köşesinde dilediğince davranma özgürlüğünü elde ettiğine inandığı günümüzde, onların adı anti-emperyalist gençlik ve halk mücadelesinin bayrakları arasında bulunmaya devam edecektir. Onların halka ve gençliğe bıraktığı en önemli miras olan yurtsever, anti-faşist ve anti-emperyalist mücadele ruhunun, bugün küçük görülmesine, yozlaştırmasına, gereksiz bir maceracılık olarak adlandırılmasına karsı bir ses olacaktır bu anma süreci, Onların ve diğer şehit arkadaşlarının anısı, emperyalist gericilik, ırkçılık ve şovenizm tarafından kirletilmiş, depolitizasyon saldırılarıyla şaşırtılmış, uyuşturulmuş gençliğin ve halkın onlardan esen güçlü rüzgârlara ihtiyacı var.
Kavgacılığı kadar, sanata düşkünlüğü, insan-severliği ve arkadaş canlılığı ile de tanıyan herkesin kalbinde ve beyninde silinmez bir yer kazanmış olan Deniz Gezmiş’i, ağırbaşlı, bilgili, inatçı ve sabırlı örgütçü Hüseyin İnan’ı. yeteneklerinin ve cesaretinin sınırı olmayan Yusuf Aslan’ı, efsane yaratan kişilikleriyle olduğu kadar, canlı insani özellikleri ve yüksek ahlaki değerleriyle bugünkü kuşaklara anlatmak, anılarını yaşatmak ve gelecek kuşaklara eksiksiz, tahrifsiz aktarmak, yalnızca devrimcilerin, komünistlerin değil, demokratların, anti-emperyalist ve anti-faşistlerin de görevidir.
Bu görevi içinde duyanlar, bu yıl birçok etkinliğin yanı sıra, bir belgesel filmin yapımı için de bir araya geldiler. Filmin yapımında bulunduğum süre boyunca, onların mücadelesinin ve kişiliklerinin bıraktığı izleri, Şimdi sıradan insanlar olarak yaşamlarını sürdüren pek çok kişi üzerindeki etkilerini, bir anlamda yaşamaya devam eden ruhlarının ışığını görmek fırsatını buldum. Onların arkadaşı olmanın gururunu, onlarla aynı çağda, aynı kavganın içinde yaşamış olmanın mutluluğunu bir kere daha duydum.
Tanık oldum: onlarla bir kez bir yerde karşılaşan, onlarla bir yürüyüşte, bir mitingde, bir kavgada beraber olan herkeste, onların cesaretinden, onların iyiliğinden, onların devrimciliğinden bir iz yaşamaya devam ediyor.
Tanık oldum: Onların anısı, aralarındaki farklılıklar, şimdiki yaşam tarzları ve siyasi tercihleri ne olursa olsun, pek çok insanı bir yerde buluşturma gücünü hâlâ taşıyor.
“Terör” ve “anarşi” sözcüklerinin bunca yoğunlukla ve beyinleri yıkamak üzere kullanıldığı günümüzde, Denizlerin arkadaşları, bu kirletilmiş kavramların etkisinde kalmaksızın, onların yiğit mücadelesini sımsıcak anıyorlar. Düzene ve alışılmış siyasi yöntemlere karşı köklü başkaldırılarına rağmen, şimdi artık düzenle ve geleneksel siyaset tarzlarıyla bağdaşmış pek çok insan arasında bile onların neden hâlâ bunca sempatiyle anıldıklarını anlamaya çalışıyorum.
Deniz. Türkiye’nin bütün siyasi tarihi boyunca bir kez daha eşine rastlanmayan büyük bir kitle önderiydi. Gençlik yığınlarını cesaretlendirmeyi, onları kendi talepleri için en sert mücadelelere çekmeyi, mücadele içinde gidebilecekleri son noktanın neresi olduğunu önceden kestirmeyi ve o son noktaya varmadan önce, kitleyi dağıtmadan, yılgınlığa düşürmeden, kazanma duygusu ve yeniden dövüşme arzusu kazandırarak kavgayı o an için bitirmeyi bilirdi. Yaşadığı çağın kendisiyle övüneceği çocuklarından biriydi o. Ama yalnızca biriydi. Çünkü kendisini benzer özelliklerle donanmış, birçok arkadaşı kuşatıyordu ve o, bu anlamda, iyilerin en iyisiydi sadece. Dünyanın ve ülkenin büyük bir devrimci kasırga içinden geçmekte olduğu ‘60’ların sonunda, her halkın içinden çıkan yiğit devrimci militanlar yığınının bir neferiydi; abartmasız denilebilir ki, dünyadaki diğer kardeşleri içinde o, gerçekten en iyilerden biri, belki de en iyisiydi.
Birlikte aynı metanet ve devam eden mücadele duygusuyla ölümü kucakladığı arkadaşlarına bakarak, onun nitelikleri hakkında daha açık bir fikre varılabilir. Atasözünde denildiği gibi, “arkadaşının kim olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Hüseyin ve Yusuf, Deniz gibi, kitle mücadelesinin içinden gelen ama onun taşıdığı heyecan uyandırıcı özellikleri, başka özellikleri altında açığa çıkarma ihtiyacı duymamış önderlerdendiler. Deniz’in yanında, kendilerinin bir tamamlayıcı olduklarını hissettiler. Deniz de onlarla kendisinin tamamlandığını, birlikte anlamlı olduklarını biliyordu. Tıpkı Cihan ve Sinan’ın yanında kendisinin bir sıra neferi olduğunu, hep birlikte anti-emperyalist mücadelenin yarattığı insanlar olduklarını bildiği gibi. Hep hatırlanacak olan bütün üstün meziyetlerinin yığınların mücadelesinin bir ürünü olduğunu, kimliklerini ve kişiliklerini, kendilerini adadıkları dünya çapındaki büyük devrimci dalganın yarattığını biliyorlardı.

Mayıs 1992

Leninizmin Geleceği, Proletaryanın Geleceği

BİLAR bünyesinde düzenlenen “Arı Bir Leninizm Var mıdır?” konulu tartışmada Aydın Çubukçu’nun yaptığı konuşmanın bir özetini sunuyoruz. Tartışmanın tümü, ” Günümüz Işığında Leninizm Seminerleri” başlığı altında, BİLAR tarafından yayınlanacaktır.

Arı teori, Marksizm’in Leninizm’in saf hali gibi kavramların Türkiye’de geçerlik kazanmasının Türkiye’deki geçmişi ve temelleri üzerinde durmak istiyorum.
Böyle bir tartışma gündelik politikadan ayrı düşünülemez. Herhangi bir siyasi grubun taktiği, stratejisi, doğrudan doğruya pratik eylemiyle teoriye bakışı arasında dolaysız bir ilişki vardır. Teorinin tarih içindeki seyrine, teorinin zaman zaman yaptığı sıçramalar ya da kendini yeniden üretme içinde ortaya koyduğu tezler, her tarihsel dönemde belirli bir politikanın nesnesi haline gelir. Teori, apaçık bir şekilde nasıl tarihle bağıntılıysa politikayla da öylesine bağlıdır. “Saf bir Leninizm var mıdır yok mudur” tartışması bir yandan da, bence, Leninizm’in evrensel olan, olmayan yanları üzerine yapılan tartışmayla bağlantılıdır. Türkiye’de’ benim bildiğim kadarıyla, Marksizm-Leninizm’i ilk kez evrensel ölçekte geçerli ilkeler ve geçerli olmayan uygulamalar tarzında bir ayrıma tabi tutma çabası Mahir Çayan’dan geldi. Mahir Çayan’ın, çok açık bir eylem zemininde, kendine özgü devrim anlayışı çerçevesinde teoriye, doğrudan doğruya, kendi tarihsel koşulları ve pratiği açısından bakma çabasıdır bu. Ve o zamandan bu yana da pek çok kez Leninizm, özel olarak Leninizm, genel olarak teori, bu tarz bir otopsinin konusu yapıla-geldi, otopsi kelimesini bilerek kullanıyorum: yani bir transplantasyon yapmak üzere, gerekli organları ayıklamak, diğerini mezara gömmek tarzında bir tartışmaydı bu ve bence olumlu değildi. Oysa bu bir yanıyla bize konunun ele alınışı bakımından dikkat etmemiz gereken yanlarını aydınlatan özel bir ışık tutar böyle bir çaba. Hiçbir zaman teori, tekrar etmek istiyorum, tarihsel koşullardan ve politik ihtiyaçlardan bağımsız olarak yorumlanamaz. Teorinin bütünlüğü, ona inşası sırasında kaynaklık eden tarihsel koşullar, sınıf mücadelesinin boyutları her zaman güncel olan açısından yeniden değerlendirilmek zorunda kalınır. Yalnızca bu anlamda bile saf bir Marksizm-Leninizm’den söz etmek imkânı yoktur.
Saflık kavramı, kolayca görülebileceği gibi, metafizik bir kavramdır. Bir değişmez çekirdek bulabilmek ve onun bütün çağlar için ve bütün mekânlar bakımından geçerli olabileceğini düşünmek ve daima oraya bağlı kalmayı öneren bir politik tarz inşa etmeye çalışmak, neresinden bakılırsa bakılsın tarihsel, sosyal, politik pek çok bakımdan geçerli bir tarz olamaz. Lenin’in Marksizm’e baktığını, Marx’ı nasıl değerlendirdiğini, inceleyerek, saflık, arılık, bakımından, kedisinin nasıl değerlendirilebileceğini anlayabiliriz. Lenin’in Marx’i ele alışı, bizim Leninizm’e yaklaşımımıza doğru işaret koyabilir, ışık tutabilir gibime geliyor.
Lenin’in başlıca üç makalesi üzerinde durmak istiyorum. Birisi Granat Ansiklopedi’ye yazdığı Marksizm, Marx ve Marksizm maddesidir. 19H’te yazılmıştır yazı. Ve bir ansiklopedi yazısı denilince akla gelen her şeyi alt üst eden bir içeriğe, üsluba sahiptir. Alışılmış anlamda bir ansiklopedi maddesinden ne beklenir? Bir biyografi, eserler hakkında yazılış, yayınlanış tarihlerini bildiren bilgiler, belli başlı özelliklerini özetleyen birkaç paragraf… Araştırmacılara ipuçlarının sunulması ve konu üzerine yapılmış önceki araştırmalar hakkında bilgi verilmesini amaçlayan renksiz, yorumsuz bir yazı. Ansiklopedi yazısı denilince genellikle akla gelen budur. Lenin 1914’ün bütün koşullarıyla belirlenmiş bir makale kaleme almıştır oysa. Gerek Avrupalı Marksistler arasındaki tartışmalara, gerekse özellikle 1905’ten sonra 1912’nin koşullarını da yaşamış bir Bolşevik partisinin yaşadığı tartışmaları gözü-nünde tutan, bütün bunlara cevap vermeyi amaçlayan bir Marksizm irdelemesi yapmıştır bir ansiklopedi için. “Saf bir Marksizm var mıdır?” sorusunun Lenin için bir anlam taşımadığını görürsünüz. “Değişmeden kalan bir öz bulayım”, “saf Marksizm’i yazayım” gibi bir endişe gütmeksizin doğrudan doğruya güncel politik tartışmalarla, ihtiyaçlarla belirlenmiş bir Marksizm maddesiyle karşılaşırsınız. Öyle ki, karakteristiklerini özetlemeye çalışayım, Marx’in ekonomi teorisine ayırdığı bölüm, sınıf mücadelesi, proletaryanın sınıf mücadelesinin taktikleri, sosyalizm, devrim teorisi gibi bölümlerle kıyaslandığında, ancak 3/1 oranında bir yer tutar. Değer teorisi, artı-değer teorisi gibi bölümlere ayırdığı yer sınıf mücadelesinin (o günkü) dolaysız ihtiyaçları bakımından Marx’ın anlatılmasını gerekli gördüğü bölümler yanında çok kısa bir yer tutar. Orada muarızlarının tezlerine cevap verecek özellikleri öne çıkartır ve vurgular. Marksizm, öyleyse Lenin açısından o dönemde, o vurguladığı özellikler bakımından bir anlam ifade ediyordu. Ve doğrudan doğruya Lenin’in mücadelesinin prizmasından geçerek okuyucuya sunulmuştur.
1895’te Engels’in ölümü dolayısıyla yazdığı bir yazı vardır. Engels’in hayatına ilişkin, eserlerine ilişkin bilgilerden sonra özellikle sınıf mücadelesinin her biçiminin mutlaka politik bir mücadele olduğunu söyleyen önermesine ağırlık vererek Engels’i yorumlamaya yönelir. Bu çabanın da birinci andığım makalede olduğu gibi Engels’in özel bir tarzda yorumlanarak eksene konulmasıyla gündelik tartışmaya, günün politik ihtiyaçlarından partinin düşündüğü plan, program ve taktiklerine cevap verecek bir tarzda ele alınmasının örneğini teşkil eder.
Yine aynı şekilde değerlendirilebilir olan bir başka makalesi, Marx ve Engels arasındaki mektuplaşmaların yayınlanması dolayısıyla kaleme aldığı eleştiridir. Mektuplar Bernstein’in editörlüğünde bir komisyon tarafından yayına hazırlanmıştır ve yer yer Bernstein mektuplara notlar düşmüştür. Malzeme ortadadır. Marx ve Engels arasındaki mektuplaşmadır konu. Ama Lenin, yorumu doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin gene o günkü ihtiyaçları bakımından ele alır ve Bernstein’i teşhir etmenin bir aracı olarak yayına hazırlanmakta olan mektupları kullanır. Pek çok makalesi, pek çok çalışması Lenin’in bu temel özelliği gösterir. Marx’a ve Engels’e başvurduğu, onları anlatmaya giriştiği her yerde, güncel politikanın ihtiyaçları Lenin açısından belirleyici hale gelir. Eğer Lenin’e sorulsaydı, saf bir Marksizm var mıdır diye, o, sanıyorum, Marksizm’in devrimci özü diye pek çok yerde andığı şeyi tekrarlamakla yetinirdi ve bunun Marksizm olduğunu açıkça söylerdi. Bu bir ayıklama mıdır, bu bir, işine gelen yanı alıp gerisi işte önemli değildir ya da işte evrensel Marksizm budur, diğerleri evrensel olarak değerlendirilemeyecek olan özelliklerdir anlamına mı geliyor? Bence gelmiyor. Pek çok bakımdan. Her şeyden önce, evrensellik tartışması doğrudan doğruya nesne üzerinde iş yapan, onu değiştirmeye, onu dönüştürmeye çalışan sınıfın açısından tanımlanır. Her dönem için geçerli, herkes için geçerli, mutlak ve değişmez bir içerikle donatılmış anlamını taşıyan “evrensellik” kavramının karşısına, doğrudan doğruya belli bir sınıfın belli bir tarihsel eylemin etkisiyle içerik kazanmış bir evrensellik kavramı… Marksizm açısından evrensellik budur. Bu açıdan da biz, Leninizm’de olsun ya da teorinin bütününde, Marksizm-Leninizm’de olsun “evrensel olanın araştırılması” diye bir şey, zamandan ve mekândan ayrı, bütün zamanları ve bütün mekânları kucaklayacak bir kapsamda doğrudan doğruya, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak tanımlayan Lenin’i anlamamak demektir, böyle bir araştırmanın ve sonunda sözde “arı bir teori”, her derde deva bir sonuç bulunabileceğinin umulmasının doğrudan doğruya sosyalist sistemin karşılaştığı sonla ilgisi vardır diye düşünüyorum. Althusser’deki köklerine Rıza değindi ama bugün bu tartışmanın yeniden güncel olmasının altında böyle bir nedeni aramak, bunun yeniden böyle bir tartışmaya yol açtığını söylemek fazla yanlış olmayacaktır. Şöyle düşünülüyor, eğer Leninizm’in saf sağlam özüne sadık kalınsaydı, Troçki onu bir yöne çekip götürmese, Stalin onu yozlaştırmasa idi, devrim yıkılmayabilirdi, yıkılmazdı. Ya da öyle bir teorik çerçeve konulmalı ki, bütün bu tartışma süreçlerinden tarihte yaşanmış art arda olaylardan bağımsız, onların kirletmediği öyle bir teori bulunmalı ki kötü, bozuk, yozlaşmış, sosyalizm yerine, sağlam, temiz, güzel bir sosyalizm kurabilelim! Teori yalnızca bir çekirdek olarak düşünülüp, onunla birlikle anlam kazanan ve asıl ona anlamını kazandıran tarihsel eylem bir yana bırakılarak değerlendirilemez.
Lenin, bir şeyler bırakmıştır geriye ama o kendisi olarak kalamayacağı bir sosyal, tarihsel ortamdan geçerek, kendisinin alabileceği bütün biçimleri yaşamaya çalışarak gelişmiştir ve neticede bir pratiğin adı haline gelmiştir. Bence Leninizm her şeyden önce bir politika bilimidir. Bu, parti teorisiyle, strateji, taktik konusunda Lenin’in Marksizm’e değerli katkıları olarak nitelendirebileceğimiz çalışmalarıyla, ajitasyon propaganda tekniklerini bizzat Bolşevik partisinin eylemi içindeki geliştirme çabasıyla ve her şeyden önemli olmak üzere de doğrudan doğruya bir devrimi yönetmenin ve proletarya diktatörlüğü kurmanın bilimi olarak politikayı geliştirmiş olmakla nitelik kazanan bir bilimdir. Bu açıdan bakılınca proletarya diktatörlüğünün kurulması ve yaşatılmasının bilimi olarak Leninizm’i anladığımızda, bu diktatörlüğü kendi koşulları içinde belli bir sonuca kadar götürmek çabasını göstermiş olan Stalin’in eylemini Lenin’in teorisinden ayırma imkânı olamaz. Hatasıyla sevabıyla, yanlışıyla doğrusuyla bu bir bütün teşkil eder. Dolayısıyla Stalin’den arındırılmış bir Leninizm, hatta şu da söylenebilir: Troçki’yle olan tartışmalarından arındırılmış ve onunla giriştiği polemiklerin etkisini taşıyan Leninizm’den ayrı bir Leninizm bu bakımdan düşünülemez. Bunlar ayrıştırılamaz bileşenler halinde tarih içinde Leninizm’e kimliğini veren, dolayısıyla bir sınıf eylemi söz konusu olduğunda ve bu sınıf eylemi kendisine yol gösterecek olan bir teoriyle bütünleşmek isteği duyduğunda karşısına saf, arındırılmış bir şey halinde koyamayacağımız bir bütünlük teşkil eder.
Bu demek değildir ki, Leninizm donmuş, kalıplaşmış, dışına çıkılamayacak kendi sınırlarını yaratmış bir şeydir. Aksine, saf bir Leninizm aramak, arı bir Leninizm aramak, Leninizm’i bu şekilde tanımlamak demektir. Leninizm, bu bakımdan kendisi ile sınıf ve eylemi arasında dolaysız bir ilişki kurabilmiş ender teorilerden biri olarak karşımıza çıkar. Sınıfın politik eylemi, Leninizm’in gelişmesinin koşulu; Leninizm ise sınıf eyleminin yönetilmesinin koşulunu sağlar. Bu ikisi bir arada Leninizm’in geleceği hakkındaki sorulara cevap vermenin zeminini oluşturur. Leninizm’in geleceği nedir denildiğinde ona verilecek cevap kısaca, sınıfın geleceği neyse, devrimin, geleceği neyse Leninizm’in geleceği de odur şeklinde olacaktır. Eğer proletarya tarih sahnesine geçici olarak çıkmış, şu anlamda, yani kapitalizmin bir döneminde ortaya çıkmış, kapitalizmin gelişmesiyle eriyecek, sönecek bir sınıf ise Leninizm de böyledir. Leninizm de kapitalizmin içinde bir an olarak doğmuş ve kapitalizmin içinde, kapitalizmin kendini geliştirmesiyle geçersizleşecek bir teoridir denilebilir. Ama eğer sınıfın kendisini yok etmesi ancak kapitalizmin ortadan kalkışma bağlı bir sorun ise, Marx’ın koyduğu gibi arılıyorsak sorunu, Leninizm de, ancak kapitalizmin sona ermesiyle birlikte bütün ideolojilerin, bütün teorilerin bir yerde kendi sonunu hazırlaması, kendi sonuyla buluşması anlamında sona erer. Bu gün açısından söyleyecek olursak; bugün Leninizm olmaksızın bir işçi sınıfı devrimini düşünmek, Leninizm’in belli başlı ilkeleri, inşa etmiş olduğu politika bilimi olmaksızın bir işçi sınıfı devrimi, düşünmek imkânı yoktur.
Geçen hafta bir başka panelde bazı arkadaşlar; nasıl Marx yokken sosyalizm varsa, Leninizmsiz sosyalizm de olabilir, dolayısıyla Marksizm Leninizm’e ihtiyaç kalmamıştır, ayrı bir kanaldan akacak, kendi teorisini kendisi oluşturacak yeni bir sosyalizm düşüncesi pekâlâ mümkündür dediler. Ve bunu çok tipik olarak şu sonuca bağladılar. Kendilerini, “iktidar hedefi gözetmeyen bir muhalefet hareketi” olarak tanımlayan bir çevre bu. İktidar hedefi olmayan bir muhalefet hareketi! Şimdi bu ikisi gerçekten çok tutarlı bir biçimde birbirine bağlanmıştır, o arkadaşların düşüncesinde. Eğer muhalefet hareketi olmak tanımı, iktidarı hedeflemeyen bir içerikle donatılıyorsa, böyle bir hareketin gerçekten Leninizm’e ihtiyacı yoktur, Marksizm’e ihtiyacı yoktur. Bir tür sosyalist düşünceyi savunduklarını söyleyebilirler bu arkadaşlar ama sınıf iktidarı, sınıf mücadelesi, politik mücadele gibi kavramlardan arındırılmış bir sosyalizm anlayışı, Leninizm’e ihtiyaç duymayabilir. Bu çok uç bir örnek tabi ki, kolay kolay Leninizm’in sorunları, geleceği gibi bir başlık altında tartışma konusu yapılamayacak kadar uç bir örnek. Bunun dışında, Leninizm’i bir biçimde işçi sınıfı hareketinin ya da sosyalist düşüncenin gerçekleşmesinin engeli, bir kamburu, aksayan bir yanı olarak değerlendiren her düşüncenin eninde sonunda iktidar kavramıyla bir problemi var demektir. Devrim, iktidar gibi bütün bu kavramlar, Leninizm’de parti kavramıyla, politik mücadele kavramıyla dolaysız olarak birbirine bağlanmış şeylerdir. Ve Leninizm, asıl bugün bu bakımdan çok büyük bir önem taşımaktadır. Bir devrime ihtiyacı olduğunu söyleyen bütün insanlık için, bir devrim yapma gücünü taşıdığına inanan işçi sınıfı için ve işçi sınıfını devrimde yönetecek herhangi bir parti için, Leninizm, parti teorisi, devrim teorisi vazgeçilmez, bir yana bırakılamaz ve bu anlamda eğer bir saflık aranıyorsa, değiştirilemez teorilerdir. Leninizm’in geleceği, bu teorilerin, sınıfın tarihsel süreç içindeki bütün hayatı boyuna gerçekleştirebileceği eyleme bağlıdır. İşçi sınıfı tarihte ilk kez ciddi olarak kendi diktatörlüğünü kurmayı nasıl Lenin’in eylemine, Lenin’in teorisine borçluysa, Lenin’in teorisi de kendi varlığını işçi sınıfının eylemine borçludur. Şu an, o olmaksızın, işçi sınıfının devrimci mücadelesi olmaksızın Leninizm’in geleceğinden de söz etmek mümkün olmayacaktır. Ama işçi sınıfının devrimci eyleminden söz edebilmek için de, Leninizm’in ortadan kaldırılamaz bir koşul olduğunu düşünüyorum.
Daha sonra, tartışmayı izleyenlerin sorularının yanıtlanmasına geçildi. A. Çubukçu’ya yöneltilen bazı sorular ve yanıtları, özetle şöyleydi:

SORULAR:
— Girişte, Marksizm ve Leninizm’in, tarih içinde anlam kazandığından söz etiniz. Şimdi, Nikaragua, Çin, Küba devrimleri hiç de Leninist parti modeline uymazlar. Bunları, Leninizm’in dışına mı koyacağız?
— Stalin’in eylemiyle Lenin’in teorisin ayrılmaz olduğunu söylediniz. Stalin’in parti konusundaki eylemleri var: 1938’lere gelindiğinde, Ekim Devrimi’ni yapan Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’nin büyük çoğunluğu, Stalin tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu Stalin’in bir eylemidir. Bununla, Lenin’in parti teorisi arasında ne gibi bir ilişki vardır? İkinci sorum şu: Stalin’in, sosyalizm konusundaki eylemi, Berlin Duvarı ile simgelenir. Sovyetlerin iktidarını, parti iktidarını, parti iktidarının yerine Merkez Komitesinin iktidarını, sonra da onun yerine Genel Sekreterin iktidarını kurmuştur, Stalin. Bununla Lenin’in teorisi arasında nasıl bir bağ var?
— Yaşayabilir bir sosyalist toplum projesi yaratılamamıştır. Yaratılanlar da -Komün gibi- yaşamamıştır. Bu anlamda, teorinin bir yeniden inşası, sosyalistlerin önünde bir görev değil midir?
— SBKP’nin 20. Kongresinden bu yana, Stalin’e saldırı var. Hatta burada bir arkadaş, Stalin pratiğinin örneği olarak, Berlin Duvarını gösterdi. Yanlış bilmiyorsam, Berlin Duvarı, Stalin’in ölümünden sonra yapıldı. Sormak istediğim şu, neden sosyalizme saldırı, Stalin’e saldırı ile birlikte yürüyor?
— Diğer konuşmacı, teorinin gelişimi ile ilgili olarak, “kapsayarak aşma” terimini kullandı. Sizse, “Lenin’e sorulsaydı, Marksizm’de değişmeyen nedir diye, ‘onun devrimci özü’ derdi dediniz. “Kapsayarak aşma”nın söz konusu olduğu bir durumda da Leninist olarak kalınabilir mi?

