“Paralel devlet” denen şey!

“Paralel devlet” kavramı yeni moda oldu. Önceki terminolojide yoktu. Murat edilen, eskiden “derin” sıfatıyla tarif edilip tanımlanırdı. “Karanlıklar”ı işaret eder, adını duyana korku salardı: “Derin devlet”! Güncel ihtiyacı karşılamadığı, fazla amiyane kaldığı ya da eski kavramsal çerçevelere gönderme yaptığı, oysa bilindik çerçevenin de geçmişte kaldığı ve amacı hasıl edecek yeni bir çerçeve ve içinden çıkılmayı zorlaştırıp yeterince kafa karıştıracak yeni kavramsallaştırmalara ihtiyaç duyulduğu düşünülmüş olmalı ki, uyduruk yenilik olarak çağrıldığında sökün edip geldi, yayıla yayıla tartışmaların ta orta yerine kuruldu.
Oysa “derin devlet” tabiri Susurluk’la birlikte “piyasa” yapmıştı. Devletin “derinleri”nde ya da “çekirdeği”nde olana işaret ettiği ileri sürülmüş; rivayet muhtelif olsa da, kavramdan iki başlıca şey anlaşılmıştı: Bir, devleti asıl olarak çekip çeviren “çelik çekirdek denen şey; ve iki, devletin egemenlerce ihtiyaç duyulan, ama burjuva yasallığına sığmayan, sığdırılmaya çalışıldığında “hukuk devleti” teranesine yer kalmayacak kirli-paslı işlerinin yürütüldüğü gizli mekanizma. Rivayetin muhtelif olmasında sakınca yoktu; bu iki işlev birbirini tamamlar, ama biri diğerini yok saymaz ve açığa düşürmezdi.
Bu “derinlik” örgütlenmesinin görülüp üzerinde konuşulmaya başlanması Susurluk’la gündem olmuştu, ancak evveliyatına bakıldığında, çok eskilere giderdi. Osmanlı tarihinde pek bol olan, yeri geldiğinde valide sultanların bile düzenledikleri saray darbeleri ve örgütlenmeleri bir yana bırakılırsa, modern darbecilerin ilklerinden olan, kendisine karşı darbeye kalkıştığı iddiasıyla Enver tarafından gözden çıkarılıp tutuklandığı Davutpaşa Kışlası’nda bile belinden tabancaları alınamayan Yakup Cemil’iyle, Teşkilât-ı Mahsusa (Özel Örgüt), sultanların bostancıbaşılarının ardından adından söz ettirmiş herhalde ilk “yapı”dır. Ama “derin devlet” denmemiş, modern zamanların bu adı akıllara gelmemiştir.
1912 Balkan Savaşı yenilgiyle sonuçlanınca, “Hükümet Bulgarlara Edirne’yi nasıl verir?” şayiasını yayıp, başlarında Enver ve hemen arkasında Hükümet binasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı şakağından vuran “fedaisi” Yakup Cemil, “Babıali Baskını” olarak anılan 20. yüzyılın ilk darbesini, Teşkilât-ı Mahsusa birliklerini harekete geçirerek gerçekleştirmişlerdir. Enver 1908’in ardından “Hürriyet kahramanı”dır, ama bu İttihat Terakki’yi iktidara taşıyan bu “baskın”la, “Paşa”, “Harbiye Nazırı”, “Başkumandan Vekili” ve “Damat” olmuştur. M. Kemal de, Çerkes Ethem’in çeteleri ve fedaisi Topal Osman’la önce “Gazi”, sonra “Atatürk olmuş, olurken de, tıpkı Enver’in Y. Cemil’i harcaması gibi, ikisini de harcamıştır.
Amaç tarih anlatmak değil; devleti ve darbeyi örneklemek. Devlet, koca Osmanlı devletidir. Sonuna gelse de, hâlâ fazlasıyla büyüktür ve kendi yükünü taşıyamamaktadır. En başta “Kahrolsun İstibdat”, “Yaşasın Hürriyet” şiarıyla 1908 Demokratik Devrimi’nin başını çeken İttihat ve Terakki, millici yönelimiyle Osmanlı’nın çözülüşüne de çare aramakta, çözüm olduğunu düşündüğü Türkçü ve İslamcı yönelimiyle, Libyadan Balkanlara, geniş Osmanlı topraklarında emperyalistlerce de teşvik edilen ulusal isyanlara karşı gerilla (ya da kontrgerilla) savaşını örgütleme uğraşındadır. Çoğu üyesi subaydır. “Mahsusa”nın kuruluşu 1911 tarihlidir.
Başbakan’ın iddia ettiği ve zarar verenin “vatana ihanet” ettiğini ileri sürdüğü MİT’in bugünün emperyalist dünyasının bir bağımlı ülkesinin kirli paslı işlerini gören bir gizli örgüt olarak millilikle bir alakası yoktur, ama ortaya çıktıklarında hem İttihat Terakki hem de Teşkilât-ı Mahsusa millidirler; ikisi de sonradan, Babıali Darbesi’nin ardından Alman işbirlikçisi yardakçılar haline gelmişlerdir. Ama burjuva üst sınıf örgütleri oldukları, üstelik ikincisinin gizli bir örgüt olduğu ve tam da AKP ve Başbakanının bugünkü deyişiyle “paralel bir yapı” görüntüsüyle bir “derinlik” oluşturarak, sonuçta devleti bir İttihatçı devlete dönüştürdüklerinden şüphe edilemez. Tartışacağız; ancak baştan söyleyelim ki, devlet ya da siyasal iktidar zaten bu demektir, başka bir şey değil.

*
Güncel tartışma şudur: “Paralel devlet” nedir? Devletin “derini”ne mi dairdir; “paralel devlet” denince, doğru ya da yanlış, tıpkı “derin devlet” dendiğinde anlaşıldığı gibi, aynı zamanda kirli-paslı olanlar da içinde tüm ihtiyaçlarını karşılayarak devleti çekip çeviren asli güçler mi kastedilmiş olmaktadır, yoksa başka bir şey mi? Örneğin, devlet içinde, aslında devlete karşı ve onu, yani devlet iktidarını ele geçirmek üzere örgütlenmiş bir “yapı” mı, “devlet içinde devlet” mi söz konusu edilmektedir? At mıdır deve mi?
“Çete” dendiğinde hemen hiç kimse kimse yok dememekte, diyememektedir. Ama kimi orijinallik peşinde, kimiyse kafa karışıklığı yaratıp bir ucundan daha örtüleme amacını gerçekleştirmek üzere adıyla sanıyla “devlet” vurgusuyla “paralel yapılar”dan söz ettiğinde bir diğer tartışmanın güncelliği belirginleşmektedir: Moda tabiriyle fazlasıyla “manidar”dır; “paralel devlet” tartışmaları neden başka bir zaman değil, ama tam da rüşvet ve yolsuzluk soruşturmaları başgösterdiği ve hükümet ayağının altındaki toprağın kaymaya başladığını anladığı 17 Aralık ile birlikte ortalığa saçılıp gündemi kaplamıştır? Neden? Rüşvet ve yolsuzluğu ve kamu vicdanının buradan şekillenmesini önlemek üzere örtüleme mi? Örtülemeyle birlikte saldırıyı püskürtmeye yönelik bir karşı saldırı mı? Yoksa Başbakanın yana yakıla inandırmaya uğraştığı tez mi doğrudur: Gerçekten soruşturma konuları olan rüşvet ve yolsuzlukla birlikte her şey hükümete yönelik bir darbe girişiminin dayanaklarını oluşturmak üzere “paralel devlet” denen şeyin bir komplosundan mı ibarettir? Ya da son şık: Yürüteceğimiz “paralellik” tartışması bir yana, ikisi birden mi; çete örgütlenmelerine sahip iki tarafın bir iktidar kapışmasında birbirinin boğazına sarılması ve bu kapsamda birbirlerinin rüşvet ve yolsuzlukları, finansal ilişkileri ve TIR ve “imamları”yla birlikte örgütlenmeleri ve siyasal eylemlerindeki kirlilikleri ifşa etmeleri mi?
Sonunda tartışma ve sorular kendiliğinden iki belirgin temele indirgeniyor: Bir; rüşvet ve yolsuzluk var mı yoksa komplo mu? – Hükümet bu soru ve yanıtından kaçma telaşındadır. Ve iki, tüm deyişler en başta Başbakanın olan “çete”, “örgüt” ya da “paralel devlet” nedir, ne değildir?
Hükümetin içinde milyon dolarlar olan ayakkabı kutularıyla, dağıtılmış on milyonlarca dolar rüşvet ve daha da fazla tutan en azından dört bakanın adının karıştığı yolsuzlukları unutturmaya ve bu nedenle de “komplo” ve “darbe” tartışmaları kasırgası estirmeye çalıştığı görünür gerçektir. Fazla sıkışıldığında “tabii soruşturmalar sürecektir” türünden laflar edilmekte, ama, soruşturmaların hem unutturulması ve hem de kapattırılması için elden gelenin arda konmadığı konuyu uzaktan bile takip eden herkesin malumudur. Konuyla ilgili tüm savcılar işten el çektirilip sürüldüğü gibi, yeni gelenler hem görevden almalarla yaratılan baskı ortamı hem de emirlerini uygulayacak polis bulamama nedeniyle iş yapamaz haldedir. Hâkim teminatı ve yargı bağımsızlığıyla tarafsızlığının laf düzeyinde bile ileri sürülebilmesi imkânı bırakılmayacak düzeyde yürütme yargıya müdahale etmekte ve bunu HSYK düzenlemesiyle yasaya bağlamaya çalışmaktadır. Binlercesi oradan oraya sürülerek, polis de hallaç pamuğu gibi atılmıştır, atılmaktadır. Dolayısıyla rüşvet ve yolsuzluk tartışması ve soruşturmasına cesaret edip el atacak bir yetkilinin kendini fedayı göze alarak ortaya çıkması olağanüstü zorlaştığı gibi, yalnızca yürütme güç ve yaptırımlarıyla değil, ama kontrol edilen medya ve yaygın örgüt aracılığıyla da hem komplo oldukları ileri sürülerek hem de bu komplo veri alınıp hükümete karşı darbe örgütlendiği iddia edilerek, tartışma ve kamuoyu algısının bu eksene kaydırılıp getirilip “paralel devlet” denen şeyde düğümlenmesinde belirli bir başarı sağlanmış görünmektedir.
Öyleyse; nüfusunun önemli bir çoğunluğunun asgari ücret ve altına çalıştırıldığı, yoksulluk ve sefaletin diz boyu ve yaygın olduğu bir ülkede kamu vicdanını derinden yaralamaması ve kolayca unutulması zaten mümkün olmayan para dolu ayakkabı kutularının simgelediği hem yetim ve hem de kul hakkına göz dikilmiş olmasının örtüsü olmasına izin vermeden, tersine bir saçmalamaden ibaret olduğunu göstermek üzere “paralellik” iddiasının ele alınması gereklidir.
Kast ya da söz konusu edilenin ne olduğu, tahmin edileceği gibi önemsizdir; çünkü sonuçta, subjektif değerlendirme, saptama ve iddialardan öte geçmezler. Nesnelliği tanımlama iddiasında oldukları, bu iddiayla ileri sürüldükleri durumda önem kazanırlar ve problem ya da tartışma, nasıl tanımlandığı değil, ama gerçeğin ne olduğuna ilişkinleştiğinde değerlenir. Yoksa laf-ı güzaf olmaktan öte gitmez. Ama durumu açıkladığı, devlet katlarındaki güncel çatışma ve hesaplaşmayı tanımladığı ileri sürüldüğünde, tartışmadan kaçılamaz, katılmak farz olur.
Nedir “paralel devlet”? Bu kavram kullanılarak ne söylenmiş olmaktadır?
Ama önce, Teşkilât-ı Mahsusa ile başladığımız yolculuğa devam edelim.

BAŞKA “PARALELLİKLER” YOK MU?

Teşkilât-ı Mahsusa biricik midir; ortaya çıkmış, hükmünü icra edip, türünün tek örneği olarak tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolup gitmiş midir?
Olur mu? Ne Osmanlı’dan modern Türkiye’ye bu topraklar ne de yedi iklim dört kıtada hüküm ferman olmuş ya da olan geri kalan tüm burjuva devletlerin herhangi biri “özel örgütler”i tanımadan edememiştir ki, Susurluk’ta ucundan görünen de, o günlerde adı “kontrgerilla” olarak doğru konmuş olan bu “özel örgüt”ten başkası değildi.
Teşkilât-ı Mahsusa milli bir “özel örgüt”tü demiştik. Öyleydi. Merkezi feodal Osmanlı devletinin çöküş koşullarından asıl olarak Türk milliyetçiliği ve Türkler büyük çoğunluğuyla Müslüman ve “yıkıcı” bağımsızlıkçı hareketler “gayri Müslim” olduklarından milliyetçiliğin hizmetine koşulmuş İslamcılıkla çıkmayı denemek üzere ortaya çıkan İttihat Terakki’nin örgütlenmesinin parçasıydı. Sonradan Almancılaşmak, bunu değiştirmez. Özel örgüt olarak Mahsusa da Alman emperyalizmiyle işbirliğine yöneldi sonradan; ancak bu kuruluşundan itibaren bir Almancı manivela olarak şekillenmesi anlamına gelmedi.
Bu şundan önemli ki; Susurluk’ta deşifre olan, örgütün diğer bir adı olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nun eski komutanı ve MGK’nın eski Genel Sekreterlerinden S. Yirmibeşoğlu’nun deyişiyle “muhteşem bir örgütlenme ve Özel Harp işi” olan 1955 6–7 Eylül Olayları ile ünlenmiş kontrgerilladan farklıdır, Teşkilât-ı Mahsusa. O milli bir örgüt olarak kurulup Alman emperyalizminin hizmetine koşulmuşken, kontrgerilla, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, antikomünist amaçlarla halk ayaklanmalarını bastırmak üzere Amerikan ST–31 Sahra Talimnamesi uyarınca dolaysız bir biçimde Amerikan emperyalizmin kontrolünde, NATO’ya bağlı bir “özel örgüt” olarak kurulup örgütlendirilmiş; millilikle, milli çıkarlarla uzaktan yakından bir ilişkisi olmamıştır.
Hiyerarşik yapı ve emir-komuta ilişkisinin bozulup çalışmadığı 27 Mayıs’la ilgili kontrgerillanın katkısının olup olmadığı ya da ne ölçüde ve nasıl olduğuna dair açıklanmış bilinen belge bulunmamaktadır. Elde iki veri vardır: Bir, doğrudan örgütlememiş olmakla birlikte, ABD 27 Mayıs darbesine “yeşil ışık” yakıp olur vermiş; darbeyi gerçekleştiren cunta da ilk işi olarak, sonradan MHP’ye “Başbuğ” olan Alpaslan Türkeş’in ağzından “NATO ve CENTO’ya”, dolayısıyla Amerika’ya “bağlılık” açıklaması yapmıştır. Ve iki, özel örgüt olarak kontrgerilla, önemli ölçüde iktidarı elinde tutan ve Genelkurmay’a da –komutanlığa getirmiş olduğu kendisine biat etmiş R. Erdelhun aracılığıyla– hâkim olan Bayar-Menderes çetesinin etkinliğinde ve onun etkinlik dayanağı durumundayken, Amerika’nın “yeşil ışık”ına da bağlı olarak az çok hareketsizleşmiş, hatta belirli ölçülerde cuntayla içiçe geçerek, darbenin önünü açmış olmalıdır. Çünkü ne kontrgerilla ve ne de MİT’ten Bayar-Menderes iktidarına Cunta etkinliğiyle ilgili bir istihbarat sızdırılmamıştır. 27 Mayıs’ta, Kurtuluş Savaşı günlerinden sonra ilk kez ciddi bir iktidar kavgası yaşanmış, bu kavga özel örgütlenmelere de şüphesiz yansımış ve kavga sürecinde kontgerillanın komutasında da bir ekip değişikliği gerçekleşmiştir.
12 Mart’a, hiyerarşik yapısı ve işleyişi kırılarak bir kez “düzeni” bozulan devlet iktidarın oturmamışlığı, iktidar kavgası devamı ve iktidar değişikliğinin de yarımlığı koşullarında varılmış; hesaplaşma, bu kez, faşist bir hükümetin devrilmiş olmasının kolaylaştırdığı ortam içinde halk ve özellikle gençlik muhalefetinin gelişmesinin de etkisiyle değişen koşullarda yeni bir darbeye taşınmıştır.
Önemli fark; 27 Mayıs’a gidilirken, ABD, çıkarlarını yeterince koruyup kollayamayan, çünkü Amerikan egemenliği ve yağma çarkının sorunsuz dönebilmesi bakımından ülke ve halkını denetim altında tutmakta sorunlarla karşılaşan ve hizmetini aksatması nedeniyle gidişine “olur” vererek at değiştirmeyi uygun görmüşken.. 12 Mart’a giden süreçte, 27 Mayıs’ın “rövanşı”nı önemli ölçüde alarak Bayar-Menderes Hükümeti’nin devamcısı bir hükümet kurmayı başaran Demirel Amerikan çarkının da dönüşü bakımından ülke ve halkını denetim altında tutmakta zorlansa bile, gelişen halk muhalefetinin hükümet karşıtlığıyla birlikte başlıca anti-emperyalist taleplere sahip olması nedeniyle, bu kez ABD’nin, hükümetin gidişine olur vermeyle yetinen bir “yeşil ışık” yakmak yerine “özel örgüt” aracılığıyla hesaplaşmaya doğrudan müdahale etmesindedir.
Bir uzantısını MİT’in oluşturduğu kontrgerilla 12 Mart sürecinde olağanüstü aktiftir.
27 Mayıs’ta gerçekleşen iktidar değişikliğinin, kendi içinde de hesaplaşma ve tasfiyelerle, örneğin Albay Talat Aydemir cuntasının 22 Şubat ’62 ve 21 Mayıs ’63 darbe girişimleriyle, örneğin Türkeş ve cuntasının oluşturduğu 14’lerin tasfiye ve yurtdışı görevlere sürülmesi vb.nin ardından belirginleşen, CHP aracılığı ve onunla birlik üzerinden cuntalardan arındırılıp devletlûlaştırılma operasyonundan geçirilerek emir-komuta zinciri içinde yeniden hiyerarşik hale getirilerek çekidüzen verilen egemen ekibi, bu süreçte bir yandan gücünden kaybeder.. Bir yandan da sonradan “1 numara” olarak devletin başına kurulacak Demirel’in şahsında eski egemen ekibin devamcıları güç kazanırlar. ’65 Seçimlerini kazanan Demirel ve AP’si hükûmeti kurar, ama bu iktidar kavgasının sonu olmaz, kavga “derinler”de sürer. Hem “özel örgütler” içinde ve hem de kuşkusuz bu özel örgütlerle bağlantılı ordu içindeki cuntalar arasında.
12 Mart’a gelirken, bugün devlet içinde örgütlü iki çeteye benzer şekilde, asıl olarak ordu ve onunla bağlantılı olarak adli vb. bürokrasi ve kuşkusuz derinlerdeki “özel örgüt” içinde örgütlenmiş iki cunta ya da çete vardır. Birisi, ordu içinde de belirli komutanlıkları elinde bulunduran, birbirleriyle temas halinde üç beş ayrı cunta olarak örgütlü 27 Mayıs darbecilerinin devamcıları olarak uzantıları. Diğeriyse, 27 Mayısçı ekibi püskürtüp NATO’ya bağlı örgütlenmesini pekiştiren “derinler”deki yapılanmaya dayanan yeni iktidar sahiplerinin yine başlıca ordu ve sivil bürokrasi içinde örgütlü cuntası. Ordu en tepeden bölünmüş haldedir –Kara ve Hava Komutanları “sol cunta” adıyla faal birinci ekibe dayanma görüntüsü altında oradan güç almakta ve Genelkurmay Başkanı 1. Ordu Komutanı ile “sağ cunta”yı teşkil etmektedir. Bu kez, 27 Mayıs’tan farklı olarak, istihbarat çalışmakta ve “sol cunta” ile temaslarında bir Korgeneralce dinlenip ihbar edilerek yakalanan ve Genelkurmayca hükümetin istifa ettirilmesi taviziyle ortak hiyerarşik harekâta “ikna edilen” iki Kuvvet Komutanının satıp ortada bıraktıkları dayanakları tutuklanıp yargılanırlar; 9 Mart’taki başarısız “sol darbe” girişiminden 12 Mart faşist darbesine gelinir.
12 Mart’ın güç yetiremeyip yarım bıraktığı halk muhalefetinin tasfiyesini tamamlamak 9,5 yıl sonra gelen 12 Eylül kanlı faşizmine düşer. Bu kez yine ordu içinde farklı gruplaşmalar olarak, henüz nerede başlayıp nerede bittikleri kesinleşmiş olmayan fluluklar içinde birkaç cunta vardır; ancak düzen 12 Mart öncesine göre daha oturmuştur. Önemlisi “solculuk” taslama durumunda cunta yoktur bu sefer. “Solcu” edebiyat 12 Mart öncesinin halk hareketi üzerine binerek yükselen ve itibarını kemirerek onun “kesesi”nden yiyen Ecevit’in kontrolündeki CHP tarafından yapılmakta, onun yatıştırıcılığına ve düzenin tüm oturmuşluğuna karşın yine de halk muhalefeti egemenlerce olağan parlamenter yollardan ezilip püskürtülememektedir. Ardından tanık olunacak sitemler bir yana, bir iktidar kavgasınının hemen hiç yaşanmadığı, doğrudan halk hareketini hedef alan ve dolaysızca özel örgütün işlevsel olduğu bir darbe olarak 12 Eylül, Türkiye’de türünün tek örneği olmuştur. Yine de darbedir şüphesiz ve özel örgütçe özel olarak örgütlenmiştir.
“Post-modern darbe” olarak tanımlanan, ama düpedüz bir darbe olan 28 Şubat’ta ucundan görünen iktidar kavgasına zorla müdahale edilmiş ve iktidarın ucundan tutmaya yönelen merkez sağın bir kesimiyle el ele vermiş siyasal İslâm’ın iktidara yürüyüşünün önü kesilmek istenmiştir. Ancak bunun zahiri amaç olup olmadığı tartışmalıdır; çünkü görünüşte Erbakan İslamcılığının önünü kesmek üzere ona yapılan operasyonun meşru ya da gayrı meşruluğu tartışmalı çocuğu olarak Fazilet ve sonra Adalet ve Kalkınma partileri ve kurucu lideri olarak Erdoğan’ın önü açıldığı tartışma götürmez bir gerçektir. Milli Görüşçü Erbakan’ın yerini almak üzere dizayn edilen, kısa sürede iktidar olacak siyasal örgüt olarak FP ve isim değişikliğiyle AKP, başında Erdoğan, özelleştirme, taşeronlaştırma ve bilumum esnek çalışma uygulamalarıyla dünya kapitalizmine entegrasyonu, Amerikan çıkarlarıyla uyumlanmayı ve onun hizmetine koşulmuş İslamcılığı savunmak üzere, 28 Şubat ve arkasındaki Amerikan emperyalizmi tarafından ortaya sürülmüştür.
28 Şubat’ta bir iktidar kavgasının sadece ucu görünmüş ve hemen müdahale edilerek önü alınmış, ama, kavga “derinler”e, özel örgütlere sirayet etmeden, sakatlanmış uzvun kesilip atılmasıyla, neredeyse daha başlamadan bitmiştir. Ancak belirtildiği gibi, AKP’nin bir “28 Şubat ürünü” olması dolayısıyla kavganın başlamadan bitirildiği mi yoksa bir “ray” değişikliği ile eski yolundan saptırılmak üzere düzenlenen müdahale/darbe ile yeni mi başlatıldığı tartışmalıdır. Ancak tartışmasızdır ki, 28 Şubat’a gelirken ve 28 Şubat sürecinde devlet içinde birden fazla çete ya da cunta yoktur; özel örgütler örneğin 12 Mart’taki gibi bölünmüş halde değildir.
Sonra, ülkenin yakın tarihinde tanık olduğumuz, “askeri vesayet”in tasfiyesi ile sonuçlanan Balyoz, Suga, Ergenokon vb. adlarıyla bilinen darbe girişimleriyle örgütçüsü darbecilerin oluşturduğu cuntalara ve “derinler”deki özel örgütle bağlantılarına ve bu bağların giderek kopuşuna gelinir. 1 Mart 2003 Irak Tezkeresi’nin reddinin generallerin sırtında kalmasının ardından, özellikle 2004 Ocak ve 2005 Haziran ziyaretleriyle kararlaştırılan BOP çerçevesinde “ılımlı İslâm”ın “stratejik ortaklık”ın başlıca dayanaklarından biri olmasına yönelik eleştirileriyle birleştirerek tutturdukları Avrasyacı söylemin oluşturduğu tepkiler, 2006 Eylül sonu Ekim başı kritik Washington Ziyaretindeki son gözlem ve alınan sözlerin sonrasında, generallerin üzerlerinin çizilmesine varır. Generallerin son atağının önünü kesmek üzere Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın yayınladığı 27 Nisan “e-muhtırası” son resmi darbe girişimi olarak görünür, ama aslında yatıştırma amaçlıdır. Ancak bir “iktidar kavgası” ve onunla karakterize bir dönemin sonu olur. Çok geçmeden ve üstelik bu kez ilk defa bir Genelkurmay yetkilisinin, sonradan ağır hapis cezasına çarptırılacak 2. Başkan Ergin Saygun’un katılımıyla Beyaz Saray’da bir toplantı düzenlenen 5 Kasım 2007 Washington Ziyareti ile kavganın sadece noktası konmaz, ama yargılamaların önü açılır.
“Derin devlet” olarak tanımlanan kontrgerilla ya da özel örgüt, bir NATO yapılanması olarak en çok Amerika’nındır, onun denetimindedir ve şairin yiğitler için dedikleri yiğit olmayan işbirlikçiler açısından da geçerli olur: “Ejderha olsan kâr etmez”, “canım alırlar ecelsiz”! Amerikan emperyalizmi, en kolay elinde tuttuğu/tutacağı özel örgütlerle birlikte işbirlikçi tekellerle olan içli-dışlılığı, iktisadi, mali gücü, siyasal yön verme ve dayatma yetenekleri, stratejik üstünlükleri dolayısıyla tüm devlet iktidarı üzerinde en etkili güçtür.
Ve iktidar kavgasında generallerin “vesayeti”ni birlikte alt eden neoliberal siyasal İslâm’ın iktidar bloğunun, AKP-Cemaat birliğinin kendi arasındaki son iktidar kavgası… Tıpkı uzun on yıllar boyunca general çetelerinin arkasında durup işlerini en başta onlara emanet edip gördüren Amerikalı emperyalistlerin arkalarından çekilerek AKP-Cemaat ittifakının arkasına geçmeleriyle önceki iktidar kapışmasının noktasının konmuş olması örneğinde olduğu gibi, bahse konu asıl “değişken”in “desteği” ya da doğru deyişle güdümündeki yeni “yer değişikliği”nin “son kavga”nın da sonucunu tayin edeceği anlaşılıyor. Peki Amerikalı “değişken” ve “desteği” ne durumdadır? Örneğin 2006 ya da 2008’deki “yeri”nde mi durmaktadır? Böyle olmadığı ortalığa saçılanlardan bellidir.*

CUNTALAR/EKİPLER GELİP GEÇİCİ ÖZEL ÖRGÜTLER/ÇETELER KALICIDIR
Kısa tarihçe, iktidar çatışmalarının kural olduğunu göstermek bakımından önemliydi. Bir de, iktidar hesaplaşmalarının, yine kural olarak, önüne yayılmacılığı koymuş olsa bile –ne yazık ki!– kendine yeterli bir emperyalist kapitalist mihrak oluşturmayan, işbirliğine mahkûm Türkiye gibi bir ülke bakımından güdücü dış güce, yakın tarihte ABD’ye ihtiyaç duyuyor olmasının altı çizilmelidir. Sonuncusuysa, bugüne kadarki örneklerin iktidarın güçle ve kuşkusuz silah gücüyle elde edilip yine bu güçle elde tutulabildiğini gösterdiğidir ki, 2007 27 Nisan Muhtırası’nın püskürtülmesiyle kritik eşiği atlanan son iktidar değişikliği dışındakilerin tümü, ordu içindeki –şüphesiz silahlı– örgütlenmelere/cuntalara dayalı olarak gerçekleştirilmişlerdir. İstisnalar kaideyi bozar mı bozmaz mı? Bu herhalde günümüzde yaşanmakta olan iktidar kavgası çerçevesinde bir sonuca bağlanacak, silahlı örgütlenmelerin/cuntaların iktadar kavgalarında –hiç değilse bir tarafın örgütlülüğü bakımından– kural olup olmadığı görülecektir. Önemsiz değildir: Bir önceki çatışmada generaller çetesi, evet silahlı bir örgütlenmeye sahip olmayan AKP tarafından değil, ama Amerikan gücüyle alaşağı edilmiştir ve bu, bugünkü çatışma bakımından da mümkündür! Gücünü silahlara kumanda etmekten alan eneraller çetesini tasfiyeye güç yetiren güç, şüphesiz, gücünü dini değerlerin istismarıyla kitleleri yedeklemesinden alan AKP’nin üstesinden de gelebilir.
AKP’nin dini ve dini değerleri istismar etmesi örneğinde olduğu gibi, tümü din, vatan, millet vb. gibi bir dizi “kutsallıklar”ı istismar ederek, burjuva fraksiyonlar olarak, kendi dar ve burjuva daha kapsayıcı olsa bile her iki durumda da özel çıkarlarını halkın genel çıkarları olarak göstermeyi başararak burjuvazi adına iktidarı ellerinde tutan “ekipler”in gelip geçici olduklarını örnekleriyle gördük. Kaç cunta gelip geçti, kaç hükümet kurulup yıkıldı, kaç ekip değişti. Ama değişmeyen, hiç değilse görece uzun süreler boyunca az-çok değişmeden kalan “sabit”ler de yok değildir ki bunlar burjuva devletlerin olmazsa olmaz kurumlarıdır ya da burjuva devlet dendiğinde akla gelenlerdir.
Nedir bunlar? Ya da burjuva devletin temel kurumları nelerdir?
Parlamentolar mıdır örneğin? Böyle olmadığı, hiç değilse Türkiye bakımından tartışmasızdır! Kurtuluş Savaşı’nı Meclis’in komutasında vermiş olmakla övünenleri çok olsa bile, örneğin bir İngiltere olmayan Türkiye’nin parlamentosuz devlet örgütlenmelerini tanıyıp yaşadığı bilinir. Yalnızca 12 Eylül günleri bile parlamentonun burjuva devletin temel bir kurumu olmadığının kanıtıdır. Orada bol tartışma yapılır, hatta zaman zaman karete ve boks müsabakalarına da özenenler çıkar, ama parlamentoyla ülke yönetildiği iddia edilemez. Devlet işlerinin parlamentolarda kararlaştırılmadığını, orada vekillerin “lider” denen birkaç kişinin el işaretine bakarak oy kullandıklarını çocuklar bile bilir.
Devlet işleri parlamentolarda kararlaştırılıp yürütülmez, ama, kurmay odalarıyla sivil bürokratların doluştuğu koridor ve lobilerle sair çalışma mekanları, bu işin kotarıldığı yerlerdir.
Askeri ve sivil bürokrasi, devletin başlıca dayanağı olan vazgeçilmez iki temel kurumudur. Hükümetler bile değildir, biri gider biri gelir, değişirler ve sonuçta devlet işlerinin çekip çevrilmesini, yani yürütülmesini yapmaz, ama bu yürütmeyi koordine ederler. Asıl yürütme gücü, Başbakan ne denli “sandık”a ve “milli irade”ye atıfta bulunursa bulunsun, lafı güzaftır; atanmışlardan, “özel görevliler” toplamından oluşmuş memurların elindedir ve bu yönüyle burjuva devletlerin bir “memurlar egemenliği” olduğunu söylemek yanlış olmaz! Tabii ki “yüksek memurlar”! Üst bürokrasi! Askeri şeflerle sivil yüksek bürokratların oluşturduğu “özel görevliler”.
Neden? Çünkü burjuva devlet, burjuvazinin özel çıkarlarını halkın genel çıkarları olarak gösterecek, kabul edilmediğinde dayatacak “özel görevliler”e ihtiyaç duyar, ihtiyaç duymadan edemez.
Egemenlik altında tutulmakta olan halkın rızasını sağlama bağlayacak ideolojik ve eğitsel örgütler kuşkusuz ihtiyaçtır. Medya, okul, cami –bu örgütlerin aygıtlarındandır. Ancak burjuva devletin iki asıl kurumundan biri, eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmeyip itiraza kalkıştığında bu itirazı bastıracak “özel silahlı adam”lardan oluşan kurumlardır: Sürekli ordu ve polis birlikleri bu “özel silahlı birlikler”in önde gelen ikisidir. Ancak burjuvazinin gelişip çeşitlenen yönetme ihtiyaçları “özel harekât” gibi daha “özel” olanlarla, MİT, JİTEM gibi “özel” ve gizli olanları da zorunlu kılmıştır ve tüm burjuva devletlerin benzeri kurumları bulunur ve bunlar giderek mükemmelleştirilirler. Devletin iki asıl kurumundan ikincisiyse adıyla sanıyla bürokrasidir. Çeşitlidir: Asıl işi vergi toplama olan ve tüm kurumlarıyla birlikte halkı baskı altında tutup yönetme ve gerektiğinde bastırma aygıtı olarak devletin finansmanını sağlama işini yürüten maliye bürokrasisi.. Egemenlerin tekerine çomak sokanları yargılayıp cezalandırma işini üstlenen adli (mahkemeler ve hapishanelerle ilgilenen) bürokrasi.. Bunlar, başlıca ikisidir.
Tamamen atanmış memurlarla yürütülen devlet işleri.. Özel silahlı adam müfrezeleri olarak sürekli ordu ve polis.. Burjuva egemenliğinin, sömürü ve devamının koşullarının meşrulaştırılıp onaylanmasından başka bir şey olmayan hukukun örgütlenmesi ve kurumların halkınz rızasının alınması ihtiyacı gözetilerek hukukiliği.. Ancak.. Devletin, hukuka sığmayacak, halkın vicdanının kabullenemeyeceği, ama burjuva egemenliğin sürdürülmesi açısından zorunluluk oluşturan, örneğin suikastlar, faili meçhuller, köy yakmaları vb. gibi, olağan yollarla sağlanmasında zorluklarla karşılaşılan bu tür “devlet işleri”nin olağan olmayan yollardan finansmanı için soygunlar, kumarhane baskınları, uyuşturucu kaçakçılığı vb. gibi ihtiyaçlarını karşılayacak “özel örgütler”.. Bu burjuva yasallığına sığmayan ve onun dışında ve ötesinde gizli olarak örgütlendirilen “özel örgütler”, “çeteler” olarak tanımlanabilir, ama genel çerçevesini Seferberlik Tetkik Kurulu komutanlarından eski MGK genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu çizmiştir: “Özel Harp”. Ya da kontrgerilla. Kontrgerilla, İkinci Savaş sonrası emperyalist kapitalist dünyanın bir gerçeğidir ve burjuva devletin temel kurumları arasında sayılmıyor olması, ne öneminden kaybettirir, ne de artık kalıcılaşmış oluşunu ortadan kaldırır. Lenin zamanında henüz devletin temel kurumlarından olmayan bu “özel örgüt” artık kolay kolay ihtiyaç listesinden kaldırılamayacak temel kurumlar arasına “çeteler koordinasyonu” olarak çoktan katılmış durumdadır.

*
Peki “komplo” propagandacıları, rüşvet ve yolsuzluk “komplosu”yla kendilerine darbe yapıldığı iddiasında olanlar, en başta Başbakan, “paralel devlet”ten söz ederken ne demek istemektedirler? İkinci bir devlet mi vardır, yoksa ikinci bir ordu, polis ya da yargı mı? Neyin “paraleli”? Hangi “paralellik”?
Sorun net olarak öyledir ki, “paralellik” ve “paralel devlet” iddiaları baştan ayağa safsatadır ve tek doğru soru, ordu, polis ve yargı vb. bürokrasisine kimin kumanda etmekte olduğu ve bu kurumlar içinde devlet kademelerinde cuntalar olup olmadığıdır. “Paralellik”ten kasıt, devlet kademelerinde kendi içinde örgütlü ve kendi ayrı hiyerarşisine sahip cunta ya da çete türü örgütlerin varlığıysa, kısa Türkiye tarihçesinde çok sayıda örneğini saymış bulunuyoruz; ancak cunta ya da çeteleri belirtmek üzere “paralel devlet” türü aklıevvellik kanıtı kavramsal katkılarla ne devletin tanınmaz hale sokulması gereklidir ne de kavram kargaşası arkasına itilen rüşvet ve yolsuzlukların örtülenmesi.
“Paralel devlet” kavramı, birden fazla devleti varsayar ve her yönetme iddiasında olana, karşısına birilerini koyarak “paralellik” iddia etme fırsatı sunar! Günümüzde Öcalan’ın ardından “paralel devlet” kavramını kullanan ikinci kişi olan Başbakan, ileri sürdüğü “paralellik”in yerine oturması için; 1) kendisi “devlet” olmalıdır ki, değildir, sadece ve yalnızca devletin bugün var/yarın yok basit bir “yürütme komitesi” olan hükümetin başkanıdır ve 2) kendi karşıtı olan Cemaat’in de “devlet” olduğunu ileri sürmektedir ki, değildir, sadece ve yalnızca generaller çetesine karşı Başbakan ve etrafıyla güç ve eylem birliği yaparak, devlet işlerinin yürütülmesine, hükümete “gizli” ortak olmuş, AKP ile iktidar bloku oluturmuştur. Devletse, kim yürütürse yürütsün, bu yürütmeye kimler ortak olurlarsa olsunlar, söylendiği gibi, en başta sürekli ordu ve bürokrasi demektir ve “çok şükür ki”(!) burada bir “paralellik” söz konusu değildir. Ne biri ne diğeri “devlet”tirler; ama devlet işlerinin yürütülmesinde asıl söz sahibi olmak ve bu amaçla iktidar “ipi”ni kendi ellerine almak istemektedirler. Birbirlerinin işlerine “çomak soktukları” için, kendisine de “devletlu” olma payı çıkararak, biri diğerini “paralel devlet” olmakla boş yere suçlamaktadır!
Ama çeteler olarak örgütlendiklerinden kuşku duyulamaz! Sadece biri değil, ikisi de çeteler olarak örgütlenmiştir; sadece görünürde yasallık çerçevesinde olan değil, ama burjuva yasallığının ötesine geçen işlerle de iştigal etmekte ve birbirlerinin bu tür işlerini deşifre etmektedirler.
Her şeyden önce Ergenokon adıyla tutuklamaların ardından Seferberlik Tetkik Kurulu/Özel Harp ya da adıyla sanıyla kontrgerilla işsiz kalıp lağvedilmiş değildir! Başına yeni bir ekip çöreklenmiş, komutası değişmiştir. MİT, JİTEM aynı şekilde komuta değişikliğinden geçmiştir. Şüphesiz ki polis ve yargı da. Ki en başta yeni iktidar sahiplerinin kadrolarının buralara doluştukları bilinmektedir. Bu, son iktidar kavgası kapsamında şimdiden birkaç bini bulmuş görevden alma ve sürgünlerden de anlaşılıp bilinir olmaktadır. “Temizlik”in ardından dönülüp bir kez daha “temizlik” yapılmaktadır! Çetelerle uğraşmak kolay değildir.

*
13 Ocak tarihli Radikal gazetesinde Pınar Öğünç’ün röportaj yaptığı siyasi tarihçi Mehmet Ö. Alkan, “paralel devlet” üzerine ilginç sözler ediyor. “.. merak ettim, baktım. Paralel devlet sosyal bilim literatürüne Amerikalı tarihçi Robert Paxton tarafından kazandırılmış. Devletin veya hükümetin içinde, ama meşru olmayan ‘devlet gibi’ kurum ve organizasyonlar toplamı için kullanılmış. Paralel devlet, temelde devletin egemen siyasal ve toplumsal ideolojisini desteklemeye hizmet ediyor. Dolayısıyla bizde yaygın olarak kullanılan anlamından, meşru iktidara alternatif gayri meşru bir yapı, ‘devlet içinde devlet’ teriminden farklı.”
Yani? Alkan’a ve onun ağzından “literatüre kazandırıcı” Amerikalıya göre, devletin meşru olmayan kurum ve orgütleri için kullanılıyormuş. Cuntaları ve rakip çeteleri değil, ama MİT; JİTEM vb. türü meşruluğu en azından zorlayan ve herhalde “özel” olması gereken örgütler toplamını ifade ediyormuş. Peki, bu kullanımı, bu özel örgütler içinde çetelerin cirit atmasını engeller mi? Tabii ki engellemez!
Hükümette bulunmalarına ve her türlü yasal olanağa sahip olmalarına rağmen, iddia edildiği kadarıyla, en azından dört eski bakanın karıştığı yolsuzluk ve rüşvet alış-verişleri herhalde bir dizi çete etkinliği ve örgütlenmesini gerektirir türden iş ya da icraatlardandır ve olağan meşru örgütler aracılığıyla yürütülemezler. Önü alındı gibi görünmektedir; ancak “ikinci dalga” denen ve Bilal Bey’in de dahil olduğu durdurulan soruşturmayla, Ankara merkezli durdurulan Ulaştırma ihaleleri yolsuzluğu soruşturmasıyla, süren İzmir Liman soruşturmasının hem akibetleri henüz belli değildir, hem de bu soruşturmaların konu edindiği yolsuzluklar herhalde meşru devlet kurumları aracılığıyla gerçekleştirilemezlerdi.
Zekeriya Bey ya da diğerlerinin devlet içinde ayrı bir “örgütlenme”ye üye olmadıklarına kefil olmak bize düşmez kuşkusuz, Dubai tatillerinin evraklarını da biz bulacak değiliz! “Hocaefendi”nin dinlemeye takılan ve gazetelere manşet olan Uganda rafinerisi ya da Bank Asya’nın sorunlarına ilişkin yorumlarının, dershaneleri ve okullarının ve iktidar paylaşımı anlaşmazlığına düştüğünde onları savunmak ve yeni ittifaklar oluşturmak üzere yaptıkları ya da yapmadıklarını burjuva yasallığına sığdırmaya uğraşmakta bizim işimiz olamaz.
“17 Aralık Komplosu” propagandasına tabii ki kanmıyor ve kanılmaması için gayret sarfediyoruz; ayakkabı kutuları dolusu paralar yoktan var edilmedi! Bu “komplo”ile “Hükümete karşı darbe düzenlediği” tezi de tamamen saçmadır. “Darbe”! “Yargı darbesi”.. Ve herhalde “polis darbesi”! Öyle mi? Buna inanılabilir mi? Bir kısım hâkim ve savcılarla polis içine yuvalanmış Cemaatçiler hükümete düşmanlık güdüyor, “Emniyet”i ve “Yargı”yı çalıştırmıyor ya da çalışmasını engelliyor, bozuyorlar, Hükümet aleyhine “dolaplar çeviriyorlar” dense, oturup düşünülebilir, tartışılabilir. Özetle, olabilir. Ama “darbe”! Savcı darbe mi yapabilirmiş, nerede görülmüş? Hangi silahla? Hangi güçle? Beğenilmeyen işlere “darbe” denecekse, Meclis’te AKP milletvekillerinin salladıkları tekme ve yumruk darbelerinden söz ederek başlanması gerektir! Ya da binlerce Kürt siyasetçisini KCK’den tutuklayarak vurulan darbeden! Asgari ücretin üç kuruşluğu darbesinden!
Kısa tarihçede verilen örneklerden görülüp anlaşılabileceği gibi, darbe, silahlı kuvvetler içinde cunta örgütlerinin varlığını gerektirir ve emir-komuta zinciri dahilinde ya da değil, onların eylemi olabilir. Olmamalıdır tabii, ama öyle olmuştur ve işler olağan parlamenter yollardan halledilemediğinde, darbeler gelip kapıya dayanmıştır. Şimdi peki? Günü geçmiş olanlar “delikanlılık”ta direnir de, koşulları olgunlaşırsa ayrı, ama bugün bir darbeden söz etmek anlamlı mıdır? Ve eğer edilecekse, neden “yargı darbesi”? Neden MİT’in TIRları darbe aracı olmuyor da, onların durdurulup aranmak istenmesi darbeyle niteleniyor, anlamak olanaksızdır. Ya da anlamı açıktır: Kavram kargaşası yaratılarak kendi bildiğini okumak.. kendi gemini yürütmek! Ama bu “gemi” “hepimizin içinde olduğu” iddia edilen ve Türkiye’ye işaret etmek üzere kullanılan gemi değil, Bilal’in gemisidir!
Ancak bütün bunlar, iki çetenin karşı karşıya gelmediği ve iktidar kavgası yürütmediği anlamına gelmemektedir.
Karşı tavır önemlidir: Birinden birini, örneğin “darbeye karşı” çıkarak ve “ateşe benzin dökmeyerek” kavganın bir tarafına açık ya da örtülü destek sunmak, gerici iktidara karşı mücadele içindeki güçlerin işi olamaz. Herkesi, Cemaat’i, CHP’yi, onu, bunu eleştirip suçlarken neredeyse yeni bir “yetmez ama evet”çilik türetmeye yönelip AKP’ye tek laf etmemek, iktidarı karşısına almayana muhalefet denemeyeceği için, bırakalım iktidar için mücadeleyi, kişiyi muhalif bile yapmaz. Halkın çıkarı, hiçbir şekilde, birbirinin boğazına sarılmakta olan, kısa süre öncesine kadar halka zulüm etmede elele vermiş iki gerici çeteci güçten birini az da da çok desteklemekte olamaz.
İktidar kavgasını sürdüren iki çeteci güçten biri ya da diğerinin demokrasi ve bileşenlerinden olan genel ve ulusal özgürlük ya da insan hakları mücadelesiyle uzaktan ya da yakından ilgisi ileri sürülüp, bu nedenle biri diğerine tercih edilemez. Ne “AKP’yi sevmek ya da politikalarını doğru bulmak gerekmemektedir. Darbe düzenleyenlere karşı seçilmiş meşru hükümetin savunulması demokrat olmanın gereğidir” diyen Başbakan’ın “ileri demokrasi” ve “mağdurluk” edebiyatının gerçekle en küçük bir ilişkisi vardır, ne de Wall Street Journal’ın sorularını yanıtlayan Fethullah Gülen’in “İttifakımız demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle” şeklindeki sözlerinin…
Ayakkabı kutularındaki paralar kimindir?
İhalelere kimler, hangi hükümet üyeleri yolsuzluk karıştırmışlardır?
Roboski’yi bombalama emri kimindir? Acılı iki köydeki son gözaltı operasyonunun emrini kim vermiştir? Gezi Direnişçilerinden altısını katledenler emri kimden almışlar, polisi katliamları dolayısıyla kim mükâfatlandırmıştır? MİT’in TIR’lar dolusu silah sevkiyatının sorumlu kimdir? TIR’ların aranmasını hukuksuz olarak kim engellemektedir? Suriye’ye silahla müdahele emri kimindir? Rüşvet, yolsuzluk ya da bu icraatların milli çıkarla, yürütücüsü Hükümet ya da MİT’in millilikle ilgisini kim nasıl kurmaktadır?
Çeteler dağıtılsın!
Halk egemenliği!

