EMEP platformu üzerine

Emeğin Partisi’nin; kuruluşundan beri kendisini şekillendiren ilkelerin ne kadar hayati olduğu, her toplumsal gelişmede bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu, bir yandan Ünaldı direnişinden Parti’nin deprem karşısında aldığı tutuma kadar gelişen pratik alanda; öte yandan bir açık işçi-emekçi partisi ihtiyacının kendisini dayatmasında, EMEP’i tanımlayan ve kendini diğer “sol” ve “emek yanlısı” partilerden ayıran vurguların önemini göstermesi bağlamında; geçen dört yılı aşkın süre açık bir kanıt oluşturuyor.
Parti’nin kuruluş sürecini de katarsak; son dört-beş yıl içinde Türkiye’de demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin sorunları, sermayeye ve uluslararası tekellerin egemenliğine karşı mücadele ve işçi sınıfının ve emekçilerin bu mücadeleler içindeki rolleri, pek çok bakımdan aydınlığa kavuştu. Dahası; EMEP’i tanımlarken kullanılan kimi kavramların, geçen dönem içinde soyutluktan kurtuldukları, ete kemiğe bürünerek mücadeleye ışık tuttukları, gerçekten mücadele etmek isteyen değişik siyasi çevrelerden aydınlar, demokratlar, sendikacılar için de uyarıcı bir rol oynadıkları görüldü.

SINIF AYRILIĞININ YERİNE ‘SAĞ-SOL AYRIMI’ BİR ÇARPITMAYDI
EMEP; son 30 yıl boyunca oldukça popüler olan, ama bu 30 yılın en azından yirmisinde de, yozlaşıp itibar yitimi süreci yaşayan “solculuğun” halk indinde önemsizleştiği; buna karşın piyasa ekonomisi kavramlarıyla süslenen liberal, bireyci, post-modern politikaların ve tutumların popüler olduğu koşullarda kuruldu. Elbette bu koşullarda ve bu popüler eğilimleri reddederek yapılan kuruluş ilânı; bütün bu kavramlar ve bu kavramların ifade ettiği tutumlara karşı olmak; onlarla mücadeleyi göze almak anlamına geliyordu. Ama bu ayrım sadece genel teorik bir ayrım olmaktan da öte; güncel, herkesin anlayacağı kadar açık olmak durumundaydı. Dolayısıyla EMEP’in, bu diğer anlayışlardan ayrı olduğunu, basitçe ama esaslı bir biçimde ortaya koyması gerekiyordu.
Bu basit ama aynı zamanda esaslı ayrım noktalarından birisi; yukarıda sözünü ettiğimiz, “yozlaşan solculuk”la ayrışmada kendisini ortaya koydu. Bu yüzden de; EMEP’in, kendisini solcu, Marksist, sosyalist olarak tarif eden değişik siyasi çevrelerden ayırırken vurgu yaptığı başlıca konulardan birisi, “sol-sağ” ayrımı üstünden politika yapmayı reddetmesiydi. Çünkü dünyada ve Türkiye’de, 1960’lı yıllardan itibaren revizyonistler ve burjuva aydınları tarafından “sosyalist literatüre de sokulan “sol” ile devrimciliğin sosyalizme eşitlenmesinin; giderek bu ayrımın sınıf ayrımı gibi ele alınarak devrimci, ilerici, sosyalist olan herkesin “solcu”, karşı olanların da “sağcı” ilan edilmesinin ve bunun neredeyse birbirine geçişi olmayan kategoriler olarak kabul edilmesinin, “sol”a büyük boyutlarda zarar verdiği gözlemlenebilir. Hem bir anlamda 1960’lı ve ’70’li yıllarda siyasette yaşanan trajedinin temelinde de bu ayrımdan gelen çarpıklığın olduğu söylenebilir. (Sol: Solculuk ile devrimciliğin bağını kuranlar; kavramın kökünü, 1789 Fransız Devrimi sırasında toplanan meclisin sol tarafında burjuvazinin ve halkın temsilcilerinin, sağ tarafında da soyluların temsilcilerin oturmasına kadar götürüyorlar. Ne var ki; Marksist literatürde “sol”culuk, genellikle bireysel terörizmi, bireyciliği, maceracılığı yücelten görüşleri esas alan akımları nitelemek için kullanılmış olup daha çok da “olumsuz” anlamda içeriklendirilmiştir 1960’lı yıllarda Marksist literatürün Türkiye’ye girmesiyle eş zamanlı olarak, küçük burjuva milliyetçiliğinin kabarması, “sol” kavramının kendine has biçimde; devrimcileri, Marksistleri, Kemalistleri, sosyal demokratları nitelemek için kullanılan ve “belirsizlik” özelliği taşıyan bir kavram olarak popülerleşmesine yol açmıştır. Daha sonraki yıllarda ise; sol, dincilikten milliyetçiliğe, muhafazakârlıktan, sosyalizm karşıtlığına kadar değişik “sağcı” tutumların karşısında olmayı ifade eden “genel bir kavram” olarak kullanılmıştır.)
Bu basit ve kolaycı ayrım, çok büyük bir çoğunluğu, kulaktan dolma bilgilerle “Marksizm uleması” olmuş küçük burjuva-öğrenci kökenli gençler ve onlar tarafından etkilenen oldukça geniş “devrimci çevreler” için her kapıyı açan anahtardı. “Bunlar solcu mu? Tamam, bizden”; değilse “karşı taraftan” sayılıyordu. Tabii, ayrım böyle belirlenince, sol ve sağın sübjektif yeni kategorileri de çıktı. (Birbirinden türeyen fraksiyonlar; gerçek yaşamda bir karşılıkları olup olmadığına bakmadan, kendilerini dünyanın merkezine koyup oradan yeniden “sol-sağ” tanımlarına benzer kolay kategorilerle “ayrışıp” “çoğaldı”lar.)
O günlerde halk, emekçiler, “solun bölünmesi”nden çok kaygı duyuyor; “neden bu kadar çok bölünüyorsunuz?” diye soruyordu. Elbette herkes, bölünmekle nasıl güçlenildiğini anlatıyor; sosyalizmin tarihindeki; Marksizm’le her türden reformculuk arasındaki çatışmadan kendisini destekleyecek paragraflar bularak kendisini haklı göstermeye çalışıyordu.
