“Paralel devlet” kavramı yeni moda oldu. Önceki terminolojide yoktu. Murat edilen, eskiden “derin” sıfatıyla tarif edilip tanımlanırdı. “Karanlıklar”ı işaret eder, adını duyana korku salardı: “Derin devlet”! Güncel ihtiyacı karşılamadığı, fazla amiyane kaldığı ya da eski kavramsal çerçevelere gönderme yaptığı, oysa bilindik çerçevenin de geçmişte kaldığı ve amacı hasıl edecek yeni bir çerçeve ve içinden çıkılmayı zorlaştırıp yeterince kafa karıştıracak yeni kavramsallaştırmalara ihtiyaç duyulduğu düşünülmüş olmalı ki, uyduruk yenilik olarak çağrıldığında sökün edip geldi, yayıla yayıla tartışmaların ta orta yerine kuruldu.
Oysa “derin devlet” tabiri Susurluk’la birlikte “piyasa” yapmıştı. Devletin “derinleri”nde ya da “çekirdeği”nde olana işaret ettiği ileri sürülmüş; rivayet muhtelif olsa da, kavramdan iki başlıca şey anlaşılmıştı: Bir, devleti asıl olarak çekip çeviren “çelik çekirdek denen şey; ve iki, devletin egemenlerce ihtiyaç duyulan, ama burjuva yasallığına sığmayan, sığdırılmaya çalışıldığında “hukuk devleti” teranesine yer kalmayacak kirli-paslı işlerinin yürütüldüğü gizli mekanizma. Rivayetin muhtelif olmasında sakınca yoktu; bu iki işlev birbirini tamamlar, ama biri diğerini yok saymaz ve açığa düşürmezdi.
Bu “derinlik” örgütlenmesinin görülüp üzerinde konuşulmaya başlanması Susurluk’la gündem olmuştu, ancak evveliyatına bakıldığında, çok eskilere giderdi. Osmanlı tarihinde pek bol olan, yeri geldiğinde valide sultanların bile düzenledikleri saray darbeleri ve örgütlenmeleri bir yana bırakılırsa, modern darbecilerin ilklerinden olan, kendisine karşı darbeye kalkıştığı iddiasıyla Enver tarafından gözden çıkarılıp tutuklandığı Davutpaşa Kışlası’nda bile belinden tabancaları alınamayan Yakup Cemil’iyle, Teşkilât-ı Mahsusa (Özel Örgüt), sultanların bostancıbaşılarının ardından adından söz ettirmiş herhalde ilk “yapı”dır. Ama “derin devlet” denmemiş, modern zamanların bu adı akıllara gelmemiştir.
1912 Balkan Savaşı yenilgiyle sonuçlanınca, “Hükümet Bulgarlara Edirne’yi nasıl verir?” şayiasını yayıp, başlarında Enver ve hemen arkasında Hükümet binasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı şakağından vuran “fedaisi” Yakup Cemil, “Babıali Baskını” olarak anılan 20. yüzyılın ilk darbesini, Teşkilât-ı Mahsusa birliklerini harekete geçirerek gerçekleştirmişlerdir. Enver 1908’in ardından “Hürriyet kahramanı”dır, ama bu İttihat Terakki’yi iktidara taşıyan bu “baskın”la, “Paşa”, “Harbiye Nazırı”, “Başkumandan Vekili” ve “Damat” olmuştur. M. Kemal de, Çerkes Ethem’in çeteleri ve fedaisi Topal Osman’la önce “Gazi”, sonra “Atatürk olmuş, olurken de, tıpkı Enver’in Y. Cemil’i harcaması gibi, ikisini de harcamıştır.
Amaç tarih anlatmak değil; devleti ve darbeyi örneklemek. Devlet, koca Osmanlı devletidir. Sonuna gelse de, hâlâ fazlasıyla büyüktür ve kendi yükünü taşıyamamaktadır. En başta “Kahrolsun İstibdat”, “Yaşasın Hürriyet” şiarıyla 1908 Demokratik Devrimi’nin başını çeken İttihat ve Terakki, millici yönelimiyle Osmanlı’nın çözülüşüne de çare aramakta, çözüm olduğunu düşündüğü Türkçü ve İslamcı yönelimiyle, Libyadan Balkanlara, geniş Osmanlı topraklarında emperyalistlerce de teşvik edilen ulusal isyanlara karşı gerilla (ya da kontrgerilla) savaşını örgütleme uğraşındadır. Çoğu üyesi subaydır. “Mahsusa”nın kuruluşu 1911 tarihlidir.
Başbakan’ın iddia ettiği ve zarar verenin “vatana ihanet” ettiğini ileri sürdüğü MİT’in bugünün emperyalist dünyasının bir bağımlı ülkesinin kirli paslı işlerini gören bir gizli örgüt olarak millilikle bir alakası yoktur, ama ortaya çıktıklarında hem İttihat Terakki hem de Teşkilât-ı Mahsusa millidirler; ikisi de sonradan, Babıali Darbesi’nin ardından Alman işbirlikçisi yardakçılar haline gelmişlerdir. Ama burjuva üst sınıf örgütleri oldukları, üstelik ikincisinin gizli bir örgüt olduğu ve tam da AKP ve Başbakanının bugünkü deyişiyle “paralel bir yapı” görüntüsüyle bir “derinlik” oluşturarak, sonuçta devleti bir İttihatçı devlete dönüştürdüklerinden şüphe edilemez. Tartışacağız; ancak baştan söyleyelim ki, devlet ya da siyasal iktidar zaten bu demektir, başka bir şey değil.
*
Güncel tartışma şudur: “Paralel devlet” nedir? Devletin “derini”ne mi dairdir; “paralel devlet” denince, doğru ya da yanlış, tıpkı “derin devlet” dendiğinde anlaşıldığı gibi, aynı zamanda kirli-paslı olanlar da içinde tüm ihtiyaçlarını karşılayarak devleti çekip çeviren asli güçler mi kastedilmiş olmaktadır, yoksa başka bir şey mi? Örneğin, devlet içinde, aslında devlete karşı ve onu, yani devlet iktidarını ele geçirmek üzere örgütlenmiş bir “yapı” mı, “devlet içinde devlet” mi söz konusu edilmektedir? At mıdır deve mi?