Ukrayna’da olan biten ve halkın seçeneği

21 Kasım akşamında Ukrayna’nın başkenti Kiev’de “Euromaidan” adıyla başlayan kitlesel gösteriler, uzun süredir Rusya ve Çin’in liderliğinde şekillenen siyasi kampın ABD-AB  bloğu karşısında aldığı ilk kötü haberdi.  Bağımsızlık Meydanı’nda ilk günlerde 200 bine yaklaşan kalabalık, Viktor Yanukoviç iktidarının gösterileri şiddet ve küçümsemeyle bastırma girişimleri karşısında büyüyerek devam etti. Kasım ayı sonunda “Berkut” denilen özel polis gücünü sahaya süren iktidar, 79 kişinin yaralandığı, 9 kişinin gözaltına alındığı sert müdahalesini başlattı. Saldırı, Ukrayna’daki eylemleri daha uzunca bir süre düşmemek üzere Batı medyasının manşetlerine taşırken, saldırılara karşın geri adım atmayan göstericilerin coşkusu bu çevrelerde yeni bir “Turuncu Devrim” heyecanı yarattı. Örgütlülüğü ve militanlığıyla sokak gösterilerinde başrolü eline alan ırkçı Svoboda (Özgürlük) partisinin bir rahip eşliğinde Bağımsızlık Meydanı’ndaki Lenin heykelini yerle bir etmesi de Batı medyasındaki (keza Türkiye medyasındaki) neşeyi artırdı. Gösteriler, bu yazının yazıldığı Ocak ayının sonlarına değin devam ederken, son gösterilerde 5 kişinin ölümü ve muhalefetin hükümete ültümatom vermesi durumu iyice gerginleştirdi. Bu arada, AB ve ABD’den önemli politik figürler sık sık ülkeye gelerek gösterilere destek vermekten çekinmediler. Muhalefet liderleri de, ABD’den ülkeye yaptırım uygulamasını isteyecek kadar gözü pekleşti Amerikancılıkta.
Rusya ise, Batı’yı, Ukrayna’daki gerçekliği ters yüz etmekle ve gösterileri kışkırtmakla suçladı. Yanukoviç Hükümeti de, aslında iktidarının ilk gününden bu yana olduğu gibi, AB’ye karşı soğuk olmakla birlikte kapıları kapatmayan, ancak Rusya’yı da her zaman evine buyur eden tutumunu sürdürdü. Rusya ile 15 milyar dolarlık kredi ve doğal gaz fiyatında indirimi içeren bir anlaşma üzerine sağladığı mutabakat bu durumu perçinledi. Bunda kuşkusuz Rusya’nın pozisyonu ve gücü belirleyici oldu. Ukrayna Hükümeti son olarak da eylemcilere karşı sert cezaları öngören bir kanunu Meclis’ten geçirdi. Bu kanun, ülke içi muhalefetin ve AB’nin büyük tepkisini çekti.
Gösterilerin başladığı Kasım ayına dönersek, Rusya’nın AB kalesine attığı 2 kritik golü hatırlayacağız. Ukrayna Hükümeti, önce “Turuncu Devrim”in liderlerinden, hali hazırda karıştığı yolsuzluklar sebebiyle cezaevinde bulunan Yuliya Timoşenko’nun özel bir izinle Almanya’da tedavi edilmesine izin vermeyerek, AB’nin uzunca bir süredir devam ettirdiği kampanyayı boşa düşürdü. Daha sonra da, Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta AB ile imzalaması arzu edilen ortaklık anlaşmasını durdurdu.
Bu 2 karar, Suriye’de işleri kendi dayattığı şekilde çözemeyen ve Rusya’nın yürüttüğü başarılı diplomasiye mahkum olan Batı’nın süregelen hayal kırıklıklarına eklenen son halka oldu.
Avrupa’nın Almanya ile Rusya arasında kalan coğrafyadaki en büyük ülkesi olan Ukrayna’nın, AB dolayısıyla Batı kampına mı, yoksa Rusya kampına mı dahil olacağı, SSCB’nin yıkılışı ve 1991’de Ukrayna’nın “bağımsız” bir ülke haline gelmesinden bu yana süregelen bir çatışma ve tartışma mevzusu. Hal böyleyken, Ukrayna cephesinden gelen bu 2 karar Moskova’yı sevindirdi; akabinde başlayan gösteriler ise Brüksel ve Washington D.C’yi.
Peki, Ukrayna’nın geleceği nerede? Batı kampında mı, Rusya’da mı? Yoksa Doğu Avrupa’nın bu en büyük ülkesinin bağımsız bir yol izleme şansı bulunuyor mu? Meseleyi tarihsel arka planından güncel gelişmelere kadar özetlerken  “Meydanları dolduran yüz binler neden AB’den medet umuyor”, “AB, Ukrayna halkının sorunlarını neden çözemez” ve “Çözüm nerede” sorularına yanıt arayacağız.

KİEV DEVLETİ’NDEN 1. DÜNYA SAVAŞI’NA; BATI-DOĞU ETKİSİ
Aslında Ukrayna için bu soru uzun yüzyıllardır gündemde. 9. yüzyılda Kiev merkezli kurulan fetihçi Slav devleti (Rurikoviç İmparatorluğu) 10. ve 11. yüzyıllarda Avrupa’nın en güçlü devleti haline gelerek güneyindeki Bizans İmparatorluğu’nu tehdit etmeye başladı. Batı Roma’nın engin diplomasi becerisini miras alan ve geliştiren Bizans, zenginliğine göz diken bu kuzeyli gücü etkisizleştirmek için Peçenek ve Kıpçak gibi savaşçı kabileleri kışkırtırken, aynı zamanda Hıristiyanlığı da bu bölgelere ihraç ederek tarihi bir başarıya imza attı. Hıristiyanlığı kabulüyle birlikte Kiev, Batı ile de ilişkilerini geliştirdi. 11.yüzyıldan itibaren geçmişin fetihleri üzerinde yükselen Kiev devleti farklı soydan prenslerin iktidar mücadelesi içerisinde parçalı bir yapıya büründü. 13. yüzyıldaki Moğol istilası ise sonları oldu. Bu tarihten itibaren Kiev hiçbir zaman bağımsız bir odak haline gelemeyerek, sırasıyla Litvanya, Polonya, Kırım,  Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rus Çarlığı’nın yönetimine mahkum oldu.
19.Yüzyılda milliyetçi ve sosyalist hareketlerin ortaya çıkışına karşın, bugünü andıran bir “Batı-Doğu” saflaşması 1. Dünya Savaşı’na girilirken net bir şekilde yaşandı. Yaklaşık 250 bin Ukraynalı savaşa Avusturya-Macaristan saflarında girerken, 3.5 milyon Ukraynalı da Çarlık adına savaştı. 1917’de Sovyet Devrimi pek çok dengeyi yerle bir etti. Devrim, Doğu Ukrayna’da kendisine önemli bir taraftar kitlesi buldu ve Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Batı ve Doğu Ukrayna’da farklı devletlerin ortaya çıktığı bu dönemde, ülkenin geçmişte Avusturya-Macaristan hakimiyetinde olan bölgesinde kurulan Batı Ukrayna Halk Cumhuriyeti ile Sovyet devleti ve diğer yeni devletler arasında çatışmalar yaşandı. Bu sırada Polonyalılar Ukrayna’yı işgal ederek Batı Ukrayna’yı yendi, ancak Sovyetlere karşı aynı başarıyı gösteremedi. Riga Anlaşması sonrası, Batı Ukrayna Polonya’ya bağlanırken, Polonya da Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni tanıdı. Ukrayna’da milliyetçi hareketler silahlı yapılanmalar kurarak yeraltı faaliyetlerini sürdürürken, Ukrayna Sovyeti, 1922 yılında  Sovyetler Birliği’nin kurucu cumhuriyetlerinden biri oldu.

SOVYETLER, ATILIM VE ‘BAĞIMSIZLIK’

1920’lerin başındaki iç savaşa, kıtlığa ve göçlere karşın, Sovyet iktidarı Ukrayna’da müthiş bir ulusal ve sosyal özgürleşme sağladı. Herkese iş, eğitim ve ücretsiz sağlık hakkı, kadın haklarında gerçekleşen muazzam atılım ve Ukrayna kültüründeki sıçrama güçlü sanayileşme politikalarıyla birleşti. 1930’lara gelindiğinde Ukrayna’nın sanayi üretimi dörde katlanmıştı ve dünya pazarındaki krize, 30’ların başındaki kıtlığa ve İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerine rağmen Ukrayna, Sovyetlerin en büyük 2. endüstri merkezi haline geldi.
Ukrayna, 2. Dünya Savaşı sırasında Kızıl Ordu’nun büyük bedeller karşılığı büyük bir zafer kazanan ve Nazi saldırganlığını durduran direnişine öncülük etti. 7 milyona yakın Ukraynalı Kızıl Ordu saflarında savaştı. 2 milyona yakını savaş sırasında yaşamını yitirdi. Nazi işgali sırasında özellikle Batı Ukrayna’da, kimi milliyetçiler Nazilerle işbirliği yapmaktan çekinmedi. Bu dönemde Batı Ukrayna’da yarım milyon Yahudi, Naziler ve işbirlikçilerinin kurbanı oldu. Ancak nihayetinde faşizme karşı kazanılan zaferde Ukrayna cephesinin kahramanlıkları büyük rol oynadı. Savaşta, ülkenin 1921 ila 1939 arasındaki iç savaşsız yıllarında kurulan büyük endüstrisi, kent ve kır altyapısı önemli zararlar gördü. Ancak Sovyetler 1946-1950 arasındaki beş yıllık kalkınma planında bütçenin yüzde 20’sini Ukrayna’ya ayırdı ve bölge kısa sürede kendini toparlayarak savaş öncesi dönemin dahi önüne geçen bir sistem kurdu. Ukrayna, Sovyet döneminde Avrupa’nın en önemli sanayi merkezi haline geldi. Ülkenin tarım ürünleri ihtiyacının da dörtte birinden fazlası Ukrayna aracılığıyla karşılanıyordu. Ukrayna’da sosyalist sistem, sonrasındaki tüm geri adımlara rağmen, SSCB’nin en önemli tarım, sanayi, bilim, sanat ve spor merkezlerinden biri olarak öne çıktı.

1991 VE SONRASI; EKONOMİK-SOSYAL ÇÖKÜŞ
SSCB’nin yıkılması sonrası Ukrayna için de yeni bir dönem başladı. Ukrayna kağıt üzerinde bağımsızlığını kazandı, ancak bu sözde bağımsızlık, Sovyet döneminde işçi sınıfı iktidarının kültürden sanayiye yarattığı somut değerlerle kurduğu gerçek bağımsızlığın etkisini uyandırmaktan bir hayli uzaktı. Ukrayna, işe, IMF, ABD ve AB tarafından desteklenen özelleştirmelerle başladı. Tüm eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi, merkezi yönetimin himayesindeki isimler, dev sanayi kuruluşlarını yok pahasına satın aldı ve bunların üzerinden devasa kârlar elde etti. Yerli oligarklar kısa sürede ülkeyi avucuna aldı.
1990’lar boyunca Ukrayna’da kapitalizm yeniden canlandırılırken, ülke, 10 yıl sonunda, nükleer savaştan çıkmış gibiydi. Gayrı safi milli hasıla yüzde 60 oranında düştü, enflasyon rekor seviyelere çıktı. İşsizlik ve sefalet koşulları baş gösterdi. Yaşam standardı büyük oranda gerilerken, ortalama yaşam süresi 10 yıl içinde 4 yıl azaldı. Pek çok Ukraynalı çözümü Avrupa ülkelerine, ABD’ye ya da Rusya’ya göç etmekte buldu, ancak oralarda da kendilerini kapitalizmin “nimet”leri bekliyordu: Güvencesiz, düşük ücretle çalışma,  ayrımcılık ve sosyal haklardan muafiyet…

KUÇMA DÖNEMİ; KAPİTALİZMİN VAHŞİ RESTORASYONU

1993’teki hiperenflasyon tecrübesi sonrası, 1994’teki seçimlerle görev başına gelen Leonid Kuçma’nın başkanlığı dönemi, ülkede bugünkü saflaşmanın da ete kemiğe büründüğü dönem oldu. Batılı çevrelerin kapitalizmin dayanaklarının sağlamlaştırılması ve Batı’yla ilişkilerin geliştirilmesi görevini verdiği Kuçma, aynı zamanda Rusya’yla olan ilişkileri de geliştirdi. Oligarkların semirtilmesi döneminde, yolsuzluk, rüşvet, hile-hurda ayyuka çıktı. Özelleştirmeler sırasında yaşanan yolsuzlukları belgeleyen bir gazeteci (Georgii Gongadze), Kuçma’nın gizli emriyle öldürüldü. Kuçma, doğu Ukrayna’nın sanayi havzalarında Rusya’yla önemli ilişkileri olan oligarklarla (bunlardan biri, damadı Viktor Pinçuk’tu) bir kazan-kazan sistemi kurdu. “Turuncu Devrim” sürecinden bu yana öne çıkan Yuliya Timoşenko ve Viktor Yuşçenko gibi isimler de, servet ve güçlerini bu dönemdeki yolsuzluklarla sağladı.
Kuçma, ülkede büyük sermayeyi elinde tutan çevrelerin yaratılmasında ve korunup kollanılmasında başrolü oynarken, AB, ABD ve IMF üçlüsü, 90’ların ikinci yarısından itibaren onu Batı ekseninden uzaklaşmakla, özelleştirmeleri ve ekonomideki liberalizasyonu yavaşlatmakla suçladı. Batı, bu dönemde, tıpkı Sırbistan, Kırgızistan ve Gürcistan gibi ülkelerde yaptığı gibi, açıktan kurdurduğu ve desteklediği “sivil toplum” aygıtlarıyla ülkede yönetici sınıfa karşı gelişen hoşnutsuzluğu maniple ederek, sözcülüğü üstlenecek kurumlar yarattı. Buna karşılık, Kuçma da, Sırbistan’da Miloşeviç, Gürcistan’da Şevardnadze’nin yaptığı gibi, Batı ile kurduğu köprülerdeki trafiği artırdı ve yavaş yavaş güçlenen Rusya kampıyla ilişkilerini sağlamlaştırdı. Kuçma, 1999 seçimleriyle 2. dönemine hazırlanırken, “Turuncu Devrim”in liderlerinden Viktor Yuşçenko, 1998’de onun başbakanlığına getirildi. Yuşçenko, Batı’yla iyi ilişkiler kurdu ve özelleştirmeleri hızlandırdı. Dibe vurmuş olan Ukrayna ekonomisi bu dönemde kaçınılmaz bir gelişme gösterdi; ancak göz boyayıcı rakamlara rağmen –2002 sonrası Türkiye’de olduğu gibi– yüzde 8’i aşan işsizlik, kamu hizmetlerindeki düşüş, devamlı azalan nüfus ve göçler olduğu yerde durmaya devam etti. 2000’ler sonrası Ukrayna ekonomisi çıkışa geçmiş gibi görünse de, bir dönem Sovyetlerin ağır sanayisinin hammadde ve tarım ürünleri ihtiyacını karşılayan ülke, artık enerjide (özellikle doğalgaz) tamamen dışa bağımlı bir coğrafya haline gelmişti. Bu da, ülkenin bağımsız adımlar atabilme ihtimalini sıfırladı.

YUŞÇENKO-TİMOŞENKO DÖNEMİ; ‘TURUNCU DEVRİM’ FİYASKOSU
“Turuncu devrim”in hemen öncesinde, 2003 yılında nüfusun yüzde 30’u açlık sınırında yaşıyordu. Zenginle yoksul arasındaki fark büyük oranda artmıştı. En yoksul yüzde 10’luk kesim ulusal gelirin yüzde 3.7’sine, en zengin yüzde 10 ise yüzde 23.2’sine sahipti. Yine de, 2001’den bu yana ülke ekonomisinin ilk kez büyüme rakamları vermesi ve bunun mimarı olarak Yuşçenko’nun görülmesi, Batı’ya önemli bir fırsat sundu. Yuşçenko, Kuçma’yla yaşadığı görüş ayrılıkları sonrası 2001’de görevden azledildi. Batılı sermaye çevreleriyle ilişkilerini geliştiren Yuşçenko, içeride de Kuçma ve Donetsk ekibiyle sorunlar yaşayan ve mecburen Batı’ya yönelen Yuliya Timoşenko gibi isimlerle ittifak kurdu.
Servetini, 1990’larda Rus doğalgazını Ukrayna’nın çok sayıdaki dev sanayi kuruluşlarına, kendisi için hayli kârlı fiyatlar karşılığı satarak elde eden Timoşenko, ticari kervanına Kuçma tarafından çomak sokulduktan sonra, politikaya atıldı. Rusya ve Rusya yanlısı Donetsk ekibinin hakimiyetinin kendisine içeride “ekmek” bırakmadığını gören Timoşenko’nun tek şansı, Batı’nın desteğini alarak iktidarı ele geçirmek ve böylece ülkenin sanayi kuruluşları üzerinde yeniden söz sahibi olabilmekti.
2004’te Viktor Yanukoviç’in, Viktor Yuşçenko karşısında seçimi kazanması sonrası başlatılan “Turuncu Devrim” senaryosunda Batı’nın biricik prensesi olarak pazarlanan Timoşenko, Yuşçenko ile birlikte iktidarı ele geçirdikten sonra, kısa sürede, bu emellerini hayata geçirmek için adımlar atmaya başladı. Timoşenko, başta Rinat Ahmetov (WikiLeaks’teki belgelere göre, ekibin ‘Baba’sı) olmak üzere, Donetsk ekibinin elindeki kuruluşlara göz dikerken, hedefi, büyük şirketleri yeniden kamulaştırarak, kendi ilişkide olduğu Batı destekli ya da Batılı firmalara satmaktı. Ülkenin çelik sanayisinin kalesi konumundaki Krivorozhstal’ın Rinat Ahmetov’dan alınarak, 2005 yılında, Hint milyarder Lakşmi Mittal’in Mittal Çelik firmasına satılması, bunun en belirgin örneklerinden biriydi. Dünyanın çelik üretimindeki önde gelen kuruluşlarından biri olan Krivorozhstal’ın üretim rakamları o tarihten bu yana hızla düşerken, Mittal, 55 bin olan çalışan sayısını da 35 bine kadar azalttı (15 bine kadar azaltılacağını duyurdu). Tek başına 40 bin kişilik bir işsizler ordusu ve üretimde azalma yaratan bu örnek, Yuşçenko-Timoşenko döneminin neden kısa sürede ömrünü doldurduğuna yalnızca bir örnek teşkil ediyor.
2004 seçimlerinde 48 milyonluk Ukrayna’da 5 milyon kişiyi iş sahibi yapacağı vaadini öne süren Yuşçenko-Timoşenko kampının bol keseden verdiği vaatler, kısa sürede kocaman bir yalana dönüştü. Yuşçenko ve Timoşenko birbirine düştü ve ‘Turuncu Devrim’ Batı açısından hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Yuşçenko tamamen gözden düşerken, Timoşenko 2007’deki seçimlerle başbakan oldu. Bu dönemde Rusya’yla yaşanan anlaşmazlıkların doğurduğu doğal gaz krizleri, sadece Ukrayna’yı değil, tüm Avrupa’yı vurdu. 2010 yılı geldiğinde, artık Rusya 2004’te olduğundan çok daha güçlü bir pozisyondaydı ve doğalgaz krizi, hem Avrupa hem de Ukrayna için fazla zararlı hale gelmişti. Timoşenko yönetiminden duyulan hayal kırıklığı, 2010 seçimlerinde Yanukoviç’i yeniden iktidara taşıdı. Batı’nın PR kraliçesi Timoşenko ise, yaptığı yolsuzluklar sebebiyle cezaevine konuldu.

2010 SONRASI YANUKOVİÇ DÖNEMİ; AYNI BURJUVANIN LACİVERDİ
Doğu’nun sanayi havzasına hükmeden Donetsk ekibinin, Rusça konuşan ve ülke nüfusunda yüzde 20’ye yakın bir yekun tutan Rus azınlığın, ayrıca güney ve doğudaki işçiler içerisinde az çok nüfuzu olsa da, bağımsız bir çizgi izleyemeyen, Rusya yanlısı Ukrayna Komünist Partisi’nin defacto desteğine sahip olan Bölgeler Partisi, kapitalist azgınlıkta da siyasi rakibini aratmadı. Elindeki Rus azınlık desteğini, ülke üzerindeki AB-Rusya etkisinin yarattığı ayrımları, ülkedeki etnik farklılıkların doğurduğu kimi suni gerginlikleri ve işçilerin bağımsız bir sınıf partisinin yokluğunu kullanarak işçi hareketini etkisizleştiren Yanukoviç iktidarı, 2010 sonrası ekonomideki gidişatı değiştiremedi. Üstüne üstlük, işçi hareketindeki zayıflıktan güç alarak, oligarkların emriyle, çalışma yaşamına yönelik büyük bir saldırı harekatı başlattı. Haftalık maksimum çalışma saatini 40’tan 48’e, günlük maksimum çalışma saatini 8’den 10’a çıkarmak; esnek ve güvencesiz koşulları yürürlüğe koymak; sendikalaşmaya iş kolu barajı getirmek isteyen hükümetin bu çabaları, işçilerin, iktidar için “sürpriz” kitlesel eylemleriyle geri püskürtüldü. Ancak hükümetin ajandasında bunların ve hatta neoliberal dönüşümü tamamlayacak kamu hizmetlerindeki özelleştirmelerin olduğu biliniyor (Özel kuruluşların açılmasına izin verilse de, eğitim ve sağlığın parasız olması gibi Sovyetlerden kalma kazanımlar halen hayatta). Ayrıca eklemek gerek ki, –gerçekçi ya da değil– AB üyeliği, Bölgeler Partisi’nin de seçim vaatlerinden biriydi.

HALK NEDEN AB’DEN MEDET UMUYOR?

Bu şartlar altında AB, giderek çekiciliği azalsa da, hala halk için bir değişim umudunu simgeliyor. Batı yanlısı ve en çok “Avrupa” sakızı çiğneyen Timeşenko’nun yolsuzluklarıyla atbaşı giden halkın yoksullaşması ve işsizlik rakamlarındaki artış, sadece Timeşenko’yu değil, onunla birlikte AB’nin halk üzerindeki etkisinin kırılmasına götürse bile, “Avrupa” ideali hala özellikle ülkenin batısında bir ölçüde geçerliğini koruyor. 1991’den bu yana yaşanan çöküşün altında AB’nin de temsilcilerinden biri olduğu emperyalist-kapitalist sistemin damgası olsa, Ukrayna halkı bunu sezgileriyle fark etse de, hedef almaya yol verecek net bir kavrayış ve bilinçlilik durumu ve bunu sağlayacak siyasi önderlikten yoksun. Bu şartlar ve ülkedeki AB ve Rus yanlısı odakların yarattığı kutuplaşma, değişim için sokaklara çıkan öfkeli insanların milliyetçi sembolleri ve AB bayraklarını dalgalandırmasına sebep oluyor.
Oysa kendisi de çıkmaz bir ekonomik sokağın içerisinde debelenen AB, Ukrayna halkının sorunlarını çözme noktasında hiçbir somut projenin adresi olamayacak durumda. Ülkede AB yanlıları, AB üyeliğinin yeni iş sahaları açacağını, yolsuzluklara son vereceğini, mali destek sağlayacağını ve AB ülkelerinde serbestçe seyahat hakkı sağlayacağını propaganda ediyor. Ukraynalılar, AB’nin vaatlerinde Batı Avrupa’nın en güçlü ülkelerindeki ya da İskandinavya’daki “refah”ı görse de, gerçek çok daha farklı. Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan’daki ekonomik darboğaz bir yana, bugün İngiltere’den Fransa’ya, hatta AB’nin en güçlü ülkesi Almanya’da dahi kemer sıkma politikaları, emekçiler için çalışma ve yaşam koşullarını bir hayli kötüleştirmiş durumda.
Doğu Avrupa’nın AB’ye yakın dönemde katılan ülkeleri de, AB politikaları uyarınca belirlenen benzer mali reçetelerle boğuşuyor. Kemer sıkma ve özelleştirme politikaları hızlı bir şekilde uygulanırken, olası bir üyelikte Ukrayna halkını bekleyen de, bundan daha farklı bir şey olmayacak.

AB’NİN YARARI YOK, ZARARI VAR
James Petras, bu denklemi şu sözlerle ifade ediyor: “Ukrayna’nın AB’ye girmesi demek, şu anda Güney Avrupa’nın düştüğü tuzağa düşerek küçük ve orta ölçekli endüstrisi dahil birçok şeyini kaybetmesi demektir. Yani, özellikle de imalat sektöründe Almanya ya da Fransa ile rekabet edecek güçte olmadığı için Portekiz, Yunanistan ve aynı durumlardan etkilenen diğer ülkelerin yaşadıklarını yaşayacaktır. Öbür tarafta, Ukrayna ürünlerinin rekabet gücünün olduğu Rus pazarına girme olanağını kaybedecektir.”*
James Petras’ın çizdiği bu gelecek projeksiyonu meseleyi kısaca özetlerken, AB’nin de, Ukraynalıların sorunlarını çözmek bir yana daha da derinleştireceğini gösteriyor. Üstelik enerji ve ticari anlamda en önemli ortaklığı Rusya ile olan Ukrayna’nın şu aşamada Moskova ile köprüleri atmasının faturası ilk olarak halka kesileceği için, ekonomik sorunlara yenilerini ekleyecektir. Rusya’nın, Yanukoviç Hükümeti biraz naz yaptığında dahi doğal gaz bağımlılığı kozunu kullanarak dengeleri hemen lehine çevirebildiğini de hatırlamak lazım.
Kısacası denebilir ki, Ukrayna’nın AB üyeliği (ya da Rusya’yla köprüleri atması), ülkedeki aşırı sağcı, ırkçı, liberal güçlerin Rus düşmanlığı üzerinden yükselen milliyetçi duygularını okşamak dışında kimsenin bir işine yaramayacaktır.

ÇAĞIN SORUNU: ‘BOŞLUĞU KİM DOLDURACAK?’
Ukrayna’da halkın geniş kesimlerinin düzene karşı öfkeli olduğu açık bir şekilde görülüyor. Bu öfke de başta ekonomik sebeplere dayanıyor ve taleplerini de bu temelle oluşturuyor. Yüz binler halinde sokaklara çıkarak devlet şiddetine meydan okumayı göze alan bu öfkenin sorunu, aslında son yıllarda dünyanın pek çok farklı noktasında patlak veren kitlesel gösterilerle aynı. Dünya kaynıyor. Halklar Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, mevcut düzene karşı meydanları zapt etmekten çekinmiyor. Ancak kitlesel öfke, taleplerini çözüm alıcı bir sistem karşıtı program etrafında toparlayamıyor. Bu konjonktürde, Ortadoğu’da İhvan, Ukrayna’da ırkçı, liberal partiler örneğinde görüldüğü üzere, boşluğu gerici burjuva güçler dolduruyor. Halklar çoğu zaman devrimci, “üçüncü” bir seçeneği dahi karşısında bulamıyor ve iki gerici kampa yedekleniyor.
Son dönemde moda “sol” akımlar, dünya çapındaki kitlesel eylemleri örnek göstererek, örgütsüzlük güzellemeleri yapıyor. Eylemler, Herbert Marcuse’tan bu yana devam eden “işçi sınıfının önderliğinin önemini yitirdiği” teorilerinin doğrulanması olarak yorumlanıyor. Oysa tam da bu iki eksiklik, hareketlerin en büyük handikabı ve sonuç alamayışın temel sebebi olarak öne çıkıyor. Dünya çapındaki kitlesel eylemler, farklı coğrafyalarda farklı şekillerde sokağa yansırken, halkların kendi bağrından çıkarttığı örgütlerle bu sorunun çözümü yönünde seçenekler yaratması da kaçınılmaz görünüyor.

Kapitalizmin “anneliği”

Tüm dünyada neoliberalizmin kadınlar üzerindeki etkisinin gün geçtikçe ağırlaşıyor olduğu malum. Bunun Türkiye’de yansımalarının neler olduğunu ise başka yazılarda çokça tartıştık. Bu süreç, bir yandan kadınların “hiç olmadığı kadar çok yasal hakka ve uluslararası sözleşmelerin güvencesine” sahip oldukları, bir yandan da hak-eşitlik-özgürlük-kadınların güçlenmesi gibi kavramların tezat bir biçimde “yeni muhafazakârlık” tarafından da içerildiği bir sürece işaret ediyor. Türkiye örneklemine bakın; memleket tarihinde belki de daha önce hiç olmadığı kadar çok yasal düzenlemenin yapıldığı, herkesin dilinde “kadın hakları”nın olduğu bu dönem, “muhafazakâr-demokrat” AKP’nin kadınların tüm kazanılmış haklarını fiilen kullanılamaz hale getirdiği dönemin de ta kendisi.
Kadınların “annelik” rolleri kapitalizmin belirli uğraklarında nasıl ve neden değişti? Ayırt edici yönü kadınların “hep bir adım geri” varlığı ve ailenin kutsal önceliği olan muhafazakârlığın bu değişimdeki rolü neydi? Neoliberalizm, kadınların hak ve eşitlik mücadelesinin temel kavramlarını kendi söylemine massederek nasıl kullanabildi? Bunu yaparken nasıl rıza üretti? Yeni muhafazakârlık kadın hakları söylemini neden ve nasıl değiştirdi?
Bu zor sorulara ancak çok kısıtlı bir cevap niteliğinde olan bu yazıda, muhafazakâr ideolojinin kapitalizmin ihtiyaçlarına göre kadınları “aile, anne ve eş” olarak tariflerken nasıl şekillendiğini ele almaya çalışacağız.

“REFAH DEVLETİ”NİN ANNELİĞİ
II. Dünya Savaşı’nın kadını yeni rollere ittiği süreçte, kadınlar, erkeklerden boşalan üretim alanında kitlesel olarak işgücüne katıldı. Bu süreçte, kadınlar “eşit statü ve refah paylaşımı, yasal koruma ve siyasal haklarının” kurumsallaşmasını talep etmişlerdi. Savaş sonrası erkeklerin “asıl emek gücü” olarak sahneye dönmesi ve işgücü sayısının artışı kadınların emeğini yine ucuzlaştırırken, bir yandan da, bu hakların ataerkil aile anlayışını el üstünde tutan politikalarla, kadınların değil, ailelerin korunmasının gereği olarak arz edilmesini de kolaylaştırdı.
Savaş sonrasının yarattığı nüfus sorunu kadınların konumlarını ve hak taleplerini belirledi. Savaş sonrasında kadınların “doğal görevi” olarak görülen annelik, kamusal bir görev sayıldı. Kadınların doğurmaya ve üretim için gerekli emeği hazırlamaya, yani yeniden üretim görevine dönmeye çağrıldığı bu dönemde, kadınların “sosyal güvenlik” hakları, daha çok annelik haklarını içeren, aileyi önemseyen “refah hakları” içinde tanımlanmıştı.  Piyasa merkezli refah anlayışında kadınlar, yine annelik anahtar rolü bağlamında ele alınmış, ailenin birleştirici ögesi, doğurganlığını sorumlulukla birleştiren “yuvayı yapan dişi kuş”laştırılmışlardı. Birçok ülkede kürtaj yasaklanmış, destekleyici aile ve çocuk yardımı programlarıyla kadınlar için ev cazip kılınmış, ev ekonomisi anlayışı geliştirilmiş, çocuk büyütmede profesyonel destek için anne ve çocuk merkezleri kurulmuştu. Anneliğin ilk dönemlerinde çalışmanın “annelikle bağdaşmayacağı” fikri yaygınlaştırılırken, emekçi sınıflardan gelen kadınların yaşamsal çalışma zorunlulukları devam etmekteydi. Ayrıca “evinde mutlu eş ve anne” mottosu da yeniden sandıktan çıkarılmış ve tedavüle sokulmuştu. Üstelik vatandaşlık kavramı, istihdamda yer alma ile belirlenmiş, bu nedenle de, sosyal haklardan yararlanan ve sosyal görevleri olan tam vatandaşlık “erkekler”e atıfla şekillendirilmişti.
1960’ların kadın hareketi, ağırlıklı olarak feministler, refah programlarında kadınların annelik rolünün bu kadar belirleyici olmasını eleştirmiş, kadınların annelik hizmetlerinin onların yoksulluğunu kalıcılaştırdığını söylemiş, bunun da “Keynesci refah devletinin” ataerkil bir biçimde yapılandırılmasının sonucu olduğunu öne sürmüştü. “Refah programları”nın çoğunun erkek egemen bir bakış açısıyla düzenlendiği, kadınları çalışma yaşamından uzaklaştırdığı tartışılıyordu. Feministler “refah devleti”nin, kadınları kapitalizmin ve erkek egemen kültürün gereksinimlerine hizmet etmek için asgari yaşam standardına mahkûm, bağımlı bir yaşam sürmeye zorladığını söylediler.
Sosyal yardım programlarının çalışan kadınları da içerecek biçimde geliştirilmesini sağlamak için sosyal haklar ve eşitlik temelinde mücadele veren kadınlar “ücretsiz kreş, ücretsiz bakım, üreme haklarının korunması, demokratik temsiliyet vb.” gibi kazanımlar elde etti. Bu çerçeveden bakıldığında, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi- CEDAW”ın 1979’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesi, “refah devleti”nin kadın projesinin uluslararası düzeydeki ifadesi olarak ortaya çıktı.

“KUTSAL AİLE”YE GERİ DÖNÜŞ
1970’li yıllar, kapitalizmin tüm dünyada yeniden politik ve ekonomik krizlerle sarsılmaya başladığı yıllar olmuştur. Sermaye krizinin çözümünde devletin sosyal sorumluluklarından uzaklaşması, kadınların meşru annelik haklarını ve refah yardımlarını da sorgulatmaya başladı. “Refah devleti” paradigması değişti. Kapitalist birikim sürecinin yeniden güvence altına alınması için üretim örgütlenmesinde radikal değişikliklerin yanı sıra işgücü maliyetlerinin de düşürülmesini hedefleyen köklü değişimler gündeme geldi. Kapitalizmin yaşadığı krize yanıt olarak ortaya çıkan ve neoliberalizm ile muhafazakârlığı birleştiren bu anlayış, kendine özgü birey, devlet ve kamu yönetimi tasarımını gündeme getirdi. Yani, neoliberalizm ve muhafazakârlık, devlet-birey, devlet-kadın arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanmasını gerektirdi. Sosyal yardımların kadınların refahlarını artırarak, çekirdek aile yerine tek ebeveynli aile formlarının oluşmasına yol açtığı, yoksulların daha fazla çocuk sahibi olmasına neden olduğu, “toplumun temeli olan” aileyi çürüttüğü ve değerleri dejenere ettiği savı aldı yürüdü. Muhafazakâr bir bakışla kadınların ve yoksulların çalışma alışkanlıkları ile “kutsal ailenin bozuşturulduğu” iddiası güç kazandı.
1980’lerde Reagan, Thatcher ve Kohl’da simgeleşen muhafazakâr politikalar ilk elden kadınların kazanımlarını ideolojik bombardımana tuttu. İngiltere’de Thatcher’in iktidara gelmesi ile sağlığa, eğitime, barınmaya, bakım hizmetlerine verilen devlet desteği yavaş yavaş geri çekildi. Oluşan toplumsal ve ekonomik açığın kapatıcıları, zaten çoktan evlerine dönmeleri beklenen kadınlardı. Thatcher döneminde annelikle ilgili sosyal güvenlik hakları sosyal yardıma dönüştürüldü. “Refah anneleri” olarak adlandırılan ve yardımları hak etmediği söylenen kadınlar için çocuk yardım programları ortadan kaldırıldı. Çocuklarına tek başlarına bakmak için alınacak devlet desteği yerini babalardan nafaka istemeye bıraktı, kadınlara eğer sorunla karşılaşmak istemiyorlarsa, “sıcak yuvalarına” dönmeleri salık verildi. “Kutsal aile” ve kadınların doğaları gereği ailenin ve evin merkezinde yer alması gereken varlıklar olarak kurgulandığı muhafazakâr anlayış, televizyon dizilerinden reklamlara, kamusal kampanyalara kadar pek çok yerden “kadının yeri evidir” anlayışının boca edildiği bir dönemi doğurdu.
80’lerle ve 90’larla, neoliberalizmle kadın emeğinin güvencesizleşmesi, ev içi hizmetlerin ve bakım hizmetlerinin yeniden kadının sırtına bırakılması, bu alanın ticarileştirilmesiyle birlikte kadınların bu hizmetlere ulaşabilmesinin iyice sınırlanması, ev içindeki kadın emeğinin yükünü artırdı.

YENİ DÜNYA DÜZENİNE HOŞGELDİN KADIN EMEĞİ!
SSCB’nin çöküşü, işçi sınıfının örgütlülüğünün geriletilmesi ve “yeni dünya düzeni”yle beraber neoliberalizmin dizginlerinden boşalması, bu süreçte şunu da beraberinde getirdi: Sermaye uluslararası ölçekte daha rahat hareket edebilir olmaya başladığında, üretim süreçleri parçalanmaya başladı. Yani bir malın üretiminde gereken her parça ya da her aşama başka bir yere taşınabilir oldu. 90’larla beraber sermaye, kendi üretim süreçlerini parçalayınca, “ucuz ve denetlenebilir” kadın emeğini kullanma konusunda daha iştahlı oldu. Yeni çalışma biçimi esnekleşme, güvencesizleştirme batağı öncelikle kadınları içine çekti. Kadınlar “aile bütçesine katkı” adı altında gönderildikleri evlerden apartma atölyelerde bu çarkın dişlisi haline getirildi. Yoksulluk ve işsizlik parça başı üretimin korkunç koşullarda gerçekleştiriliyor oluşuna katık edildi. Sonuç sermaye için iyiydi iyi olmasına ya, yoksulluğun artık “sürdürülemez” boyutlara gelişi tehdit yaratıyordu.

KADINSIZ KALKINAMAYAN NEOLİBERALİZM
Bu süreç, aynı zamanda devletin yeniden yapılandırıldığı ve iktidarın yeniden kurgulandığı bir dünya düzeninin şekillendirildiği bir süreç. Sermayenin sorunsuz dolaşımı için yeniden şekillendirilen devletler, uluslararası sermaye örgütlerinin yapısal uyum programları ve kalkınma ajanslarıyla şekil verdiği politikalarla dönüşmeye başladı.
Gündeme “yönetişim” kavramı sokuldu. “Katılımcılığın artırılması ve demokratikleşme” ya da “sorunun taraflarının çözümün de tarafları olması” gibi “hoş” ifadelerle anlatılan bu yeniden yapılandırmada kadınlara da önemli roller verildi. “Kadınların kalkınma anlayışının merkezine alınması” hikâyesinin ortaya çıkışı, IMF ve Dünya Bankası’nın 90’lı yıllardan itibaren krizleri tahmin etme ve yönetmedeki başarısızlığını kabul etmesinin hemen arkasından gerçekleşti. Bu başarısızlık anlatılarının önemli bir kısmı “kadınların görmezden gelinmesi kalkınma hedeflerinin başarısına gölge düşürmüştür” cümleleriyle yapıldı. Bir de, tabii, “sürdürülebilir kalkınmanın ancak ve ancak kadınların güçlenmesi ile gerçekleştirilebileceği” gibi süslü cümleler de vardı. “Eşitlik, sosyal haklara erişim, güçlenme, söz sahibi olma ve demokrasi” talepleri “sürdürülebilir kalkınma” anlayışı içerisinde güzelce yedirildi. Demokrasi bir “katılım” meselesine indirgendi. Katılımı da “sivil toplum kuruluşları” aracılığıyla gerçekleştirmeyi hedefleyen bir yaklaşım izlendi. Kadınların ve kadın örgütlerinin “kadın sorunu”nun tarafı ve “çözümün parçası” olarak masaya davet edilmeleri, yeni bağlamın olmazsa olmaz bir parçası idi.  “Katılımcı kalkınma” söyleminin 90’lı yıllarda ulusal hükümetlerin, DB’nin, BM ajanslarının desteklediği kalkınma program ve projelerinin temel bileşeni haline gelerek düzen içi bir kavrama dönüşmesi gibi, “kadınların güçlenmesi” de düzen içi bir kavrama dönüştü.