Asıl dikkatten kaçan konu ise; sosyalizmin temelinin işçi sınıfı olduğu; dolayısıyla dünyadaki asıl ayrımın öncelikle emekle sermaye arasında olduğu; emekten yana olanın ilerici, devrimci, sermayeden yana olanın da gerici, emperyalist uşağı olduğu gerçeğiydi. Daha önemlisi; “yana olma”nın bir nesnel temele, sınıfsal bir temele dayanması gözetilmediğinde; bugün bundan yana yarın ötekinden yana olmanın mümkün olduğu gözden kaçırılıyordu. Dolayısıyla sorun, devrimcilerin “kim” olduğu değil; işçi sınıfının, emekçilerin, halkın Türkiye’nin koşullarında; sermayeye, emperyalizm ve gericiliğe karşı savaşta yer alması için Marksistlere, sosyalistlere, ilericilere, devrimcilere ne rol düştüğü sorunuydu. Sorun, aynı zamanda, sağcı ve solcu olarak bölünmek değil; işçi sınıfının, halkın politikaya çekilerek; sağcı ve solcu geçinen burjuva siyasetçilerin kolay avı olmaktan çıkarılmalarıydı. Eğer bakışları revizyonist ve reformcu dünya görüşlerinin etkisiyle karartılmamış olsaydı; işçi sınıfının, halkın çoğunluğunun ne yazık ki sağcıların etkisinde olduğu, sağ sol ayrımı ile yola çıkıldığında işçi sınıfının ve halkın büyük çoğunluğu karşıya alınarak işe başlanacağı görülecek; en azından her şeyin yeniden hesaplanması için; etkisinde bulunulan reformcu, revizyonist dünya görüşlerine karşı, burjuva politikacıların etkisine karşı mücadele gündeme gelecek; en önemlisi de; işçi sınıfını ve halkı kazanmak için Marksistlere, devrimcilere, sosyalistlere düşen görevlerin saptanması mümkün olabilecekti. Ama tartışma, yani devrimin; işçileri, halkı kazanmakla mümkün olup olamayacağı tartışması, bu noktaya sadece “öncü kim olacak” tartışması yapıldığı zaman gelebildi; o da, bir devrimde işçi sınıfının artık eskisi kadar önemli olmadığı, asıl önemli olanın bir grup devrimcinin “devrim ve sosyalizm fikri etrafında birleşmesi” olduğuna vurgu yapmak ve “öncüyü tanımlamak” içindi. Oysa sorun çok daha farklıydı. Ve bu, sorun olarak görünen, “sınıf”, “öncü” gibi kavramlara karşılık gelen olgular; aslında Marksizm tarafından yüz yıl önce çözülmüş; sonraki yıllarda da pratikte kanıtlanmıştı. O günlerde bu çözümü bulanıklaştıran, Marksizm adına yeni spekülasyonlara fırsat veren; Marksizm dışı kimi akımların (Troçkizm, Maoculuk, Titoculuk, Debraycılık, Sartrcılık, Kruşçevcilik, Çaru Mazumdarcılık, Marcusculuk, Marigellacılık, Swizycilik, Euro-komünizm, Gradücülük, İslami Sosyalizm, Baascılık, Yapısalcılık, Habbaşcılık vb. vb.) bile, Marksizm’in uluslararası prestiji karşısında kendilerini Marksist ilan ederek gerçek Marksist tezlerin üstünü örtmeleriydi. Ama ne yazık ki, dönemin devrimcileri; bu konuda da görüşlerini berraklaştırmak için Marksizm’in asıl kaynakları Marks, Engels, Lenin, Stalin, Enver Hoca’ya değil; “popüler sosyalistlere” (Mao, Giap, Guevara, Debray, Marcusse, Çaru Mazumdar, Kruşçev vb.) yukarıda Marksizm’i çarpıtan kişi ve akımlar olarak ifade edilen eğilimlerin görüşlerine, reformcu, revizyonist Marksizm “yorumcuları”na başvurdular; başvurmak zorunda kaldılar. Ve her şey, kaçınılmaz olarak daha da bulanıklaştı; muğlâklaştı.
Genç ve çıktıkları yolda kararlılıkla yürümek isteyen devrimcilerin bu reformcu-revizyonist kaostan çıkışı için bir tek yol kalıyordu; gençlik dinamizmlerini, devrim ve halk sevgilerini, sosyalizme, Marksizm’e bir inanç olarak bağlılıklarını ifade etmek için ellerindeki son imkâna başvurarak; baş kaldırmak. Böylece her türlü revizyonizm, reformculuk, mücadele kaçkınlığı, laf ebeliği ile devrimcilik, devrime bağlılık, gerçek sosyalistlik ayrışacaktı. Bu yapıldı. Bu, elbette, Enver Hoca’nın o dönemi değerlendirirken dikkat çektiği gibi, “modern revizyonizmin bir kefareti”ydi; ama bunu genç devrimciler yaşamlarıyla ödedi.
Oysa Marksist sosyalist dünya görüşü, kendisini bütün öteki “sosyalist” akımlardan ayırırken; aynı zamanda sosyalizmi gerçekleştirme temelini de; çok açık bir biçimde; “işçi sınıfının tarihsel rolü” olarak tarif etmişti. Dolayısıyla Marksist sosyalizm kendi çağrısı olarak; daha Marksizm tarih sahnesine çıkmadan önce, az çok işçi örgütlenmelerinin ortaya çıktığı her yerde haykırılan bir sloganda ifade edilen çağrıyı benimsemişti: “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” Bu; Marksizm için son derece hayati önemde bir belirlemeydi. Çünkü Marksizm öncesi sosyalizm anlayışları, ütopik sosyalizmin bütün versiyonları, sosyalizmi; düşünürlerin, aydınların kafasında oluşan, her düşünürün kendi felsefesinden “çıkardığı”, dolayısıyla düşünürden düşünüre göre ilkeleri, özü, amacı değişen; her düşünüre göre üretim, tüketim, kültür, ahlâk ve sosyal ilişkileri olan “tasarlanmış bir toplum” olarak belirlemişlerdi. Bu düşünceden üretilmiş “modele” inanan sosyalistlerin çoğalmasıyla, sosyalizmin kurulacağı öne sürülmüştü. Yani, her tür ütopik sosyalizmde, sosyalizm; işçi sınıfının değil; o düşünüre inanan “müritlerin eseri” olarak tarif edildi.
İşçilere, değişik emekçi kesimlere, bu “tasarlanan sosyalizmi” gerçekleştirmek için çağrılar yapılmamış değildir. Ama burada, işçi sınıfına ve diğer toplumsal sınıf ve tabakalara yapılan çağrı, bu kesimlerin tarihsel ve sınıf özellikleriyle bütünleştirici bir çağrı değil, “mürit” olarak, “sosyalist toplumda çıkarı olacak kişiler, toplumsal sınıflar” olarak -sömürülen, ezilen, yoksul sınıflara yapılan çağrılar, onların sosyalizm tarafından kurtarılacağı biçimindedir- görüldükleri için bu emekçi kesimlere yapılan bir çağrı olmuştur. Proudhon, Bakunin gibi; (Marks ve Engels’le çağdaş olan) yazılarında ‘işçiye’ çok vurgu yapan anarşist “ütopyacı düşünürlerde” bile; işçi sınıfının sınıf olarak rolüne değil; “aydınlanmış işçilere, onların ahlâkına” dikkat çekiliyordu. Çünkü onların sosyalizmi, “eşitlikçi toplumu” son tahlilde; “kusursuz”, “bilinçli”, “ahlâklı” kişilerin eserinden, hatta’ bu kişilerden oluşan bir toplumdan başka bir şey değildir. Bu yüzden de Marksizm’i, bütün ütopik sosyalist anlayışlardan ayıran özellik, sosyalizmle işçi sınıfı arasındaki ilişkinin dolaysız bir biçimde kurulmasıdır diyebiliriz. Bu yüzden de Marksizm, bayrağına “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” yazarken; kapitalist bir toplumda işçileri birbirinden ayıran (sağcı-solcu, sanayi işçisi-kır işçisi, tekstil işçisi-makine işçisi, az ücretli-çok ücretli, şu milliyetten bu ülkeden, şu dinden bu mezhepten gibi) bütün ayrımları “önemsiz” gördüğünü de ilan ediyordu.
Sovyetler Birliği’nde, sosyalizmin kuruluşu ve sonrasındaki gelişmeler içinde, 3. Enternasyonal; önceki iki Enternasyonalden daha güçlü bir biçimde, emperyalizm çağındaki gelişmeleri de dikkate alarak; dünyanın; işçi sınıfının, ezilen halkların dünyası ile burjuvazinin ve gericiliğin dünyası olarak bölündüğünü ilan etmiştir. Gerek teoride gerekse pratikte bu ayrım, yol gösterici bir ilke olarak benimsenmiş; Marksistler, sosyalistler de, kendi görevlerini işçi sınıfının iktidarı ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşması için çalışmak olarak belirlemişlerdir.
Dünya; işçi sınıfı ve ezilen halklar bir tarafta, burjuvazi ve gericilik öte tarafta olmak üzere bölünmüştü. Marksist dünya görüşünde; burjuvazi ve gericiliğin dünyasına karşı; işçi sınıfının ve ezilen halkların birleşmesi başlıca seçenek olarak belirleniyordu. Bu yüzden de 3. Enternasyonal, “Bütün dünyanın işçileri ve ezilen halklar birleşin” çağrısını mücadele bayrağının temel sloganı olarak belirlemişti.
Enternasyonaller bu çağrıyı yaparken; işçi sınıfını ve ezilen halkları, sağcı, solcu, dinci, laik vb. gibi herhangi bir başka bölünmeye göre adlandırmadan, birleşmeye çağırıyorlardı. Nasıl ki bugün EMEP, uluslararası sermayenin saldırılarına; örneğin, özelleştirme ve ‘sahte’ sosyal güvenlik reformuna karşı; “şu sendikadan bu sendikadan”, sağcı, dinci, milliyetçi, solcu gibi ayrımları öne sürmeden, işçileri ve emekçileri birlikte tavır almaya çağırıyorsa; Marksistler de dünyayı, kapitalist dünyadaki gerçek bölünme olan sınıf bölünmesini dikkate alarak yorumlamışlardır. Bunun sonucunda ise, sınıfı sermayeye, halkları emperyalizme karşı birleşmeye çağırmışlardır.