“Çete” dendiğinde hemen hiç kimse kimse yok dememekte, diyememektedir. Ama kimi orijinallik peşinde, kimiyse kafa karışıklığı yaratıp bir ucundan daha örtüleme amacını gerçekleştirmek üzere adıyla sanıyla “devlet” vurgusuyla “paralel yapılar”dan söz ettiğinde bir diğer tartışmanın güncelliği belirginleşmektedir: Moda tabiriyle fazlasıyla “manidar”dır; “paralel devlet” tartışmaları neden başka bir zaman değil, ama tam da rüşvet ve yolsuzluk soruşturmaları başgösterdiği ve hükümet ayağının altındaki toprağın kaymaya başladığını anladığı 17 Aralık ile birlikte ortalığa saçılıp gündemi kaplamıştır? Neden? Rüşvet ve yolsuzluğu ve kamu vicdanının buradan şekillenmesini önlemek üzere örtüleme mi? Örtülemeyle birlikte saldırıyı püskürtmeye yönelik bir karşı saldırı mı? Yoksa Başbakanın yana yakıla inandırmaya uğraştığı tez mi doğrudur: Gerçekten soruşturma konuları olan rüşvet ve yolsuzlukla birlikte her şey hükümete yönelik bir darbe girişiminin dayanaklarını oluşturmak üzere “paralel devlet” denen şeyin bir komplosundan mı ibarettir? Ya da son şık: Yürüteceğimiz “paralellik” tartışması bir yana, ikisi birden mi; çete örgütlenmelerine sahip iki tarafın bir iktidar kapışmasında birbirinin boğazına sarılması ve bu kapsamda birbirlerinin rüşvet ve yolsuzlukları, finansal ilişkileri ve TIR ve “imamları”yla birlikte örgütlenmeleri ve siyasal eylemlerindeki kirlilikleri ifşa etmeleri mi?
Sonunda tartışma ve sorular kendiliğinden iki belirgin temele indirgeniyor: Bir; rüşvet ve yolsuzluk var mı yoksa komplo mu? – Hükümet bu soru ve yanıtından kaçma telaşındadır. Ve iki, tüm deyişler en başta Başbakanın olan “çete”, “örgüt” ya da “paralel devlet” nedir, ne değildir?
Hükümetin içinde milyon dolarlar olan ayakkabı kutularıyla, dağıtılmış on milyonlarca dolar rüşvet ve daha da fazla tutan en azından dört bakanın adının karıştığı yolsuzlukları unutturmaya ve bu nedenle de “komplo” ve “darbe” tartışmaları kasırgası estirmeye çalıştığı görünür gerçektir. Fazla sıkışıldığında “tabii soruşturmalar sürecektir” türünden laflar edilmekte, ama, soruşturmaların hem unutturulması ve hem de kapattırılması için elden gelenin arda konmadığı konuyu uzaktan bile takip eden herkesin malumudur. Konuyla ilgili tüm savcılar işten el çektirilip sürüldüğü gibi, yeni gelenler hem görevden almalarla yaratılan baskı ortamı hem de emirlerini uygulayacak polis bulamama nedeniyle iş yapamaz haldedir. Hâkim teminatı ve yargı bağımsızlığıyla tarafsızlığının laf düzeyinde bile ileri sürülebilmesi imkânı bırakılmayacak düzeyde yürütme yargıya müdahale etmekte ve bunu HSYK düzenlemesiyle yasaya bağlamaya çalışmaktadır. Binlercesi oradan oraya sürülerek, polis de hallaç pamuğu gibi atılmıştır, atılmaktadır. Dolayısıyla rüşvet ve yolsuzluk tartışması ve soruşturmasına cesaret edip el atacak bir yetkilinin kendini fedayı göze alarak ortaya çıkması olağanüstü zorlaştığı gibi, yalnızca yürütme güç ve yaptırımlarıyla değil, ama kontrol edilen medya ve yaygın örgüt aracılığıyla da hem komplo oldukları ileri sürülerek hem de bu komplo veri alınıp hükümete karşı darbe örgütlendiği iddia edilerek, tartışma ve kamuoyu algısının bu eksene kaydırılıp getirilip “paralel devlet” denen şeyde düğümlenmesinde belirli bir başarı sağlanmış görünmektedir.
Öyleyse; nüfusunun önemli bir çoğunluğunun asgari ücret ve altına çalıştırıldığı, yoksulluk ve sefaletin diz boyu ve yaygın olduğu bir ülkede kamu vicdanını derinden yaralamaması ve kolayca unutulması zaten mümkün olmayan para dolu ayakkabı kutularının simgelediği hem yetim ve hem de kul hakkına göz dikilmiş olmasının örtüsü olmasına izin vermeden, tersine bir saçmalamaden ibaret olduğunu göstermek üzere “paralellik” iddiasının ele alınması gereklidir.
Kast ya da söz konusu edilenin ne olduğu, tahmin edileceği gibi önemsizdir; çünkü sonuçta, subjektif değerlendirme, saptama ve iddialardan öte geçmezler. Nesnelliği tanımlama iddiasında oldukları, bu iddiayla ileri sürüldükleri durumda önem kazanırlar ve problem ya da tartışma, nasıl tanımlandığı değil, ama gerçeğin ne olduğuna ilişkinleştiğinde değerlenir. Yoksa laf-ı güzaf olmaktan öte gitmez. Ama durumu açıkladığı, devlet katlarındaki güncel çatışma ve hesaplaşmayı tanımladığı ileri sürüldüğünde, tartışmadan kaçılamaz, katılmak farz olur.
Nedir “paralel devlet”? Bu kavram kullanılarak ne söylenmiş olmaktadır?
Ama önce, Teşkilât-ı Mahsusa ile başladığımız yolculuğa devam edelim.
BAŞKA “PARALELLİKLER” YOK MU?
Teşkilât-ı Mahsusa biricik midir; ortaya çıkmış, hükmünü icra edip, türünün tek örneği olarak tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolup gitmiş midir?