AYDIN ÇUBUKÇU- Sırayla cevaplandırmaya çalışacağım. Eğer sorularda yanlış anladığım ya da eksik notladığım bir şeyler olursa soru sahibinin düzeltmesini istiyorum. Bir arkadaşım Nikaragua ve Latin Amerika’daki diğer devrimlerden örnekler vererek, parti ve Leninizm kavramları arasındaki ilişki bakımından bunun nasıl değerlendirilebileceğini sordu. Nikaragua’dan söz edelim. Devrim yapmış olmak Leninist olmayı gerektirmiyor, göstermiyor, yani her devrim yapan Leninist’tir diye bir kural yok. Açıkça Nikaragua’daki parti kendini Sandinist olarak tanımlar, Leninist olarak değil. Strateji ve taktikler bakımından ise elbette her devrim bir başka devrimin deneylerinden yararlanır. Sınıf mücadelesinin taktikleri, mücadele biçimleri, araçları bir devrimden diğerine aktarılır. Bir halk devrimi, proletarya devriminden, proletarya devrimi herhangi bir ulusal devrimden bu bakımdan yararlanır. Bu anlamda Bolşevik devrimiyle diğer bütün devrimler arasında kurulacak bir ilişki mutlaka vardır. Ama o devrimlerin hepsinin sosyalist ve devrim yapmış herkesin Leninist sayılamasına yetmez. O devrimlerin de Lenin’le ilişkisi ancak bu ölçüdedir: bir deneyden yararlanmak ve bir teoriden etkilenmek. Dolayısıyla, Leninist parti modeline uymuyor dediğimiz partileri, ama devrim yapmış partileri, Leninist partiler olarak adlandırılmasına imkan yoktur. Devrim yapan herkes ne Marksist’tir, ne de Leninist olmak zorundadır. Devrim ayrı bir eylem. Şu söylenmek isteniyorsa, Leninist olmadan da devrim yapılabilir deniyorsa buna katılmıyorum. Şu anlamda: Leninist olmadan sosyalist devrim yapılamaz, sosyalist inşa başarılamaz. Proletarya diktatörlüğü kurulamaz.
Gelelim ikinci arkadaşın dikenli sorularına. Şimdi, MK’daki kimilerinin idam edilmesiyle Lenin’in teorisi arasında ne gibi bir ilişki var? Ben bunları kabul etmiyorum tabi… (kaydedilemedi) Tıpkı bu şuna benziyor. Stalin, palabıyıklıydı, Lenin sakallıydı, bunlar benzemiyor, bunların arasında ne ilişki var, gibi bir soru sanki. Bütünüyle sosyalist inşa, parti teorisi, militan kadro yetiştirilmesi gibi doğrudan doğruya sosyalist inşanın ve parti iç hayatının ilişkilerine ilişkin ilkeler bakımından bir kıyaslama yapılabilir. Ama falanca insanların yargılanıp idam edilmiş olmasıyla teori arasında ne gibi bir ilişki var şeklindeki bir soruyu gerçekten birbirine bağlayamadım… Diğer sorular, Berlin duvarı, ulusal çitler, parti diktatörlüğü, netice itibarıyla genel sekreterin diktatörlüğüne gelinmiş olması… “Lenin’in teorisiyle, Stalin’in eylemi arasında ne gibi bir bağ var?” Sonuncudan başlayayım, “önce parti diktatörlüğüne sonra merkez komitesi diktatörlüğüne, sonra tek kişinin diktatörlüğüne gidilecek” biçimindeki önerme, Troçki’nin Menşevizm döneminden kalma bir eleştiridir. Lenin’e karşı söylenmiştir. Eğer bu yol izlendiyse, farz edelim tamamen gerçekleşti bu yol, benim dediğimi doğrular: Lenin’in teorisiyle Stalin’in eylemi arasındaki ilişkiyi doğrular. Belki de Troçki’nin eleştirisinin haklılığı yolunda bir şeyler söyleyebilirsiniz bu konuda ama ayrılığı göstermez, aynılığı gösterir. Ha bu eleştiriyi tartışmak ayrı bir şeydir, böyle bir süreç nasıl yaşanmıştır gerçekten bu kademeler öngörüldüğü tarzda olmuş mudur tartışması ayrı bir şey ama bu soru sanıyorum “menşevizmi reddetmiş bir troçkist” tarafından sorulmaması daha doğru olacak olan bir soruydu. Aynı arkadaşın diğer biri sorusu, Lenin, partide platformlara, muhalefetlere izin veriyordu. Stalin bütün bunları yasakladı, öyleyse bu ne biçim ilişki biçimindeydi. Şimdi Lenin’in çok büyük bir gönül hoşnutluğuyla ve üstelik teorisinin gereği olarak, parti içinde hizipler, platformlar, ayrı gruplar, ayrı yayın organları kurulmasına rıza gösterdiğini kimse söyleyemez, benin Komünist Partisi denilince, yekpare bir sınıf partisi anlıyordu. Dolayısıyla Lenin’in koşullar dolayısıyla, kaçınılmaz bir biçimde zaman zaman razı olduğu bir durum, Lenin’in teorisinin kendisi olarak gösterilemez. Ben Stalin’in Lenin’in mantıksal devamı olduğu sonucuna buradan varıyorum. Yani Lenin’in yapmak isteyip de aslında teorileştirdiği bir durumu, fakat koşullar dolayısıyla zaman zaman farklı bir uygulamaya göz yumduğu bir durumu, Stalin’in ortadan kaldırdığını düşünüyorum. Bu bakımdan bir kopuş olamaz. Berlin duvarı hakkında, bir başka soru yönelten arkadaşım bunun Stalin’e mal edilemeyeceğini söyledi. Soru sahibi, belki bir politikanın sonucu olarak bu doğdu demek istiyor. Yani Stalin Berlin duvarını inşa etmedi ama onun politikası doğurdu. Bence Stalin’in politikası değil emperyalizmin politikası doğurmuştur onu. Emperyalizm ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler sonucunda ortaya çıkmış olan bir şeydir. Duvar kurulmadan sosyalizm korunabilir miydi? Bu da apayrı bir tartışma ama Stalin’in pratiği ile Lenin’in teorisi arasındaki ilişki bakımından cevaplandırılabilir bir soru olarak görmüyorum. İlginç bir soru daha vardı. Hemen bağlı olduğu için o soruya atlayabilirim. Neden sosyalizme saldırı ile Stalin’e saldırı birlikte yürüyor? Aslında çok ilginç bir tarihsel olgudan söz edilebilir. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemde Nazizme karşı savaş sırasında, bütün dünya halklarının, Avrupalı aydınların ve işçi sınıfının Stalin’in şahsında biçimlenen sosyalist Sovyetler Birliği’ne büyük bir sevgisi ve sempatisi vardı. Sovyetler Birliği ve Stalin hakkında ayrı ayrı konuşma imkânı da yoktu. Sosyalizm demek Sovyetler Birliği, Sovyetler Birliği demek sosyalizmdi. Dolayısıyla burjuva anlayış açısından simgelerle uğraşmakla, simgelere saldırmakla olgunun kendisi arasında kurulacak ilişki bakımından propaganda değeri olan bir saldırıydı bu. Stalin’e saldırmak aynı zamanda gerçekten sosyalizme saldırmak anlamına geliyordu. Bunlar birbirinden ayrılamazdı. Sosyalizmin dünya çapında kazandığı prestij, insanlığın ‘gerçekten özellikle Nazizm olgusunun gündemde olduğu bir tarihsel dönemde tek umudu olması, Nazizme karşı mücadelenin Kızıl Ordu, Stalin, Sovyetler Birliği kavramlarından ayrılamayacağı gerçeği, bütün bu duygular karmaşası, Sovyetler Birliği, Stalin, sosyalizm kavramları arasında dolaysız bir ilişki doğurdu Sosyalizme saldırmak gerçekten o anlamda Stalin’e saldırmaktan başlayan bir girişimdi. Ondan sonraki dönemde sürece bakarsak, sosyalizmin teoride ve pratikte revize edilmesiyle Stalin’e karşı açılan kampanya gene birbirini tamamladı. Günümüzde hâlâ sosyalizm, komünizm kavramlarını bir öcü gibi göstermek isteyen herkes için Stalin gene önde gösterilmesi gereken bir simge değeri taşımaktadır. Kopmaz bir ilişki, Stalin’in yönetimde bulunduğu andan başlayarak bu iki kavramı günümüze kadar birbirine bağlamıştır. Bu iki kavram Marksist Leninistler açısından o kadar tartışılmaz bir tabu değildir ama burjuvazi açısından bu iki kavram birbirinden koparılmaz. Sosyalizm denilince Stalin’i, Sovyetler Birliği’ni ve bütün o soğuk savaş döneminin malzemelerini öne dökerek tartışmak bir propaganda biçimidir. İşin özünü örten, sosyalizmi inşa eden milyonlarca işçi ve emekçinin, onların partisinin eyleminin gerçekliğini gizleyen “bir diktatör ve onun bir kamçı altında çalıştırdığı yığınlar” masalına zemin hazırlayan bir ilişki kurma tarzıdır. Böyle bir ilişki bizim bakımımızdan şöyle ele alınmamalıdır. Yani Stalin olmasaydı, sosyalizm kurulamazdı gibi bir şey. Ya da sosyalizmle Stalin arasında Sovyetler Birliği’nin sosyalist dönemleri arasında dolaysız, mekanik-metafizik bir ilişki bizim açımızdan söz konusu değildir. O doğrudan doğruya Sovyetler Birliği Komünist Partisinin sosyalizm heyecanını, inşa etme, koruma ve onun uğruna ölme heyecanını taşıyan milyonlarca işçi ve emekçinin ve onları yöneten partinin ve o partinin başındaki Stalin’in başarısıdır. Bunlar ayrılmaz şeylerdir. Bunları bir başka biçimde ayrılmaz göstermek demin de söylediğim gibi burjuva propagandanın bir malzemesidir. Aynı şey sosyalizmin başarısızlıkları ve çöküşü dolayısıyla gene Stalin’e yüklenen sorumluluklar günahlar bakımından, Stalin aleyhtarı pek çok akim, bu arada Troçkizm tarafından da yapılmaktadır. Neden sosyalizme saldırı ile Stalin’e saldırı bir arada gidiyor? Tarihin kurduğu bir ilişki; ama bunun yanlış projeksiyonu nedeniyle burjuvazinin geliştirdiği bir propaganda malzemesi olması nedeniyle.
Orada bir arkadaşım bir kaç soru sormuştu. Teorinin yeniden inşası, teorinin bütünsel inşası kavramına bağlı olarak gerekmektedir diye. Kapsayarak aşma kavramlarını da aynı soru içinde değerlendirmek istiyorum. Marksizm’in Leninizm’e doğru gelişmesi süreci aslında tam anlamıyla diyalektik bir kapsanarak aşma sürecidir dendi. Ama bu, tek başına ne Lenin’in teorik çabasıyla, ne Lenin’in büyük birikimiyle, onun dehasıyla falan gerçekleşmiştir. Öyle bir tarihsel dönem olur ki, teori onun yeni koşulları, özellikleri, ihtiyaçları ve politika inşa etme süreçleriyle arasında bir boşluk gösterir. Örneğin Marx’ta kapsamlı bir parti teorisi bulunmamaktadır. Marx’ın parti kavramını çok değişik anlamlarda kullandığına dair bilgi var elimizde. Bazen uluslar-arası bir işçi derneği, Marx’ın parti kavramını kullanması için bir sebep teşkil edebilir, bazen Paris komününde ve 1848 Haziran ayaklanmasından sonra; “partimizin en büyük başarısıdır” sözünde olduğu gibi, bugünkü parti kavramıyla pek kolay bağdaştıramayacağımız bir tarzda kullanılabilir. Demek istediğim şu, örneğin bir parti kavramının yeniden anlamlandırılması, bir parti teorisinin inşa edilmesi ve politik mücadele ile parti örgütü arasında Lenin tarzında bir ilişkinin kurulabilmesi için gerekli tarihsel koşulların oluşması gerekir. Marksizm’i bir yana bırakmıyor Lenin, ama onun çağına göre içinde bulunduğu çağa cevap vermeyen bir yanını onu kapsayarak, onun üzerinde hareket ederek onun bir uzantısı olarak aşıyor. Bir şeyler katıyor ona. Yeni bir mücadele silahı olarak proletaryanın eline daha gelişmiş biçimiyle veriyor. Aynı şey, çağın temel özelliklerinin değişmesi, sınıf mücadelesinde kullanılan araçlar bakımından teorinin yetersiz kalması, eski teorilerle yeni taktik ve stratejiler inşa etmenin olanaksızlığı gibi durumlarla karşılaşıldığında Leninizm’in de kuşkusuz başına gelebilecektir. Ama bu, kapitalizmin son ve nihai aşaması olarak adlandırılan, emperyalizm çağının temel özellikleri bakımından teorik olarak mümkün görünmüyor. Lenin’in koyduğu eğer kendi teorisini açıklayan ve kendi tarihsel koşullarıyla kendi teorisi arasındaki ilişki bakımından ele alınarak yorumlanırsa, Leninizm’in aşılması demek, bu tarihsel dönemin sona erdirilmesi yani Leninizm’in gerçekleştirilmesi demektir. Teorinin bütünsel inşası yeniden inşası vs. gibi talepler de aynı çerçeve içinde değerlendirilmelidirler bence. Şu sürekli işleniyor: Marksizm günümüzü açıklamıyor, Lenin’in emperyalizm tahlilini yaptığı dönemle bugünkü emperyalizm arasında nitelik bakımından farklılıklar vardır, öyleyse yeniden bir emperyalizm teorisi, öyleyse yeni bir parti teorisi, öyleyse yeni bir sınıf analizi, öyleyse yeni bir devrim teorisi… Bütün bunların gelip neticede dayandığı yer bir aşma, ya da kapsanarak aşma değil, tümüyle bir inkâr sonucunu doğuracaktır. Ha, inkâr edilemez mi inkâr edilir. Ama şunların bütünüyle ortaya konulması, bütünüyle bu iddialara temel teşkil eden nesnel durumun aşıldığının kendini göstermesi koşuluyla bunlar gelebilir. Ciddi bir devrimci komünist partisinin Leninizm benim ihtiyaçlarıma cevap vermiyor dediğini, devrimci mücadele içinde kalarak bunu söylediğini dünyada görmedim. Ama devrim imkânsızdır, onun için Leninizm değişmelidir, bu sık gördüğümüz bir şeydir. Sosyalizm imkânsızdır öyleyse Leninizm, Marksizm değişmelidir, teoriyi bütünüyle yeniden inşa edelim, bunlar sık görülen şeylerdir. Ama devrim, proletarya, bütün bunlar yaşıyor, bütün bunlar bir geleceği kurmak için bir arada bulunuyorlar, sosyalizm insanlığın temel ihtiyacıdır, öyleyse Leninizm değişmelidir diyeni görmedim.
Yaşayabilir bir sosyalizm projesi bakımından ne önerilebilir sorusuna çok kısa bir cevap verip geçmek istiyorum. Bir sosyalizm kurmak gerekir, sonra yaşayıp yaşamayacağına çalışarak karar verelim, çalışarak yaşatmaya çalışalım. Ama önce bir kuralım da yaşayabilir mi görelim. Başkalarının kurmuş ve yaşatamamış olması bütün o deneyim yanlış olduğu, bundan apayrı bir şey yapılması gerektiği anlamına gelmiyor. Yalnızca sosyalizm, işte tek başına bir sosyalizm var, yaşar mı yaşamaz mı? Bu dünyadaki bin bir bağıntıyla belirlenmiş, kendi çelişkileriyle dışındaki çelişkiler arasında dolaysız ilişkiler kurularak pek çok şeyle belirlenmiş bir olgu. Kendi başına ele alıp o sosyalizm yaşamalı demek sosyalizm projesinin yaşayabilir bir proje ortaya koyamadığı anlamına bence gelmiyor. Bu şuna benziyor belki; sınırlanmış, kapatılmış bir çevrede bir deney yapıldı ve bu beklenen sonucu vermedi, maddesini değiştirelim, koşullarını, ısısını, katalizörünü değiştirelim, yeniden deneyi tekrarlayalım! Sosyal olaylar herhangi bir unsurun hareketinin tek başına değiştirmesiyle boydan boya bölün yapının etkilenebileceği özellikler gösterirler. Dolayısıyla bir projenin yaşayabilir olup olmadığına karar vermek doğrudan doğruya öngörülebilir bir şey değildir. Eğer size biri gelir de yaşayabilir bir sosyalizm projesi yaptım derse, o malı satın almayın, sahtedir. Rıza Tura arkadaşım Troçkizmin tarihsel haklılığı ve doğruluğu konusunda bir şeyler söyledi. Değinmeden geçemeyeceğim. Troçkizm bir avantaj kullanmıştır. İktidar olmadan iktidarda yapılanların eleştirilmesi gibi bir şey. Dolayısıyla her zaman ben demiştim demek hakkını yakalamıştır. Ama bir şey hatırlatmak istiyorum, belki şöyle söylenebilir. Troçkizm, “doğru” şeyleri hep yanlış zamanda söylemiştir. Örneğin köylülerle mücadeleyi önermiştir, yanlış zamanda önermiştir. Kulaklarla mücadele başlayınca da eleştirmiştir. Ayrıca, bir Troçkizmden söz etmek bence pek o kadar olanaklı bir şey değil. Çünkü ben Troçki diye bir adamın var olup olmadığından da kuşkuluyum. Başından sonuna, Lenin’den söz etmek mümkün, tutarlı düşünceleri olan, bir sistemi olan, bir Lenin’den söz etmek mümkün. Ama bir dönem Menşevik, sonra aralarda bir yerde, sonra Bolşevik sonra Troçki olan bir Troçki, tek bir Troçki bence değildir. Bu yüzden Troçkizmden, Troçkistlerin bizzat kendi aralarındaki pek çok tartışmada açığa çıktığı gibi belirli bir Troçkizmden söz etmek ve bunun tarihsel haklılığından ileri sürmek bana doğru görünmüyor.

Şubat 1993

Lenin – Stalin: Kopuş Ya Da Süreklilik

“Günümüzün Işığında Leninizm” başlığı altında BİLAR bünyesinde gerçekleştirilen tartışmalarda, Aydın Çubukçu’nun yaptığı ilk konuşmayı geçen sayımızda yayınlamıştık. Bu sayımızda da Aydın Çubukçu’nun Saruhan Oluç’la birlikte katıldığı Lenin-Stalin ilişkisini konu alan oturumda yaptığı konuşmayı ve sorulara verdiği yanıtlan yayınlıyoruz.

