Geçtiğimiz yılın sonlarında, yolsuzluk operasyonları başlamadan hemen önce, aynı zamanda AKP MKYK üyesi ve Yeni Şafak gazetesi yazarı da olan akademisyen Yasin Aktay’ın söylediği sözler ortalığı bir süre karıştırmıştı. Prof. Aktay, Bayburt Üniversitesi’nde katıldığı bir panelde gelen sorulardan birine verdiği yanıtta, “Türk dediğin bir sentezdir”. “Türk diye bir ırk yok.” Demişti zira. Herkesin bildiği ve bu anlamda yeni bir şey söylememiş olan Aktay’ın bu kadarcık sözleri bile bir hafta on gün büyük bir tartışma çıkmasına neden oldu. “Türk diye bir ırk yok” sözü anında “Türklük” ve “Türk yok” yapılarak ateşe benzin dökülmüştü. Milliyetçi kesim Yasin Aktay’ı ne kadar bir kaşık suda boğmaya çalıştıysa da su az ve sığdı, amaçladıkları linci başaramadılar. Çok daha çarpıcı konuların bile gündemde uzun süre kalamadığı bir ülkede, her ne kadar ulusalcı ve milliyetçileri çileden çıkarmışsa da tartışma yapay olarak alevlendirilmişti ve altı boştu. Bu nedenle ömrü fazla olmadı. Tartışma on günü bulmadan söndü. Hemen ardından yolsuzluk operasyonları başlayınca tamamen unutuldu.
Yasin Aktay’ın istemeden başlattığı tartışma şimdilik söndü, ancak, “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığı konusu ya da çok daha genel olarak, kökü oldukça eskilere dayanan kadim “ırk” tartışması kolay kolay kapanacağa benzemiyor. İhtiyaç duyulduğunda bir biçimde yeniden gündeme getirilip tartıştırılacağı kesin. Bunu hesaba katarak, hazır yeri gelmişken ırk konusunu, onu en iyi açıklayacak olan biyolojinin gözünden ele alıp irdelemekte yarar var.
BİRAZ TARİH
Irk, değişik kriterler gözetilerek insanların gruplar halinde kategorize edildiği bir sınıflandırma sistemidir. Biyolojik olarak ise ırk, bir türün, bir alt türü ya da popülasyonunun, aynı türün öteki popülasyonlarından morfoloji ve genetik gibi biyolojik açılardan farklılaşması olarak tanımlanır. Kavram olarak ırk ilk kez, aynı dili konuşanlar ve o dilde konuşanlarla yakın ilişkide bulunanların dışındakiler için kullanıldı. Ancak insanların gruplandırılıp kategorize edilmeleri çok daha eskilere dayanır.
Yazılı tarihten çok çok öncesinden, insanların çoğunlukla mağaralarda küçük gruplar halinde yaşadıkları paleolitik dönemden beri, insan grupları muhtemelen kendi gruplarını öteki gruplardan farklı gördüler. Bazı antropologlara göre, insan grupları, yalnızca kendi grubundan ve kendisininkine yakın gördüğü öteki gruplardan insanlara insan dediler. Kendi grubundakilere benzemeyenleri düşman, kötü ve çirkin buldular. Bununla birlikte o zamanlar insanlar yalnızca iki gruba ayrılırlardı: Kendi grubundan (ve ilişkide olduğu gruplardan) olanlar ve ötekiler.
Ama asıl gruplandırma, insanları renklerine ve etnik kökenlerine göre ayırma kölecilikle başladı. Binlerce yıl öncesinde, Mısır’da, köle sahipleri ve rahipler köleleri ve kendilerinden olmayan en yakın komşuları bedevileri insan saymazlardı. Nil kıyıları ve Mısır toprağı kara olduğundan siyah renk o zaman iyi renk sayılırdı. Bu yüzden yalnızca kara Mısırlı insandı, ötekiler değildi. Kırmızı topraklı çölde kendilerden olmayanlar, yabancılar, bedeviler yaşıyordu; bu nedenle de kırmızı renk kötü renkti. Bu tutum öteki köleci devletlerde de aynen sürdü. Mısır, Babil, Yunan ve Roma gibi köleci devletlerin egemen sınıfları bu kadarla da kalmıyor, sadece kendilerinden görüntü olarak farklılık gösteren grupları değil, aynı zamanda aşağı sınıflardan olan kişileri, köleleri de insan saymıyorlardı.
Bugünkü anlamda ırkçılık ve ırk ayrımları ise kapitalizmin şafağı ve sömürgecilikle başladı. Amerika kıtasının “bulunması” ile orada yaşayan yerli Kızılderililerin “yabani” ve “zavallı bir ırk”tan oldukları ve “en üstün ırk” olan Anglo-Saksonların medeniyeti ve tanrıyı onlara öğretmekle görevlendirildikleri keşfedildi (aynı iddiayı İspanyol ve Portekizliler de kendileri için öne sürüyorlardı). Ardından, köle ticaretinin başlamasıyla, zencilerin ne kadar “aşağı bir ırk”tan oldukları söylenmeye başlandı.
İlk olarak, Fransız hekimi ve gezgini François Bernier, 1684’te yayınladığı kitabında insanları farklı ırklara ayırdı. 18. Yüzyıla gelince, insan grupları arasındaki farklılıklar bilim dünyasının dikkatini çekti. Bitki ve hayvan dünyasını sınıflandıran, bu yüzden de günümüzde de taksonominin babası sayılan ünlü Carolus Linnaeus, 1735’te bitkiler ve hayvanlarla birlikte insanları da gruplandırdı: Ama bugünkü anlamda ırkları ortaya atan Linnaeus değil bir Alman doğa bilgini oldu.
Göttingen Üniversitesinden Alman doğa bilgini Johann Friedrich Blumenbach 1775’de doktora tezinde ortaya attığı görüşlerini sistemleştirerek 1779’da yayınladığı kitabında insanları beş ana gruba ayırdı ve her birini ayrı bir ırk olarak tanımladı: Bunlar, (1) Açık tenli Avrupalıları içeren “Kafkaslı” (beyaz) ırk; (2) Çinliler ve Japonların da içinde olduğu Doğu ve Orta Asyalıları içeren Mongol / Moğol (sarı) ırkı; (3) Güneydoğu Asyalıları, Polinezya ve Malezyalılar gibi Pasifik adalıları ve Avusturalya’nın Aborjinlerini içeren Malaylı (kahverengi) ırkı; (4) Afrikalı siyahları içeren Etiyopyalı ırk (daha sonra bunu zenci ırkı olarak değiştirdi) ve (5) Kızılderilileri içeren Amerikan Hintlisi (kırmızı) ırkıydı. Alman bilgin, insanlığın bu beş ana gruptan türeyip yayıldıklarını öne sürmüştü. J. F. Blumenbach bununla kalmamış, insan ırklarını yukarıdan aşağıya göre de sınıflandırmıştı. Blumenbach’a göre, Ademle Havva da dahil en üstün insanlar beyaz “Kafkas” ırkından, en geriler ise siyah “Etiyopyalı” ırkından olanlardılar.Çünkü tanrı önce, kendi suretine benzeterek beyaz Kafkaslı ırkını yaratmıştı. Bu yüzden mükemmel olan oydu. Öteki ırklar, o beyaz ırkın sonradan bozulup dejenere olmasıyla ortaya çıkmışlardı. Blumenbach’a göre, en çok bozulup dejenere olmuş ırk siyah Etiyopyalı / zenci ırkı olduğundan en geri ırk o siyah ırktı.
Resim 1: J. F. Blumenbach’a göre insan ırkları. Soldan sağa sırasıyla: Mongol (Sarı), Amerikan Hintlisi (Kızılderili), Kafkas (Beyaz) , Malay (Aborjin), Etiyopyalı (Siyah).
Blumenbach’dan sonra gelenler yıllar boyu aynı yoldan gittiler. Hatta daha ileri gidip kafatası ölçümleri yaparak, kafatası çaplarına göre beyin büyüklüğünü ve buradan da akıllarınca zeka düzeyini belirlemeye çalıştılar. Örneğin Amerikalı Samuel George Morton, 1800’lü yılların ilk yarısında Avrupalı beyaz Kafkas ırkının kafatası iç hacim ortalamasının 87 inç küp; Asyalı Mongol ya da Moğol ırkının 83; Kızılderili Amerikan Hintlisi grubunun 82, Pasifikli Malaylı grubunun 81 ve siyah Etiyopyalı da denilen zenci ırkındakilerin kafatası iç hacimlerinin ise sadece 78 inç küp olduğunu öne sürdü. Morton’un başlattığı kafatası ölçümleriyle insanları ırklara ayırma çabaları 20. yüzyılın ortalarına dek yıllarca sürdü. Kafatası ölçümleri 1930’lu yıllarda Türkiye de dahil, Almanya’dan ABD’ye, Fransa’dan Japonya’ya pek çok ülkede yapıldı. Ardından gelen Hitler Almanyası bu çalışmaları ayyuka çıkardı.
Sözü edilen çalışmalar, yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye’de de gerçekleştirildi. 1937’de, Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın öncülüğünde “Türk milletinin ırksal tespiti” için kafatası ölçümleri ve bunlara göre ırk araştırmaları yapıldı. Yapılan çalışmalar sonunda “Türklerin kafatası brakisefal, burunları düz, gözleri badem”dir gibi Türkleri diğerlerinden ayıran sözde ırksal ayrım ve belirteçler ortaya konuldu. Etrafımıza şöyle bir bakmamız bu belirteçlerin ne kadar anlamsız olduğunu anlamamıza yetecektir. Çünkü açıklanan belirteçler göz önüne alınarak Türkiye’de bir Türk sayımı yapılmaya kalkılırsa fazla kişinin çıkmayacağını herkes rahatlıkla görür.
1960’lardan bu yana kafatası ölçümleri, her ne kadar artık antropolojinin utancı olarak tarihin tozlu raflarına kaldırılmış olsa da, insanları esas olarak ten renklerine bakarak beyaz, sarı, siyah ve kırmızı gibi ırklar halinde gruplandırmak günümüzde de sürüyor. Özgürlük Dünyası’nın çoğu okurları dahil, birçok kişi hala, insanların, Türk, Kürt, Ermeni, İngiliz, Alman ya da Rus olarak değilse bile, siyah, beyaz, sarı, kızıl gibi ırklara ayrılmış olduklarını düşünüyor. Bu yüzden ırk konusunu etraflıca ele almak gerekiyor. Bakalım bugün artık ırk diye bir şey var mı? Değil Türk, Kürt, Ermeni, Rus ya da Alman, İngiliz, daha ötesi insanlar arasında acaba, siyah, beyaz, sarı veya kızıl gibi ırksal ayrımlar var mı?