Olur mu? Ne Osmanlı’dan modern Türkiye’ye bu topraklar ne de yedi iklim dört kıtada hüküm ferman olmuş ya da olan geri kalan tüm burjuva devletlerin herhangi biri “özel örgütler”i tanımadan edememiştir ki, Susurluk’ta ucundan görünen de, o günlerde adı “kontrgerilla” olarak doğru konmuş olan bu “özel örgüt”ten başkası değildi.
Teşkilât-ı Mahsusa milli bir “özel örgüt”tü demiştik. Öyleydi. Merkezi feodal Osmanlı devletinin çöküş koşullarından asıl olarak Türk milliyetçiliği ve Türkler büyük çoğunluğuyla Müslüman ve “yıkıcı” bağımsızlıkçı hareketler “gayri Müslim” olduklarından milliyetçiliğin hizmetine koşulmuş İslamcılıkla çıkmayı denemek üzere ortaya çıkan İttihat Terakki’nin örgütlenmesinin parçasıydı. Sonradan Almancılaşmak, bunu değiştirmez. Özel örgüt olarak Mahsusa da Alman emperyalizmiyle işbirliğine yöneldi sonradan; ancak bu kuruluşundan itibaren bir Almancı manivela olarak şekillenmesi anlamına gelmedi.
Bu şundan önemli ki; Susurluk’ta deşifre olan, örgütün diğer bir adı olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nun eski komutanı ve MGK’nın eski Genel Sekreterlerinden S. Yirmibeşoğlu’nun deyişiyle “muhteşem bir örgütlenme ve Özel Harp işi” olan 1955 6–7 Eylül Olayları ile ünlenmiş kontrgerilladan farklıdır, Teşkilât-ı Mahsusa. O milli bir örgüt olarak kurulup Alman emperyalizminin hizmetine koşulmuşken, kontrgerilla, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, antikomünist amaçlarla halk ayaklanmalarını bastırmak üzere Amerikan ST–31 Sahra Talimnamesi uyarınca dolaysız bir biçimde Amerikan emperyalizmin kontrolünde, NATO’ya bağlı bir “özel örgüt” olarak kurulup örgütlendirilmiş; millilikle, milli çıkarlarla uzaktan yakından bir ilişkisi olmamıştır.
Hiyerarşik yapı ve emir-komuta ilişkisinin bozulup çalışmadığı 27 Mayıs’la ilgili kontrgerillanın katkısının olup olmadığı ya da ne ölçüde ve nasıl olduğuna dair açıklanmış bilinen belge bulunmamaktadır. Elde iki veri vardır: Bir, doğrudan örgütlememiş olmakla birlikte, ABD 27 Mayıs darbesine “yeşil ışık” yakıp olur vermiş; darbeyi gerçekleştiren cunta da ilk işi olarak, sonradan MHP’ye “Başbuğ” olan Alpaslan Türkeş’in ağzından “NATO ve CENTO’ya”, dolayısıyla Amerika’ya “bağlılık” açıklaması yapmıştır. Ve iki, özel örgüt olarak kontrgerilla, önemli ölçüde iktidarı elinde tutan ve Genelkurmay’a da –komutanlığa getirmiş olduğu kendisine biat etmiş R. Erdelhun aracılığıyla– hâkim olan Bayar-Menderes çetesinin etkinliğinde ve onun etkinlik dayanağı durumundayken, Amerika’nın “yeşil ışık”ına da bağlı olarak az çok hareketsizleşmiş, hatta belirli ölçülerde cuntayla içiçe geçerek, darbenin önünü açmış olmalıdır. Çünkü ne kontrgerilla ve ne de MİT’ten Bayar-Menderes iktidarına Cunta etkinliğiyle ilgili bir istihbarat sızdırılmamıştır. 27 Mayıs’ta, Kurtuluş Savaşı günlerinden sonra ilk kez ciddi bir iktidar kavgası yaşanmış, bu kavga özel örgütlenmelere de şüphesiz yansımış ve kavga sürecinde kontgerillanın komutasında da bir ekip değişikliği gerçekleşmiştir.
12 Mart’a, hiyerarşik yapısı ve işleyişi kırılarak bir kez “düzeni” bozulan devlet iktidarın oturmamışlığı, iktidar kavgası devamı ve iktidar değişikliğinin de yarımlığı koşullarında varılmış; hesaplaşma, bu kez, faşist bir hükümetin devrilmiş olmasının kolaylaştırdığı ortam içinde halk ve özellikle gençlik muhalefetinin gelişmesinin de etkisiyle değişen koşullarda yeni bir darbeye taşınmıştır.
Önemli fark; 27 Mayıs’a gidilirken, ABD, çıkarlarını yeterince koruyup kollayamayan, çünkü Amerikan egemenliği ve yağma çarkının sorunsuz dönebilmesi bakımından ülke ve halkını denetim altında tutmakta sorunlarla karşılaşan ve hizmetini aksatması nedeniyle gidişine “olur” vererek at değiştirmeyi uygun görmüşken.. 12 Mart’a giden süreçte, 27 Mayıs’ın “rövanşı”nı önemli ölçüde alarak Bayar-Menderes Hükümeti’nin devamcısı bir hükümet kurmayı başaran Demirel Amerikan çarkının da dönüşü bakımından ülke ve halkını denetim altında tutmakta zorlansa bile, gelişen halk muhalefetinin hükümet karşıtlığıyla birlikte başlıca anti-emperyalist taleplere sahip olması nedeniyle, bu kez ABD’nin, hükümetin gidişine olur vermeyle yetinen bir “yeşil ışık” yakmak yerine “özel örgüt” aracılığıyla hesaplaşmaya doğrudan müdahale etmesindedir.
Bir uzantısını MİT’in oluşturduğu kontrgerilla 12 Mart sürecinde olağanüstü aktiftir.