Bugünkü tartışmanın başlığı Lenin ve Stalin olarak saptanmıştı. Tartışmayı bu şekilde adlandırmak bile daha önce tartıştığımız birçok konuyu kendisine referans alan bir tartışma ile karşılaşacağımıza dair bir ön bildirim sayılmalıdır. Aslında ne Saruhan’ın söyledikleri yeni şeylerdir ne de benim söyleyeceklerim yeni şeyler olacaktır. Dolayısıyla tartışma diye beklediğimiz şey, herhangi bir sonuçlandırmaya yönelik bir gelişme göstermeyecektir. Saruhan bildiğimiz, okuduğumuz, yıllardır söylenen şeyleri tekrarladı, ben de bundan daha farklı bir şey yapmayacağım.
Şuradan başlamak istiyorum: Lenin ve Stalin arasında, onların ayrı düzlemlere düştüğünü göstermeye yönelik farklılıklar tespit etmeye çalışmak, Lenin’in farklı dönemlerdeki tavırları arasında bir farklılık gören bir anlayışın uzantısı olarak ortaya çıkıyor bence. Gerçi Saruhan kendisini Troçkist olarak tanımlamıyor ama, daha çok burada Troçkist literatür içinde şekillenmiş iddiaları ileri sürdü ya da onların karşısında Marksizm-Leninizm’in savunduğu görüşleri eleştirdi.
Bir iddiadan başlamak istiyorum: Çok geçerli kabul edilen ve çok tekrarlanan bir Troçkist tez vardır. Buna göre, Lenin, “İki Taktik”te yazdığı görüşleri “Nisan Tezleri”nde reddetmiştir. Kökten bir değişikliğe uğramıştır Lenin’in görüşleri; İki Taktik’te ileri sürdüklerinden tamamen farklı politik tezlere ulaşmıştır Nisan Tezleri’nde… Bu da şuna bağlanır; Troçki zaten ta 1905ten beri bunları söylüyordu; Lenin 12 yıllık bir gecikme ile Troçki’nin söylediklerine geldi! Bu troçkist iddia, 1905 Devrimi sırasında Lenin’in önerdiği iktidar biçimi ile 1917’de önerdiği ve doğrudan doğruya bir eylem programı olarak ortaya attığı iktidar biçimi arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Aslında, nasıl gözden kaçar, nasıl bu kadar sık tekrarlanan bir iddia olarak yaşamaya devam eder, çok kolay anlayamıyorum ama Nisan Tezleri’nin dikkatle okunması bile böyle bir kökten değişikliğin olmadığını gösterecek kadar açıktır. Lenin, İki Taktik’te proletarya ve köylülerin demokratik devrimi sloganını atar. Nisan Tezleri’nde ise artık bir proletarya diktatörlüğü önermektedir. İki görüş arasında açık bir farklılık var. Ama bunun, Lenin’in düşüncelerindeki kökten bir değişiklik olmadığına, doğrudan doğruya Rus devriminin koşullarındaki bir değişiklik olduğuna dair kendisinin açık beyanları vardır. Der ki örneğin, “proletarya ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı sloganında ısrar eden “Eski Bolşevikler”, içinde bulunduğumuz koşulları göz önünde tutmaksızın aynı şeyi tekrarlamakla, hata ediyorlar. Yaşamın gerisinde kalıyorlar. Çünkü proletarya ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı Rus devriminde daha önceden belli bir biçimde ve belli bir noktaya kadar gerçekleşmiş bulunuyor.” Bunun ne tarzda gerçekleştiği, hangi ölçülerde ve nereye kadar bu sloganı eskitecek politik, kültürel değişmeler yaşandığı ayrı bir tartışmanın konusu olabilir belki, ama sadece bu bile, “Lenin’in düşüncelerinde kökten bir değişikliği” değil, Rus devriminin koşullarının somut bir değişimiyle ortaya çıkmış bir taktik değişikliği gösterdiği için bence yeterlidir. Lenin’i kendi içinde böyle derin kopuş dönemlerine ayırmak noktasına gelebilen bir anlayışın, Stalin ile Lenin arasında da uçurumsal olarak nitelenebilecek kopuşlar bulmasının neye dayandığını belki daha iyi açıklar diye verdim bu örneği.
Gelelim Lenin ile Stalin arasında varlığı iddia edilen farklılıklara, kopuşlara… Biz hiçbir zaman Stalinizm deyimini kullanmadık. Ama Stalinizm deyimini, hem de bir yüceltme aracı olarak kullananlardan birisini söyleyebilirim size. Saruhan’ın başta kendisinden söz ettiği bir kişi; Lukacs! Lukacs, Stalin döneminde önemli görevlerde bulunduğu enternasyonal içinde yazdığı kimi yazılarda, Leninizm-Stalinizm deyimini kullanmıştır. Leninist-Stalinist devrim, Leninist-Stalinist parti anlayışı gibi deyimler doğrudan doğruya Lukacs’a aittir. Belirsiz bir adam, çok da hoşlanmadığım bir insan. Ama Stalin’i gerçekten devrimci komünist bir önder, Bolşevizm’in bir militanı olarak benimseyenler bu deyimi kullanmamışlardır. Eğer bir Stalinizmden söz edilecekse ancak şu anlamda belki kullanılabilir: Tek ülkede sosyalizmi inşa etmek, kapitalist emperyalist kuşatma altında elde edilmiş mevzileri korumak bakımından geliştirilen ve yürürlüğe konulan Leninist taktik ve strateji bütünü. Stalin, Leninizm’i emperyalizm çağının Marksizm’i olarak tanımlamıştı. Ama biz Stalinizmi bundan hareket ederek tek ülkede sosyalizmin inşasının Leninizm’i diye tanımlamaya düşmemeliyiz. Böyle bir şey söz konusu olmamalı. Stalinizm diye bir deyimi bu bakımdan Lenin’den köklü bir kopuşu, ya da Lenin’den farklı bir çağda ve farklı koşullarda mücadele eden bir devrimcinin sistemleşmiş görüşlerini adlandırmak üzere kullanmayı bu bakımdan yanlış buluyoruz.
Aslında Saruhan’ın saydığı pek çok örneğin hangi koşullarda, neden, hangi ihtiyaçlardan doğduğunu düşünmezsek, Lenin ile Stalin arasında gerçekten çok büyük bir kopukluk bulunduğuna inanırız. Her şey doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nde devrimin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra önce Almanya’da sonra da Avrupa’da birbiri ardına proletarya devrimlerinin gerçekleşeceği beklentisinin boşa çıkmasıyla başlar. O zamana kadar Sovyetler Birliği KP’ye egemen olan strateji ve taktik anlayışı ve Komünist Enternasyonal’e egemen olan mücadele anlayışı bu beklentiyle çok yakından ilişkilidir. Fakat devrim gelmiyor. Sovyetler Birliği proletaryasının ve partinin önünde apaçık bir tercih olarak ya devrimi elde ettiği coğrafya üzerinde sürdürmek, derinleştirmek ve sosyalizmi inşa etmek ya da Avrupa devriminin olabilmesi için kendisi ne kadar katkıda bulunabilecekse bunu yapmak duruyordu. Yani kendi iç inşasından taviz vermek, kendi enerjisini bir başka yere harcamak gibi bir tercih olacaktı. Hiç kimse bu günden bakınca dünya devrimi olanaklarının önemli ölçüde kaybolduğu bir zamanda Sovyet proletaryasını kendi ülkesine kapandığı suçlamasıyla karşı karşıya bırakamaz sanıyorum. Bu bir zorunluluktu. Ele geçirilmiş bir iktidar, ele geçirilmiş bir ülke, işçi sınıfı tarafından ele geçirilmiş bir ülke vardı. Burada sosyalizmi inşa etmekten daha mantıklı, daha gerekli, daha zorunlu herhangi bir şey kuşkusuz olamazdı. Ve sonra her şey bunun arkasından geliyor. Artık dünyadaki tek sosyalist ülke olan Sovyetler Birliği’nin çıkarlarıyla dünya proletaryasının çıkarları gerçekten özdeşleşiyor. Sovyetler Birliği’nin kaybedilmesi kazanılmış bu tek devrimci mevziinin ortadan kalkması dünya proletaryasının bütün umutlarının yıkılması, kendisini böyle bir devrime hazırlayan proletaryanın bütün örgütlerinin anlamsızlaşması gibi bir sonuç verecekti. Bunu hem Sovyet proletaryası anlamıştır, hem de Avrupa proletaryası gerçekten derinden anlamıştır. İlerde, daha sonraki dönemlerde buna karşı muhalefet politikaları geliştiği zaman, Avrupa KP’leri içinde tek ülkede sosyalizm kavramına bağlı olarak şekillenen, sosyalist anavatanın çıkarlarının savunulması, sosyalizmin tek ülkede inşa edilmesinin getirdiği fedakârlıkların göğüslenmesi problemi karşısında, çok sınırlı entelektüel karşı çıkışlar dışında, partiler bütünlüklerini muhafaza etmişlerdir. Bu belki Troçkistler tarafından Sovyet gizli polisinin baskısı, Stalin heyulasının dehşeti, vb. gerekçelerle açıklanabilir görünüyor; ama hiç bir şey bu kadar uzun süre korkuyla ve baskıyla bir proletarya partisine, bir devrimci partiye böylesine kabul ettirilmez. Bunu bir anlama düzeyi olarak kabul etmek gerekiyor.
Dünya proletaryasının, Sovyet proletaryasının sosyalizmi inşa çabasını anladığını, bunun için kendisinin üstüne düşen görevleri anladığını ve bunu kabul ettiğini görmek gerekiyor diye düşünüyorum. Sovyetler Birliği KP’sinin Ekim Devrimi’nden gelen, bununla da kalmayıp sosyalist inşa süreci ile de pekişen büyük bir prestij ve otoritesi vardı. Yalnızca teorinin değil, devrimci pratiğin de engin deneyimini elinde tutan büyük bir parti idi. Kuşkusuz böyle bir partinin görüşlerinin diğer ülkelerin partileri tarafından kolay kolay tartışılması düşünülemezdi. Bunun güçlü muhalefet akımlarının doğuşuna bir engel teşkil ettiğini, diğer komünist partilerin SBKP’nin tavrını onaylamasında bir avantaj teşkil ettiğini kabul etmek gerekir. Ama buna dayanarak, boydan boya her ülkenin proletaryasının kendi devriminden vazgeçmek üzere Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına teslim olacağını, bunun da yalnızca “Stalin bürokrasisinin baskısıyla” gerçekleşebileceğini iddia etmeyi, dönemin karalanmasına yönelik çabaların bir ifadesi olarak görüyorum.
SB’nin doğusuyla birlikte dünyada başlıca temel çelişmelere, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çelişmenin ifadesi olarak, Sovyetler Birliği ile emperyalist-kapitalist ülkeler arasındaki çelişme ortaya çıkmıştır. Bu çelişme ne Stalin’in bir uydurmasıdır, ne de günün politik gereklerinin, öne çıkardığı abartılmış bir çelişmedir. Aksine bütün dünya burjuvazisi, Sovyetler Birliği’ni, sosyalist bir işçi devletinin gerçekleşebilir olduğuna dair tek somut kanıt olarak görüyorlar ve onu yok etmek, onun yaratacağı sınıf mücadelesi boyutlarını önlemek için son derece ciddi bir çaba gösteriyorlardı. Bu, sınıf muadelesinde, dünya çapında iki kampın doğmuş olmasına karşılık düşüyordu ve gerçekten emperyalistlerin ciddiye aldığı kadar proletaryanın da ciddiye almasını gerektiren gerçek bir çelişmeydi. Sovyetler Birliği’nde somutlanan şeyler, proletarya mücadelesinin bütün tarihi boyunca elde ettiği deneylerin, mücadele araçlarının geliştirilmesinin ve bir devlet olarak örgütlenmiş proletaryanın yapabileceklerine dair işaretlerin ifadesiydi. Daha devrimin ilk yılarından başlayarak, Sovyet devriminin bastırılması, öldürülmesi, Sovyet devletinin ortadan kaldırılması, başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere -o zaman dünyaya hükmeden süper oydu- bütün emperyalistlerin, bütün burjuva devletlerin temel sorunuydu. Bu yok edilmeliydi. Yok, edilemiyorsa bir biçimde etkileri sınırlandırılmalı, etkisi kendi ülkelerine sıçramayacak boyutlarda düşürülmeliydi. Basit bir şey değil. Devletlerden ve dünya egemenliğinden, emperyalist devletlerden söz ediyoruz. Dünyayı tek bir ekonominin zincirleriyle birleştirmeye girişen kapitalist sistemin devletler düzeyinde ifade edilmiş gücünden söz ediyoruz. Bunun karşısında da sosyalizmi inşa etmeye yönelmiş bir işçi devletinden, bir proletarya diktatörlüğünden söz ediyoruz. Her şeyin buna göre belirlendiği andan itibaren de, politika, teorinin öngördüğü pek çok şeyi gerçekleştiremez hale gelebilir. Teori daima en genel ilkeleri evrensel ölçekte ifade edilebilecek ilişkileri ve bunların olası sonuçlarını ortaya koyar. Ama özel olarak, zaten teoride çok fazla öngörülmemiş bir durum olarak ortaya çıkan “tek ülkede sosyalizm” olgusunun dünya çapındaki sorunlarıyla ilgili herhangi bir öngörüde bulunulması zaten beklenemezdi. Politika yapmak için böyle bir ortamda, belli güçleri, belli araçları, belli bir sırayla kullanmak, düşmanın güçlerini mümkün olduğu kadar bölerek onlar arasındaki çelişmelerden yararlanmak, kendi varlığını esas alan bir mücadeleyi sürdürmek gerekmektedir. Örneğin Brest-Litovsk anlaşmasına karşı çıkışın temelinde de gene teorik, bir anlamda vicdani, kültürel pek çok kaynak bulunabilir; ama orada o politikanın pek çok bedel ödenerek uygulanmasını gerektiren koşulları saptamış olmak ve bunun her şeye rağmen yapılmasının gerektiğini görerek, o günün ilişkilerinin bir değerlendirmesini yaparak sonuna kadar kararlılıkla uygulamak, devrimci tarzda politika yapmanın sonucudur. Uzun vadeli çıkarlar, günlük ilişkiler, mücadele eden gerçek güçler, belirli bir politikanın, belirli bir taktiğin uygulanmasında belirleyici bir rol oynarlar. Bunları hesaba katmayan, bunlarla teoriyi karşı karşıya koyan bir anlayışın ciddi olarak sınıf mücadelesinin herhangi bir alanında politika üretmesi mümkün değildir zaten. Sınıf mücadelesini yürüten kurmay, gerek bir ülke içindeki koşullar bakımından, gerekse dünya çapında koşullar açısından düşünülen somut bir analize dayanması, araçların ve karşı karşıya gelen güçlerin ciddi bir ölçümünü ortaya koyması ilk şarttır. O çağda “tek ülkede sosyalizm” hedefini ortaya koymuş ve dünyanın geriye kalan bütün kısmını devletler düzeyinde karşısına almış bir işçi sınıfının, gerçekten dünya proletaryasının çıkarlarını temsil edip etmediği, bence tartışma götürür bir şey değildir. Eğer bir dünya devrimi olanağı yakın zamanda görülmüyorsa, Sovyet devletinin çıkarlarını bir ülkedeki devrimin çıkarlarına feda etmesi Stalin’den beklenemezdi. İspanya’da ihanet edildi dedi, Saruhan. Sovyetler Birliği, pek çok şeyi göze alarak en geniş yardımı yapmıştır İspanya devrimine. Bir başka Troçkist iddia ise, İspanya devrimine yapılan silah yardımının, maddi yardımların, teknik düzeydeki uzman yardımlarının, aslında İspanya’daki KP iktidarını sağlamlaştırmak gibi bir amacı olduğunu ileri sürer. Bir yanda “İspanya devrimine yardım edilmedi, ihanet edildi” gibi bir iddia vardır, bir yandan da “yapılan bu büyük yardımlar doğrudan doğruya İspanya’daki KP’nin anarşistlere, troçkistlere, ‘sosyalistler’e karşı iktidarını güçlendirmek için yapılmıştır” gibi bir iddia var… Aslında İspanya’da devrimin nasıl mümkün olacağına dair kararı verecek olanlar, doğrudan doğruya yalnızca İspanya’nın iç güçleri değildir.
Yunanistan’da da öyle değildi. Dünyanın diğer bölgelerinde de, o çapta devrimci bir iktidar sorununu halledebilmek, her ülkenin tek başına altından kalkabileceği bir sorun olmaktan çoktan çıkmıştı. İspanya’yı belirleyen, hemen öngünün-de yaşanan ikinci büyük savaş koşullarıydı. Ve böyle bir ortamda İspanya’da yapılabilecek olanların azamisi yapılmıştır. İspanya’da sosyalist devrimin başarılamaması, Dünya Savaşı öncesinde ve o süreçte Nazizme karşı, faşizme karşı direnen, savaşan, onun, alt edilmesi için baş rolü oynayan komünist partilerin, sonunda devrimden uzaklaşmaları, devrimi başaramamaları ve iktidarı burjuvazilerine teslim etmeleri karşısında duyulan vicdani durumu, politik kültür çerçevesinde değerlendirmek doğru olur gibime geliyor. O süreçlerden sonra bütün o partiler kendi durumlarının anlaşılabilir açıklamalarını yapmışlardır. Ama duruma daima dışardan ve bugünün koşullarıyla, bugünün anlayışıyla, bugünün özlemleriyle bakan aydın zihniyeti, vicdanen ve psikolojik olarak durumu hiçbir zaman kabullenememiştir. Türkiye’de de, dünyada da, Stalin’e karşı aydın tepkisinin temelinde bu politik kültür yatmaktadır. İşçi sınıfları durumu anlamışladır başında söylediğim gibi, ama aydınlar anlamamışladır, anlamamakta da devam ediyorlar.
(Tartışmanın bundan sonraki bölümünü, izleyicilerin yönelttiği sorulara verilen yanıtlar oluşturuyor.)
… “Sovyetler Birliği çökerken işçi sınıfı neden parmağını oynatmadı'” diye bir soru soruldu. Sorunun içeriğinde, Stalin ile son dönem arasında bir süreklilik olduğu varsayılıyor. Başka arkadaşlar da değindiler, Saruhan da böyle düşünüyor. Stalin’den sonra, Kruşçev’den Gorbaçov’a kadar bütün parti liderleri Stalinist olarak nitelendiriliyor. Ben, tersini düşünüyorum. Kruşçev’le başlayan şey, Stalin’den kopuş sürecidir. Dolayısıyla çöken şey de “Stalinizm” değildir. İşçi sınıfının kurtarmak için parmağını oynatmadığı şey, Stalinizm değildir. Kruşçev’le başlayan süreçte, savunulacak bir sosyalizm kalmamıştır ortada. Çöküşü kendi içindeki çürümenin sonucu olan sistem, kendi halkının rızasıyla çöküp giden sistem, sosyalizm değildir.
Buna rağmen, çöküşün açıklık kazandığı andan itibaren olanlar, halkın ve bir kısım aydının dönüp geriye bakmalarına ve en azından “Stalin dönemi bundan çok daha iyiydi” demelerine yol açmıştır. Bir kıyaslama imkânı doğmuştur, çöküşle birlikte.
Neden Stalin’den sonrakiler Stalin’in sosyalizmini temsil etmezler? Modern revizyonizm dediğimiz olgu, elbette ki, Stalin’in ölümünden sonra yönetimi ele geçiren “kötü adamların” eseri değildir. Kuşkusuz bürokratik revizyonist diktatörlüğün doğuşunda, Stalin döneminde yaşanan bir çok olayın payı vardır. Öyle bir dönemde sosyalizmi inşa etmek zorundaydı ki Sovyet proletaryası ve Komünist Partisi, sosyalizmin teorik olarak öngördüğü birçok örgütlenme biçiminden taviz vermek, emperyalist kuşatmaya ve savaşa göre yeniden örgütlenme, en azından düzenli ordu kurma, bir Dışişleri Bakanlığı ve casus teşkilatına sahip olmak gibi yapılanmalardan kaçınamayacağı, emperyalizm ile başka türlü baş edemeyeceği koşullarda sosyalizmin inşasına girişti. Bu koşullarda, Sovyetler Birliği’nin bu araçları kullanmaksızın kendini koruyabileceğini düşünebilir miyiz? Mümkün mü, Stalin, istihbarat teşkilatı kurulmasını, “Hayır yoldaşlar, Marksizm’de bu öngörülmemiştir!” diyerek geri çevirsin! Kızıl ordu kurulmasın! Ve bunlara uygun bir devlet bürokrasisi doğmasın! Bunlar mümkün değildi. Evet, bunları Marx öngörmemişti, ama teori, tarihte her şeyi zaten öngöremez. Ve bunlar, Lenin’in ya da Stalin’in “hataları” falan değildir.
Devrimden sonra devletin, proletarya diktatörlüğünün giderek sönümlenmesi yerine, merkezileşmesi ve güçlenmesi diye bir olgunun Marx tarafından öngörülmediği açıktır. Revizyonist ideolojilerin, daha sonra da sosyalizmin parça parça tasfiye edilmesinin imkânları hep bu süreçte ortaya çıktım Bunların birer imkân olmaktan gerçek haline gelmesini engelleyebilecek tek güç partiydi. Devrimi yapan parti, geriye dönüşe engel olabilirdi. Bir koşulla: kendi içinde ihanete uğramasaydı! Stalin’in ölümünden sonra mümkün olan şey, parti merkezinin ele geçirilebilmesidir. Stalin’in ölümünden sonra mümkün oldu, gerçekleşti dediğimiz şey, budur: Parti önderliğinin, Stalin iradesi diye bildiğimiz, proletarya iradesinden, çelik iradeden yoksun kalması, Sovyetler Birliği’ni, tersine çevrilebilecek bir sürecin akıntısına kaptırmıştır.
Buradan bir başka soruya geçmek istiyorum. Bir arkadaşım, “tarihin devrimci şekilde anlaşılmasından” söz etti. Tarihin devrimci şekilde anlaşılmasıyla, her şeyden önce, olup bitenlerin tümüyle haklı gösterilmesi arasında bir fark vardır. Ben, olup biten her şey, tamamen olup bitmesi kaçınılmaz şeylerdi demiyorum. Ama üzerinde konuştuğumuz dönemin objektif koşullarına baktığımızda, tek ülkede sosyalizmin inşasına girişmiş bir işçi sınıfının, bir başka türlü davranabilmesi için imkânı olmadığını görebiliyoruz. Bundan yola çıkarak, şu sonuca ulaşmak doğru olmaz: Stalin’in yaptığı her şey, artık teorinin kendisidir! Hayır, o pratik teorileştirilemez. O dönemin bütün uygulamaları anlaşılabilir şeylerdir. Stalin’in uygulamalarının hepsinin haklı gerekçeleri vardır. Ama hepsi de özel koşullarda ortaya çıkmış ve başından beri söylendiği gibi, Marksist teorinin öngörmediği koşullarda yapılmış işlerdir. Şimdi, tekrar o koşullarla karşılaşmayacak bir devrim için ne yapılması gerektiğini düşünüp araştırmalıyız. Fakat diğer yandan, Stalin’in pratiğinin temel teoriden tamamen kopuk olduğu, onun, teorinin temel tezlerinden tamamen farklı, aykırı uygulamalara giriştiği de söylenemez. Bütün o koşullar değerlendirildiğinde, o politikalar ve o pratik, anlamlı olacaktır. Şunu da söyleyeyim: Aynı koşullarla karşılaşan her devrim, aynı şeyleri yapmak zorunda kalacaktır. İte kaka, bir devrimi ilerletmeye çalışan bir sınıf var. Otuz gram ekmekle sosyalizmi kurmaya çalışan bir sınıf var. Bütün bunlar yokmuş gibi, o pratiği kendi tarihsel koşullarından ayırarak yargılamak, doğrudan entelektüalizmdir.
Diğer bir soru, parti, sendikalar, proletarya diktatörlüğü gibi örgütlerin birbirlerine karşı konumlarıyla ilgiliydi. Arkadaşım, “sendikalar, işçi devletine karşı örgütlenmeli mi” diye özetleyebileceğimiz bir soru yöneltti.
Saruhan, bu konuda Lenin’in tutumunu açıkladı. Troçki’nin hatalarına karşı eleştirisi bu bakımdan temel önemdedir. O koşullarda, yani devletin merkezileşme sürecine girdiği ve bunun yarattığı sorunların sınıfa olumsuz olarak yansımaya başladığı bir yerde, işçi sınıfının kendisini savunacak kendi iradesini ifade edebilecek araçlara sahip olması gereklidir. Gerçekte, hiç bir işçi örgütü, kendi devletine karşı kendini savunmak zorunda kalmamalı. Gene teoride öngörülmemiş bir durum. Proletarya diktatörlüğü, parti, sendikalar, diğer işçi örgütleri, tümel bir iktidarın parçaları halinde hareket ederler. Birbirlerine karşıt değil. Birbirlerini bütünleyen, ama özel alanların varlığı dolayısıyla özelleşmiş organlar olarak görülmelidir. Ama özel alanların birbirlerine karşı işleyiş gösterdiği, bütünlüğün zorlandığı koşullarda, tek bir şey belirleyici olabilir, bir tek şey: sınıfın genel çıkarlarının savunulması. Özel olarak herhangi bir fabrikada, .herhangi bir işçi grubunun çıkarları yerine, ülkenin tümünde iktidarda olan ve bu iktidarını partisi aracılığıyla icra eden sınıfın tümel çıkarları, parçanın güncel çıkarlarıyla çeliştiğinde, bir ücret anlaşmazlığı, üretimin planlanmasında bir aksaklık gibi şeyler varsa, tümel olan belirleyicidir. Merkezi planlama, tıpkı düzenli orduya geçilmesi, tıpkı fabrika yönetimlerinin giderek genel planlamanın parçası haline gelmesi gibi uygulamalardan doğan sorunlar, hepsi birbirine bağlı bir sınıf iktidarı kavramı çerçevesinde çözülebilir. Parça ile bütün arasındaki ilişki budur. Ve bütün, gerçekten sınıfın tümünü ifade eden, onu temsil eden bir iktidar aracılığıyla dile getiriliyorsa, bununu karşısında sendikaların, tek tek fabrikalarda, tek tek işyerlerinde, bütünle çelişen bir politika izlemesi mantıklı değildir.
Bu, giderek işçi sınıfının yönetimdeki inisiyatifini kırmış mıdır? Kırdıysa, bu her şeye rağmen tekrarlanabilir bir pratik, teori düzeyine yükseltilebilir bir pratik olarak görülmemelidir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin süreç içinde çöküşe doğru gitmesinde, sınıf inisiyatifinin kırılmasının bir payı olduğunu düşünüyorum. Ama bunun Stalin’in hatası olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Sorun, sınıfın iktidar organlarının devlet düzeyinde ifade edilmesi içinde, zorunlu olarak aldığı biçimler göz önüne alınarak anlaşılabilir.
Şöyle bağlayabiliriz: Stalin döneminde, teoriyle karşılaştırıldığında “Aa, … burası kitaba uymuyor!” denilebilecek pek çok şey bulunabilir. Ama bunlar, teori düzeyine yükseltilmemesi gereken zorunlu bir pratiğin sonuçlarıdır. Diğer yandan, o koşullarda, sosyalizmi kurmak ve yaşatmak için başvurulacak tek yoldur.