Irk, insan türünün gruplandırılmasına ait bir sınıflandırma sistemi olduğundan o sınıflandırmaların ne kadar doğru olduğunu insana ait biyolojik bulgular ortaya koyabilir. Ama konu insan olduğundan, gruplandırılmaya çalışılan insanın ortaya nasıl çıkıp günümüze dek nasıl geldiği; tarihsel süreçte evrimle farklılaşmış ve dünden bugüne gelmiş farklı türleşmeler ya da aynı türün farklı soylarının olup olmadığı; eğer böyle türleşme ya da alt türleşme varsa bunların belirtileri ya da belirteçlerinin bugünkü biyolojik / genetik yapıda gözlenip gözlenmediği insanın milyonlarca yıllık evrimsel hikayesi ele alınmadan gösterilemez. Bu nedenle, önce insanın hikayesinden başlamak gerekiyor.
İnsan evrimine ilişkin bilgiler yakın zamana daha çok, başta fosiller olmak üzere, insan ve insana yakın türlerin paleontolojik ve paleoantropolojik bulgularının anatomik yapı farklılıkları ve karbon testi gibi tekniklere dayanarak incelenmesiyle elde ediliyordu. Bu analiz yöntem ve teknikleri de ancak sınırlı bilgi sağlıyordu. Böyle olunca yakın döneme dek bilgilerimiz sınırlıydı. Ancak, son dönemlerde genetik / moleküler teknik ve yöntemlerin devreye girmesiyle bu durum değişti. Yüz binlerce yıllık fosillerden DNA elde etme tekniklerinin geliştirilmesi ve özellikle anne tarafının (annenin annesinin annesinin annesinin annesinin … annesi) yüz binlerce yıllık analizin yapılmasına olanak sağlayan mitokondri DNA’sı (mtDNA) ve baba tarafının (babanın babasının babasının babasının babasının … babası) çok eskilere kadar genetik incelenmesini olanaklı kılan Y kromozomu dizileme analizleri ve bu analizlerin birbirleriyle karşılaştırılması gibi moleküler biyoloji ve popülasyon genetiği çalışmaları insan evrimi hakkında bildiklerimizi özellikle son yıllarda kat be kat artırdı. Sonuç olarak, insan evrimi hakkında bugün dünle kıyaslanamayacak ölçüde fazla şey biliyoruz. İnsan evrimine ilişkin anlatılması gereken çok fazla bilgi olmasına karşın, hem derginin sayfa sınırlılığı, hem de yazının konusunun esas olarak insan evrimi olmaması nedeniyle bu bilgileri mümkün olduğunca kısa bir özet halinde, ana hatlarıyla vermekle yetineceğiz.
İNSANIN HİKAYESİ
İçinde insan dahil 400 civarında türü barından geniş primat takımı (maymunsular) öteki memelilerden 65 milyon yıl kadar önce ayrıldı. Primatlar milyonlarca yıllık süreç içinde evrim geçirerek dallara, kollara ayrıla ayrıla çeşitlendiler; farklı farklı türlere ayrıldılar. Bu kollardan biri de, 15 milyon yıl kadar önce ortaya çıkan ve içinde insansıların atalarının ve iki şempanze (Pan), iki goril (Gorilla) ve iki orangutan (Pongo) türüne giden kısaca Hominid ailesi (Hominidae) denilen büyük kuyruksuz insansı maymunlar (Great Ape) dallanmasıydı. Hominidlerden, en başta, 11 milyon yıl kadar önce, orangutanların ataları ayrıldı. Daha sonra, 6,5 – 7 milyon yıl kadar önce bugünkü gorillere giden kol. Kalan koldan 1,5-2 milyon yıl sonra, yani 5-5,5 milyon yıl önce de bugünkü şempanze ve cüce şempanzeler de denilen bonoboların ataları ayrıştı. Artık geriye günümüz insanına giden, onun çok uzak ataları, İnsansılar (Hominini) kalmıştı. Bu anlamda insanın yakın evrimi, insan ve şempanzelerin ortak ataları olan popülasyonların birbirlerinden ayrılmalarıyla başlar.
İnsana giden bu kolda, 5 ile 3 milyon yıl öncesi zaman diliminde, genel olarak Australopitesinler denilen ve insana benzerliklerinin yanında ciddi farklılıkları da olan bir alt oymak çıktı. Australopitesinler içinde, Australopithecus, Ardipithecus, Kenyanthropus ve Parenthropus gibi birçok farklı soy vardı.
Örneğin Doğu Afrika’da ortaya çıkan Australopithecus’un fosillerini incelediğimizde, anatomik ve morfolojik özellikleriyle onun henüz insana fazla benzemediğini, ama şempanzelerin atalarından da ayrılmış, şempanze ile insan arasında bir alt oymak olduğunu görüyoruz. Ayağa kalkmış yürüyordu, ama bir tehlike anında ve uyumak için yine ağaçlara çıkıyordu. Vücudu hala kıllarla kaplıydı. Çeneleri ve dişleri hala büyüktü. Beyni henüz şempanze kadardı yani daha küçüktü (300-350 cm3). Boyu uzamış olmasına karşın Homo türlerine göre hala kısaydı (120-140 cm.). Alet olarak taşları ve kemikleri kullanıyordu ama henüz onları yapamıyordu. Bulduklarını alet olarak kullanıyordu.
Australopitesinler’in en iyi incelenen türü olan Australopithecus ve alt türleri 4 milyon yıl önce ortaya çıkıp, tarih sahnesinde 2 milyon yıl kaldıktan sonra, 2 milyon yıl önce yok oldular.
Homo habilis
Yaklaşık 3 ile 2 milyon yıl öncesinde, Autralopitesinlerin bir türünden insanın ilk ataları olan ve Latince insan anlamına gelen Homo cinsi evrildi. Homo cinsi içinde, bugünkü bilgilerimize göre, ilk belirenlerden biri, 2.3 ile 1.4 milyon yıl önce arası dönemde yaşamış olan Homo habilis oldu. Bazı araştırmacılar, “becerikli insan” anlamına gelen Homo habilis’i Homo türleri arasında değil, 650 cm3’olmasına karşın henüz küçük olan beyni ve sonraki Homo türleriyle bazı önemli farklılıkları yüzünden Australopitesinlerle Homo türleri arasında görürler. Ama Homo habilis taş ve hayvan kemiklerinden alet yapmaya başlamıştı ve bu yüzden de pek çok araştırmacı tarafından ilk alet yapan insan olarak kabul edilir. Birkaç yıl öncesine kadar, en eski Homo türünün Homo Habilis olduğu sanılıyordu. Ancak son bulgular, Homo Habilis’le aynı dönemde hatta ondan daha da önce ortaya çıkmış, Homo gautengensis ve Homo rudolfensis gibi başka Homo türleri olduğunu da ortaya koydular. Muhtemelen insan bunların birinden, Homo Erectus ve / veya Homo ergaster ortaya çıktı.
İnsanı evrilten koşullar
Australopitesinlerin özellikle son dönemlerinde Afrika’da büyük doğa değişiklikleri oldu. Jeolojik hareketler sonucu bugünkü Etiyopya, Kenya, Mozambik ve Uganda’yı içine alan bölgede Büyük Doğu Afrika yarığı vadisi oluşup yükseldi. Bu ve büyük volkanik olaylar gibi diğer birçok etken iklim değişiklerini getirdi. Bir zamanlar yemyeşil ormanlarla, göl ve nehirlerle dolu olan Sahra kurumaya, yağışlar azalmaya başladı. Giderek artan bir biçimde Sahra kumlarla dolup çölleşti. Böylesine ciddi jeolojik, iklimsel, coğrafi değişiklikler, Afrika’nın büyük ormanlarının hızla azalıp yerlerini çalılık ya da çayırlık savanlara bırakmasını getirdi. Yiyecek bulmak zorlaştı. İnsanın ataları ağaçtan inmek zorunda kaldılar. Yiyecek olarak ortada artık çoğu kere sadece bulabildikleri sert ve kabuklu yiyecekler, çiğnenmesi ve sindirilmesi zor kökler, kurumuş yapraklar, bitki kabukları ve bir de tabi, ölmüş vahşi hayvanların leşleri bulunuyordu. Australopitesin soylarından bazıları sert kabuklu, kalın ve sert lifli yiyecekleri yiyebilmek için çok güçlü çeneler ve diş yapılar ile güçlü kafatasları geliştirirken bazı soylar ise daha narin bir yapı, daha küçük bir çene, diş ve kafatası yapısı ortaya çıkardılar. A. Paranthopus gibi türlere dönüşen güçlü çene ve kafatası geliştiren Australopitesinler buldukları sert yiyecekleri yiyebiliyorken, Australopithecus africanus gibi, dişleri ve çeneleri küçülmeye başlamış olan daha narin yapılı Australopitesinlerin önünde iki seçenek kalmıştı: Açlıktan ölmek ya da buldukları sert yiyecekleri küçük parçalara ayırarak daha kolay yenilebilir hale getirmek. Buldukları taşlarla sert kabukları kırıp içindekileri çıkarmaya, sert ve kurumuş kökleri parçalayıp ezmeye, buldukları yeni ölmüş hayvanların leşlerini bölüp yemeye başladılar. Beslenme alışkanlıkları değişiyordu. Volkanik olaylar gibi doğal nedenler sonucu oluşan yangınlarda, ateşin yiyecekleri, özellikle de havyan leşlerini daha kolay yenilir hale getirdiğini gördüler. Ateş üstelik ısıtıyordu ve vahşi hayvanları uzak tutuyordu. Ateşi kullanmaya başladılar. Ama bunun için yanmakta olan bir ateş gerekiyordu. Yanan bir yerden aldıkları ateşi yüzyıllarca bir yerden diğer yere taşıyıp durdular. Çok daha sonraları kendileri ateş yakmayı öğrendiler.