27 Mayıs’ta gerçekleşen iktidar değişikliğinin, kendi içinde de hesaplaşma ve tasfiyelerle, örneğin Albay Talat Aydemir cuntasının 22 Şubat ’62 ve 21 Mayıs ’63 darbe girişimleriyle, örneğin Türkeş ve cuntasının oluşturduğu 14’lerin tasfiye ve yurtdışı görevlere sürülmesi vb.nin ardından belirginleşen, CHP aracılığı ve onunla birlik üzerinden cuntalardan arındırılıp devletlûlaştırılma operasyonundan geçirilerek emir-komuta zinciri içinde yeniden hiyerarşik hale getirilerek çekidüzen verilen egemen ekibi, bu süreçte bir yandan gücünden kaybeder.. Bir yandan da sonradan “1 numara” olarak devletin başına kurulacak Demirel’in şahsında eski egemen ekibin devamcıları güç kazanırlar. ’65 Seçimlerini kazanan Demirel ve AP’si hükûmeti kurar, ama bu iktidar kavgasının sonu olmaz, kavga “derinler”de sürer. Hem “özel örgütler” içinde ve hem de kuşkusuz bu özel örgütlerle bağlantılı ordu içindeki cuntalar arasında.
12 Mart’a gelirken, bugün devlet içinde örgütlü iki çeteye benzer şekilde, asıl olarak ordu ve onunla bağlantılı olarak adli vb. bürokrasi ve kuşkusuz derinlerdeki “özel örgüt” içinde örgütlenmiş iki cunta ya da çete vardır. Birisi, ordu içinde de belirli komutanlıkları elinde bulunduran, birbirleriyle temas halinde üç beş ayrı cunta olarak örgütlü 27 Mayıs darbecilerinin devamcıları olarak uzantıları. Diğeriyse, 27 Mayısçı ekibi püskürtüp NATO’ya bağlı örgütlenmesini pekiştiren “derinler”deki yapılanmaya dayanan yeni iktidar sahiplerinin yine başlıca ordu ve sivil bürokrasi içinde örgütlü cuntası. Ordu en tepeden bölünmüş haldedir –Kara ve Hava Komutanları “sol cunta” adıyla faal birinci ekibe dayanma görüntüsü altında oradan güç almakta ve Genelkurmay Başkanı 1. Ordu Komutanı ile “sağ cunta”yı teşkil etmektedir. Bu kez, 27 Mayıs’tan farklı olarak, istihbarat çalışmakta ve “sol cunta” ile temaslarında bir Korgeneralce dinlenip ihbar edilerek yakalanan ve Genelkurmayca hükümetin istifa ettirilmesi taviziyle ortak hiyerarşik harekâta “ikna edilen” iki Kuvvet Komutanının satıp ortada bıraktıkları dayanakları tutuklanıp yargılanırlar; 9 Mart’taki başarısız “sol darbe” girişiminden 12 Mart faşist darbesine gelinir.
12 Mart’ın güç yetiremeyip yarım bıraktığı halk muhalefetinin tasfiyesini tamamlamak 9,5 yıl sonra gelen 12 Eylül kanlı faşizmine düşer. Bu kez yine ordu içinde farklı gruplaşmalar olarak, henüz nerede başlayıp nerede bittikleri kesinleşmiş olmayan fluluklar içinde birkaç cunta vardır; ancak düzen 12 Mart öncesine göre daha oturmuştur. Önemlisi “solculuk” taslama durumunda cunta yoktur bu sefer. “Solcu” edebiyat 12 Mart öncesinin halk hareketi üzerine binerek yükselen ve itibarını kemirerek onun “kesesi”nden yiyen Ecevit’in kontrolündeki CHP tarafından yapılmakta, onun yatıştırıcılığına ve düzenin tüm oturmuşluğuna karşın yine de halk muhalefeti egemenlerce olağan parlamenter yollardan ezilip püskürtülememektedir. Ardından tanık olunacak sitemler bir yana, bir iktidar kavgasınının hemen hiç yaşanmadığı, doğrudan halk hareketini hedef alan ve dolaysızca özel örgütün işlevsel olduğu bir darbe olarak 12 Eylül, Türkiye’de türünün tek örneği olmuştur. Yine de darbedir şüphesiz ve özel örgütçe özel olarak örgütlenmiştir.
“Post-modern darbe” olarak tanımlanan, ama düpedüz bir darbe olan 28 Şubat’ta ucundan görünen iktidar kavgasına zorla müdahale edilmiş ve iktidarın ucundan tutmaya yönelen merkez sağın bir kesimiyle el ele vermiş siyasal İslâm’ın iktidara yürüyüşünün önü kesilmek istenmiştir. Ancak bunun zahiri amaç olup olmadığı tartışmalıdır; çünkü görünüşte Erbakan İslamcılığının önünü kesmek üzere ona yapılan operasyonun meşru ya da gayrı meşruluğu tartışmalı çocuğu olarak Fazilet ve sonra Adalet ve Kalkınma partileri ve kurucu lideri olarak Erdoğan’ın önü açıldığı tartışma götürmez bir gerçektir. Milli Görüşçü Erbakan’ın yerini almak üzere dizayn edilen, kısa sürede iktidar olacak siyasal örgüt olarak FP ve isim değişikliğiyle AKP, başında Erdoğan, özelleştirme, taşeronlaştırma ve bilumum esnek çalışma uygulamalarıyla dünya kapitalizmine entegrasyonu, Amerikan çıkarlarıyla uyumlanmayı ve onun hizmetine koşulmuş İslamcılığı savunmak üzere, 28 Şubat ve arkasındaki Amerikan emperyalizmi tarafından ortaya sürülmüştür.
28 Şubat’ta bir iktidar kavgasının sadece ucu görünmüş ve hemen müdahale edilerek önü alınmış, ama, kavga “derinler”e, özel örgütlere sirayet etmeden, sakatlanmış uzvun kesilip atılmasıyla, neredeyse daha başlamadan bitmiştir. Ancak belirtildiği gibi, AKP’nin bir “28 Şubat ürünü” olması dolayısıyla kavganın başlamadan bitirildiği mi yoksa bir “ray” değişikliği ile eski yolundan saptırılmak üzere düzenlenen müdahale/darbe ile yeni mi başlatıldığı tartışmalıdır. Ancak tartışmasızdır ki, 28 Şubat’a gelirken ve 28 Şubat sürecinde devlet içinde birden fazla çete ya da cunta yoktur; özel örgütler örneğin 12 Mart’taki gibi bölünmüş halde değildir.