1960’lı ve 70’li yıllarda 3. Enternasyonale “selam” pek eksik sayılmazdı. Troçkistler ve Titocular açıkça; Kruşçevciler ve Maocular ise üstü örtülü ve kıyısından köşesinden de olsa 3. Enternasyonal’i ve ilkelerini eleştiriyorlardı. Ancak, 3. Enternasyonal yine de dünya ölçüsünde bir otorite; onun temel sloganları da -çok küçük bir yekûn tutan Troçkist çevreler dışında- tartışılmadan kabul gören hareket noktaları olarak benimsenmişti.
Her ne kadar Enternasyonal’e “selam” egemen tutum gibi görünse de; alttan alta, Marksizm’in bütün temel tezlerine karşı bir savaş da açılmış bulunuyordu. İşçi sınıfının sosyalizmin temel gücü olduğu, sınıfın katılımı olmadan sosyalizmin olamayacağı temel gerçeği, birbiriyle savaşır görünen Marksizm-Leninizm dışı bütün “sosyalizm” akımları tarafından açıkça ya da örtülü bir biçimde reddediliyordu. Örneğin Maocular; hem Kruşçevcileri, hem Troçkistleri hem de Euro-komünistleri lanetleyen çıkışlar yapıyor; 3. Enternasyonal ve Komintern’in kavramlarına dayanarak Kruşçevizmi mahkûm ediyorlardı. Kruşçevciler de bir yandan Maoculara, Troçkistlere, Euro-komünistlere ateş püskürüp onları burjuvazinin, emperyalizmin uşağı sayıyor ama bir diğer yandan da Marksizm’e onların saldırdığı noktalardan saldırarak; “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” adı altında; işçi sınıfının tarihsel rolünü reddederek, ulusal kurtuluşçu, milliyetçi burjuvaların SB ile yakınlaşması sayesinde Afrika ve Asya ülkelerinin sosyalizme geçeceğini savunuyorlardı. Troçkistler ise; Maocuları köylülüğü abartmakla, Kruşçevcileri Stalinizmi sürdürmekle suçlarken kendileri; emperyalizmin soğuk savaş aleti olan tezler ve tutumlarının temsilcisi olarak, sosyalizme karşı uluslararası savaşın destekçileri işlevini yerine getiriyorlardı. Bu yüzden de Troçkistler, 1930’lu yıllarda üstlendikleri emperyalizmin gözdesi olan “sosyalistler” rolünü, 60’lı ve 70’li yıllarda da sürdürdüler.
Che-Kastro-Marigella çizgisi ise, gerillacılığı her şeyin önüne koyarak; Küba devriminin pratiğini teorileştirip; işçi sınıfı olmadan, onun ideolojisini savunan burjuva kökenli genç aydınların sosyalizmi kuracağını savunuyordu. Bu çizginin savunucuları, bütün diğer Marksizm karşıtı akımları konformist, pasifist burjuvalardan oluşan laf ebesi kulüpleri olarak görmelerine karşın, aslında kendileri de Kruşçevist-Troçkist-Maocu kırması bir batağa saplanıp kalmış durumdaydılar.
’50’ler sonrasında; emperyalistlerin özel gayretleriyle de geliştirilen kapitalist “sosyal refah devletlerinin ve revizyonist fikirlerin işçi hareketi üstündeki baskıları sonucu oluşan ağırlık gerekçe gösterilerek; sınıfın öncülüğü fikrinin yerine “ideolojik önderlik” (yani, işçiler kapitalist sistemle birleşip, kapitalist sömürüden pay alır durumda oldukları için; işçi sınıfının dünya görüşünü benimseyerek kendi sınıfını reddeden aydınlar, gençler ve sosyalistler; yoksulları peşlerine takarak, ki bu yoksullar yoksul köylülere, şehir yoksullarına ve öğrenci gençliğe karşılık geliyordu, bu kategorinin içine sokuluyorlardı) geçirildi. Asıl olarak başını Sovyetler Birliği’ndeki geriye dönüş eğilimlerinin baş temsilcisi olan Kruşçevcilerin çektiği revizyonistlerin yarattığı ideolojik kargaşa ortamında; işçi sınıfına dayanmayan ve onun eseri olmayan Çin devrimi, Küba devrimi, Vietnam ve diğer Asya ve Afrika ülkelerindeki demokratik devrimler ve kurtuluş savaşları sosyalist devrimler olarak tanımlanıp, bu devrimlere katılan sosyal sınıfların ve bunların önderliklerinin durumları teorize edilerek “yeni devrim kuramları” geliştirildi!
İşte bu ideolojik kargaşanın had safhaya çıktığı yıllarda; Türkiye’de, toplumdaki işçi sınıfı ile burjuvazi ayrımı ve halk ile gericilik ayrımı, yerlerini -sessizce- Maocu halkçılık ve sağ-sol ayrımına bıraktı.
Bu ayrıma göre; dünya sağcılar ve solcular olarak bölünüyordu. Solcular iyi, sağcılar da kötüydü. Bu kategoriler dışında kimin hangi sınıfa ait olduğu önemli değildi. (1960’lı yılların genç devrimcileri, elbette işçi sınıfından sıkça söz ediyor; onun devrimci “erdemlerine” platonik bir hayranlık duyuyor; bunu da sık sık dile getirmeyi hiç ihmal etmiyorlardı. Ama sosyalist literatürden alınma bu fikirlerin onların pratiğine yol gösterdiği; “sağ-sol ayrımı” aşılarak kavranabilecek; dünyayı; burjuvazi ve proletarya; ya da aynı temelde olmak üzere ama emperyalizm koşullarında; “proletarya ve ezilen halkların dünyası” ile tekellerin, “emperyalizmin dünyası” olarak bölen temel ayrımın onlara yol gösterdiği söylenemez. Özellikle de M. Belli, H. Kıvılcımlı gibi “eski tüfekler ve onların yakın izleyicisi D. Perinçek takımı, (öte yandan da Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi Kemalistler) bir yandan Marksist literatürü çarpıtarak; Türkiye’nin orijinalitesi olarak “ordunun devrimciliği”, “ulusal kurtuluşçuluğu” üstünden geliştirdikleri “tarih tezi” ve “devrim kuramı” ile genç devrimcilerin kafasını karıştırıyor; diğer yandan da Marksizm’i sol Kemalizm; indirgeyip, Kemalistlerin terminolojisinin tüm devrimciler içinde egemen olmasına hizmet ediyorlardı. Ve mücadele pratikten kopup soyut tartışma düzeyinde ilerledikçe de; “kavramların” gerçek, gerçek hayatın ise sadece “gelip geçici bir görüntü”den ibaret olduğu tezini öne süren Platoncu idealist görüş, hükmünü icra ederek, devrimci mücadelenin önünü tıkayan bir rol oynuyordu. Ve genç devrimciler, böyle tartışmalarda; Marks’tan, Engels’ten, Lenin ve Stalin’den alıntılar kullandıkları için kendilerini Marksizm’i savunuyor sanıyorlardı.) Böylece; var olan durum, yani sağcılarla solcuların ayrışmış olması, teorik olarak da kutsanmış ve genel geçer hale getirilmiş olduğundan, dönemin genç devrimcilerinin kafasında herhangi bir soru işareti de uyandırmamıştı. Uyandırmamıştı, çünkü bu “apaçık görünen” bir gerçekti. Sağcı adam, işçi oldu diye, sosyalizm için mücadele edecek değildi ya!
Ülkemizde ’60’lı ve 70’li yıllarda yaşanan “sağ-sol çatışmaları” işte bu ayrımın üzerinden biçimlendi; kendisine “haklılık” temeli buldu. İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçiler, bu çatışmanın dışında, onun seyircisi oldu. Onlar da en fazla; “bizim sağcılar haklı”, “bizim solcular haklı” tartışmaları yaptılar. Ama bu ayrımın herhangi bir tarafında olmaktan da, özenle kaçındılar.