NEOLİBERALİZME “KADIN DOSTU” MAKYAJI
1990’larla birlikte “küreselleşme” adı altında dünyanın her mahallesine sızan “kadınların güçlendirilmesi, iş ve aile yaşamlarının uzlaştırılması” ideolojik bombardımanı çok önemli bir işlev taşıyordu: neoliberalizme “kadın dostu” makyajı yapmak. Birleşmiş Milletler kararlarıyla, Batı destekli fonlarla tüm dünyada kadın on yılları ilan edildi. 90’lardan bu yana tüm dünyada, “kadının insan hakları” söylemi çerçevesinde ve neoliberal politikaların bir parçası olarak, kadınlara “eşit fırsatlardan yararlanan yurttaşlık” sunulması kapsamında bir eşitlik tanımı var. Bu tanımlama, piyasanın talepleri bağlamında “rol eşitsizliklerinin giderilmesi” amacıyla gündeme geldi. “Fırsat Eşitliği” politikaları herkesin diline pelesenk oldu. Bu eşitlik, eğitimli üst orta ve üst sınıf kadınlar için yeni imkânlar yaratırken (holding yönetim kurullarında kota vb. gibi), alt sınıflar için sadece düşük ücretler, güvencesiz çalışma ve bakım emeğinin tüm yükünü üstlenerek işgücüne katılabilme hedefi anlamına geldi. Neoliberalizm, vitrinini toplumsal cinsiyet eşitliği kavramıyla süslerken, gündelik hayatın içinde kadın emeğine köle olmaktan başka seçenek sunulmuyordu.  Ama kadın hareketinin kimi bileşenleri, toplumsal hareket sendikacıları, sosyal demokratlar ve liberaller de, neoliberalizmin yeniden yapılandırılmasının ana eksenine kadınların neden ve nasıl oturtulduğunu göremediler.
Bugünlerde Dünya Bankası, IMF ve Birleşmiş Milletler’in yürütücülüğünü yaptığı “kalkınma” anlayışının yeniden elden geçirilmesi söz konusu. “Yeni” kalkınma anlayışının temelinde hangi kesimlerin olacağına ilişkin açıklamalar da yapıldı kısa zaman önce: gençler ve kadınlar, ama özellikle kadınlar! Açıklamada şöyle deniyor: “2015 sonrası kalkınma gündemi çerçevesi içerisinde, kadınların güçlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği öncelikler arasında en başa alınmalı ve aynı zamanda toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik haklarla ilgili tartışmaların da merkezinde tutulmalıdır. Bu alanlara ilişkin yatırımlar, yalnızca etik bir mecburiyet değil, aynı zamanda ülkelerin sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve toplumsal istikrara ulaşması için de itici bir güçtür. Sağlıklı aileler, krizler ya da çevresel etkiler karşısında daha dayanıklıdır. Bu direnç, sürdürülebilir olmayan üretim ve tüketim paternlerindeki değişimle birleştiğinde kısıtlı kaynaklar ve hassas ekosistem üzerindeki endişeleri azaltabilir. Evin geçimini ve bakımını üstlenen, gıda üretiminin ve gelişmekte olan ülkelerdeki tarımsal işgücünün neredeyse yarısını oluşturan, krizlerden etkilenen ülkelerde barışı inşa eden ve giderek artan şekilde siyaset ve iş dünyasında liderliğe soyunan kadınlar, ulusların temelindeki güçlü ailelerin ve toplumların belkemiğidir. Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, aynı zamanda ekonomik büyümenin ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasının temeli olan küresel insan sermayesinin de yarısını temsil eder. Kadınlar ayrıca çocuklarının okul ve sağlık harcamaları gibi kalemlerde, gelirlerinin erkeklere oranla çok daha büyük bir bölümünü aile ve toplum bütçesine katkıda bulunmak için kullanıyor; dolayısıyla yoksulluğun azaltılmasına yardımcı oluyorlar.”
Piyasa ekonomisinin, kapitalizmin emeğe yönelik sınır tanımayan saldırısı, emekçilerin “vatandaş” statüsünü değiştirdi. Artık güvenceli bir iş, güvenceli bir gelecek koşulunun olmadığı bir toplumda sürekli iş, sosyal güvenlik, emeklilik vb. haklarını yitiren ve gelirleri sürekli azalan emekçiler, aile-cemaat-tarikat bağlarına sığınmak zorunluluğu ile karşı karşıya. Bu durum ise, esas olarak kadınların yükünü daha da artırırken, onları, aynı zamanda hane reislerinin, cemaatin, mahallenin insafına terk ediyor. Göz önünde olmadıkları, sorunları gündeme taşımadıkları, talepkar olmadıkları, örgütlenip haklarını aramaya kalkışmadıkları, hane geçimini sessiz sedasız üstlenip işgücü maliyetini düşürdükleri sürece, tüm bu gelişmeler, “toplumsal sermaye” adıyla kutsanabilir bile. Neoliberalizmin geliştirip ihraç ettiği yeni muhafazakârlık sermaye için pek hayırlı ne de olsa!
1970’lerin krizine bir yanıt olarak başlayan emeğin esnekleştirilmesi süreci, muhafazakârlaştırmayla el ele şekillendirildi. Esnekleşme elbette erkekleri de işsizleştirir, güvencesiz işlere mahkûm eder. Ayrıca yükselen erkek işsizliğine karşı kadınların ailenin sağladığı ekonomik garantiyi kaybetmeleri söz konusudur, buna karşın işsizliğin yarattığı sonuçların karşılanması ve sosyal koruma masraflarının azaltılması için yine de aile içinde kalmaya devam etmeleri gerekir. Ve bu böyle sürüp gittikçe de, içinden geçtiğimiz çok yönlü krizde “düzeni” muhafaza etmek için muhafazakârlığın dozu da bir o kadar artırılacaktır.
Ailenin kutsallığı ve cemaatin denetimi ile şekillenen “millet”i esas alan “demokrasi”nin, çok yönlü ekonomik ve politik hamlelerle şekillendirilen düzenin “muhafazası”dır artık, esas olan. Bu dönemin kurucu aktörü olan siyasi partilerin kendilerine “muhafazakâr demokrat” demelerinin altında yatan da budur.

BİZİM MEMLEKETİN MUHAFAZAKÂR DEMOKRATI
KADINLARA NE VAAT EDİYOR?

Bu sürecin Türkiye’deki kurucu aktörü olarak AKP’ye baktığımızda, partinin kendisini ideolojik açıdan “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamasındaki niyeti görebiliyoruz.
“Üç çocuk” söylemi, SSGSS yasası ile kadınların ya babaya ya da kocaya bağımlı olarak aile içinde yaşamaya mahkûm edilmesi, aile ve ev kadınlığı eğitim programları, kürtajı yasaklama denemeleri, “aile ombudsmanlığı” düzenlemesiyle boşanmak isteyen kadınlara yönelik engelleme mekanizması derken… Evlilik kurumu kadınlar için her zamankinden daha çok sosyal güvenlik sağlayan bir istihdam sözleşmesine dönüşmekte. Bugün de boşanmaların rapora bağlanması, evlenen öğrencilerin kredi borçlarının silinmesi, 25 yaşından küçük evli çiftlere verilecek krediler, “kızlı erkekli” yaşanan evlere Başbakanın tek sözüyle yapılan baskınlar gündeme geldi. Bir yandan da “kadın istihdamını artırmak” gayesinin ardına gizlenen ucuz emek gücü inşası, çalışma yaşamının kadınlar açısından cehenneme çevrilmesi, sosyal devlet kalıntılarının da temizlenerek yükün kadınların omzuna bindirilmesi, evlerin fabrikalara dönüştürülmesi süreci, “aile ve iş yaşamının uyumlulaştırılması” projesi olarak kadınlara sunuldu. Yalnız yaşayan annelere verilen sosyal yardımlar kesilerek, bu kadınlara aldıkları yardımlardan bile daha düşük ücretlerle istihdam zorunluluğu getirildi. Üstelik çocukların bakımına ilişkin olarak, ne çalıştıkları patronlar ne de devlet tarafından herhangi bir sorumluluk üstlenildi. Bunu da, kadınları istihdama katma başarısı olarak propagandasına alet etti, aynı “İstihdam Paketi” ile yaptığı gibi. Bütün bunların sonucunda, ücretli çalışmak da kadınları kurtarmıyor, zira düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, esnek ve güvencesiz çalışma tek başına yaşamayı mümkün kılamayacak ölçüde neoliberal-yeni muhafazakâr denetim altında.
İşçi sınıfının kendi kültürel-politik dinamiklerini oluşturduğu çalışma alanı fabrikalardan evde parça başı iş yapan ya da mahallede sadece kadınların çalıştığı bir atölyede çalışarak kocasına katkıda bulunan, vatana millete dini bütün çocuklar yetiştiren kadınlara dönüşüm, bu ideolojik dönüşümle beraber şekillendi. Üstelik “fırsat eşitliği ve kadınların desteklenmesi” propagandasıyla…
Yeni muhafazakârlık renkten renge girerek, tüm toplumun ve elbette ki kadınların gündelik yaşamının orta yerine taht kurmaya çalışıyor. Elbette ki, bu yazıda ele alamadığımız yönleriyle çeşitli boyutlar ve katmanlar yaratıyor, sözcüleri her gün yeni bir şey ekleyerek çeşitlendiriyorlar. Kimi zaman bir yasal hakkın gaspı, kimi zaman kadın bedenine yönelik bir saldırı, kimi zaman “yok artık” denilecek abuk sabuk bir açıklama, kimi zaman ise müjde diye sunduğu bir uygulamayla…
Kadınların “annelik” rolleri kapitalizmin ihtiyaçları dolayısıyla hep gündem oldu. Kapitalizmin değişen ihtiyaçlarıyla şekillenen koşullar kadınların sosyal, siyasal ve ekonomik taleplerinin de değişimini getirdi. Sömürünün koşulları değiştikçe mücadelenin taleplerinin de değişmesi olağan elbette. Bugün esnekleştirme, güvencesizleştirme ve kuralsızlaştırmanın “sosyal dayanağını” kutsal annelik söyleminde ve dinci gericileştirmenin her türden kadın düşmanlığında bulan anlayış, çalışma yaşamını yeniden üretimin bütün alanlarını da dahil ederek yeniden şekillendiriyor. Tam da bu yüzden emeğin yeniden üretiminin bütün alanları bugün dünden daha fazla işçi sınıfı partisinin mücadele alanı olmak durumunda.

Çin’de “Sosyalizm ve Günümüz Dünyası” Konferansı

Çin Halk Cumhuriyeti’nin başkenti Pekin’de 16-17 Kasım 2013 tarihlerinde “Sosyalizm ve Günümüz Dünyası” başlığıyla, Çin Sosyal Bilimler Akademisi (CASS) tarafından “Uluslararası Marksizm İkinci Alt-forumu” gerçekleştirildi. ABD, Almanya, Çin, Japonya, Kanada, Küba, Rusya ve Türkiye gibi birçok farklı ülkeden katılımcının olduğu forumda, sosyalizm teorileri ve pratikleri, tarihten bugüne Marksist düşüncenin gelişim örnekleri, devrimci halk hareketlerinin deneyimleri ve güncel Marx-Engels araştırmaları üzerine bir dizi sunum düzenlendi. Dünyanın “birinci süper gücü” olmaya aday, yaklaşık 85 milyon üyeye sahip Komünist Partisi’yle yönetilen Çin’de “sosyalizm” başlığı altında böylesine büyük bir organizasyonda neler konuşuldu ve bu neredeyse göz kamaştırıcı gündem başlıklarının ışığında Marksizm nasıl bir hal alıyor – elimize geçen konferans tebliğleri  eşliğinde bu sorulara cevap arayacağız.

18. PARTİ KONGRESİ VE 3. PLENUM

Konferans’ın içeriğine girmeden önce burada kısa bir süreliğine duralım ve Konferans tarihlerinden sadece birkaç gün önce gerçekleştirilen Çin Komünist Partisi 18. Kongresi’nin 9-12 Kasım arası gerçekleştirilen 3. Plenumu’nu mercek altına alalım. Konferansın 3. Plenum’un hemen ardından gerçekleşmiş olması sanki her iki etkinlik arasında bir bağlantı varmış önizlenimini oluşturuyor olsa da –bu zamansal tesadüf bir yana–, bu uluslararası Konferans’ın büyük resimde nereye oturduğunu, hangi parçayı oluşturduğunu anlamak için, Parti’nin siyasi-iktisadi eğilimlerine dair kısa bir özet yapmak faydalı olacaktır.
3. Plenum, Parti’nin yüksek kadrolarından, başta genel sekreter Xi Jinping ve Politbüro üyeleri olmak üzere, Kasım 2012’de düzenlenen ÇKP 18. Kongresi 1. Plenumu’nda seçilmiş 200’den fazla delegeye ev sahipliği yaptı. Burada kısa bir parantez: ÇKP tarihinde 3. plenumlara özel bir önem atfedilir; zira ilk iki plenumda Parti liderliği tarafından uygulamaya konulmuş olan siyasi ve iktisadi programın uygulamada hangi neticelere ulaştığı 3. plenumlarda değerlendirilir. “Reform” ve “açılım” politikalarıyla ünlü Deng Xiaoping’in liderliğinin onaylanması, 11. ÇKP Kongresi’nin 3. Plenumu’da (Aralık 1978) gerçekleşmiştir. Kasım 1993’te gerçekleşen 14. ÇKP Kongresi 3. Plenumu’nda Zhu Rongji liderliğinde Çin’in “sosyalist piyasa ekonomisi”ne geçtiği resmen onaylanmıştır. 17. Kongre’nin 3. Plenumu’nda finans, kalkınma ve büyüme konusunda yapılan reformlar değerlendirilmiş ve küresel iktisadi krizin Çin’e yansımaları konusunda alınmış olan tedbirler gözden geçirilmiştir. Geçtiğimiz Kasım ayında ise, bankacılık, finans, vergilendirme, mülkiyet hakkı, fiyat ve gelir adaletsizliği gibi iktisadi politikaların ağırlıkta olduğu bir plenum gerçekleştirildi.
Plenum’da değerlendirilen program, ana hatlarıyla, iktisat reformu ve genel reform, kamu sektörü ve özel sektör, merkezi ve yerel yönetim organları, kent ve kır, ulusal ve uluslararası piyasalar arasındaki ilişkilerin sürdürülebilirliği, gelişimi ve güçlendirilmesi konusunda yapılan değerlendirmeler şeklinde özetlenebilir. Parti önderliğinde yaklaşık 30 yıldan beri “reform” ve “açılım” politikaları uygulanarak; “toplumsal uyum”, “sürdürülebilirlik”, “ekonomik canlılık” gibi konularda siyasi ve iktisadi büyüme ve güçlenme çizgisinin bu Plenum’da da devam ettirildiği söylenebilir. Ulusal ekonomisini “sosyalist piyasa ekonomisi” olarak tanımlayan ÇKP, bu Plenum’da da kaynak dağılımı ve kullanımında serbest piyasa ve özel sektörün devlet işletmeleri ve kamu sektöründen daha “efektif çalışıyor” oluşundan dolayı, serbest piyasa merkezli, ama bunun yanında kamu işletmelerinin de gelişimini göz ardı etmeyen bir ekonomik program izlediğini yine dile getirdi. ÇKP programına göre, “sosyalist piyasa ekonomisi”nin gelişiminde belirleyici olan, kamu ve özel sektörün bir arada olanaklılığı. Bu bir aradalığın güvencesi ise, özel sektör ve serbest piyasanın tayin edici bir rol oynamasından geçiyor. Devlet ve kamu işletmelerinin gelişimi ve büyümesi ile özel sektör ve serbest piyasa arasında kurulan ‘denge’nin kriterlerini belirlemek, yönlendirmek ve yönetmek sorumluluğu ise, hükümete ait. Yapılan “reformlar”la ulusal sermayenin diğer ülkelerde ve yabancı sermayenin ülke içinde dolaşım serbestliğini kolaylaştırmak ve hukuki güvencesini arttırmak da, yine Parti’nin “reform” ve “açılım” politikalarının bir parçasını oluşturuyor.
ÇKP’nin genel “reform” politikalarında, iktisadi kalkınmanın, genel refah seviyesinin arttırılmasını, çalışma koşullarının iyileştirilmesini ve eko-sistemin onarılmasını olanaklı kıldığı ve güvence altına aldığı tezi savunuluyor. İktisadi gücün arttırılması için ve bunun sayesinde yönetim ve yönlendirme gücünü pekiştirmeyi, ÇKP, hem bir zorunluluk, hem de bu sistematiğin bir uzantısı olarak görüyor. Ulusal ve uluslararası kaynakların dağılımı, işlenmesi ve yönetimi ve ayrıca ulusal ve uluslararası siyasi-iktisadi düzende rol oynayan önemli faktörlere hakim olabilmek için ihtiyaç duyduğu ve yararlandığı kaynaklardan birisi de, veri toplayan ve bilgi üreten bilim enstitüleri. Parti’ye bir nevi “danışmanlık” hizmeti de veren kurumların en önemlilerinden birisi, yazının başında belirttiğimiz Çin Sosyal Bilimler Akademisi (CASS). 1977’de kurulan CASS, bünyesinde 30’un üzerinde enstitü barındırıyor. Konumuzu oluşturan Konferans’ın düzenleyicisi, CASS’a bağlı olan Marksizm Çalışmaları Akademik Bölümü ve (2005’te kurulmuş olan) Marksizm Akademisi.

CASS MARKSİZM ÇALIŞMALARI VE CHENG ENFU
CASS Marksizm Akademisi eski başkanı ve şu an Marksizm Çalışmaları Akademik Başkanı olan Cheng Enfu, “Sosyalizm ve Günümüz Dünyası” Konferansı’nı düzenleyen Uluslararası Eleştirel Düşünce (ICT) dergisinin de baş editörü. Konferans’ın içeriğinin ve eğiliminin belirlenmesinde en önemli isimlerden birisinin Cheng olduğu söylenebilir. Guangming Daily adlı günlük gazetenin 2012 yılında Cheng’le yaptığı röportajdan, Cheng’in kişisel görüşleri, yürüttüğü akademik faaliyetler ve ideolojik tutumu hakkında bazı fikirler edinmek mümkün.  Röportajında, Cheng, farklı eğilimleri “Neoliberalizm, Demokratik Sosyalizm, Yeni Sol, Eklektik Marksizm, Ortodoks Marksizm, Geçmişi Canlandırmaya Dönük Eğilim ve Yenilikçi Marksizm” şeklinde özetlerken; kendisini, içinde bulunduğu kurumu ve bu kurumun çıkardığı uluslararası yayınları “Yenilikçi Marksizm” ile özdeşleştiriyor. Yine Cheng’e göre, ÇKP MK ve “Yenilikçi Marksizm” “temel” hatlarıyla uyuşmaktadır.
Cheng’e göre, “Çin’in yönlendirici ideolojisi Marksizm-Leninizm ve onun Çin’e özgü biçimde yerelleştirilmiş teorileridir.” Bu yönlendirici gücün temel dayanak alabileceği ve iç dinamiğiyle örtüşebilen tek ideolojik akımsa, tez budur, Cheng’in savunucusu olduğu “Yenilikçi Marksizm”dir. “Yenilikçi Marksizm”, diyor Cheng, “Çin işçi sınıfının siyasi partisinin önderliği ilkesine bağlıdır. Çin’in Marksistleri, doğası bakımından Komünist Partisinin işçi sınıfının öncüsü olduğu ilkesi ile demokratik merkeziyetçilik örgütsel ilkesine ve sosyalist davaya önderlik etmede Komünist Partinin önderliği ilkesine bağlı kalmalıdırlar.”
Cheng, bir yandan ÇKP MK ile kendi betimlediği “Yenilikçi Marksizm” arasındaki örtüşmelere vurgu yaparken, diğer yandan Çin’de kamu mülkiyetindeki üretim araçlarının “egemen konumunun korunması konusunda ısrar” etmekte olduğunun altını çizmektedir. 18. Parti Kongresi 3. Plenumu’nda açıklanan “reformlar”da tayin edici kuvvetin piyasa ekonomisi ve özel mülkiyet olduğunu ve bunun daha da arttırılması için adımlar atıldığını hatırlarsak, Cheng’in ÇKP ve “Yenilikçi Marksizm” arasındaki uyumla ilgili sarf ettiği sözlerin, “Marksizm” sözcüklerinin kullanılmasına bakılacaksa, basit bir yanlış tespitten öte mevcut teori ve pratik arasındaki çelişkiyi ifade ettiği ya da doğrusu “Marksizm” sözcüklerinin bu kullanımının tamamen aldatıcı bir niteliğe sahip olduğu ve zaten bizzat kendisi durmaksızın gelişip yenilenmeden edemeyecek olan Marksizmin bir de “yenilikçi” sıfatıyla tanımlanma çabasının da onun Marksist teori ve pratikle bağını bütünüyle koparmaya yönelik olduğu söylenmelidir.
Öyle ya da böyle, Marksizmin nasıl iğdiş edildiği bir yana, “kamu mülkiyeti sektörünün egemen konumu korunmalıdır” ve “ısrar” edilmelidir gibi ifadeler de, farklı eğilimler arasında salt bir çelişki olmadığını göstermektedir; halihazırda eğilimlerarası bir mücadele ortamının mevcudiyetini de yansıtmaktadır. Mücadelenin teorideki doğru adresi olarak, Cheng, “Yenilikçi Marksizm”i gösteriyor. Bu teori, Cheng’e göre, “sömürü ve kutuplaşmayı ortadan kaldırır”. Bitmedi! Cheng’e göre, “sosyalizm ile kapitalizm arasındaki esas fark üretim araçlarının  toplumsal mülkiyet altında olduğu yapıdır.” Az önce kamu ve özel mülkiyet arasındaki çelişkiden bahseden Cheng, burada birden “toplumsal mülkiyet” diye bir kavramı devreye sokmakta, bu mülkiyetin toplumun hangi sınıfının elinde olacağı konusunda hedef şaşırtıcı bir ifade kullanarak topu taca atmaktadır. Bunu yaparken, dayanak olarak da, “reform” ve “açılım” politikalarını başlatan Deng Xiaoping’i göstermektedir. Öte yandan Cheng, ÇKP MK ana ideolojik akımını “Yenilikçi Marksizm” ile özdeşleştirir ve Parti ve işçi sınıfı arasında organik bir ilişki bulunduğunu ve bulunması gerektiğini dillendirirken, ÇKP’nin son Plenum’daki programıyla çelişmektedir. Sosyalist bir Çin’e ulaşma emelini “uzun bir tarihsel evrim” olarak nitelerken ve Çin “üretici güçlerinin genel olarak azgelişmiş olması nedeniyle üretim araçlarının kamusal mülkiyetini hemen tam anlamıyla gerçekleştirmeye girişememektedir” derken, Cheng, kapitalist ilişkilerin sosyalizme tam olarak nasıl evrileceğini düşünmektedir?
Madem Parti’nin ekonomi programı daha “efektif” çalışıyor gerekçesiyle serbest piyasaya öncelik veriyor ve buna bağlı olarak halkın yaşam standardı her geçen gün artıyor, öyleyse sosyalizme geçiş sürecini güvence altına alan öznenin, burada, gerçekten işçi sınıfı ve Parti olduğunu/olacağını nereden biliyor ve nasıl söyleyebiliyoruz?! Bu safsatalara, Cheng’in işçi sınıfıyla ilgili yaptığı uydurma tespiti de ekleyerek, bu konuyu burada kapatalım. Cheng şöyle demektedir: “İşçi sınıfı, hâlâ ileri üretici güçlerin temsilcisi ve ileri üretim ilişkilerinin somutlaşmış hali ve hâlâ kapitalizmi yıkma, sosyalizm ve komünizmi inşa etme tarihsel misyonuna kendilerini adamış insan grubudur.” Burada emek-sermaye çelişkisini ortadan kaldıracak ve sosyalizmin inşasında devrimci rolü oynayacak olan sınıfın işçi sınıfı olacağı sözüm ona açıklanırken, işçi sınıfının bu misyonunu, Cheng, mevcut tüm gerici karşı eğilimlerle olan ilişkisini somutlaştırmadan ele alıyor. Sonuç olarak, işçi sınıfının devrimci eğilimine Parti’nin verdiği/vermesi gereken ivme ve gerici eğilimlere karşı yürütülen/yürütülmesi gereken mücadele arasındaki ilişki  buharlaşıyor. Dünya işçi sınıfını sosyalizm misyonuna ‘kendisini adamış’ insan grubu olarak tanımlamak da, Parti’nin siyasi işlevini ortadan kaldırdığı gibi, kapitalizmin kendiliğinden sosyalizme evrileceği yanılgısına denk düşüyor; öte yandan işçi sınıfının adanmış ya da adanmamışlıkla ilişkisiz nesnelliğini, kapitalizmin durmaksızın çoğalttığı işçi sınıfının onun mezar kazıcısı olduğunu reddederek, sınıfı sosyalist işçilerden ibaret sayma hamkafalığına işaret ediyor.

“SOSYALİZM VE GÜNÜMÜZ DÜNYASI” KONFERANSININ İŞLEVİ
Yukarıda alıntıladığımız röportajında Cheng, CASS Marksizm Çalışmaları Akademik Bölümü ve Marksizm Akademisi içinde hakim olan “Yenilikçi Marksizm” akımının, aynı zamanda Parti’ye bir “siyasi danışma” işlevi gördüğünü de belirtmektedir. CASS’ın bu işlevi, Parti dışı ve uluslararası ilişkileri de güçlendirmeyi kapsamaktadır. Cheng’in baş editörlüğünü yaptığı ICT ve Dünya Ekonomi Politik İncelemeleri (WRPE), CASS Marksizm Bölümü’nün uluslararası kanadını güçlendirme konusunda birincil rol oynayan iki yayın organıdır. “Sosyalizm ve Günümüz Dünyası” Konferansı da bu uluslarası projenin bir parçasıdır.  Cheng’e göre, “Çin’de  teorik yenilik ve araştırma çabası veya politikalar oluşturulması çabası, dış dünyanın koşulları da dikkate alınarak, fakat sonuçta, nihai olarak Çin’deki duruma dayandırılmalıdır. Politika oluşturmada doğru öncelik sıralamasını seçerken –dışa açılma ve ‘reform’ stratejisini veya Çin’in kalkınmasıyla ilgili diğer önemli politikaları yürütürken–, birinci öncelikle, ülke içindeki ve dış dünyadaki durumu (çağı) doğru anlamak  gerekmektedir.” Bu konuda hareket noktasını oluşturan unsurlardan birisi, Batı’daki düşünce sistemleri, tarihleri ve toplumsal düzenleridir. Dünyadaki sosyal gerçekliği dikkate alma, kavrama ve buna müdahale etme konusunda akademik düzeyde kendisini “sol”, “sosyalist”, “Marksist” olarak tanımlayan yabancı akademisyenlere yönelik ihtiyaç, buradan kaynaklanmaktadır. Bu entellektüel birikimleri bir vakum gibi içine çekebilmesini olanaklı kılan platformlardan birisi, sözünü ettiğimiz Konferans’tır. Kendisine “Marksist” diyerek Marksist olabileceğini düşünen, ama neoliberal saldırganlığın içinde bulunduğu ülkenin özgün koşullarının akademik ihtiyaçlarını karşılayabilmesi bakımından gittikçe daha da yetersiz hale gelmesine bağlı olarak, Çin’in kendisine sunabileceği olanaklardan istifade edebileceğini varsayan akademisyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla Konferans, çok farklı kaynaklardan beslenen çıkarların bir şekilde örtüşebilmesine zemin olabilmektedir.
Konferans tebliğlerine göz gezdirdiğimizde de, Konferans’ın başlığı ile yapılan sunumların konuları arasındaki kopukluk, Konferans’ın emeline yönelik yaptığımız yorumu doğrulamaktadır. Zira neoliberalizm, adalet, emek teorileri, küresel kriz, Küba’nın güncel durumu, Çin’in iktisadi kalkınma tarihi, “sosyalizm modellemeleri”, sermaye birikim teorileri veya Marx-Engels araştırmaları gibi çok farklı konularda yapılan sunumlardan olumlu ve olumsuz olarak şüphesiz öğrenilecek şeyler vardır ve aynı şekilde olumlu ya tda olumsuz bakımdan katılımcılar açısından da faydalı olmuştur; ama diğer yandan sunumların bir bütünlüğe tekabül etmiyor oluşu yukarıda belirttiğimiz nedenlerden kaynaklanmaktadır. Son olarak, yapılan bazı sunumların içeriklerini kısaca özetleyerek bitirelim.

SUNUMLAR . . .
Burada tüm sunumların monoton bir özetini vermek yerine, hem Konferans’ın içeriğini temsili olarak yansıtabilecek, hem de bizim açımızdan belki bilmekte/öğrenmekte fayda olabilecek ABD’li iki iktisatçı ve aynı zamanda ICT’nin de yayın kurulu üyesi David Kotz ve David Laibman’un sunumlarına değineceğiz. Bunun yanında, CASS Marksizm Akademisi’nden Wang Zhongbao, üzerinde duracağımız son isim olacak.
Massachusetts Amherst Üniversitesi ve Şangay Finans ve Ekonomi Üniversitesi’nden David Kotz, “1980 Sonrası Kapitalizmini Anlamak” başlıklı sunumunda üç kavram üzerinde duruyor: Küreselleşme, finansallaşma ve neoliberalizm. Kotz’un cevap aradığı soru şudur: 1980 sonrası ABD kapitalizmini en doğru ve kapsamlı karşılayacak kavram “küreselleşme” mi, “finansallaşma” mı, yoksa “neoliberalizm” midir? Burjuva iktisatçılarının sınıflandırmalarına takılmadan, Marksist görüşe göre, bu sorunun cevabının şu şekilde verilebileceğini savunuyor: Neoliberalizm, sadece bir iktisat teorisi ya da politik bir uygulama değil, iktisadi fikirlerin ve ekonomik ve politik kurumların oluşturduğu bütünlüklü bir sistemdir; bunun yanında da emek-sermaye ilişkisinin tikel bir ilişki biçimidir. Neoliberalizmin özü, devlet, sendika ve bürokratik organ kanalları aracılığıyla iktisadi hareketlerin piyasa ilke ve ilişkileri tarafından yönlendirilmesinden ibarettir. Neoliberalizmin belli başlı kurumları emeğin sermaye kıskacına alınmasına hizmet eder. Finansallaşma ve küresel ekonomik entegrasyon neoliberalizmin uzantılarıdır.  Anlaşılan o ki, Kotz’da “neoliberalizm”, bir yandan emek ile sermaye arasındaki verili güç dengesinin, diğer yandan emperyalist kapitalizmin kendisine münhasır çelişki ve eğilimlerin ağırlaşmasının dışında, kendi başına “bütünüklü bir sistem” gibidir!
New York Şehir Üniversitesi’nden ve Bilim ve Toplum (Science and Society) dergisi editörü David Laibman, Çin’in karma ekonomisi üzerine üretilen teorilerde özel-kamusal, piyasa-planlama gibi ikili ilişki biçimleri üzerinde durulduğunu, bunun yerine üçlü bir ilişki biçiminin daha tutarlı olabileceğini savunuyor. Karma ekonomiyi üç unsurdan oluşan bir ilişki biçimi olarak tanımlarken, Laibman, devlet sektörü, özel rekabetçi sektör ve özel bürokratik-kurumsal sektör arasındaki ilişkiyi örnek gösteriyor.  Kamu sektörü ile özel sektör arasındaki rekabetin yönetiminde üçüncü unsur olan bürokratik-kurumsal sektörün devreye girdiğini belirten Laibman, “planlama”, “koordinasyon”, “demokrasi” gibi kavramların bu üçlü ilişki biçimi içinde üçüncü unsura denk geldiğini savunuyor.
CASS Marksizm Akademisi’nden Wang Zhongbao, Çin’in sosyalizm tecrübeleri üzerine yaptığı sunumda, “reform” ve “açılım” politikalarının “bilinçsizlik”ten “bilince” doğru evrildiğini, karma ekonominin çelişkileriyle ilgili bir problem olarak, bilinci geliştirmek konusunda büyük aşamalar kaydedildiğini belirtiyor.  Bununla beraber, bugün gelinen süreçte devlet/kamu işletmelerinin özel sektör karşısında yükseltilmesi konusunda bir düşüş yaşandığının altını çizen Wang, şu sonuca varıyor: “Sosyalizm yolunu izlemek konusunda ekonomik sistem reformunu güvence altına alan, işçiler [işçi sınıfı] tarafından, onlar aracılığıyla ve onlar için gerçek anlamda ortaya konmuş ve inşa edilmiş tutarlı bir politik sistem reformu mevcut değildir.”  Acaba neden olsa gerek?!

Oportünistlerin tuhaf “diyalektiği”*

İspanya Halkları Komünist Partisi (PCPE), Nisan ayında partimizin taktikler konusundaki anlayıṣına, parti yayın organında yayınladığı bir yazı ile yeni ve sarsakça bir saldırıda bulundu. Her ne kadar bu imzasız bir yazıysa da, biz biliyoruz ki, bu, onların resmi görüṣleridir. Bu iftira yazısının içeriği, modern revizyonizmin bu biçiminin maceracı ve doktriner karakterini göz önüne serme konusunda oldukça baṣarılı olmasının yanı sıra, uyguladıkları “radikal oportünist” siyasetten uzak durmak gerektiği konusunda neden bu kadar ısrarlı olduğumuzun da anlaṣılmasına yardımcı olacak türdendir.
Bu onların ilk saldırısı olmamasına rağmen, komünistlerce baṣvurulacak taktikler konusunda bazı sorulara yanıt verip bazı konuları açıklığa kavuṣturmak gerektiğini düṣünüyoruz. Ancak burada, birlik konusundaki politikamızın program içeriğini tartıṣmayacağız; çünkü bu tartıṣmayı takip edenler, buna iliṣkin yeterli bilgiyi Ekim Dergisi’nde ya da diğer yayın organlarımızda ve yaptığımız açıklamalarda bulacaklardır. Konuyu, bu küstah eleṣtirmenleri, iddia ettikleri gibi ön saflara değil, hak ettikleri yere koymaya yardımcı olacak bir kaç “tarihsel” soru ile sınırlayacağız.
Anonim yazar bize ṣu “dostça” satırları yazmıṣ: “Bu görevde (‘ilkeleri değiṣtirerek’ ve ‘stratejik hedeflerden tümden vazgeçerek’) İspanya´da reformizmin iki farklı ismini bir arada görmekteyiz. Bunlardan biri İspanya Komunist Partisi (PCE), diğeri İspanya Komunist Partisi M-L (PCE m-l). PCE yeri belirliyor; PCE m-l, ona da bir yer açması için PCE´ye yalvarıyor. Bu ikisi, tipik burjuva cumhuriyetçi partiler olan Cumhuriyetçi Sol ve Cumhuriyetçi Birlik ile birlikte ‘Cumhuriyetçi Devlet Birliği’ni kurdular.”
Her ne kadar dayanaktan yoksun kıṣkırtıcı bir saçmalıktan öte bir ṣey olmayan bu “sevgi” içerikli ve “dostça” yapılan “belgeli” açıklamalar karṣısında herhangi bir tartıṣma yürütmeye niyetimiz olmasa da; solun birlik ve bu birliğin içeriği  konusunda bir tartıṣmaya gereksinim duyması ve PCPE yönetiminin kendini komünist kampın tek temsilcisi  görerek, her fırsatta birlik çabalarına saldırmasından dolayı, bu örgüte iliṣkin birazcık (sadece birazcık) bir ṣeyler anlatmanın önemli olduğunu düṣünüyoruz.
Parça parça gidelim. Mevcut rejime karṣı demokratik bir halk bloğu oluṣturma çabalarımızdan dolayı bizi “kuyrukçuluk”la suçlayanlara, PCPE kurucularının transisyon (geçiṣ) döneminde  oynadığı rolü sormamız gerekir. Transisyon dönemi boyunca, İspanya’da politik mücadelenin kritik bir aṣamada olduğu dönemde, katil Franko´nun ölümünden sonra… Bu önderler ne yapmıṣtır? (Bunlardan bazısı hala bu partinin yönetim kurulunda, bir kısmı da sekterlik ve kirli oyunlar uzmanı olarak avro-komünizme dönüṣ yapmıṣtır. Ancak ṣu ana kadar PCPE´nin kurucu babalarının konumlarına iliṣkin herhangi bir özeleṣtiriye rastlamıṣ değiliz.)
Netleṣtirelim: 70’lerin sonuna kadar İspanyol iṣçi sınıfı üst düzey bir örgütlenme gücüne ve faṣizme karṣı mücadele deneyimine sahipti; o dönem mücadeleyi daha da yükseltmenin koṣulları mevcuttu. Bu dönemde PCPE programını belirleyenler, iṣçi sınıfının gücünü devre dıṣı bırakan ve Komünist Parti´yi, varlık nedeni, bağımsız bir politik faktör olan proletaryanın gücünü etkisizleṣtirmek olan rejimin idaresine dahil eden bir anlaṣma yapan Santiago Carillo´nun yönetim kurulunun verdiği direktiflere sadakat gösterdiler. Bunlar, komünist hareketi dar bir çerçeveye sokan (ṣu anda İspanya’nın içinde bulunduğu) politikalar oluṣturulmasına yardımcı oldular.
Taktiklerimiz konusunda bizimle aynı fikirde olur ya da olmazsınız; uygulanabilirliği konusunda olası yanlıṣları eleṣtirebilirsiniz; ancak bu “komünist önderler” bunu yapmadılar. Daha pragmatik, daha gerçekleṣmesi mümkün iṣleri daha “acil” gördükleri için, cumhuriyet mücadelesini reddedip monarṣinin güçlenmesine sessiz kalırken, PCE m-l monarṣiyi deṣifre çalıṣmaları yürüttü; halkın birliği için uğraṣtı. Güçlendirilmeye çalıṣılan rejimden kurtulmak için, diğer farklı güçlerle (evet, bazı burjuva gruplarla da) birlik olma çabalarına girdi; halk mücadelesinin yanlıṣ yöne evrilmesini önlemek için alternatif bir taktik olarak federatif halk cumhuriyeti için çalıṣtı. Yine zamanında, yukarıda sayılan hedefler ile asgari demokratik ve cumhuriyetçi bir program çerçevesinde PCPE ile de ittifak yapılmıṣtı.
1980’lerde Carillo revizyonizmi Kruṣçev revizyonizminden “bağımsız” karakterde olup “avrokomünizm” diye anılıyordu. Yine bu dönemde “baba” partinin, yani çürümüṣ durumdaki SBKP´nin direktifleri doğrultusunda hareket eden bir güç olarak PCPE ortaya çıktı. Gorbaçov önderliğindeki SBKP, SSCB’de hala varlığını koruyan birkaç “sosyalist” kalıntıdan da vazgeçtiğinde, PCPE´nin önderleri, glasnost ve prestroykayı (bunlar, bu ṣahsiyetin gerçek dıṣı ideolojik tezlerle süslenmiṣ moda terimlerdi. O yönetimdeyken Yeltsin ve yandaṣları darbe yapmıṣtı.) Leninist kökenlerine bir geri dönüṣ olarak selamlıyorlardı. Bunu bu iftiranın yazarı unuttu mu yoksa? Unuttuysa, “seçkin proleter önder” Mihail Gorbaçov´a övgüler dizen yazıları yeniden okumak için örgütünün tarihi kayıtlarına bir göz atsa iyi olur.
Anonim eleṣtirmenin bu ittifak programına bu kadar ateṣli bir ṣekilde karṣı çıkıṣına yol açan nedir? JER´in (Cumhuriyetçi Devlet Birliği) sosyalist bir programa sahip olmaması; “kısa vadeli reformist” bir program oluṣu. Kendisine “devrimci ve komünist” diyen bir örgüt nasıl olur da böylesi bir programı benimsermiṣ. “Bizim için 2013 yılındaki mücadele, Sosyalist Cumhuriyet mücadelesi olacak ve katıldığımız tüm eylemlerde politik önerimiz bu olacaktır.”  diyor yazar öfkeyle.
1905’de Bolṣevikler Çarlığa karṣı demokratik devrim yolundayken, asgari demokratik bir program önererek almaları gereken pozisyonu tanımlıyorlardı. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal -Demokrasinin İki Taktiği isimli eserinde “radikal oportünistler”e karṣı partinin durması gerektiği yeri ṣu ṣekilde tarif ediyordu:
“Devrim, mevcut ekonomik-sosyal rejim, yani kapitalist rejim koṣullarında kaçınılmaz bir durum olan burjuva hakimiyetini güçlendirecektir (…) Geçici devrim hükümetine asgari programı uygulama görevini yükleyen karar, azami programın hemen uygulanması ve sosyalist devrimi gerçekleṣtirmek için iktidarın ele geçirilmesi yolundaki yarı-anarṣist ve saçma düṣünceleri de etkisiz hale getirmektedir. Rusya´nın ulaṣmıṣ olduğu ekonomik geliṣim düzeyi (nesnel koṣullar) ve geniṣ proleter yığınların ulaṣmıṣ olduğu bilinç ve örgütlenme düzeyi (öznel koṣullar) iṣçi sınıfının hemen ve tam kurtuluṣunu olanaksız kılmaktadır (…) Ve sosyalist devrimi geciktirdiğimiz yolunda anarṣistlerin yaptığı itiraza karṣın ṣunları söylüyoruz: Biz sosyalist devrimi geciktirmiyoruz. Biz, mümkün olan tek ve doğru yoldan, yani demokratik bir cumhuriyet yolundan sosyalist devrime doğru ilk adımı atıyoruz.”
Bu tarihi deneyime baṣvuruyoruz; çünkü, 1905´de Bolṣeviklerin uyguladığı taktiği taklit ederek farklı durumlara uygulamak gerektiğini düṣündüğümüz için değil, proletaryanın büyük önderlerinin diyalektiği bir dogma olarak değil her zaman eylemde bir rehber olarak kullandıklarını gösterdiği için. PCPE´nin yaptığı gibi, devrimci hedeflerden yoksun oluṣu gizlemek için  süslü ve kıṣkırtıcı bir söylem olarak değil yani… Proletaryanın henüz hazır olmadığı azami hedeflerine (buna henüz parti de hazır değil, örgütlenmesini geliṣtirmesi, siyasi yönetim için kadro oluṣturması gerekmektedir) doğru ilerleyebilmesini olanaklı kılmak için uygun politik taktikleri sağlayan bir yöntem olarak… Onlar, ideolojik sağlamlık ve devrimci ilkelerde netliğin hareketin gerektirdiği taktik esneklikle ne ölçüde birleṣtirileceğini biliyorlardı.
Lenin´in metni bize, Julio Diaz (geçen yıl Nisan ayında PCPE´nin yayınladığı benzer iftiranın yazarı) gibi insanlardan ve PCPE´yi yönlendiren ya da PCPE yönetiminin radikal kanadında onunla aynı düṣüncede olan Julio Diazlar´dan nasıl korunacağımızı öğretmektedir. Proletaryanın stratejik (azami) hedeflerinin yerini net olarak açıklayan ideolojik sorunlarda esnek kalıp taktik sorunlarda katı davranarak, diyalektiği olması gerektiğinin tersine uygulayan insanlardan…
Bu yaklaṣımla, sonuçta PCPE´nin önderlerine kalan tek çıkıṣ yolu, herbiri farklı yapıdaki kiṣilere “istediğini yapma” izni vermek, partiyi, her birinin kendi politik görüṣü ve pratiği olan bir “cırcır böceği” kafesine çevirmektir. Bu kiṣilerden kimisi, partinin resmi çizgisi CCOO´yu “sarı sendika” olarak eleṣtirmesine rağmen rahatça bu sendikanın kurumlarına yerleṣtirilmiṣ olup, diğerleri, ultra-sol oportünizmin en çeṣitli ve “orijinal” türleriyle flört etmektedir.
Önümüzdeki aylarda birliğe her zamankinden çok daha fazla gereksinim duyulacaktır. Birçok örgüt bu gerçekliği kabul etmek zorunda kalacak ve birliğin içeriğine iliṣkin herṣey halk güçlerinin gündeminin baṣına oturacaktır. Kurumsal çalıṣma resmiyetine alıṣmıṣ olan reformist önderler, mevcut rejimle gerçek ve etkili bir kopuṣ öneren hiçbir programı kabul etmek istememekte ve solda “yumuṣak” bir birliği tercih etmektedirler. Bizi ve  kendi örgütlerinde birlik konusunda bizim gibi düṣünen, birlik programına yalnızca toplumsal değil demokratik  karakter vermek, mevcut rejimle tüm iliṣkileri koparmak ihtiyacına inanan birçok arkadaṣı ve militanı tecrit etmek için aktif olarak çalıṣmaktalar.
Bu koṣullarda PCPE önderlerinin sekterliği nesnel olarak en dar reformist tezlere hizmet eder. Ve sonunda PCPE’nin körlüğü, onu, gerçeği, doktriner revizyonizmin biçimi bozulmuṣ aynasından tahlil etmeye götürür… Böylece ṣeyleri baṣ aṣağı görmeye baṣlarlar.