Sonra, ülkenin yakın tarihinde tanık olduğumuz, “askeri vesayet”in tasfiyesi ile sonuçlanan Balyoz, Suga, Ergenokon vb. adlarıyla bilinen darbe girişimleriyle örgütçüsü darbecilerin oluşturduğu cuntalara ve “derinler”deki özel örgütle bağlantılarına ve bu bağların giderek kopuşuna gelinir. 1 Mart 2003 Irak Tezkeresi’nin reddinin generallerin sırtında kalmasının ardından, özellikle 2004 Ocak ve 2005 Haziran ziyaretleriyle kararlaştırılan BOP çerçevesinde “ılımlı İslâm”ın “stratejik ortaklık”ın başlıca dayanaklarından biri olmasına yönelik eleştirileriyle birleştirerek tutturdukları Avrasyacı söylemin oluşturduğu tepkiler, 2006 Eylül sonu Ekim başı kritik Washington Ziyaretindeki son gözlem ve alınan sözlerin sonrasında, generallerin üzerlerinin çizilmesine varır. Generallerin son atağının önünü kesmek üzere Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın yayınladığı 27 Nisan “e-muhtırası” son resmi darbe girişimi olarak görünür, ama aslında yatıştırma amaçlıdır. Ancak bir “iktidar kavgası” ve onunla karakterize bir dönemin sonu olur. Çok geçmeden ve üstelik bu kez ilk defa bir Genelkurmay yetkilisinin, sonradan ağır hapis cezasına çarptırılacak 2. Başkan Ergin Saygun’un katılımıyla Beyaz Saray’da bir toplantı düzenlenen 5 Kasım 2007 Washington Ziyareti ile kavganın sadece noktası konmaz, ama yargılamaların önü açılır.
“Derin devlet” olarak tanımlanan kontrgerilla ya da özel örgüt, bir NATO yapılanması olarak en çok Amerika’nındır, onun denetimindedir ve şairin yiğitler için dedikleri yiğit olmayan işbirlikçiler açısından da geçerli olur: “Ejderha olsan kâr etmez”, “canım alırlar ecelsiz”! Amerikan emperyalizmi, en kolay elinde tuttuğu/tutacağı özel örgütlerle birlikte işbirlikçi tekellerle olan içli-dışlılığı, iktisadi, mali gücü, siyasal yön verme ve dayatma yetenekleri, stratejik üstünlükleri dolayısıyla tüm devlet iktidarı üzerinde en etkili güçtür.
Ve iktidar kavgasında generallerin “vesayeti”ni birlikte alt eden neoliberal siyasal İslâm’ın iktidar bloğunun, AKP-Cemaat birliğinin kendi arasındaki son iktidar kavgası… Tıpkı uzun on yıllar boyunca general çetelerinin arkasında durup işlerini en başta onlara emanet edip gördüren Amerikalı emperyalistlerin arkalarından çekilerek AKP-Cemaat ittifakının arkasına geçmeleriyle önceki iktidar kapışmasının noktasının konmuş olması örneğinde olduğu gibi, bahse konu asıl “değişken”in “desteği” ya da doğru deyişle güdümündeki yeni “yer değişikliği”nin “son kavga”nın da sonucunu tayin edeceği anlaşılıyor. Peki Amerikalı “değişken” ve “desteği” ne durumdadır? Örneğin 2006 ya da 2008’deki “yeri”nde mi durmaktadır? Böyle olmadığı ortalığa saçılanlardan bellidir.*
CUNTALAR/EKİPLER GELİP GEÇİCİ ÖZEL ÖRGÜTLER/ÇETELER KALICIDIR
Kısa tarihçe, iktidar çatışmalarının kural olduğunu göstermek bakımından önemliydi. Bir de, iktidar hesaplaşmalarının, yine kural olarak, önüne yayılmacılığı koymuş olsa bile –ne yazık ki!– kendine yeterli bir emperyalist kapitalist mihrak oluşturmayan, işbirliğine mahkûm Türkiye gibi bir ülke bakımından güdücü dış güce, yakın tarihte ABD’ye ihtiyaç duyuyor olmasının altı çizilmelidir. Sonuncusuysa, bugüne kadarki örneklerin iktidarın güçle ve kuşkusuz silah gücüyle elde edilip yine bu güçle elde tutulabildiğini gösterdiğidir ki, 2007 27 Nisan Muhtırası’nın püskürtülmesiyle kritik eşiği atlanan son iktidar değişikliği dışındakilerin tümü, ordu içindeki –şüphesiz silahlı– örgütlenmelere/cuntalara dayalı olarak gerçekleştirilmişlerdir. İstisnalar kaideyi bozar mı bozmaz mı? Bu herhalde günümüzde yaşanmakta olan iktidar kavgası çerçevesinde bir sonuca bağlanacak, silahlı örgütlenmelerin/cuntaların iktadar kavgalarında –hiç değilse bir tarafın örgütlülüğü bakımından– kural olup olmadığı görülecektir. Önemsiz değildir: Bir önceki çatışmada generaller çetesi, evet silahlı bir örgütlenmeye sahip olmayan AKP tarafından değil, ama Amerikan gücüyle alaşağı edilmiştir ve bu, bugünkü çatışma bakımından da mümkündür! Gücünü silahlara kumanda etmekten alan eneraller çetesini tasfiyeye güç yetiren güç, şüphesiz, gücünü dini değerlerin istismarıyla kitleleri yedeklemesinden alan AKP’nin üstesinden de gelebilir.
AKP’nin dini ve dini değerleri istismar etmesi örneğinde olduğu gibi, tümü din, vatan, millet vb. gibi bir dizi “kutsallıklar”ı istismar ederek, burjuva fraksiyonlar olarak, kendi dar ve burjuva daha kapsayıcı olsa bile her iki durumda da özel çıkarlarını halkın genel çıkarları olarak göstermeyi başararak burjuvazi adına iktidarı ellerinde tutan “ekipler”in gelip geçici olduklarını örnekleriyle gördük. Kaç cunta gelip geçti, kaç hükümet kurulup yıkıldı, kaç ekip değişti. Ama değişmeyen, hiç değilse görece uzun süreler boyunca az-çok değişmeden kalan “sabit”ler de yok değildir ki bunlar burjuva devletlerin olmazsa olmaz kurumlarıdır ya da burjuva devlet dendiğinde akla gelenlerdir.