Yeni ölmüş hayvan leşi bulmak kolay olmuyordu. Hayvanları avlamaya başladılar. Ateş onları soğuktan da koruyordu vahşi hayvanlardan da, öte yandan yiyeceklerin yenilmesini ve sindirilmesini de kolaylaştırıyordu. Daha çok ve daha kolay doyar oldular. Sayıları giderek artmaya başladı. Daha fazla et / protein, giderek beyinlerini büyüttü. Ateşin sağladığı kolay yiyecekler diş ve çene yapılarının daha da küçülmesine yol açtı. Beyinleri büyüdükçe diş ve çeneleri küçüldü. Avlarını taşımak ve o esnada ihtiyaç duydukları aletleri kullanmak için ellerinin serbest olması gerekiyordu. Bu ihtiyaç iki ayak üzerinde durma, ayağa kalkıp yürüme zorunluluğunu doğurdu. Sonuçta, avcılık ve toplayıcılık hem onları tamamen ayağa kaldırıp iki ayak üzerine dikti; hem de ellerini kullanmalarını getirdi. Ateş, aynı zamanda, ateş başında hep birlikte yemelerini, geceleri ateşin etrafında birlikte uyumalarını sağlıyordu. Bu da gruplardaki insan sayılarını artırdı. Artık mağaralarda ateşin başında daha fazla insan bir araya geliyordu. Birliktelik sosyal ve kültürel değişiklikleri tetikledi. Daha fazla yiyecek, daha fazla et ihtiyacı koordineli avcılık ve daha gelişkin aletler yapma ihtiyacını doğurdu. Daha fazla sayıda insan, koordineli avcılık ve ateş başında toplanıyor olma, iletişimi, iletişim ihtiyacı da dili zorunlu kıldı. Dil gelişmeye başladı. İnsan ortaya çıkıyordu.
Sonuçta, birkaç milyon yıl gibi evrim açısından uzun sayılmayacak bu kısa dönemde bir insan türü ortaya çıkışı patlaması oldu; Yukarıda anlatıldığı gibi, değişen zorunlu doğa/çevre koşulları, insan atalarında, adeta bir anda, oldukça ciddi anatomik, morfolojik, sosyal ve kültürel değişimlere yol açmış; onları hızla günümüz insanına doğru giden yola çevirmişti. Kısa zamanda bir sürü farklı eski insan (Homo) soyu belirdi. Harvard’lı bilim insanları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge’in 1972’de ortaya attıkları sıçramalı evrim diye bilinen “kesintili denge“ (punctuated equilibrium) kuramının işlediği bir kez daha gözleniyordu.
Homo cinsinin günümüzde hayatta kalan tek türü kimilerinin sadece Homo sapiens, kimilerinin de Homo sapiens sapies dedikleri tür ya da soydur. Nesli tükenmiş olan öteki Homo türlerinden bazıları insanın atası, bazıları ise daha çok modern insanın farklılaşarak atasal soydan ayrılan kuzenleri, amca veya teyze çocukları olarak görülür. Bu gruplardan hangilerinin ayrı bir tür, hangilerinin alt tür olarak sayılması gerektiğine ilişkin henüz tam bir görüş birliği yoktur.
Bahsedilen bu insan türü patlaması sırasında, çoğu kez yan yana yaşayıp, bazen iç içe, bazen da ardı ardına gelip giderek, birinden öteki, ötekinden diğeri evrilerek, ya da biri ötekini yok ederek; biri hariç, en son ortaya çıkan günümüz insanı H. sapiens sapiens hariç, hepsi de insan evrimi tarihindeki rollerini bir biçimde oynayarak zaman içinde tarih sahnesinden çekilip gittiler. Bugüne sadece H. sapiens sapiens kaldı. Bu çok sayıdaki insan ya da insana benzeyen türlerden bugün tespit edilmiş olanlardan bazıları şunlar: H. erectus (Homo erectus), H. ergaster, H. georgicus, H. antecessor, H. heidelbergensis, H. cepranensis, H. neanderthalensis (Neandertaller), H. rhodesiensis, H. sapiens idaltu, H. floresiensis, Denisova insanları, Kızıl Geyik Mağarası İnsanları. Hepsi gelip gitti, sonunda sadece günümüz insanı, H. sapiens sapiens kaldı. Bunlardan bir kaçını ele alalım.
Homo erectus ve Homo ergaster
İlk olarak, 2 milyon yıl önce Doğu Afrika’da Homo ergaster belirdi. Esas olarak Afrika’da yaşadı. 1.5 milyon yıl öncesinde Doğu ve Güney Afrikanın neredeyse her yerine dağıldıktan sonra bazı grupları Avrupa ve Asyanın bazı bölgelerine de yayıldılar. Homo habilis’le kıyaslandığında daha büyük bir beyin geliştirmişti ve çok daha gelişkin aletleri vardı. Daha önemlisi, artık ateşi de kullanıyordu. H. Ergaster günümüzden 1.4 milyon yıl önce, henüz tespit edilemeyen bazı türleri ortaya çıkardıktan sonra tarih sahnesinden çekildi.
Kimi araştırmacılar Homo ergaster’i ayrı bir Homo türü olarak kabul ederken çoğu da onun Homo erectus’un Afrika’da kalmış grupları olduğunu söylerler. H. Ergaster’i Homo erectus içinde görerek Homo erectus ergaster olarak da adlandırırlar. Genel kanı olarak, Homo sapiens sapiens’in Homo ergaster’den gelen türlerden evrimleştiği kabul edilir. Kısacası biz, muhtemelen H. ergaster’den geliyoruz.
“Ayağa kalkmış” ya da “dikilmiş insan” anlamına gelen Homo erectus 2 – 1.8 milyon yıl önce bir zamanda ortaya çıkıp kimilerine göre de 70 bin yıl öncesine kadar yaşadı. Afrika’da ortaya çıkıp kısa zamanda Asya’nın neredeyse her yeri ile Avrupa’nın bazı bölgelerine yayıldı. Tam anlamıyla ilk ayağa kalkan insan olarak tanımlanır. Ateşi ilk kontrol edip kullanan insan olarak bilinir.
Günümüzden 70-74 bin yıl önce, Endonezya’nın Sumatra adasındaki Tobe gölünde, Tobe Felaketi Kuramı olarak adlandırılan çok şiddetli bir volkanik patlama oldu.10 yıla yakın bir süre devam eden bu “süper patlama” sırasında ve sonrasında bütün Güney ve Doğu Asya 15 cm’lik (Stephen Oppenheimer’e göre 5 metrelik) bir volkanik kül tabakasıyla kaplanmıştı. Tobe felaketinin etkisi yaklaşık bin yıl kadar sürdü. Bu sürede bütün dünyada iklim soğudu; buzullaşma arttı; pek çok insan türü ve popülasyonunun yanı sıra yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinin yüzde 70’e yakını yok oldu. Tobe felaketinden sonra insan nüfusunun çok azaldığı, toplam insan sayısının 10 bin hatta sadece 1000 kişiye kadar indiği iddia edilir. İnsan türlerindeki genetik çeşitliliğin azalması bu genetik dar boğazla açıklanır. Afrika’dan Asya ve Avrupa’ya dünyanın hemen her yanına dağılmış olan Homo erectus 150-200 bin yıl önce ortadan yok olmuştu. Bazı araştırmacılara göre, Homo erectus’un pek çok soyu ortadan kalkmış olmasına rağmen, Güney Doğu Asya’da hala küçük bir kol yaşıyordu. Bu kolun Tobe felaketi sırasında yok olduğu sanılıyor. İlk ortaya çıktığı erken dönemlerinde 850 cm3 beyin hacmine sahip olan Homo erectus, son dönemlerinde beyin hacmini büyüterek 1100 cm3’e kadar çıkarmıştı. Öyle görünüyor ki, geliştirdiği bu büyük beyni bile onu Tobe felaketinin korkunç etkilerinden kurtarmaya yetmedi.
Homo erectus’tan, Homo ergaster dışında pek çok başka alt türün daha evrildiği kabul edilir. Fosil bulgularına göre 1.8 milyon önce Gürcistan’da yaşadığı tespit edilen Homo georgicus’un da Homo erectus’un bir kolu olduğu öne sürülür. H. georgicus, Homo erectus’un sanıldığından da önce, 1.85 milyon yıl önce Afrika’dan çıkıp dünyaya yayılmaya başladığını gösteriyor.
1.2 milyon önce, H. erectus’la, Avrupa’nın insanları Neandertaller’in muhtemel atası H. heidelbergensis arasında bir ara tür olarak kabul edilen Homo antecessor ortaya çıktı. 800 bin yıl öncesine dek, 400 bin yıl kadar, İspanya ve İngiltere gibi bölgelerde yaşadığı belirlenen H. antecessor’un 1000 cm3’lük bir beyin hacmi vardı. H. antecessor, bazı araştırmacılara göre, H. erectus ile H. heidelbergensis arasında bir ara geçiş formu olabileceği gibi, H. ergester’den evrilen ayrı bir tür de olabilir.
Homo heidelbergensis ve Neandertal
800 bin yıl önce, Homo erectus’tan, ondan daha büyük bir beyine (1100 – 1440 cm3) sahip ve çok daha gelişkin aletler yapabilen H. heidelbergensis evrildi. Uzun boyuyla öne çıkan H. heidelbergensis 500-550 bin yıl kadar Güney Afrika ve Avrupa’da yaşadı. İspanya’da ortaya çıkan fosillerinden H. heidelbergensis’in ölülerini ilk gömen insan olduğu ve bir dil geliştirmiş olduğu belirlenmiştir. H. heidelbergensis Avrupanın Neandertallerine evrildikten sonra, günümüzden 250 bin yıl önce ortadan yok oldular.
Günümüzden 400 bin yıl önce Avrupa başka bir insan türüyle tanıştı. Açık renk teni, güçlü kasları, iri kemikli kol ve bacakları, anatomik yapılarının getirdiği hantallıkları, 1600-1700 cm3’lük hacmi ile günümüz insanından çok daha büyük olan beyinleriyle H. neanderthalensis ya da kısa adıyla Neandertaller. Neandertaller boydan boya bütün Avrupanın yanı sıra, Anadolu, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’nın bir kısmına kadar yayıldılar. Oldukça gelişmiş bir türdüler. Son dönemleri, modern insan H. sapiens sapiens’in Avrupa’ya yayıldığı dönemlere denk geldi. 10 bin yıl kadar modern insanla yan yana yaşadılar. 30 bin yıl kadar önce de tür olarak yok oldular. İnsanla rekabet içine girdikleri, ancak, insandan büyük beyine sahip olmalarına karşın hantallıkları yüzünden bu rekabet ya da savaştan yenik çıktıkları sanılmaktadır. Modern insan doğudan akın akın geldikçe geriye, Avrupa’nın uçlarına, batısına ve buzlarla kaplı daha soğuk, daha kötü koşullardaki kuzeyine çekildiler. İnsanla rekabet ya da savaşlarında yenik düşmelerinin ana nedenleri arasında, daha çevik ve daha hızlı hareket eden, daha hızlı koşan H. sapiens sapiens karşısında, modern insandan farklı anatomik kemik / iskelet yapılarından kaynaklanan hantallığının Neandertaller’e dezavantaj sağlaması gösterilir. Neandertal fosillerinin genetik incelemesi sonucu ortaya atılan bir başka görüşe göreyse, Avrupa’nın bu iri yapılı hantal insanları modern insan kadar genetik çeşitlilik geliştirememişlerdi ve bunun sonucunda gen havuzlarında bir daralma ortaya çıkmıştı. Bu da değişen koşullara uyum sağlamalarını, ortaya çıkan yeni koşullara, örneğin sert iklim ve çevre koşullarına uygun yeni özellikler geliştirmelerini zorlaştırmıştı. Bunun sonucunda 50 bin yıl önce sayıları giderek azalmaya yani soyları tükenmeye başlamıştı., Neandertaller yeni koloniler kurarak yok oluşlarını bir süre geciktirdiler ama buna en fazla 20 bin yıl dayanabildiler. Bu görüş sahipleri, modern insan onları sıkıştırmasaydı bile Neandertaller zaten yok olacaklardı derler.