Her derde bir sınıf olmaz: Weberyan ‘çoklu’ sınıf yaklaşımının eleştirisi

İngiltere’de sınıf yapısına dair bir analiz Milliyet Gazetesinde adeta müjde verircesine kendine şöyle yer bulmuştu (Milliyet, 2013):
“Gelire bağlı sınıf sisteminin tarih boyunca sosyal hayatı etkilediği İngiltere’de özerk yayın kuruluşu BBC’nin yürüttüğü bir araştırma sınıf tanımını köklerinden sarstı. ‘Büyük Sınıf Araştırması’ başlığı altındaki soruları internet üzerinden yanıtlayan 161 bin kişiden toplanan veriler ışığında sosyologlar günümüz İngiltere’sinde yedi adet sosyal sınıfın bulunduğunu tespit etti. Gelirin yanı sıra ‘sosyal çevre’ ve ‘kültürel zevki’ de sosyal sınıfı belirlemede kriter olarak kabul eden araştırma klasik ‘üst, orta ve işçi sınıfı’ ayrımını yerle bir etti. Araştırma sosyal piramidin tepesine elitleri yerleştirdi.
“İşte yeni sınıflar:
“1. Elitler: Ülkenin en yüksek gelir grubuna mensup olup sosyal, kültürel ve ekonomik unsurlar açısında en yüksek imkanlara sahip olanlar.
“2. Prekarya: Sosyal piramidin en altında yer alan bu sınıfın mensupları; temizlik, ulaşım veya bakım gibi hizmet işlerinde çalışıyor.
“3. Yerleşik orta sınıf: Bu sınıf nüfusun yüzde 25’ini kapsıyor. Sıralamada, en zenginlerin bir altında gelen bu sınıf, idari ve geleneksel uzmanlık alanlarında çalışıyor.
“4. Teknik orta sınıf: Nüfusun yüzde 6’sını içeren sınıf; araştırma, bilim ve teknik görev alanlarında hizmet veriyor.
“5. Yeni zengin işçiler: Nüfusun yüzde 15’ini içeren…tüm diğer sınıfların ortasında yer alan bu grubun mensupları ekonomik olarak kendilerini güçlükle geçindirebiliyor.
“6. Geleneksel işçi sınıfı: Yaş ortalaması 66 olan bu sınıf nüfusun yüzde 14’lük dilimini içeriyor. Bu grubun genellikle devlet destekli ekonomik özgürlüğü bulunuyor.
“7. Yükselişteki servis işçileri: Yaş ortalaması 34 olan bu sınıf, nüfusun yüzde 19’unu kapsıyor. Ekonomik olarak güvenceden yoksun fakat sosyal ve kültürel birikimleri oldukça zengin.”
Sınıfları; üretim ve sömürü ilişkilerindeki varlık, oluşum ve hareketiyle değil, teknik koşullar, ‘tahakküm ilişkileri’ ve piyasadaki gelir gibi konumlarıyla ele alan Weberyan yaklaşımın örneklerinden birisi bu biçimde ifadesini buluyordu. Sınıflar; ne kadar insan o kadar ‘sınıf’ misali; bireylerin kendileri hakkındaki görüş, düşünce; gelir, yaşam tarzı, istek ve arzularına göre kategorilendirilince, tek tek insanları birbirine bağlayan, birleştiren ve karşıtlık kuran sosyo-ekonomik ilişkilerdeki nesnel konumlanış ve bütünlük rafa kaldırılıyor. Sonda söylenecek olan başta söylenirse: her derde bir ‘sınıf’ olmaz!

***
Modern çağda; sınıfın sosyal bilimlerdeki görünürlüğünün, gerçek yaşamdaki siyasal etkinliğiyle paralel olduğu söylenebilir. Kapitalizmin 19. yüzyıldaki serbest rekabetçi aşamasında, sınıf mücadelesinin tüm toplumu sardığı, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmanın açık biçimler aldığı dönemde, ‘sınıf’, ‘sınıf mücadelesi’ karşılığını en net biçimde Marx ve Engels’in görüşlerinde buldu. Sınıflar, sadece Marksist literatürde değil, liberal-muhafazakar burjuva ekonomist ve sosyologlar açısından da görmezden gelinemeyecek bir toplumsal gerçeklikti.
Rusya’da Ekim Devrimi ve sosyalizmin inşası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da yükselen işçi hareketi, dünya genelindeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin etkisiyle; 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde sınıflar sosyal araştırmaların temel odak noktalarından birisi, hatta başta geleniydi.
Sermayenin, işçi sınıfının iki yüzyıllık mücadele birikim ve kazanımlarını ortadan kaldırmak, piyasanın her alanda egemenliğini sağlamak üzere giriştiği neoliberal dönüşüm süreci, 20. yüzyılın son ve 21. yüzyılın ilk bölümüne damgasını vurdu. Toplumsal yaşamı metalaştırılması, üretim sürecindeki mekânsal parçalanma, çalışma yaşamındaki esneklik, kamu alanının neoliberal ilkeler etrafında yeniden örgütlenmesi ve daraltılması, bilim ve teknolojide gelişmeler, ideolojik alanda postmodern dalga, sınıfın hem toplumsal yaşamda hem de sosyal bilimlerdeki konumunda tartışmalara yol açtı.
Bu tartışmalar iki kategoriye ayrılabilir: Birincisi, sınıfın bir analiz birimi olarak etkinliğini ve belirleyiciliğini yitirdiği, toplumsal kimlikler dizisinde bir alt başlık haline geldiği, geleceğinin de giderek etkisini yitirme yönünde olduğu tezi etrafında sürdürülen tartışmalar. Bu eksende; sınıflar ve nesnellik ya yoktur ya da ideolojik ve söylemsel olarak kurulan ve dağılan olgulardır.
İkinci kategori ise; üretim sürecindeki parçalanma, teknolojik gelişmeler, yeni sektörler ve çalışma biçimleri ile sınıfların yapısında mevcut ya da olası değişikliklere dair tartışmalardır.
İşçi sınıfının güncel durumu, bileşimi, kapsamı, nitelikleri, yeni özellikleri bağlamında değerlendirdiğimiz ikinci kategoride birçok alt başlık ifade edilebilir. Örneğin en ‘popüler’ tartışmalardan birisi, ‘güvencesizlik’ vurgusuyla “prekarya” olarak isimlendirilen; geleneksel işçi sınıfının da altında olan yeni bir sınıfın geliştiği tezi. Diğer bir tartışma ise, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızla gelişen hizmet sektörü ve bu alanda çalışanların sınıfsal niteliği konusu.
Bunlar ve daha sonra vereceğimiz örneklerde, tartışmanın tarafları ve sınıf çalışmalarının genel kapsamına dair iki temel yaklaşımdan bahsedilebilir:
Birincisi; toplumsal yarılmanın; üretim sürecinden başlayarak tüm toplumu kapsayan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerine dayanan sınıflar temelinde gerçekleştiğini savlayan Marksist yaklaşım. Marksizmde, sınıflar ve ona içkin olan sınıf mücadelesi, toplumsal hareketin temel dinamiği olmakla birlikte, diğer eşitsizlik biçimlerini şu veya bu ölçüde etkilemekte, güçler ilişkisi çerçevesinde bu mücadeleye bağımlı kılmaktadır.
İkincisi ise; özellikle ampirik sınıf çalışmaları alanında önemli ve geniş bir literatür oluşturmuş Weberyan yaklaşımdır. Bu geleneğin temel özelliği, sınıfı, üretim süreci ile değil, piyasadaki eşitsizlikler üzerinden tanımlamasıdır. Weberyan gelenekte sınıf, piyasadaki olanaklara sahip olma gücü çerçevesinde konumlandırılır. İlişkisellik, üretim sürecindeki sömürü ilişkileri dikkate alınmadan kurulduğunda, sınıfı belirleyen nitelikler ‘piyasada güce sahip olma’ açısından belirlenir hale gelir. Böylece Weberyan gelenek, esas olarak sınıf çalışmalarını, piyasadaki güce işaret eden gelir, eğitim, vasıflılık ve hizmetin niteliği çerçevesinde yoğunlaştırır. Dikkate değer bir diğer unsur ise, bu gelenek, sınıftan çok yaşam tarzına odaklanan statü ayrışmalarını dikkate alır.
Günümüzün sınıf araştırmalarının sorunsallarına ilişkin, bu iki düşünüş tarzının yöntem ve bakış açısının etkili olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Bunun hem sosyal bilimlerde hem de gündelik yaşamda karşılığını görmek mümkün.
Gezi Direnişi’nde, büro işçilerinin ve plaza çalışanlarının parklardaki varlığı ve görünürlüğü, direnişin “orta sınıf” ya da “beyaz yakalı” sınıf niteliğini kanıtlamak üzere kullanıldı (Keyder, 2013) (Lüküslü, 2013) (Fukuyama, 2013). Çünkü, egemen algıda büroda çalışmak, ayrı bir sınıfsal konumu belirtmek için yeterliydi. Bu yaklaşımın, Weber’in ‘çoklu sınıf yapısı’nda ayrı bir sınıf olarak yer alan “beyaz yakalı işçiler”e denk düştüğü açıktır.
Keza, Amerikan sosyoloji çalışmalarında, sınıfların piyasadaki tüketim gücü ve olanaklarına göre tanımlanması geleneksel bir yöntemdir. Buna göre; en yüksek gelir ve tüketim olanağına sahip olanlar “üst” sınıflar, en alttakiler “alt” sınıflar olarak tanımlanır. İki kategori arasında kalanlar ise, koca bir “orta sınıfı” oluşturur. Bizim gibi ülkelerde de, en azından resmiyette, ekonomik programlar, orta sınıfın geliştirilmesi hedefini taşır. Liberal aydınlarımızın hayali de, “orta sınıf”ın ekonomik ve siyasal olarak güçlü olduğu bir ülkedir. Bu sınıfsal kategorilendirmenin de, Weberyan geleneğin piyasa konumundan feyz aldığı söylenebilir.
Bir diğer örnek ise, Orhan Pamuk’un burjuvazi tanımlaması. Pamuk, burjuvaziyi; üretim ve dağıtım araçları üzerindeki mülkiyetten tamamen bağımsız bir yerde, laik, Batıcı, modernist yaşam tarzında arıyor, buradan tanımlıyordu  (Pamuk, 2012). Bir edebiyatçı olarak Pamuk’un yaptığı tarifin; yaygın algıyı göstermesi bakımından önemi açıktır. Bunun da, Weberyan geleneğin sınıf çalışmalarında yaşam tarzına yaptığı vurguyla paralel olduğu söylenebilir.
Daha genel bir düzeye taşıyacak olursak; tartışmanın özü; sınıfın nasıl kavranacağına dairdir. Sınıf; gelir, tüketim gücü, servet, vasıf gibi ekonomik ya da tüketim kalıpları, yaşam tarzı gibi kültürel kıstaslara göre toplumun kategorize edilmesi amacıyla kullanılan kavramsal bir araç mıdır? Çalışma ve araştırma konusuna göre kapsamı değişebilecek, sayısı buna göre artacak ya da azalacak araçsal bir analiz birimi midir? Toplumun yüzde 20’lik dilimlere ayrılıp sıralanması mıdır? Yoksa toplumsal yaşamın temelinden başlayarak tüm toplumu saran, mücadele ve çelişkileriyle kuşatan temel, tarihsel ve dönüştürücü bir toplumsal ilişki midir?
Bu makalede; tartışmanın geleneksel taraflarından birisi olan Weberyan sosyolojinin kurucusu Weber’le, özel olarak onun sınıf kavrayışıyla ilgiliyiz.

***
Weber’in sınıf kavrayışını bütünlüğü içinde anlamak için, onun sosyolojisine dair temel bir çerçeve çizmekte fayda var.
Bir Alman sosyologu olarak Max Weber’in düşünsel ilgi alanları Almanya’nın özgül konumuyla oldukça ilgiliydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında Almanya, ekonomik olarak İngiltere ve Fransa’nın gerisinde, burjuvazisi zayıf, siyasal devrimini henüz gerçekleştirmemiş, Junkerlerin (toprak sahipleri) ‘egemenliği’ altında bir ülkeydi. Weber, Almanya’nın özgüllüğünü ve “kapitalizmin neden yeterince gelişmediğini” sorguluyordu. Bu nedenle, kapitalizmin hangi koşullarda gelişebileceğini, hangi yeter şartlara sahip olması gerektiğini, Doğu toplumlarıyla karşılaştırmalar yaparak anlamaya çalıştı. Weber’in ünlü “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” (Weber, 1993) kitabı gibi, bürokrasi ve “karizmatik otorite” analizleri de, hep bu özgül sorun çerçevesinde ele alınmıştı.
Weber’de “rasyonelleşme” vurgusu oldukça önemli bir yer tutar. Çünkü, Weber, Batı Avrupa’da kapitalist modern toplumun ortaya çıkışını; rasyonel aklın bir biçimi olarak ‘kapitalist ruh’un gelişimine ve günlük yaşamın temeli haline gelmesine bağlar. Weber’e göre; Doğu toplumları rasyonel düşünme biçimine sahip olmadıklarından modern kapitalizme geçemiyor. Batıda bu rasyonelleşme, dinin reforme edilmesiyle, yani Protestanlığın ortaya çıkışıyla gerçekleşiyor. Bu, bir çalışma etiği ve kapitalist ruh sağlıyor.
Weber’in kapitalizmin ortaya çıkışını; dinsel rasyonelleşmeyle, daha genel bir soyutlama ile ifade edilecek olursa, zihnin rasyonelleşmesiyle açıklaması; onun yöntemsel duruşunu da ifade eder. Weber’in düşünsel olana, zihnin tarihsel gelişim ve değişimine verdiği önem; onun sosyolojik yaklaşımının bir yansımasıdır.
Weber’in temel metodolojik sorunsalı, “bireyin toplumsal davranışını açıklamak”tır. Ona göre “Sosyoloji, toplumsal davranışı yorumlayarak anlamak ve bu yolla davranışı kendi akışı ve doğurduğu tesirlerle birlikte sebeplerini ortaya koyarak açıklamak isteyen bir bilimdir.” (Weber, 2012: 15).
Bunun için davranışın ardındaki sübjektif mananın anlaşılması gerekir. Yani, bireyin bir toplumsal davranış ya da eylemi, hangi amaç, güdü ya da hisle gerçekleştirdiği anlaşılmalıdır (Weber, 2012: 17). Bu nedenle sosyolojide Weberyan gelenek anlayıcı ya da yorumsamacı sosyoloji olarak isimlendirilir (Keat ve Urry, 2001: 231).
Weber, toplumsal davranışı, bireyin sadece rasyonel amaçları açısından ele almaz. Refleksif, hissi ve rasyonel olmayan davranışların yaşamda önemli bir yer tuttuğunu ifade eder. Bu çerçevede toplumsal davranışın dört ana sebebi olduğunu, her davranışta bu sebeplerin farklı oranlarda iç içe bulunduğunu belirtir (Weber, 2012: 46):
1.    Davranışın gaye bilinciyle belirlenmesi: Belirli bir hedef ve amaç doğrultusundaki rasyonel davranışlar.
2.    Davranışın değer bilinciyle belirlenmesi: Davranışın ahlaki, estetik ya da dini değerler nedeniyle sergilenmesi.
3.    Davranışın hissi saiklerle belirlenmesi: Davranışın anlık hissi tutum ve heyecanlarla gerçekleşmesi.
4.    Davranışın geleneksel saiklerle belirlenmesi: Kişinin davranışını yerleşik alışkanlıklarla sergilemesi.
Weber’in bireyin toplumsal davranış nedenlerini açıklarken ele aldığı başlıklar; davranışın sadece bireysel saiklerle belirlenmediği, toplumsal değer ve geleneklerle de ilişkilisinin bilincinde olduğunu gösteriyor. Zaten, Weber’in, hem kapitalizmin ortaya çıkışı, hem de kapitalizmin doğuşunun temeli olarak gördüğü kapitalist davranışın ortaya çıkışını anlamaya çalışırken; toplumsal kültürün bir parçası olarak dini ve dinin rasyonelleşmesini ele alması bu nedenledir.
Ancak, Weber’i, ele aldığı meselelerde ekonomik ve sosyal koşulların etkisini görmeyen “kör bir idealist” olarak tanımlamak doğru değildir. Birçok çalışmasında bu faktörlerin rolüne dikkat çekmiş, kimi zaman da belirleyici olduklarını ifade etmiştir. Böyle olmakla birlikte; genel olarak madde ve düşünce, daha özel olarak da ekonomik ve sosyal düzen arasındaki ilişkide idealizme eğilimli olduğunu söylemek mümkündür.
Weber’in metodolojik ilkelerine dair bu kısa bahis, oldukça eksik. Ancak; biz bu makalede; Weberyan sosyolojiyle, onun sınıf yaklaşımını ele almak üzere ilgiliyiz. İlerleyen bölümlerde, tabakalaşma kuramıyla ilişkisi ölçüsünde Weberyan paradigmanın temel meselelerine yeniden ve daha ayrıntılı olarak değineceğiz.

WEBER’İN SINIF ANLAYIŞI
Sermayenin neoliberal saldırı programının ideolojik bileşeni olarak desteklenen 1980 sonrası postmodern atmosfer; toplum, toplumsal bütünlük, kapitalizm, sosyalizm, devrim gibi olguları “yapısökümü”ne tabi tutarken, sınıfı da, çağı geçmiş bir kategori olarak damgaladı. Sınıfın toplumda belirleyici bir güç olmasının mümkün olmadığı fikri; postmodernizmin Marksizme yönelik “determinizm”, “özcülük” ve “indirgemecilik” eleştirisinin bir parçasıydı. Bu eleştirilerin tamamı, sınıf kavrayışı ve gerçekliğiyle ilgili olmakla birlikte, temelinde “üretim ilişkileri ve buradan yola çıkarak ekonomik ilişkilerin toplumsal yaşam içerisinde hiçbir özel konumu olmadığı; siyaset, kültür, ideoloji, din, yaşam tarzı vb. bütün alanlarla eşit konumda olduğu” önermesi bulunuyordu.
Bu çerçevede düşünüldüğünde; hem Marx hem de Weber, sınıfları, ekonomik ilişkiler temelinde tanımlamıştır.  Hatta Weber’in sınıf yaklaşımının, diğer konulardaki fikirlerinin aksine, Marx’a oldukça yakın olduğu ileri sürülmüştür. Ancak, böyle değildir.
“Ekonomik” temel, sınıf yaklaşımları açısından oldukça genel ve soyut bir düzeydir. Bununla üretim ilişkilerindeki konum mu, piyasadaki güç mü, yoksa tüketim düzeyi mi kastediliyor; bu belirsiz kalmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Weberyan sınıf çalışmalarında güç, gelir düzeyi ve tüketim kalıpları, sınıfların belirlenmesinde önemli kıstaslar olarak ele alındı. Tüketim kalıpları, bir ölçüde kültürel, ama gelir düzeyiyle ilişkisi çerçevesinde oldukça ekonomik göstergelerdi.
Marx ve Weber’in sınıf anlayışları arasında, çok önemli farklılıklara yol açan temel ayrılık; Marx’ın sınıfları üretim ilişkileri içinde, Weber’in gelir ve piyasa konumunda kökleşmiş olarak görmesidir. Bu; ‘ayrıntı’ düzeyinde iki tercih değil, toplumsal gerçeklik ve yönteme dair bütünsel yaklaşımlardaki farklılığın ifadesidir.
Bu açıdan Weber’de sınıf; piyasa konumudur: “Piyasa’daki şansının türü, kişinin yazgısını belirleyen en önemli etmendir. ‘Sınıf konumu’ bu anlamda son kertede ‘piyasa konumu’dur.” (Weber, 2002: 271).
Weber, ‘piyasa konumu’ ile neyi ifade etmek istiyor?
Piyasa, metaların karşı karşıya geldikleri ve değerleri nispetinde değişildikleri toplumsal alandır. Piyasada güç; metalara sahip olabilme potansiyeli ya da olanağı ile ölçülür. Evrensel metaya (paraya) ne kadar sahip olunursa piyasada o ölçüde güçlü olunur, daha yüksek bir piyasa konumunda bulunulur.
Mülkiyet, servet, bilgi ve beceri eşitsizliğinden kaynaklanan bütün farklar, kişinin piyasadaki olanaklarını belirlemekte etkendir. Büyük servetler, daha az serveti olana göre piyasadaki olanakları arttırır. Yine çok önemli/stratejik bir bilgi ve beceri, buna sahip olmayanlara göre piyasadaki fırsatları yükseltir. Weber’in odak noktası budur… Piyasadaki fırsat ve olanaklarının ölçüsü neyse –ki bunları yukarda ifade edilen eşitsizlikler belirler– sınıf konumu da odur:
“Sınıf konumu, kişilerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantılar için sahip oldukları tipik olanaklar demektir. Bu olanaklar ise verili bir ekonomik düzen içinde gelir sağlamak üzere mal ya da beceri harcama gücünün derecesi ve türü ya da bu gücün yokluğu tarafından belirleniyor olmalıdır. ‘Sınıf’ terimi, aynı sınıf konumunda bulunan insan grubu anlamına gelir.” (Weber, 2002: 270)
Aynı olguyu Weber, başka bir biçimde şöyle tanımlar:
“(1) Bir grup insanın yaşam olanaklarının belli bir nedensel ögesi ortak ise, (2) bu ögeyi, mal sahibi olmak ve gelir sağlamak gibi salt ekonomik çıkarlar temsil ediyorsa, (3) bu öge, meta ve işgücü piyasalarının koşullarında temsil ediliyorsa, ‘sınıf’tan söz edilebilir.” (Weber, 2002: 269-270)
Weber’in sınıftan söz ederken ifade ettiği koşullar dikkate alındığında; piyasa koşullarında (3), belirli ölçülerde gelir ya da mal sahibi olmanın (2) yarattığı yaşam olanaklarının (1) sınıfı tanımladığı söylenebilir.
Weber’in yaşadığı dönemde bahsettiği dört temel sınıf; “piyasada olanaklara sahip olma” vurgusu ile paraleldir: 1. Bedensel emek sahipleri. 2. Küçük burjuvazi. 3. Mülksüz beyaz yakalı çalışanlar, teknisyenler ve aydın sınıf. 4. Eğitim fırsatlarına ayrıcalıklı olarak ulaşma imkanına sahip girişimci ve mülk sahibi-varlıklı sınıflar. (Dworkin, 2012: 70) (Giddens, 2013: 263)
Weber’in bu sınıflandırmayı piyasa konumu üzerinden yaptığı açıktır. Üretim ilişkileri üzerinden yapılan Marksist sınıf analizini andırmakla birlikte, Weber’in aklındaki piyasa konumudur. Örneğin Weber’de burjuvazi bir sınıf değildir. Üretim ve değişim sürecinde; işçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyan sermaye sınıfı; Weber’in katmanlı modelinde iyi eğitim almış ve ayrıcalıklı varlıklı sınıfın yalnızca bir parçasıdır. Ayrıcalıklı varlıklı sınıfın, ayrı bir sınıf olmasındaki kriter; elde ettiği yüksek gelir ve servet düzeyidir. Yani ünlü bir şarkıcı da, şans oyunlarından servet kazanan bir talihli de, bir kapitalist de bu sınıfın üyesidir.
Marx, daha gençlik yazılarında, Kutsal Aile’de, sınıfsal bölünmede gelir ya da servet farkının belirleyici olmadığının altını çizmişti: “Kaba sağduyuya göre sınıf ayrımı, cüzdan şişikliğine bağlıdır. Oysa cüzdanın kabarıklığı, yalnızca niceliksel bir fark yaratır. Bu fark ise aynı sınıftan olan iki bireyi de pekala karşı karşıya getirebilir.” (Marx ve Engels’ten aktaran Duverger, 2002: 154)
Keza, “bedensel işçi sınıfı” ve “beyaz yakalı işçiler” ayrımı da, piyasa konumu açısından, Weberyan sınıf analizinin önemli bir bileşeni ve örneğidir. İşçileri “beyaz yakalı” işçiler ve “bedensel” işçi sınıfı olarak iki sınıfa ayırırken; kıstas, üretim ilişkilerindeki konumlanma değil; piyasaya sunulan bilgi ve beceri düzeyindeki farklılıktır. “Beyaz yakalı” işçiler; gerçekten de aldıkları eğitim, sundukları hizmetin niteliği ve bir ölçüde elde ettikleri gelir açısından, piyasada işçi sınıfının diğer katmanlarıyla nispeten farklı bir konumda bulunabilir.  İşte Weber; piyasa konumundaki bu farklılığa odaklandığından, “beyaz yakalı” işçileri ayrı bir sınıf olarak tanımlıyor.
Weber, kendi döneminde dört temel sınıf belirlerken; vasıf, beceri ve gelir düzeylerindeki değişmeyle beraber toplumdaki sınıf sayısının da artacağı öngörüsünde bulunur. Sosyolog Anthony Giddens; Weber’in bu öngörüsünü iki örnekle açıklar: İlki, sendikaların belirli pazarlanabilir becerilere sahip işçilerin sayılarını sınırlama gücünün, işçi sınıfı içerisindeki bölünmeleri ürettiği, bunun da işçileri parçalanmaya götürdüğüydü. Yani, sendikalı ve çeşitli becerileri elinde tutan işçilerin, piyasada daha avantajlı bir konuma gelip yeni bir sınıf oluşturabileceğini düşünüyordu. Zaten “beyaz yakalı işçiler” sınıfı da, bu yaklaşımın sonucuydu. İkinci örnek: bürokrasiden yola çıkarak, bedensel işler yapmayan ücretlilerin, bedensel işçilerde çalışan emekçilerden ayrı bir sınıf oluşturacağı fikridir (Dworkin, 2012: 71).

***
Weber’in sınıfı; piyasa konumu ve durumu temelinde tanımladığı açık. Ancak Weber, sınıfı, zaman zaman mülkiyet ilişkileri ile de açıklar. Burada, iki açıklama biçimi arasında çelişki değil, uyum vardır.
Çünkü Weber’in sınıfı anlamada temel aldığı piyasa konumunun başlıca unsurlarından birisi mülkiyet düzeyidir (Weber, 2002: 270):
“Değişim amacıyla piyasada rekabet eden insanlardan oluşan bir toplulukta maddi mülkler üstündeki tasarruf hakkının dağılım biçiminin kendiliğinden belirli yaşam olanaklarını yarattığı, en temel ekonomik gerçeklerden birisidir. (…) Diğer her şeyin eşit olduğu varsayılırsa bu dağıtım biçimi kârlı iş fırsatlarını, mülk sahibi olan ve mallarını değişmek zorunda olmayan kişilerin tekeline bırakır. (…) ‘Mülkiyet’ ve ‘mülksüzlük’ bu nedenle bütün sınıf konumlarının temel kategorileridir.”
Weber, ‘mülkiyeti’ sınıf konumunun temel kategorisi olarak tanımlarken, üretim ilişkileri çerçevesinde değil, piyasa ilişkileri temelinde düşünüyor. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin, toplumda önemli bir bölünmeye denk düştüğünün farkında. Ancak, kendisini bilinçli olarak Marx’tan ayıran Weber, mülkiyeti üretim sürecinin temel bir etmeni değil, piyasada sağladığı olanaklar açısından bir derecelendirme ölçütü, bir “piyasa konumu” olarak kullanıyor.
Meseleyi –karmaşıklaştırmayı göze alarak– derinleştirmek adına, Weber’in şu ifadeleri dikkate değerdir (Weber, 2002: 286):
“Biraz basitleştirerek diyebiliriz ki: ‘Sınıf’ tabakalaşması, üretim ve mülkiyet ilişkilerine, ‘statü’ tabakalaşması ise özel ‘hayat tarzları’nın temsil ettiği tüketim biçimlerine göre belirlenir.”
Bu alıntıda, Weber’in sınıfı, üretim ve mülkiyet ilişkilerine dayanarak tanımlamasıyla, piyasa konumu üzerinden tanımlaması arasında bir çelişki olduğu açıktır. Sınıf, piyasadaki, yani değişim ilişkileri alanındaki olanaklarla mı, yoksa üretim ilişkilerindeki mülkiyet karşıtlığıyla mı tanımlamaktadır? Çelişkili ifadelere rağmen bunun netleştirilmesi zorunludur.
Weber’in, sınıfı ‘ekonomik’ düzeyde tabakalaşma olarak tanımlarken; ‘ekonomi’nin farklı unsurları arasında yüzdüğü söylenebilir. Weber, ekonomik bir kategori olarak ‘mülkiyet’i vurgularken, bunun piyasada yarattığı olanaklara odaklanıyor. Oysa; Marx’ta, sınıflar, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve sömürü ilişkileri ve bunun tüm toplumsal yaşamdaki sonuçlarıyla etkileşimi içerisinde oluşur.
Bu seyirde egemen ve kesin olan, Weber’de sınıf konumunun, üretimdeki konumla değil, piyasadaki konumla belirlenmesidir: “‘Sınıf konumu’ bu anlamda son kertede ‘piyasa konumu’dur.” (Weber, 2002: 271) Üretim düzeyindeki tanımlaması; piyasa fırsatlarıyla tarif edilen piyasa konumuna tabidir, onun bir bileşenidir. Yani Weber’de mülkiyet vurgusu; üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerinde kökleşmiş bir sınıf anlayışına yaklaşmaz. Piyasa konumundaki olanakları arttırdığı ölçüde Weber’i ilgilendirir. Tam da bu nedenle, Weber, ayrıcalıklı ve varlıklı sınıfı; üretim ilişkileri değil, zenginlik ve gelir temelinde tanımlar. (Weber, 2002: 271)

ÜRETİM SÜRECİ VE DEĞİŞİM ALANI
Marx’ta, toplumsal yaşamın bütünlüğü içerisinde üretim süreci özel bir konuma sahiptir. Toplumların varlığını devam ettirmesi, temel ve ‘temel olmayan’ ihtiyaçların karşılanabilmesi için, üretim, olmazsa olmazdır. İster farklı tarihsel aşamalardaki, ister aynı tarihsel dönemde ama çok farklı yapılardaki toplumları ele alalım; hepsinin ortak özelliği, üretimin zorunluluğudur. Elbette bu üretim süreci, yalnız ve soyut bir etkinlik alanında değil, siyasi, kültürel vb. bir toplumsal ilişkiler bütünlüğü içerisinde yer alır.
Her toplumda insanlar, kendi istek ve temennilerinin dışında, belirli koşullarda dünyaya gelir; belirli tarihsel koşullar ve olanaklarla karşı karşıya kalırlar (Marx ve Engels, 2013: 46-47). Bu insanları kuşatan, onların iradesinden bir ölçüde bağımsız, ama bir ölçüde de ona müdahale olanaklarını göz ardı edemeyeceğimiz tarihsel-nesnel koşullardır. İşte bu tarihsellik; insanların belirli bir zaman ve mekanda; içinde bulundukları toplumun ilişki ağına uygun bir biçimde üretim sürecine katılmasını ya da başka bir ifadeyle, üretim sürecine göre/karşısında konumlanmasını gerektirir.
Sınıflar arasındaki ilişkilerin kurulduğu temel süreç de; bütün siyasal, ideolojik, kültürel yanları ve ögeleri de bünyesinde barındıran bu üretim sürecidir. İnsanlar; kendi iradelerinden bağımsız olarak, toplumsal üretim süreci; başka bir ifade ile sınıf ilişkileri içerisinde yer alırlar. Sınıflar, üretimden başlayarak, toplumsal yaşamın bütün alanlarını kapsayan, karşılıklı konumlanış, ilişkisellik ve mücadele sürecinin kendisidir.
Weber ise, üretim sürecinden başlayan bu sınıfsal yarılmaya değil, piyasadaki güce, sahip olunan olanaklara ve bu çerçevede alt alta dizilen insan gruplarına odaklanır. Odak noktası piyasa olunca; üretim sürecindeki burjuva özel mülkiyet ve sömürü ilişkileri ikincil; piyasadaki mülkiyet, gelir ve beceri niceliği birincil hale gelir.
Sınıfın üretim süreci yerine piyasada sahip olunan olanaklarla tarif edilmesi, sınıf analizi açısından neden bu kadar önemli?
Birkaç açıdan: Öncelikle piyasa ilişkileri, hele de piyasa ilişkilerinin belirleyici olması, toplumda egemenliğini sağlaması; meta üretiminin topluma egemen olduğu bir tarihselliği varsayar. İnsanlığın ilkel komünal aşamasındaki iç ilişkileri bir kenara bırakırsak , özel mülkiyetin tanındığı tüm toplumlarda, meta üretimi şu ya da bu düzeyde söz konudur. Üretilen metaların, değerleri ölçüsünde değişildiği piyasa da bu meta üretimiyle ilişkilidir. Ancak; Weber’in de kabul ettiği gibi; piyasa ilişkilerinin tali ve ayrıksı bir konumdan çıkıp egemen hale gelişi, ancak kapitalizm koşullarında söz konusu olmuştur.
Weber, sınıfları piyasadaki konumları temelinde ele aldığından, henüz piyasa ilişkilerinin gelişmediği toplumlardaki sınıf yapılarını açıklamakta zorluk çeker. Örneğin Antikite’nin köleci toplumlarında üretimin büyük kısmı köleler tarafından yapılmasına, köle sahipleri zenginliklerini köle emeğine borçlu olmalarına rağmen; sınıfsal yapılarını piyasa ilişkileri ile açıklamaya kalkınca zorluklar baş gösterir. Köleci toplumlarda, örneğin özgür köylülerin üretimlerinin ihtiyacı aşan bölümü pazara/piyasaya sunulur. Ancak köleler, kişisel ve bazı durumlarda ömür boyu bağımlılıklarından ötürü; bir bakıma piyasa-dışı bir topluluk oluşturmuşlardır. Weber; köleleri; üretim sürecinin temeli olduğu dönemlerde bile, sırf “piyasa konumu” tanımı gereğince sınıf olarak betimleyemez:
“Yazgıları ve hizmetleri piyasada kendileri için kullanma olanağı ile belirlenmeyenler, örneğin köleler, terimin teknik anlamında ‘sınıf’ değildirler. Ancak bir ‘statü grubu’ olabilirler.” (Weber, 2002: 272)
Yani, Weber’de piyasa olmadan, yeterince gelişmeden; piyasa konumu üzerinden tanımlanan sınıfların varlığı da mümkün olmuyor. ‘Terimin teknik anlamında’ diye ayırması, yaklaşımının temel kriterleri yönünden bir şey değiştirmiyor.

***
Piyasa; metaların değişim alanıdır. Belli bir değişim değerine sahip meta, başka bir meta ile doğrudan ya da esas olarak evrensel meta (para) aracılığıyla değişilir. Weber, sınıfı, bu değişim alanındaki ‘güce’ ve olanaklara bağlarken; bu güç ve fırsat sahipliğinin nedenlerine yeterince eğilmez.
Piyasadaki gücü sağlayan nedir?
Mülkiyet, servet… Evet, bunlar önemli bir güç sağlar… Gelir düzeyi… Bu da önemlidir. Büyük kâr gelirine sahip olan patronla, ay başında ücretini alan işçinin piyasadaki konumu ve olanaklarının eşit olması beklenemez. Bir bakıma da beceri… Çok istisnai yeteneklere sahip olan bir emekçinin piyasadaki olanakları, milyonlarcasıyla eşit düzeyde bir vasfa sahip emekçinin olanaklarıyla aynı değildir. Tabii, bu karşılaştırmalar henüz Weberyan çerçevenin içinde. Yani Weber’in akıl yürütmesinin sınırları içerisindeyiz.
Ancak, Weber, bize piyasa konumlarındaki eşitsizliğin sınıf konumlarını belirlediğini söylerken; biz bu piyasa konumlarını neyin belirlediğini sorguluyoruz. Çünkü piyasada olanaklara sahip olma, kendinden menkul bir sebep değil, –bu tartışma açısından değerlendirildiğinde– esas olarak sonuçtur.
İşte bu aşamada; piyasada, görüntüde metaların karşılaştığı, ama o metaların bir üretim ve sömürü sürecinin sonucu olduğu göz önünde bulundurulduğunda; insanlar arasındaki ilişkilerin ve bu ilişkilerin sonucu ortaya çıkan değerlerin değişildiği görülür.
Piyasadaki olanakların durumu; üretim sürecindeki ilişkilere kaçınılmaz bir biçimde bağlıdır. Üretim ve geçim araçlarının mülkiyetine sahip olmadan, emek gücünü satarak üretim sürecine katılan işçinin, piyasadaki konumunu belirleyen ücreti/geliri; onun üretim sürecindeki konumudur. Elindeki servetini, sermaye mallarına dönüştürerek üretim sürecine katılan ve emek gücünü belli bir süreliğine satın alarak işe süren patronun piyasadaki konumunu belirleyen geliri; üretim sürecinde elde ettiği ve işçiden sızdırdığı artı-değere bağlıdır. Dolayısıyla piyasa; üretim sürecinin, metanın üretildikten sonra değerinin gerçekleşmesi ve üretim döngüsünün tamamlanması açısından zorunlu bir parçası olmakla birlikte; piyasadaki konumlanma, varoluşsal ya da kendinden menkul değil; büyük ölçüde üretim süreci tarafından belirlenen ikincil düzeyde bir ilişkiselliktir.
Weber, üretim süreciyle kıyaslandığında, bu ikincil düzeydeki alanda; üretim düzeyinin çerçevesini çizdiği piyasa/değişim ilişkileri zemininde sınıfları tanımlarken, bu ikincilliğin karmaşasını sürekli olarak yineliyor.
Weber’in piyasa ilişkilerini esas alması; kapitalist üretim ilişkilerinin beslediği ideolojik yanılgılardan birisidir. Marx, bunu, Kapital’in birinci cildinde meta fetişizmi olarak tanımlamıştı (Marx, 2000: 81). Meta fetişizmi, piyasa kuralları doğrultusundaki ilişkilerin toplumsal yaşamın belirleyici rengi haline gelmesiyle; insan ilişkilerinin meta ilişkileri olarak görülmesiydi. Oysa metalar kendi kendilerine ilişki kurmuyor; hem üretim hem de değişim sürecinde metalar arasındaki ilişki, insanlar arasındaki ilişkilerinin üzerini örtüyordu. İşçi sınıfının, sınıfsal reflekslerinin zayıfladığı koşullarda, bu; toplumsal yaşamda metaya ‘tapma’, metanın/paranın toplumsal yaşamın aracı olmaktan çıkıp amacı haline gelmesi anlamına geliyordu.
Weber; sınıfın temel belirleyeni olarak piyasa olanaklarından bahsederken, aslında metalara sahip olabilme ve kontrol edebilme gücüne vurgu yapıyor. Dolayısıyla; bu yaklaşım, bir bakıma; insanların yaşamını da metaları elde etme uğraşına indirgeyen meta fetişizminin sınırlarını aşamıyor.

SÖMÜRÜNÜN GÖZ ARDI EDİLMESİ
Weber; sınıfları, eşit değerlerin değişildiği piyasalar ve piyasa konumu üzerinden tarif ettiğinde, tamamen ‘adil’ bir tablo karşımıza çıkıyor. Çünkü kendi emek gücünü satan emekçi, bunun karşılığında ücret alıyor ve bu ücret karşılığında belirli olanaklara sahip olarak, kendisi gibi işçilerle, ortak bir sınıf konumunu paylaşıyor. Patron da, yine kendi ‘çabası’, ‘zekası’ ve ‘kabiliyetleriyle’ yatırım yapıyor ve bunun karşılığında elde ettiği kâr geliri ile piyasada buna uygun fırsatlara sahip oluyor. Çok kazanan çok fırsata, az kazanan az fırsata sahip oluyor!
Weber; piyasanın görünüşteki bu eşit ilişkisinin arka planına gidip üretim ilişkilerini ele almadığı ya da çok yüzeysel ele aldığı için, hem gerçek sınıf konumlarını, hem de gerçek sömürü ilişkilerini göremiyor ya da gözardı ediyor.
Weber’in sınıfları bölüşüm alanına havale etmesi; temel bir sınıf ilişkisini göz ardı etmesine sebep oluyor: sömürü ilişkisi.
Üretim alanında karşı karşıya gelen ve varlıklarını bu karşı karşıya geliş ve etkileşime ‘borçlu’ olan sınıflar; kapitalist meta üretimi koşullarında, sadece metaları değil, artı-değer ve sömürü ilişkilerini de üretir. Başka bir deyişle, kapitalist toplumsal ilişkilerin temel bir bileşeni olarak sınıftan bahsedildiğinde; kaçınılmaz olarak üretim süreci ve toplumsal ilişkilerin ‘sömürücü’ niteliğinden bahsetmekteyiz.
Weber; üretim sürecinden başlayan; değişim ve dolaşım alanına yayılan bu sömürü ilişkisini göz ardı ederken; sınıfları da bu sömürünün dışında, ‘eşitlerin ilişkisi’ ile tanımlayarak, onları birer konumsal ögeye indirgiyor.