12 Eylül sonrası süreçte, hemen hemen bütün siyasi çevreler bir “özeleştiri” yapmışlar; ama bu özeleştiri, sistemle uyumlaşmanın ötesine geçerek, Marksizm’in özüne dönüşü kapsayan bir özeleştiri olmamıştır. Tam tersine; 12 Eylül sonrasında “sol”un ideolojik tutumu, bir öncekinin Marksizm dişiliğini aşamayan devamı olmuştur. Emekçi yığınlar karşısında, işçileri, halkı “sağ-sol olarak ayırma” sekterliği sürerken; sağcılaştıkları, düzenle uyumda yeni manevralara giriştikleri ölçüde, kendilerini kanıtlamanın da bir aracı olarak, “sol”culuğa özel vurgu yapmışlardır. ÖDP, İP, SİP gibi partiler; bu “sağ sol olarak ayrım” üzerinden politika yapmanın legal platformdaki devamcıları olarak bugün de siyaset sahnesindedirler. Örneğin; Türkiye’de gelmiş geçmiş en sağcı “solcu”, en düzen içi akım olarak biçimlenen ÖDP’nin seçim sloganı; “En Sol’a” olarak belirlenmiştir. (ÖDP’nin en solcu olduğunu ilân etmesi bile sağ-sol ayrımının ne kadar yalama olmuş bir ayrım olduğunu göstermeye yeter). Yani; ÖDP, “en solcu” parti gibi gösterilerek, solcuların oylarının alınması hedeflenmiştir. Bir yandan bakıldığında da, -muhtemelen ÖDP yöneticileri tarafından değil- bir reklâm ajansının ne ÖDP’li olan ne de siyasetle uğraşan elemanları tarafından belirlenmiş bir slogandır “En Sola” sloganı. Çok “ticari”, “uyanıkça” bir belirleme. (Türkiye’de kendisini, bütünüyle düzene bağlanmış olmakla birlikte solcu sayan, belki de vicdanını rahatlatmak için solcu görünmek ihtiyacı duyan birkaç yüz bin kişi vardır ve ÖDP’nin tek amacı, bu kitleden oy istemek olmuştur. Yoksa ÖDP; “milyonlarca emekçiye sesleneyim; onların talepleri etrafında örgütlenmeleri için seçimleri vesile olarak değerlendireyim” diye bir derdi olmadığını göstermiştir). Ama çok açık ki, ÖDP’nin; halkın çoğunluğunu kazanarak, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal sistemi, işçi sınıfı ve halk yararına değiştirmek için yığınları seferber etmek; bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini örgütlemek gibi bir amacının olduğu söylenemeyeceği gibi, kendisini tarifinin de zaten böyle bir amaçla çeliştiği görülür.
SİP de, 12 Eylül öncesinin “sağ-sol ayrımı” üzerinden siyaset yapmanın diğer bir odağı olarak ortaya çıkıp şekillenmiştir. Örneğin özelleştirme karşısında, “Yağma yok sosyalizm var” ya da seçimlerde “Oylar Sosyalizme” diyerek; sosyalizmi emekçilerin, işçi sınıfının dışında, SİP’in liderlerinin kafasında var olan bir kavram olarak ortaya koymuştur. Bu anlayış; hayata SİP’liler tarafından geçirilecek ve SİP’e oy verildiğinde sosyalizme oy verilmiş olacak bir sosyalizm anlayışının temsilcisi olmuştur. Çünkü SİP’e göre de; nasıl “sağ, sol” varsa; dünya sosyalist olanlar ve olmayanlar olarak bölünmüştür. Kimi Troçkist grupların, işçilerin on binler halinde sokağa döküldüğü mitinglerde ya da 1 Mayıslarda; “Örgütlü değilse sınıf hiçbir şeydir” (Aslında önermenin kendisi doğrudur ama öylesi kullanılmaktadır ki; bir grup yarı aydın dışında işçiler hiçbir işe yaramaz diyen bir slogana dönüşmektedir) demeleri gibi, SİP de, işçileri, sosyalist olanlar ve olmayanlar diye ayırmaktadır. Sosyalist olmayı bir mücadelenin; sisteme, eski fikirlere, burjuva dünya görüşüne karşı çok yönlü bir mücadelenin ürünü değil; şu veya bu nedenle sosyalizmi benimseyip benimsememe sorunu olarak görmektedirler. Bu düz mantık, “sol” görünmekten pek hoşlanan ve gençlik içinde de buradan prim yapmayı hesaplayan SİP’i, MGK’nın çizgisine kadar götürmüştür. Üniversitelerdeki kılık kıyafet üstünden yürütülen “şeriat tehlikesine karşı laik, sosyal hukuk devletini koruma” politikalarına SİP destek vererek; MGK’nın genel düşüncesiyle uyumlu politika izler durumuna düşmüştür. Bu süreçte İP’le aynı kavramlar ve aynı gerekçeleri kullanarak tutumunu savunmaya çalışan SİP’in durumu; “sağ-sol ayrımı” gibi kolay ayrımların bir partiyi nerelere kadar götüreceğini göstermesi bakımından öğreticidir.
Kendisini, her “sol platform”da göstermekten hoşlanan HADEP, sağ sol kavramları bakımından diğer partilerden farklı olarak milliyetçi bir kitle partisi olma durumundaydı. Ancak HADEP; özellikle büyük şehirlerde “solculuk” yaparak bu milliyetçi çizgisini örtmeyi, en azından “solcuların” zaaflarından yararlanarak kendisini güçlü bir mihrak olarak sunmayı epeyce iyi başarmıştır. Ne var ki; Öcalan’ın yakalanmasından sonra girilen süreç, HADEP’i “solcu” olup darlaşmaktan bile daha tehlikeli bir sathı mayilin başına getirmiştir. Ne yana doğru yol alacağını, önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Evet; SİP’in, ÖDP’nin tutumu, sürüklendikleri yerler öğreticidir ama Türkiye’deki bağımsızlık, demokrasi ve emekçilerin sömürüden kurtuluş mücadelesi bakımından bu partilerin tutumu son derece gerici; işçi sınıfını, emekçileri, halkı bölen bir tutumdur.
Yani sağ-sol ayrımı; sadece siyasette bir belirleme olarak varlığını sürdürmekten öte, aslında küçük burjuvazinin; her şeyi sadece kendisi olarak, değişmez ve dönüşmez şeyler olarak gören dünya görüşünün siyasetteki yansımasıdır. Ne var ki; mücadele geliştikçe, bu tür “sağ sol ayrımı”nın abesliği de, gözler önüne serilmektedir. Örneğin; özelleştirmeye karşı Yatağan, Yeniköy termik santrallerinde, yabancı heyetlere tepki gösterilmesi ve sonrası mücadelelerde; sağcı işçiler de, solcu işçiler de, kendisini sağ ya da sol olarak tanımlamayan işçiler de aynı tutumu; sermaye ve tekellere karşı olma tutumunu benimseyerek; “Kahrolsun emperyalizm; bağımsız demokratik Türkiye” şiarı etrafında toparlanmışlardır. Örneğin Sosyal Güvenlik Yasası’na karşı tüm işçiler birleşmiş, MHP’li işçi de DSP’li işçi de kendi oy verdiği partinin hükümetine karşı yumruk sıkmış; birçok yerde de işçiler, bağlı oldukları partilerden istifa etmişlerdir. 24 Temmuz günü Ankara’ya gelen yarım milyon dolayındaki emekçinin çoğunluğu sağ partilere oy vermiş; sorsan “sağcıyım”, “milliyetçiyim” diyecek işçiler, kamu emekçileridir, ama sağcı solcu koalisyonu gibi görünen bir hükümete karşı ortak tavır almışlardır. Hatta sağcı işçiler, “sol”daki yaygın önyargının tersine, çoğu zaman “solcu” olduğunu söyleyenlerden daha radikal bir tutum takınmışlardır. Üstelik bu eğilim; nispeten daha “kaşarlanmış sağcılar” sayılan sendikacılar arasında da görülmüş; sağcıyım diyen sendikacıların bir kısmı; sermayeye karşı mücadelelerde işçilerin alanlara gelmesi ve emekçi haklarının elde edilmesi için, kendisine “solcu” diyen bazı sendikacılardan daha büyük bir enerji ile çalışmıştır.