A B C
D E F
G H I
Resim 2: Hominin türleri: Yaşadıkları dönemlere göre soldan sağa sırasıyla, (A): Australopithecus afarensis, (B): H. habilis, (C): H. erectus, (D): H. ergaster, (E): H. rudolfensis, (F): H. heidelbergensis, (G): H. sapiens idaltu,:(H): H. neanderthalensis, (I): Denisova insanı.
Günümüzde Neandertal ve modern insan DNA’larının kıyaslamaları sonucu ikisinin Afrika dışında az da olsa karışmış olduklarını göstermektedir. Çünkü yakın zamanda, Afrika kıtası dışında yaşan tüm modern insan DNA’larında yüzde 1-4 kadar Neandertal DNA’snın yer aldığı ortaya konuldu. Birkaç yıl önce, 2010 yılında, Neandertal genomunun dizilenmesi, Neandertalle modern insanın en az bir kere çiftleşerek gen aktarımında bulunduklarını gösterdi. Mitokondriyal DNA (MtDNA) analizlerine göre bu çiftleşme Modern insan erkeğiyle Neandertal kadını arasında değil, tam tersi yönde, yani Neandertal erkeğiyle modern insan kadını arasında olmuştur. Çünkü kadın tarafını yani sadece anneleri inceleyen MtDNA aktarımı kesintiye uğramadan geriye doğru devam etmektedir. Modern insan erkeğiyle Neandertal kadını çiftleşmiş olsaydı gen aktarımı burada kesilmiş olurdu. Bu çalışmalar, sözü edilen çiftleşmenin günümüzden 45 – 80 bin yıl önceki bir zaman dilimi içinde, modern insan Afrika’dan yeni çıktığı (ya da çıkmakta olduğu) ama Asya ve Avrupaya daha yayılmadığı bir sırada, Mısır gibi Kuzeydoğu Afrika ya da Levanten bölgesinde bir yerde gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Bazı araştırmacılar bu karışımın sadece bir kere ve bir bölgede değil, birden fazla kere ve farklı yerlerde olduğunu da iddia ediyorlar.
Birkaç yıl önce, mart 2010’da, araştırmacılar, Orta Asya’da, Altay Dağlarında, Denisova adı verilen bir mağarada yeni bir insan türü fosili buldular. Fosil üzerindeki genetik (MtDNA ve nükleik DNA) analizleri ve karbon testi incelemeleri fosili bulunan insanın günümüzden 41 bin yıl önce yaşamış olduğunu tespit etti. Denisova insanı ya da Denisova Hominin adı verilen yeni insan türünün Neandertalle akraba olduğu ortaya konuldu. Buna karşın, Denisova insanı Asya’da en azından 250 bin yıl ayrı bir popülasyon olarak yaşamıştı. Bu süre de onun ayrı bir tür olarak evrimleşmesine yetiyordu. Denisova insanıyla modern insan DNA’larının karşılaştırılması daha da ilginç bir durumu ortaya çıkardı. Bazı Malenezya yerlileri yüzde 4-6 kadar Denisova insanı genleri taşıyordu. Yani Denisova insanı DNA’sı ile modern insan DNA’sı biraz da olsa karışmıştı. İnsan DNA’sına Neandertal’den sonra Denisova insanı DNA’sı da girmişti.
HOMO TÜRLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
Tür Yaşadığı dönem (bin yıl önce) Yaşadığı yerler Boy (cm) Ağırlık(kg) Beyin hacmi(cm³)
H. habilis 2.300-1600 Afrika 100–150 33–55 660
H. erectus 2000-70 Afrika, Avrasya 180 60 850 (erken)-1100 (geç)
H. ergaster 1900-1400 Afrika 190 700–850
H. rudolfensis 1900-? Kenya
H. georgicus 1800-? Gürcistan 600
H. antecessor 1200-800 İspanya 175 90 1000
H. cepranensis 900-800 İtalya 1000
H. heidelbergensis 800-250 Afrika, Avrupa, Çin 180 60 1100-1400
H. neanderthalensis 400-30 Avrupa, Batı Asya 160 55–70 1400-1700
H. rhodesiensis 300-120 Zambiya 1300
H. sapiens idaltu 160-150 Etiyopya 1450
H. floresiensis 100-12 Endonezya 100 25 400
Denisova insanı ?- 41-? Altay dağları
H. sapiens sapiens 200 – bugün Bütün dünya 150–190 50–100 1350
Tablo 1: Homo türlerinin kıyaslanması.
VE SAHNEYE MODERN İNSAN ÇIKIYOR
Ve günümüzden 200 bin yıl önce, Doğu Afrika’da, Etiyopya civarlarında, sahneye modern insan, akıllı ya da bilge insan anlamına gelen Homo sapiens (ya da H. sapiens sapiens) çıktı. Genetik çalışmalar bugünkü insanla H. ergaster’ın yakın benzerlikler gösterdiğini ve bu nedenle insanın H. ergaster’den gelmiş olmasının muhtemel olduğunu ortaya koyuyor. Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, H. ergaster günümüzden 1.4 milyon yıl önce ortadan yok oldu. Bu da ortada, günümüz insanıyla ona olası en yakın atası olan H. ergaster arasında 1 milyon 200 bin yıl gibi uzun boşluk olduğunu gösteriyor. Bahsedilen bu uzun dönemde neler olduğu, H. ergaster’den insana gelen yolda ortaya çıkmış olması gereken diğer ara geçiş formları henüz bilinmiyor.
Son yıllarda ortaya bazı yeni bilgiler çıktı. Örneğin Günümüzden 160 bin yıl kadar önce, Etiyopya’nın Afar bölgesinde, Homo sapiens idaltu adı verilen yeni bir Homo sapiens soyu bulundu. 1450 cm3 hacminde beyni olan Homo sapiens idaltu, elde edilen bulgulara göre modern insana çok benziyor. Denisovan insanı dışında, yine aynı yerlerde, Etiyopya Afar’daki Gawis yakınlarda bir başka insan fosili daha bulundu. Gawis kafatası adı verilen bu insan fosili üzerindeki araştırmalar henüz bitmemiş olmasına rağmen, şimdilik bulunan bilgilerden, Gawis insanının günümüzden 500 bin ile 250 yıl arası dönemde yaşadığı ve Homo Erectus (H. ergaster) ile H. sapiens sapiens arası bir tür olduğu ortaya çıktı. Son yıllarda aynı bölgelerde üçüncü bir insan soyu daha bulundu. “Rodezyalı Adam” da denilen H. rhodesiensis adlı soyun, bu kez biraz daha aşağılarda, Zambiya’da, 300 bin ile 125 bin yıl önceki dönemde yaşadığı ve 1300 cm3 beyin hacmi geliştirdiği ortaya konuldu.
Sürekli yeni yeni arkaik insan fosillerinin bulunmasına, bu fosillerden her gün yeni bilgiler gelmesine, çalışmaların hızlarının ve sayılarının giderek artmasına bakılınca, sözü edilen boşluğun çok geçmeden doldurulacağını söylemek kehanet olmaz.
İnsanın göçü
Bugün en çok kabul gören görüşe göre, günümüz modern insanı, yaklaşık 200 bin yıl önce, Doğu Afrika’nın Afrika Boynuzu da denilen bölgesinde, Büyük Afrika Yarığının kuzeyinde, günümüz Etiyopya’sında ortaya çıktı. Büyük olasılıkla mutasyon geçiren tek bir kişiden gelişerek beliren H. sapiens sapiens türünün sayısı zamanla çoğaldı. Sayıları arttıkça gruplara ayrıldılar. Kişi ve grupların sayıları çoğaldıkça yiyecek bulmak zorlaştı. Daha fazla yiyecek bulabileceklerini umdukları bölgelere doğru dağılmaya başladılar. İlk büyük göçün Afrika’nın içlerine olduğu sanılıyor. Güney Afrika’ya dek ulaşıp oradan Afrika’ya dağıldılar. Muhtemelen doğu kıyısını izleyerek Güney Afrika’ya varan koldan bir süre sonra çıkan bir grubun batıdan yukarı kıvrıldığı ve bugünkü Kalahari çölü çevresine yerleştiği öne sürülüyor. Bu tezi destekleyen genetik çalışmalar bulunuyor. Bugün, Afrika’daki kabileler içinde genetik olarak, kökenleri en eskiye giden gruplarından olan San halkı kabilesinin bu gruptan geldiği öne sürülüyor.
Etiyopya’daki ana grup uzun süre aynı yerde kalıp sayıları arttıktan sonra, içlerinden bir grup 60-70 bin yıl kadar önce diğerlerinden ayrılıp Afrika dışına çıktı. Son birkaç yıldır yapılan bazı çalışmalar, bu göçün çok daha öncelerde, günümüzden 130 ile 90 bin yıl öncesinde olduğunu ortaya atıyorlar. Bu araştırmacılar tezlerini, daha çok İsrail’de bulunan 125 bin, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunan 100- 109 bin yıllık insan yapımı aletlere dayandırıyorlar. Ancak bahsedilen aletlerin yanında insan fosili bulunamamış olması, aletlerin H. sapiens sapiens’ten mi, yoksa çok daha önceleri Afrika’dan çıkmış olan öteki Homo türlerinden, örneğin Homo erectus’tan mı kalmış olduğu sorusuna yanıt veremiyor. Bu nedenle 60-70 bin yıl önceki çıkışı savunan ilk görüş genel kabul görmeye devam ediyor.