***
Bu, Weber’in ekonomi politik yaklaşımıyla ilgilidir. Weber, artı-değer sömürüsünü kabul etmez; tersine liberal marjinalist teoriyi savunur (Weber, 2012: 36). Bu çerçevede işçilerin olduğu kadar, patronların da üretimden, katılımları ölçüsünde pay aldıklarını, dolayısıyla söz konusu olanın, eşitler arasında bir ilişki olduğunu tasavvur eder. Sömürü ilişkileri zemininde şekillenen sınıf mücadelesini, piyasa içi bir fiyat mücadelesine indirger (Weber, 2002: 276):
“Oldukça yaygın bir olgu olduğu için burada belirtmemiz gereken bir başka nokta da, piyasa koşullarınca belirlenen sınıf çelişkilerinin çoğu zaman en şiddetli örneklerinin, fiyat savaşlarına karşıtlar olarak fiilen ve doğrudan doğruya katılanlar arasında görüldüğüdür.”
Weber, sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkiyi üretim ve değişim sürecinin dışında tanımladığından, işçilerin, örneğin ücret mücadelesini; sömürüyü azaltma, insanca yaşama mücadelesi değil, piyasa fırsatlarını arttırmaya indirgenmiş bir fiyat mücadelesi olarak görür. Hatta patronları bu mücadelenin mağdurları olarak tanımlar (Weber, 2002: 276):
“İşçinin gazabına uğrayanlar rantiye, yarıcı ve banker değil, hemen her zaman işçilerin fiyat savaşlarındaki dolaysız karşıtları olan fabrikatörler ve iş yöneticileridir. ‘Emek karşılığı olmayan’ kazançların aktığı yer fabrikatörlerin ve iş yöneticilerinin cebine değil tam da rantiye, yarıcı ve bankerlerin para kasaları olduğu halde, yine bu böyledir.”
Weber, patronları; işçi sınıfının emeğini sızdıran, artı-değere el koyan sömürücü sınıfın üyesi değil, tersine; emek harcayan, dolayısıyla elde ettiği kârı kendi emeğinin karşılığı olarak kazanan bir sınıf olarak görüyor. Burada; patronlar ‘kendi emeklerinin karşılığı’ ötesinde bir kâr elde etmiyor iseler, nasıl oluyor da servetlerini ve sermayelerini artırabiliyorlar sorusunu Weber yanıtlamaktan uzaktır. Öyle ya, kazançların aktığı rantiye, banker ve yarıcı olduğuna göre, kapitalist işletmecinin işini sürdürmesi, hem de sermayesini ve servetini artırarak sürdürmesi için, yemeden-içmeden keserek yatırım yapması dışında bir yolu/oluru olmayacağına göre, bu “fukaralar”a kaynağı, Weber gibileri sağlamış olmalılar! Rantiye işlerinden ‘muaf’ kapitalist sorunu ise, ayrı bir tartışma konusunu oluşturur.
Weber’de emek karşılığı olmayan kazançlar faiz ve ranttır. Kâr, patronun emeğinin karşılığı olarak kabul edilir. Bu çerçevede patronlar, kendi emeklerinin karşılığını almalarına rağmen, işçi mücadelesinin doğrudan mağduru olur. Sınıf ilişkilerinden sömürüyü çıkarttığında, Weber için; işçi mücadeleleri anlamını yitirir; “emek sarf eden” patrona karşı bir haksızlığa dönüşür… Dolayısıyla Weber’de sınıflar, sömürüyü ve ontolojik bir sınıf mücadelesini içermez, onlar sadece farklı katmanları ve piyasadaki farklı olanakları temsil eder.

SINIF VE STATÜ
Weber için, sınıftan daha önemli, toplumsal eylem ve davranışta daha belirleyici olduğunu düşündüğü gruplaşma, statü tabakalaşmasıdır. Weber; sınıf ve statüyü birbirinden alabildiğine ayırır. Bu iki tabakalaşmanın, birinin ‘ekonomik düzen’, diğerinin ‘sosyal düzen’ olmak üzere iki farklı ontolojik zeminde yer aldığını, birbirini ancak dışsal olarak etkileyebildiğini savlar.
Weber, statüyle şunu kasteder (Weber, 2002: 277):
“Tümüyle ekonomi tarafından belirlenen ‘sınıf konumu’na karşı tanımlamak istediğimiz ‘statü konumu’ndan kasdımız insanların yaşam yazgısının somut, pozitif ya da negatif toplumsal onur ölçüsü tarafından belirlenen tüm tipik ögeleridir.”
Başka bir ifadeyle; “Statü onurunun özünü en iyi ifade eden şey, belli bir çevreye mensup olmak isteyen herkesten, her şeyden önce belirli bir hayat tarzına sahip olmasının beklendiğidir. Bu beklentinin yanısıra, ‘sosyal’ ilişkilere kısıtlamalar da getirilir. (Sosyal ilişkiden kasıt, ekonomik amaçlara ya da iş hayatının diğer herhangi bir işlevsel amacına bağlı olmayan ilişkidir) Bu kısıtlamalar normal evlilikleri statü grubunun sınırları içine hapsedebilir ve tümüyle endoğam içe kapanmalara yol açabilir. Birey, belli bir grubun hayat tarzının taklitçisi olmaktan çıkıp, o grubun kabul edilmiş içe dönük eylemlerine uyum göstermeye başladığı zaman, ‘statü’sü gelişmeye başlamış demektir.” (Weber, 2002: 278)
Demek ki, Weber’in statü grupları kavramı; sınıftan farklı, ekonomik alana karşı tanımlanan ve sosyal düzenin içinde “belirli bir hayat tarzına sahip olma” (Weber, 2002: 278) ile belirlenen, altı çizilecek olursa; hayat tarzının belirleyici olduğu gruplardır (Weber, 2002: 283).
Weber’in statü tanımını anlamak açısından, verdiği örneklerden birisine, ‘sosyete’ye daha yakından bakmakta fayda vardır (Weber, 2002: 279):
“Geleneksel hayat tarzlarına dayalı ‘statü grubu’ tabakalaşmasının tipik bir örneğinin, bugün Amerika’da geleneksel demokrasinin içinden gelişmeye başladığını görüyoruz. Örneğin ancak belirli bir sokakta (‘o sokak’) oturanlar ‘sosyete’ kabul edilir, sosyal ilişkilere hak kazanır, ziyaretlerine gidilir ve davetlere çağrılırlar. En önemlisi, bu farklılık öyle gelişir ki, belli bir zamanda toplumda egemen olan modaya kesinlikle uymayı da gerektirir. Modaya bu boyun eğiş Amerika’da erkekler arasında da, Almanya’da rastlamadığımız ölçüde, yaygındır. Bu uyum kişinin centilmenlik iddiasının bir göstergesi olarak kabul edilir ve hiç değilse başta kendisine de öyle davranılmasını sağlar. ‘Cakalı’ kuruluşlarda iş bulma şansını ve en önemlisi ‘saygıdeğer’ ailelerle sosyal ilişkiye ve evliliğe girişebilme olasılığını artırır, tıpkı Kayzer döneminde Almanların düello edebilme yeterliliği gibi.”
Weber’in statü kavramlaştırması; toplumda belirli koşulların sonucu olarak ortak bir hayat tarzını paylaşan gruplara işaret eder. Ancak, sorun, statünün kaynağının ne olduğu; sınıflarla ve toplumsal yaşamın diğer alanlarıyla ilişkisidir.
İşte Weberyan analize özgünlüğünü (ve temel hatalarından birisini) veren; bir yandan sınıfla statü arasındaki bağlantıya işaret ederken, esas olarak statü ve sınıfı kesin bir biçimde birbirinden ayırmasıdır. Bağlantı ve ayrılık… Çelişkili gibi gözüküyor, ama Weber’de sınıf ve statü, esas olarak birbirinden ayrılmış iki alandan, ekonomik ve sosyal düzenden kaynaklanır. Ve bu iki alan arasındaki ilişki, tıpkı sınıf ve statü ilişkisi gibi dışsaldır.
Weber’e göre; sınıf, statü gruplarında etkili olabilir, ama tamamen etkisiz de olabilir… Çünkü, statü kavramı; “sınıfa karşı” ve “ekonomik alan”ın dışındadır. Ondan etkilenmesine rağmen, kendi bağımsız belirleyenleri vardır (Weber, 2002: 278):
“Hem mülk sahipleri, hem de mülksüzler aynı statü grubuna mensup olabilirler; sık rastlanan bu durumun çok somut sonuçları vardır. … Örneğin Amerikan ‘centilmen’leri arasındaki statü ‘eşitliği’nin göstergelerinden biri, ‘iş hayatı’nın değişik işlevleri tarafından belirlenen alt-üst ilişkisinin dışında ‘patron’ların en zengininin bile kulüpte akşam üstü bilardo oynarken ‘memur’una karşı, her bakımda doğuştan kendi eşitiymişçesine davranmamasının kesinlikle kötü karşılanacağıdır.”
Yani, bir statü grubu olarak, ortak bir yaşam tarzının paylaşan Amerikan ‘centilmen’leri içinde hem patronlar hem de işçileri yer alabilir… Weber, bu örneği, statü gruplarının sınıflardan bağımsız, farklı sınıf konumlarından kişilerin katıldığı toplumsal kategoriler olduğunu göstermek üzere veriyor. Ancak, Weber, verdiği örnekten de epeyce kaygı duyuyor. Patronun memuruna “kendi eşitiymişçesine davranmamasının kesinlikle kötü karşılanacağını” belirtirken, eklemek zorunda kalıyor: “Hiç değilse eski geleneğin hâlâ egemen olduğu yerlerde.” Peki, yeni gelenek? Yeni gelenekte, örneğin bir banka sahibinin, banka veznesinde çalışanla haftada iki kere akşam yemeğinde buluşup, golf oynaması, bunun da bir statü grubu oluşturacak denli yaygın olması mümkün mü? Weber, örneğinde kaygılı. Çünkü, kapitalizmin ve sınıf ilişkilerinin koşulladığı kültürün ve birbirinden ayrılan hayat tarzlarının bir araya gelmesinin çok da kolay olmadığını kendisi de görüyor. Bu nedenle, örneğinin sonuna eklediği kaygıya, bir ek ‘kaygı’ daha koyuveriyor (Weber, 2002: 278):
“Ancak sosyal saygınlıktaki bu ‘eşitlik’ uzun vadede korunamayabilir.”
Bu ne demek?
Farklı sınıflardan bireylerin aynı statü grubunun içerisinde bulunması, uzun vadede pek de “kolay olmaz”! Geçici olur! Geçici olmanın ötesinde, bu hiçbir zaman geneli, çoğunluğu bir yana küçük bir azınlığı bile kapsamaz. Olsa olsa, çok istisnai bir durumdur. Bu nedenle Weber’in örneği, özellikle günümüzde, bilimsel olarak üzerinde durulamayacak kadar geri bir tespittir.
Weber’in “farklı sınıflardan gelenlerin aynı statü grubunda birleşmesi”ne dair sınıf ve statü ilişkisini açıkladığı tezi ve örneğinin, bu kadar kaygı ve geçicilik eklendikten sonra, pek bir iddiasının kalmadığını söylemek mümkün. Çünkü asgari düzeyde sürekliliği olmayan ve sınıf ilişkileri tarafından sürekli olarak bozulup/yapılan bir gruplaşmanın kalıcı bir statü tabakalaşması olduğu iddia edilemez.
Weber’de sınıf ve statü, buna rağmen birbirinden ayrı faktörler tarafından belirlenmektedir. İlişkisi varsa bile, dışsaldır. Weber, bu iddiayı, ‘ekonomik düzen’in statü gruplarına etkisini ifade ederken, bir kez daha açıklıyor (Weber, 2002: 277):
“Statü onurunun mutlaka bir ‘sınıf konumu’yla bağlantılı olması gerekmez. Tersine, genellikle salt mülkiyetin gösterisinin tam karşısında yer alır.”
“Salt ekonomik varlık ve çıplak ekonomik güç, sahiplerine, belli bir hayat tarzının sağladığı aynı onuru sağlasaydı, statü düzeni temelden sarsılırdı. Statü onurunun eşit olduğu durumlarda, mülkiyet yalnızca ek bir güç verir, bu her zaman açıkça itiraf edilmese de.” (Weber, 2002: 284)
Yani, ekonomik düzen, sosyal düzendeki temel tabakalaşma olan statü grupları için olsa olsa ek bir ‘güç’ verebilir. Statü tabakalaşmasını belirleyen, ekonomik etkenler ve sınıflar değil, bireylerin hayat tarzlarının kendisidir. Peki, bu hayat tarzlarının olanakları nasıl ortaya çıkar? Mesela; bir işçi grubu, bir statü grubu olarak, ‘sosyete’nin bileşeni olabilir mi?
Bu sorunun cevabı açıktır: belli sınıfsal konumlar, statü gruplarının oluşumunda temeldir. Statü grupları, keyiflerince değil, esas olarak sınıfsal oluşum ve ilişkiler temelinde oluşur. Bu nedenle işçi sınıfı ya da bir işçi grubu hatta tek bir işçi bile “sosyete”nin bileşeni, bir parçası olamaz. Olması mümkün değildir. Yani statü grupları, sınıfların dışında ve bağımsız değil, sınıflara tabidir.
Evet, doğru; örneğin türedi zenginler ve yeni sınıf atlamış büyük patronlar, hemen sosyetenin bir parçası olamaz (Weber, 2002: 285). Ancak bu sınıf içerisindeki statü gruplarına işaret eder. Statü grubunun sınıftan ve ‘ekonomik düzen’den ayrı ve ona dışsal olduğuna değil. Yani, türedi zengin sosyeteye şimdilik mensup olmamakla birlikte, işçi hiçbir zaman mensup olmayacaktır.

***
Weber’de sınıf ve statü ilişkisinde, statünün ağırlığı hissedilir.
Makalenin ilk bölümünde Weber’in temel metodolojik sorunsalının “bireyin toplumsal davranışı/eylemi” olduğunu ifade etmiştik. Weber’in statüye verdiği bu ayrıcalıklı önemin arka planında, toplumsal ve sosyal olanı/eylemi; ekonomik olandan/eylemden ayırması yatar. Dolayısıyla ekonomik bir kategori olarak ‘sınıf’, ancak ekonomik alanın sınırları içerisinde anlamlı bir ortak konumdur. Sınıftan toplumsal bir eylemlilik ya beklenemez ya da istisnai olarak beklenebilir (Weber, 2002: 274-275):
“Bizim terminolojimizde ‘sınıf’ı yaratan etmen doğrudan doğruya ekonomik çıkardır, hatta sadece ‘piyasa’yla bağlantısı olan çıkardır. … Ortak sınıf konumundan toplumsal eylemin, hatta toplu eylemin doğması ise hiç de evrensel bir durum değildir.”
Weber’in sınıftan toplumsal eylem beklememesinin nedeni, sınıfı bir sosyal topluluk olarak görmemesidir (Weber, 2002: 269):
“Bizim terminolojimizde ‘sınıflar’, ‘sosyal topluluklar’ değildir, yalnızca toplumsal eylemin mümkün ve muhtemel temellerini temsil ederler.”

WEBER’DE SINIFLARIN SOSYAL TOPLULUK OLMAMASI NE ANLAMA GELİR?
Weber’e göre; ekonomik alanın dışında etkinliği olmayan, sosyal hayata müdahale yeteneği bulunmayan sınıflar, sosyal topluluklar değildir. Statünün aksine sınıflar, ortak bir yaşam tarzında buluşmadıklarından sosyal düzeni etkileyemezler. Bu nedenle de, “‘bir sınıf kendi içinde bir sosyal topluluk oluşturmaz. Sınıf’ı kavramsal olarak ‘sosyal’ toplulukla aynı değerde ele almak çarpıtmalara yol açar.” (Weber, 2002: 274)
Sosyal topluluk oluşturmayan ve oluşturması da mümkün olmayan sınıfların, hem eylem kapasitesi sınırlı, hem de toplumsal etkinliği zayıf ve ‘önemsiz’dir. Sınıfın eylemi, olsa olsa, ekonomik taleplerle yürütülebilir ve onun sınırları dışına çıkamaz. Bunun en yaygın biçimi ise, fiyat savaşlarıdır (Weber, 2002: 276):
“Sınıf konumlarının etkili olduğu mücadele, giderek tüketim kredisinden meta piyasasındaki rekabet mücadelelerine ve sonra da işgücü piyasasındaki fiyat savaşlarına doğru kaymıştır. …Oldukça yaygın bir olgu olduğu için burada belirtmemiz gereken bir başka nokta da, piyasa koşullarınca belirlenen sınıf çelişkilerinin çoğu zaman en şiddetli örneklerinin, fiyat savaşlarına karşıtlar olarak fiilen ve doğrudan doğruya katılanlar arasında görüldüğüdür.”
Weber, sınıf mücadelesini “fiyat savaşları”na indirgerken, Weberyan terminolojideki toplu eylemin ise, ancak sınıfların gündelik işleri olarak gerçekleşebileceğini söyler (Weber, 2002: 274-275):
“Sınıf durumlarına yol açan toplu eylem ise esas olarak aynı sınıfın üyeleri arasında bir ortak eylem değil, değişik sınıfların üyeleri arasında bir eylemdir. İşçinin ve girişimcinin sınıf konumunu doğrudan belirleyen toplu eylemler, iş gücü piyasası, meta piyasası ve kapitalist işletmedir.”
Weber; toplumsal bölünme ve çatışmada; sınıfı, toplumsal eyleme girişme gücü dahi pek mümkün gözükmeyen bir zemine indirger. Diğer alanlarda belirleyici olamayan, siyasal alanda etkisi ‘rastlantısal’ olarak değerlendirilen ‘sınıf’, ekonomik alana sıkıştırılmış durumdadır. Oysa, siyasetten, ‘sosyal düzen’den bu biçimiyle yalıtılmış bir ekonomi de, sınıf da mümkün değildir. Weber, ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkiyi yanlış bir biçimde ifade ederken, toplumsal ilişkileri de tersine çevirir.
Weber, ekonomik düzen-sosyal düzen ayrımında üretim ilişkilerinin nesnel ve koşullayıcı rolünü göz ardı ederken, siyasetin ve sosyal yaşamın sınıfsal-‘ekonomik’ temellerini bir kenara bırakıyor. Tarihte ve toplumsal yaşamda belirleyiciliği ve koşullayıcılığı, esas olarak düşünsel alana; bunun bir yansıması olarak, statü grupları ve partilerin etkinliğine, siyasal ve dinsel ideolojilere, ‘karizmatik otorite’ye veriyor. Toplumun nesnel koşullarından çok düşünsel alana yoğunlaşan Weberyan sosyoloji, sınıf ve sınıf mücadelesini hem ekonomik alana hapsediyor, hem de toplumsal yaşam üzerindeki etkisini göz ardı ederek ikincilleştiriyor.

WEBER’İN KAPİTALİZM ANALİZİNDE SINIFIN ‘YERİ’
Sınıfa, toplumsal yaşam ve harekette ikincil bir paye biçilmesi, Weber’in genel metodolojik yaklaşımıyla ilgilidir.
Bu metodoloji, birbiriyle ilişkili iki alt başlıkta incelenebilir:
Birincisi; Weber’de toplumun kuruluş ve hareketinde üretimin, üretim sürecinin, toplumsal yaşamın maddi üretim zorunluluğu olarak ifade edebileceğimiz nesnel zorunlulukların özel bir durumu yoktur. Üretim (Weber genel olarak ekonomi ile ifade eder) ve genel olarak ‘nesnel zorunluluklar’; tıpkı siyaset, dini inanış ya da kültürel etkenler gibidir. Weber’e göre; bazen biri, bazen diğeri tarihte etkili olmuştur. Weber, tarihsel materyalizme, üretim sürecinin toplumsal yaşamı koşullaması fikrine karşı durduğunu açıkça da belirtir (Gerth ve Mills, 2002: 89).
Sosyoloji geleneğinde, Weberyan yöntem, yorumlamacı sosyoloji olarak tanımlanır. Bu yaklaşımda bireylerin davranışlarındaki mananın anlaşılması hedeflenir. İşte Weber, bu ‘anlamacı’ tarzda, bireylerin davranışlarını ‘belirleyen’ düşüncelere, değer, gelenek ve alışkanlıklara özel bir önem verir. Bu da, tarihsel ve toplumsal metodoloji açısından değerlendirilecek olursa; bireyi kuşatan nesnel ilişki ve eğilimleri gözetmeyen, düşüncenin ortaya çıkış koşullarına gerektiği kadar odaklanmayan ve düşünceye kendinden menkul bir misyon biçen idealizmdir.  Weberyan ‘anlamacı’ ya da ‘yorumlamacı’ sosyolojide temel olan, düşüncenin belirleyiciliğidir.
Weber, bu düşüncenin bir parçası olarak, tarihte bireylere, tarihsel toplumsal koşulların radikal değişiminde ‘önder’lere özel bir misyon biçer. Weber’in karizmatik otorite olarak tanımladığı bu ‘özel’ misyon; metodolojisindeki bireyci  yöne işaret eder.
Weberyan yöntemin bu iki özelliği, sınıfları ve sınıf mücadelesini dıştalar. Toplumsal harekette, üretim sürecinden başlayarak, tüm toplumu saran sınıfsal ilişki ve mücadelelere değil, sonuca, yani düşünsel olana odaklanır.
Weber’in kapitalizmin ortaya çıkışına dair analizi, kapitalizmin egemen toplumsal formasyon haline gelişinde çok net olan sınıfların etkinliğini ve mücadelesini göz ardı etmesi açısından tipik bir örnektir.
Weber; İngiltere, Fransa, Hollanda’ya kıyasla ulusal birliğini geç sağlamış; burjuva devrimini kitlesel ve radikal bir dönüşümle gerçekleştirmemiş Alman topraklarının entelektüelidir. Almanya’da kapitalist ilişkilerin gelişimi, Alman toplumunun yapısal özellikleri, dinsel yapısı, bürokratizm gibi olgular Weber’in takıntı düzeyinde denilebilecek ilgi alanlarıdır (Giddens, 2000: 38).
İşte Weber, kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişiminde etkili ya da belirleyici olan etkenleri ararken; bunu, kapitalist ilişkilerin henüz egemen olmadığı Doğu toplumlarının yapılarıyla karşılaştırarak bulmaya çalışır. Weber, kapitalizmi ve onun belirleyici bileşenlerinden piyasayı, Batı’daki rasyonel düşüncenin gelişimine bağlar. Doğu toplumlarında da bulunmayan budur. Weber’e göre; modern toplumunun temeli, rasyonel aklın/düşüncenin toplumsal yaşamda egemen olmasıdır. Esas unsur, anlaşılacağı üzere düşünce, kilit kavram ise rasyonelleşmedir. Dolayısıyla Weber’de tarihsel hareket yani gerçek hayat ve hareket, özellikle de kapitalizmin doğuşu, düşüncenin hareketine indirgenir. Bu Marx’ın tam da Alman İdeolojisinde eleştirdiği Yeni Hegelcilerin gerçeklikten, gerçek tarih ve yaşamdan kopuk idealizmine uygundur.
Weber’de rasyonel düşünce; belirli amaçlara, uygun araçlarla ve ayrıntılı hesaplarla ulaşabilmeyi tanımlar. Weber, rasyonel düşüncenin ilk ve kapsamlı olarak günlük yaşama uygulanmasının Ortaçağ Avrupa’sındaki Manastırlarda olduğunu, buradaki rahiplerin ne zaman kalkacağı, çalışacağı, yemek yiyeceği, uyuyacağı, yani bütün bir yaşamının belirli zaman dilimleri çerçevesinde ayrıntılı olarak planlandığını ifade eder.
Hıristiyanlığın özellikle ilk dört yüzyıllık döneminde, Grek-Romen toplumunun ‘erdem’lerini yitirmesi ve bütünüyle dünyaya yüksünmesine tepki olarak, bazı Hıristiyanlar, Aziz Benedick (480-543) öncülüğünde karşıt bir eğilimle dünyaya sırtlarını çevirmiş, manastıra kapanmıştı. Nitekim, manastır hayatında egemen ideal, din uğruna dünyevi olanı feda etmektir (Torun, 2008: 24).
Batı Ortaçağ manastırlarında yaşayan rahipler, metodik (rasyonel ve planlı çalışma biçimi) olarak çalışır, amaçlarına, içeriğe dair olmasa bile biçime dair rasyonel araçlarla ulaşmaya gayret ederdi. Saatler sadece onlar için çalardı, ibadet için günün saatleri sadece onlar için dakikalara bölünmüştü. Manastır topluluğunun ekonomik etkinlikleri biçimde bütünüyle rasyoneldi. Rahipler, hayatını tamamen iradî bir eylemle, son derece disiplinli ve düzenli şekilde tanzim ediyor, milim milim bir yaşantı modunu esas prensip olarak benimsiyordu. Ortaçağ manastırları, döneminin metodik olarak yaşayan en önemli örgütü idi (Torun, 2008: 24).
Weber’e göre; Manastır içine sıkışmış halde bulunan bu metodik çalışma tarzının toplumsallaşması, yaygın kültürün parçası haline gelmesi, kapitalizmin gelişimi için gerekli kültürü ve günlük pratiği sağlıyordu.
Weber’e göre, Manastırdaki bu yaşam tarzı (hesaplılık, ölçülülük), insan yaradılışından ham, kaba sevk-i tabileri söküp atmaya yönelen, günün her dakikasına –ibadet niyetiyle de olsa– hakkını veren, metodik bir nefis murakabesi, rasyonel yaşama biçiminin bir çeşit prototipidir (Ülgener, 1991: 48).
Weber’in ‘hikaye’sine göre; dış dünyaya kapalı bu yaşam tarzı; Katolikliğe karşı tepki olarak ortaya çıkan Protestanlık mezhepleri ve bu mezheplerin halk tarafından benimsenmesiyle yaygın günlük yaşama da ulaştı. Protestanlık, Katolikliğin tersine, öbür dünya için içe dönük ibadet yerine, bu dünyada mesleğini iyi yapmayı ve çalışmayı ibadet olarak kabul etti. Dini inanış, rasyonel çalışma etiğini sağladı. Weber’e göre; kapitalist toplum; üretim süreci, ilişkileri ve sınıfsal konumlanıştaki değişimle değil; rasyonel yaşam tarzı ile kapitalist ruh ile ortaya çıktı.
Katolikliğin günah-tövbe ile tanrı temelli içe kapalı seyri, Protestanlıkta yerini, kendi kendinin rahibi bireye bıraktı. İyi kul olmak, çok çalışmaktan, işini iyi yapmaktan geçiyordu. Kapitalist değerlerle Protestanlığın ilkeleri hızla çakışıyor; Weber’e göre; kapitalizmin gelişmesi için gerekli koşullardan olan rasyonel ruh böyle ortaya çıkıyordu.
Eskiden de kâr dürtüsü vardı. Ama lüks ve ihtişam için kullanılırdı. Protestanlık ise (Luther kolu hariç; özellikle Kalvinizm ve Püritenlik) çalışmayı ibadet saydı ve lüks yerine ‘mesleki’ faaliyetler için harcama ve biriktirmeyi esas kıldı.
Bu açıdan, dinsel eylemin uhrevi neticeler için değil, dünyevi refah için yapılmasının hoş karşılanması, dünyevi bir verim üretme işlevinin onanmasıydı. Weber’in tezi bu minvaldedir: Ona göre, modern kapitalizm, asketik Hıristiyanlığın iktisadî gelişme için gerekli güdüleri temin etmesiyle ortaya çıkıyor. Bu sonucu yalnızca Batı’ya ve modern döneme özel kılan şey, aktif riyazetti. Kapitalizmin önemli bir niteliği olan metodik hayat, manastırın asketik (riyazi) yaşantısına dayanıyor.
Weber’in kapitalizmin ortaya çıkış analizinde görüldüğü üzere, rasyonel aklın dinsel düşünce içindeki gelişimi ve topluma yayılması belirleyici faktördür. Burada sınıflar, sınıf analizi, farklı sınıfların çıkar çatışması ve mücadelesi yoktur. Olduğu kadarıyla da ikincil ve etkisizdir. Üretim sürecindeki gelişmelerle giderek ekonomik ve dolayısıyla siyasi gücünü arttıran burjuvazinin, tasfiye yoluna girmiş ya da üretim temeli giderek zayıflayan feodal sınıflara karşı mücadelesi, toprak köleliğine karşı öfkeli serflerin bu mücadeleye desteği yoktur. Makinenin ortaya çıkışıyla aristokrasinin, feodal sınıfların zenginliğini sağladığı toprak temelli üretimin sanayi üretimi karşısında ikincilleşmesi söz konusu değildir. Burası baştan sona bir tarihsel-sosyolojik tartışma olmakla birlikte, şunu söylemek yeterlidir: Weber’in tarihsel analizinde, sınıflara hak ettiği yer bir yana; az da olsa etkili bir yer verilmemiştir. Weber’in yaklaşımında, sınıflar mücadelesi ve üretim ilişkileri değil, rasyonel aklın dinsel alandaki ilerleyişi belirleyici olmuştur.
Weber’in idealizminin ikinci yönü olarak “karizmatik otorite” kavramı da dikkate değerdir. Weber’de “karizmatik otorite”, sınıflar ve statülerden bağımsız, tersine onların içerisinde yer aldığı toplumsal yapıyı değiştirmek misyonuyla yüklüdür. Peki, bu “karizmatik otorite”, içinde meydana geldiği ve kendi gücünü aşan, örneğin tarihsel dönem özellikleri, toplumsal yapının temel belirleyenleri, parçası olduğu sınıfsal ilişkiler ağı; bütün bunlar tarafından bilfiil etkilenmiyor mu? Kendi ‘karizmatik’ kararları, belirli tarihsel ve toplumsal koşullara dair değil mi? Onları standart olanın dışında yorumlayıp karşı çıksa bile; karşı çıktığı ve değiştirdikleri belirli tarihsellikler değil midir?
Weber; “karizmatik otorite” kavramıyla bireyin değiştirici gücüne vurgu yaparken; bireyin içinde bulunduğu tarihsel toplumsal nesnelliği alabildiğine reddeder. Bu reddediş; sınıfları, sınıfsal yapısallığı ve sınıf mücadelesini kolayca bir kenara bırakmaya; bunun yerine liberal birey özgürlüğüne, metodolojik olarak da bireyciliğe yol açar.
İşte Weber’in bu bireyciliği, esas olarak da idealizmi; onun tarih ve toplumsal yaklaşımında sınıfları etkisiz ya da ikincil düzeyde etkili faktörler olarak görmesinin temelidir. Siyaset, dini inanç biçimleri, ‘rasyonel akıl’ toplumsal yaşamın şekillendirilmesinde belirleyici olunca, Weber’in ekonomik düzen ve çıkara hapsettiği sınıfları tarihsel akış içerisinde görmek mümkün değil. Bu açıdan Weber’in sınıfa yaklaşımı ve onu tanımlayışı, anlamacı sosyoloji olarak ifade edilen bireyci idealizmiyle oldukça uyumludur. Ancak yaşamla uyumlu değildir.

TABAKALAŞMA, İLİŞKİSELLİK VE SINIF

Sömürü, karşıtlık, mücadele ve tarihselliği dışarıda bırakan Weberyan toplumsal analizde sınıf olgusu ne işe yarar?
Toplumun gerçek ve bilimsel bir çözümlemesi mi? Toplumsal yapı ve işleyişin, onun tarihsel hareketinin anlaşılması mı?
Sömürüyü görmeyen, sınıfları “piyasa eşitliği”nde farklı derecelerdeki konumlara indirgeyen bir analiz biçiminin, toplumsal gerçekliği ve temelini anlama, kavrama ve onu dönüştürmeye değil, daha çok pragmatist amaçlara yöneldiği açıktır.
Bu amaçlar; yığınların seçimlerdeki “siyasi parti tercihleri”ni tespit etmek de, gelir gruplarına göre çeşitli tüketici tercihlerini belirlemek de olabilir. Ancak, toplumu sıralı katmanlara bölen bu yaklaşım, bu katmanlar arasında geçişleri öngörse bile, statik ve pragmatist bir ölçüm skalası olmayı aşamaz. Sınıf da, bu skala tablosunda kullanılan cetvelin ölçü birimi olarak kabul edilir.
Weberyan sınıf analizi açısından ilk sorun; piyasadaki hangi olanaklar üzerinden, hangi kriterlerle bir tabakalaşma tablosu çıkarılacağıdır. Örneğin piyasadaki fırsatları belirleyen, kişilerin servetleri ve mülkiyetleri olabilir. Gelirleri ya da eğitim düzeyleri de olabilir. Çünkü, bir biçimde yüksek gelir sahibi olan birisi “üst” sınıfın üyesi olabilir. Ya da önemli bir vasfa sahip olan bir kişi; piyasada bu vasfa sahip olmayanlardan daha fazla olanağa sahip olacaktır.
Öyleyse, Weberyan geleneğin sınıf analizinde; sınıflar, piyasadaki çeşitli kriterlere göre sahip olunan olanak düzeyleri çerçevesinde belirlenir. Weberyan geleneğin önemli temsilcisi Goldthorpe, yine Weberyan yaklaşımla Marksist sınıf analizini birleştirme iddiasındaki Wright, toplumdaki sınıf sayısını net olarak belirlemenin mümkün olmadığı görüşünde. Wright’a göre 2 ila 10 sınıf, Goldthorpe göre 3 ila 36 sınıf söz konusu olabilir.

SONUÇ OLARAK
Piyasada çeşitli vasıflar temelinde toplumun katmanlara ayrılması olarak, sınıf kavrayışı, sınıflar arasındaki ilişkileri büyük oranda göz ardı eder.
Sınıfların ortaya çıkışı ve seyri; katmanlaşma şeklinde değil, karşılıklı ilişkisellik ve mücadele pratiğiyledir. İşçi sınıfının varlığı, sermayenin ortaya çıkışı ile paraleldir. Sermayenin artı-değer sızdırmak üzere onun emeğini değerlendirmediği koşullarda pre-modern işçiler, ya köylerden kaçıp gelmiş kent ‘serserileri’ ve işsizler ya da kapalı lonca örgütünün çırak-kalfa-usta döngüsünde ilerleyen zanaatkarlardır. Dolayısıyla, sınıfların varlığı, kaçınılmaz bir biçimde ilişkiselliği bünyesinde barındırır.
Weberyan yaklaşım bile, esasında, bunu açıkça ifade etmeksizin, bir ilişkisellik öngörür. Örneğin toplumun gelir düzeylerine göre; yüzde 20’lik dilimler halinde beş sınıfa ayrılması; gelirler açısından bir karşılaştırma ve ilişkiselliği içerir. Ancak, buradaki ilişkisellik, sadece bir sıralamadan ibarettir. Kapitalist toplumun kuruluş ve varoluşu açısından, gerçek sınıf ilişkilerinden uzak bir toplumsal farklılaşma ölçütüdür.
Toplumsal farklılaşma/katmanlaşma teorileri; ilişkiselliği yok saydığı ya da çok zayıf bir biçimde ele aldığı gibi; bu yaklaşımının kaçınılmaz sonucu olarak sömürü ilişkilerini ve sınıf mücadelesini de yok sayar. Çünkü, piyasa ilişkisi, kapitalist anlamda eşitler arasındaki bir ilişkidir.
Ancak; hem artı-değer, hem de onun somut biçimleri açısından kâr, rant ve faiz, üretim sürecinde ve işçinin emeğiyle yaratılır. Üretim ve sömürü sürecini, “piyasa eşitliği” adına yok sayan Weberyan sınıf yaklaşımı; sömürü ilişkilerinin kaçınılmaz sonucu olarak sınıf mücadelesini de ikincilleştirir ya da yok sayar.
İşçi sınıfı ve sermaye arasında, üretim sürecinden başlayan sömürü ilişkisi; çeşitli belirlenimlerle ifadesini bulurken, tüm toplumsal yaşama damgasını vurur. Zenginlik, yoksulluk, statü, sağlık, eğitim, sosyal olanaklar vb. piyasa konumlarının tamamını büyük ölçüde işte bu sınıfsal sömürü ilişkisi belirler. Dolayısıyla; kapitalist sömürü ilişkileri, her an işçi sınıfı ve sermaye arasında düşmanca bir ilişkiselliği dayatır. İşçi sınıfı, bilinç düzeyinden bağımsız olarak, bu yapılaşmış nesnel ilişki ve dayatma nedeniyle sermayeye içsel bir düşmanlık içindedir. Bu; konjonktürel olarak eyleme dönüşen ya da dönüşmeyen bir tepkiyi sürekli kılar. Gün be gün karşımıza çıkan ücret mücadeleleri de, işyerinde işi yavaş yapmaktan kârı azaltacak rapor almaya kadar bütün iş dışı yaşamı genişletmeye dönük çabalar da, kapitalist sömürüye karşı varoluşsal tepkinin görünüm biçimlerinden bazılarıdır.
İşte, Weberyan analiz sömürüyü göz ardı edince, ortada ne sınıf mücadelesi, ne sömürü ilişkisi, ne de kapitalist toplumsal bütünlüğü parçalamaya dönük çatışmalar kalıyor. Bu büyük gerçeğe gözler kapanınca; toplum, farklılaşmış katmanların sıralanması derekesine indirgeniyor.

KAYNAKLAR

Duverger, Maurice (2002) Siyaset Sosyolojisi, Çeviren: Şirin Tekeli, İstanbul: Varlık Yayınları.
Dworkin, Dennis (2012) Sınıf Mücadeleleri, İstanbul: İletişim Yayınları.
Engels, Friedrich (1998) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Ankara: Sol Yayınları.
Fukuyama, Francis (2013) “The Middle-Class Revolution”, The Wall Street Journal, http://online.wsj.com/news/articles/SB10001424127887323873904578571472700348086, 18.12.2013.
Gerth, H. H. ve Mills, C Wrights (2002) “Yazar ve Yapıtı”, Sosyoloji Yazıları (Yazar: Max Weber), İstanbul: İletişim Yayınları.
Giddens, Anthony (2000), Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, (Çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları, İstanbul.
Giddens, Anthony (2013) Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori, Çeviren: Ümit Tatlıcan, İstanbul: İletişim Yayınları.
Keat, Russel ve Urry, John (2001) Bilim olarak sosyal teori, Çeviren: Nilgün Çelebi, Ankara: İmge Kitabevi.
Keyder, Çağlar (2013) “Gezi olaylarının seyrini Türkiye’de yükselmekte olan yeni orta sınıf değiştirmiştir”, T24,  http://t24.com.tr/haber/keyder-gezi-olaylarinin-seyrini-turkiyede-yukselmekte-olan-yeni-orta-sinif-degistirmistir/238849, 18.12.2013.
Lüküslü, Demet (2013) “Gezi, bir orta sınıf laboratuvarı”, Akşam Gazetesi, http://www.aksam.com.tr/guncel/sosyolog-demet-lukuslu-gezi-bir-orta-sinif-laboratuvari/haber-215207, 18.12.2013.
Marx, Karl (2000) Kapital Birinci Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2003) Kutsal Aile, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2013) Alman İdeolojisi, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Milliyet (2013) “Sosyal sınıflar yediye bölündü”, 6 Nisan 2013, http://gundem.milliyet.com.tr/sosyal-siniflar-yediye-bolundu/gundem/gundemdetay/06.04.2013/1690051/default.htm, 18.12.2013.
Pamuk, Orhan (2012) “Burjuvazinin küstahlığından tiksiniyorum”, http://www.ntvmsnbc.com/id/25375016/, 18.12.2013.
Torun, İshak (2008) Max Weber’e Göre İktisadi Zihniyetin Rasyonalizasyonu, Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 8 (15), 15-34.
Ülgener, S. F. (1991) Zihniyet ve din, İstanbul: Der Yayınları.
Weber, Max (1993) Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Weber, Max (2005), Bürokrasi ve Otorite, (Çev. Bahadır Akın), Adres Yayınları, Ankara.
Weber, Max (2002), Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla, İstanbul: İletişim Yayınları.
Weber, Max (2012), Sosyolojinin Temel Kavramları, Çev: Medeni Beyaztaş, İstanbul: Yarın Yayınları.

Biyolojinin gözünden insanın kökeni ve ırk sorunu

Geçtiğimiz yılın sonlarında, yolsuzluk operasyonları başlamadan hemen önce, aynı zamanda AKP MKYK üyesi ve Yeni Şafak gazetesi yazarı da olan akademisyen Yasin Aktay’ın söylediği sözler ortalığı bir süre karıştırmıştı. Prof. Aktay, Bayburt Üniversitesi’nde katıldığı bir panelde gelen sorulardan birine verdiği yanıtta, “Türk dediğin bir sentezdir”. “Türk diye bir ırk yok.” Demişti zira. Herkesin bildiği ve bu anlamda yeni bir şey söylememiş olan Aktay’ın bu kadarcık sözleri bile bir hafta on gün büyük bir tartışma çıkmasına neden oldu. “Türk diye bir ırk yok” sözü anında “Türklük” ve “Türk yok” yapılarak ateşe benzin dökülmüştü. Milliyetçi kesim Yasin Aktay’ı ne kadar bir kaşık suda boğmaya çalıştıysa da su az ve sığdı, amaçladıkları linci başaramadılar. Çok daha çarpıcı konuların bile gündemde uzun süre kalamadığı bir ülkede, her ne kadar ulusalcı ve milliyetçileri çileden çıkarmışsa da tartışma yapay olarak alevlendirilmişti ve altı boştu. Bu nedenle ömrü fazla olmadı. Tartışma on günü bulmadan söndü. Hemen ardından yolsuzluk operasyonları başlayınca tamamen unutuldu.

Yasin Aktay’ın istemeden başlattığı tartışma şimdilik söndü, ancak, “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığı konusu ya da çok daha genel olarak, kökü oldukça eskilere dayanan kadim “ırk” tartışması kolay kolay kapanacağa benzemiyor. İhtiyaç duyulduğunda bir biçimde yeniden gündeme getirilip tartıştırılacağı kesin. Bunu hesaba katarak, hazır yeri gelmişken ırk konusunu, onu en iyi açıklayacak olan biyolojinin gözünden ele alıp irdelemekte yarar var.

BİRAZ TARİH
Irk, değişik kriterler gözetilerek insanların gruplar halinde kategorize edildiği bir sınıflandırma sistemidir. Biyolojik olarak ise ırk, bir türün, bir alt türü ya da popülasyonunun, aynı türün öteki popülasyonlarından morfoloji ve genetik gibi biyolojik açılardan farklılaşması olarak tanımlanır. Kavram olarak ırk ilk kez, aynı dili konuşanlar ve o dilde konuşanlarla yakın ilişkide bulunanların dışındakiler için kullanıldı. Ancak insanların gruplandırılıp kategorize edilmeleri çok daha eskilere dayanır.

Yazılı tarihten çok çok öncesinden, insanların çoğunlukla mağaralarda küçük gruplar halinde yaşadıkları paleolitik dönemden beri, insan grupları muhtemelen kendi gruplarını öteki gruplardan farklı gördüler. Bazı antropologlara göre, insan grupları, yalnızca kendi grubundan ve kendisininkine yakın gördüğü öteki gruplardan insanlara insan dediler. Kendi grubundakilere benzemeyenleri düşman, kötü ve çirkin buldular. Bununla birlikte o zamanlar insanlar yalnızca iki gruba ayrılırlardı: Kendi grubundan (ve ilişkide olduğu gruplardan) olanlar ve ötekiler.

Ama asıl gruplandırma, insanları renklerine ve etnik kökenlerine göre ayırma kölecilikle başladı. Binlerce yıl öncesinde, Mısır’da, köle sahipleri ve rahipler köleleri ve kendilerinden olmayan en yakın komşuları bedevileri insan saymazlardı. Nil kıyıları ve Mısır toprağı kara olduğundan siyah renk o zaman iyi renk sayılırdı. Bu yüzden yalnızca kara Mısırlı insandı, ötekiler değildi. Kırmızı topraklı çölde kendilerden olmayanlar, yabancılar, bedeviler yaşıyordu; bu nedenle de kırmızı renk kötü renkti. Bu tutum öteki köleci devletlerde de aynen sürdü. Mısır, Babil, Yunan ve Roma gibi köleci devletlerin egemen sınıfları bu kadarla da kalmıyor, sadece kendilerinden görüntü olarak farklılık gösteren grupları değil, aynı zamanda aşağı sınıflardan olan kişileri, köleleri de insan saymıyorlardı.