Nedir bunlar? Ya da burjuva devletin temel kurumları nelerdir?
Parlamentolar mıdır örneğin? Böyle olmadığı, hiç değilse Türkiye bakımından tartışmasızdır! Kurtuluş Savaşı’nı Meclis’in komutasında vermiş olmakla övünenleri çok olsa bile, örneğin bir İngiltere olmayan Türkiye’nin parlamentosuz devlet örgütlenmelerini tanıyıp yaşadığı bilinir. Yalnızca 12 Eylül günleri bile parlamentonun burjuva devletin temel bir kurumu olmadığının kanıtıdır. Orada bol tartışma yapılır, hatta zaman zaman karete ve boks müsabakalarına da özenenler çıkar, ama parlamentoyla ülke yönetildiği iddia edilemez. Devlet işlerinin parlamentolarda kararlaştırılmadığını, orada vekillerin “lider” denen birkaç kişinin el işaretine bakarak oy kullandıklarını çocuklar bile bilir.
Devlet işleri parlamentolarda kararlaştırılıp yürütülmez, ama, kurmay odalarıyla sivil bürokratların doluştuğu koridor ve lobilerle sair çalışma mekanları, bu işin kotarıldığı yerlerdir.
Askeri ve sivil bürokrasi, devletin başlıca dayanağı olan vazgeçilmez iki temel kurumudur. Hükümetler bile değildir, biri gider biri gelir, değişirler ve sonuçta devlet işlerinin çekip çevrilmesini, yani yürütülmesini yapmaz, ama bu yürütmeyi koordine ederler. Asıl yürütme gücü, Başbakan ne denli “sandık”a ve “milli irade”ye atıfta bulunursa bulunsun, lafı güzaftır; atanmışlardan, “özel görevliler” toplamından oluşmuş memurların elindedir ve bu yönüyle burjuva devletlerin bir “memurlar egemenliği” olduğunu söylemek yanlış olmaz! Tabii ki “yüksek memurlar”! Üst bürokrasi! Askeri şeflerle sivil yüksek bürokratların oluşturduğu “özel görevliler”.
Neden? Çünkü burjuva devlet, burjuvazinin özel çıkarlarını halkın genel çıkarları olarak gösterecek, kabul edilmediğinde dayatacak “özel görevliler”e ihtiyaç duyar, ihtiyaç duymadan edemez.
Egemenlik altında tutulmakta olan halkın rızasını sağlama bağlayacak ideolojik ve eğitsel örgütler kuşkusuz ihtiyaçtır. Medya, okul, cami –bu örgütlerin aygıtlarındandır. Ancak burjuva devletin iki asıl kurumundan biri, eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmeyip itiraza kalkıştığında bu itirazı bastıracak “özel silahlı adam”lardan oluşan kurumlardır: Sürekli ordu ve polis birlikleri bu “özel silahlı birlikler”in önde gelen ikisidir. Ancak burjuvazinin gelişip çeşitlenen yönetme ihtiyaçları “özel harekât” gibi daha “özel” olanlarla, MİT, JİTEM gibi “özel” ve gizli olanları da zorunlu kılmıştır ve tüm burjuva devletlerin benzeri kurumları bulunur ve bunlar giderek mükemmelleştirilirler. Devletin iki asıl kurumundan ikincisiyse adıyla sanıyla bürokrasidir. Çeşitlidir: Asıl işi vergi toplama olan ve tüm kurumlarıyla birlikte halkı baskı altında tutup yönetme ve gerektiğinde bastırma aygıtı olarak devletin finansmanını sağlama işini yürüten maliye bürokrasisi.. Egemenlerin tekerine çomak sokanları yargılayıp cezalandırma işini üstlenen adli (mahkemeler ve hapishanelerle ilgilenen) bürokrasi.. Bunlar, başlıca ikisidir.
Tamamen atanmış memurlarla yürütülen devlet işleri.. Özel silahlı adam müfrezeleri olarak sürekli ordu ve polis.. Burjuva egemenliğinin, sömürü ve devamının koşullarının meşrulaştırılıp onaylanmasından başka bir şey olmayan hukukun örgütlenmesi ve kurumların halkınz rızasının alınması ihtiyacı gözetilerek hukukiliği.. Ancak.. Devletin, hukuka sığmayacak, halkın vicdanının kabullenemeyeceği, ama burjuva egemenliğin sürdürülmesi açısından zorunluluk oluşturan, örneğin suikastlar, faili meçhuller, köy yakmaları vb. gibi, olağan yollarla sağlanmasında zorluklarla karşılaşılan bu tür “devlet işleri”nin olağan olmayan yollardan finansmanı için soygunlar, kumarhane baskınları, uyuşturucu kaçakçılığı vb. gibi ihtiyaçlarını karşılayacak “özel örgütler”.. Bu burjuva yasallığına sığmayan ve onun dışında ve ötesinde gizli olarak örgütlendirilen “özel örgütler”, “çeteler” olarak tanımlanabilir, ama genel çerçevesini Seferberlik Tetkik Kurulu komutanlarından eski MGK genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu çizmiştir: “Özel Harp”. Ya da kontrgerilla. Kontrgerilla, İkinci Savaş sonrası emperyalist kapitalist dünyanın bir gerçeğidir ve burjuva devletin temel kurumları arasında sayılmıyor olması, ne öneminden kaybettirir, ne de artık kalıcılaşmış oluşunu ortadan kaldırır. Lenin zamanında henüz devletin temel kurumlarından olmayan bu “özel örgüt” artık kolay kolay ihtiyaç listesinden kaldırılamayacak temel kurumlar arasına “çeteler koordinasyonu” olarak çoktan katılmış durumdadır.