Mart 1993

Maurucio rosencofun türkiye gezisi üzerine izlenimler Latin amerika’dan devrimci bir rüzgâr

Uruguay’ın en büyük devrimci hareketi Tupamaro’nun önderlerinden M. Rosencof’un Türkiye’de bulunduğu süre içinde yaptığı basın toplantılarını izleyen ve söyleşilerine katılan Nuray Sancar ve Aydın Çubukçu’nun izlenimlerini sunuyoruz.

Uruguay’da yaklaşık yirmi yıl önce başlattığı gerilla mücadelesiyle adını duyuran Tupamaro örgütünün liderlerinden Maurucio Roşencof geçen ay Türkiye’ye geldi. İstanbul’da kaldığı yirmi gün zarfında; 1972’deki askeri darbeyle önderlerinin ve kadrolarının Uruguay’daki kışlalarda rehin olarak tutulmaları nedeniyle önemli bir darbe yiyerek faaliyetini durdurmak zorunda kalan hareketin 1985 yılındaki salıverilmelerden sonra başlatılan “reorganizasyon”unu ve Tupamaro’ların faşizmin zindanlarında geçirdikleri 13 yılın birikimini ve geçmiş mücadele deneylerini aktarmak için bir dizi toplantıya katıldı ve Türkiyeli devrimcilerle, görüş alışverişinde bulundu.
Yaptığı silahlı eylemlerle, cezaevi baskınları ve kitlesel firarlarla efsaneleşen hareket, adını, 1781 yılında Peru’da sömürgeciliğe karşı isyan başlatan İnka’lı halk önderi Tupac Amaru’dan aldı. Yüz yıl boyunca sömürgeciliğe karşı verilen mücadelenin simgesi olan Tupac Amaru, İspanyol sömürgecileri tarafından ele geçirildikten sonra yoğun işkencelerden geçirilmiş, Ağzından “Tanıdığım iki kişi var, biri siz işkenceyi yapanlar diğeri de ben. Başka kimseyi tanımıyorum” yanıtından başka tek bir söz alamayan işkenceciler onun önce dilini kesmişler sonra da kollarından ve ayaklarından dört ayrı ata bağlayarak vücudunu dört parçaya bölüp her bir parçasını halka göz dağı vermek amacıyla Latin Amerika’nın bir merkezine asmışlardı.
Bütün bunlara karşın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı verilen mücadele durdurulamamış ve Latin Amerika’nın damarlarında akan mücadele Bolivar’da, Jose Artigas’da, Che Gııevara’da ve Tupamaro örgütünün unutulmaz lideri Raul Sendic’de cisimleşip milyonlarca Latin yoksul köylüsünü, kent proleterini ve bunların çevresinde yer alan diğer ulusal güçleri ayağa kaldırmıştı.

TUPAMARO’NUN KURULUŞU YE MÜCADELESİ

Tupamaro örgütü, Küba’da bir zafer kazanarak popülerleşen ve ondan sonra ’60’lı yılların dünyasını bu popülariteyle sarsan gerilla mücadele yöntemlerinin Latin Amerika ülkelerinin kendine özgü karakterlerini üzerinde taşıyan Uruguay’da anti-emperyalist içerikli ulusal bir devrim projesini gerçekleştirmeyi hedefleyerek kuruldu. Kurucusu Raul Sendic’ti.
Sendic’in yakın arkadaşı Rosencof, o dönemi şöyle anlatıyordu:
“Tupamaro, Brezilya sınırındaki ormanlarda çok kötü koşullarda çalışan işçilerin bir ayaklanma sırasında silah depolarını basarak silahlı mücadeleye başlamaları sırasında kendi başlangıç ilkelerini buldu. Örgüt 60’lı yıllarda doğdu. Şekerkamışı tarlalarında çalışan işçilerin mücadelesinden doğan kitlesel sendikal hareket ve toprak işgalleri sırasında, örgüt bütün ülkeye yayılan bu devasa sendikal hareketin üzerinde yükseldi. Örgütümüzün kurucusu Raul Sendic’ti. Raul’u 1956’dan beri tanıyordum. O, o zamanlar Sosyalist Parti’nin icra komitesi üyesiydi ben de Komünist Parti’nin yayın organı redaktörüydüm. Toprak işçilerinin Montevideo’yu hedefleyen 600 kilometrelik yürüyüşü sırasında temel kitlesini ve örgütlenme ilkelerini geliştiren Tupamaro örgütünün kurulmasından, ölünceye kadar hep birlikte olduk.”
Bu uzun işçi yürüyüşü sırasında, Rosencof ve Sendic, birlikteydiler. Hareketin doğuş ve gelişmesi konusunda ilginç ipuçları veren bir olayı Rosencof şöyle anlatıyor:
“Yürüyüşçü işçilerle birlikte, bir gece dağlarda kamp kurduk. Ateşler yakıldı, Raul ve ben, bir ağacın altına oturarak onları seyretmeye başladık. Heyecan verici bir manzaraydı. Ben, ‘bir orduya benziyor’ dedim. Çok az konuşan Raul, ‘evet, bu bir ordudur’ dedi.”
Tupamaro örgütü, silahlı mücadeleyi temel almış bir cephe hareketiydi. Rosencof, Tupamaro için, özellikle bu terimi kullanıyordu. “Bir parti değil, bir harekettir Tupamaro”. Bu hareket saflarında yoksul tarım işçilerinden ve kent proleterlerinden başlamak üzere, rahiplere, generallere kadar değişik sınıf ve katmanlardan çok sayıda insan, Komünist ve Sosyalist partiden, liberal burjuva partilerden gelen kadrolar bulunuyordu. Uruguay’ın mevcut rejimine muhalif olan bütün ulusal güçler geniş bir cephe içinde buluşmuş, Tupamaro hareketi de bu cephe içinde yer almıştı.
Cephenin bu olağanüstü geniş katılımlı yapısını anlayabilmek için, Latin Amerika’nın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele geleneklerine göz atmakta yarar var.
Tupamaro’nun terminolojisinde önemli bir yer tutan “Ulusal güçler” kavramı, sömürgeciliğin ve emperyalizmin doğrudan ilişkileri çerçevesinde yer almayan bütün sınıf ve katmanları ifade eden bir kavramdır. Özel olarak sömürgeciliğin, tamamen bir dış güç olarak, ülkeye silah kuvvetiyle ve yağmalamak amacıyla geldiği koşullarda, ulusun hemen hemen tamamının maddi çıkarlarıyla çatışan bir konumda bulunuyordu. Yöneticiler, sömürgeciler tarafından atanıyordu ve yönetim kademesi, tümüyle sömürgeci ülkenin yurttaşlarından oluşuyordu. Silahlı kuvvetler ve kolluk gücü de yabancılardan oluşmaktaydı. Ticaret ve bankacılık faaliyetleri de, hemen hemen tümü üretici konumunda kalan yerli halkın dışındaki unsurlar aracılığıyla yürütülüyordu. Çoğu sömürge ülkelerde, modern sınıflar oluşmamıştı ve geleneksel kültürel yapılar içinde ifadesini bulan “ulusal kimlik”, klasik sınıf karşıtlığından yoksun bulunulan ortamda, parçalanmadan kalabiliyordu. Bu genel durum, XX. yüzyılda da, İspanyol, Portekiz sömürgeciliğine karşı ve sonra da Amerikan emperyalizmine karşı mücadelelerde, etkisini gösterdi. Ancak, Amerikan emperyalizmi, eski sömürgeci yöntemlerden farklı olarak, gelişen ve derinleşen sınıf ayrımlarına dayanan bir uygulamayla, “milli devlet” içinde kendi işbirlikçilerinin iktidarını yaratmaya ve ticaret, sanayi ve bankacılıkta da, yerli hâkim sınıfların unsurlarını kullanmaya başladı. Bununla birlikte, gerek her Latin Amerika ülkesindeki ordu içinde, gerekse halkın üzerinde önemli bir etkisi bulunan rahipler arasında, devrimci halk hareketinin destek bulmasını uzun süre önleyemedi. Latin Amerika’da yerli halk arasından çıkan din adamlarının üzerinde, yaratılmalarında ve yönetilmelerinde başlıca rol oynadıkları köylü komünlerinin geleneği ve sömürgecilere karşı mücadelelerinin izleri, devrimci bir kalkışmanın yaşandığı bütün o yıllar boyunca önemli ölçüde canlıydı.
Bu özellikler, kıta çapındaki sosyal ve ekonomik koşullarla birleşince, halk hareketinin kendine özgü nitelikleri de beliriyordu.

TOPRAK VE FİNANS OLİGARŞİSİNE KARŞI DEVRİMCİ MÜCADELENİN KOŞULLARI VE UNSURLARI

Latin Amerika ülkelerindeki devrimci mücadelenin, bu bölgenin geçmişindeki özgünlükleri temel alınarak oluşturulmuş programının özeti Che Guevara tarafından yapılan bir tahlilde “Bir devrim için Latin Amerika’nın objektif koşulları oluşmuştur ve bu, emperyalizmin ve her ülkede büyük toprak sahiplerinin egemenliğidir.” sözleriyle ifade edilmişti.
Rosencof, kendi ülkesindeki durumun, bütün Latin Amerika’nın temel özelliklerinin bir parçası olduğunu belirterek, şunları söylüyordu:
“Uruguay’da ülke yüzölçümünün üçte biri, üç yüz ailenin mülkiyetindedir. 25-30-40 bin hektarlık çiftlikler vardır. Toprak sorunu ülkemizin en önemli sorunudur. İkinci sorun bankalarla ilgilidir. 42 banka kuruluşundan 37’si yabancıdır. Bizim için bankaların kamulaştırılması temeldir. Şu bakımdan temeldir: gelişmenin kredilerini bankalar sağlar. Biz endüstri sermayesini kabul ediyoruz; üretici kapitali kabul ediyoruz. Sanayici ve üretici bankaları da bu nedenle kabul ediyoruz. Fakat spekülasyon bankalarını hayır.”
Genel olarak sömürgeci ilişkilerin etkilerini taşımaya devam eden toprak-kır ilişkilerinde, büyük ölçekli araziler üzerinde gerçekleştirilen tarım, feodalizmle büyük kapitalist çiftlik işletmelerinin bir bileşimidir. Latin Amerika’ya özgü meyve ve (şekerkamışı, kauçuk, orman ürünleri gibi) sanayi bitkileri, Latifundia adı verilen bu çiftliklerde üretilir. Latifundia’lar, uluslararası tekellerin üretim ve pazarlama ağı içinde yer alırlar ve her ülkede emperyalizme bağımlı siyasi iktidarın temellerini temsil eder. Rosencof’un işaret ettiği gibi, her ülkede, üretime elverişli toprakların çok büyük bir bölümü, nüfusun çok küçük bir azınlığını temsil eden Latifundia sahiplerinin elindedir. Latin Amerika’da siyasi iktidarın sınıfsal temelini belirtmek için kullanılan “oligarşi” terimi, “komprador burjuvazi” ile birlikte bu sınıfı kapsamaktadır.
Latifundialarda çalışan işçiler ve topraksız köylüler, Latin Amerika’nın devrimci geleneklerini temsil eden geniş kitleler oluştururlar. Nitekim Tupamaroların kuruluşunda ve güçlenip yaygınlaşmasında, şekerkamışı tarlalarında ve ormanlarda çalışan bu kitlenin belirleyici rol oynaması, bu bakımdan bir tesadüf değildir.
Rosencof a göre, Uruguay’ın ve genel olarak Latin Amerika devriminin objektif koşullarını, ülkedeki toprakların büyük bir bölümünün mülkiyetinin bir kaç ailenin elinde bulunması ve yabancı sermaye egemenliği oluşturur. Bu tespitten hareket eden Tupamaro’nun devrim programını da, yabancı sermayeyle ve büyük toprak sahipleriyle hesaplaşan bir milli kapitalizm hedefi belirler.
Rosencofun sözlerinde de “milli kapitalizm” kavramının temel alındığı bir demokratik devrim programının izleri görülmektedir. Sermayeyi, üretici ve spekülatif olarak ayıran ve birincisine “ülke çıkarları açısından” olumlu rol yükleyen bu çözümleme, genel olarak bütün Latin Amerika devrimci hareketlerinde olduğu gibi, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele yürüten tüm örgütlerde küçük farklılıklar bir yana bırakılırsa, genel olarak kabul edilmiş bir program unsuruydu. Özellikle Maoculuğun ve Sovyet revizyonizmi kaynaklı “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisinin etkisi, bütün dünyada, devrimci hareketlere, demokratik devrimde milli kapitalizmin emperyalizme karşı müttefik olarak değerlendirilmesi, devrimden sonra da korunması ve geliştirilmesi düşüncesini yerleştirmiş bulunuyordu.

GERİLLA MÜCADELESİ VE SÜBJEKTİF FAKTÖR

Bu, ulusal sanayi ve ulusal sermaye gelişimini hedefleyen devrim programının ufkunun kaçınılmaz olarak reformlarla sınırlanacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü, Tupamaro’lar, içlerinde Rosencof gibi komünist gelenekten gelen önderlerin ve tabanlarındaki işçi kitlesinin etkisiyle, “sosyalizm” hedefine zaman zaman vurgu yapsalar da, sonuçta, bugün olduğu gibi, sistem içi çözümlerle de yetinebilecek bir eğilime girebiliyorlar.
Ancak bu bir yana, bu ülkelerin özgün koşullarında ortaya çıkarak sonradan dünyanın diğer ülkelerindeki pek çok devrimci akımı etkileyen silahlı mücadele kavramı da, büyük ölçüde sisteme ilişkin bu küçük burjuva analizden kaynaklanıyordu. Devrimin objektif etkenlerini, ülkenin emperyalizmle ilişkileriyle sınırlayan Latin Amerika küçük burjuva devrimciliği, sübjektif etkenler konusunda da, kişisel özellikleri öne çıkaran bir anlayışı geliştirdiler.
Rosencof, bu anlayışı açık bir biçimde dile getirdiği konuşmasında, şu örneği verdi:
“Sovyet devrimini Lenin olmadan, Çin devrimini Mao olmadan düşünmek çok zordur. Castro da Küba için önemliydi. Küba’da devrimin sübjektif unsuru, Castro’dur. Bu kadar da değil, Fidel Castro, Latin Amerika’nın sübjektif etkeniydi. O, Meksika’da, İspanyollara karşı verilen mücadeleye katılan 80 kişiyi hazırlayarak, bir Türk gemicisinin boğazı geçmeyi bile göze alamayacağı bir gemiye binerek yola çıkıyor. Bu 80 kişiden sadece 12’si sağ kalıyor, kalanlar da 12 kişi kaldıklarını uzun süre bilmiyorlar çünkü her biri bir yere dağılmış. Küba devrimini bu on iki kişi organize etti. ”
Daha önce Türkiye’de çok tartışılmış olan bu konuyu, Uruguaylı devrimci, kendi hareketlerine temel olan yönüyle yorumluyor. “Silahlı propaganda” kavramıyla, devrimde sübjektif faktör konusunun böyle yorumlanması birbirine uygundur. Ne var ki, bu, konunun Marksist tarzda ele almışından tamamen farklıdır. Fokoculuk veya Carlos Marigella’nın formüle ettiği biçimiyle şehir gerillası eylemleri, Tupamarolar’da tipik örneğini bulduğu gibi, bir yandan sübjektif etkenin kişileştirilmesine, diğer yandan da parti kavramının reddedilmesine yol açmaktadır.
Rosencof’un aşağıdaki sözleri, yalnızca parti kavramına değil, genel olarak örgüt fikrine karşı da bir çekingenliği dile getirmektedir:
“Bir militan önce ülkesindeki adaletsizliklerle karşılaşır ve bu adaletsizlikleri değiştirmek için eyleme geçmek ister, tik farkına varacağı şey bunu tek başına yapamayacağıdır. Bu militan, ya varolan bir örgüte girer ya da kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla yeni bir örgüt kurar. Bu da bir karmaşa çıkarır. Kendi örgütünün gerçekleri, değiştirmek istediği gerçeklerin önüne geçer. Eğer kendi örgütünün öncü olduğunu düşünürse; ben alçak gönüllülükle şunu söyleyeyim ki, bu yöntemle adil olmayan hiçbir gerçeği değiştiremez, diğer örgütlerle de işbirliğine gidemez. Biz, başta da söylediğim gibi kavramların peşinde değiliz. Uruguay halkının öncüsü biz değiliz. Bizim ülkemizde de diğer ülkelerde olduğu gibi Komünist Partisi işçi sınıfının öncüsü olduğu biçiminde militanlarını eğitirdi. Ben bunu büyük bir saygıyla karşılarım. Çünkü babam, büyük bir Bolşevik’ti ve ben de Komünist Partisi’nde eğitimimi aldım. Onlarla tartıştığımız zaman şunu söylerdik: ” Evet birliği istiyorsunuz, ama kurulacak birliğin sizin tarafınızdan yönlendirilmesini istiyorsunuz. Ben size birlik yapalım ama ben emir vereceğim deseydim, siz kabul eder miydiniz, bu birlik olur muydu? Kimin haklı olduğunu kimin öncü olduğunu, hayat belirlesin, halk belirlesin.”
Hiç kuşkusuz, Rosencof’un son sözleri doğrudur. Sonuçta, kimin öncü olacağına karar verecek olan, hayattır ve halktır. Ama devrimde hangi sınıfın öncü rolü oynayacağı, her şeyden önce, pratikten de önce, teorinin bir sorunudur. Devrimin genel gelişme eğilimlerim ve nihai hedefini, sosyalizm açısından yorumlayan her siyasi parti, bu devrim demokratik ve anti-emperyalist nitelikte bir halk devrimi de olsa, eğer sonuçta sosyalizmi hedefliyorsa, işçi sınıfının öncülüğü konusunda bir kuşku taşımamalıdır. Bu çözümleme, devrimin sosyal ve siyasal karakteriyle ilgilidir. Bundan sonrası, bir Komünist Parti için, bu teorik öngörüye uygun bir gelişme sağlayabilmek için çalışmaktan ibarettir. Doğal olarak, işçi sınıfının öncülüğünde devrim öngören bir parti, bu sınıfın siyasi partisinin Kendisi olduğu inancını taşıyorsa, devrimde öncülüğünü de iddiasının bir parçası halinde savunacaktır. Rosencof, bu konumlanışla, ittifaklar içindeki ilişkilerin olası sorunlarını birbirine özdeşlemektedir. Hiç bir ittifak, bir emir komuta ilişkisi içinde kurulamaz. Bu doğrudur. Hiçbir örgüt, birlikte cephe oluşturduğu bir diğer örgütün öncülüğünü kabul etmek zorunda da değildir. Bu da doğrudur. Ama bütün bunlar, Komünist Partisi’nin işçi sınıfının örgütü olduğu ve işçi sınıfının da devrimde öncülüğünün sosyalizm için bir koşul olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu noktada, Rosencof un çizdiği tablonun, aslında kendi örgüt ve mücadele anlayışını yansıttığını görebiliriz. Titizlikle, kendilerinin bir parti olmadığını söylemeleri ve herhangi bir sınıfı değil, Uruguay halkının tümünü temsil ettiklerini söylemeleri, sınıf partileriyle sınıf partisi anlayışıyla aralarında bir çizgi çekmeyi zorunlu kılmaktadır.
Mauricio Rosencof, askeri diktatörlüğün yıkılmasında Tupamaro mücadelesinin etkisi konusunda iyimser olmamak gerektiğini söylüyor.
“Halkın mücadelesi ile yıkıldığım söylemekten mutluluk duyardık ama öyle olsaydı şimdi iktidarda halk olurdu. Uruguay diktatörlüğü uluslararası bankacılar tarafından yıkılmıştır” diyordu. Burada gözden kaçan nokta, yalnızca Tupamaro’nun ya da Rosencof’un alçakgönüllülüğüyle açıklanamaz. O, böyle söylese de, Uruguay mücadelesi hakkında bilgi sahibi olan bir Marksist açısından, diktatörlüğün biçim değiştirmesinin altında yatan gerçek neden, halkın uzun süre içinde, alçala yüksele devam eden mücadelesidir. Uruguay diktatörlüğünün “uluslararası bankacılar” tarafından yıkıldığını söylemekle, Uruguay halkının mücadelesinin aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olduğunu görmemek aynı şeydir. “Uluslararası bankacılardın, ya da emperyalizmin, Uruguay’daki siyasi rejimin tıkandığını ve eski yöntemlerle yönetme olanağının kalmadığını görmeleri, kendilerine hizmet edebilecek yeni bir siyasi iktidarın kurulması ve yeni, halkın tepkisini en aza indirecek yöntemlerle iktidar olması, Uruguay halkının mücadelesinden doğmadıysa, nereden doğmuş olabilir?