Bugünkü anlamda ırkçılık ve ırk ayrımları ise kapitalizmin şafağı ve sömürgecilikle başladı. Amerika kıtasının “bulunması” ile orada yaşayan yerli Kızılderililerin “yabani” ve “zavallı bir ırk”tan oldukları ve “en üstün ırk” olan Anglo-Saksonların medeniyeti ve tanrıyı onlara öğretmekle görevlendirildikleri keşfedildi (aynı iddiayı İspanyol ve Portekizliler de kendileri için öne sürüyorlardı). Ardından, köle ticaretinin başlamasıyla, zencilerin ne kadar “aşağı bir ırk”tan oldukları söylenmeye başlandı.

İlk olarak, Fransız hekimi ve gezgini François Bernier, 1684’te yayınladığı kitabında insanları farklı ırklara ayırdı. 18. Yüzyıla gelince, insan grupları arasındaki farklılıklar bilim dünyasının dikkatini çekti. Bitki ve hayvan dünyasını sınıflandıran, bu yüzden de günümüzde de taksonominin babası sayılan ünlü Carolus Linnaeus, 1735’te bitkiler ve hayvanlarla birlikte insanları da gruplandırdı: Ama bugünkü anlamda ırkları ortaya atan Linnaeus değil bir Alman doğa bilgini oldu.

Göttingen Üniversitesinden Alman doğa bilgini Johann Friedrich Blumenbach 1775’de doktora tezinde ortaya attığı görüşlerini sistemleştirerek 1779’da yayınladığı kitabında insanları beş ana gruba ayırdı ve her birini ayrı bir ırk olarak tanımladı: Bunlar, (1) Açık tenli Avrupalıları içeren “Kafkaslı” (beyaz) ırk; (2) Çinliler ve Japonların da içinde olduğu Doğu ve Orta Asyalıları içeren Mongol / Moğol (sarı) ırkı; (3) Güneydoğu Asyalıları, Polinezya ve Malezyalılar gibi Pasifik adalıları ve Avusturalya’nın Aborjinlerini içeren Malaylı (kahverengi) ırkı; (4) Afrikalı siyahları içeren Etiyopyalı ırk (daha sonra bunu zenci ırkı olarak değiştirdi) ve (5) Kızılderilileri içeren Amerikan Hintlisi (kırmızı) ırkıydı. Alman bilgin, insanlığın bu beş ana gruptan türeyip yayıldıklarını öne sürmüştü. J. F. Blumenbach bununla kalmamış, insan ırklarını yukarıdan aşağıya göre de sınıflandırmıştı. Blumenbach’a göre, Ademle Havva da dahil en üstün insanlar beyaz “Kafkas” ırkından, en geriler ise siyah “Etiyopyalı” ırkından olanlardılar.Çünkü tanrı önce, kendi suretine benzeterek beyaz Kafkaslı ırkını yaratmıştı. Bu yüzden mükemmel olan oydu. Öteki ırklar, o beyaz ırkın sonradan bozulup dejenere olmasıyla ortaya çıkmışlardı. Blumenbach’a göre, en çok bozulup dejenere olmuş ırk siyah Etiyopyalı /  zenci ırkı olduğundan en geri ırk o siyah ırktı.

Resim 1: J. F. Blumenbach’a göre insan ırkları. Soldan sağa sırasıyla: Mongol (Sarı), Amerikan Hintlisi (Kızılderili), Kafkas (Beyaz) , Malay (Aborjin), Etiyopyalı (Siyah).

Blumenbach’dan sonra gelenler yıllar boyu aynı yoldan gittiler. Hatta daha ileri gidip kafatası ölçümleri yaparak, kafatası çaplarına göre beyin büyüklüğünü ve buradan da akıllarınca zeka düzeyini belirlemeye çalıştılar. Örneğin Amerikalı Samuel George Morton, 1800’lü yılların ilk yarısında Avrupalı beyaz Kafkas ırkının kafatası iç hacim ortalamasının 87 inç küp; Asyalı Mongol ya da Moğol ırkının 83; Kızılderili Amerikan Hintlisi grubunun 82, Pasifikli Malaylı grubunun 81 ve siyah Etiyopyalı da denilen zenci ırkındakilerin kafatası iç hacimlerinin ise sadece 78 inç küp olduğunu öne sürdü. Morton’un başlattığı kafatası ölçümleriyle insanları ırklara ayırma çabaları 20. yüzyılın ortalarına dek yıllarca sürdü. Kafatası ölçümleri 1930’lu yıllarda Türkiye de dahil, Almanya’dan ABD’ye, Fransa’dan Japonya’ya pek çok ülkede yapıldı. Ardından gelen Hitler Almanyası bu çalışmaları ayyuka çıkardı.

Sözü edilen çalışmalar, yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye’de de gerçekleştirildi. 1937’de, Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın öncülüğünde “Türk milletinin ırksal tespiti” için kafatası ölçümleri ve bunlara göre ırk araştırmaları yapıldı. Yapılan çalışmalar sonunda “Türklerin kafatası brakisefal, burunları düz,  gözleri badem”dir gibi Türkleri diğerlerinden ayıran sözde ırksal ayrım ve belirteçler ortaya konuldu. Etrafımıza şöyle bir bakmamız bu belirteçlerin ne kadar anlamsız olduğunu anlamamıza yetecektir. Çünkü açıklanan belirteçler göz önüne alınarak Türkiye’de bir Türk sayımı yapılmaya kalkılırsa fazla kişinin çıkmayacağını herkes rahatlıkla görür.

1960’lardan bu yana kafatası ölçümleri, her ne kadar artık antropolojinin utancı olarak tarihin tozlu raflarına kaldırılmış olsa da, insanları esas olarak ten renklerine bakarak beyaz, sarı, siyah ve kırmızı gibi ırklar halinde gruplandırmak günümüzde de sürüyor. Özgürlük Dünyası’nın çoğu okurları dahil, birçok kişi hala, insanların, Türk, Kürt, Ermeni, İngiliz, Alman ya da Rus olarak değilse bile, siyah, beyaz, sarı, kızıl gibi ırklara ayrılmış olduklarını düşünüyor. Bu yüzden ırk konusunu etraflıca ele almak gerekiyor. Bakalım bugün artık ırk diye bir şey var mı? Değil Türk, Kürt, Ermeni, Rus ya da Alman, İngiliz, daha ötesi insanlar arasında acaba, siyah, beyaz, sarı veya kızıl gibi ırksal ayrımlar var mı?

Irk, insan türünün gruplandırılmasına ait bir sınıflandırma sistemi olduğundan o sınıflandırmaların ne kadar doğru olduğunu insana ait biyolojik bulgular ortaya koyabilir. Ama konu insan olduğundan, gruplandırılmaya çalışılan insanın ortaya nasıl çıkıp günümüze dek nasıl geldiği; tarihsel süreçte evrimle farklılaşmış ve dünden bugüne gelmiş farklı türleşmeler ya da aynı türün farklı soylarının olup olmadığı; eğer böyle türleşme ya da alt türleşme varsa bunların belirtileri ya da belirteçlerinin bugünkü biyolojik / genetik yapıda gözlenip gözlenmediği insanın milyonlarca yıllık evrimsel hikayesi ele alınmadan gösterilemez. Bu nedenle, önce insanın hikayesinden başlamak gerekiyor. 

İnsan evrimine ilişkin bilgiler yakın zamana daha çok, başta fosiller olmak üzere, insan ve insana yakın türlerin paleontolojik ve paleoantropolojik bulgularının anatomik yapı farklılıkları ve karbon testi gibi tekniklere dayanarak incelenmesiyle elde ediliyordu. Bu analiz yöntem ve teknikleri de ancak sınırlı bilgi sağlıyordu. Böyle olunca yakın döneme dek bilgilerimiz sınırlıydı. Ancak, son dönemlerde genetik / moleküler teknik ve yöntemlerin devreye girmesiyle bu durum değişti. Yüz binlerce yıllık fosillerden DNA elde etme tekniklerinin geliştirilmesi ve özellikle anne tarafının (annenin annesinin annesinin annesinin annesinin … annesi) yüz binlerce yıllık analizin yapılmasına olanak sağlayan mitokondri DNA’sı (mtDNA) ve baba tarafının (babanın babasının babasının  babasının  babasının … babası) çok eskilere kadar genetik incelenmesini olanaklı kılan Y kromozomu dizileme analizleri ve bu analizlerin birbirleriyle karşılaştırılması gibi moleküler biyoloji ve popülasyon genetiği çalışmaları insan evrimi hakkında bildiklerimizi özellikle son yıllarda kat be kat artırdı. Sonuç olarak, insan evrimi hakkında bugün dünle kıyaslanamayacak ölçüde fazla şey biliyoruz. İnsan evrimine ilişkin anlatılması gereken çok fazla bilgi olmasına karşın, hem derginin sayfa sınırlılığı, hem de yazının konusunun esas olarak insan evrimi olmaması nedeniyle bu bilgileri mümkün olduğunca kısa bir özet halinde, ana hatlarıyla vermekle yetineceğiz.

İNSANIN HİKAYESİ
İçinde insan dahil 400 civarında türü barından geniş primat takımı (maymunsular) öteki memelilerden 65 milyon yıl kadar önce ayrıldı. Primatlar milyonlarca yıllık süreç içinde evrim geçirerek dallara, kollara ayrıla ayrıla çeşitlendiler; farklı farklı türlere ayrıldılar. Bu kollardan biri de, 15 milyon yıl kadar önce ortaya çıkan ve içinde insansıların atalarının ve iki şempanze (Pan), iki goril (Gorilla) ve iki orangutan (Pongo) türüne giden kısaca Hominid ailesi (Hominidae) denilen büyük kuyruksuz insansı maymunlar (Great Ape) dallanmasıydı. Hominidlerden, en başta, 11 milyon yıl kadar önce, orangutanların ataları ayrıldı. Daha sonra, 6,5 – 7 milyon yıl kadar önce bugünkü gorillere giden kol. Kalan koldan 1,5-2 milyon yıl sonra, yani 5-5,5 milyon yıl önce de bugünkü şempanze ve cüce şempanzeler de denilen bonoboların ataları ayrıştı. Artık geriye günümüz insanına giden, onun çok uzak ataları, İnsansılar (Hominini) kalmıştı. Bu anlamda insanın yakın evrimi, insan ve şempanzelerin ortak ataları olan popülasyonların birbirlerinden ayrılmalarıyla başlar.

İnsana giden bu kolda, 5 ile 3 milyon yıl öncesi zaman diliminde, genel olarak Australopitesinler denilen ve insana benzerliklerinin yanında ciddi farklılıkları da olan bir alt oymak çıktı. Australopitesinler içinde, Australopithecus, Ardipithecus, Kenyanthropus ve Parenthropus gibi birçok farklı soy vardı.

Örneğin Doğu Afrika’da ortaya çıkan Australopithecus’un fosillerini incelediğimizde, anatomik ve morfolojik özellikleriyle onun henüz insana fazla benzemediğini, ama şempanzelerin atalarından da ayrılmış, şempanze ile insan arasında bir alt oymak olduğunu görüyoruz. Ayağa kalkmış yürüyordu, ama bir tehlike anında ve uyumak için yine ağaçlara çıkıyordu. Vücudu hala kıllarla kaplıydı. Çeneleri ve dişleri hala büyüktü. Beyni henüz şempanze kadardı yani daha küçüktü (300-350 cm3). Boyu uzamış olmasına karşın Homo türlerine göre hala kısaydı (120-140 cm.). Alet olarak taşları ve kemikleri kullanıyordu ama henüz onları yapamıyordu. Bulduklarını alet olarak kullanıyordu.

Australopitesinler’in en iyi incelenen türü olan Australopithecus ve alt türleri 4 milyon yıl önce ortaya çıkıp, tarih sahnesinde 2 milyon yıl kaldıktan sonra, 2 milyon yıl önce yok oldular.

Homo habilis
Yaklaşık 3 ile 2 milyon yıl öncesinde, Autralopitesinlerin bir türünden insanın ilk ataları olan ve Latince insan anlamına gelen Homo cinsi evrildi. Homo cinsi içinde, bugünkü bilgilerimize göre, ilk belirenlerden biri, 2.3 ile 1.4 milyon yıl önce arası dönemde yaşamış olan Homo habilis oldu. Bazı araştırmacılar, “becerikli insan” anlamına gelen Homo habilis’i Homo türleri arasında değil, 650 cm3’olmasına karşın henüz küçük olan beyni ve sonraki Homo türleriyle bazı önemli farklılıkları yüzünden Australopitesinlerle Homo türleri arasında görürler. Ama Homo habilis taş ve hayvan kemiklerinden alet yapmaya başlamıştı ve bu yüzden de pek çok araştırmacı tarafından ilk alet yapan insan olarak kabul edilir. Birkaç yıl öncesine kadar, en eski Homo türünün Homo Habilis olduğu sanılıyordu. Ancak son bulgular, Homo Habilis’le aynı dönemde hatta ondan daha da önce ortaya çıkmış, Homo gautengensis ve Homo rudolfensis gibi başka Homo türleri olduğunu da ortaya koydular. Muhtemelen insan bunların birinden, Homo Erectus ve / veya Homo ergaster ortaya çıktı.

İnsanı evrilten koşullar
Australopitesinlerin özellikle son dönemlerinde Afrika’da büyük doğa değişiklikleri oldu. Jeolojik hareketler sonucu bugünkü Etiyopya, Kenya, Mozambik ve Uganda’yı içine alan bölgede Büyük Doğu Afrika yarığı vadisi oluşup yükseldi. Bu ve büyük volkanik olaylar gibi diğer birçok etken iklim değişiklerini getirdi. Bir zamanlar yemyeşil ormanlarla, göl ve nehirlerle dolu olan Sahra kurumaya, yağışlar azalmaya başladı. Giderek artan bir biçimde Sahra kumlarla dolup çölleşti. Böylesine ciddi jeolojik, iklimsel, coğrafi değişiklikler, Afrika’nın büyük ormanlarının hızla azalıp yerlerini çalılık ya da çayırlık savanlara bırakmasını getirdi. Yiyecek bulmak zorlaştı. İnsanın ataları ağaçtan inmek zorunda kaldılar. Yiyecek olarak ortada artık çoğu kere sadece bulabildikleri sert ve kabuklu yiyecekler, çiğnenmesi ve sindirilmesi zor kökler, kurumuş yapraklar, bitki kabukları ve bir de tabi, ölmüş vahşi hayvanların leşleri bulunuyordu. Australopitesin soylarından bazıları sert kabuklu, kalın ve sert lifli yiyecekleri yiyebilmek için çok güçlü çeneler ve diş yapılar ile güçlü kafatasları geliştirirken bazı soylar ise daha narin bir yapı, daha küçük bir çene, diş ve kafatası yapısı ortaya çıkardılar. A. Paranthopus gibi türlere dönüşen güçlü çene ve kafatası geliştiren Australopitesinler buldukları sert yiyecekleri yiyebiliyorken, Australopithecus africanus gibi, dişleri ve çeneleri küçülmeye başlamış olan daha narin yapılı Australopitesinlerin önünde iki seçenek kalmıştı: Açlıktan ölmek ya da buldukları sert yiyecekleri küçük parçalara ayırarak daha kolay yenilebilir hale getirmek. Buldukları taşlarla sert kabukları kırıp içindekileri çıkarmaya, sert ve kurumuş kökleri parçalayıp ezmeye, buldukları yeni ölmüş hayvanların leşlerini bölüp yemeye başladılar. Beslenme alışkanlıkları değişiyordu. Volkanik olaylar gibi doğal nedenler sonucu oluşan yangınlarda, ateşin yiyecekleri, özellikle de havyan leşlerini daha kolay yenilir hale getirdiğini gördüler. Ateş üstelik ısıtıyordu ve vahşi hayvanları uzak tutuyordu. Ateşi kullanmaya başladılar. Ama bunun için yanmakta olan bir ateş gerekiyordu. Yanan bir yerden aldıkları ateşi yüzyıllarca bir yerden diğer yere taşıyıp durdular. Çok daha sonraları kendileri ateş yakmayı öğrendiler.

Yeni ölmüş hayvan leşi bulmak kolay olmuyordu. Hayvanları avlamaya başladılar. Ateş onları soğuktan da koruyordu vahşi hayvanlardan da, öte yandan yiyeceklerin yenilmesini ve sindirilmesini de kolaylaştırıyordu. Daha çok ve daha kolay doyar oldular. Sayıları giderek artmaya başladı. Daha fazla et / protein, giderek beyinlerini büyüttü. Ateşin sağladığı kolay yiyecekler diş ve çene yapılarının daha da küçülmesine yol açtı. Beyinleri büyüdükçe diş ve çeneleri küçüldü. Avlarını taşımak ve o esnada ihtiyaç duydukları aletleri kullanmak için ellerinin serbest olması gerekiyordu. Bu ihtiyaç iki ayak üzerinde durma, ayağa kalkıp yürüme zorunluluğunu doğurdu. Sonuçta, avcılık ve toplayıcılık hem onları tamamen ayağa kaldırıp iki ayak üzerine dikti; hem de ellerini kullanmalarını getirdi. Ateş, aynı zamanda, ateş başında hep birlikte yemelerini, geceleri ateşin etrafında birlikte uyumalarını sağlıyordu. Bu da gruplardaki insan sayılarını artırdı. Artık mağaralarda ateşin başında daha fazla insan bir araya geliyordu. Birliktelik sosyal ve kültürel değişiklikleri tetikledi. Daha fazla yiyecek, daha fazla et ihtiyacı koordineli avcılık ve daha gelişkin aletler yapma ihtiyacını doğurdu. Daha fazla sayıda insan, koordineli avcılık ve ateş başında toplanıyor olma, iletişimi, iletişim ihtiyacı da dili zorunlu kıldı. Dil gelişmeye başladı. İnsan ortaya çıkıyordu.

Sonuçta, birkaç milyon yıl gibi evrim açısından uzun sayılmayacak bu kısa dönemde bir insan türü ortaya çıkışı patlaması oldu; Yukarıda anlatıldığı gibi, değişen zorunlu doğa/çevre koşulları, insan atalarında, adeta bir anda, oldukça ciddi anatomik, morfolojik, sosyal ve kültürel değişimlere yol açmış; onları hızla günümüz insanına doğru giden yola çevirmişti. Kısa zamanda bir sürü farklı eski insan (Homo) soyu belirdi. Harvard’lı bilim insanları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge’in 1972’de ortaya attıkları sıçramalı evrim diye bilinen “kesintili denge“ (punctuated equilibrium) kuramının işlediği bir kez daha gözleniyordu.

Homo cinsinin günümüzde hayatta kalan tek türü kimilerinin sadece Homo sapiens, kimilerinin de Homo sapiens sapies dedikleri tür ya da soydur. Nesli tükenmiş olan öteki Homo türlerinden bazıları insanın atası, bazıları ise daha çok modern insanın farklılaşarak atasal soydan ayrılan kuzenleri, amca veya teyze çocukları olarak görülür. Bu gruplardan hangilerinin ayrı bir tür, hangilerinin alt tür olarak sayılması gerektiğine ilişkin henüz tam bir görüş birliği yoktur.

Bahsedilen bu insan türü patlaması sırasında, çoğu kez yan yana yaşayıp, bazen iç içe, bazen da ardı ardına gelip giderek, birinden öteki, ötekinden diğeri evrilerek, ya da biri ötekini yok ederek; biri hariç, en son ortaya çıkan günümüz insanı H. sapiens sapiens hariç, hepsi de insan evrimi tarihindeki rollerini bir biçimde oynayarak zaman içinde tarih sahnesinden çekilip gittiler. Bugüne sadece H. sapiens sapiens kaldı. Bu çok sayıdaki insan ya da insana benzeyen türlerden bugün tespit edilmiş olanlardan bazıları şunlar: H. erectus (Homo erectus), H. ergaster, H. georgicus, H. antecessor, H. heidelbergensis, H. cepranensis, H. neanderthalensis (Neandertaller), H. rhodesiensis, H. sapiens idaltu, H. floresiensis, Denisova insanları, Kızıl Geyik Mağarası İnsanları. Hepsi gelip gitti, sonunda sadece günümüz insanı, H. sapiens sapiens kaldı. Bunlardan bir kaçını ele alalım.

Homo erectus ve Homo ergaster
İlk olarak, 2 milyon yıl önce Doğu Afrika’da Homo ergaster belirdi. Esas olarak Afrika’da yaşadı. 1.5 milyon yıl öncesinde Doğu ve Güney Afrikanın neredeyse her yerine dağıldıktan sonra bazı grupları Avrupa ve Asyanın bazı bölgelerine de yayıldılar. Homo habilis’le kıyaslandığında daha büyük bir beyin geliştirmişti ve çok daha gelişkin aletleri vardı. Daha önemlisi, artık ateşi de kullanıyordu. H. Ergaster günümüzden 1.4 milyon yıl önce, henüz tespit edilemeyen bazı türleri ortaya çıkardıktan sonra tarih sahnesinden çekildi.

Kimi araştırmacılar Homo ergaster’i ayrı bir Homo türü olarak kabul ederken çoğu da onun Homo erectus’un Afrika’da kalmış grupları olduğunu söylerler. H. Ergaster’i Homo erectus içinde görerek Homo erectus ergaster olarak da adlandırırlar. Genel kanı olarak, Homo sapiens sapiens’in Homo ergaster’den gelen türlerden evrimleştiği kabul edilir. Kısacası biz, muhtemelen H. ergaster’den geliyoruz.

“Ayağa kalkmış” ya da “dikilmiş insan” anlamına gelen Homo erectus 2 – 1.8 milyon yıl önce bir zamanda ortaya çıkıp kimilerine göre de 70 bin yıl öncesine kadar yaşadı. Afrika’da ortaya çıkıp kısa zamanda Asya’nın neredeyse her yeri ile Avrupa’nın bazı bölgelerine yayıldı. Tam anlamıyla ilk ayağa kalkan insan olarak tanımlanır. Ateşi ilk kontrol edip kullanan insan olarak bilinir.

Günümüzden 70-74 bin yıl önce, Endonezya’nın Sumatra adasındaki Tobe gölünde, Tobe Felaketi Kuramı olarak adlandırılan çok şiddetli bir volkanik patlama oldu.10 yıla yakın bir süre devam eden bu “süper patlama” sırasında ve sonrasında bütün Güney ve Doğu Asya 15 cm’lik (Stephen Oppenheimer’e göre 5 metrelik) bir volkanik kül tabakasıyla kaplanmıştı. Tobe felaketinin etkisi yaklaşık bin yıl kadar sürdü. Bu sürede bütün dünyada iklim soğudu; buzullaşma arttı; pek çok insan türü ve popülasyonunun yanı sıra yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinin yüzde 70’e yakını yok oldu. Tobe felaketinden sonra insan nüfusunun çok azaldığı, toplam insan sayısının 10 bin hatta sadece 1000 kişiye kadar indiği iddia edilir. İnsan türlerindeki genetik çeşitliliğin azalması bu genetik dar boğazla açıklanır. Afrika’dan Asya ve Avrupa’ya dünyanın hemen her yanına dağılmış olan Homo erectus 150-200 bin yıl önce ortadan yok olmuştu. Bazı araştırmacılara göre, Homo erectus’un pek çok soyu ortadan kalkmış olmasına rağmen, Güney Doğu Asya’da hala küçük bir kol yaşıyordu.  Bu kolun Tobe felaketi sırasında yok olduğu sanılıyor. İlk ortaya çıktığı erken dönemlerinde 850 cm3 beyin hacmine sahip olan Homo erectus, son dönemlerinde beyin hacmini büyüterek 1100 cm3’e kadar çıkarmıştı. Öyle görünüyor ki, geliştirdiği bu büyük beyni bile onu Tobe felaketinin korkunç etkilerinden kurtarmaya yetmedi.

Homo erectus’tan, Homo ergaster dışında pek çok başka alt türün daha evrildiği kabul edilir. Fosil bulgularına göre 1.8 milyon önce Gürcistan’da yaşadığı tespit edilen Homo  georgicus’un da Homo erectus’un bir kolu olduğu öne sürülür. H.  georgicus, Homo erectus’un sanıldığından da önce, 1.85 milyon yıl önce Afrika’dan çıkıp dünyaya yayılmaya başladığını gösteriyor.

1.2 milyon önce, H. erectus’la, Avrupa’nın insanları Neandertaller’in muhtemel atası H. heidelbergensis arasında bir ara tür olarak kabul edilen Homo antecessor ortaya çıktı. 800 bin yıl öncesine dek, 400 bin yıl kadar, İspanya ve İngiltere gibi bölgelerde yaşadığı belirlenen H. antecessor’un 1000 cm3’lük bir beyin hacmi vardı. H. antecessor, bazı araştırmacılara göre, H. erectus ile H. heidelbergensis arasında bir ara geçiş formu olabileceği gibi, H. ergester’den evrilen ayrı bir tür de olabilir.

Homo  heidelbergensis ve Neandertal
800 bin yıl önce, Homo erectus’tan, ondan daha büyük bir beyine (1100 – 1440 cm3)  sahip ve çok daha gelişkin aletler yapabilen H. heidelbergensis evrildi. Uzun boyuyla öne çıkan H. heidelbergensis 500-550 bin yıl kadar Güney Afrika ve Avrupa’da yaşadı. İspanya’da ortaya çıkan fosillerinden H. heidelbergensis’in ölülerini ilk gömen insan olduğu ve bir dil geliştirmiş olduğu belirlenmiştir. H. heidelbergensis Avrupanın Neandertallerine evrildikten sonra, günümüzden 250 bin yıl önce ortadan yok oldular.

Günümüzden 400 bin yıl önce Avrupa başka bir insan türüyle tanıştı. Açık renk teni, güçlü kasları, iri kemikli kol ve bacakları, anatomik yapılarının getirdiği hantallıkları, 1600-1700 cm3’lük hacmi ile günümüz insanından çok daha büyük olan beyinleriyle H. neanderthalensis ya da kısa adıyla Neandertaller. Neandertaller boydan boya bütün Avrupanın yanı sıra, Anadolu, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’nın bir kısmına kadar yayıldılar. Oldukça gelişmiş bir türdüler. Son dönemleri, modern insan H. sapiens sapiens’in Avrupa’ya yayıldığı dönemlere denk geldi. 10 bin yıl kadar modern insanla yan yana yaşadılar. 30 bin yıl kadar önce de tür olarak yok oldular. İnsanla rekabet içine girdikleri, ancak, insandan büyük beyine sahip olmalarına karşın hantallıkları yüzünden bu rekabet ya da savaştan yenik çıktıkları sanılmaktadır. Modern insan doğudan akın akın geldikçe geriye, Avrupa’nın uçlarına, batısına ve buzlarla kaplı daha soğuk, daha kötü koşullardaki kuzeyine çekildiler. İnsanla rekabet ya da savaşlarında yenik düşmelerinin ana nedenleri arasında, daha çevik ve daha hızlı hareket eden, daha hızlı koşan H. sapiens sapiens karşısında, modern insandan farklı anatomik kemik / iskelet yapılarından kaynaklanan hantallığının Neandertaller’e dezavantaj sağlaması gösterilir. Neandertal fosillerinin genetik incelemesi sonucu ortaya atılan bir başka görüşe göreyse, Avrupa’nın bu iri yapılı hantal insanları modern insan kadar genetik çeşitlilik geliştirememişlerdi ve bunun sonucunda gen havuzlarında bir daralma ortaya çıkmıştı. Bu da değişen koşullara uyum sağlamalarını, ortaya çıkan yeni koşullara, örneğin sert iklim ve çevre koşullarına uygun yeni özellikler geliştirmelerini zorlaştırmıştı. Bunun sonucunda 50 bin yıl önce sayıları giderek azalmaya yani soyları tükenmeye başlamıştı., Neandertaller yeni koloniler kurarak yok oluşlarını bir süre geciktirdiler ama buna en fazla 20 bin yıl dayanabildiler. Bu görüş sahipleri, modern insan onları sıkıştırmasaydı bile Neandertaller zaten yok olacaklardı derler.

A                       B             C

D                   E                F

G                H                    I

Resim 2: Hominin türleri: Yaşadıkları dönemlere göre soldan sağa sırasıyla, (A): Australopithecus afarensis, (B): H. habilis, (C): H. erectus, (D): H. ergaster, (E): H. rudolfensis, (F): H. heidelbergensis,  (G): H. sapiens idaltu,:(H): H. neanderthalensis, (I): Denisova insanı.

Günümüzde Neandertal ve modern insan DNA’larının kıyaslamaları sonucu ikisinin Afrika dışında az da olsa karışmış olduklarını göstermektedir. Çünkü yakın zamanda, Afrika kıtası dışında yaşan tüm modern insan DNA’larında yüzde 1-4 kadar Neandertal DNA’snın yer aldığı ortaya konuldu. Birkaç yıl önce, 2010 yılında, Neandertal genomunun dizilenmesi, Neandertalle modern insanın en az bir kere çiftleşerek gen aktarımında bulunduklarını gösterdi. Mitokondriyal DNA (MtDNA) analizlerine göre bu çiftleşme Modern insan erkeğiyle Neandertal kadını arasında değil, tam tersi yönde, yani Neandertal erkeğiyle modern insan kadını arasında olmuştur. Çünkü kadın tarafını yani sadece anneleri inceleyen MtDNA aktarımı kesintiye uğramadan geriye doğru devam etmektedir. Modern insan erkeğiyle Neandertal kadını çiftleşmiş olsaydı gen aktarımı burada kesilmiş olurdu. Bu çalışmalar, sözü edilen çiftleşmenin günümüzden 45 – 80 bin yıl önceki bir zaman dilimi içinde, modern insan Afrika’dan yeni çıktığı (ya da çıkmakta olduğu) ama Asya ve Avrupaya daha yayılmadığı bir sırada, Mısır gibi Kuzeydoğu Afrika ya da Levanten bölgesinde bir yerde gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Bazı araştırmacılar bu karışımın sadece bir kere ve bir bölgede değil, birden fazla kere ve farklı yerlerde olduğunu da iddia ediyorlar.

Birkaç yıl önce, mart 2010’da, araştırmacılar, Orta Asya’da, Altay Dağlarında, Denisova adı verilen bir mağarada yeni bir insan türü fosili buldular. Fosil üzerindeki genetik (MtDNA ve nükleik DNA) analizleri ve karbon testi incelemeleri fosili bulunan insanın günümüzden 41 bin yıl önce yaşamış olduğunu tespit etti. Denisova insanı ya da Denisova Hominin adı verilen yeni insan türünün Neandertalle akraba olduğu ortaya konuldu. Buna karşın, Denisova insanı Asya’da en azından 250 bin yıl ayrı bir popülasyon olarak yaşamıştı. Bu süre de onun ayrı bir tür olarak evrimleşmesine yetiyordu. Denisova insanıyla modern insan DNA’larının karşılaştırılması daha da ilginç bir durumu ortaya çıkardı. Bazı Malenezya yerlileri yüzde 4-6 kadar Denisova insanı genleri taşıyordu. Yani Denisova insanı DNA’sı ile modern insan DNA’sı biraz da olsa karışmıştı. İnsan DNA’sına Neandertal’den sonra Denisova insanı DNA’sı da girmişti.

HOMO TÜRLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI

Tür    Yaşadığı dönem (bin yıl önce)    Yaşadığı yerler    Boy (cm)    Ağırlık(kg)    Beyin hacmi(cm³)
H. habilis     2.300-1600    Afrika    100–150    33–55    660
H. erectus    2000-70    Afrika, Avrasya    180    60    850 (erken)-1100 (geç)
H. ergaster    1900-1400    Afrika    190        700–850
H. rudolfensis    1900-?    Kenya           
H. georgicus    1800-?    Gürcistan            600
H. antecessor    1200-800    İspanya    175    90    1000
H. cepranensis    900-800    İtalya            1000
H. heidelbergensis    800-250    Afrika, Avrupa, Çin    180    60    1100-1400
H. neanderthalensis    400-30    Avrupa, Batı Asya    160    55–70    1400-1700
H. rhodesiensis    300-120    Zambiya            1300
H. sapiens idaltu    160-150    Etiyopya            1450
H. floresiensis    100-12    Endonezya    100    25    400
Denisova insanı    ?- 41-?    Altay dağları           
H. sapiens sapiens    200 – bugün    Bütün dünya    150–190    50–100    1350
Tablo 1: Homo türlerinin kıyaslanması.

VE SAHNEYE MODERN İNSAN ÇIKIYOR
Ve günümüzden 200 bin yıl önce, Doğu Afrika’da, Etiyopya civarlarında, sahneye modern insan, akıllı ya da bilge insan anlamına gelen Homo sapiens (ya da H. sapiens sapiens) çıktı. Genetik çalışmalar bugünkü insanla H. ergaster’ın yakın benzerlikler gösterdiğini ve bu nedenle insanın H. ergaster’den gelmiş olmasının muhtemel olduğunu ortaya koyuyor. Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, H. ergaster günümüzden 1.4 milyon yıl önce ortadan yok oldu. Bu da ortada, günümüz insanıyla ona olası en yakın atası olan H. ergaster arasında 1 milyon 200 bin yıl gibi uzun boşluk olduğunu gösteriyor. Bahsedilen bu uzun dönemde neler olduğu, H. ergaster’den insana gelen yolda ortaya çıkmış olması gereken diğer ara geçiş formları henüz bilinmiyor.

Son yıllarda ortaya bazı yeni bilgiler çıktı. Örneğin Günümüzden 160 bin yıl kadar önce, Etiyopya’nın Afar bölgesinde, Homo sapiens idaltu adı verilen yeni bir Homo sapiens soyu bulundu. 1450 cm3 hacminde beyni olan Homo sapiens idaltu, elde edilen bulgulara göre modern insana çok benziyor. Denisovan insanı dışında, yine aynı yerlerde, Etiyopya Afar’daki Gawis yakınlarda bir başka insan fosili daha bulundu. Gawis kafatası adı verilen bu insan fosili üzerindeki araştırmalar henüz bitmemiş olmasına rağmen, şimdilik bulunan bilgilerden, Gawis insanının günümüzden 500 bin ile 250 yıl arası dönemde yaşadığı ve Homo Erectus (H. ergaster) ile H. sapiens sapiens arası bir tür olduğu ortaya çıktı. Son yıllarda aynı bölgelerde üçüncü bir insan soyu daha bulundu. “Rodezyalı Adam” da denilen H. rhodesiensis adlı soyun, bu kez biraz daha aşağılarda, Zambiya’da, 300 bin ile 125 bin yıl önceki dönemde yaşadığı ve 1300 cm3 beyin hacmi geliştirdiği ortaya konuldu.

Sürekli yeni yeni arkaik insan fosillerinin bulunmasına, bu fosillerden her gün yeni bilgiler gelmesine, çalışmaların hızlarının ve sayılarının giderek artmasına bakılınca, sözü edilen boşluğun çok geçmeden doldurulacağını söylemek kehanet olmaz.

İnsanın göçü
Bugün en çok kabul gören görüşe göre, günümüz modern insanı, yaklaşık 200 bin yıl önce, Doğu Afrika’nın Afrika Boynuzu da denilen bölgesinde, Büyük Afrika Yarığının kuzeyinde, günümüz Etiyopya’sında ortaya çıktı. Büyük olasılıkla mutasyon geçiren tek bir kişiden gelişerek beliren H. sapiens sapiens türünün sayısı zamanla çoğaldı. Sayıları arttıkça gruplara ayrıldılar. Kişi ve grupların sayıları çoğaldıkça yiyecek bulmak zorlaştı. Daha fazla yiyecek bulabileceklerini umdukları bölgelere doğru dağılmaya başladılar. İlk büyük göçün Afrika’nın içlerine olduğu sanılıyor. Güney Afrika’ya dek ulaşıp oradan Afrika’ya dağıldılar. Muhtemelen doğu kıyısını izleyerek Güney Afrika’ya varan koldan bir süre sonra çıkan bir grubun batıdan yukarı kıvrıldığı ve bugünkü Kalahari çölü çevresine yerleştiği öne sürülüyor. Bu tezi destekleyen genetik çalışmalar bulunuyor. Bugün, Afrika’daki kabileler içinde genetik olarak, kökenleri en eskiye giden gruplarından olan San halkı kabilesinin bu gruptan geldiği öne sürülüyor.

Etiyopya’daki ana grup uzun süre aynı yerde kalıp sayıları arttıktan sonra, içlerinden bir grup 60-70 bin yıl kadar önce diğerlerinden ayrılıp Afrika dışına çıktı. Son birkaç yıldır yapılan bazı çalışmalar, bu göçün çok daha öncelerde, günümüzden 130 ile 90 bin yıl öncesinde olduğunu ortaya atıyorlar. Bu araştırmacılar tezlerini, daha çok İsrail’de bulunan 125 bin, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunan 100- 109 bin yıllık insan yapımı aletlere dayandırıyorlar. Ancak bahsedilen aletlerin yanında insan fosili bulunamamış olması, aletlerin H. sapiens sapiens’ten mi, yoksa çok daha önceleri Afrika’dan çıkmış olan öteki Homo türlerinden, örneğin Homo erectus’tan mı kalmış olduğu sorusuna yanıt veremiyor. Bu nedenle 60-70 bin yıl önceki çıkışı savunan ilk görüş genel kabul görmeye devam ediyor.

Pek çok kanıtla desteklenen “Afrika’dan Çıkış” (“Out of Africa”) kuramına göre, insan Afrika’dan, büyük olasılıkla, daha önce anlattığımız 70-74 bin önceki Tobe Volkanı Felaketi’nin olumsuz etkileri Afrika’ya ulaştıktan sonra, yaşadıkları Kuzey Doğu Etiyopya’dan küçük bir kol halinde ayrılıp kuzeye doğru yola çıktılar. Nil nehrini izleyerek Mısır’a, oradan da Sina yarım adası, İsrail – Lübnan vadisi yolunu izleyerek Mezopotamya ve Anadolu’ya kadar gittiler. Mezopotamya ve Anadolu’nun güney ve doğusuna yerleşen grup daha sonraları Kafkaslara, Orta Asya’ya, Güney ve Uzak Asya’ya doğru dağıldılar. Yapılan hesaplamalara göre, bu çıkış sırasında, Etiyopya’da yaşayan toplam insan sayısı 2-3 bin civarındaydı. O gruptan yola çıkanların sayısının ise 150 – 200 kişi kadar olduğu tahmin ediliyor.

Harita 1: Afrika’dan Çıkış kuramına göre insanın Afrika’dan çıkıp bütün dünyaya dağılımı ve göç yolları.

Bir başka görüş ise insanın Afrika’dan tek bir kerede değil, iki ayrı zamanda ve iki ayrı yolu izleyerek çıktığını öne sürüyor. Kuzeyden, Nil, Mısır, Sina yarım adası üzerinden, Lübnan vadisi üzerinden Mezopotamya ve Anadolu’ya varan gruptan çok daha öncelerde bir başka grup Kızıldeniz’den karşıya, Arap Yarımadasına, bugünkü Yemen kıyılarına geçtiler. Etiyopya’daki ana gruptan kopan bu küçük grup muhtemelen doğuya yönelip Bugünkü Eritre –  Cibuti sınırı civarlarına geldiler. Kızıldeniz burada çok darlaşıyordu. Kızıldeniz ile Aden Körfezinin birleştikleri bu dar yerden karşıya Arap Yarımadasına, bugünkü Yemen kıyılarına geçtiler. O zamanlar deniz seviyesi günümüzle kıyaslandığında 70-100 m kadar aşağıdaydı ve bu yüzden de geçtikleri boğaz bugünkünden çok daha dar ve sığdı. Asya’ya geçen grup, deniz/okyanus kıyısını izleye izleye, Yemem, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, yolunu izleyerek bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri ve Dubai civarlarından Basra ya da İran körfezini dolanmadan körfezin bu dar yerinden karşıya, İranın güneyine geçtiler. Yüne sürekli deniz kıyısını izleyerek Pakistan, Hindistan yolundan Uzak Doğuya kadar yayıldılar. Gördükleri, yiyeceğin bol, tehlikenin az, yerleşimin ve yaşamanın daha kolay olduğu yerlerde, akarsu, göl, körfez kıyılarında, mağaralarda yerleştiler. Orada kalıp sayıları arttıktan sonra ve orası yeniden hepsine yetmez hale gelince yine içlerinden bir kol çıkıp daha ileriye, bir başka yere doğru yola çıktı. Böylece sürekli kona göçe, ama her konup göçmede de sayıları daha artıp daha çoğalarak, daha yayılarak on binlerce yılı bulan bir uzun yolculuk yaptılar. Bu yolculuk sonunda dağıldıkça dağıldılar. Sonuçta Afrika’dan çıkan ilk grubun torunlarının torunları 50 – 60 bin yıl kadar önce Uzak Doğuya kadar yayıldılar. Uzak Doğuya ulaşan gruplar, bir süre sonra adalara dağıldılar. Filipinler, Polinezya, Melanezya, Endonezya – Yeni Gine’ye dek yerleştiler. Bir kol da 40 bin yıl kadar Avustralya’ya geçti. Bugün, denizle birbirinden ayrılmış binlerce adadan oluşan bu bölge o zamanlar henüz buzul dönemi devam ettiğinden buzullarla kaplıydı ve bu yüzden de Avustralya’ya dek uzanan adalara geçiş yolu tamin edildiği kadar zor olmadı.

Polinezyalı, Yeni Gineli, Malenezyalı yerliler ile Aborijinler dahil bu bölgelerde yaşayan farklı gruplar üzerinde yapılan genetik (MtDNA ve Y kromozomu) çalışmalar, bu bölge insanları ile daha önce bahsedilen Denisova insanı genlerinin az da olsa karışmış olduğunu ortaya koyuyor. Sonuçları geçtiğimiz yıl yayınlanan çalışma, bölge insanlarının özellikle bağışıklık sistemi ile ilgili bazı genlerini Denisova insanından aldıklarını öne sürüyor. Çalışmaya göre, Güney Doğu Asya’ya varıp buradaki sıcak ormanlarda uzun süre yaşayan insanlardan bir kısmı Denisova insanıyla karıştıktan sonra Avustralya dahil güneydeki adalara göçtüler.  