Pek çok kanıtla desteklenen “Afrika’dan Çıkış” (“Out of Africa”) kuramına göre, insan Afrika’dan, büyük olasılıkla, daha önce anlattığımız 70-74 bin önceki Tobe Volkanı Felaketi’nin olumsuz etkileri Afrika’ya ulaştıktan sonra, yaşadıkları Kuzey Doğu Etiyopya’dan küçük bir kol halinde ayrılıp kuzeye doğru yola çıktılar. Nil nehrini izleyerek Mısır’a, oradan da Sina yarım adası, İsrail – Lübnan vadisi yolunu izleyerek Mezopotamya ve Anadolu’ya kadar gittiler. Mezopotamya ve Anadolu’nun güney ve doğusuna yerleşen grup daha sonraları Kafkaslara, Orta Asya’ya, Güney ve Uzak Asya’ya doğru dağıldılar. Yapılan hesaplamalara göre, bu çıkış sırasında, Etiyopya’da yaşayan toplam insan sayısı 2-3 bin civarındaydı. O gruptan yola çıkanların sayısının ise 150 – 200 kişi kadar olduğu tahmin ediliyor.
Harita 1: Afrika’dan Çıkış kuramına göre insanın Afrika’dan çıkıp bütün dünyaya dağılımı ve göç yolları.
Bir başka görüş ise insanın Afrika’dan tek bir kerede değil, iki ayrı zamanda ve iki ayrı yolu izleyerek çıktığını öne sürüyor. Kuzeyden, Nil, Mısır, Sina yarım adası üzerinden, Lübnan vadisi üzerinden Mezopotamya ve Anadolu’ya varan gruptan çok daha öncelerde bir başka grup Kızıldeniz’den karşıya, Arap Yarımadasına, bugünkü Yemen kıyılarına geçtiler. Etiyopya’daki ana gruptan kopan bu küçük grup muhtemelen doğuya yönelip Bugünkü Eritre – Cibuti sınırı civarlarına geldiler. Kızıldeniz burada çok darlaşıyordu. Kızıldeniz ile Aden Körfezinin birleştikleri bu dar yerden karşıya Arap Yarımadasına, bugünkü Yemen kıyılarına geçtiler. O zamanlar deniz seviyesi günümüzle kıyaslandığında 70-100 m kadar aşağıdaydı ve bu yüzden de geçtikleri boğaz bugünkünden çok daha dar ve sığdı. Asya’ya geçen grup, deniz/okyanus kıyısını izleye izleye, Yemem, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, yolunu izleyerek bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri ve Dubai civarlarından Basra ya da İran körfezini dolanmadan körfezin bu dar yerinden karşıya, İranın güneyine geçtiler. Yüne sürekli deniz kıyısını izleyerek Pakistan, Hindistan yolundan Uzak Doğuya kadar yayıldılar. Gördükleri, yiyeceğin bol, tehlikenin az, yerleşimin ve yaşamanın daha kolay olduğu yerlerde, akarsu, göl, körfez kıyılarında, mağaralarda yerleştiler. Orada kalıp sayıları arttıktan sonra ve orası yeniden hepsine yetmez hale gelince yine içlerinden bir kol çıkıp daha ileriye, bir başka yere doğru yola çıktı. Böylece sürekli kona göçe, ama her konup göçmede de sayıları daha artıp daha çoğalarak, daha yayılarak on binlerce yılı bulan bir uzun yolculuk yaptılar. Bu yolculuk sonunda dağıldıkça dağıldılar. Sonuçta Afrika’dan çıkan ilk grubun torunlarının torunları 50 – 60 bin yıl kadar önce Uzak Doğuya kadar yayıldılar. Uzak Doğuya ulaşan gruplar, bir süre sonra adalara dağıldılar. Filipinler, Polinezya, Melanezya, Endonezya – Yeni Gine’ye dek yerleştiler. Bir kol da 40 bin yıl kadar Avustralya’ya geçti. Bugün, denizle birbirinden ayrılmış binlerce adadan oluşan bu bölge o zamanlar henüz buzul dönemi devam ettiğinden buzullarla kaplıydı ve bu yüzden de Avustralya’ya dek uzanan adalara geçiş yolu tamin edildiği kadar zor olmadı.
Polinezyalı, Yeni Gineli, Malenezyalı yerliler ile Aborijinler dahil bu bölgelerde yaşayan farklı gruplar üzerinde yapılan genetik (MtDNA ve Y kromozomu) çalışmalar, bu bölge insanları ile daha önce bahsedilen Denisova insanı genlerinin az da olsa karışmış olduğunu ortaya koyuyor. Sonuçları geçtiğimiz yıl yayınlanan çalışma, bölge insanlarının özellikle bağışıklık sistemi ile ilgili bazı genlerini Denisova insanından aldıklarını öne sürüyor. Çalışmaya göre, Güney Doğu Asya’ya varıp buradaki sıcak ormanlarda uzun süre yaşayan insanlardan bir kısmı Denisova insanıyla karıştıktan sonra Avustralya dahil güneydeki adalara göçtüler.
Bu görüşe göre, Afrika’dan çıkan ikinci kol ise, çok daha sonraları yola koyuldu. Genetik analizlerin gösterdiğine göre, yine küçük bir grup olarak yola çıkan ikinci kol doğu yerine kuzeye yöneldi. Nil nehrini izleyerek Mısıra kadar ulaştı. Oradan Sina yarım adası üzerinden İsrail ve Lübnan vadisine, bugünkü Filistin, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye, Sina Yarım adası ve hatta hatay’ı içine alan eski Levant veya Levanten bölgesine geçtiler. İkinci gruptaki insanlar çok daha sonraları yola çıktıklarından daha yetkin, daha gelişmiş aletler geliştirmişlerdi. Deniz kıyısını izlemek zorunda kalmadılar. Lübnan vadisi ya da Levant’ten yukarıya, kuzeye, Mezopotamya ve Anadolu’ya gittiler. Oradan da zaman içinde Avrupa, Asya ve Orta Asya’ya dağıldılar. Yine yerleşe yerleşe göçlerine devam ederek Anadolu’nun doğusundan bir grup Asya’nın içlerine doğru yönelirken bir grup da Kafkaslara gitti. Kafkaslara yerleşen gruptan daha sonraları çıkan bir kol oradan Orta Asya’nın içlerine geçti. Altay ve Tanrı Dağları üzerinden Moğolistan ve Çin – Mançurya’nın kuzeyine, Güney Doğu Sibirya’nın ormanlık alanlarına dek uzandı. Güney Sibirya’ya 40-45 bin yıl önceki zamana denk düşen bir dilim içinde ulaşmışlardı. Uzun süre soğuk Sibirya ormanlarında yaşayan bu grup muhtemelen iklimin yumuşamasıyla doğuya bugünkü Japonya ve Kore’ye, aşağı güneye bugünkü Çin’e, batı ve güneybatıya, Moğolistan, Altay Dağları ve Orta Asya’ya, ve yukarı Kuzey Batıya bugünkü Rusya’ya; kuzeye, Doğu Sibirya’ya olmak üzere tam anlamıyla dört bir yana dağıldılar. Çin, Kore, Japonya, Moğolistan, ve Orta Asya’da yaşayan insanların dillerinin (Çince, Korece, Japonca, Moğolca ve Türkçe) aynı kökene sahip olması bu açıklamayı güçlendiriyor
Kuzey’e gidip, Doğu Sibirya’ya yerleşen kolun bir kısmı, 15 -20 bin yıl kadar önce, Bering Boğazı üzerinden Amerika kıtasına geçti. Asya ile Amerika kıtalarını birbirinden ayıran ve bugün 92 km genişlik ve 30-50 metrelik derinliğe sahip olan Bering Boğazı civarı o zamanlar buzullarla kaplı olduğundan kara yolu açıktı. Doğu Sibirya’dan Amerika’ya geçen kol, bugünkü Alaska’ya vardıktan sonra, yine sürekli deniz kıyısını izleyerek, kollana kollana, yayıla yayıla Güney Amerika’ya dek gitti. Yapılan çalışmalar, Amerikan yerlisi Kızılderililerin Doğu Sibirya’daki gruptan çıkmış kolun insanları olduğunu doğrudan gösteriyor.
Türk ırkçılarının, “Güneş Dil Teorisi”nde dile getirdikleri, Kızılderililerin Türklerden geldiği tezi kaynağını buradan alıyor. Yapılmış çalışmalar, Kızılderililerle Türklerin 40-50 bin yıl önceki atalarının bahsettiğimiz Güney Sibirya ormanlarında yaşayan insan grupları olduğunu gösteriyor. Ama aynı gruplar bugünkü Çinliler, Koreliler, Japonlar ve hatta Slavların da ataları. Bu yüzden Kızılderililerin Türklerden geldiğini öne süren Türk ırkçılarının mantığıyla yola çıkılırsa, onlara Türklerin Çinlilerden ya da Korelilerden geldiği de söylenebilir. Bu tez ne kadar mantıklıysa öteki tez de o kadar mantıklıdır. Kızılderililerle Türklerin (ama aynı zamanda, Çinli, Koreli ve Japonların da) ortak ataları birbirlerinden en azından 20-30 bin yıl önce ayrılmışlardır. Buna kalırsa, yazımızda yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi, bugün dünyadaki istisnasız bütün insanlar 150-200 bin yıl önce Etiyopya’da ortaya çıkmış olan çok küçük bir gruptan, hatta çok daha eskilere gidersek, yine Doğu Afrika’da yaşamış olan küçük bir grup insansı – maymunsu ortak atadan, Australopitesinlerden gelmektedir. Bu anlatım insanların kökenine ne kadar açıklama getiriyorsa, Türk ırkçılarının “Kızılderililer Türktür” tezi de o kadar açıklama getiriyor. Bu mantıkla gidildiğinde, rahatlıkla, Kızılderililer Türkse, Türkler de “Homo erectus”tur denilebilir.
Devam edelim. Afrika’dan çıkıp Ortadoğu, Güney ve Doğu Anadolu üzerinden Kafkaslara giden kolun dışında, Mezopotamya ile Güney ve Doğu Anadolu’ya yerleşmiş gruplardan bir kol da zaman içinde Anadolu’nun içlerine yayılıp İstanbul’a kadar ulaştı. Boğazdan karşıya geçip, 35 – 45 bin yıl önce hızla Avrupa’nın her yanına yayıldı.