Nitekim sağ-sol ayrımı; SİP’in sosyalizm anlayışında, başka grupların (Kıvılcımcıların çeşitli versiyonları, Atılım, Mücadele ve Partizan vb. gibi çevreler) yasallık/yasadışlık anlayışında kendisini göstermektedir. Ya da Türkiye’de kendisini “ÖDP’den bile solda” olarak tarif eden kimi sol grupların “seçim taktikleri” aynı anlayışın yansıması olmuştur. Örneğin bunlar EMEP’i seçimlere katılıyor diye; “legalist”, “reformcu” olarak suçlarken kendileri “seçimleri boykot” ettiler. Yani onlara göre; “ya seçimlere katılınır, sistemle uzlaşılır; ya da katılınmaz boykot edilir”di. Ama işin bu Aristoteles’e yakışan kategorilendirme dışında trajikomik bir tarafı da var. Böyle mekanik bir kafaya sahip olup yukardan seçim taktiği dayatılınca; “aşağıdakiler” de görünüşte “boykotçu” iken pratikte bir partiyi (Alevi olduğu için Adnan Polat’ı; belediye meclisinde, sonuncu sıraya “kendilerinden” birisinin dayısını aldığı için şu başkanı, bu partiyi) destekleyebilmektedirler. Dahası sandığa gittiklerinde de muhtemelen tümü CHP’ye, DSP’ye oy vermişlerdir.
Elbette ki; 60’lı ve 70’li yılların Türkiye-si; “tez”ler ve “izm”ler bakımından bu ölçüde karışık, burjuvazinin her türden ideolojik saldırısının cirit attığı yıllar olduğu kadar, zaman zaman “ağır (yavaş) mayalanmalar”, zaman zaman bütün bir dönemi baskısı altına alan revizyonizmle esaslı hesaplaşmalar ve -partimizin bugününü hazırlayan gelişmeleri de kapsayarak- zaman zaman öne çıkarak popülerleşen Marksizm’e yönelen gelişmelerin harman olduğu bir ülkeydi. Örneğin Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın kişiliklerinde simgelenen halka bağlı, mücadeleci, fikirleri uğruna yaşamını ortaya koymaktan çekinmeyen bir devrimci geleneğin Türkiye topraklarında fışkırıp sürmesi; kendilerinden sonraki 30 yıl içinde Türkiye devrimci mücadelesinin en sağlıklı ilham kaynaklarından birisini oluşturmuştur. Yine 1974-1975’ten başlayarak; 12 Mart öncesindeki devrimci başkaldırının ve ideolojik ortamın eleştirisi üstünden varılan ve dönemin ana tezi olan; “devrimin devrimcilerin eseri olduğu” üstüne kurulu teorilerin reddi de olan “Devrim kitlelerin eseridir” tezine varılması; önceki bütün bir kaos dönemiyle bir ayrım çizgisi olmuştur. İşçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıflara yönelen; onların aydınlatılmasını bütün görevlerin önüne koyan “Devrim kitlelerin eseridir” tezi, kuşkusuz ki; bugün partimizde gelinen süreci önemli ve olumlu bir biçimde etkilemiş; dönemin sayısız “izm”i arasından doğru Marksist-Leninist dünya görüşüne varılmasında önemli bir dayanak olmuştur.
Partimiz; 12 Eylül sürecini, öncesi ile hesaplaşması üzerinden, sınıfları dışlayan sağ sol ayrımı yerine; burjuva-proleter, emek-sermaye bölünmesini yeniden ön plana alan; bu açıdan bütün sol siyasi çevrelerle de hesaplaşmayı gündemine getiren gelişmelerin sonucu olarak şekillenmiştir.
1987’den itibaren işçi sınıfı eylemlerinin yeniden uç vermesi, ’89 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki gelişmelerin de etkisiyle, partimizin kuruluşunda ilerletici bir rol oynamış; açık işçi hareketinin siyasal ifadesi olan bir açık işçi-kitle partisi fikri partimizin kuruluşunda belirleyici bir role sahip olmuştur. Çünkü yüz binlerce işçi sokağa çıkarken; yıllardır işçi ve emekçileri peşlerinden sürükleyen sağ ve soldaki düzen partileri hızla, tek bir programın, uluslararası ve yerli işbirlikçilerinin ekonomik ve siyasi programlarının savunucusu olarak yeniden yapılanıyordu.
Bu ortam da, emekçilerin düzen partilerinden uzaklaşmasını, en azından düzen partileriyle bağlarının zayıflamasını getiriyordu. Bu, emekçilerin ileri kesimlerinin kendi partileri etrafında birleşmesinin imkânlarını ortaya çıkarıyordu. Partimiz, işte bu koşullarda kuruldu.
Kuruluşundan beri partimiz; tarihsel bakımdan aslında gerçek solda bulunan bir parti olmasına karşın, kendisini “solcu” bir parti olarak tarif etmemeye özen gösterdi. Çünkü emekçi sınıfların en geniş kesimleri için böyle bir ayrımın anlamı yoktu. Dolayısıyla da EMEP “solda bir partidir” demek, kendisini sağda gören emekçilerle arasına yeni ve suni bir duvar örmesi anlamına gelecekti. Bugün de bu durum çok değişmiş değildir. Nitekim partimiz kuruluşundan beri; emekçi sınıfların arasında yürüttüğü çalışmalarda; işçiler ve emekçiler tarafından her hangi bir solcu parti ve çevreden farklı olarak karşılanmıştır. Ayrıca şu da bir gerçektir ki; az çok istikrarlı bir çalışma yapıldığında en sağcı partilerden işçiler kopup partimize katılmakta bir sakınca görmemişlerdir.
Partimiz; “sol gruplarca” kategorik bir ayrım düzeyine yükseltilen “sağ-sol ayrımı”nı reddederek, dünyanın işçiler ve burjuvalar, ezilen uluslar ve emperyalistler olarak bölünmesini kendisine ilkesel bir temel olarak koyarken, aslında yeni bir keşifte bulunmamıştır. Yukarıdan beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi; neredeyse 150 yıldan beri savunulan ve 3. Enternasyonal tarafından da özel bir formülasyonla dikkat çekileri dünyadaki bu temel ayırımı, partimiz kendisine kılavuz edinmiştir. Bu yüzden; 1960’lı 70’li yıllardaki reformcu, revizyonist saldırganlar tarafından biriktirilen Marksist tezler üstündeki tortuyu temizleyerek, alttaki gerçeği ortaya çıkarmış; bu temel tez ışığında politikalarını oluşturmuştur.
Nitekim EMEP, kuruluş süreci de dâhil, bugüne kadar, ilk TİP’in, 1960’lı yılların kendine has koşullarının etkisiyle gördüğü ilgi bir yana bırakılırsa, herhangi bir “sol” partinin, çevrenin görmediği bir ilgiyi görmüştür. Çünkü işçiler ve emekçilerin az çok uyanan kesimleri, EMEP’i kendilerine çok yakın hissetmişlerdir. Örneğin şu ya da bu nedenle ÖDP, CHP, DSP, HADEP’e, hatta MHP ve FP’ye üye olmuş emekçiler bile, emekçi mücadelesi, emekçilerin haklan söz konusu olduğunda EMEP’i kendi partileri saymışlardır. Örneğin; “Kürt olarak HADEP’liyim ama emekçi olarak EMEP’liyim” diyen emekçilerin sayısı oldukça fazladır. Ya da; pek çok işten çıkarılan işçi; avukatına, sendikasına yaptırdığı tazminat hesabını bir de EMEP’e hesaplatmadan rahatlayamamaktadır. Ya da iş yerinde baskıya uğrayan, sendikalaşmak isteyen işçilerin sıkça EMEP ilçelerine, il örgütlerine başvurması ya da işçi, emekçilerin uğradığı bir haksızlık karşısında EMEP hemen harekete geçmemişse, “… Diğerlerini anladık ama EMEP neden bunu görmedi” gibi şikâyetlerin olması elbette ki bir rastlantı değildir.