*
Peki “komplo” propagandacıları, rüşvet ve yolsuzluk “komplosu”yla kendilerine darbe yapıldığı iddiasında olanlar, en başta Başbakan, “paralel devlet”ten söz ederken ne demek istemektedirler? İkinci bir devlet mi vardır, yoksa ikinci bir ordu, polis ya da yargı mı? Neyin “paraleli”? Hangi “paralellik”?
Sorun net olarak öyledir ki, “paralellik” ve “paralel devlet” iddiaları baştan ayağa safsatadır ve tek doğru soru, ordu, polis ve yargı vb. bürokrasisine kimin kumanda etmekte olduğu ve bu kurumlar içinde devlet kademelerinde cuntalar olup olmadığıdır. “Paralellik”ten kasıt, devlet kademelerinde kendi içinde örgütlü ve kendi ayrı hiyerarşisine sahip cunta ya da çete türü örgütlerin varlığıysa, kısa Türkiye tarihçesinde çok sayıda örneğini saymış bulunuyoruz; ancak cunta ya da çeteleri belirtmek üzere “paralel devlet” türü aklıevvellik kanıtı kavramsal katkılarla ne devletin tanınmaz hale sokulması gereklidir ne de kavram kargaşası arkasına itilen rüşvet ve yolsuzlukların örtülenmesi.
“Paralel devlet” kavramı, birden fazla devleti varsayar ve her yönetme iddiasında olana, karşısına birilerini koyarak “paralellik” iddia etme fırsatı sunar! Günümüzde Öcalan’ın ardından “paralel devlet” kavramını kullanan ikinci kişi olan Başbakan, ileri sürdüğü “paralellik”in yerine oturması için; 1) kendisi “devlet” olmalıdır ki, değildir, sadece ve yalnızca devletin bugün var/yarın yok basit bir “yürütme komitesi” olan hükümetin başkanıdır ve 2) kendi karşıtı olan Cemaat’in de “devlet” olduğunu ileri sürmektedir ki, değildir, sadece ve yalnızca generaller çetesine karşı Başbakan ve etrafıyla güç ve eylem birliği yaparak, devlet işlerinin yürütülmesine, hükümete “gizli” ortak olmuş, AKP ile iktidar bloku oluturmuştur. Devletse, kim yürütürse yürütsün, bu yürütmeye kimler ortak olurlarsa olsunlar, söylendiği gibi, en başta sürekli ordu ve bürokrasi demektir ve “çok şükür ki”(!) burada bir “paralellik” söz konusu değildir. Ne biri ne diğeri “devlet”tirler; ama devlet işlerinin yürütülmesinde asıl söz sahibi olmak ve bu amaçla iktidar “ipi”ni kendi ellerine almak istemektedirler. Birbirlerinin işlerine “çomak soktukları” için, kendisine de “devletlu” olma payı çıkararak, biri diğerini “paralel devlet” olmakla boş yere suçlamaktadır!
Ama çeteler olarak örgütlendiklerinden kuşku duyulamaz! Sadece biri değil, ikisi de çeteler olarak örgütlenmiştir; sadece görünürde yasallık çerçevesinde olan değil, ama burjuva yasallığının ötesine geçen işlerle de iştigal etmekte ve birbirlerinin bu tür işlerini deşifre etmektedirler.
Her şeyden önce Ergenokon adıyla tutuklamaların ardından Seferberlik Tetkik Kurulu/Özel Harp ya da adıyla sanıyla kontrgerilla işsiz kalıp lağvedilmiş değildir! Başına yeni bir ekip çöreklenmiş, komutası değişmiştir. MİT, JİTEM aynı şekilde komuta değişikliğinden geçmiştir. Şüphesiz ki polis ve yargı da. Ki en başta yeni iktidar sahiplerinin kadrolarının buralara doluştukları bilinmektedir. Bu, son iktidar kavgası kapsamında şimdiden birkaç bini bulmuş görevden alma ve sürgünlerden de anlaşılıp bilinir olmaktadır. “Temizlik”in ardından dönülüp bir kez daha “temizlik” yapılmaktadır! Çetelerle uğraşmak kolay değildir.
*
13 Ocak tarihli Radikal gazetesinde Pınar Öğünç’ün röportaj yaptığı siyasi tarihçi Mehmet Ö. Alkan, “paralel devlet” üzerine ilginç sözler ediyor. “.. merak ettim, baktım. Paralel devlet sosyal bilim literatürüne Amerikalı tarihçi Robert Paxton tarafından kazandırılmış. Devletin veya hükümetin içinde, ama meşru olmayan ‘devlet gibi’ kurum ve organizasyonlar toplamı için kullanılmış. Paralel devlet, temelde devletin egemen siyasal ve toplumsal ideolojisini desteklemeye hizmet ediyor. Dolayısıyla bizde yaygın olarak kullanılan anlamından, meşru iktidara alternatif gayri meşru bir yapı, ‘devlet içinde devlet’ teriminden farklı.”
Yani? Alkan’a ve onun ağzından “literatüre kazandırıcı” Amerikalıya göre, devletin meşru olmayan kurum ve orgütleri için kullanılıyormuş. Cuntaları ve rakip çeteleri değil, ama MİT; JİTEM vb. türü meşruluğu en azından zorlayan ve herhalde “özel” olması gereken örgütler toplamını ifade ediyormuş. Peki, bu kullanımı, bu özel örgütler içinde çetelerin cirit atmasını engeller mi? Tabii ki engellemez!
Hükümette bulunmalarına ve her türlü yasal olanağa sahip olmalarına rağmen, iddia edildiği kadarıyla, en azından dört eski bakanın karıştığı yolsuzluk ve rüşvet alış-verişleri herhalde bir dizi çete etkinliği ve örgütlenmesini gerektirir türden iş ya da icraatlardandır ve olağan meşru örgütler aracılığıyla yürütülemezler. Önü alındı gibi görünmektedir; ancak “ikinci dalga” denen ve Bilal Bey’in de dahil olduğu durdurulan soruşturmayla, Ankara merkezli durdurulan Ulaştırma ihaleleri yolsuzluğu soruşturmasıyla, süren İzmir Liman soruşturmasının hem akibetleri henüz belli değildir, hem de bu soruşturmaların konu edindiği yolsuzluklar herhalde meşru devlet kurumları aracılığıyla gerçekleştirilemezlerdi.