Bir diğer görüş de, antropolog, genetikçi, tıp doktoru ve popüler bilim yazarı ünlü Stephen Oppenheimer’in geliştirdiği tezdir. Oppenheimer insanın Afrika’dan çıkışını biraz daha eskiye götürür. Ona göre, Homo sapiens sapiens 200 bin yıl önce Etiyopya Kenya sınırlarında bir yerde ortaya çıktı. 160 – 135 bin yıl öncesi arasında dört kola ayrıldı. Bunlardan biri aşağıya Güney Afrikaya, diğeri Batıya bugünkü Kongo ve Angolanın okyanus kıyılarına, üçüncü kol yine batıya ama biraz daha yukarıya, bugünkü Gana, Fildişi Kıyıları ve Sierra Leone taraflarına, bir grup da kuzeye, Etiyopya’nın kuzey doğusundaki Afar civarlarına, Etiyopya, Eritre ve Cibuti sınırına bir yerlere yerleşti. 135-115 bin yıl önceki bir zaman aralığında Kuzeydoğu Etiyopya’daki gruptan bir kol kuzeye doğru yola çıktı. Nili izleyerek o zaman henüz yeşil olan Sahrayı geçti ve Mısıra ulaştı. Sina yarımadası üzerinden Levan bölgesine vardı. Levant bölgesinde uzun süre kalan ilk kol bir süre sonra oradaki zorlu doğa koşullarına (her yer henüz buzlarla kaplıydı) dayanamayarak, yok oldu. Böylece modern insanın Afrika’dan ilk çıkışı yaklaşık 90 bin yıl önce Levant bölgesinde kesintiye uğradı. Levant bölgesinde insanın boşalttığı yerlere Neandertal yerleşti.
Afrika’dan ikinci ama başarılı olan çıkış çok daha sonraları, 90 – 85 bin yıl öncesinde yine Kuzeydoğu Etiyopya’dan ama bu kez Kızıldeniz üzerinden oldu. Kızıldeniz’in yukarıda sözünü ettiğimiz dar yerinden Arap Yarım adasına bugünkü Yemen’e geçen küçük grup, balık avlama yoluyla yiyecek bulma garantisi sağladığından sürekli deniz kıyısını izleyerek ilerledi. Basra körfezinden karşıya İrana geçti. Oradan Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Doğu Asya yoluyla Uzakdoğu’ya, Malezya ve Endonezya’ya dek gitti. Endonezya’dan yeniden yukarı kuzeye kıvrılarak Vietnam ve Güney Çin kıyılarına ulaştı. İnsanın bu yolculuğu en azından 10 bin yıl almıştı. Tam o sıralarda, 74 bin yıl kadar önce bahsettiğimiz Tobe patlaması oldu. Patlama ve sonraki etkileri sonucunda, bugünkü Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Miyanmar (eski Burma) kıyılarına yerleşmiş bütün insanlar öldüler. Uzun bir bekleyişten sonra etkiler kaybolunca iki uçta kalmış insanlar tekrardan yola çıktılar. Malezya’da sıkışmış olanlardan 70-65 bin yıl önce yine değişik kollar çıkıp dört bir yana dağıldı. Bir kol kuzeye, Myanmar ve Bangladeş’e; bir diğeri Vietnam üstünden yukarı Çin ve Kore’ye; bir başkası Papua Yeni Gine’ye dek Filipin adalarına ulaştı. Son Avustralya’ya geçti.
65-52 bin yıl öncesi dönemde, Hindistan üzerinden Pakistan’a ulaşan gruplar Anadolu ve Kafkaslara dek gittiler. 52-45 bin yıl önceki dönemde, Doğu Anadolu ve Kafkaslara yerleşmiş olanlar Anadolu ve Boğazlar üzerinden Avrupa’ya geçerek Fransa’ya dek gittiler. 45-40 bin yıl öncesinde yolculuk ve yayılma hızlandı. Fransa’dakiler İspanya’ya, Kafkaslar ve Doğu Anadolu’dakiler Mezopotamya ve Levant üzerinden yine Afrika’ya dönüp Kuzey Afrika’ya; İran ve Pakistan’daki gruplar ayrı ayrı Asya içlerine, Orta Asya ve Altay bölgesine, Bangladeş ve Çin’dekiler ayrı yollardan Çin içleri ve Moğolistan’a, Güney Çin ve Kore’dekiler kuzeye çıkıp yukarıdan aşağı Japonya’ya geçtiler. 40 – 25 bin yıl öncesine denk düşen dilimde, Orta Asya ve Altaylarda yaşayanlar iki yana dağıldılar. Bir kısmı Hazar denizi ve Karadenizi’in üzerinden Avrupa’ya bir diğer kol da kuzeye, Doğu Sibirya ve Bering Boğazına doğru yayıldılar. Aynı sıralarda Doğu Sibirya ve Bering Boğazına, Çin içleri ve Kore’ye yerleşmiş olanlar da yöneldi. 25-22 bin yıl öncesinde Doğu Sibirya’dakiler Bering Boğazı üstünden Alaska ve Kuzey Amerika’ya geçtiler. Bu sıralarda, 18 bin yıl önce yine buzullar geldi, yollar, geçitler kapandı. Kuzeydeki insanlar birkaç bin yıl boyunca yine mağaralara, ateşin başına hapsoldular, bir yere kımıldayamadılar. 15 bin yıl önce, buzullar eriyip yolla açılınca yine yollara düştüler. Bu kez, 15-10 bin yıl öncesinde Amerika’da, iki ayrı koldan, Pasifik ve Atlantik Okyanusu kıyıları boyunca aşağıya Arjantin’e dek dağıldılar. Son buzul devrinin kapanmasıyla 10-8 bin yıl kadar önce tarım ortaya çıktı ve insan dünyanın kalan diğer yerlerine, Afrika, Kuzey Avrupa ve Amerika’nın içlerine yayıldı. Oppenheimer’in iddiası böyle. Oppenheimer’in tezi, http://www.bradshawfoundation.com/journey/ internet adresinden, interaktif hareketli bir harita üzerinde görülebilir.
İnsan Afrika’dan ne zaman ve hangi yollardan çıkmış olursa olsun, gittikleri yerlerde yer yer daha öncelerden buralara gelip yerleşmiş öteki Homo türleriyle de karşılaştılar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, H. sapiens sapiens hem geliştirdiği daha mükemmel aletler, hem onlardan gelişkin kültürü, hem de koşullarla daha uyumlu anatomik biyolojik yapısıyla önceki Homo türleri ve bunların alt soylarından çok daha gelişkin olduğundan onların yerlerini aldılar. Öncekileri geriye ite ite onların yerlerine geçtiler. Asya ve Avrupa’da yeni modern insan akın akın geldikçe önceki türler gerilere, yaşanması çok daha zor bölgelere çekilmek zorunda kaldılar. Modern insan, Avrupa, Ortadoğu ve Anadolu ile Orta Asya’nın bir kısmında Neandertal’in; Uzak Asya’da da muhtemelen H. erectus’tan evrilmiş olan H. floresiensis ve Denisova insanı gibi soyların (belki de daha başka tür ve soyların) yerlerini aldı. Öteki türler hem bahsedilen bu insan zorlaması, hem doğanın acımasızlığı, hem de genetik – biyolojik yapılarının sınırlılıkları gibi nedenlerle daha fazla dayanamayıp tür olarak yok oldular; yeni koşullara uyum sağlayamayarak yeryüzünden silindiler. Koca dünyada bir başına kalan Homo sapiens sapiens geliştirdiği kültürü, teknolojisi, bilgisi ve yetenekleriyle bütün dünyaya hakim oldu.
Yukarıda uzun uzun anlattığımız insanın göçünü ya da daha diğer bir anlatımla yakın dönem kökenini açıklayan görüş, genel olarak “Afrika’dan Çıkış” (“Out of Africa”) diye adlandırılan görüş, tez ya da kuram. Bu tez, bilim dünyasında “Yakın Dönem Tek Köken Hipotezi” (Recent single-origin hypothesis –RSOH-) ya da “Yakın Dönem Afrika Kökeni” (“Recent African Origin” –RAO-) modeli gibi adlarla da anılıyor. Bu görüşün dışında “Çok bölgeli köken hipotezi” (“Multiregional-origin hypothesis”) olarak bilinen bir başka tez daha var: Bu görüşe göre, insan gittiği farklı yerlerde, oralara daha önceden yerleşmiş farklı Homo türleriyle karşılaştı. Karşılaştığı değişik türlerle birleşti. Bu birleşimden ortaya farklı farklı ırklar çıktılar. Örneğin Homo Sapiens Avrupa’da Neandertal’le birleşti ve ortaya beyaz ırk çıktı. Asya’da Homo Erectus’la, Afrika’da Homo Heidelbergensis ve diğer Homo türleriyle birleşti; Pasifik Adaları ve Avustralya’da daha başka türlerle birleşti. Her bir farklı bölgede farklı bir veya birkaç tür olduğundan insanın o farklı türlerle birleşmelerinden farklı farklı ırklar doğdu. Bu yüzden de insanın kökeni bulundukları bölgelere ve oralarda karıştıkları eski türlere göre değişkenlik gösterir. Irklar buradan doğar.
Yukarıda anlatıldığı gibi, bugüne dek, Aşağı Sahra Afrikası dışında yaşayan insanlarda çok az miktarda (yüzde 1-4 arası) Neandertal ile Malenezya ve Polinezyalılarda yine az miktarda (yüzde 4-6) Denisova insanı DNA’sı kalıntılarına rastlandı. Onun dışında bugün dünyada yaşayan bütün insanların Y kromozomu ve Mitokondri DNA’ları incelendiğinde herkesin DNA’sı Doğu Afrika’da, Etiyopya’daki bir erkekle bir kadına gidiyor. Hiçbir yerde, hiç bir kişi ve grubun, hiçbir “ırk”ın kökleri başka yere gitmiyor ya da bir yerde kesintiye uğramıyor. Öte yandan, insan paleolitik dönemden beri yaşadığı mağaralara resimler yaptı. Bulunan hiçbir resimde, insanı başka bir Homo türüyle ilişkide gösteren bir resim bulunmuyor. Son yıllarda devasa miktarlara ulaşan Y DNA’sı ve mtDNA analizlerinin, genetik araştırmaların yanı sıra, bu bulgular da insanın Afrika’dan çıktığını gösteriyor. Bu da ‘Afrika’dan Çıkış” tezini kanıtlıyor.
Son yıllardaki genetik çalışmalar, insanın genetik yapısının heterojen değil, aksine oldukça homojen olduğunu gösteriyor. Her ne kadar fenotip özellikleri / fiziksel görünümleri yer yer farklılıklar gösterse de, genotip (genetik) özellikleri ele alındığında insan grupları arasında oldukça az değişkenlik olduğu görülüyor. Aynı grubun insanları arasındaki genetik farklılık ayrı ayrı gruplar arasındaki farklılıktan çok çok daha fazla. Daha da ötesi, yapılan mitokondriyal DNA analizleri, Afrika dışındaki bütün insan gruplarının kökeninin aynı tek bir kökene, “Mitokondriyal Meryem” adı verilen Afrika’daki tek bir kadına gittiğini gösteriyor.