TUPAMARO’NUN SAĞLADIĞI BİRLİK
Tupamaro hareketinin geniş bir yelpaze içindeki ulusal güçleri, dışarıdan bakıldığında anlaşılması zor bir “birlik” içinde bir arada tutmasının nedenleri vardı. Rosencof kendisine defalarca bu sorunun sorulduğunu, 1985’te tutukluluklarına son verildikten sonra bu birliği nasıl koruduklarını insanların hep merak ettiklerini söyleyerek açıklıyordu:
“Çok önemli bir ilkemiz vardı; Bizans tartışmalarına girmemek. Maocu Devrimci Komünist Partisi mensuplarıyla yaptığım bir tartışmayı hatırlıyorum. Tartışmada iki Tupamarolu iki de partiden yoldaş vardı. Bu gizli bir toplantıydı. Ben, tartışma boyunca, önümdeki kâğıda, onların kaç kez ‘Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ dediklerini not ettim. Bütün sayfa doldu. Yoldaşlar, ( bir saat kırk beş dakika konuştuktan sonra, nihayet bir kaç küçük pratik öneride bulunup bize sordular ‘ne düşünüyorsunuz?’ Ben bir tek cevap verdim. ‘Neden bu söylediklerinizi birlikte yapmıyoruz!” Asıl önemli olan, sayfalar dolduran sloganlar değildi; çünkü biz onlarla Lenin’in mi, Mao’nun mu haklı olduğunu tartışmıyorduk. Eğer silahlı mücadeleden yanaysanız, tamam; o zaman bir hapishanenin ele geçirilmesini planlayalım, ya da eğer sendikal mücadeleden yanaysanız ona da tamam; o zaman güçlü olduğunuz sendikada bir grev düzenleyelim. Ama kimse bize gelip demesin ki, birlikte bir silahlı eylem yapmak ya da sendikal mücadele yapabilmek için o partinin görüşlerini paylaşmanız zorunludur, Mao Zedung’un düşüncelerini kabul etmeniz zorunludur!”
Tupamaro hareketine bir cephe örgütü karakteri kazandırarak bu birliğin sürdürülmesinde temel olarak alınan “Söz ayırır, eylem birleştirir” ilkesi, ideolojik ve politik ayrımların önemli olmadığı anlayışına dayanıyordu. Bir halk hareketinin, özellikle de ulusal nitelikleri ağır basan bir halk muhalefetinin, kendi içinde sınıf farklıklarından doğan farklı örgütler halinde bölünmesi doğaldır. Önemli olan, bütün bu farklılıkları, pratik bir demokratik program ekseninde birleştirebilmek, fakat bütün görüş ayrılıklarının devam ettiğini bilerek eylemi birlikte yürütebilmenin olanaklarını açmaktır. Mauricio Rosencof’un ve bu ilkeyi sık sık tekrarlayan Tupamaro önderlerinin ifadelerinde kolay anlaşılacak bir alaycılık vardır. Uruguaylı Maocularla ilgili olarak verdiği örnekte diğer bütün ülkelerde de tipik olan bir olayı aktarmaktadır. Rosencof, gizlilik koşullarında yapılan böyle bir toplantıda, bir saat kırk beş dakika boyunca, Mao Zedung düşüncesinden söz edilmesini komik bulmakta da haklıdır. Ama bu rahatsızlığın kaynağında, ulusalcı bir tutum olan, sınıf ayrımlarının üstünü örtme eğilimi vardır. “Söz ayırır” şeklindeki bir yargı ise, gün gelir, devrimci güçler arasında yasakçılığa dönüşme potansiyelini kaçınılmaz olarak içinde barındırır.
Tupamaro hareketi “silahlı mücadeleyi temel alan” bir örgüttü ve silahlı eylemler içinde yer almamış kimselerin örgütün lider kadrosunda yer alamayacaklarını hükme bağlamıştı. Rosencof, “Masa başında oturan birinin, bir militanı silahlı eyleme göndermeye hakkı yoktur” diyor bu konuda: ;Ama hareketin içerdiği ulusal güçler arasında düzenin küçük reformlarla onarılması, devrimin barışçıl yöntemlerle yapılması gibi programları savunan farklı politik gruplar ve partiler de vardı. Bu örgütlerle birlikte mücadele anlayışları, onayladıkları eylem biçimleri tartışılmaksızın ittifak kurmak biçimindeydi.
“Bir diktatörlüğe karşı verilen mücadelede, ulusal kurtuluş için ya da sosyalizm için yapılan mücadelede her türlü mücadele şekli aynı ölçüde önemlidir. Polise taş-atan bir öğrenci, bir devrimciyi evinde saklayan bir Hıristiyan, işkenceye direnen ya da silahlı mücadeleye katılan militan; bunların hepsi önemlidir, bunlardan biri eksik olursa mücadele başarılı olamaz.”
Gerçekte, bir devrimci hareket, koşullara uygun olarak, değişik mücadele biçimlerini ustaca kullanmayı bilmelidir. Barışçıl mücadele biçimlerinden silahlı biçimlere kadar her yöntem, onun cephaneliğinin değişik bölümlerinde kullanılmaya hazır beklemelidir. O örgütün değişik mücadele alanlarında ustalaşmış, farklı yeteneklere sahip militanları arasında planlı bir işbölümü de bulunmalıdır. Bunların, mücadele açısından sadece yararı vardır. Ancak, Rosencof, kendi hareketleri türünden yapılar içindeki ideolojik ve siyasi bakımdan ortaya çıkacak ayrılıkları da, aynı türden bir işbölümü gibi değerlendiriyor. Örneğin, eğer ikisi de iyi savaşıyorsa, onun açısından bir komünistle bir Hıristiyan demokrat arasında fark yoktur. Dolayısıyla, Tupamaro’nun sağlamış olduğu birlik, net bir siyasi ve ideolojik birlik temelinden yoksundur. Rosencof, gururla şunları söylüyor:
“Hiçbir zaman diğer hiçbir sol örgüte saldırmadık ve onu eleştirmedik Çünkü şuna inanıyorduk ki, düşman karşı taraftaydı ve solda başka bir örgüt bizi eleştiriyorsa bunu onların sorunu olarak gördük.”
Bu, son derece basit bir “iş” ve “laf’ kıyaslaması değildir. Siyasi mücadelenin eğer net bir sınıfsal içeriği varsa, onu diğer sınıfların örgütlerinden ve görüşlerinden ayıran özellikler de net ve kesindir. Bu, ister istemez, teorik ve ideolojik bir tartışmayı, eleştiriyi ve özeleştiriyi gerektirir. Bunlardan kaçınmanın sağladığı birlik görüntüsü de sağlam değildir.
Sonuçta, üstü örtülmüş ya da önemsenmemiş her eleştiri, her tartışma konusu, eylem birliklerinin olanaksız hale geldiği bir patlama noktasına ulaşabilecektir.

LATİN AMERİKA DEVRİMCİLİĞİ VE SOSYALİZM
Marksizm açısından eleştirilebilecek birçok özellik taşıyan Tupamaro hareketi, bazı bakımlardan da, dünya devrimci hareketinin geleceği hakkındaki umutların diri tutulabilmesine ışık yakıyor. Rosencof, ileri yaşına ve uzun süren hapislik hayatına rağmen, içinde taşıdığı devrim ateşini yüzünde ve hareketlerinde yansıtıyor. Sosyalizm ideallerine ve yoldaşlara bağlılık, güçlü enternasyonal duyarlılık gibi özellikleri, her sözünde hissediliyor.
“Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü” ile ilgili sorularla dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de karşılaştığını anlattıktan sonra, başından geçen bir olayı aktardı:
“Dünyanın pek çok ülkesinden Komünist Parti’li yoldaşlar, Montevideo’daki çalışmalarımızı incelemek üzere bizi ziyarete geliyorlar. Fakat hepsinin en çok sorduğu soru, bu konuya ilişkindir. Onlara, Uruguay’da açlıktan ölen çocukların haritasını açıyorum ve bırakın Sovyetleri, siz bana bu konuda ne önereceksiniz, onu söyleyin diyorum. “
Bu sözlerde, bir yandan, “söz böler, eylem birleştirir” sloganının yansımasını görüyoruz, bir yandan da, dünyadaki “komünist” partilerin içinde bulundukları acı durumu. Revizyonizm, Rusya’da kapitalizmin restorasyonu sürecinin açık hale gelmesi karşısında, bütün dünyada kendi temellerini kaybetmiş bulunuyor. Başarıyla mücadele eden hareket ve partilerin teorik ve pratik mücadelesinden öğrenmek yerine, kendi yaralarına merhem istemeye devam ediyorlar. Rosencof’un tutumu, Tupamaro’nun bu yıkılıştan etkilenmediğini gösteriyor.
“Sosyalist bloğun yıkılması kuşkusuz sosyalizm için mücadele eden tüm örgütleri şu veya bu şekilde etkilemiştir. Benim özellikle sözünü ettiğim Sovyetler Birliği’dir. Çünkü halk demokrasisi ülkeleri hiçbir zaman sosyalist olmamıştır. Sovyetler Birliği’nin çökmesi Uruguay’da, en çok etkisini gösterebileceği yerde göstermiştir. Bu, Uruguay Komünist Partisi’dir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi çizgisini izleyen komünist partisinin bunalımlarını ve Troçkist partilerin bunalımını genelleştirip genişletmemek gerekir. Bizim mücadelemiz Sovyetlerden bağımsız olduğu için olaylardan etkilenmemiştir. Uruguay Komünist Partisi ise çok acı, çok büyük bir oportünizme düşerek utanç içinde parçalandı. Bağımsız olmadıkları için Sovyetlerle ilgili yalanları sürekli olarak tekrar ettiler ve bir süre sonra ayakta duramaz hale geldiler.”
Rosencof, kendilerine ilham kaynağı olan Küba’nın şu anda zor durumda bulunduğunu, ama halkın sosyalizme sahip çıkacağına güvendiğini anlatırken, olumsuz koşullarda bile, Uruguay ve Latin Amerika devriminin yoluna devam edeceğine inandığını belirtiyor.

TUPAMARO İKTİDARI ALTINDA MONTEVİDEO
“Hapishanenin 20 km. çevresinde müthiş bir kalabalık vardı. Yaklaşık 120 bin kişi olduğu söylendi. Bu sayıyı bir gazete yorumcusu vermiştir. Yaklaşık 1 milyon nüfusu olan bir kentte bu azımsanmayacak bir rakamdı. İnsanların ellerinde çeşitli bayraklar vardı. Bu bayraklar yalnız değişik partilerin bayrakları değildi ve aynı zamanda futbolun çok önemli olduğu bir ülkede bazı gruplar ellerinde futbol takımlarının bayraklarıyla gelmişlerdi. Son gece örgütün yöneticilerini ve öldürme, yaralama suçundan mahkûm olanları bir yerde toplamışlardı; toplam 45 kişiydik. Montevideo’nun merkezinde olan bir hapishanedeydik. Orada kaldığımız tek geceydi, ertesi gün salıverilecektik. Bütün gece halkın bağrışlarını duyuyorduk. ‘Tupo kardeşlerimiz sizi bekliyoruz.’
Halk şunu biliyordu ki, her alanda mücadele eden örgüt Tupamaro örgütü olmuştur. Bu yüzden, yalnız ailelerimiz ve Tupamaro militanları karşılamadı. İşte bir futbol birliği gibi, kendisini ulusal folklorun, ulusal birliğin ve bütünün bir parçası olarak gören herkes karşılamıştır. Bu şunu gösterir ki, Tupamaro’nun kitleler üzerindeki etkinliği, örgütün bünyesini çok aşmıştır.”
Askeri darbe döneminin sona ermesinden sonra salıverilen 45 Tupamaro militanı evlerine dağılmayarak mensupları arasında Tupamaro yoldaşlarının bulunduğu bir Fransisken kilisesine geçtiler. Burada tartışarak örgütün reorganizasyonuyla ilgili kriterleri tespit etmeyi amaçlıyorlardı. Onları, dünyadaki olan bitenlerden hiçbir haber almadan hapishanede geçirdikleri on üç yıl boyunca unutmayan ve dönüşlerini bekleyen binlerce Uruguaylı bekliyor ve Tupamaro örgütünün efsaneleşmiş liderlerinin eliyle yeniden canlandırılmasına tanık olmak üzere sabırsızlanıyordu. Fransisken kilisesinde günlerce süren sert tartışmalar yaşandı. Tupamarolar bu tartışmaları belirli ilkelerde anlaşarak sonuçlandırdılar. Hemen yeniden organize olmak için faaliyete geçeceklerdi.
Örgütün yeniden eski önderleri tarafından organize edilmesi prensibi üzerinde sağlanan anlaşma üzerine yeni mücadele programı belirlendi. Tupamarolar şimdi ağırlıklı olarak yasal mücadele vereceklerdi.
Bugün, Tupamaro ne yapıyor ve başkentte kazandığı Belediye seçimlerini nasıl değerlendiriyor?
“Bir hükümet programımız vardır. Gerçekçi olunduğu zaman, demokratik, parlamenter bir sistem içinde uygulanabilecek bir hükümet programıdır bu. Bu programın son amacı sosyalist bir topluma varmak olmakla beraber temel yapıları değiştirme özelliği yoktur. Başkent Montevideo’nun yönetimini elimize geçirdik. Halk Montevideo’nun yerel yönetimine katılmak suretiyle kendi kendini yönetme konusunda eğitilmektedir. En çok tartıştığımız konu, merkezileştirme sorunudur. Montevideo’yu 19 bölgeye ayırdık. Herkesin merkeze kendi bölgelerinin yönetimini aktarmasını amaçlayan 18 komisyon kurduk. Bölgenin bütün sorunlarını kendi katılımlarıyla semtler çözmektedirler. Örneğin su sorunu, elektrik sorunu, asayiş sorunu gibi. Böylece sorunlar yalnız cephe militanlarının sorunları olmaktan çıkıyor, o semtte yaşayanların sorunu haline geliyor. Cephe hükümeti yalnız cephe militanlarının hükümeti değildir, tüm yurttaşların hükümetidir. İşte bu nedenle cephe hızla gelişebiliyor. Herkesin katılımını sağlamakla oluyor, bu da. Amacımız halkı hazırlamak, halkın arasından devlet adamları yetiştirmek. Genelde devrimci organizasyonların ihmal ettiği bir şey bu. Bu söylediklerimizden Tupamaroların silahlı mücadeleyi bir kenara bıraktıkları düşünülmesin. Şili’de olduğu gibi olabilecek en kötü şeylere de hazırlanıyoruz. Diktatörlüklere karşı mücadele etmek silahla mümkündür.”
Rosencof, aynı zamanda: “Biz iki ayağımızla yürümeyi öğreniyoruz. Önceleri yalnızca silahlı eylemi biliyorduk ve seke seke yürüdük; şimdi artık parlamenter mücadeleyi de biliyoruz ve bu bize, eski bildiklerimizi unutturmuyor” diyor. Gerektiğinde tekrar silahlı mücadeleye dönebileceklerini ima ediyor.
Rosencof, ardında güçlü bir etki ye dostça duygular bırakarak, ülkesine döndü. Türkiyeli devrimciler, bu yiğit militanla düşünceleri her konuda aynı olmasa da, onunla tartışmış, dünya devriminin sorunları üzerine konuşmuş, onun estirdiği coşku dolu mücadeleci rüzgârı paylaşmış olmanın anısını saygı ve sevinçle taşıyacaklar.

Kasım 1993

Sivil Toplum Kavramı Ve Gramsci

Bu yazı, BİLAR’da sürmekte olan “sivil toplum” tartışmaları sırasında, Aydın Çubukçu’nun sunduğu görüşlerin genişletilmiş halidir. Konuşma, esas olarak, Gramsci ve sivil toplum kavramını, hegemonya ve devrimci strateji açısından ele almakla sınırlıyken, burada, sivil toplum kavramının Hegel ve Marx’ta taşıdıkları anlam ve dünyada ve Türkiye’de kavramın güncelleşmesinin nedenleri ve sonuçları da incelenmektedir.

MARX’TA SİVİL TOPLUM KAVRAMI
(Bu bölümde Marx’ın görüşlerinin özetlenmesi için, esas olarak, Gülnur Savran’ın BİLAR toplantısındaki konuşmasından ve yazarın “Sivil Toplum ve Ötesi, Rousseau, Hegel, Marx” adlı kitabından yararlanılmıştır.)
Marx, daha önce, özellikle “doğal hukuk” kavramı ekseninde bir tartışmanın unsuru olarak J. J. Rousseau ve Hegel tarafından kullanılmış olan “sivil toplum” kavramını, “çağdaş toplum gerçekliğinin mutlaklaştırılması” için bir araç halinde görür ve bu bakımdan eleştirir. Özellikle Hegel, sivil toplum ve devlet arasında bir kopukluk ve karşıtlık bulunduğunu ileri sürerek, sivil toplumun olduğu gibi kabul edilmesiyle bu çelişkilerin aşılabileceğini iddia etmektedir. Buna karşılık Marx, sivil toplum ve siyasal toplum (devlet) kavramları arasındaki ilişkinin, sivil toplum kavramının belirleyici olduğu, içsel bir bağıntı olduğunu saptamıştır. Böylece Hegel’den farklı olarak Marx, sorunun, sivil toplumun köklü bir biçimde dönüştürülmesiyle ortadan kaldırılabileceği sonucuna ulaşır. Daha sonraki çalışmalarında Marx, sivil toplumun incelenmesinin, ekonomi politiğin incelenmesi anlamına geldiğini gösterir: Sivil toplumun anatomisinin “mülkiyet ve mülksüzlük’ kavramları çerçevesinde çözümlenebileceğine ilişkin görüşünü, mülksüzlük mülkiyet kavramlarının emek-sermaye çelişmesi olarak anlaşılmadıkça gerçekleştirilemeyeceği biçiminde geliştirir. “Mülksüzlük ile mülkiyet antitezi, emek ve sermaye antitezi olarak kavranmadıkça, etkin bağıntısı, içsel ilişkisi ile anlaşılmamış, belirlenmemiş bir antitez olarak kalır – bir çelişki olduğu henüz anlaşılmamış bir antitez.” (Marx, “1844 Elyazmaları”, çev. Murat Belge, Payel Yayınları 1969. s. 99- Aktaran Gülnur Savran age. s. 182)
Marx’ın sivil toplumu kapitalizmin temel çelişkileri (en başta emek-sermaye çelişkisi) temelinde açıklamasının ulaşabileceği kaçınılmaz sonuç, bu çelişkilerin çözülebilmesi için, sivil toplumun ötesine geçmek olacaktır. Hegel’de olduğu gibi, “sivil toplumun olduğu gibi korunması” değil. “Burada, daha sonra göreceğimiz gibi, Hegel’den ve daha sonra aşağı yukarı onun bakış açısını tekrarlayacak olan Gramsci’den farklı olarak Marx, sivil toplumu, burjuvaziyle proletarya arasında bir tarafsız alan olarak değil de burjuvazinin kendine özgü hegemonyasını kurduğu, kapitalist sömürüyü gizleyen ve dolayımlayan eşitlik ve özgürlük alanı olarak tanımlamaktadır. Öyleyse, özellikle “hegemonya” söz konusu olduğunda, işçi sınıfının karşı hegemonyasını oluşturmak için sivil topluma özgü ilişki biçimlerinin dışına çıkmak zorunda kalacaktır. Kuşkusuz bu sonuca ulaşmasında, Marx’in emek kavramını eksen alan bir toplumsal dönüştürme projesine sahip olması belirleyicidir.
Bu devrimci bakış açısı, kavramın kapsamını, sınıflar dışı, ya da daha doğrusu sınıf çatışmalarının dışında gören Marx öncesi ve sonrası düşünürlerin kullandığı kapsamdan farklı bir biçimde doldurur. Marx ve Engels’in ortak imzalarını taşıyan “Alman ideolojisi” başlığı altında toplanmış notlarda, sivil toplum, maddi üretim ve ticaret alanını da kapsayan bir kavram olarak tanımlanır: “Sivil toplum, üretici güçlerin belli bir gelişmişlik aşamasında, bireyler arasındaki maddi ilişkilerin tümünü içerir. Verilmiş bir aşamadaki tüm ticari ve sınaî yaşamını içerir.” (Marx, Engels, “Alman İdeolojisi”,. Sol yayınlan, 1976, s. 127) Aynı paragrafın devamında, bu tanım genişletilerek yeniden verilmektedir: “Sivil toplum sözcüğü, 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri eski çağın ve ortaçağ komünal toplumundan ayrıldıktan sonra ortaya çıkmıştır. Bizatihi sivil toplum, ancak burjuvaziyle birlikte oluşur; ancak, doğrudan doğruya üretim ve ticaretin sonucu olan toplumsal örgütlenme … her zaman bu adla anılmıştır.” (Marx, Engels, age. 128)
Fakat Marx’ta “sivil toplum” kavramı, üretimin ve ticaretin (kısaca ekonominin) bir ifadesi değildir. Aynı zamanda, üstyapıyı da içerir. Marx’ın sivil toplum eleştirisi, yalnızca kapitalizmin maddi unsurlarının oluşturduğu bir altyapı eleştirisi olarak kalmaz, aynı zamanda, bunun üzerinde yükselen ideolojinin de eleştirisidir.