Zekeriya Bey ya da diğerlerinin devlet içinde ayrı bir “örgütlenme”ye üye olmadıklarına kefil olmak bize düşmez kuşkusuz, Dubai tatillerinin evraklarını da biz bulacak değiliz! “Hocaefendi”nin dinlemeye takılan ve gazetelere manşet olan Uganda rafinerisi ya da Bank Asya’nın sorunlarına ilişkin yorumlarının, dershaneleri ve okullarının ve iktidar paylaşımı anlaşmazlığına düştüğünde onları savunmak ve yeni ittifaklar oluşturmak üzere yaptıkları ya da yapmadıklarını burjuva yasallığına sığdırmaya uğraşmakta bizim işimiz olamaz.
“17 Aralık Komplosu” propagandasına tabii ki kanmıyor ve kanılmaması için gayret sarfediyoruz; ayakkabı kutuları dolusu paralar yoktan var edilmedi! Bu “komplo”ile “Hükümete karşı darbe düzenlediği” tezi de tamamen saçmadır. “Darbe”! “Yargı darbesi”.. Ve herhalde “polis darbesi”! Öyle mi? Buna inanılabilir mi? Bir kısım hâkim ve savcılarla polis içine yuvalanmış Cemaatçiler hükümete düşmanlık güdüyor, “Emniyet”i ve “Yargı”yı çalıştırmıyor ya da çalışmasını engelliyor, bozuyorlar, Hükümet aleyhine “dolaplar çeviriyorlar” dense, oturup düşünülebilir, tartışılabilir. Özetle, olabilir. Ama “darbe”! Savcı darbe mi yapabilirmiş, nerede görülmüş? Hangi silahla? Hangi güçle? Beğenilmeyen işlere “darbe” denecekse, Meclis’te AKP milletvekillerinin salladıkları tekme ve yumruk darbelerinden söz ederek başlanması gerektir! Ya da binlerce Kürt siyasetçisini KCK’den tutuklayarak vurulan darbeden! Asgari ücretin üç kuruşluğu darbesinden!
Kısa tarihçede verilen örneklerden görülüp anlaşılabileceği gibi, darbe, silahlı kuvvetler içinde cunta örgütlerinin varlığını gerektirir ve emir-komuta zinciri dahilinde ya da değil, onların eylemi olabilir. Olmamalıdır tabii, ama öyle olmuştur ve işler olağan parlamenter yollardan halledilemediğinde, darbeler gelip kapıya dayanmıştır. Şimdi peki? Günü geçmiş olanlar “delikanlılık”ta direnir de, koşulları olgunlaşırsa ayrı, ama bugün bir darbeden söz etmek anlamlı mıdır? Ve eğer edilecekse, neden “yargı darbesi”? Neden MİT’in TIRları darbe aracı olmuyor da, onların durdurulup aranmak istenmesi darbeyle niteleniyor, anlamak olanaksızdır. Ya da anlamı açıktır: Kavram kargaşası yaratılarak kendi bildiğini okumak.. kendi gemini yürütmek! Ama bu “gemi” “hepimizin içinde olduğu” iddia edilen ve Türkiye’ye işaret etmek üzere kullanılan gemi değil, Bilal’in gemisidir!
Ancak bütün bunlar, iki çetenin karşı karşıya gelmediği ve iktidar kavgası yürütmediği anlamına gelmemektedir.
Karşı tavır önemlidir: Birinden birini, örneğin “darbeye karşı” çıkarak ve “ateşe benzin dökmeyerek” kavganın bir tarafına açık ya da örtülü destek sunmak, gerici iktidara karşı mücadele içindeki güçlerin işi olamaz. Herkesi, Cemaat’i, CHP’yi, onu, bunu eleştirip suçlarken neredeyse yeni bir “yetmez ama evet”çilik türetmeye yönelip AKP’ye tek laf etmemek, iktidarı karşısına almayana muhalefet denemeyeceği için, bırakalım iktidar için mücadeleyi, kişiyi muhalif bile yapmaz. Halkın çıkarı, hiçbir şekilde, birbirinin boğazına sarılmakta olan, kısa süre öncesine kadar halka zulüm etmede elele vermiş iki gerici çeteci güçten birini az da da çok desteklemekte olamaz.
İktidar kavgasını sürdüren iki çeteci güçten biri ya da diğerinin demokrasi ve bileşenlerinden olan genel ve ulusal özgürlük ya da insan hakları mücadelesiyle uzaktan ya da yakından ilgisi ileri sürülüp, bu nedenle biri diğerine tercih edilemez. Ne “AKP’yi sevmek ya da politikalarını doğru bulmak gerekmemektedir. Darbe düzenleyenlere karşı seçilmiş meşru hükümetin savunulması demokrat olmanın gereğidir” diyen Başbakan’ın “ileri demokrasi” ve “mağdurluk” edebiyatının gerçekle en küçük bir ilişkisi vardır, ne de Wall Street Journal’ın sorularını yanıtlayan Fethullah Gülen’in “İttifakımız demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle” şeklindeki sözlerinin…
Ayakkabı kutularındaki paralar kimindir?
İhalelere kimler, hangi hükümet üyeleri yolsuzluk karıştırmışlardır?
Roboski’yi bombalama emri kimindir? Acılı iki köydeki son gözaltı operasyonunun emrini kim vermiştir? Gezi Direnişçilerinden altısını katledenler emri kimden almışlar, polisi katliamları dolayısıyla kim mükâfatlandırmıştır? MİT’in TIR’lar dolusu silah sevkiyatının sorumlu kimdir? TIR’ların aranmasını hukuksuz olarak kim engellemektedir? Suriye’ye silahla müdahele emri kimindir? Rüşvet, yolsuzluk ya da bu icraatların milli çıkarla, yürütücüsü Hükümet ya da MİT’in millilikle ilgisini kim nasıl kurmaktadır?
Çeteler dağıtılsın!
Halk egemenliği!