80’li yıllara kadar “Afrika’dan Çıkış” tezi bilim çevrelerinde yer yer kuşkuyla karşılanıyor, o kadar da fazla kabul görmüyordu. Ancak o günden bu yana giderek artan bilgiler, özellikle de son dönemlerdeki genetik çalışmalar, bu kuşkuları giderdi. Bugün neredeyse bilim dünyasının tümü, insanın yakın dönemindeki kökenine ilişkin tez olarak “Afrika’dan Çıkış” tezini kabul ediyor. Elde edilen yeni bilgiler, “Çok bölgeli köken hipotezi”ni artık adeta savunulamaz hale getirip o tezden yana bilim insanı sayısını yok denecek kadar azalttı.
Biyolojik kavram olarak ırk
Yazımızın başlarında da açıkladığımız gibi, biyolojide ırk kavramı kullanılırken, bir türün, bir alt türü ya da popülasyonunun, aynı türün öteki popülasyonlarından morfoloj ve genetik gibi biyolojik açılardan farklılaşması kast edilir. Önceki sayfalarda birçok örneğini verdiğimiz Homo türleri içinde ve arasında böyle farklılaşmalar vardır. Oysa modern insan H. sapiens sapiens’e gelince işler zorlaşıyor. Böyle gruplaşmalar yapmak kolay olmuyor. Çünkü insan grup ya da popülasyonlarını farklı ırklar halinde birbirlerinden ayırmamızı engelleyen ciddi sorunlar var.
Herşeyden önce, bir insan popülasyonu ya da grubunu farklı bir ırk olarak tanımlamamızı sağlayacak ortak kriterler yok. Hangi fark ya da farklara bakarak bir gruba falan ırk diyeceğiz? Bu konuda bilim dünyasında bir konsensüs bulunmuyor. Deri renklerine göre mi ayıracağız, kan gruplarına göre mi, konuştukları dillere göre mi, kafalarının biçimlerine ya da kaş-göz-burun yapılarına göre mi? Yoksa genetik yapılarına göre mi ayıracağız insan gruplarını? Diyelim, grupları genetik yapılarına göre ayırmaya karar verdik, o zaman kaç genetik değişiklik, yani kaç gendeki veya hangi gen ya da genlerdeki kaç farklılık bir grubu ayrı bir ırk olarak tanımlamamızı sağlayacak? Bugün kimileri ten rengine bakarak ırk tanımı yaparken kimileri kan grubuna, kimileri de yüz şekli, kemik ve kafa yapısına göre ırkları tanımlıyor.
İkinci sorun, bugün ayrı ayrı ırklar olarak ifade edilen gruplardan hiç birinin her hangi bir geninde ya da genlerinde sadece o “ırk”a ait özel genetik farklılıkların olmaması. Örneğin şempanze ile insanı birbirinden ayırırken, DNA’larında belirteç olarak kullanabileceğimiz ve bir bakışta bu insan bu da şempanze DNA’sı diyebileceğimiz kesin ayırımlar var. İnsan’da 23 çift kromozom bulunurken şempanze’de (ve goril ile orangutanda) 24 çift kromozom vardır. Şempanze’de 2a ve 2b olarak adlandırılmış iki ayrı kromozom insanda birleşerek tek bir 2. Kromozomu yapmıştır. İnsan grup ya da popülasyonları arasında böylesine belirgin ve her seferinde, herkeste görülebilecek böyle spesifik ve aleni değişiklikler yoktur.
Genlerle belirlenen kan gruplarını ele alalım. Aynı kan grubunun bir popülasyon içinde görülme sıklığı bölgeden bölgeye değişkenlik gösterir. Örneğin 0 kan grubunun en fazla görüldüğü popülasyon Kızılderililerdir. Bu oran güneye gidildikçe öylesine artar ki, Brezilya yerlilerinden Pemon ve Makintare gibi kabilelerde yüzde 100’e kadar çıkar. Oysa aynı “ırk” içinde tanımlanan bir diğer Kızılderili grubunda, Kuzey Batı ABD’de, Seattle civarlarında yaşayan Karaayak Kızılderililerinde o sıklık yüzde 50’lere iner. Ama yine Kuzey Amerika’da, bu kez biraz doğuda Minnesota civarlarında yaşayan Chippewa Kızılderililerinde yine artarak yüzde 90’lara çıkar. Aynı 0 grubu Çinlilerde yüzde 55’lerin, Aborijinlerde yüzde 75’lerin üstündedir. Yine, A grubu Avrupa’nın beyazlarında daha sıktır ama bu sıklık 0 grubunda olduğu gibi, batıdan doğuya gidildikçe ciddi değişiklik gösterir. Durum böyleyken, kan gruplarına bakarak insan gruplarını ırk olarak ayırabilir miyiz?
Biyolojik ırk kavramını insan gruplarına uygulamamızı olanaksız kılan bir diğer sorun da aynı grubun farklı kişileri arasındaki genetik varyasyon ya da çeşitliliğin, örneğin iki beyaz arasındaki genetik farklılığın, iki ayrı grup arasındaki, örneğin “beyaz” ile “sarı ırk” arasındaki genetik farklılıklardan çok daha fazla olması.
ABD – Harvard üniversitesinin eski profesörlerinden evrimci biyolog Richard Lewontin 1972’de yaptığı çalışmada ayrı ırk olarak tarif edilen farklı grupları birbirleriyle kıyasladı. Lewontin’in bulduğu sonuçlar inanılmazdı. Ayrı “ırk” olarak tanımlanan farklı gruplar arasındaki genetik fark sadece yüzde 7 çıktı. Asıl büyük yüzde, aynı grubun kişileri arasındaydı. Bu yüzden, James Shreeve, “genetik olarak beni bir Afrikalı siyah ya da Eskimodan ayıran şeylerin çoğu, aynı zamanda beni diğer bir Avrupa Amerikalısı atamdan da ayırır” der.
Bu yüzden biyoloji bilimi, biyolojik ırk kavramını insanı gruplarına uygulamaz ve insanlar arasında biyolojik açıdan ırksal farklılıklar görmez. Ama öte yandan insan grupları arasında, ten ya da saç, göz rengi, vücut, kafa, kemik yapısı gibi fiziksel görünüm açısından ciddi farklılıklar olduğu da aşikar. Biyoloji bu farklılıkları evrimle, evrimin adaptasyon mekanizmasıyla açıklar. Aynı gruptan çıkmış insanlar farklı coğrafi koşulların zorlamasıyla dıştan gözlenebilen farklı fenotip özellikler kazanırlar der.
FİZİKSEL – FENOTİP FARKLILIKLARIN BİYOLOJİK – GENETİK KARŞILIĞI VAR MI?
İnsanlar arasında, ten rengi, kafatası, çene, burun, göz yapısı gibi fenotip özellikler denilen ve dışarıdan görünümleriyle belirginleşen fiziksel farklılıkların olduğu bir gerçek. Bazı insanlar bu özelliklerine bakılarak birbirlerinden ayrılabilir. Ama ten rengi dışında bütün bu görünüm farklılıkları aynı büyük bir grupta toplanabilir mi? Örneğin ülkemizde, Karadeniz bölgesinde yaşayan Lazlar içinden bazı erkeklerin kemerli büyük burunları olduğu gözlenir. Ama buradan yola çıkarak, bütün büyük kemerli burunlular Laz’dır denilebilir mi? Lazlar içinde, büyük kemerli burunlular dışında, en az onlar kadar küçük ve düz burunlular da yok mu? Ya da, Laz olmayan öteki gruplar ve başka bölgelerde yaşayan bambaşka kökenlerden gelmiş insanlar arasında da büyük kemerli buruna sahip kişiler yok mu?
Veya, 1930’lu yıllarda dünya modasına uyularak Afet İnan’ın öncülüğünde yapılan kafatası ölçümlerinde ortaya çıkarıldığı söylenilen “Türklerin fiziksel özellikleri”ni ele alalım. O “fiziksel özellikler” arasında yer alan badem göz bugün ülkemizde kaç Türkte var? Sadece bu gözlere sahip olanları Türk olarak kabul edersek ülkemizde acaba kaç kişiye Türk diyebilir? Veya burunlarına bakarak Türkleri öteki gruplardan nasıl ayırabiliriz? Türkler arasında düz dar burunluların yanı sıra geniş ve/veya iri burunlular da yok mu? Veyahut aynı burun yapıları İranlı, Kürt, Yunanlı, İtalyan, Fransız, Şilili ya da İngilizler arasında da bulunmuyor mu?
Ten rengi farklılıkları evrimsel adaptasyonun ürünü
Bugün ırkları birbirlerinden ayırmakta kullanılan en önemli ayıraç ten rengidir. Çünkü gerçekten de dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan büyük insan grupları arasında ciddi deri rengi farklılıkları bulunur. Bu bağlamda sadece renklerine bakarak insan grupları çok kaba bir biçimde de olsa birbirlerinden ayrılabilir. Ancak ten rengi farklılıkları, değişik renklerden insanların değişik ırksal kökenlerden çıkıp farklı evrimleştikleri ve bu yüzden de aralarında ırksal ayrımlar olduğu anlamına mı gelir? Renk farklılıklarını çevresel faktörler, örneğin on binlerce hatta yüz binlerce yıl boyu, güneş ışığının farklı şiddet ve ölçülerde vurduğu (ya da vurmadığı) bölgelerde yaşamış olmak bu renk farklılıklarını yaratmış olamaz mı?
Derinin kalınlık ya da inceliği, kılcal damarlanmaların taşıdığı kan miktarı, o kanın yapısı, beslenme ve ultraviyole / güneş ışınlarına maruz kalma miktarı gibi birçok etmen deri rengi üzerinde etkide bulunur. Örneğin kan hücrelerinden kırmızı kan hücreleri de denilen eritrositlerin içinde bulunan ve oksijen taşıyan hemoglobin pembemsi kırmızı renklidir. Bu yüzden oksijenlenmiş temiz kan daha fazla hemoglobin taşıdığından pembemsi açık kırmızı; oksijenini bırakıp karbondioksitle yüklenmiş kan, hemoglobini azalmış olduğundan koyu renklidir. Kan dolaşımında bozukluk olduğunda oluşan morartı bu yüzdendir. Atmosferde deniz seviyesinden yukarılara çıkıldıkça oksijen miktarı düşer. Dağların zirveleri gibi yüksek yerlerde bu oran iyice azalır. Bu yüzden alışkın olmayan biri, Ağrı’nın ya da Himalayalar’ın yükseklerinde nefes almakta zorlanır. Ancak bu uzun sürmez, bir süre sonra düşük seviyedeki oksijene vücut alışır. Oksijen azlığı doğrudan kırmızı hemoglobini etkiler. Bu nedenledir ki dağlarda yaşayanların renkleri aşağıda ovada yaşayanlara göre daha koyudur.