GRAMSCİ’Yİ NASIL ANLAMALI?
Sivil toplum kavramı, bir dönem, Türkiye’de sosyalizmin güncel ve teorik sorunlarının tartışıldığı her konuda eksen haline getirildi ve sanki bu kavram olmaksızın, ya da Gramsci’ye başvurulmaksızın, hiçbir sorun tartışılamaz, doğru bir sonuca ulaştırılamaz gibi bir hava yaratıldı.
Bu, Gramsci’nin ihmal edilmiş teorik öneminin yeni keşfedilmiş olmasından ya da düşüncelerinin bir anda eski tartışmaların tümünü geçersiz kılacak bir içerik taşımasından kaynaklanmıyordu. Bunda, genel olarak SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan krizin, 12 Eylül sonrası yenilgi atmosferinin ve bütün bunlardan Marksizm-Leninizm’i sorumlu tutan bir anlayışın belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu, yeni bir eğilim de değildir. Sosyalizmin genel bir yenilgi içinde bulunduğuna inanılan her durumda, Türkiye’de her darbe sonrasında, yalnızca geçmiş pratiğin reddedilmesi için değil, teorinin de genel bir revizyondan geçirilmesi için fırsat doğduğuna inanılır ve bu, çoğu kez, devrimci bir eleştiriyle değil, genel bir liberalleşme ile sonuçlanır. 12 Eylül darbesinin sonuçlarını ve geçmiş pratiğin değerlendirilmesini, bir yenilgi psikozu içinde gerçekleştirme sürecinde Gramsci, sağcı sonuçların elde edilmesinde bir araç rolü üstlendi.
Bu sonuçtan Gramsci’nin bizzat kendi söyledikleri ne kadar sorumludur? Gramsci yalnızca çarpıtılarak revizyonizm ve reformizmin teorik dayanağı haline mi getirilmektedir, yoksa, zaten onun yazıları, bu eğilimlere yol açacak bir içerik mi taşımaktadır?
Tartışmaya konu olan belli başlı eserlerinin tümünü, on bir yıllık hapishane yaşamı içinde vermiş olan Gramsci’nin, sıkı cezaevi denetimini aşmak için kullandığı dil özellikleri, çalışma koşullarının ortaya çıkardığı genel sistemsizlik, yazılarının anlaşılmasını güçleştirmektedir. Bu oldukça karmaşık ve belirsiz malzeme, Gramsci’yi revizyonist ve reformist tezler bakımından bir kaynak olarak kullanmak isteyenler için olduğu kadar, onu devrimci bir geleneğin temsilcisi ve görüşleriyle devrimci mücadelenin kimi sorunlarına ciddi çözüm olanakları sunmuş bir teorisyen olarak kendi cephaneliklerinin bir unsuru halinde değerlendirmek isteyenler için de aynı derecede önemli olanaklar sunmaktadır.
Bu açıdan, Gramsci’yi değerlendirmek için bir bütünlük kavramına ihtiyaç vardır. Bunun nasıl sağlanabileceği de, ayrı bir problemdir. Onu, İtalya’daki sınıf mücadelesinin değişik evrelerinde savunduğu görüşlerin bütünlüğü içinde ele almak, yani örneğin “İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi” başlığı altında derlenen yazılarında savunduğu görüşleri esas alarak yorumlamak, onun sivil toplum ve hegemonya kavramlarına verdiği anlamın, belli bir devrim stratejisinin unsurları olarak anlaşılabileceği sonucuna götürür.
Öte yandan, sivil toplum ve hegemonya kavramlarını, Doğu ve Batı toplumları arasında bu bakımdan yaptığı kategorik ayrım ve buna uygun olarak önerdiği stratejiler açısından değerlendirirsek, onun mekanik politika anlayışına ve reformist sonuçlara ulaşabilecek genel bir kavramlar sistematiğine sahip olduğu sonucuna ulaşılabilir.
Böylece, acaba, Gramsci, kendi teorik bütünlüğü içinde, reformist-evrimci ve devrimci görüşlerin bir eklektik bileşimi olarak değerlendirilebilir mi?
Farklı dönemler bakımından, Gramsci’nin böyle bir salınımı gösterdiği kabul edilebilir. Fakat bundan daha önemli olan, Gramsci’nin teorik veriminin devrimci içeriğinin bir bütünlük içinde, bugün de yararlı açılımlar sağlayabileceğidir. Bir başka deyişle, onun eserinin tümü,  devrimci bir açıdan eleştiriye tabi tutulmalı ve bu birikimin içinde, bugüne ve geleceğe ilişkin olarak devrimci ne varsa sahiplenilmelidir.
Bu noktada, Gamsci’yi, onun özellikle Avrupa Komünizmi açısından yeniden yorumlayan reformist akımların tasallutundan kurtarmak, Gramsci hakkında kasıtlı olarak yaygınlaştırılmak istenen gerici yorumu reddetmek önem kazanmaktadır. Gramsci’nin doğrudan doğruya kendi teorisinden kaynaklanan ve onun mekanik mücadele anlayışını yansıtan zayıflıklarıyla, bunun sistemli bir uzlaşma politikasının temeli halinde yorumlanması arasında bir fark gözetilmelidir. Bu bakımdan denilebilir ki, Gramsci’nin, gerek büyük devrimci kişiliği ve pratiği ile gerekse zengin ve canlı birçok unsur içeren teorik birikimiyle, devrimci komünist gelenekte tuttuğu yer titizlikle korunmalı ve değerlendirilmelidir. Bir başka deyişle, Gramsci, onun reformist yorumcularıyla aynı yerde görülmemeli, onun teorisindeki hata ve zayıflıklar, bundan ayrı olarak ele alınmalıdır.

SİVİL TOPLUM KAVRAMININ VE GRAMSCİ’NİN GÜNCELLEŞMESİNİN KOŞULLARI, REFORMİST VE REVİZYONİST YORUMUN KAYNAKLARI

Gramsci literatürünün temel kavramlarından birisi olan “sivil toplum” kavramının Avrupa’da gündeme gelişi, Avrupa Komünizmi akımının doğuşu ve kendine özgü liberal-reformcu, anti-komünist çizgisini Marksist gelenek içinde bir yerlere dayandırma çabasının önem taşıdığı bir sırada oldu.
“Avrupa Komünizmi”, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın belli başlı Komünist partileri tarafından girilmiş olan reformist ve uzlaşmacı yolun, özellikle SSCB-KP’nin 1956’da gerçekleşen XX. Kongresi’nden sonra Stalin’e saldırı ortamında gelişmesini ve tamamlanmasını ifade eden bir terim olarak ortaya çıktı. Bu özellik önemlidir; çünkü sivil toplum kavramının bu kullanılış biçimine karşı çıkan bazı Troçkist çevreler, Avrupa Komünizminin bu yöneliminin kaynağında, “Stalinizmin” bulunduğunu ileri sürmektedir. Oysa gerçek bunun tam tersidir: Söz konusu yozlaşma, “Stalinizmin” bir devamı değil, aksine, Stalin’in eleştirilmesinin bir sonucu olarak netleşmiştir. Bu andan itibaren, İtalya, Fransa ve İspanya Komünist partilerinin geleneksel ve biçimsel olarak sürmekte olan SSCB-KP’ye bağımlılık özelliği açık bir biçimde son bulurken, çok önceden başlamış bulunan Marksizm-Leninizm’den bağımsızlaşma sürecinde de daha ileri gidildi. Uluslararası tek bir devrimci merkez fikrinin açıkça reddedilmesi tutumu, Batı demokrasilerinin “sosyalist yönetimin temeli” olarak kabul edilmesiyle ve siyasal ayaklanma fikrinin tümüyle ve bir olasılık olarak dahi terk edilmesiyle tamamlandı. Bu yeni çehre, Gramsci’nin tezlerinde kendisini savunabileceği bir temel bulmaya yöneldi.
Avrupa Komünizminin tezlerinde, sosyalist devrimin gerekliliğinin ve koşullarının bulunmadığı ileri sürülüyor, bir demokratikleşme planı çerçevesinde, devletin etki alanını mümkün olduğu kadar daraltarak, devletle sivil toplum kurumlarını geliştirmek suretiyle, sosyalizme giden yolun, kapitalizm koşullarında, tedrici olarak geliştirileceği savunuluyordu. Sosyalist geleceğin toplumsal kurumları, burjuvazinin ekonomik ve siyasi egemenliğinin sürdüğü bir ortamda, sivil toplum olanaklarıyla inşa edilecekti. Bu görüşe göre; bireylerin kendi yaşamlarını yönlendirmelerini ve kendilerini doğrudan ilgilendiren her alanda kararlara katılmalarını sağlayabilecek mekanizmalar ve ilişkiler geliştirmek ve bunu sosyalist toplumun temeli halinde kapitalizmin egemenlik koşullarında kurmak için, sivil toplum, önemli bir potansiyeldi. Bir başka deyişle, burjuva toplumsal kuruluşu içinde, devletin denetimi ve yönlendirilmesi dışında kaldığı kabul edilen bir alan olarak “sivil toplum”, sosyalist katılımcı bir demokrasinin başlangıç unsurlarına dönüştürülmesinin olanağı olabilirdi.
Gramsci’nin sivil toplum ve hegemonya kavramları arasında kurduğu bağlantının, özellikle Batı toplumları için önerildiği biçiminin yorumundan hareketle, Avrupa-Komünizmi, sivil toplum kavramını reformist ve tarihsel uzlaşma kavramına bağlı olarak kullanılabilecek bir kavram haline getirdi. Bu yoruma göre, Batıda sosyalizmi kurmanın yolu, artık, sosyalistlerin sivil toplumun çeşitli kurumlarını dönüştürmelerinden ve böylece sivil toplumda kendi ideolojik hegemonyalarını kurmalarından geçiyordu. Nihai hedef, devletin giderek genişleyen bu sivil toplum içinde erimesini sağlamaktı. Bu, batıda gerekliydi, çünkü Batı toplumlarında, (Doğu toplumlarından farklı olarak), sivil toplum kurumları güçlü ve gelişkindi. Dolayısıyla, sivil toplum görmezlikten gelinerek herhangi bir başarı sağlanamazdı.
Bu görüşlerin yaygın bir etki kazandığı dönem, aynı zamanda, ekonomik politikalar bakımından, Avrupa burjuvazisinin de, “Refah devleti” kavramının geçerli görüldüğü koşullardan kurtulduğu, her türlü devlet müdahalesinden özgürleşmiş bir piyasa savunusunu, genel geçerli bir görüş haline getirdiği bir dönemdi. Bir bakıma, yalnızca Avrupa Komünizmi teorisi değil, burjuva liberal siyaset ve ekonomi çevreleri de, piyasa mekanizmasının ve bireysel özgürlüğün ayrılmaz bir bütün oluşturduğu yolundaki görüşlere ağırlık vermeye başlamışlardı ve “sivil toplum” kavramı, bu çevrelerde de önem kazanmıştı. Sosyalizm ve Marksizm-Leninizm karşısındaki tutumunu gittikçe daha net hale getiren söz konusu partilerle, burjuva-liberal çevreler arasında kavramın bu ortaklaşa kullanılışı, Avrupa Komünizminin de, “sivil toplum”u, “sosyalizm için bir yol” olarak yorumlamaktan vazgeçerek, kapitalizmin daha iyi, rasyonel işlemesi için gerekli yolların araştırılması çerçevesine oturtması sonucunu doğurdu. Gramsci, işte bu noktada, önce İtalyan Komünist Partisi’nin yeni teorik açılımının malzemesi haline geldi, sonra da, bütün Avrupa’da, günün modası olarak yayıldı.
Kuşkusuz bu yaygınlaşmada, özellikle 1968 kalkışmasının geliştirdiği canlı pratiğin ve bu pratiğe cevap verecek bir teorik çerçeve araştırmasının da rolü oldu. Öğrenci ve işçi hareketinin yüksek kitlesel boyutu ve yarattığı derin toplumsal etki, Sovyet revizyonizmi tarafından temsil edilen ve yanlış olarak “resmi komünizm” olarak adlandırılan tutucu ve devrim karşıtı teori ve politikaların da köklü bir eleştirisi ihtiyacını beraberinde getirmişti. Tıpkı Latin Amerika devrimci akımlarının, Che Guevara’nın ve onun versiyonlarının, Maoculuğun vb. bu eleştiri sürecinde önem kazanması gibi, Gramsci de, bu eleştiri ve arayış sürecinde bir yenilik olarak yer aldı. Fakat onun etkisi, daha çok, devrimci kitle hareketinin tümüyle dışında kalmış bulunan Avrupa Komünizmi partilerinin içinde ve onların reformizmini haklı çıkarmak üzere kullanılmasında görüldü.

TÜRKİYE’DE SİVİL TOPLUMCULUK
“Sivil toplum” kavramının Türkiye’ye ithali, 12 Eylül darbesinden sonraki gelişmeler içinde gerçekleşti ve bu koşullar, kavramın Türkiye’ye özgü bir içerik kazanmasına yol açtı. Yaygın olarak, önce, ağırlıklı kadrosunu Birikim dergisi yazarlarının oluşturduğu “Yeni Gündem” sonra da “Zemin” dergilerinde, sivil toplum kavramı, askeri diktatörlüğe karşı olan ya da ondan zarar gördüğü düşünülen herkesi kapsayan bir siyasi bloklaşma eğiliminin temeli olarak propaganda edildi. Sivil toplum kavramı, ağırlıklı olarak, “sivil” sözcüğünün genel gündelik kullanılışında olduğu gibi, “asker olmayan” anlamına sıkıştırıldı ve buna “askeri yönetime karşı olmak” gibi bir anlam yüklendi. Demokratlığı ve cumhuriyetçiliği keşfedilen Süleyman Demirel’den, belediye teorisyenlerine ve “marjinal gruplar” olarak payelendirilén eşcinsellere, şeriatçı akımlara kadar uzanan ve örneğin işçileri ya da emekçi sınıf ve tabakaları ancak bunlarla birlikte ve bunların belirlediği bir çerçevede düşünülen zemine dahil eden bir anlayış gelişmeye başladı. Sosyal bileşimi böyle geniş tutulan “sivil toplum”un siyasal hedefleri de, son derece bulanık bir liberalizasyon olarak belirlendi. Turgut Özal öncülüğünde, piyasa mekanizmalarıyla “temel özgürlükler” kavramı arasında dolaysız olarak kurulan bağlantı, Türkiye’ye özgü “sivil toplumculuk” akımının teorik ve taktik açılımını daha da “zenginleştirdi”. Yalnızca askeri yönetime karşı değil, aynı zamanda, yakın geçmişte görülüp yaşanmış kimi yanlışlıkların da, abartılıp aşağılanarak öne çıkarılmasıyla, devrimci örgütlenme fikrine karşı da, bireysel özgürlükleri savunan bir kapsama ulaşıldı. Teorik olarak, Türkiye’de sivil toplumun gelişmemiş olması ile sık sık askeri darbeyle karşılaşılması arasında bir bağlantı olduğu ileri sürülüyor ve diktatörlüğe karşı mücadele ile sivil toplumun kurulması projesi iç içe geçmiş bulunuyordu. Sivil topluma yüklenen bu olumlu işlev, siyasal perspektifi gelişmiş kapitalist ülkelerdeki olgun sivil toplum düzeyine erişmekle sınırlıyordu. Bu, bir bakıma, Türkiye’nin geleneksel “kalkınma davası” tartışmasının yeni bir versiyonu olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak şimdi, bu “solcu” aydınlar tarafından, devletçilik fikri terk edilmiş ve eğilim piyasa ilişkileriyle belirlenmiş ve demokratik kapitalizme yönelmiş bulunuyordu. Belki bir başka yenilik olarak, bireyin devlet karşısındaki özgürlük alanlarının genişletilmesi tezi sayılabilirdi.
Bugün, özel olarak eski “Devrimci Yol” çevresinde, bitmez tükenmez “tartışma süreçleri”nin özel öneme sahip kavramı olarak sivil toplum, “hemen şimdi” sloganında ifadesini bulan, gene “kapitalizm koşullarında sosyalist toplumun ön biçimlerini yaratmak” düşüncesini temsil ediyor. Bir yandan bugünkü mücadele bu eksene oturtulmak üzere teori geliştirilirken, diğer yandan geçmiş pratik (özellikle Fatsa Belediye Deneyi, Öğrenci Temsilcileri Konseyi, Direniş Komiteleri gibi çok özel koşulların ürünü olan örgütlenme biçimleri), bu kavram açısından yeniden ele alınıyor ve yeni reformizme tarihsel bir kök bulunmaya çalışılıyor.
Gramsci’nin kullandığı anlamda “sivil toplum” kavramı, mantıksal olarak bu sonuçlara götürülebilir miydi? Bunu, biraz sonra inceleyeceğiz. Ne var ki, Türkiye’deki bu kullanılış biçimi, araştırma ve tartışma olanaklarının son derece sınırlı olduğu bir ortamda, kavramın içeriğinin bundan ibaret olduğu izlenimini yerleştirdi. Bir yandan, bu içeriği kendi geçmiş devrimci mücadele pratikleri bakımından anlamlandırmaya çalışan gruplar ortaya çıkarken, diğer yandan, Gramsci’nin bütün devrimci teori ve pratiğini bu kavrama indirgeyerek onu tümüyle reddeden bir darlaşma da görüldü.