Bu görüşe göre, Afrika’dan çıkan ikinci kol ise, çok daha sonraları yola koyuldu. Genetik analizlerin gösterdiğine göre, yine küçük bir grup olarak yola çıkan ikinci kol doğu yerine kuzeye yöneldi. Nil nehrini izleyerek Mısıra kadar ulaştı. Oradan Sina yarım adası üzerinden İsrail ve Lübnan vadisine, bugünkü Filistin, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye, Sina Yarım adası ve hatta hatay’ı içine alan eski Levant veya Levanten bölgesine geçtiler. İkinci gruptaki insanlar çok daha sonraları yola çıktıklarından daha yetkin, daha gelişmiş aletler geliştirmişlerdi. Deniz kıyısını izlemek zorunda kalmadılar. Lübnan vadisi ya da Levant’ten yukarıya, kuzeye, Mezopotamya ve Anadolu’ya gittiler. Oradan da zaman içinde Avrupa, Asya ve Orta Asya’ya dağıldılar. Yine yerleşe yerleşe göçlerine devam ederek Anadolu’nun doğusundan bir grup Asya’nın içlerine doğru yönelirken bir grup da Kafkaslara gitti. Kafkaslara yerleşen gruptan daha sonraları çıkan bir kol oradan Orta Asya’nın içlerine geçti. Altay ve Tanrı Dağları üzerinden Moğolistan ve Çin – Mançurya’nın kuzeyine, Güney Doğu Sibirya’nın ormanlık alanlarına dek uzandı. Güney Sibirya’ya 40-45 bin yıl önceki zamana denk düşen bir dilim içinde ulaşmışlardı. Uzun süre soğuk Sibirya ormanlarında yaşayan bu grup muhtemelen iklimin yumuşamasıyla doğuya bugünkü Japonya ve Kore’ye, aşağı güneye bugünkü Çin’e, batı ve güneybatıya, Moğolistan, Altay Dağları ve Orta Asya’ya, ve yukarı Kuzey Batıya bugünkü Rusya’ya; kuzeye, Doğu Sibirya’ya olmak üzere tam anlamıyla dört bir yana dağıldılar. Çin, Kore, Japonya, Moğolistan, ve Orta Asya’da yaşayan insanların dillerinin (Çince, Korece, Japonca, Moğolca ve Türkçe) aynı kökene sahip olması bu açıklamayı güçlendiriyor

Kuzey’e gidip, Doğu Sibirya’ya yerleşen kolun bir kısmı, 15 -20 bin yıl kadar önce, Bering Boğazı üzerinden Amerika kıtasına geçti. Asya ile Amerika kıtalarını birbirinden ayıran ve bugün 92 km genişlik ve 30-50 metrelik derinliğe sahip olan Bering Boğazı civarı o zamanlar buzullarla kaplı olduğundan kara yolu açıktı. Doğu Sibirya’dan Amerika’ya geçen kol, bugünkü Alaska’ya vardıktan sonra, yine sürekli deniz kıyısını izleyerek, kollana kollana, yayıla yayıla Güney Amerika’ya dek gitti. Yapılan çalışmalar, Amerikan yerlisi Kızılderililerin Doğu Sibirya’daki gruptan çıkmış kolun insanları olduğunu doğrudan gösteriyor.

Türk ırkçılarının, “Güneş Dil Teorisi”nde dile getirdikleri, Kızılderililerin Türklerden geldiği tezi kaynağını buradan alıyor. Yapılmış çalışmalar, Kızılderililerle Türklerin 40-50 bin yıl önceki atalarının bahsettiğimiz Güney Sibirya ormanlarında yaşayan insan grupları olduğunu gösteriyor. Ama aynı gruplar bugünkü Çinliler, Koreliler, Japonlar ve hatta Slavların da ataları. Bu yüzden Kızılderililerin Türklerden geldiğini öne süren Türk ırkçılarının mantığıyla yola çıkılırsa, onlara Türklerin Çinlilerden ya da Korelilerden geldiği de söylenebilir. Bu tez ne kadar mantıklıysa öteki tez de o kadar mantıklıdır. Kızılderililerle Türklerin (ama aynı zamanda, Çinli, Koreli ve Japonların da) ortak ataları birbirlerinden en azından 20-30 bin yıl önce ayrılmışlardır. Buna kalırsa, yazımızda yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi, bugün dünyadaki istisnasız bütün insanlar 150-200 bin yıl önce Etiyopya’da ortaya çıkmış olan çok küçük bir gruptan, hatta çok daha eskilere gidersek, yine Doğu Afrika’da yaşamış olan küçük bir grup insansı – maymunsu ortak atadan, Australopitesinlerden gelmektedir. Bu anlatım insanların kökenine ne kadar açıklama getiriyorsa, Türk ırkçılarının “Kızılderililer Türktür” tezi de o kadar açıklama getiriyor. Bu mantıkla gidildiğinde, rahatlıkla, Kızılderililer Türkse, Türkler de “Homo erectus”tur denilebilir.

Devam edelim. Afrika’dan çıkıp Ortadoğu, Güney ve Doğu Anadolu üzerinden Kafkaslara giden kolun dışında, Mezopotamya ile Güney ve Doğu Anadolu’ya yerleşmiş gruplardan bir kol da zaman içinde Anadolu’nun içlerine yayılıp İstanbul’a kadar ulaştı. Boğazdan karşıya geçip, 35 – 45 bin yıl önce hızla Avrupa’nın her yanına yayıldı.

Bir diğer görüş de, antropolog, genetikçi, tıp doktoru ve popüler bilim yazarı ünlü Stephen Oppenheimer’in geliştirdiği tezdir. Oppenheimer insanın Afrika’dan çıkışını biraz daha eskiye götürür. Ona göre, Homo sapiens sapiens 200 bin yıl önce Etiyopya Kenya sınırlarında bir yerde ortaya çıktı. 160 – 135 bin yıl  öncesi arasında dört kola ayrıldı. Bunlardan biri aşağıya Güney Afrikaya, diğeri Batıya bugünkü Kongo ve Angolanın okyanus kıyılarına, üçüncü kol yine batıya ama biraz daha yukarıya, bugünkü Gana, Fildişi Kıyıları ve Sierra Leone taraflarına, bir grup da kuzeye, Etiyopya’nın kuzey doğusundaki Afar civarlarına, Etiyopya, Eritre ve Cibuti sınırına bir yerlere yerleşti. 135-115 bin yıl önceki bir zaman aralığında Kuzeydoğu Etiyopya’daki gruptan bir kol kuzeye  doğru yola çıktı. Nili izleyerek o zaman henüz yeşil olan Sahrayı geçti ve Mısıra ulaştı. Sina yarımadası üzerinden Levan bölgesine vardı. Levant bölgesinde uzun süre kalan ilk kol bir süre sonra oradaki zorlu doğa koşullarına (her yer henüz buzlarla kaplıydı) dayanamayarak, yok oldu. Böylece modern insanın Afrika’dan ilk çıkışı yaklaşık 90 bin yıl önce Levant bölgesinde kesintiye uğradı. Levant bölgesinde insanın boşalttığı yerlere Neandertal yerleşti.

Afrika’dan ikinci ama başarılı olan çıkış çok daha sonraları, 90 – 85 bin yıl öncesinde yine Kuzeydoğu Etiyopya’dan ama bu kez Kızıldeniz üzerinden oldu. Kızıldeniz’in yukarıda sözünü ettiğimiz dar yerinden Arap Yarım adasına bugünkü Yemen’e geçen küçük grup, balık avlama yoluyla yiyecek bulma garantisi sağladığından sürekli deniz kıyısını izleyerek ilerledi. Basra körfezinden karşıya İrana geçti. Oradan Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Doğu Asya yoluyla Uzakdoğu’ya, Malezya ve Endonezya’ya dek gitti. Endonezya’dan yeniden yukarı kuzeye kıvrılarak Vietnam ve Güney Çin kıyılarına ulaştı. İnsanın bu yolculuğu en azından 10 bin yıl almıştı. Tam o sıralarda, 74 bin yıl kadar önce bahsettiğimiz Tobe patlaması oldu. Patlama ve sonraki etkileri sonucunda, bugünkü Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Miyanmar (eski Burma) kıyılarına yerleşmiş bütün insanlar öldüler. Uzun bir bekleyişten sonra etkiler kaybolunca iki uçta kalmış insanlar tekrardan yola çıktılar. Malezya’da sıkışmış olanlardan 70-65 bin yıl önce yine değişik kollar çıkıp dört bir yana dağıldı. Bir kol kuzeye, Myanmar ve Bangladeş’e; bir diğeri Vietnam üstünden yukarı Çin ve Kore’ye; bir başkası Papua Yeni Gine’ye dek Filipin adalarına ulaştı. Son Avustralya’ya geçti.
65-52 bin yıl öncesi dönemde, Hindistan üzerinden Pakistan’a ulaşan gruplar Anadolu ve Kafkaslara dek gittiler. 52-45 bin yıl önceki dönemde, Doğu Anadolu ve Kafkaslara yerleşmiş olanlar Anadolu ve Boğazlar üzerinden Avrupa’ya geçerek Fransa’ya dek gittiler. 45-40 bin yıl öncesinde yolculuk ve yayılma hızlandı. Fransa’dakiler İspanya’ya, Kafkaslar ve Doğu Anadolu’dakiler Mezopotamya ve Levant üzerinden yine Afrika’ya dönüp Kuzey Afrika’ya; İran ve Pakistan’daki gruplar ayrı ayrı Asya içlerine, Orta Asya ve Altay bölgesine, Bangladeş ve Çin’dekiler ayrı yollardan Çin içleri ve Moğolistan’a, Güney Çin ve Kore’dekiler kuzeye çıkıp yukarıdan aşağı Japonya’ya geçtiler. 40 – 25 bin yıl öncesine denk düşen dilimde, Orta Asya ve Altaylarda yaşayanlar iki yana dağıldılar. Bir kısmı Hazar denizi ve Karadenizi’in üzerinden Avrupa’ya bir diğer kol da kuzeye, Doğu Sibirya ve Bering Boğazına doğru yayıldılar. Aynı sıralarda Doğu Sibirya ve Bering Boğazına, Çin içleri ve Kore’ye yerleşmiş olanlar da yöneldi. 25-22 bin yıl öncesinde Doğu Sibirya’dakiler Bering Boğazı üstünden Alaska ve Kuzey Amerika’ya geçtiler. Bu sıralarda, 18 bin yıl önce yine buzullar geldi, yollar, geçitler kapandı. Kuzeydeki insanlar birkaç bin yıl boyunca yine mağaralara, ateşin başına hapsoldular, bir yere kımıldayamadılar. 15 bin yıl önce, buzullar eriyip yolla açılınca yine yollara düştüler. Bu kez, 15-10 bin yıl öncesinde Amerika’da, iki ayrı koldan, Pasifik ve Atlantik Okyanusu kıyıları boyunca aşağıya Arjantin’e dek dağıldılar. Son buzul devrinin kapanmasıyla 10-8 bin yıl kadar önce tarım ortaya çıktı ve insan dünyanın kalan diğer yerlerine, Afrika, Kuzey Avrupa ve Amerika’nın içlerine yayıldı. Oppenheimer’in iddiası böyle. Oppenheimer’in tezi, http://www.bradshawfoundation.com/journey/ internet adresinden, interaktif hareketli bir harita üzerinde görülebilir.

İnsan Afrika’dan ne zaman ve hangi yollardan çıkmış olursa olsun, gittikleri yerlerde yer yer daha öncelerden buralara gelip yerleşmiş öteki Homo türleriyle de karşılaştılar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, H. sapiens sapiens hem geliştirdiği daha mükemmel aletler, hem onlardan gelişkin kültürü, hem de koşullarla daha uyumlu anatomik biyolojik yapısıyla önceki Homo türleri ve bunların alt soylarından çok daha gelişkin olduğundan onların yerlerini aldılar. Öncekileri geriye ite ite onların yerlerine geçtiler. Asya ve Avrupa’da yeni modern insan akın akın geldikçe önceki türler gerilere, yaşanması çok daha zor bölgelere çekilmek zorunda kaldılar. Modern insan, Avrupa, Ortadoğu ve Anadolu ile Orta Asya’nın bir kısmında Neandertal’in; Uzak Asya’da da muhtemelen H. erectus’tan evrilmiş olan H. floresiensis ve Denisova insanı gibi soyların (belki de daha başka tür ve soyların) yerlerini aldı. Öteki türler hem bahsedilen bu insan zorlaması, hem doğanın acımasızlığı, hem de genetik – biyolojik yapılarının sınırlılıkları gibi nedenlerle daha fazla dayanamayıp tür olarak yok oldular; yeni koşullara uyum sağlayamayarak yeryüzünden silindiler. Koca dünyada bir başına kalan Homo sapiens sapiens geliştirdiği kültürü, teknolojisi, bilgisi ve yetenekleriyle bütün dünyaya hakim oldu.

Yukarıda uzun uzun anlattığımız insanın göçünü ya da daha diğer bir anlatımla yakın dönem kökenini açıklayan görüş, genel olarak “Afrika’dan Çıkış” (“Out of Africa”) diye adlandırılan  görüş, tez ya da kuram. Bu tez, bilim dünyasında “Yakın Dönem Tek Köken Hipotezi” (Recent single-origin hypothesis –RSOH-) ya da “Yakın Dönem Afrika Kökeni” (“Recent African Origin” –RAO-) modeli gibi adlarla da anılıyor. Bu görüşün dışında “Çok bölgeli köken hipotezi” (“Multiregional-origin hypothesis”) olarak bilinen bir başka tez daha var: Bu görüşe göre, insan gittiği farklı yerlerde, oralara daha önceden yerleşmiş farklı Homo türleriyle karşılaştı. Karşılaştığı değişik türlerle birleşti. Bu birleşimden ortaya farklı farklı ırklar çıktılar. Örneğin Homo Sapiens Avrupa’da Neandertal’le birleşti ve ortaya beyaz ırk çıktı. Asya’da Homo Erectus’la, Afrika’da Homo Heidelbergensis ve diğer Homo türleriyle birleşti; Pasifik Adaları ve Avustralya’da daha başka türlerle birleşti. Her bir farklı bölgede farklı bir veya birkaç tür olduğundan insanın o farklı türlerle birleşmelerinden farklı farklı ırklar doğdu. Bu yüzden de insanın kökeni bulundukları bölgelere ve oralarda karıştıkları eski türlere göre değişkenlik gösterir. Irklar buradan doğar.

Yukarıda anlatıldığı gibi, bugüne dek, Aşağı Sahra Afrikası dışında yaşayan insanlarda çok az miktarda (yüzde 1-4 arası) Neandertal ile Malenezya ve Polinezyalılarda yine az miktarda (yüzde 4-6) Denisova insanı DNA’sı kalıntılarına rastlandı. Onun dışında bugün dünyada yaşayan bütün insanların Y kromozomu ve Mitokondri DNA’ları incelendiğinde herkesin DNA’sı Doğu Afrika’da, Etiyopya’daki bir erkekle bir kadına gidiyor. Hiçbir yerde, hiç bir kişi ve grubun, hiçbir “ırk”ın kökleri başka yere gitmiyor ya da bir yerde kesintiye uğramıyor. Öte yandan, insan paleolitik dönemden beri yaşadığı mağaralara resimler yaptı. Bulunan hiçbir resimde, insanı başka bir Homo türüyle ilişkide gösteren bir resim bulunmuyor. Son yıllarda devasa miktarlara ulaşan Y DNA’sı ve mtDNA analizlerinin, genetik araştırmaların yanı sıra, bu bulgular da insanın Afrika’dan çıktığını gösteriyor. Bu da ‘Afrika’dan Çıkış” tezini kanıtlıyor.

Son yıllardaki genetik çalışmalar, insanın genetik yapısının heterojen değil, aksine oldukça homojen olduğunu gösteriyor. Her ne kadar fenotip özellikleri / fiziksel görünümleri yer yer farklılıklar gösterse de, genotip (genetik) özellikleri ele alındığında insan grupları arasında oldukça az değişkenlik olduğu görülüyor. Aynı grubun insanları arasındaki genetik farklılık ayrı ayrı gruplar arasındaki farklılıktan çok çok daha fazla. Daha da ötesi, yapılan mitokondriyal DNA analizleri, Afrika dışındaki bütün insan gruplarının kökeninin aynı tek bir kökene, “Mitokondriyal Meryem” adı verilen Afrika’daki tek bir kadına gittiğini gösteriyor.

80’li yıllara kadar “Afrika’dan Çıkış” tezi bilim çevrelerinde yer yer kuşkuyla karşılanıyor, o kadar da fazla kabul görmüyordu. Ancak o günden bu yana giderek artan bilgiler, özellikle de son dönemlerdeki genetik çalışmalar, bu kuşkuları giderdi. Bugün neredeyse bilim dünyasının tümü, insanın yakın dönemindeki kökenine ilişkin tez olarak “Afrika’dan Çıkış” tezini kabul ediyor. Elde edilen yeni bilgiler, “Çok bölgeli köken hipotezi”ni artık adeta savunulamaz hale getirip o tezden yana bilim insanı sayısını yok denecek kadar azalttı.

Biyolojik kavram olarak ırk
Yazımızın başlarında da açıkladığımız gibi, biyolojide ırk kavramı kullanılırken, bir türün, bir alt türü ya da popülasyonunun, aynı türün öteki popülasyonlarından morfoloj ve genetik gibi biyolojik açılardan farklılaşması kast edilir. Önceki sayfalarda birçok örneğini verdiğimiz Homo türleri içinde ve arasında böyle farklılaşmalar vardır. Oysa modern insan H. sapiens sapiens’e gelince işler zorlaşıyor. Böyle gruplaşmalar yapmak kolay olmuyor. Çünkü insan grup ya da popülasyonlarını farklı ırklar halinde birbirlerinden ayırmamızı engelleyen ciddi sorunlar var.

Herşeyden önce, bir insan popülasyonu ya da grubunu farklı bir ırk olarak tanımlamamızı sağlayacak ortak kriterler yok. Hangi fark ya da farklara bakarak bir gruba falan ırk diyeceğiz? Bu konuda bilim dünyasında bir konsensüs bulunmuyor. Deri renklerine göre mi ayıracağız, kan gruplarına göre mi, konuştukları dillere göre mi, kafalarının biçimlerine ya da kaş-göz-burun yapılarına göre mi? Yoksa genetik yapılarına göre mi ayıracağız insan gruplarını? Diyelim, grupları genetik yapılarına göre ayırmaya karar verdik, o zaman kaç genetik değişiklik, yani kaç gendeki veya hangi gen ya da genlerdeki kaç farklılık bir grubu ayrı bir ırk olarak tanımlamamızı sağlayacak? Bugün kimileri ten rengine bakarak ırk tanımı yaparken kimileri kan grubuna, kimileri de yüz şekli, kemik ve kafa yapısına göre ırkları tanımlıyor.

İkinci sorun, bugün ayrı ayrı ırklar olarak ifade edilen gruplardan hiç birinin her hangi bir geninde ya da genlerinde sadece o “ırk”a ait özel genetik farklılıkların olmaması. Örneğin şempanze ile insanı birbirinden ayırırken, DNA’larında belirteç olarak kullanabileceğimiz ve bir bakışta bu insan bu da şempanze DNA’sı diyebileceğimiz kesin ayırımlar var. İnsan’da 23 çift kromozom bulunurken şempanze’de (ve goril ile orangutanda) 24 çift kromozom vardır. Şempanze’de 2a ve 2b olarak adlandırılmış iki ayrı kromozom insanda birleşerek tek bir 2. Kromozomu yapmıştır. İnsan grup ya da popülasyonları arasında böylesine belirgin ve her seferinde, herkeste görülebilecek böyle spesifik ve aleni değişiklikler yoktur.

Genlerle belirlenen kan gruplarını ele alalım. Aynı kan grubunun bir popülasyon içinde görülme sıklığı bölgeden bölgeye değişkenlik gösterir. Örneğin 0 kan grubunun en fazla görüldüğü popülasyon Kızılderililerdir. Bu oran güneye gidildikçe öylesine artar ki, Brezilya yerlilerinden Pemon ve Makintare gibi kabilelerde yüzde 100’e kadar çıkar. Oysa aynı “ırk” içinde tanımlanan bir diğer Kızılderili grubunda, Kuzey Batı ABD’de, Seattle civarlarında yaşayan Karaayak Kızılderililerinde o sıklık yüzde 50’lere iner. Ama yine Kuzey Amerika’da, bu kez biraz doğuda Minnesota civarlarında yaşayan Chippewa Kızılderililerinde yine artarak yüzde 90’lara çıkar. Aynı 0 grubu Çinlilerde yüzde 55’lerin, Aborijinlerde yüzde 75’lerin üstündedir. Yine, A grubu Avrupa’nın beyazlarında daha sıktır ama bu sıklık 0 grubunda olduğu gibi, batıdan doğuya gidildikçe ciddi değişiklik gösterir. Durum böyleyken, kan gruplarına bakarak insan gruplarını ırk olarak ayırabilir miyiz?

Biyolojik ırk kavramını insan gruplarına uygulamamızı olanaksız kılan bir diğer sorun da aynı grubun farklı kişileri arasındaki genetik varyasyon ya da çeşitliliğin, örneğin iki beyaz arasındaki genetik farklılığın, iki ayrı grup arasındaki, örneğin “beyaz” ile “sarı ırk” arasındaki genetik farklılıklardan çok daha fazla olması.

ABD – Harvard üniversitesinin eski profesörlerinden evrimci biyolog Richard Lewontin 1972’de yaptığı çalışmada ayrı ırk olarak tarif edilen farklı grupları birbirleriyle kıyasladı. Lewontin’in bulduğu sonuçlar inanılmazdı. Ayrı “ırk” olarak tanımlanan farklı gruplar arasındaki genetik fark sadece yüzde 7 çıktı. Asıl büyük yüzde, aynı grubun kişileri arasındaydı. Bu yüzden, James Shreeve, “genetik olarak beni bir Afrikalı siyah ya da Eskimodan ayıran şeylerin çoğu, aynı zamanda beni diğer bir Avrupa Amerikalısı atamdan da ayırır” der.

Bu yüzden biyoloji bilimi, biyolojik ırk kavramını insanı gruplarına uygulamaz ve insanlar arasında biyolojik açıdan ırksal farklılıklar görmez. Ama öte yandan insan grupları arasında, ten ya da saç, göz rengi, vücut, kafa, kemik yapısı gibi fiziksel görünüm açısından ciddi farklılıklar olduğu da aşikar. Biyoloji bu farklılıkları evrimle, evrimin adaptasyon mekanizmasıyla açıklar. Aynı gruptan çıkmış insanlar farklı coğrafi koşulların zorlamasıyla dıştan gözlenebilen farklı fenotip özellikler kazanırlar der.

FİZİKSEL – FENOTİP FARKLILIKLARIN BİYOLOJİK – GENETİK KARŞILIĞI VAR MI?

İnsanlar arasında, ten rengi, kafatası, çene, burun, göz yapısı gibi fenotip özellikler denilen ve dışarıdan görünümleriyle belirginleşen fiziksel farklılıkların olduğu bir gerçek. Bazı insanlar bu özelliklerine bakılarak birbirlerinden ayrılabilir. Ama ten rengi dışında bütün bu görünüm farklılıkları aynı büyük bir grupta toplanabilir mi? Örneğin ülkemizde, Karadeniz bölgesinde yaşayan Lazlar içinden bazı erkeklerin kemerli büyük burunları olduğu gözlenir. Ama buradan yola çıkarak, bütün büyük kemerli burunlular Laz’dır denilebilir mi? Lazlar içinde, büyük kemerli burunlular dışında, en az onlar kadar küçük ve düz burunlular da yok mu? Ya da, Laz olmayan öteki gruplar ve başka bölgelerde yaşayan bambaşka kökenlerden gelmiş insanlar arasında da büyük kemerli buruna sahip kişiler yok mu?

Veya, 1930’lu yıllarda dünya modasına uyularak Afet İnan’ın öncülüğünde yapılan kafatası ölçümlerinde ortaya çıkarıldığı söylenilen “Türklerin fiziksel özellikleri”ni ele alalım. O “fiziksel özellikler” arasında yer alan badem göz bugün ülkemizde kaç Türkte var? Sadece bu gözlere sahip olanları Türk olarak kabul edersek ülkemizde acaba kaç kişiye Türk diyebilir? Veya burunlarına bakarak Türkleri öteki gruplardan nasıl ayırabiliriz? Türkler arasında düz dar burunluların yanı sıra geniş ve/veya iri burunlular da yok mu? Veyahut aynı burun yapıları İranlı, Kürt, Yunanlı, İtalyan, Fransız, Şilili ya da İngilizler arasında da bulunmuyor mu?

Ten rengi farklılıkları evrimsel adaptasyonun ürünü

Bugün ırkları birbirlerinden ayırmakta kullanılan en önemli ayıraç ten rengidir. Çünkü gerçekten de dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan büyük insan grupları arasında ciddi deri rengi farklılıkları bulunur. Bu bağlamda sadece renklerine bakarak insan grupları çok kaba bir biçimde de olsa birbirlerinden ayrılabilir. Ancak ten rengi farklılıkları, değişik renklerden insanların değişik ırksal kökenlerden çıkıp farklı evrimleştikleri ve bu yüzden de aralarında ırksal ayrımlar olduğu anlamına mı gelir? Renk farklılıklarını çevresel faktörler, örneğin on binlerce hatta yüz binlerce yıl boyu, güneş ışığının farklı şiddet ve ölçülerde vurduğu (ya da vurmadığı) bölgelerde yaşamış olmak bu renk farklılıklarını yaratmış olamaz mı?

Derinin kalınlık ya da inceliği, kılcal damarlanmaların taşıdığı kan miktarı, o kanın yapısı, beslenme ve ultraviyole / güneş ışınlarına maruz kalma miktarı gibi birçok etmen deri rengi üzerinde etkide bulunur. Örneğin kan hücrelerinden kırmızı kan hücreleri de denilen eritrositlerin içinde bulunan ve oksijen taşıyan hemoglobin pembemsi kırmızı renklidir. Bu yüzden oksijenlenmiş temiz kan daha fazla hemoglobin taşıdığından pembemsi açık kırmızı; oksijenini bırakıp karbondioksitle yüklenmiş kan, hemoglobini azalmış olduğundan koyu renklidir. Kan dolaşımında bozukluk olduğunda oluşan morartı bu yüzdendir. Atmosferde deniz seviyesinden yukarılara çıkıldıkça oksijen miktarı düşer. Dağların zirveleri gibi yüksek yerlerde bu oran iyice azalır. Bu yüzden alışkın olmayan biri, Ağrı’nın ya da Himalayalar’ın yükseklerinde nefes almakta zorlanır. Ancak bu uzun sürmez, bir süre sonra düşük seviyedeki oksijene vücut alışır. Oksijen azlığı doğrudan kırmızı hemoglobini etkiler. Bu nedenledir ki dağlarda yaşayanların renkleri aşağıda ovada yaşayanlara göre daha koyudur.

Yine, havuç, tatlı patates vb gibi bazı bitkilerde karoten pigmenti bulunur. Bu pigmenti taşıyan sebze ve köklerden fazla yiyenlerin renkleri sarıya çalar. Bu diyetten zengin beslenme alışkanlığı olanların renkleri buna uyum gösterir. Ama deri rengini asıl belirleyen, derinin üst tabakasında bulunan ve Yunanca’ siyah anlamına gelen melas’tan kökünü olan koyu renkli melanin pigmentidir. Albinolar hariç bütün insanlar bu pigmenti taşır. Teni rengi daha koyu olan insanların deri hücrelerinin açık renkli insanların deri hücrelerinden daha fazla melanin pigmenti ürettiği bilinmektedir. Bunun yanı sıra, güneş ışığına maruz kalmanın melanin üretimini artırdığı da gösterilmiştir. Daha fazla güneş daha fazla melanin pigmenti oluşması ve sonuçta rengin koyulaşması anlamına gelir. Bunu kendi pratiğimizden, yazın ışınların daha doğrudan ve şiddetli geldiği öğle saatlerinde birkaç saat kızgın güneşte kalmakla bronzlaşmamızdan anlayabiliriz. 

Öte yandan, melanin pigmentinin deriyi, güneşin ultraviyole radyasyonu hasarından koruduğu ve bunun neticesinde daha fazla melanin pigmenti taşıyan koyu renkli insanların deri kanseri ve güneş yanıklarına daha az yakalandıkları; daha az melanini olan açık renkli insanların ise bu hastalıklara daha yatkın oldukları ortaya konulmuştur.

Güneşin ten rengi üzerindeki dolaysız etkisini görmek için uzun boylu araştırma yapmak gerekmiyor. Dünya haritasını önümüze alıp şöyle bir bakmak yetiyor. İnsanın deri rengi, güneş ışığını daha fazla ve doğrudan dik açıyla alan ekvator bölgelerine yakınlaştıkça koyulaşır; güneş ışınlarının hem şiddeti hem de geliş açısının giderek azaldığı Ekvator’dan uzaklaşıldıkça açılır. Böyle olunca, Ekvatora yakın bölgelerde neden insanların koyu renkli ve siyah; İskandinav ülkeleri ve Rusya gibi güneşe hasret kalan Ekvator’a uzak soğuk bölgelerde yaşayan insanların neden açık renkli ve sarışın olduklarının açıklanması kolaylaşır. Doğal olarak arada kalanlar da ara tonları oluştururlar. Kaldı ki, yakından bakıldığında ten renginin Afrika içinde bile farklılık gösterdiği, Afrika’daki siyahlar arasında Ekvatora daha yakın bölgelerde yaşayan siyahların çok daha siyah olduğu görülür. Bu durum Sudan ve Etiyopya gibi ülkelerde açıktan gözlenir. Bu ülkelerin kuzeyinde yaşayan siyahların rengi biraz daha açık bir siyahken, Ekvatora yakın güney bölgelerinde yaşayanların renkleri çok daha koyu bir siyahtır.

Harita 2. İnsanların deri renklerine günümüzde dünya üzerindeki dağılımları.

Öyle görünüyor ki, evrim, sürekli fazla güneş altında kalan insanları, evrimsel adaptasyona uğratarak, onları güneşin zararlı etkilerinden koruyacak mekanizmalar geliştirmiş ve daha fazla melanin üretecek genleri ortaya çıkarmıştır. Fazla melanin pigmenti üretimi de güneşin bol ve şiddetli olduğu bölgelerde yaşayan insanların renklerini koyulaşmıştır. Bugün deri rengi en koyu olanlar Afrika’nın Ekvator’a en yakın bölgelerinde yüz binlerce yıl yaşamış olanlarıdır. Bunun tek istisnası, Latin Amerika’nın Ekvator’a denk düşen yerlerinde yaşayan yerli halklardır. Ama Amerika’daki en eski insanların oraya Asya’dan 15 bin yıl kadar önce göçtükleri (Latin Amerika’ya çok daha sonraları, 9-10 bin yıl kadar önce ulaştılar) göz önüne alındığında bu istisnanın nedeni kendiliğinden açıklanır. Çünkü, Afrika’dan siyah olarak göçen H. sapiens sapiens’lerin renkleri yerleştikleri Orta Asya ve Sibirya soğuklarında 30-35 bin yıl kalınca açıldı. Renkleri açılmış Asyalılar 10 bin yıl önce Latin Amerika Ekvator’una yerleştikten sonra renklerinin yeniden siyahlaşmasını sağlayacak yeterli evrimsel zamanı henüz bulamadılar. Harita 2 dünyadaki renk dağılımını gösteriyor.

İklim değişikliklerinin vücut yapısı üzerindeki etkilerine bir de soğuktan örnek verelim. Biyolojinin kuramcılarından Bergmann ve Allen kurallarına göre, bir türün soğukta yaşayan üyelerinin vücut yapıları ısı kaybını önlemek için aynı türün sıcak iklimlerde yaşayanlarına göre hem daha kısa ve yuvarlak olur (Bergmannn Kuralı), hem de kol ve bacakları daha kısalır (Allen Kuralı). Bu kural hem yüksek rakımlı yerlerdeki soğuk iklimlerde geçerlidir hem de rakımı yüksek olmayan, kutuplar gibi alçak rakımlı ama soğuk iklimlerde. Eskimolar kısa boylu, toparlak, kısa kol ve bacaklara sahip vücut yapılarına sahiptirler. Yine, on binlerce yılı bulan çok uzun süreli soğuk iklimlerde yaşama, göz kapaklarında yağ birikmesine yol açarak gözleri çekikleştirir. Eskimoların gözlerinin çekikliği ile, Çinliler, Koreliler, Japonlar ile Orta Asyalı Moğol, Kırgız, Özbek ya da Yakutların gözlerinin çekikliği böyle açıklanmaktadır. Hatırlanacağı gibi, önceki sayfalarda, Afrika’dan çıkan ikinci kolun Moğolistan ve Mançurya’nın kuzeyine denk düşen çok soğuk Güney Sibirya ormanlarında on binlerce yıl yaşadıktan sonra, iklimin yumuşamasıyla dört tarafa dağıldıklarını, Çin, Kore, Japonya, Moğolistan – Orta Asya ve Kuzeye Doğu Sibirya’ya (oradan da Amerika’ya) gittiklerini anlatmıştık.

Yine örneğin genetik yapıdan kaynaklanan laktoz intoleransı (tahammülsüzlüğü) durumu da bir evrimsel adaptasyon sonucudur. İnsan ve çok eski ortak atalarının diyetinde milyonlarca yıl boyunca süt yoktu. Bebek doğduğunda kısa bir süre anne sütü içtikten sonra bir daha süt içmezdi. Sütte bulunan ve bu yüzden süt şekeri de denilen laktoz o haliyle bağırsaklardan sindirilemez. Önce laktaz adlı bir enzim tarafından glükoz ve galaktoz adlı doğal şekerlere çevrilmesi gerekir. İnsanlarda, bebeklik çağından sonra, laktaz üretimi genetik/kalıtım sistemi tarafından durdurulur. Laktaz yapılmaz. Laktaz yapılmadı halde süt içilirse, sütteki laktoz bağırsaklardan emilemez, vücutta birikir. Bu da, karın ağrısı, karın krampları, bulantı, kusma, ishal vb . gibi belirtiler ortaya çıkarır. Buna tıpta laktoz intoleransı ya da tahammülsüzlüğü denilir. Bu bir hastalık değil genetik yapımızın sonucudur. Ve bu intolerans yalnızca insan değil büyük insanımsı maymunsuların hepsinde vardır. Bu nedenle Homo türleri milyonlarca yıl süt içmemiştir. Ama insan neolitik dönemde, tarımın başlamasıyla birlikte, Ortadoğunun Mezopotamyasında bazı hayvanları evcilleştirmeye başladı. Önce, 14 bin yıl önce köpeği, uzun bir süre sonra da domuz ve keçiyi evcilleştirdi. Günümüzden 8.300 – 8.500 yıl kadar önce sıra koyun ve ineğe geldi. Bu süreç 5 bin yıl önce atın evcilleştirilmesine dek devam etti. İnsan, koyun ve ineği evcilleştirdikten hemen sonra değilse bile, bir süre sonra bu hayvanların sütlerini de içmeye başladı. Beslenme diyetine süt girince bir süre sonra süt içenlerin bir kısmında genetik mutasyonlar oluşarak laktaz enzimi yapılmaya başlandı. Laktaz enziminin üretilmesiyle, o kişilerdeki laktoz intoleransı ortadan kalktı. O insanlar artık laktozu tolere edebilir hale geldiler. Ama bu bütün insanlarda böyle değildir. Günümüzde, Avrupa, Anadolu, Ortadoğu’nun neredeyse tümünde ve Orta Asya’nın bazı bölgelerinde Laktoz intoleransı ortadan kalkmıştır. Ama Sahra altı Afrika’sının neredeyse tümüyle, Uzak Doğu’nun pek çok yerinde bu tahammülsüzlük yüzünden süt içememe devam etmektedir. Bu örnek, insanın çevre koşullarına uyumu (adaptasyonu)’nun nasıl genetik yapıya taşındığı çok doğrudan bir biçimde açıklamaktadır.

Bazan da genetik yapı değişmediği halde, yani genetik bir bozukluk DNA’da bulunduğu halde, o sorunlu genlere sahip kişiler farklı coğrafi çevrelere gittiklerinde aynı olumsuzluğu yaşamazlar. Örneğin ülkemizin Akdeniz bölgeleriyle, öteki Doğu Akdeniz ülkelerinde sık görülen Ailevi Akdeniz Ateşi (Familial Mediterranean Fever – FMF) hastalığı böyle bir hastalıktır. Bu hastalığa sahip bazı kişiler Almanya gibi Avrupa ülkelerinde yaşamaya başladıklarında, genlerindeki sorun devam ettiği halde hastalık oralarda görülmez hale gelmiştir.

A                      B                    C

Resim 2: İnsandaki parmak izleri genlerle belirlenir ve bu yüzden her bir insanın parmak izi farklıdır. Hiçbir insanın parmak izi bir ötekine benzememesine karşın, yine de parmak izleri belli gruplara ayrılabilirler. Böyle üç grup bulunur. İçiçe geçmiş çizgilerin ortasında ya ilmik şekli bulunur, ya kemer ya da halka şekli. Beyaz, siyah, sarı gibi söylenen “ırk”lar gerçek olmuş olsaydı, bu her bir “ırk”a mensup insan gruplarının üyelerinin parmak izlerinin de aynı gruptan olması gerekirdi. Resimde de görülen parmak izi grupları ırk ayrımı yapmıyor. Resimdeki A şeklinde görülen ortasında ilmik şekli bulunan parmak izleri çoğu Avrupalı (beyaz) gruplar, Aşağı Sahra Afrikasında yaşayan siyahlarda ve Doğu Asyalılarda görülüyor. Ortadaki (B) resminde görülen ve ortasında kemer biçimi olan parmak izleri sadece Güney Afrika’nın savanlarında yaşayan yerlilerde gözleniyor. Sonuncu olan ve C harfiyle gösterilen ortasında yuvarlak halka olan parmak izleri ise hem Aborijinler hem de Mongol denilen Orta Asyalı, Çinli, Koreli ve Japonlarda “sarı ırkta”.görülüyor.  

Bütün bunlardan yola çıkarak, bugün insanları ırklara ayıranların, başta ten rengi olmak üzere, ırksal ayıraçların ırksal – köken farklılığından yani biyolojik yapı farklılıklarından değil, çevresel – coğrafi farklılıklardan kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. Böyle olunca, insanları sadece fiziki, fenotip özelliklerine yani dış görünümlerine bakarak ırksal gruplara ayırmak ne kadar doğru diye bir soru rahatça sorulabilir.

Kaldı ki, bu fenotip, fiziki görünüm özelliklerinin doğrudan genetik bir karşılıkları da yoktur. Bu yüzden siyah, beyaz, sarı ya da kırmızı ırktan insanların DNA’ları alınıp, hangi DNA’nın kime ait olduğu söylenmeden DNA’ların ırklara göre ayrılması istenirse bu kolay kolay başarılamaz. Çünkü dışarıdan gözlenen böylesine aleni farklılıkların karşılıkları DNA’da o kadar belirgin değil. 

GENETİK VARYASYON ÇALIŞMALARI

İnsanlar ve insan grupları arasındaki temel ve kalıcı farklılıkları anlamanın, bu anlamda da olduğu iddia edilen “ırk”ları birbirlerinden ayırmanın en etkili yolu onlar arasındaki biyolojik – genetik çeşitlilikleri, varyasyonları incelemektir. Genetik varyasyonlar değişik yollarla belirlenirler. Bunların arasında en çok kullanılanlar, İnsanlarda Y kromozomu (Y DNA) ve mitokondri DNA’sı (mtDNA) çalışmalarından çıkan haplotip gruplandırmaları (haplogruplar), DNA üzerinde ortaya çıkan tek “harf” değişikliklerini yani DNA dizilim varyasyonlarını irdeleyen SNP analizleri; DNA’nın tekrarlanan bölge sayılarının karşılaştırıldığı CNV çalışmaları; genlerin sadece protein kodlayan bölgelerinin incelenerek kalıtsal hastalıkların kökenlerinin araştırıldığı exom analizleriyle öteki popülasyon genetiği ve genetik varyasyon yöntemleridir. Bunların içinde de özellikle son yıllarda Y DNA ve mtDNA’sı çalışmaları iyice hızlanarak oldukça popülerleşmiştir. Bu ikisi kullanılarak insanın ataları, soy ağacı, nereden, kimlerden geldiği, hangi yollardan geçtiği, artık on binlerce yıl öncesine dek izlenebilmektedir. Hem erkek (baba) tarafından insanın soy ağacını araştıran Y kromozou ya da DNA’sı analizleri hem de kadın (anne) tarafından geçmişini izleyen mtDNA’sı çalışmaları insanın atalarını Doğu Afrika’da, Etiyopya civarında bir erkekle, yine aynı bölgelerde yaşamış bir kadına kadar götürmektedir. Çalışmalar “Afrika’dan Çıkış” (Out of Afrika) tezini kesinlikle kanıtlamaktadır.

Biraz moleküler biyoloji
Bu iki tekniği biraz açıklayalım. Bilindiği üzere, bakteriler ve virüsler gibi tek hücreliler dışındaki bütün canlılar farklılaşmış çok sayıda hücreden oluşurlar. İnsanda böyle 100 trilyon kadar hücre vardır. Bazı istisnalar dışında bütün hücrelerin içinde çekirdek ve onların da içinde de kromozomlar halinde paketlenmiş DNA bulunur. DNA, kısaca A (Adenin), T (Timin), G (Guanin) ve C (Sitozin) harfleriyle gösterilen 4 ayrı nükleotid ya da baz denilen kimyasal yapıların, karşılarına kendi eşini aldıktan sonra özel bağlarla birbirlerine ucuca bağlanmasıyla oluşur. İnsanda böyle 3.2 milyar baz çifti vardır. Böylesine uzun bir DNA zinciri hücre içine sığması için birbirinin üzerine sarılıp katlanarak kromozomlar halinde paketlenir. Bu paketlenme olmayıp da DNA iplikçiği uzun kalmış olsaydı tek bir hücredeki DNA zincirinin uzunluğu 2 metre olurdu. İnsanda, belirtildiği gibi, 100 trilyon civarında hücre vardır ve bu hücrelerin bazı istisnalar dışında hepsinde birbirinin tamamen aynısı DNA bulunur. İnsanın bütün hücrelerindeki DNA’lar birbirine eklenebilseydi, o uzun iplik dünyadan güneşe en az bin kere gidip gelirdi.

İnsanda DNA, 23 çift (46 tek) kromozom halinde paketlenmiştir.  Kromozom çiftlerinden birisi babadan diğeri de anneden gelir. Diğer 22 çiftte, çiftler birbirlerine benzerlerken, 23. çift farklılık gösterir. Öncekiler 11, 22, 33 diye giderken, 23. çift X ve/veya Y kromozomlarından oluşur ve XX veya XY biçiminde kombinasyon gösterirler. X ve Y kromozomları çocuğun cinsiyetini belirlerler. X dişiliği, Y erkekliği gösterir. 23. çift, XX olduğunda doğan çocuk kız, XY olduğunda erkek olur. Mayoz bölünme sırasında kromozomlar çiftli (diploid) halden tekli (haploid) hale geçerler. Döllenme sırasında kromozomların birleşip yeniden çiftli yapı oluşturmaları için bu zorunluluktur. Aksi halde bir sonraki dölde kromozom sayısı ikili (çift) halden 4’lü hale geçerler ve bu her kuşakta katlanarak gider. Bu yüzden, erkek spermleri ile dişi yumurtasında kromozomlar çiftli değil teklidir. Döllenme öncesinde anne yumurtasında her zaman sadece X kromozomu varken babanın spermleri ya X ya da Y olurlar. Döllenme sırasında X spermi yumurta içine girerse, yumurtada her zaman bir X kromozomu hazır bulunduğundan çocuk XX yani kız, Y spermi girerse XY yani erkek olur. Buradan, erkeklik cinsini belirleyenin Y kromozomu olduğu anlaşılacaktır. Görüldüğü gibi, Y kromozomu hep babadan gelmektedir ve bu nedenle, diğer kromozomlarla karışmayan Y kromozomu incelenerek baba tarafı rahatlıkla takip edilebilir.

Y kromozomu değişmeden babadan olduğu gibi erkek çocuğa geçerken diğer kromozomlarda böyle olmaz. Geri kalan 22 çift kromozom yukarıda dediğimiz gibi, mayoz bölünme sırasında sperm ve yumurta’da tekli (haploid) hale geçerler. Döllenen yumurtada, biri anneden biri de babadan gelmek üzere yeniden çift olarak 22 çift ve kızda XX, erkekte XY halinde 23 çift olurlar. Ancak anne ve babadan gelen 22 tek kromozom olduğu gibi karşı karşıya gelmezler. Karşı karşıya geldikten sonra, iç içe geçip üst üste binerek birbirilerine karışırlar. Babandan gelen, diyelim 5. kromozomun bazı bölgeleri anneden gelen 5. kromozomunun içine girer, anneden gelen de babadan gelenin içine. Bunun sonucunda çocuğun DNAsı karmakarışık olur. Ve bu yüzden doğan çocuğun DNA asla annesiyle babasının DNA’larının toplamı olmaz. Yeni DNA, her ne kadar onlara benzese de anne ve babasından farklı apayrı üçüncü bir DNA olarak ortaya çıkar. Bu yüzden genetik yapı sürekli değişip çeşitlenir. Anne ve baba eğer birbirlerinden farklılaşmış uzak bölgelerden iseler farklılık ve çeşitlenme daha büyük olur.