Elbette burada bir “çelişki” vardır. Yani, Kürt olarak kendisini HADEP’li gören işçinin emek mücadelesinde EMEP’i partisi görmesi, ya da zor zamanda EMEP’e başvuran işçilerin, emekçilerin EMEP’e katılıp politik faaliyete katılmakta yeterince aktif olamamaları bir çelişki; çoğu zaman da, EMEP’in bir eksiği olarak değerlendirilmiştir.
Yığınlara politik ajitasyonda bulunmak ya da partiye şu veya bu ölçüde katılan emekçilerin partilileştirilmesi için çabalarımızı yeterli kılmamak elbette söz konusudur. Ama başı dara düşen işçinin, emekçi sınıftan insanların EMEP’e başvurması, bir HADEP’linin, ÖDP’linin ya da başka partiden birinin patrona, sermayeye karşı mücadele etmek istediğinde aklına gelenin EMEP olması ya da işten atılan işçinin tazminatını bir de EMEP’te hesaplattırarak aldatılıp aldatılmadığını öğrenmek istemesi, olumsuz bir şey değil; tersine partimizin gelişmesinin, emekçiler içinde kazandığı itibarın bir göstergesidir. Ve partimizin emek mücadelesi içinde etkinliği arttıkça, belki emekçilerden sadece yardım için değil üye olmak için de başvuranlar artacaktır; ama her zaman EMEP’ten yardım isteyecek çok geniş bir işçi, emekçi kesimi var olmaya devam edecektir. Hatta EMEP’in etkinliği arttıkça, bu kesimin genişleyeceğinden söz edebiliriz. Örneğin bir kişinin bir yandan “sol” grupların taraftarı görünürken, aslında CHP, DSP gibi partilerle el altından ilişki sürdürmesi elbette onaylanamaz. Bu, “solcuların” geleneksel “iki partililiği”dir. Ama EMEP’e ilgi duyan ve şu ya da bu partiyle bağlantılı olan emekçiler için durum tam tersidir. Bu, EMEP’in emekçiler için bir “çekim merkezi” olduğu anlamına gelmektedir.
Başka bir söyleyişle; diğer partilerden emekçilerin EMEP’e ilgisi; EMEP’in bir başarısı; diğer partilerin üyelerini kendisine çeken bir ayrım noktası yakaladığı anlamına gelir. Çünkü normal zamanlarda o partilerden olup da, sermayeye karşı mücadele söz konusu olduğunda ve kendisini kapitalistlerden ayırmak gerektiğinde, kendisini EMEP’li olarak hissedenler, o partilerden EMEP’e yönelmiş kişiler ya da çevrelerdir. Tersi olsaydı; yani EMEP üyesi birisi kendisini diğer partilerden hisseden bir durumda olsaydı, bu, elbette, bir parti için çok olumsuz bir durum olurdu.

EMEP, İŞÇİLERE, EMEKÇİLERE MÜCADELEDE ‘YARDIM EDEN’ BİR PARTİ
1960’lı ve 70’li yıllarda nasıl “sağ-sol” kavramları ve buna dayanan ayrımlar, toplumsal sınıfların ayrımı yerine geçirilerek ve yalama edilerek kullanılmışsa; “önderlik” kavramı daha da çok yalama edilmiştir.
Denilebilir ki; bütün bir 60’lı yılların ikinci yarısı ile 70’li yılların tümü; devrimde kimin “önder olacağı” tartışması ile geçmiştir.
Çok açık ki; bir toplumsal başkaldırı varsa; kim o başkaldırıyı sahiplenip içinde yer alarak yığınları etkilemişse; mücadelenin önderliğini de o yapmış olur. Bu nedenle de; “kim önder olacak” diye bir tartışmanın olması abesle iştigal etmektir. Ancak o yıllarda yayınlanmış dergileri ve gazeteleri inceleyenler; ister istemez; “herhalde bu tartışmadan kim galip çıkarsa Türkiye devriminin de önderi o olacaktır” sonucunu çıkarabilir.
Böyle bir gereksiz tartışma zemini dışında; o günün koşulları ve işçi sınıfı ile emekçi sınıflarla bağlarının olmamasının da kışkırtmasıyla; önderlik kavramından öte, önderliğin sınıfsal niteliği de kaydırılarak, ancak bu tartışmayı yapacak kadar işi gücü olmayanların önder olacağı; dolayısıyla işçi sınıfının bir devrimde bütün öteki sınıflara, toplumsal tabakalara önderlik etmesi fikri de inkâr edilerek; işçi sınıfı ideolojisini benimsemiş aydınların, daha da çok öğrenci gençlik önderlerinin önderlik edeceği teorisi oluşturulmuştur.
Hiç kuşkusuz bu tezin mucitleri yerli teorisyenler değildi. Troçkizmin bir versiyonundan başka bir şey olmayan; Türkiye’de THKP-C’nin sözcülüğünü yaptığı Swizy-Baran-Magdoff gibi ekonomicilerin, Debray-Marigella-Cabral gibi gerilla teorisyenlerinin, Mao, Çaru Mazumdar ve Guevera gibi popüler devrimcilerin öne sürdüğü muğlâk görüşler; CIA teorisyeni olarak da ünlenen, ama görüşleri geniş bir çevre tarafından savunulan Herbert Marcusse ve adı parlayıp sönen kimi popüler yazarların “yeni sınıf, gençlik” olarak, gençliği artık bütün sınıfların en devrimcisi olarak gösteren fikirlerle dünyaya hızla yayıldı.
Türkiye’de de kendisini kanıtlamak isteyen ve bunun için çıkış yolu arayan her siyasi çevre, bu “yeni” görüşlerden, kendisini meşru gösterme, ama dışındakileri, “mahkûm etmek” için imkân sunan fikirlerden bir demet oluşturup, bir “teori” kurmaya yöneldi. Ve tabii bütün bu “dış kaynaklı” görüşler; “millici bir ideoloji” olan Kemalizm’le de harmanlanarak “ulusal” bir “milli demokratik devrim” tezi geliştirildi. Marksizm’den alınma; sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesinde diğer devrimci sınıf ve tabakalara işçi sınıfının önderliği kavramı da; “ideolojik önderliğe” indirgendi.
THKP-C’nin önderliğine soyunacak olanlar, açıkça; “işçi sınıfı bugün artık toplumun ezilen sınıfı olmaktan çıkmıştır, iyi bir ücret almaktadır; evi vardır, arabası vardır. Zincirlerinden başka da kaybedecek şeyleri vardır ama bizim yoktur” diye düşünmekteydiler. Henüz kapitalizmle ilişkiye geçmemiş olan öğrenci gençler, onların içinden çıkan “profesyonel devrimciler”, ancak onlar, bir devrime önderlik edebilirdi. Dolayısıyla bir demokratik devrim ve ondan sosyalizme geçiş için gereken önderlik, “sosyalizmi benimsemiş aydınlarda” olacaktı.
Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi “eski tüfekler”; Doğu Perinçek ve çevresi gibi, “asker-sivil aydın zümre” hayranı “İsveç’ten ithal Maocular”, gençleri devrimin “öncüsü” ilan ederken; Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi kendilerini sosyalist sayan Kemalistler ise, aynı görüşü biraz daha Türkiye’nin koşullarına uygulayarak savundular. Bu çıkış noktaları, Türk Ordusu’nun “devrimci”, “ulusal kurtuluşçu” gelenek ve buradan gelme niteliği ile harmanlandı; bütün bu görüş sahiplerini adeta birleştirdi. Kısacası; bu görüşlere göre; devrimin vurucu gücü ordu olacaktı. Orduya yol gösteren de; “asker-sivil aydın zümre” yani Kemalist, “sosyalist” aydınlardı. Onun için, Türkiye devriminin kendine has orijinalitesi; “asker-sivil aydın zümre” denilen, Kurtuluş Savaşını da gerçekleştiren “önderlik”ti!
Peki, işçi sınıfı ne olacaktı?