GRAMSCİ: DEVRİMCİ Mİ, REFORMCU MU?
Gramsci’nin, “sivil toplum” kavramıyla ileri sürdüğü şeyin, “kapitalizmin olanakları içinde sosyalist toplumun inşası” olduğunu söylemek, yani bir bakıma onu devrim perspektifinden yoksun bir iyileştirmeci, bir reformist haline getirmek, eserinin bütünü göz önüne alındığın-‘ da olanaksızdır. Gramsci’yi, İtalyan devrimci işçi hareketinin geliştirdiği mücadele ve örgüt biçimlerinden ve özellikle de bütün bunlar içinde kendi görüşlerinin ve rolünün bir belirleyeni halinde ortaya koyduğu, parti düşüncesinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
“Organik aydın” kavramı, bir yanıyla, işçi sınıfının partisine ve bu örgütün gelişimine organik olarak bağlı aydın anlamına geliyorsa, sivil toplum ve bu kavramla ilişkili olarak işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele biçimleri hakkındaki anlayışı da, sınıf partisinin fonksiyonlarına sıkı sıkıya bağlıdır. O işçi sınıfının organik aydınını, “Tarihe bakmasını bilen ve onu değiştirmeye çalışan aydın…” biçiminde tanımlıyordu. Gene onun açısından, sivil toplum da, devrimci oluş süreçlerinde, bir tarihsel öğedir ve toplumsal değişimin bir öznesi haline gelebilmesi için, öncü sınıfın, proletaryanın organik bir devamı olarak ortaya çıkmalıdır.
Bu anlamda o, örneğin, 1919 yılında yazdığı “işçiler ve Köylüler” başlıklı makalesinde, “sosyalizmin üzerinde yükseleceği toplumsal örgütlenme biçimleri” fikrini bir devrim kavramına bağlı olarak işler. “Komünist devrim, temelde bir örgütlenme ve disiplin sorunudur, İtalyan toplumunun günümüzdeki nesnel koşulları göz önüne alındığında, devrimin başoyuncuları, sıkı sıkıya düzenli ve türdeş fabrika işçisi kitleleriyle sanayi kentleri olacaktır. Bu nedenle, sınıf mücadelesinin yeni biçiminin, fabrika ve üretim süreci içinde ortaya koyduğu yeni yaşama, mümkün olan en yüksek dikkati vermeliyiz. Ne var ki yalnızca fabrika işçilerinin güçleriyle devrim, kendini sağlam ve geniş bir temele oturtamayacaktır. Kentler, kırlarla kaynaştırılmalıdır; kırlarda yoksul köylü kurumları oluşturulmalıdır; sosyalist devlet, bu kurumlara dayanarak kurulacak ve gelişecektir.” (Gramsci, “İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi”, Türkçesi, Yusuf Alp. Belge yayınlan, 1989- s.38)
Bu paragrafın yer aldığı yazısında Gramsci, Rusya’daki Sovyet Deneyini, işçi ve emekçilerin birlik bilincinin bir ifadesi olarak değerlendirir ve yerel konseyleri, “Rus halkının kendi devletini korumak için sahip olduğu temel organlar” olarak tanımlar.
Gene aynı yıl kaleme aldığı “Devrimin Gelişimi” başlıklı yazısında, “Devrim bir büyücülük işi değil, bir diyalektik tarihsel gelişim sürecidir. Çalışma birimi çevresinde ortaya çıkan her sanayi ya da tarım işçileri konseyi bu gelişim için bir kalkış noktasıdır: Komünizme giden yolda atılan bir adımdır.” der.
Bütün bu tespitler, gerek 1917 Sovyet Devrimi’nin deneylerine ve onun Leninist teorisine uygundur. Yalnızca İtalya’nın önündeki devrime} adımın genel özelliklerini göstermekle kalmaz, aynı zamanda devrimci mücadelenin güncel taktiklerini de tanımlar. Merkezinde işçi sınıfının bulunduğu bir ittifaklar politikası (işçi-köylü ittifakı) ve bunun bürünebileceği somut örgüt biçimleri, konseyler, köy kurumları, önerilir.
Gramsci, bu tür örgütlerde, işçi sınıfının yalnızca çekirdek güç olarak yer almasını değil, aynı zamanda bütün bu örgüt biçimlerinde ve mücadele süreçlerinde “hegemonya sahibi güç” olarak da etkili konumda bulunması gerektiğini söyler.
“Proletarya devrimi,-devrimci olduğunu ileri süren bir örgütün, ya da devrimci olduklarını ilan eden bir örgütler sisteminin keyfi eylemi değildir.” Gramsci, bu sözlerle başladığı “Fabrika Konseyi” başlığını taşıyan makalesinde, daha sonra şu önemli saptamayı yapar: “Burjuva sınıfın ekonomik ve siyasal bakımdan egemen olduğu dönem boyunca, devrimci sürecin gerçek gelişimi, fabrikanın gölgesinde ve kapitalizmin kendi yasalarına bağımlı, kıldığı sayısız kişilerin bilincinin gölgesinde, yeraltında gerçekleşir; öyleyse ne önceden görülebilir, ne de denetlenebilir. Gelecekte onu oluşturan öğeler (duygular, istekler, alışkanlıklar, inisiyatif ve yeni göreneklerin tohumları) toplumun evrimi ile, işçi sınıfının üretim alanında alacağı yerin artan önemi ile geliştiklerinde ve saflaştıklarında önceden görülebilir ve denetlenebilir olacaklardır. Devrimci örgütler, (siyasal partiler ve sendikalar) genel olarak özgürlüğün ve demokrasinin olumlu ifadesi ve gelişmesi olarak ve yurttaşlar arası ilişkilerin hâlâ var olduğu yerde, siyasal özgürlük ve burjuva demokrasisi alanında ortaya çıktılar. Devrimci süreç, ilişkilerin ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen arasındaki ilişkiler olduğu için, işçi için özgürlüğün olmadığı, demokrasinin var olmadığı yerde, fabrikada, üretim alanında gerçekleşir. Devrimci süreç, işçinin hiçbir şey olduğu ama her şey olmayı amaçladığı (istediği), mülk sahibinin iktidarının sınırsız olduğu yerde, mülk sahibinin hem işçinin, hem de karısıyla çocuklarının yaşamı ve ölümü üzerinde iktidar sahibi olduğu yerde gerçekleşir.” (Gramsci, “İtalya’da işçi Konseyleri Deneyimi”, s. 106)
Bu paragraf, Gramsci’nin sivil toplum kavramını, sınıf çatışmasının ve burjuvazinin hegemonyasının gerçekleştiği alan olarak anladığı bir dönemin işareti olarak kabul edilebilir. 1920’de kaleme alınan bu yazının dikkat edilmesi gereken bir diğer özelliği, bütün bu söylenenlerin, devrimin gündemde olduğu bir dönemde söylenmiş olmasıdır. “Ve bugünkü durumun devrimci olduğunu söylüyorsak, bunun nedeni; bütün dünyada işçi sınıfının temsil ettiği kimliğe sahip ve bir sınaî temelde kurulmuş yeni tip işçi sınıfı kurumları yaratmaya tüm gücüyle başladığını görmemizdir. Bugünkü dönemin devrimci olduğunu söylüyorsak, bunun nedeni, işçi sınıfının bütün güçleri ve tüm iradesiyle kendi devletini kurmaya yönelmesidir. Fabrika işçi konseylerinin doğuşunun çok büyük bir tarihsel olay olduğunu, insan soyunun tarihinde yeni bir çağın başlangıcı olduğunu söylememizin nedeni işte budur.” (Gramsci, “İtalya’da işçi Konseyleri Deneyimi”, s.106-107)
Bütün bu metinlerde “sivil toplum” terimine rastlanmaz. Hapishane Defterleri’nde kullanılmaya başlanacak olan bu terim, Gramsci’nin devrimci mücadele alanından taşıdığı başlıca iki özelliği içerecektir: Birincisi, işçi sınıfının yeni ortaya çıkarmaya başladığı toplumsal ilişkilerin ve kurumların gerçekleştiği, devlet dışı alan olma özelliği; ikincisi, burjuvazinin hegemonyasını gerçekleştirdiği toplumsal düzey.
Gramsci, fabrika konseyleri deneyinin bu iki özelliği netleştirdiğini düşünmektedir. “Burjuva sınıfın ekonomik ve siyasal bakımdan egemen olduğu dönem boyunca, devrimci sürecin gerçek gelişimi” için bir potansiyel olarak, fabrika eksenli toplumsal etkileşme ve bağlanma düzeyini gösterirken, daha sonra geliştireceği hegemonya ve sivil toplum kavramları arasındaki bağıntı konusuna, devrimci tarzda bir giriş yapmaktadır. Onun burada söyledikleriyle, genel olarak Lenin’in, işçi sınıfının devrimdeki hegemonya sorunu hakkında söyledikleri arasında bir fark yoktur. Gramsci, İtalya’daki durumu büyük ölçüde Sovyet deneyi ışığında yorumlamakta ve fabrika konseylerini, işçi sınıfının devletinin çekirdekleri olarak görmektedir. Tıpkı, Lenin’in Sovyet örgütlenmesi hakkında söylediği gibi.
Burjuvazinin hegemonyasının, gündelik hayat biçimleri içinde, işçinin ailesine, ekmeğine, giyeceğine kadar uzanan bir etki taşıdığını söylemek, zorunlu olarak işçi sınıfı mücadelesinin buna karşı bir hegemonya geliştirmesi fikriyle tamamlanacaktır. Diğer yandan, Gramsci, işçi sınıfının yalnızca kendisi için değil, bütün emekçi sınıflar ve nihayet bütün insanlık için mücadele ettiği gerçeğinden, ayrıca devrimin yalnızca işçi sınıfının değil özellikle başta yoksul köylülük olmak üzere geniş bir çalışan halk kitlesinin eseri olması gerekliliğinden hareketle, işçi sınıfı hegemonyasının kapsamını da belirler. Bu düşünce de, gerek içerdiği unsurlar bakımından, gerekse ifade tarzı bakımından Lenin’le uyumludur. Lenin, işçi sınıfının ezilen her sınıfın kurtuluşu için mücadele etmesini, siyasal sosyalist bilincin bir gereği olarak göstermişti. 1905 Devriminin yenilgisinden sonra, Menşevikleri, proletaryanın hegemonyası fikrini terk ettikleri için şiddetle eleştirirken şunları söyler: “Böyle bir durumdan hareketle, proletaryanın görevi, şaşmaz şekilde bellidir. Çağdaş toplumun tek tutarlı devrimci sınıfı olarak, bütün çalışıp sömürülenlerin, ezenlere ve sömürenlere karşı tam demokratik devrim için mücadelesinde bütün halka önder olmalıdır. Proletarya, kendi hegemonyası fikrinin bilincinde olduğu ve onu uyguladığı ölçüde devrimcidir.”
Burada, bir özelliğe dikkat edilmelidir: Lenin’de işçi sınıfının hegemonyası, daha sonra Gramsci’nin elinde netlik kazanacağı gibi, yalnızca “sivil toplum üzerinde bir hegemonya” anlamıyla sınırlı değildir. Lenin’in kullandığı bir diğer kavram, onun “hegemonya” kavramıyla ifade ettiklerini, açıklayıcıdır. “İşçi sınıfının öncülüğü” kavramı, hegemonya kavramından daha kapsamlı ve açıklayıcıdır. İşçi sınıfının kendisini, toplumun -ya da ulusun- sözcüsü durumuna getirmesi, kendi taleplerini genel olarak bütün emekçi sınıf ve tabakaların talebi halinde formüle, edebilmesi ve bunu, diğerlerinin de sözcülüğünü yaptığı kanaatini sağlamlaştırabilecek biçimde genelleştirilmesi, hegemonyanın -öncülüğün- özüdür. Ayrıca Lenin, “proletaryanın temel mücadele biçimleri” kavramını ortaya atarken de, aynı perspektifle hareket eder. Proletarya, yalnızca ekonomik bakımdan burjuvaziye karşı mücadele etmemeli, aynı zamanda teorik ve politik bakımdan da mücadele etmelidir. Burada, politik ve teorik mücadele kavramları, proletaryanın burjuvaziye karşı kendi bilincini edinmesinin araçları değildir; bundan daha önemli olarak, toplumun en ileri sınıfı olduğunu ortaya koyabilmesinin koşuludur. Burjuvazinin felsefi ve ideolojik etkisine karşı durmak, aynı zamanda bütün ezilen sınıflar üzerinde, burjuvazininkine karşı bir ideolojik ve teorik kavrayışın hâkim hale gelmesi için de mücadeledir. Görülebileceği gibi, ideolojik mücadele, felsefi ve teorik mücadele olarak tanımlandığında, dolaysız olarak kültürün bütün alanlarında mücadele anlamına gelmektedir. Daha sonra Komintern belgelerinde, hegemonya kavramı, Lenin’de kullanıldığı biçimiyle açıklanıp kullanıldı. “Proletarya, bütün çalışıp sömürülen nüfusa kılavuz olarak toplum hayatının her alanı ve tezahüründe faaliyet gösterdiği ölçüde devrimci olur. Eğer sanayi proletaryası, kendini özel mesleki çıkarları ile ve burjuva toplumundaki durumunu iyileştirme çabalarıyla sınırlandırırsa, insanlığı kapitalizmin boyunduruğundan kurtarma anlamındaki dünya çapındaki devrimci görevini yerine getiremez.”
Eğer “sivil toplum”u, Gramsci gibi, burjuvazinin hegemonyasının gerçekleştiği alan olarak tanımlarsak, Lenin’in ideolojik mücadeleye verdiği önemde, Gramsci’nin onunla kesiştiği bir yan buluruz. Basitçe, ezilen emekçi sınıfları burjuvazinin hegemonyasından kurtarmak demek, burjuvaziye karşı proletaryanın çok yönlü mücadele etmesi demektir. Bu, açıkça bir sınıf mücadelesidir. Proletaryanın hegemonyası, kendi taleplerini ve hedeflerini, ezilen ve sömürülen bütün insanlığın talepleri ve hedefleri olarak formüle etmesi olarak da açıklanabilir. Gerçekten bu, burjuvazinin, kendi hak ve çıkarlarını, bütün insanlığın hak ve çıkarları olarak formüle edip kabul ettirmesinde olduğu gibidir. Burjuvazi, yalnızca tarihsel olarak değil, somut her durumda da, kendi sınıf çıkarlarını, kendi düşüncesini ve kültürünü, bütün insanlığın ve bütün ulusun çıkarlarının ifadesi, ulusun düşüncesi, ulusun kültür ve sanatı olarak gösterebilmektedir ve devletin zora başvurarak sağladığı egemenliği, ideolojik özümseme mekanizmalarıyla pekiştirmektedir. Aslında burjuvazinin toplumsal alandaki hegemonyası, genellikle sanıldığı kadar kısa bir süre içinde ve kısa bir süre için olmamıştır. Bir tarihsel süreçte ve sonraki bütün zamanları kapsayacak yaygınlıkta gerçekleşmiştir, işçi sınıfı bakımından bu türden bir hegemonyanın tarihsel koşulları vardır, işçi sınıfı, yalnızca ezilen sınıflar adına değil, bütün bir insanlık adına ve yalnızca bir dönem için değil, gelecek bütün tarih için aynı iddiayı ileri sürebilecek koşullara sahiptir, Bu açıdan bakıldığında, özellikle İtalyan işçi konseyleri deneyiminin ışığında ortaya atılmış bir kavram olarak anlaşıldığında, Gramsci’nin sivil toplum kavramında, tartışılmaz bir devrimci içerik vardır. Özetleyecek olursak, bu şu koşullara bağlıdır: Her şeyden önce, “sivil toplum” kavramının, kapitalist ilişkiler sistemi içinde, sınıf mücadelesinin bir alanı olarak kavranması gerekmektedir. Bu, sivil toplumun, altyapıyı da içeren bir kavram olarak kullanılmasıyla da bağlıdır. Böylece sivil toplum, kendiliğinden devlete karşı özel ve ayrı bir düzey olarak değil, kendi içinde çatışmalar taşıyan ve sınıflara bölünmüş bir alan olarak görünür. Buna bağlı olarak da, hegemonya kavramı, renksiz ve şekilsiz bir alana (sivil topluma) biçim vermenin aracı olmaktan çıkarak, bu alan üzerinde cereyan eden sınıf mücadelesinin bir sonucu halini alır.
Fakat yine de, Gramsci metinlerinin, İtalyan pratiği ile ilintisi içinde yorumlanmasına dayanarak, farklı bir sonuç elde etmek de mümkündür. Burada önemli olan, sivil toplumu esas almak yerine, Marx gibi, sivil toplum / devlet ikiliğini, her iki alanı da köklü bir biçimde dönüştürerek aşma perspektifine sahip olmaktır. Bu açıdan bakılınca, geleceğin tohumlarının, ancak sivil toplum kurumlarının yerine geçen yepyeni kurumlar aracılığıyla oluşturulacağı görülebilir. Çünkü “sivil toplumun kendisi, kapitalist ilişkilerin ve parlamenter devletin belirlediği bir ilişkiler bütünüdür.” (P. Anderson)
Bu bölümle ilgili olarak söylenebilecek son bir söz vardır: Lenin, mücadelenin ve örgütlenmenin alabileceği değişik biçimlere birçok kez dikkat çekmiştir. Özellikle devrim sürecinde, sosyalist ya da demokratik devrim bağlamında da, işçi sınıfının öncülüğünü pekiştirmek için başvurulacak yollar ve yöntemler söz konusu olduğunda, “hegemonya” kavramı, büyük önem kazanmaktadır. Ne var ki, burada, Gramsci’nin aşağıda inceleyeceğimiz gibi, bir “uzlaşma ve ittifak” içeriğiyle sınırladığı biçimde değil, diğer sınıflan işçi sınıfının dünya görüşüne, mücadele ve örgütlenme anlayışına yaklaştırmak, onunla birlikte hareket etmelerini ve sosyalizmin kuruluşuna katılmalarını kolaylaştıracak bir ilişki anlaşılmalıdır. Ayrıca Leninist tarzda anlaşıldığında, hegemonyanın ideolojik ve kültürel boyutları da içermesi, ekonomik yapıyı dönüştürmenin ya da siyasal iktidarı ele geçirmiş olmanın tek başına yeterli olmadığı, ideolojik-kültürel dönüşümlerin kendi içlerinde önemli olduğu uyarısını taşır.

HEGEMONYA, DOĞU BATI SORUNU VE STRATEJİ

(Bu bölümde kullanılan Gramsci metinleri ve diğer başlıca veriler, Perry Anderson’un, “Gramsci, Hegemonya, Doğu/ Batı Sorunu ve Strateji” adıyla Türkçeye çevrilen kitabından alınmıştır. Alan Yayıncılık, 1988)
Gramsci’de sivil toplum ve hegemonya kavramları, Hapishane Defterleri’nde giderek sınıf mücadelesi perspektifinden kopan bir içerik kazanmıştır. Hegemonya, Lenin ve Komintern belgelerindeki içeriğinden izler taşımakla beraber, esas olarak bir ittifak ve uzlaşma programını ifade etmeye başlar, “proletaryanın hegemonyası” fikrinden uzaklaşır: “Hegemonya fikri; hegemonya uygulanacak kesimlerin çıkar ve eğilimlerini dikkate almayı ve belirli bir uzlaşma dengesinin kurulmasını gerektirir; yani önder grup, ekonomik, korporatif türden bir fedakârlıkta bulunmalıdır.” (Aktaran, P. Anderson, age. s. 37)
Gramsci’nin “sivil toplum” ve hegemonya kavramları arasında kurduğu dolaysız ilişki, her iki kavramın anlamlı olabileceği tek ortak zemin olan siyasal mücadele kavramı ekseninde ele alınmalıdır. Gramsci’nin bir “üstyapılar teorisyeni”, ya da toplumsal yapı analizleri için yeni kavramsal araçlar geliştiren bir teorisyen olarak değil de, devrimin sorunları üzerine kafa yoran bir devrimci politika adamı olarak yorumlanmasının gereğidir bu. Dolayısıyla, onun kavramlarının çözümleneceği, eleştirilebileceği ya da geliştirilebileceği tek yer, politik savaş alanıdır. Gerçekten de, soyut kavramlar olarak ele alındıklarında, netleştirilmeleri ve anlaşılmaları güç olan bu kavramlar, sosyal pratik bakımından karşılıkları bulunduğunda açıklık kazanmaktadır.
Onun literatüründeki diğer önemli kavramlar, tarihsel blok, organik aydınlar, dominio, consenso vb. gibi kavramlar da, gene bu bağlamda anlamlıdır ve tek başlarına ya da yalnızca teorik olarak anlaşılabilecek kavramlar değillerdir.
Hegemonya kavramının reformist bir içerikle yeniden yorumlanmasının açığa çıkartabileceği yer, Gramsci’nin Doğu ve Batı toplumları için farklı devrim stratejileri önermesinde bu kavramla sivil toplum kavramı arasında kurduğu ilişkidir.
Gramsci, Batı Avrupa ve Rusya’da (ve genel olarak Doğu toplumlarında), devletle sivil toplum arasındaki ilişkileri kıyaslayarak şöyle bir sonuca ulaşır: “Doğu’da devlet her şey olup toplum daha filiz halinde ve peltemsiydi; Batı’da devletle sivil toplum arasında kendine has bir ilişki vardı ve devlet sarsıldığında sivil toplumun sağlam yapısı derhal ortaya çıkardı. Devlet, arkasında güçlü bir istihkâm ve tabya sisteminin bulunduğu bir dış hendekti sadece: Ülkeler arasındaki farkların her ülke için titiz bir keşif gerektirdiği açıktı, öte yandan.” (P. Anderson, age. s.23)
Bu genelleme, devrimin stratejisi bakımından şu sonuca bağlanır: Doğu toplumlarında, “manevra savaşı” stratejisi, süratli bir tempoyla yükselen mücadele; Batı’da ise, “mevzi savaş” stratejisi, ölçülü ve dereceli bir mücadele temposuyla uygulanacaktır.
Burada, bazı terimleri açıklamakta yarar var: Manevra savaşı, sürekli hücum taktiklerinin uygulandığı bir imha savaşıdır. Mevzi savaş, ya da pozisyon savaşı ise, .genel olarak imhaya değil, yıpratmaya yöneliktir ve savaşın tedrici olarak geliştirilmesini, ölçülü bir tempoyla ilerletilmesini esas alır.
Böylece, Gramsci, askerlikle politika arasında öteden beri yapılan benzeştirme ilişkisine dayanarak, gene öteden beri yapıla-geldiği gibi, politik mücadele alanına askerlik biliminden kavram transferi yapmaktadır. Askerlik biliminin taktik, strateji, muharebe, kuşatma, yarma, siper, mevzi, manevra vs. bazı kavramları, politikaya bazen basit mecazlar gibi de geçebilmiştir; ama çoğunlukla, bir basitleştirme ve model kurma ihtiyacıyla, politika, askerliği kendi araçlarını ve hareket tarzını açıklayabilecek bir araç olarak görmüştür. Söz konusu olan, daha karmaşık ve çok yönlü bir yapıyı, daha yalın ve basit bir yapıyla karşılaştırmaktır. Bir bakıma, formalizasyon (biçimselleştirme) işlemidir bu. Dolayısıyla bu işlemi bilimsel tarzda yapan herkes, karşılaştırılan yapıların, gerçekte özdeş olmadığını, modelin, esas yapıyı tüm özellikleri ile değil, belli bir soyutlama düzeyinde ancak temel ve genelleştirilebilir bazı özellikleriyle yansıttığını bilir. Bunun kötü örneklerinden biri, Losovsky’nin “Sendikalar Üzerine – Muharebe Olarak Grev” adıyla yayınlanan kitabıdır. (İnter Yayınları, Eylül 1988) Losovsky, grevle muharebe arasındaki benzeştirme ilişkisini, bir soyutlama ve genelleştirme düzeyinde kavramsal ve mantıksal bir çözümleme halinde değil, basit karşılaştırma düzeyinde yapmaktadır. Önce düzenli ordu ile “grev ordusunu karşılaştırır, basit analojiler kurar ve savaşın ve orduların biçimsel özellikleriyle grevin ve işçi sınıfının biçimsel özellikleri arasında kurduğu bağlantı üzerinden, sınıf mücadelesini tam bir askeri savaş gibi yorumlar. Bu mekanik karşılaştırma sonucunda, bir grevin yürütülmesi sırasında uyulması gerektiğini ileri sürdüğü yedi ilke tespit eder. İlkelerin tümü, askeri deyimlerle dile getirilir ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin kendine özgü özellikleri tümüyle silinerek, mücadele, askeri mücadeleye indirgenir.
Stalin de, askerlik ile politika arasında bağıntılar kurar. Fakat onun yaptığı, Losovsky’ninkinden tamamen farklıdır. “Rus Komünistlerinin Siyasal Strateji Ve Taktiği Üzerine- Bir Broşüre Taslak” başlığını taşıyan Temmuz 1921 tarihli yazısında da, aynı taslağın geliştirilmiş hali olarak kaleme aldığı ve 1924’te yayınlanan, “Leninizm’in İlkeleri” broşürünün bir bölümü olarak yayınlanan “Strateji ve Taktik”te de, strateji ve taktik terimleri, tümüyle sosyal ve politik bir içerikle yeniden kurulmuş, askerlik biliminin kullandığı taktik ve strateji terimleriyle içerik bakımından tamamen farklılaştırılmış olarak kullanılır. Bu yazılarda, örnek vermek dışında, askerlikle politika arasında, askeri savaşla sınıf mücadelesi arasında hiçbir özdeşleme yapılmaz. Aksine, örnekleme yaptığı yerlerde, Stalin, her iki alanın farklılıklarının göz önünde tutulması gereğini özenle vurgular. Terimlerin açıklanması için başvurduğu örnekleri ise, politik mücadele ve toplumsal hareket alanından seçer. Bu, herhangi bir kavramın geçerli olabilmesi için, kendine özgü hareket biçimleri içinde tanımlanabilmesi ve nesnel karşılığıyla çakıştırılması gereği bakımından önemlidir. Bu kurala, sosyal hareket biçimleri ile örneğin fiziksel ya da biyolojik hareket biçimleri arasında benzerlikler kurularak yapılan açıklama veya teorileştirme çabalarında da uyulması belirleyici bir önem taşımaktadır.
Politik mücadelenin gerçekleştiği alanın karmaşık ve denetlenemez pek çok unsuru içermesi, askeri savaşın ise, özellikle düzenli ordular arasında cereyan ettiği biçimiyle, baştan sona, esas olarak karşılıklı hesaplanabilir, denetlenebilir ve rastlantı unsuruna yer bırakmayan, adeta mekanik tarzda birbirine bağlanmış unsurlardan oluşması, bu benzeştirmenin, ancak sınırları belli bir soyutlama olarak geçerli olabileceğini gösterir. Kavram transferinin, en azından model kurmak bakımından geçerli olabilmesi için, iki alanın temel özellikleri dikkate alınmalıdır. Böyle bir karşılaştırma, en azından şu sonucu verecektir: Politik mücadelenin gerçekleştiği alan, toplumsal mücadele alanı, emir-komuta ilişkisi içinde düzenli hareket ettirilecek insanlar topluluğunu değil, her birinin belli bir hedef doğrultusunda seferber edilmesi ve düzenli güç oluşturması çok özel koşullara bağlı olan unsurları kapsar. Sınıflar, bu bakımdan kıyaslandığında, düzenli ordu kıtaları gibi homojen değildir, kendilerine iletilen mesajı -direktifi- tartışmasız uygulayacak bir özellik de göstermezler. Öncü ile sınıfın hareketi arasında, ilişkiyi dolayımlayan, etkileyen ve değiştiren pek çok etken vardır ve bunların denetlenebilmesi her zaman mümkün olamayacaktır; bunların sınıf mücadelesi alanının özelliklerini ve mücadelenin biçimini ve gidişini belirlemesi ise, tümüyle irade dışıdır. Askerlik biliminde, rastlantısal unsurlar genellikle hava koşulları, coğrafi-doğal etkenler gibi dış; ve baskın, şaşırtma manevraları, savaş hileleri gibi iç unsurlar olarak sayılırlar. Kurmay heyeti, bütün bunları tümüyle etkisiz kılabilecek önlemler geliştirebilmek için, meteorolojinin, doğa bilimlerinin, ya da istihbarat teşkilatlarının yardımını kullanabilirler, planlarını bu etkenlerdeki değişikliklere göre yeniden düzenleyebilir ve bunları asgariye indirebilirler. Oysa politik mücadelenin kurmayı, kendi alanına “dış” unsur olarak katılabilecek etkenleri sınıflandırmakta bile güçlüklerle karşı karşıyadır. Bu yüzden, askeri savaşın kurmay heyeti gibi, aşağı yukarı kesin veriler üzerinden değil, sürekli değişme özelliği gösteren, akışkan ve hareketli unsurların olası durumları üzerinden hesap yapmaya çalışır.
Bu noktada, Gramsci’nin temel hatasının, Doğu ve Batı ayırımını kategorik (kesin) bir ayırım olarak görmesi ve strateji önerisinde herhangi bir esneklik payı bırakmaması olduğunu söyleyebiliriz. Karşılaştırma mekaniktir ve politik mücadelenin, askeri savaştan nitelikçe farklı bileşenlerini göz ardı etmektedir. Dolayısıyla, toplumsal ve politik alanın hareketli değişken yapısı yerine, askeri savaşın görece düzenli ve denetlenebilir özellikleri,.analize temel alınmıştır.
“Troçki’nin hareketin sürekli olduğu şeklindeki ünlü teorisinin ulusal hayatın yapılarının ‘siper’ veya ‘istihkâm’ olamayacak kadar embriyonik ve gevşek olduğu bir ülkenin genel ve ekonomik-sosyal-kültürel şartlarının… siyasi bir yansıması olup olmadığı tespit edilmelidir. ‘Batılı’ gözüken Troçki, aslında kozmopolit, yani yüzeysel bir batılı veya Avrupalıydı. Buna karşılık Lenin, son derece ulusal ve son derece Avrupalıydı… Bana öyle geliyor ki, Lenin 1917’de Doğu’da zaferle uygulanmış hareket savaşından, Batı’da tek mümkün biçim olan mevzi savaşına geçmenin zaruri olduğunu anlamıştır.” (P. Anderson, “Gramsci, Doğu/Batı Sorunu, Hegemonya ve Strateji”, Alan Yayıncılık, 1988. S.22)
Özetle, Troçki’nin, Batı’ya özgü sivil toplum özelliklerini görmediği için “sürekli devrim” kuramını ileri sürdüğünü, Lenin’in ise, Rusya’da “manevra-hareket savaşı”nı uygulamışken, Batı’da, mevzi savaşlarının geçerli olduğunu görerek, Troçki’ye karşı çıktığını söylüyor. Bir başka deyişle, Lenin, Doğu ülkeleri (Rusya) için, “sürekli devrim” ya da “imha savaşı, manevra savaşı” stratejilerini öngörürken Batı için, evrimci bir gelişme yoluyla yetiniyordu!
Bunların Lenin’in bütün teorisi ve pratiği bakımından yanlış olduğu, ayrıca kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Lenin açısından, devrim stratejisinin hangi esaslara bağlı olarak saptanacağı, hangi taktiğin ne zaman ve hangi koşullarda kullanılacağı, tümüyle “somut şartların somut tahlili” ilkesine göre belirlenir. Ayrıca, farklı taktiklerin özel durumlarda iç içe geçebileceği, birinden diğerine sıçrama olanaklarının parti tarafından sürekli denetlenmesi gerektiği yolundaki uyarıları bilinir.
Dolayısıyla, Gramsci’nin askerlik biliminden politikaya geçerken ihmal ettiği tüm özellikler, Lenin tarafından belirleyici ve göz ardı edilmesi halinde yenilgiyi kaçınılmaz kılan özellikler olarak değer kazanmaktadır. Lenin, genel tarihsel durumlarla, devrimin strateji ve taktiğinin kategorik olarak ve bire bir eşlenmesinin mekanizmden başka bir şey olmadığını öğreten bir diyalektikçiydi.
Kaldı ki, salt askeri alanda kalındığında bile, diyalektikçi için, stratejilerin mutlaklaştırılması ve mekanik eşlemelerin konusu yapılması yanlıştır.
Mao Zedung, devrimci halk savaşının önde gelen dahi komutanlarından ve teorisyenlerinden biri olarak, askerlik bilimi tarihine, değişik savaş taktik ve stratejilerinin sırayla, ya da iç içe ve birlikte kullanılabilmesinin örneklerini vererek girmiştir. Bu konuda bir örnek olsun diye, yalnızca “Japonya’ya Karşı Gerilla Savaşında Strateji Sorunları” başlıklı makalesinin, dördüncü bölüm başlığına bakmak yeterlidir: “Savunma içinde Taarruzlara Girişirken, Uzun Süreli Savaş içinde Çabuk Sonuçlu Çarpışmalara Girişirken, İç Hat Harekâtları içinde Dış Hat Harekâtlarını Yürütürken, İnisiyatif, Esneklik Ve Planlama”.
Mao Zedung, özellikle, klasik askerlik biliminde birbirinden kesinlikle ayrı ve sıralı bir stratejiler dizisi olarak görülen “iç hatlar manevrası” ile “dış hatlar manevrası”nı, birlikte uygulanabilir taktikler olarak görüp uygulamasıyla önemli bir yer tutmuştur.
Gramsci ise, her komünist eylemcide bulunması gereken bu esneklik ve hareketlilik özelliğinden yoksundur. O, her şeyden önce, Batı toplumlarında sivil toplum kurumlarının gelişmiş olmasını, devletin görece zayıflığı ve sınırlılığını doğuran kesin bir etken olarak yorumlamaktadır. Burada, hemen hemen, her iki yapının sabit bir niceliğin iki yanı olarak bulunduğu ileri sürülmektedir. Birinin nicelikçe artması, diğerinin aynı oranda gerilemesi anlamına gelecektir. Diğer yandan Gramsci, devlet (politik toplum) ile sivil toplum arasında, nitelikçe de bir karşıtlık bulunduğunu iddia etmektedir. Daha önce gördüğümüz gibi, Marx açısından her iki alan arasında, özsel bir birlik vardır: Her ikisi de, kapitalist toplumun kurumlarıdır ve özellikle Marx’ta sivil toplum kavramı, ekonomiyi de içeren bir unsur olarak kullanılmış olduğu için, kapitalizmin sistematik kuruluşunun dışında değildir. Burada, Lenin’in sermayeyi “bir toplumsal ilişki” olarak tanımladığını hatırlayalım. Sermaye, genellikle yalnızca bankalar, borsa, kapitalist işletmenin maddi unsurları olarak, ya da daha ilkel bir biçimde sadece para olarak düşünülürken, Lenin, çok önemli bir belirlemeyle, bu dar yorumun, özellikle sınıf mücadelesinin değişik biçimleri ve boyutları bakımından elverişsiz olduğunu görür. Sermayeyi bir “toplumsal ilişki” olarak tanımlamak, kapitalist toplumun değişik kurum ve unsurlarının bir bütün oluşturmasını açıklar, ideolojik, siyasal ve ekonomik bakımdan, kapitalist toplumun egemen yapısı homojen bir nitelik gösterir. Bunu yalnızca işçi sınıfının politik mücadelesi parçalayabilir, çelişkilerini doğurur ya da su yüzüne çıkarır. Bunun ötesinde, sermayenin üretilmesi, dolaşımı, merkezileşmezi süreçlerinde, tüm toplumsal ilişkiler ve kurumlar, bu eksen etrafında belirlenir. Gramsci, sivil toplumla devlet arasındaki çelişmeyi, bir uzlaşmaz karşıtlık gibi yorumlamakla, kapitalizmin bütünleştirici etkisini göz ardı etmiştir.
Batı toplumlarında, her devrim sürecinin, egemen sınıf olma yolundaki sınıfın siyasal iktidarı ele geçirmesinden önce sivil toplumda hegemonya kurması (mevzi savaşı) biçiminde gelişeceği yolundaki tez, bu toplumların sanayi alanındaki gelişmeleriyle ve toplumsal örgütlenme yapılarıyla birlikte düşünülür. Buna göre, bu toplumlarda, “sadece siperleri değil, alandaki ordunun gerisindeki arazide olan bütün sanayi ve örgütler sistemi de önemli bir rol oynar. Toplar, makineli tüfeklerin hızlı ateş gücü, belirli bir noktada yoğunlaştırılabilecek silahlı kuvvet ve düşman saldırısı veya ricat sırasında doğan malzeme kaybının süratle telafisini mümkün kılan yedek malzeme bolluğu dayatır mevzi savaşını. “Bütün bu benzetmeler, artık yalnızca Batı toplumları için, emperyalist sistem tarafından birleştirilmiş ve genel özelliklerle donatılmış bütün toplumlar için geçerli olarak düşünülebilir. Her devrimci atılım, birleşik bir burjuva enternasyonal cephesinin “siper gerisi” olarak karşı olanaklar taşıdığı bir biçimde gelişmektedir. Bu, bizi, dünya çapında bir mevzi savaşı yürütülmesi sonucuna mı götürmelidir? Yoksa tıpkı Mao Zedung’un halk savaşının taktiklerinde gösterdiği gibi, her tarihsel duruma ve toplumsal ilişkiler düzeyine göre esnek, değişken ve birbirinin yerini alabilecek strateji ve taktikler uygulamaya mı? Aynı şey, “manevra savaşı” önerilen Doğu toplumları için de geçerlidir. Neden bu tip toplumlarda, Leninist anlamıyla söyleyecek olursak, “evrimci mücadele biçimleri, parlamenter taktikler” tümüyle ve mutlak olarak reddedilsin?