DNA zinciri hücre çoğalması sırasında kendisini kodlayarak bir kopyasını daha yapar ve birbirinin aynı olan bu 2 DNA oluşan 2 yeni hücre oluşur. Bu kopyalanma sırasında hatalı kodlanma olabilir. A’nın karşısına her zaman T, G’nin karşısına da her zaman C gelecekken yanlışlıkla A’nın karşısına G,C veya A gelebilir veya bir şey gelmeyebilir. Bu değişim her zaman hatalı kodlama sonucu oluşmaz. Güneş ve ultraviyole ışınlarından kimyasal maddelere dek farklı çevre koşulları tarafından da yapılır. Tek harfte oluşan bu değişime kısaca SNP (Single Nucleotid Polymorfism)  yani tekli nükleotid çeşitliliği ya da kısaca tek harf değişikliği denilir. Tek harf değişikliği doğal olarak DNA dizisinin değişmesini de getirir. DNA’da her zaman sadece böyle tek harf değişiklikleri olmaz. Çok daha büyük bir kısmın, DNA’nın uzun ya da kısa bir bölgesinin toptan değişmesine, uzunca bir harf dizisinin kaybolması veya eklenmesine yol açan değişiklikler de olabilir. DNA’daki bütün bu değişikliklere mutasyon denilir. Mutasyonların çoğu vücudun kendi mekanizmaları tarafından onarılırlar veya hatalı kodlanan DNA’nın bulunduğu hücre yok edilir. Mutasyonlar eğer onarılamazsa ya da o hücre yok edilemezse, az ya da çok, dizi değiştiği için DNA farklı protein ya da proteinler kodlar veya o değişikliğe denk gelen protein ya da proteinler kodlanamaz. Farklı proteinler, göz renginin değişmesi, daha kalın deri, oksijen kapasitesinin artışı veya azalışı, kafatası veya diş yapısının değişimi, bazı hastalıklara dayanıklı veya duyarlı hale gelişi, veyahut da kimi hastalıkların ortaya çıkması gibi pek çok farklı özelliklerin ortaya çıkmasına neden olabilir. DNA’daki bu mutasyonlar eğer cinsiyet hücrelerinde, X ve/veya Y kromozomlarında oluşmuşsa döllenme sırasında sonraki döllere de geçebilir. Böyle devam ederse, oluşan değişiklik DNA üzerine yerleşerek kalıcı hale gelip sonraki kuşaklara aktarılabilir. Vücuda yeni nitelikler kazandıran mutasyonlar, yeni doğa koşulları karşısında o canlıya avantaj sağlarsa korunur; eğer sağlamazsa, daha doğmadan veya doğduktan kısa bir süre sonra yeni döl veremeden canlı yok edileceğinden veyahut da hemen olmasa bile bir süre sonra yeni koşullara dayanamayacağından yok edilir. Bunun sonucunda o mutasyon da ortadan kaybolur. Her ciddi çevre koşulu değişikliğinde çoğu kere o koşulların zorlamasıyla böyle değişiklikler olur. Uzun yıllar geçtikçe oluşan mutasyonlar DNA’yı sürekli değiştirirler. Genetik yapıdaki değişiklikler o canlıda ve döllerinde, o döllerden oluşan popülasyonlarda sürekli farklı özellikler ortaya çıkarır. Farklı özellikler belirginleştikçe o canlı popülasyonu içinde yer aldığı önceki popülasyondan ayrılır. Farklılık belli bir düzeyde olunca yeni türler ortaya çıkar. Canlıların evrimleşmesi böyle olur.

Y DNA ve mtDNA analizi tekniği
Kısaca Y DNA analizi denilen Y kromozomundaki tek harf değişiklikleri (SNP)’nin izlenmesi yöntemi bu bilgilerden ortaya çıkmıştır. Uzun yıllar içinde, Y kromozomundaki DNA (Y DNA) üzerinde birbiri üzerine eklenen bir sürü SNP mutasyonu olmuştur. Önce eğer bir A mutasyonu olup kalıcı hale gelmişse o A mutasyonunu taşıyan gruplara örneğin A haplogrubu denilir. Bir süre sonra A’nın üzerine bir de B mutasyonu eklenir. Sonra, C, D, E vb vb mutasyonları eklenir. Böylece Y DNA’sındaki oluşmuş mutasyonlara bakılarak insan grupları A, B, C, D, E vb gibi haplogruplara ve A1, A2, A3, A4, C1, C2, vb haplo alt gruplarına ayrılır. Bu mutasyonların ortaya çıkıp kalıcı hale gelmeleri, tahmin edilebileceği gibi hemen 1-2 kuşakta gerçekleşmez; belli bir süre alır. Bu süreden ve ortaya çıkmış mutasyonlara yola çıkarak mutasyonların ne zaman ortaya çıkmış olabilecekleri tahmin edilir. Günümüzde değişik bölgelerde yaşayan farklı gruplardan insanların Y DNA’ları incelenerek baba tarafının izi takip edilir. Örneğin Afrikadaki, Hindistandaki, Çindeki, Sibirya’daki, Avrupadaki, Türkiyedeki insanların DNA’larına ayrı ayrı bakılır. Eğer Afrika’da bir A değişikliği olmuşsa ve daha sonraları onu zerine bir B değişikliği, sonra onun da üzerine C ve D, E değişiklikleri eklenmişse DNA’larda bu mutasyonlar aranır. Eğer Etiyopyalı birinde A, Lübnanlı birinde A+B, Hindistanlı birinde A+B+C; Çin’deki birinde A+B+C+D mutasyonları, Sibiryalı bir Yakutta A+B+C+D+E, Doğu Avrupalı bir slavda A+B+C+D+E+F, bir Finlandiyalıda A+B+C+D++E+G, ve bir Türkiyelide A+B+C+D+E+F+H mutasyonları oluşmuşsa Türkiyedeki o kişinin atalarının en eskiden en yeniye doğru olmak üzere Etiyopya, Lübnan, Hindistan; Çin, Yakut, ve Doğu Avrupalı slavla ortak genler taşıdığı ve bu yüzden o yolları izlediği belirlenir. Y kromozomunda ne kadar fazla haplogrup barındırırsa o haplogrupları taşıyan kadar fazla gruptan insanla karışmıştır denilir. Y DNA haplogrupları ortaya çıkış zamanlarına göre A’dan başlayarak B, C, D … gibi devam ederek isimlendirilirler.

Mitokondri DNA’sı (mtDNA) çalışmaları da buna benzer. Tek farkı Y DNA’sı yerine hücre sitoplazmasında bulunup hücrede enerji metabolizmasını düzenleyen mitokondri adlı organellerin DNA’sındaki mutasyonların incelenmesidir. Mitokondrilerin, milyarlarca yıl önce, çok hücreliler oluştuktan bir süre sonra, bir bakterinin o canlı türünün hücreleri içine girip ortak (simbiyotik) bir yaşam sürdürmeye başlaması ve bu durumun daha sonra iki canlıya da avantaj sağlaması üzerine kalıcılaşması sonucu ortaya çıktıkları sanılmaktadır. Bu yüzden mitokondrilerin, genomik DNA da denilen çekirdek DNA’sından farklı DNA’ları vardır. Döllenme sırasında anne yumurtasının içine sadece spermin DNA’sı girer. Bu yüzden döllenen yumurtadaki mitokondrilerin hepsi anne yumurtasının mitokondrileridir. Babadan mitokondri gelmez. Böyle olunca mitokondri DNA’sına baba genleri karışmaz, sadece anne mtDNA’sını bulundurur. Bu yüzden mitokondri DNA’sı analiz edilerek, bu DNA’nın mutasyon geçirmiş bölgelerine bakıp, o bölgeler diğer kadınlarla kıyaslanarak anne ata izlenebilir. İnsanın kadın tarafından yolculuğu ve karışımı, ataları ortaya konabilir. Mitokondri DNA’sı analizlerinde yine, Y DNA’sı analizlerinde yapıldığı gibi oluşmuş mutasyonlara bakılarak insanlar haplogruplara ve alt haplogruplara ayrılır. mtDNA haplogrupları ortaya çıkış zamanlarına göre L’den başlayıp (L0, L1, L3 …L6), M, N, R … diye giderek isimlendirilirler.

Bu iki yöntemle yapılan çalışmalar son yıllarda çok hızlandı. Daha şimdiden değişik grupların kökenleri 70 bin yıl öncesine kadar ortaya çıkarılmaya başlandı. Öyle görünüyor ki, çok geçmeden, 3-5, bilemediniz 5-10 yıl içinde kimin ne olduğu, nereden geldiği, köklerinin nerelere dayandığı çok açık bir biçimde ortaya konulacak. Şu ana kadarki çalışmalara bakılırsa, çok yakında herkes çok büyük şoklar yaşayacak. Kökeniyle, rengiyle, buyu posuyla övünüp böbürlenenler, “biz beyazlar”, “biz Avrupalılar”, “biz falanca ırktan olanlar”, “biz filanca yerden gelenler”, ya da “Atam Oğuz Kağan, dedem Dede Korkut dedi ki” diye söze başlayanlar, başka uluslara nefretle bakıp onları yok sayanlar, kafatasçı ırkçılar, şöven milliyetçiler, 9 Işıkçılar, “Kızıl Elma”cılar çok geçmeden karalar bağlayacaklar; başlarını utançla önlerine eğecekler. Çünkü bilim onlara çok güçlü bir tokat atmaya hazırlanıyor.

İnsan popülasyonlarının kendi içlerindeki ve aralarındaki genetik farklılıklara insan genetik varyasyonları denilir. Yukarıda belirtildiği gibi, bu varyasyonların oranları, SNP, SNV, YDNA ve mtDNA analizleri, exom çalışmaları gibi değişik tekniklerle test edilirler. Tek harf değişikliklerini inceleyen SNP çalışmalarında, insan DNA’sında 3 milyon kadar SNP’nin var olduğu ortaya konulmuştur. İnsan DNA’sında 3 milyar civarında (3.2 milyar) baz bulunduğuna göre her 1000 baz’dan biri değişik demektir. Bu da, insanlar arasında binde bir (yüzde 0.1) oranında bir farklılık olduğu anlamına gelir. Diğer bir deyimle, bundan iki insanın genetik yapısı yüzde 99.9 oranında aynı olduğu anlamı çıkar. Ortaya konulan bir diğer şaşırtıcı sonuçsa, popülasyonların kendi içlerindeki yani aynı popülasyonun iki üyesi arasındaki farklılığın, iki farklı popülasyonun üyeleri arasındaki farklılıktan daha büyük olduğudur. Biyolojik olarak ırklar var olmuş olsalardı, iki ayrı popülasyon anlamında iki ayrı ırktan insanların aralarındaki genetik fark, aynı ırkın iki ayrı üyesi arasındaki farktan daha büyük olmalıydı. Oysa aynı ırk diye gösterilen popülasyonun üyeleri arasına coğrafi farklar girdiğinde kısa sürede büyük farklılıklar ortaya çıkıyor. Bu farklılıklar çok kısa zamanda genetik yapıya geçip kalıcılaşmasa da etkileri farklı oluyor yani fenotip yapıları değişiyor. Ailevi Akdeniz Ateşi (Familial Mediterranean Fever – FMF) hastalığı örneğini önceki sayfalarda vermiştik. Böyle çok örnek vardır.

Kopya sayısı varyasyonlarının incelendiği SNV çalışmalarından da benzer sonuçlar çıkmıştır. SNV çalışmalarından, iki insan arasındaki genetik varyasyon binde 4 çıkmıştır. SNV analizlerine göre iki insan birbirilerine yüzde 99.6 kadar benzer veya yüzde 0.4 farklıdır.

ABD’den, Washington, Michigan ve Harvard Üniversiteleri ile Texas’daki Baylor Tıp Fakültesinden araştırmacıların yaptıkları ve 10 ocak 2013 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan çalışmaya göre, insan genetik yapısının böylesine çeşitlenmesi esas olarak son dönemlerde, tarımın bulunmasından sonra ortaya çıktı. Çalışmaya göre tespit edilen protein kodlayan SNV’lerin yüzde 73’ü, tüm SNV’lerin ise yüzde 86’sı geçtiğimiz 5-10 bin yıl içinde oluşmuş. Bu dönemler de daha çok tarımın ortaya çıkıp yaygınlaştığı, bütün dünyaya yayıldığı zamanlara denk geliyor. İnsan yaşamında çok köklü bir değişikliğe işaret eden tarım belli ki insanın genetiğinde de önemli değişikliklerin oluşmasına neden olmuş. 

Yukarıda birçok kez anlatıldığı gibi, Y DNA’sı ve mtDNA insanın köklerini 70 bin yıl öncesine Doğu Afrika’ya kadar götürüp, 3 bin kuşak önce yaşamış Afrikalı bir erkekle bir kadına bağlamaktadır. Bu sonuç hem de bir veya birkaç çalışmanın değil farklı yer, zaman ve ülkelerde yapılan çok sayıda çalışmanın vardığı ortak sonuç. Yani günümüzdeki 7 milyar insanın istisnasız hepsinin, 70-80 bin yıl veya 3 bin kuşak önceki ataları aynıydı. Tek bir insan’dan, aynı atadan ortaya çıkıp bütün dünyaya yayılan ve bunca çeşitlenip farklılaşan 7 milyar insan aynı kökenden, aynı anne ve babadan geliyor. Bugün farklı yerlerde yaşayıp dıştan görünümleri belli ölçülerde farklılaşmış olan insanların genetik yapılarında aynı oranda bir farklılaşma görülmüyor. Böyle bir sonucun ortaya çıkmış olması hiç de sürpriz değil. Çünkü Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışmaları insanların farklı kökenlerden değil aynı kökenden geldiklerini ortaya koyuyor. Bundan da kendiliğinden, biyoloji – genetiğin gözünden bakıldığında ırk diye bir şeyin olmadığı; beyaz, siyah, sarı gibi renklerle isimlendirilen ve ırksal farklılıklar olarak adlandırılan farklılıkların biyoloji – genetiğin değil, çevresel faktörlerin zorlamasıyla oluşmuş evrimsel adaptasyonun sonucu olduğu ortaya çıkıyor. Biyoloji insanlar arasında ırk diye bir ayırım tanımıyor. İddia edilen o ırk kavramı ve ayrımının sadece sosyal ve kültürel bir ayrım olduğunu söylüyor.

Buradan akla hemen bir soru gelebilir. İnsan Adem ve Havva’dan mı geliyor? Biyolojik kanıtlar, son genetik çalışmalar kutsal kitaplarda anlatılanları mı doğruluyor? Elbette ki hayır. Bahsedilen çalışmaları ilk yapanlar, Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışmalarını popülerleştirip daha ilgi çekici kılmak için metafor kullanarak insan Y DNA’sı analizlerinden ulaştıkları Afrika’daki erkeğe Adem (Adam); mtDNA analizlerinden vardıkları ilk kadına da Mitokondiriyal Havva (Mitochondrial Eve) adını verdiler. Bu kimseyi yanıltmamalı. Kutsal kitaplarda anlatılan Ademle Havva yoktan var olmuş, tanrı tarafından bir anda ve bir kerede yaratılmıştır. Öncesi yoktur. Bir sürecin sonucu değildir, bir kerede ve bugünkü haliyle ortaya çıkmıştır. Oysa günümüzdeki insan (Homo sapiens sapiens) bir sürecin ürünüdür. Öncesi ve sonrası vardır. Başka biçimlerden değişe değişe, evrim geçire geçire bugünlere gelmiştir. Kaldı ki, yazımız boyunca defalarca gösterdiğimiz gibi, başka Homo türlerinden evrilip Homo sapiens sapiens haline geldikten sonra da değişmesine devam etmiştir ve hala da etmektedir. İnsan bir anda ortaya çıkmadığı, “ilk” haliyle kalmadığı gibi, onun değişimi ve çeşitlenmesi de durmamıştır, durmayacaktır. İnsan, doğaüstü bir gücün yaratısı değil, doğanın ve onun doğal ve toplumsal koşullarının ürünüdür zira.  

“TÜRK DİYE BİR IRK” VAR MI?
Hatırlanacağı gibi, yazımızın yazılmasına neden olan şey AKP’li akademisyen Yasin Aktay’ın Bayburt Üniversitesi’nde dediği “Türk dediğin bir sentezdir”. “Türk diye bir ırk yok.” sözleriydi.  Aktay’ın bu sözleri üzerinde bir süre “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığı tartışılmıştı. Biz de bu yüzden, insanın evrimsel gelişimi ve ırk konusunu ele aldıktan sonra biraz da, “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığına da şöyle bir bakalım.

Türklerin tarihi hakkında bilgiler yok denecek kadar az. Günümüzden yaklaşık 1280 yıl öncesi,  M.S. 732 ve 735 gibi yakın sayılabilecek bir dönemde dikilmiş ve Göktürk hükümdarı Bilge Kağan ile kardeşi Kül Tigin’in kahramanlıklarının anlatıldığı Orhon Yazıtları bir yana bırakılırsa bizzat Türklerin kendilerinin kendi tarihlerini anlattıkları yazılı eserleri bulunmuyor. Bu yüzden Türklerin eski tarihlerini ancak eski Çin belgelerindeki kısmı bilgilerden ve daha çok o bilgilerin didiklenmesiyle yazılmış Batılı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Çinliler belgelerinde Türkleri uzun boylu anlatmak yerine, esas olarak, uzaklardan, Batı’dan, atlar üzerinde gelip bir anda kendilerine saldıran; ne bulurlarsa hemen alıp geldikleri gibi yine yıldırım hızıyla giden; çok iyi at ve ok kullanan dağlılardan bahsediyorlar. Uzaklarda, Altay dağlarının karlı vadileri ve platolarında yaşayan bu insanlara Çinliler, kafalarına taktıkları Altay dağlarının görünümüne benzeyen miğferleri yüzünden, Çin dilinde savaş başlığı ya da miğfer anlamına gelen “Tujue” derlermiş. “Tujue”lerin yerleşik bir düzenleri olmadığından, Çinliler peşlerinden gittiklerinde, onlar daha oralara varamadan o dağlılar yurt dedikleri çadırlarını toplayıp atlarına binerek o vadiden, Altaylar’ın bir başka dağının bir başka vadisine çoktan gitmiş olurlarmış. Sürekli konup göçerlermiş. Bazı istisnai yerler dışında tarım yapmaz, hayvan yetiştiriciliği (esas olarak at ve koyun, daha az olmak üzere deve ve sığır ve yer yer de ren geyiği) ve maden işlemeciliği yaparak geçinirlermiş. İçlerinden bazı boylar, Çin soyluları arasında süren, bir türlü bitmek bilmez iktidar savaşlarında paralı asker olarak da çalışırmış. Anlatılanlar çoğunlukla bu temelde. Belgeler arasında, Çinlilerle, bahsedilen o dağlı “Tujue”ler arasında yapılmış bir kaç yazılı ateşkes anlaşması da bulunuyor. Bunlar içinde en çok bilineni M.Ö. 318 yılında, Çinlilerle, Çin kayıtlarında ilk “Tujue” devleti olarak geçen “Hiung-nu”lar (Hun) arasında yapılmış olan yazılı anlaşmadır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Çin belgeleri dışında Türklerin tarihiyle ile bilgiler Batılı kaynaklardan gelir. Çoğu Batılı Türkolog Türklerin tarihini 6. yüzyılın ortalarında kurulan Göktürklerle başlatır. Bu Türkologlar, Hunlar dahil, Göktürklerden önceki, Türkçe’ye benzer dil konuşan bütün Türk boyları ve devletlerini Ön Türk adı altında toplarlar. Bunların içinde en çok öne çıkıp, tezleri en fazla kabul görenlerin başında Fransız Türkolog Jean-Paul Roux gelir. Jean-Paul Roux “Türklerin Tarihi” adlı kitabında, en eski Orta Asya coğrafyası olarak M.Ö. 450 yıllarını alır ve o zamanda, Doğuda, bugünkü Mançurya’da yaşayanları Ön Tonguzlar, Doğu Moğolistan ile Mançurya arasında yaşayanları Ön Moğollar ve batıda, Doğu Moğolistan ile Altay dağları civarında Balkaş gölü arasında kalan bölgede yaşayanları ise Ön Türkler olarak tanımlar. Jean – Paul Roux kitabında, Türklerin geniş kitleler halinde buralara yerleşmelerinin tarihi olarak M.Ö. 300 yıllarını verdikten sonra, “Dolayısıyla Türklerin o güne kadar hep kuzeyde kalan atalarının miladın başlarında, önceleri yavaş yavaş, daha sonralarıysa birden kopup gelerek Balkaş Bozkırları ile Tien-Şan Dağlarının kuzey bölgelerine kadar eriştiklerini söyleyebiliriz” der.

Önceki sayfalarda, onbinlerce yıl Güney Sibirya ormanlarında avcılık yaparak yaşayan insan gruplarının, son buzul çağının 10 bin yıl kadar önce sona erip, dev buzulların erimeye başlamasıyla, iklimin yumuşaması ve yolların açılmasıyla zaman içinde bu soğuk bölgeyi terk ettiklerini, dört bir yana dağıldıklarını anlatmıştık. Batıya giden grupların bir kısmının da Orta Asya’ya, özellikle de Altay dağları civarlarına yerleştiklerini belirtmiştik. Orta Asya’ya giden popülasyonlar zaman için farklı gruplar, boylar ve kavimler halinde çoğalıp birbirlerinden ayrıldılar. Aynı bölgelerde ama ayrı ayrı yaşayan bu gruplar, bulundukları yerlerde, M.Ö. 1000 yıllarına kadarki birkaç bin yıllık dönemde, Afanasiyevo ve Andronovo Kültürü gibi göçebe kültürleri geliştirdiler. Örneğin Altay dağlarında bakır ve demiri işlediler; geniş Orta Asya bozkırlarında koyun, sığır, deve ve en son olarak da at yetiştirdiler; ati binek hayvanı olarak kullandılar. Ön Türkler olarak anılan ve pek çok yazar tarafından Türklerin ataları olarak kabul edilen kavimler o zamana dek hala kuzeyde yaşıyorlardı. M.Ö. 1700 ve 300 yılları arasındaki dönemde kuzeyde yaşayanlar önce azar azar ama sonra zamanla giderek artan bir biçimde büyük gruplar halinde aşağılara inmeye başladılar. Ama asıl kitlesel gelişler M.Ö. 300’den sonra oldu. Çin’in kuzeyinden, bütün Moğolistan ve Altay dağlarının güneyine kadar Orta Asya’nın önemli bir bölümüne yayıldılar. Gelenler, geldikleri yerlerdeki kavim ve grupların bir kısmını daha da batıya ve güneye sürdüler ancak önemli kısmını aralarına alıp onlarla karıştılar. Çinlilerin Hiung-nu dediği Büyük Hun İmparatorluğunun kurulduğu dönemlere denk düşen bu dönemde (M.Ö. 200’lü yılların başları), at ve oku çok iyi kullanan bu savaşçı boylar, başta Çin olmak üzere civarda yaşayan yerleşik kavimlere akınlar düzenlediler. Hiung-nu ya da Büyük Hun İmparatorluğu, Mete Han zamanında en geniş sınırlarına erişti. Büyük Çin Seddi bu dönemde inşa edildi.

Bazı Hun imparatorları Çin prensesleriyle evlendiler, Çin içlerine yaptıkları akınlarda Hun atlıları Çin kızlarını kaçırdılar; yer yer Çine yerleşip yerel halkla karıştılar. Üstelik bu durum, yalnızca Çinlilerle de yaşanmadı; yukarıda bahsettiğimiz gibi geldiklerinde orada yaşayan diğer bütün kavimlerle karıştılar, iç içe girdiler. Ön Tunguz, Ön Moğol ve Ön Türklerin torunları, Büyük Hun İmparatorluğu adı altında yüzlerce yıl birlikte iç içe yaşadılar. Hun orduları içinde pek çok kavimden on binlerce atlı vardı. Geliştirdikleri at biniciliği ve içinde yaşadıkları geniş bozkırlar onlara ve aynı bölgelerdeki ata binen öteki konar göçer bütün gruplara büyük hareket serbestisi sağlıyordu. Hunların ikiye bölünüp Doğu Hun İmparatorluğunun Çin egemenliği altına girmesiyle Çinlilerle yakın ilişkiler daha da arttı. Batı Hunları ve ardından gelenler ise sürekli Batıya doğru hareket içinde oldular. Hazar denizi ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’nın içlerine doğru, Baltıklardan Balkanlar ve İstanbul’a, İtalya’dan bugünkü Almanya’ya dek at sürüp durdular. Bu hızlı hareketlilik doğal olarak sürekli yeni kavimlerle karşılaşmalarını, karışmalarını getirdi.

Hunlardan sonrasını biliyoruz zaten. Göktürkler, Batı Hunları, Avrupa Hunları, Hazarlar, Avarlar, Bulgarlar, Kavimler Göçü, Memlükler, Ak Koyunlular, Selçuklular, Osmanlılar… vb vb. Bütün bunlar Orta Asyalı Türkçe dil grubundan insanların, yüz yıllar boyunca başka insan popülasyonlarıyla karışımının öyküsüdür aslında. Avrupa’da Ren nehri kıyıları ve Roma kapılarına dek dayanan Attila’nın ordusunun yüz binlerce atlıdan oluştuğu söylenir. Attila 453 yılında Doğu Avrupa’da öldüğünde ordusunu oluşturan yüz binlere ne oldu? Ne Attila’yla birlikte öldüler, ne de geri Orta Asya’ya döndüler.  Attila’nın askerleri, aşikar ki, Doğu Avrupa’da kalıp yerel halkla karıştılar. Yine Bulgarların, bir sürü başka başka ulusların kökenlerinin o Orta Asya kavimlerine gittiği biliniyor. Ama bugün bunlara ne kadar Türk diyoruz. Ak Koyunlular, Selçuklular, Osmanlılar Anadolu’ya geldiklerinde, bu topraklarda, kendilerinden kat kat fazla sayıda Türk olmayan başka gruplardan insanlar yaşıyordu. İran, Kafkaslar, Anadolu, Ortadoğu, Mezopotamya insan doluydu. Gelenler hiçbir zaman izole bir topluluk halinde, bir getto içinde yaşamadılar. Hemen yerleşik halkla birleştiler, karıştılar. Bu durum yönetim erki içinde de böyleydi; gelen Türk gruplarının bireyleri içinde de.

Osmanlı Padişah, vezir ve paşaları ne kadar Türk?
Örneğin etnik köklerini Oğuz Türklerinin Kayı boyuna dayandıran Osmanlı’nın padişahlarının tümü, 1.’den 36.’ya, yani ilk padişah Osman Gazi’den, son padişah Vahdettin’e dek istisnasız bütün padişahlarının çocukları, Türk olmayan kadınlardan/annelerden doğmuştur. Ve bu yüzden, Orhan Gazi’den başlayarak bütün padişahların genlerinin yarısı, kökeni Türk olmayan annelerinin genlerinden gelmektedir. Ve doğal olarak bunun sonucunda, her karışımda, “Türk kanı”nın iddia edilen o “saflığı” biyolojik – genetik olarak biraz daha bozulmuştur. Dahası da var: Padişahlar dışındaki, sadrazam ve vezirlerin üçte ikisi; paşaların büyük kısmı ve Osmanlı ordusunun belkemiğini oluşturan Yeniçerilerin çok önemli bir çoğunluğu devşirmeydi. Bilindiği gibi devşirmeler, küçük yaşta kaçırıldıktan sonra Osmanlı sarayında özel eğitimle yetiştirilen Türk olmayan popülasyonların çocuklarıdır. Bu yüzden, sadece biyolojinin gözüyle bakıldığında, genleri incelendiğinde, Osmanlı yönetiminde, padişahından vezirine, paşasından yeniçerisine, neredeyse, biyolojik köken olarak hala Orta Asyalı Türk olan, “saf” Türk kalmış birkaç kişi bulmak bile zordur. Halk zaten, Anadolu’da yaşayan çeşitli etnik grupların toplamı ve karışımıydı. Bu durum günümüze dek sürdü, hala da sürüyor.

Günümüzde, diğer ülke insanlarının olduğu gibi, Türkiye’den de (Türkiye’de doğmuş ya da en fazla 1-2 kuşak öncesinde Türkiye’den gitmiş) milyonlarca insan Avrupa başta olmak üzere Amerika’dan Avustralya’ya dünyanın dört bir yanında yaşıyor. Ve hepsi değilse bile bir kısmı yaşadığı ülkelerde farklı kökenlerden insanlarla karışıyor. Bu durum bir kenara bırakılıp sadece Türkiye’de yaşayan insanlar incelendiğinde bile çok büyük bir mozaik ortaya çıkıyor. Yapılan genetik çalışmalar, özellikle de yapılmış ve hala yapılmakta olan çok sayıda Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışması bunu çok açık bir biçimde gösteriyor. Türkiye halkları biyolojik açıdan tam bir halklar, kültürler karışımıdır.

Farklı popülasyonların Y kromozomu ve mtDNA’larındaki SNP dağılımlarını irdeleyen çok sayıda haplogrup çalışması bulunuyor. Üstelik bu çalışmalar giderek daha da hızlanıyor. Hem çalışmaların sayıları hem de bu çalışmalarda DNA’ları analiz edilen insan miktarı arttıkça artıyor. Daha şimdiden Türkiye için de böyle pek çok çalışma yayınlanmış durumda. Biyolojik, tıbbi ve biyomedikal alanlarda akademik / bilimsel yayınların tarandığı PubMed arama motoruna, http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed adresine Y DNA ve/veya mt DNA yazıldığında önünüze bu konularda yapılmış yüzlerce çalışma çıkıyor. Değil hepsini veya çoğunu, bu yayınların bir kısmını bile burada sıralamak ne derginin formatı ne de sayfa sınırlılığıyla örtüşüyor. Bu nedenle biz burada bu yayınlardan derlenmiş iki tablodan Türkiye’yle ilgili verileri aşağıdaki tablolarda vermekle yetineceğiz. Tabloları aldığımız ve Türkiye dışında Avrupa’da 40’dan fazla ülkeden popülasyonların gen dağılımlarını gösteren tabloların asılları http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml ve
http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml adreslerinden görülebilir, Türkiye’nin verileri öteki ülke ve popülasyonlarla kıyaslanabilir.

Tablolardan görüldüğü gibi Türkiye’de yaşayanların genlerine neredeyse, Afrika’dan Sibirya’ya, Hindistan’tan Çin’e, Baltıklardan Doğu Avrupa’ya adeta yeryüzünün bütün halklarının genleri karışmış. Ama yine de en fazla karışım, yarısından fazlası, bu toprakların insanlarından yani Anadolu, Mezopotamya, Ortadoğu, İran, Kafkasya ve Sami halklarından olmuş. Türkiye’de ortalamasının hem Y DNA hem hem de mt DNA haplogrup analizlerine göre, Türkiye’de yaşayanların kökenleri büyük çoğunlukla yine bu topraklara dayanıyor. Türkiyelilerin yarıdan fazlasının kökeni. yüzde 20-25 kadarı Avrupa, yüzde 4 kadarı da Orta Asyanın Ural – Altay bölgesi. Oysa aynı haplogrup Kuzey ülke halklarında çok yüksek. Örneğin aynı N grubu Finlandiyalılarda yüzde 60’dan fazla. Norveç ve İsveç’te yüzde 40-50 arası. Oysa Orta Asya, Altay kökenli olduğu iddia edilen Türkiye insanında bu oran sadece yüzde 4. Farklı çalışmalarda ortalamalar üç aşağı beş yukarı aynı düzeylerde. İstanbul Üniversitesinde hala sürdürülmekte olan başka bir çalışma’da da benzer sonuçlar alınıyor. Çalışmada şu ana dek 600 civarında Türkiyelinin mtDNAsı analiz edildi. Çıkan verilerden Orta Asya, Altay Dağları kökenli insan sayısı birkaç taneden fazla değil. Büyük çoğunluk bu topraklardan; Anadolu, Kafkaslar, Mezopotamya ve Ortadoğu’dan, Güney Asya ve Avrupa’dan. Kökeni Afrika’ya dayanan da var, Uzakdoğu’ya dayanan da.

Türkiye ortalamasının Y DNA dağılımı
Haplogrup    Köken yeri    Görülme sıklığı (%)
E1b1b    Kuzey ve Doğu Afrika, Ortadoğu, Akdeniz, Balkanlar    11
G2a    Avrasya (Kafkaslar, İran ve Anadolu), Güney Avrupa (Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi Akdeniz kıyıları)    11
I1    Kuzey Avrupa, Ön-Cermen (İskandinav)    1
I2a    İtalya (Sardunya) İspanya (İberya), Adriyatik, Tuna boyları, Balkanlar    4
I2b    Ön-Keltler, Ön Cermen    0.5
J1    Daha çok Levant bölgesi (Samiler İsrail ve Araplar), Kuzey Afrika    9
J2    Daha çok Mezopotamya, İran, Doğu ve Güneydoğu Anadolu    24
L    Güney ve Orta Asya, Akdeniz    4
N    Kuzey Avrasya (Hazar Denizi ve Karadenizin kuzeyi), Ural-Altay bölgesi, Sibirya, Yakutlar    4
Q    Doğu Asya, Amerika    2
R1a    Daha çok Orta ve Doğu Avrupa.,     7.5
R1b    Büyük çoğunluğu Batı Avrupa, İtalyan-Kelt, Cermen    16
T    Ortadoğu, Doğu Afrika ve Kuzey Afrika, Akdeniz     2
A    Afrika, Etiyopya, Kalahari çölü, Namibya, San halkı    4
C    Okyanusya, Asya, Kuzey Amerika   
H    Hindistan, Sri Lanka, Nepal, Pakistan, Iran   
O    Uzak Doğu, Pasifik Adaları   
R2    Güney Asya, Kafkaslar, Orta Asya    

Tablo 2: Türkiye ortalamasının Y DNA dağılımı. (Kaynak: http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml)

Türkiye ortalamasının mtDNA dağılımı
Haplogrup    Ortaya çıkışı(bin yıl once)    Köken yeri    Görülme sıklığı (%)
R    70    Güney Asya, Hindistan    2.5
U    55    Kuzey ve Doğu Afrika, Güney Batı Asya (Levant, Mezopotamya)    6
U2    50    Güney Asya, Yakın Doğu, Batı ve Orta Asya    1.6
U3    40-50    Kafkaslar, Gürcistan, Romanlar    3.7
U4    30-40    Finlandiya ve Rusya    2
U5    30-50    Batı Asya    2.7
M    50    Afrika    4
J    45    Yakın Doğu, Kafkaslar    9
HV    40    Yakın Doğu    5.5
H    25-30    Batı Asya    30
X    30    Kuzey Doğu Avrupa, Kuzey Avrasya    4
N1    30    Afrika, Orta Asya (Altaylar)     4
N2    30    Batı Avrupa    1.5
I    30    Kafkaslar, Kuzey Doğu Avrupa, Kuzey Avrasya    1.5
W    25    Kuzey Avrasya, Baltıklar, Batı Asya (Pakistan, Afganistan, İran)     2
T    17    Mezopotamya, Baltıklar    8
K    16    Mezopotamya    6
H1 + H3    10-15    Güney Batı Avrupa, İspanya,    4.5
H5    10-12    Batı Asya (Anadolu, İran), Kafkaslar     2.4

Tablo 2: Türkiye ortalamasının mtDNA dağılımı. (Kaynak: http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml)

Bütün bu ve benzer yöntemlerle yapılan çalışmaların ortaya tek şey koyuyorlar: İnsan ve insan grupları arasında ciddi ve büyük farklılıklar bulunmuyor. Bu çalışmalara göre, iki insan arasında ortalama genetik varyasyon / farklılık oranı binde 1 civarında. Yani DNA’ları incelendiğinde iki kişi arasında yalnızca ortalama binde bir civarında bir genetik değişkenlik gözleniyor. Bu oran, kişi ya da grupların birbirlerine olan coğrafi yakınlıklarıyla değişkenlik gösteriyor. İki kişi ya da grup coğrafi olarak birbirlerine ne kadar yakınsalar aradaki fark o kadar azalıyor, ne kadar uzaksalar o kadar artıyor. Bu durum sadece tek tek kişiler değil farklı gruplar için de böyle. Yahudiler gibi bir kısmı kendilerini gettolara kapatan ve genellikle dışarıdan kız alıp vermeyen en eski ve en kapalı topluluklarda bile bu gözleniyor. Yapılan çalışmalarda İsrailli Yahudilerin genetik olarak en yakın oldukları grubun Araplar olduğunu ortaya koyuyor. Popülasyon genetiği çalışmalarına göre bir Türk ve bir Araba kıyasla, binlerce yıldır aynı bölgede yaşadıkları için bir Arapla bir İsrailli çok daha yakınlar birbirlerine. Çünkü aynı grup içinden kişiler birbirlerinden coğrafi olarak uzaklaştıklarında aynı zamanda genetik olarak da uzaklaşıyorlar, coğrafi olarak yakın olduklarıyla genetik açıdan daha fazla şey paylaşıyorlar.

Sonuç olarak, yazımızın yazılmasına neden olan “Türk ırkı diye bir ırk var mı” sorusu yanıtını bulmuş oluyor. Türk diye bir ırk yoktur. Kürt, Ermeni, Arap, İngiliz, Çinli veya İspanyol gibi bir ırk olmadığı gibi “Türk diye bir ırk” da bulunmuyor. Türklük Kürtlük biyolojik değil sosyolojik, kültürel bir kavramdır. Zaten buradaki “ırk” kavramı biyolojiye dayandırılan ırk tanımına da uymuyor. Her köken farklılığı antropologların iddia ettikleri ırk kavramı içine girmiyor. Türk, Kürt, Arap ya da İtalyan olma durumu ırk değil, tam da ulus kavramına denk düşer. Ulus konusunda en kapsamlı çalışmaları yapmış olanlar arasında sayılan Stalin’in ulus kavramı Türk, Kürt, Arap ya da İtalyan olma durumunu daha iyi açıklıyor çünkü. Stalin 1913 tarihli “Marksizm ve Ulusal Sorun” adlı çalışmasında ulusu, “tarihsel olarak ortak dil, toprak, iktisadi yaşam ve ortak kültür biçiminde şekillenen psikolojik bir yapı üzerinde kurulmuş insan topluluğu” olarak açıklar. Ve bilinir ki, uluslar da kapitalizmin ürünüdür. Bu bağlamda Türk, Kürt, Ermeni, Yunan, Arap vb ırklarından değil uluslarından söz etmek gerekiyor.

İNSANLAR ARASINDA IRKSAL AYRILIKLAR VAR MI?
Biyolojinin gözünden bakıldığında, insan genetik yapıları incelendiğinde ırksal ayırımlar var mıdır? İnsanlar arasında ırk diye bir ayrım, onları birbirlerinden ayıracak moleküler bir ayıraç bulunuyor mu? DNA ve genlerine bakarak, bu adam ya da şu kadın veya o çocuk Türk, Kürt, Alman ya da Ermenidir; hatta daha da ileri gidelim, bu kişi beyazdır, siyahtır veya sarı ırktandır diyebilir miyiz? Biyolojiye göre, bütün bunların cevabı tek kelimedir: HAYIR. Çünkü biyolojinin bugüne dek elde ettiği bilgiler insan dünyasında ırkların olmadığını, insanlar arasında kalıcı ırksal ayrımlar bulunmadığını, var olan o farklılıkların da insanın sonradan çevre koşullarına uyum sağlamak için geliştirdiği yeni nitelikler, özellikler sonucu olduğunu gösteriyor. Genlerin dünyasında, değil Türk, Kürt, Ermeni, Alman ya da Slav ırkı, siyah, beyaz, sarı, kızıl gibi ırklar da bulunmuyor. Çünkü insan grupları arasında onları birbirlerinden ayıracak kadar genetik varyasyon bulunmuyor; bu yüzden ki, genlerine bakarak insanları sınıflara ayıramıyoruz; şu şu ırktan, bu da bu ırktan diyemiyoruz. En fazla, anne ya da baba tarafına bakarak, 500, 1000, 5 bin ya da 25 bin yıl önce, bu kişinin anne atası veya baba atası, annesinin annesinin annesinin annesinin …. Annesi, veyahut babasının babasının babasının babasının … babası şuralardaymış, şuralarda yaşamış; şu kavim ya da şu topluluklarla şuradan gelip şuraya gitmiş; şuradan geçip şuraya yerleşmiş diyebiliyoruz.

Kısacası, Türkiye’deki bir Türkle bir Ermeni ya da Kürt, Çerkez veya Arap arasında sanıldığı gibi büyük genetik farklılıklar yoktur. Ve daha da ilginci, bir Ermeni, Kürt veya Arabın bir Türkle olan genetik yakınlığı, Türkiye’de yaşayan bir Türkle Özbekistan’da yaşayan bir Özbekli Türk’ün veya bir Uygur Türkünün yakınlığından daha fazladır. Yani, biyolojinin moleküler ölçülerine göre, Türkiye’deki bir Türk, hemen yanı başındaki bir Ermeni, Arap ya da Kürde, bir Uygur Türkünden çok daha yakındır. Yukarıdaki tablolar da bunu gösteriyor zaten.

İnsanlar arasında belli farklar olmasına karşın biyolojiye göre insanlar arasında ırk diye bir sınıflandırma yapılamıyorsa, böyle ırksal sınıflandırmaları yapabilecek ayıraçlar bulunmuyorsa var olan bu ırk kavramı, bu insan gruplandırılmaları nedir öyleyse? Ya da, insan popülasyonları arasındaki farklılıklar ırksal değilse nasıl bir sınıflandırma? Yanıt açık, insan grupları arasında bulunan ayırımların tümü ırksal değil sosyal ve kültürel. Başka da bir şey değil.

Pratikte gözümüzle, günlük yaşantımızla her gün gördüğümüz şeyi tablolarda gösterilen veriler de ortaya koyuyor. Dünyanın bir başka yerinin bir başka köşesinde olduğu gibi Türkiye ve Türkiye’deki insanlar da tam bir halklar karışımı, bir halklar kardeşliği. İnsanın yüz bin yıllık yolculuğunun aynası. Önceki sayfalarda uzun uzun gösterdik. Afrika’dan çıkan insan dünyaya bu topraklardan dağıldı. Gidenler dönüp dolaşıp geri geldiler; bir süre kalıp başka yerlere göçtüler. Kimi kaldı kimi gitti, kimi de gittiği yerden çok daha başka bir yere gidip sonra tekrar geri geldi. Her gelen, her geçip giden bu topraklarda, bizlerin biyolojik – genetik yapılarımızda, kültürel birikimlerimizde izler, önemli zenginlikler bıraktı. Bu nedenle bugün bu toprakların sahip olduğu her şeyi tek bir insan grubuna mal etmek, her şeyi o grupla başlatıp bitirmek, onunla açıklamaya çalışmak her şeyden önce insan tarihine, insan birikimine, bu toprakların hayran olunası muhteşem bin bir renk zenginliğine saygısızlıktır, ona haksızlıktır. Bütün dünyayla birlikte bu topraklara da yakışan düşmanlık değil kardeşliktir, halkların kardeşliği.

KAYNAKLAR

http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml
http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml

* Yard. Doç. Dr. / Moleküler ve hücre biyolojisi, genetik

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