Onun görevi, onun adına hareket edenlerin, “öncü”lerin iktidara gelmesinden sonra başlıyordu. Nasıl Küba’da, Çin’de işçiler devrimden sonra partinin “denetimine” girip; onun önüne koyduğu görevleri yapmanın dayanağı olmuşsa, Türkiye’de de devrimden sonra “siviller” (işçiler, köylüler, memurlar, esnaf ve zanaatkârlar gibi tüm emekçiler); devrimin fabrikalardaki, tarımdaki dayanağı olarak yeniden örgütlenecekti! 9 Mart 1971’de gerçekleştirileceği söylenen ama bastırılıp yerine 12 Mart darbesi geçirilen “devrim” işte böyle bir devrim olacaktı.
Önderlik tartışması; 12 Eylül’den sonra da -kuşkusuz öncesinde olduğu gibi olmasa da- sürdü. Bugün de 12 Eylül öncesinin devamı gibi görünen anlayışlar tarafından şu veya bu biçimde ama sınıfı pek bu işlere bulaştırmadan sürmektedir. Bu anlayış; 12 Eylül sonrası koşullarıyla da birleşince; “önderlik” “önder”e indirgenmiş; sınıfın önderliğinden hiç söz edilmezken; halk hareketleri ya da çeşitli yığın eylemlerine bir örgütün, devrimci öncü örgütün önderliği de bir yana bırakılarak, bizzat örgütün kendi içinde bir kişinin ya da bir kaç kişilik bir “önder grubun” fonksiyonundan söz edilir olmuştur. Önce PKK’de sonra da DHKP-C’de, önderlik, artık, kişinin, parti-örgüt içinde tam ve sınırsız iktidarı olarak algılanır olmuştur. Sanki marifetmiş gibi, kimi “sol gruplar” da aynı hevesle davranmakta; önderliği; “şu ya da bu kişinin örgüt içindeki otoritesinin itiraz edilmezliği” biçiminde anlamaktadırlar.
İşte EMEP; bütün bu geçmişin ve bugünün teorik kavrayış ve pratiğinin olumsuz yanlarının reddi; Marksizm dışı akımların “önderlik” kavrayışlarının eleştirisi temelinde; EMEP’in işçi sınıfı ve emekçiler açısından görevini, “yardım etmek” olarak tanımladı.
Neye “yardım edecek” EMEP?
Her şeyden önce; işçilerin politika yapmasına; işçilerin partilerine girerek, burjuvaziye karşı siyasal arenada savaşmayı öğrenmesine yardım edecek. Onun için de, işçiler, her şeyden önce işçiler, kitleler halinde kendi partisine katılıp onun her kademesinde görev alarak burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadele içinde olacaklar. Elbette burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadele, sendikalarda sendikal bürokrasiye; işçi sınıfı içindeki her türden “sınıf-dışı ideolojilere” karşı bir mücadele ile sürecek. Bu nedenle EMEP; siyasal alanda burjuvazi ve gericiliğe karşı mücadeleyi, ideolojik alanda da bütün sınıf dışı görüşlerin işçiler ve emekçiler üstündeki etkisini yok etmeyi amaçlayan bir parti olarak, sınıfın siyasal iktidarı (diğer emekçilerle birlikte) elde etmesinde sınıfa yardımcı olacak bir parti olarak kurulmuştur.
Bu işi kim, nasıl yapacak?
Herkesten önce; özgürlük ve demokrasi mücadelesi içinde deneyim edinmiş, EMEP’i kuran ve EMEP’in amaçlarıyla kendi amaçları arasında aynılık olduğunu görerek EMEP’e katılan Marksistler; her sınıftan aydınlar, sosyalistler; bir yandan EMEP’i bir mücadele örgütü, öte yandan işçilerin siyaseti öğrendiği bir okul gibi değerlendirerek; her işçinin, siyasete katılmak isteyen her emekçinin yeteneklerini geliştirmek ve onların mücadelenin en önünde yer almalarına yardımcı olmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Hiç kuşkusuz ki; EMEP’in sınıfın içindeki ana faaliyeti; ekonomik ve siyasal düzeni teşhir etmek; bir aydınlatma faaliyetini sistemli ve kesintisiz bir biçimde sürdürmektir. Elbette ki bu görev; gündelik olarak EMEP’in ekonomik ve siyasi mücadelede yer alması, yığınlara yol göstermesi; yığınların en ileri, en fedakâr unsurlarını bünyesinde toplaması; bu ileri kesimlerin sınıf içindeki etkisine dayanarak tüm sınıfın, emekçi yığınların sisteme karşı seferber edilmesi olarak biçimlenir. Dolayısıyla, Marksist literatürdeki “öncülük” kavramı da, aslında, EMEP tarafından “yardım etmek” olarak belirlenen görevin içinde yer almaktadır. Çünkü Marksizm’de önderlik kavramı; 1960’lı 70’li yıllarda olduğu gibi, sınıfın dışından sınıfa dayatılan bir şey değil; tam tersine bir kitle partisine dönüşmeden önce, bizzat sınıfın en ileri unsurlarının örgütü olarak tarif edilen partinin görevidir. Ve bu anlamıyla önderlik görevi, aynı zamanda her bakımdan sınıfın eğitilmesi göreviyle; sadece partiye katılan ileri unsurların örgütlenmesinin ötesinde, tüm sınıfın, hatta tüm emekçilerin örgütlenmesi, eğitilmesi için sınıfa “yardım edilmesi” fikri ile birleşir.
Burada, Aristocu skolastik görüşün dergâhından geçmiş geleneksel “solcu” düşünceden kaynaklı iki soru hemen gelir. Birinci soru; EMEP Marksist, sosyalist bir parti midir? Eğer kastedilen; EMEP’i var eden dünya görüşü, EMEP’in dünyaya bakışı, politikasını oluşturduğu ideolojik zemin ise, elbette EMEP sosyalist, Marksist bir dünya görüşüne sahiptir. Ama EMEP’e her giren Marksizm’i, sosyalizmi benimsemek zorunda mıdır? diye sor uluyorsa; yanıt elbette “hayır”dır. Tam tersine EMEP’teki Marksistlerin, sosyalistlerin görevi; sosyalist olmayan, ama sermayenin gericiliği tarafından bunaltılıp sorunlarına çözüm arayan işçinin, emekçinin her gün daha çok EMEP’e katılarak sosyalist dünya görüşüyle yüz yüze gelmesini, onun ışığında dünyada olup bitenleri kavramasını, giderek onun kendi sınıf görüşüyle dünyaya bakışını sağlama imkânlarını arttırmalarıdır.
Dolayısıyla; EMEP’te sosyalist dünya görüşüyle donanmış işçi sayısı arttıkça EMEP’in sosyalist Marksist karakteri gelişecek; onun sınıf içinde mücadele kapasitesi yükselecek; işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içindeki itibarı daha çok artacak ve elbette EMEP daha çok yeni katılımlarla karşı karşıya kalarak; işçiyi, emekçiyi yeniden yeniden eğitip örgütleyecek, değiştirip dönüştürecek bir okul olarak görevini eksiksiz olarak yapmaya çalışacaktır. Daha doğrusu, böyle bir görevi yerine getirdiği ölçüde, EMEP; hem demokrasi mücadelesine hem de sosyalizm için yürütülen dünya ölçüsündeki mücadeleye daha iyi katkı yapacaktır.
Kuruluş faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte EMEP; işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıf faaliyetleri içinde yer aldı. Örneğin Antep-Ünaldı işçilerine; sendikalaşmanın, sigortanın her işçinin hakkı olduğu fikrinin yaygınlaşması ve sekiz saatlik işgünü uygulaması hakkını elde etmek için eyleme geçmesinde yardım etti. Bu mücadele içinde 20 bin tekstil işçisi hem hak mücadelesi yürüttü, hem de EMEP’i, onun fikirlerini tanıma fırsatı buldu. Bazıları EMEP’e üye oldu; birçok işçi de EMEP hakkında oldukça doğru fikirlere sahip oldu. Ve elbette EMEP; mücadele içinde Ünaldı işçilerine, işçi sınıfının bütün mücadele tarihinden gelen dersleri aktarmaya, nasıl mücadele ederse yenilmeyeceğini, kazandığı zaman bile hayatında hangi değişikliklerin henüz olamayacağına kadar pek çok konuda, sınıfın birikmiş deneyimini, pratik ve teorik bilgisini aktarmaya çalıştı. Benzer bir çalışma, Amasya İplik, Trakya Zümrüt Örme; Tıb-Set gibi işyerlerinde daha küçük çaplı direnişlerde yapıldı; bu bölgelerdeki EMEP örgütlerini, işçiler hem kendi mücadele örgütleri, hem sendikaları, hem partileri, hem evleri ve ocakları olarak gördüler.