SONUÇ
Gramsci, bütün hayatı boyunca kapitalizme ve faşizme karşı savaşmış büyük bir komünist örgütçü ve teorisyendi. Hapishane koşullarının’ yanı sıra, mücadeleyi yıllarca geriye atan, işçi sınıfını bütün örgütleriyle yenilgiye uğratan faşizmin egemenliği koşullarında da, geçmiş dönemin kavramlarını yeniden gözden geçirme ihtiyacını duymuş ve dünyanın o koşullarında daha evrimci ve reformlara ağırlık veren bir anlayışa doğru kaymıştır. Diğer yandan, eserlerindeki denetimden kurtulma endişesinin yol açtığı belirsizlikler, onun tümüyle devrimci içerik taşıyan eleştiri ve tespitlerinin de genel belirsizlik içinde kaybolmasına yol açmıştır.
Avrupa Komünizmi, bu belirsizlikleri ve evrimci reformist taktiklere yönelişini, son sınırına kadar kötüye kullanmıştır. Buna bakarak, Gramsci’yi gerici revizyonizmin bir unsuru saymak yanlıştır. Onda, canlı, devrimci pek çok unsur vardır ve komünist teorik birikimin cephaneliği içinde’ değerlendirilmeyi beklemektedir.

Mart 1994

Teoride ve Eylemde DİYALEKTİK MATERYALİZM

Marx, Hegel’inki de dahil olmak üzere kendinden önceki felsefi sistemler ile kendi sistemi arasındaki farklılığı ele alırken, önceki bütün felsefi sistemlerin “dünyayı yorumlamak”la yetindiklerini, gerçekte ise önemli olanın “dünyayı değiştirmek” olduğunu söyle¬mişti. İşçi sınıfının uluslararası düzeydeki dünyayı değiştirme eyleminin teorisi ve programı olarak doğan Marksizm, bileşenlerinden biri olan diyalektik materyalizmi, proletaryanın dünyayı devrimci tarzda değiştirme eyleminin bir yöntemi olarak inşa etti. İnsan dü¬şüncesinin gelişiminin en yüksek aşamasını temsil eden diyalektik materyalizm, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin nasıl yürütülmesi, hangi araçların ne tarzda kullanılması gerektiğini gösteren, ama yüksek derecede soyut, bir kavram ve kategoriler sistemidir. Tek kelimeyle diyalektik materyalizm, işçi sınıfının dünyayı anlama, yorumlama ve değiştirme eyleminin yol-yöntemini ifade eden keskin bir silahtır. Proletaryanın, mücadelesini doğru tarzda yürütmesi, esas olarak bu silahı nasıl kullandığına bağlıdır. Bu bakımdan, bu önemli savaş aracına sahip olmak, onu ustaca kullanmak üzere onu öğrenmek ve öğretmek; devrimci sınıf, bu sı¬nıfın örgütlü öncüsü ve devrimci militanlar için çok büyük bir öneme sahiptir.
Fakat gündelik mücadele içinde, diyalektik materyalizmin bu özelliği çoğunlukla unutulmaktadır. Bu, kendini başlıca iki şekilde dışarı vurmaktadır:
Bir yandan; diyalektik materyalizmin yürütülen bütün mücadele bakımından anlamlı bir yöntemsel silah olma özelliği unutulmakta, diyalektik materyalizm, “bilsek iyi olur” türünden bir “zenginlik” olarak anlaşılmaktadır. İçinde yaşadığımız dünyanın olaylarını yorumlamanın, yürütülen mücadelenin, örgütlenen bir grevin sorunları konusunda faydası olmayan bir “fikir zenginliği” olarak görülmesinin bir sonucu olarak, diyalektik materyalizm, eylem alanının dı¬şında bir yere, daha çok da doğa bilimlerinin laboratuarına yolcu edilmektedir. Bu durumda diyalektiği öğrenmenin, daha iyi laf etmeye, karşısındakinin fikirlerini çürütmeye, bir doğa olayını açıklamaya yaradığı ama hiçbir şekilde çapraşık bir durumu anlamaya, sınıf mücadele¬sinin belirli bir anında ne türde mücadele biçim ve araçlarının gerektiğini saptamaya vb. ya¬ramadığı sonucu, ifadelendirilmemiş olsa da çıkmaktadır. Gerçekten de, böylesine bir “diya¬lektik materyalizmin devrimci bir militan için fazla bir değeri olmadığı açıktır ve dolayısıyla bu zor kavram ve kategoriler serisini öğrenmek için zaman harcamaktansa daha kolay anlaşı¬lır bazı politik kitapları okumakla yetinmenin daha hayırlı olacağı düşüncesine yol açması an¬laşılırdır.
Diğer yandan; diyalektik materyalizm, en temel yasa ve kategorilerin ezberlenmesiyle üstesinden gelinebilecek hazır reçeteler toplamı olarak görülmektedir. Gerçekte diyalektik materyalizmin kavram ve kategorileri “tarihsel insan eyleminin milyarlarca kez tekrarlanmış ilişkileri ve deneyleri üzerinde” yükselirler ve doğal, toplumsal ve düşünsel süreçlerin temel ve genel kurallarını içerirler. Bunun için de, yüksek derecede bir soyutlamanın ürünü olan bu yasaların, kavramların ve kategorilerin, her somut duruma doğrudan doğruya uygulanabi¬len bir anahtar rolü yoktur. Kuşku yok ki, diyalektik materyalizmin kategorileri, düşünsel ve doğal süreçlerin olduğu kadar toplumsal süreçlerin tahlili ve sorunların çözümü konusundaki temel araçlardır. Ama bunlar, herhangi bir hareket biçimine dolaysız, kaba bir indirgemeyle uygulanamazlar. Bunun için de, diyalektiğin temel yasalarını ezberlemiş olmanın diyalektiği uygulamaya ve diyalektik tarzda düşünmeye yeteceği anlayışı, bu eşsiz silahın gerçek anlam¬da kullanılamaması sonucunu doğurmaktadır.
Özellikle Türkiye devrimci pratiği açısından hayli yaygın olan yukarıdaki anlayışların etki¬lerinin kırılması, diyalektik materyalizmin, değiştirme eylemimizin temeli haline getirilmesi için çok önemlidir. Bu bakımdan, Aydın Çubukçu’nun “Teoride ve Eylemde DİYALEKTİK MA¬TERYALİZM” adlı son çalışması önemli bir kaynaktır.
Aydın Çubukçu, bu kitabıyla, esas olarak, diyalektik materyalizmin doğal süreçlerde ge¬çerli bir tartışma silahı olmaktan çıkarılarak sınıf mücadelesinin bir kılavuzu haline getirilme¬sine katkıda bulunmayı hedeflemiştir ve yalnızca aydınların, “yazıp çizenlerin” değil, doğru¬dan siyasal pratik içinde yer alan işçilerin, gençlerin ve diğer emekçi kesimlerden devrimcilerin diyalektiği öğrenmesinin önemi üzerinde durmuştur. Fakat bu “öğrenme”nin, basitçe, diyalektik üzerine yazılmış kitapları okuyup ezberlemek anlamına gelmeyeceği konusunda okuyucuyu daha kitabın başında uyarmıştır: “… Diyalektik materyalizm, akademik bir inceleme konusu gibi, kitapların art arda devrilmesiyle, bitmez tükenmez tartışmalar içinde boğulmakla, belki yalnızca biçimsel olarak öğrenilebilir, ama asla bir bilinç un¬suru halini alamaz. Diyalektik, sürekli devrimci pratik ve pratik üzerine araştırma ve düşünme süreçlerinde olduğu gibi, eleştirinin ve özeleştirinin de, gündelik hayatın içindeki her anki düşünme ve davranmanın da ‘doğal’ ve kendiliğinden işleyen bir iç özelliği ola¬bilirse, gerçekten öğrenilmiş olacaktır. Bir devrimcinin diyalektiği bilmesiyle, bir felsefe profesörünün materyalist diyalektiği bilmesi arasındaki fark buradadır.”
Bir felsefe profesörünün diyalektiği gerçek anlamıyla öğrenememesinin, düşünme ve dav¬ranma sürecinin “bir iç özelliği” haline getirememesinin nedeni onun devrimci pratikten kopuk oluşudur. Çünkü “diyalektik materyalizmin sağlam temeller üzerinde öğrenilmesi¬nin ve geliştirilmesinin esas alanı da, teori değil, devrimci pratiktir.” Kitabın, felsefenin başlıca gerçekleşme alanı olarak insanın sosyo-politik eylemini almış olması, onu felsefe konu¬sundaki diğer bir dizi “el kitabı”ndan ayıran, temelli bir özelliktir. Bu özellik, yukarıda da ifade edildiği gibi, felsefenin esas alanının doğa bilimleri olduğu şeklindeki yanlış anlayışın kırılması amacını taşımaktadır. Elbette ki, toplumsal eylem alanı diyalektik materyalizmin uy¬gulanacağı, sınanacağı ve geliştirileceği tek alan değildir. Ama basitleştirilmiş el kitaplarının, diyalektiği yalnızca doğadan ve bu alana yönelik bilimlerden örneklendirdikleri ve bunun nerdeyse egemen bir anlayış halinde kökleştiği ortamda, diyalektik materyalizmin esas ala¬nına bu tarz bir ağırlık vermek zorunlu olmaktadır.
“Teoride ve Eylemde DİYALEKTİK MATERYALİZM”, diyalektik materyalizmi, insanın tarih¬sel eylemini eksen alarak yorumlayan bir çalışma olması özelliğiyle “MANTIK VE DİYALEK¬TİK”e bağlanmaktadır. Aydın Çubukçu, daha önceki çalışması “Mantık ve Diyalektik”te, diya¬lektiği, insanın tarihsel eyleminin bir sonucu ve aynı zamanda bu eylemin bir düzenleyicisi olarak ele almıştı. İnsanın 25 yüzyıllık düşünce serüvenini, insan eylemini esas alan ve bu ey¬leme, bağıntılı bir bütün kurma işlevi yükleyen genel bir çerçevede özetlemişti. Bu ikinci kita¬bı, insanın eylemini esas alan ve bütün bir insan düşüncesinin tarihini insan eylemi açısın¬dan yorumlayan çalışmanın, daha da somutlanması ve sınıf mücadelesi pratiği açısından devam ettirilmesi ihtiyacının bir ürünü olarak düşünebiliriz.
Kitabın ele aldığı temel problemlerden biri, diyalektik materyalizmin teori alanına ve dev¬rimci sınıf mücadelesi alanına nasıl uygulanması gerektiğidir. Birçok genç devrimci, diyalek¬tik materyalizmin yalnızca “felsefenin meselelerini” çözmeye yaradığını, diyelim taktik bir sorun konusunda yazılmış bir kitapta ise felsefe bulunmayacağını sanır. Lenin, “diyalektik yöntem Marksizm’in özüdür” derken, diyalektiğin yalnızca felsefenin sorunları konusunda değil, sınıf mücadelesinin bütün alanlarında da temel bir önem taşıdığını, bu ruh olmaksızın hiç bir ciddi sorunun çözülemeyeceğini ortaya koymuştur. Fakat bu diyalektik, proletaryanın öğretmenlerinin yapıtlarında yönlendirici bir yöntem ilkesi olarak, derin bir içyapı halinde bulunur. Bundan hareketle, bu kitap, Marksizm’in teorik hazinesine diyalektiğin bir uygulama alam olarak bakmış, Marksizm’in temel nitelikteki klasiklerinde diyalektik yöntemin nasıl uy¬gulandığını göstererek diyalektik yöntemin teoriye nasıl uygulandığını ortaya koymaya çalış¬mıştır. Marx’ın, ilk bakışta yalnızca kapitalist ekonomiyi incelediği sanılan temel eseri “Kapital”in, diyalektik materyalist yöntemin uygulanışının dahice bir örneği olduğunu gösteren bölümler özellikle ilgi çekicidir. Kitap’ta, Kapital’in yanı sıra, birçok başka eser de, diyalekti¬ğin teori alanına uygulanışı açısından incelenmiştir.
Diyalektik materyalizmin devrimci eylem alanına uygulanışı, kitabın üzerinde durduğu bir diğer sorundur. Sınıf mücadelesi pratiği içinde, diyalektiğin mekanik tarzda uygulanışının ör¬neğine sıkça rastlanmaktadır. Bir yandan diyalektik materyalizmin temel kategorileri kabaca şemalaştırılarak, yanlış saptama ve taktiklere dayanak haline getirilmekte; diğer yandan ise, alanlar arasındaki farklılıklar dikkate alınmaksızın, fizik, biyoloji vb. alanlarından seçilmiş ör¬nekler, mekanik tarzda sınıf mücadelesi alanına aktarılmaya çalışılmaktadır. Fizikte böyle olu¬yor diye, sınıf mücadelesi alanında da öyle olmak zorunda değildir. Sınıf mücadelesi alanı, arındırılmış bir laboratuar ortamı değildir. Bir dizi önceden hesap edilemez ve denetlene¬mez faktörle karşı karşıya kalabiliriz. Fizik alanında geçerli olabilecek, şu belirli nedenler, şu belirli sonuçlara yol açar şeklindeki bir nedensellik ilişkisi toplumsal pratik alanında geçerli değildir. Bunun için, diyalektik materyalizmin devrimci eylem alanına uygulanması, diyalek¬tik materyalizmin kategorilerinin gerçek anlamda özümsenmesiyle mümkündür.
Kitap, diyalektik materyalizmin eylem alanına uygulanışını ele alırken bir yandan sınıf mücadelesinin pratiğinden canlı örnekler üzerinde durmakta, bir yandan da Marksizm’in büyük öğretmenlerinin eylemi üzerinden diyalektiğin nasıl hayata geçirildiğini göstermeye çalışmaktadır. “Bir Eylem Kılavuzu Olarak Diyalektik Materyalizm” ve “Strateji Ve Taktikte Di¬yalektik” başlığını taşıyan bölümlerde, diyalektik materyalizmin eylem alanına uygulanışı in¬celenirken, onun başlıca yasa ve kategorilerinin toplumsal hareket bakımından nasıl anlaşıl-ması gerektiği üzerinde durulmakta ve örneklenmektedir.
Kitaba bir bütün olarak bakıldığında, gerek teorinin kavranması açısından, gerekse de di¬yalektik materyalist yöntemin devrimci pratiğe uygulanışı açısından, kitabın her devrimci mi¬litanın öğrenmesi ve canlı bir şekilde yaşama geçirmesi gereken köşe taşlarını ördüğü söyle¬nebilir. Kitabın ağırlıklı bölümleri, diyalektik materyalizmin kavram ve kategorilerini yalın bir şekilde açıklamıştır ve kolay anlaşılır niteliktedir. “Materyalist Diyalektik Yöntemin Da¬yandığı Felsefi Temeller” başlığını taşıyan bölümdeki bazı kesimlerin anlaşılması için biraz daha dikkatle okunması gereklidir.
Lenin, diyalektik yöntemi Marksizm’in özü olarak nitelendirmişti. Bu öz, basit bir gözlemle değil, sabırlı ve inatçı bir çabayla açığa çıkarılabilir ve yaşamımızı yönlendiren içyapı özelliği kazanabilir. Bu öz kavrandığı oranda teoriyi kavramak ve onu pratiğe doğru tarzda uygula¬mak mümkündür. Bu kitap, bu özü yakalamamız ve diyalektik materyalizmi toplumsal prati¬ğin etkin bir aracı olarak kullanmamız için başvurmamız gereken önemli kaynaklar arasında¬dır.
(Teoride ve Eylemde DİYALEKTİK MATERYALİZM, Aydın Çubukçu, Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı: Haziran 1994)

Temmuz 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