Kuruluş öncesi EMEP’in sınıf hareketine son derece önemli değerdeki katkıları bir yana bırakılsa bile, ’98’deki kamu emekçilerin eylemleri, ’99 yazındaki büyük işçi eylemlerinde EMEP; her bakımdan belirleyici önemde roller oynadı. Diyebiliriz ki; EMEP’in etkinliği olmasaydı; ne kamu emekçilerinin “grevsiz toplu sözleşmesiz” “sahte sendika yasasına” karşı eylemleri Kızılay’da taçlanabilirdi; ne de bütün bir ’99 yazını kapsayan ve 24 Temmuz, 13 Ağustos’ta zirvesine varan işçi emekçi eylemleri mücadele tarihine damgasını vurabilecek bir biçimde gerçekleşebilirdi.
Yine son 5 yıl içinde özelleştirmeye karşı eylemlerin gelişmesi; özelleştirmeye karşı mücadelede ortaya konan teorik açılımların yanı sıra; birer birer işyerlerinde gelişen eylemlerin az çok birleşmesinde; bir dayanışma fikrinin gelişmesinde; özelleştirme ile bağımsızlık arasındaki bağlantının saptanmasında ve özelleştirmenin tüm halka karşı bir girişim olduğu konusundaki fikirlerin yaygınlaşmasında, partimiz, belirleyici bir rol oynamıştır.
Sosyal güvenlik yasasına karşı eylemlerde elbette partimizin çağrısıyla alana gelenlerin sayısı, genel açıdan bakıldığında küçük bir yekûn tutar. Ancak, şu bir gerçek ki; sendikal platformlardan ve değişik bölgelerdeki sendika şubelerinden ve bazı genel merkezlerden müdahaleler olmasaydı; Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral’in Başbakan’a verdiği söz doğrultusunda; sorunlar demeçlerle geçiştirilecekti.
Yine EMEP’in yardımıyla bir grup sendikacı; ’99 Mayısı’nda, emekçi sınıfların mücadelesinin uluslararası sorunlarını tartışmak üzere bir Uluslararası Sendikal Konferans düzenledi. Bu da EMEP’in işçi sınıfına “yardım” fikrinin bir başka tezahürüydü. Böylece EMEP; aynı zamanda işçi sınıfının uluslararası karakterini, dolayısıyla sorunlarının da uluslararası karakterini dikkate alarak böyle bir konferansın düzenlenmesini destekledi. Değişik uluslardan sınıftan yana sendikacıların birbirlerini tanımalarına, sorunları birlikte tartışmalarına, ortak davranmak ihtiyacını daha yakından hissetmelerine “yardımcı” olmuş oldu. Ve elbette böylece EMEP, uluslararası sermayeye, onun saldırılarına karşı işçilerin uluslararası birliğinin önemine ve bu birliğin hayati olduğuna dikkat çekmiş oldu.
1998’de düzenlenen Bergama Gençlik Buluşması; gençliğin ve anti-emperyalist mücadelesinin uluslararası bir dayanışması oldu. EMEP; bu toplantıyı destekleyerek; hem Bergama köylülerinin Eurogold’a karşı eylemine destek sağlamış; hem de dünyanın pek çok ülkesinden devrimci, antiemperyalist gençlerin buluşmasına destek vererek anti-emperyalist, demokrat ve sosyalist düşüncenin karşılıklı paylaşımı için yardımcı olmuş oldu. Yine; “Metin Göktepe Davası” açısından, EMEP’in, geleneksel solculuktan farklı olarak, sorunu, Türkiye’deki emekçi sınıfların “özgürlük, basın özgürlüğü ve demokrasi” davasının bir parçası olarak ele alması, davanın bir sistem yargılamasına dönüşmesinin başlıca nedeni oldu. (Böyle bir davaya emekçilerin sahip çıkması ve davanın yıllarca binlerce kişi tarafından, en küçük bir bezginlik belirtisi gösterilmeden kitlesel olarak izlenmesi, ulusal ve uluslararası çapta bir gazeteci davasının böylesi geniş bir destek bulması ilk kez oluyordu). Onca baskı yapan, her renkten onca “büyük gazetecin öldürülen muhabir ve yöneticileri dururken, sade bir gazeteci ve Evrensel gibi mütevazı bir gazetenin muhabiri olan Metin Göktepe’nin öldürülmesinin, Türkiye tarihinin en önemli “basın özgürlüğü” davasına dönüşmesi, elbette rastlantılarla açıklanamaz. Bu davanın böyle bir seyir izlemesinde, EMEP’in elbette belirleyici rolü olmuştur. Dost düşman herkes bilir bunu.
28 Şubatçıların MGK konsepti karşısında halkın uyarılmasında, EMEP, bütün solculardan, “solcu” geçinen partilerden farklı bir tutum aldı. Elbette çeşitli sol grupların pusulasını yanıltan “sağ-sol”, “laik-şeriatçı” ayrımları üstünden kolay politika, EMEP’te yoktu. Tersine; EMEP’in demokrasi mücadelesinde de kılavuzunun işçi sınıfının dünya görüşü olması; ayrımın asıl olarak demokrasi ve özgürlük talepleri üstünden yapılmasındaki ısrarı; EMEP’i, generallerin gündelik politikaya müdahalesine dayanak olacak tutumlardan korudu. Bu yüzden, EMEP; asker müdahalesinin asıl hedefinin şeriatçılar değil; sistemin yenilenmesi operasyonunda devrimci demokrat güçlerin, emekçilerin, işçi örgütlerinin MGK’nın arkasına alınması olduğunu fark etmişti. Geçen zaman içinde, bu, apaçık görüldü. Ama “sağ-sol” üstünden siyaset yapan İP, SİP hatta aşırı “sivilci” ÖDP bile, bu gerçeği henüz görebilmiş değil. HADEP ise; bundan böyle generallerin her yeni müdahalesini “barış sürecine katkı” diye yorumlayacağını gösteren bir hatta doğru ilerlemektedir.
Burada EMEP’in eylemlere etkisi ve emekçilerle kurduğu sıcak ilişkilerden söz ederken; bir EMEP övgüsü yapmak istemiyoruz. Zaten bir bütün olarak süreç ele alındığında, EMEP’in üstüne düşenleri yeterince yaptığını söylememiz mümkün değil. Tersine EMEP; bulunduğu hatta sağdan soldan estirilen rüzgârlara karşı daha kararlı durabilse ve kendi pozisyonunu yeterince değerlendirecek yöntemler devreye sokmuş olsaydı; elbette bugün işçi-emekçi hareketine çok daha fazla nüfuz etmiş; hareketin istikrarı bakımından çok daha önemli bir pozisyon tutmuş olurdu. Bu yüzdendir ki; burada bir övgüden değil ama eksik buçuk da olsa doğru bir pozisyon alındığında; işçi sınıfının, emekçilerin, devrim ve demokrasi davasının ihtiyaçlarına uygun bir pozisyona geçebileceklerinden, sağ-sol ayrımı gözetmeksizin sermayeye karşı mücadelede birleşebileceklerinden; sendikal bürokrasinin ve hükümetin engellerini aşabileceklerinden; daha da öte; sınıfın ulusal ve uluslararası birliği için, tüm halkın emperyalizme karşı birleşmesi için, imkânların var olduğundan; bunların geliştirilmesi için; EMEP’in tarifinin doğru yapıldığından söz ediyoruz. Hepsinden önemlisi, burada, EMEP’e ne büyük görevler düştüğünü göstermek için tüm bunları dile getirmekteyiz.
Bugün EMEP ve karşıtları arasında süren tartışma bir yanıyla son derece tarihsel; ama öte yanıyla da son derece günceldir.

Kasım 1999

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