Yine, havuç, tatlı patates vb gibi bazı bitkilerde karoten pigmenti bulunur. Bu pigmenti taşıyan sebze ve köklerden fazla yiyenlerin renkleri sarıya çalar. Bu diyetten zengin beslenme alışkanlığı olanların renkleri buna uyum gösterir. Ama deri rengini asıl belirleyen, derinin üst tabakasında bulunan ve Yunanca’ siyah anlamına gelen melas’tan kökünü olan koyu renkli melanin pigmentidir. Albinolar hariç bütün insanlar bu pigmenti taşır. Teni rengi daha koyu olan insanların deri hücrelerinin açık renkli insanların deri hücrelerinden daha fazla melanin pigmenti ürettiği bilinmektedir. Bunun yanı sıra, güneş ışığına maruz kalmanın melanin üretimini artırdığı da gösterilmiştir. Daha fazla güneş daha fazla melanin pigmenti oluşması ve sonuçta rengin koyulaşması anlamına gelir. Bunu kendi pratiğimizden, yazın ışınların daha doğrudan ve şiddetli geldiği öğle saatlerinde birkaç saat kızgın güneşte kalmakla bronzlaşmamızdan anlayabiliriz.
Öte yandan, melanin pigmentinin deriyi, güneşin ultraviyole radyasyonu hasarından koruduğu ve bunun neticesinde daha fazla melanin pigmenti taşıyan koyu renkli insanların deri kanseri ve güneş yanıklarına daha az yakalandıkları; daha az melanini olan açık renkli insanların ise bu hastalıklara daha yatkın oldukları ortaya konulmuştur.
Güneşin ten rengi üzerindeki dolaysız etkisini görmek için uzun boylu araştırma yapmak gerekmiyor. Dünya haritasını önümüze alıp şöyle bir bakmak yetiyor. İnsanın deri rengi, güneş ışığını daha fazla ve doğrudan dik açıyla alan ekvator bölgelerine yakınlaştıkça koyulaşır; güneş ışınlarının hem şiddeti hem de geliş açısının giderek azaldığı Ekvator’dan uzaklaşıldıkça açılır. Böyle olunca, Ekvatora yakın bölgelerde neden insanların koyu renkli ve siyah; İskandinav ülkeleri ve Rusya gibi güneşe hasret kalan Ekvator’a uzak soğuk bölgelerde yaşayan insanların neden açık renkli ve sarışın olduklarının açıklanması kolaylaşır. Doğal olarak arada kalanlar da ara tonları oluştururlar. Kaldı ki, yakından bakıldığında ten renginin Afrika içinde bile farklılık gösterdiği, Afrika’daki siyahlar arasında Ekvatora daha yakın bölgelerde yaşayan siyahların çok daha siyah olduğu görülür. Bu durum Sudan ve Etiyopya gibi ülkelerde açıktan gözlenir. Bu ülkelerin kuzeyinde yaşayan siyahların rengi biraz daha açık bir siyahken, Ekvatora yakın güney bölgelerinde yaşayanların renkleri çok daha koyu bir siyahtır.
Harita 2. İnsanların deri renklerine günümüzde dünya üzerindeki dağılımları.
Öyle görünüyor ki, evrim, sürekli fazla güneş altında kalan insanları, evrimsel adaptasyona uğratarak, onları güneşin zararlı etkilerinden koruyacak mekanizmalar geliştirmiş ve daha fazla melanin üretecek genleri ortaya çıkarmıştır. Fazla melanin pigmenti üretimi de güneşin bol ve şiddetli olduğu bölgelerde yaşayan insanların renklerini koyulaşmıştır. Bugün deri rengi en koyu olanlar Afrika’nın Ekvator’a en yakın bölgelerinde yüz binlerce yıl yaşamış olanlarıdır. Bunun tek istisnası, Latin Amerika’nın Ekvator’a denk düşen yerlerinde yaşayan yerli halklardır. Ama Amerika’daki en eski insanların oraya Asya’dan 15 bin yıl kadar önce göçtükleri (Latin Amerika’ya çok daha sonraları, 9-10 bin yıl kadar önce ulaştılar) göz önüne alındığında bu istisnanın nedeni kendiliğinden açıklanır. Çünkü, Afrika’dan siyah olarak göçen H. sapiens sapiens’lerin renkleri yerleştikleri Orta Asya ve Sibirya soğuklarında 30-35 bin yıl kalınca açıldı. Renkleri açılmış Asyalılar 10 bin yıl önce Latin Amerika Ekvator’una yerleştikten sonra renklerinin yeniden siyahlaşmasını sağlayacak yeterli evrimsel zamanı henüz bulamadılar. Harita 2 dünyadaki renk dağılımını gösteriyor.
İklim değişikliklerinin vücut yapısı üzerindeki etkilerine bir de soğuktan örnek verelim. Biyolojinin kuramcılarından Bergmann ve Allen kurallarına göre, bir türün soğukta yaşayan üyelerinin vücut yapıları ısı kaybını önlemek için aynı türün sıcak iklimlerde yaşayanlarına göre hem daha kısa ve yuvarlak olur (Bergmannn Kuralı), hem de kol ve bacakları daha kısalır (Allen Kuralı). Bu kural hem yüksek rakımlı yerlerdeki soğuk iklimlerde geçerlidir hem de rakımı yüksek olmayan, kutuplar gibi alçak rakımlı ama soğuk iklimlerde. Eskimolar kısa boylu, toparlak, kısa kol ve bacaklara sahip vücut yapılarına sahiptirler. Yine, on binlerce yılı bulan çok uzun süreli soğuk iklimlerde yaşama, göz kapaklarında yağ birikmesine yol açarak gözleri çekikleştirir. Eskimoların gözlerinin çekikliği ile, Çinliler, Koreliler, Japonlar ile Orta Asyalı Moğol, Kırgız, Özbek ya da Yakutların gözlerinin çekikliği böyle açıklanmaktadır. Hatırlanacağı gibi, önceki sayfalarda, Afrika’dan çıkan ikinci kolun Moğolistan ve Mançurya’nın kuzeyine denk düşen çok soğuk Güney Sibirya ormanlarında on binlerce yıl yaşadıktan sonra, iklimin yumuşamasıyla dört tarafa dağıldıklarını, Çin, Kore, Japonya, Moğolistan – Orta Asya ve Kuzeye Doğu Sibirya’ya (oradan da Amerika’ya) gittiklerini anlatmıştık.
Yine örneğin genetik yapıdan kaynaklanan laktoz intoleransı (tahammülsüzlüğü) durumu da bir evrimsel adaptasyon sonucudur. İnsan ve çok eski ortak atalarının diyetinde milyonlarca yıl boyunca süt yoktu. Bebek doğduğunda kısa bir süre anne sütü içtikten sonra bir daha süt içmezdi. Sütte bulunan ve bu yüzden süt şekeri de denilen laktoz o haliyle bağırsaklardan sindirilemez. Önce laktaz adlı bir enzim tarafından glükoz ve galaktoz adlı doğal şekerlere çevrilmesi gerekir. İnsanlarda, bebeklik çağından sonra, laktaz üretimi genetik/kalıtım sistemi tarafından durdurulur. Laktaz yapılmaz. Laktaz yapılmadı halde süt içilirse, sütteki laktoz bağırsaklardan emilemez, vücutta birikir. Bu da, karın ağrısı, karın krampları, bulantı, kusma, ishal vb . gibi belirtiler ortaya çıkarır. Buna tıpta laktoz intoleransı ya da tahammülsüzlüğü denilir. Bu bir hastalık değil genetik yapımızın sonucudur. Ve bu intolerans yalnızca insan değil büyük insanımsı maymunsuların hepsinde vardır. Bu nedenle Homo türleri milyonlarca yıl süt içmemiştir. Ama insan neolitik dönemde, tarımın başlamasıyla birlikte, Ortadoğunun Mezopotamyasında bazı hayvanları evcilleştirmeye başladı. Önce, 14 bin yıl önce köpeği, uzun bir süre sonra da domuz ve keçiyi evcilleştirdi. Günümüzden 8.300 – 8.500 yıl kadar önce sıra koyun ve ineğe geldi. Bu süreç 5 bin yıl önce atın evcilleştirilmesine dek devam etti. İnsan, koyun ve ineği evcilleştirdikten hemen sonra değilse bile, bir süre sonra bu hayvanların sütlerini de içmeye başladı. Beslenme diyetine süt girince bir süre sonra süt içenlerin bir kısmında genetik mutasyonlar oluşarak laktaz enzimi yapılmaya başlandı. Laktaz enziminin üretilmesiyle, o kişilerdeki laktoz intoleransı ortadan kalktı. O insanlar artık laktozu tolere edebilir hale geldiler. Ama bu bütün insanlarda böyle değildir. Günümüzde, Avrupa, Anadolu, Ortadoğu’nun neredeyse tümünde ve Orta Asya’nın bazı bölgelerinde Laktoz intoleransı ortadan kalkmıştır. Ama Sahra altı Afrika’sının neredeyse tümüyle, Uzak Doğu’nun pek çok yerinde bu tahammülsüzlük yüzünden süt içememe devam etmektedir. Bu örnek, insanın çevre koşullarına uyumu (adaptasyonu)’nun nasıl genetik yapıya taşındığı çok doğrudan bir biçimde açıklamaktadır.
Bazan da genetik yapı değişmediği halde, yani genetik bir bozukluk DNA’da bulunduğu halde, o sorunlu genlere sahip kişiler farklı coğrafi çevrelere gittiklerinde aynı olumsuzluğu yaşamazlar. Örneğin ülkemizin Akdeniz bölgeleriyle, öteki Doğu Akdeniz ülkelerinde sık görülen Ailevi Akdeniz Ateşi (Familial Mediterranean Fever – FMF) hastalığı böyle bir hastalıktır. Bu hastalığa sahip bazı kişiler Almanya gibi Avrupa ülkelerinde yaşamaya başladıklarında, genlerindeki sorun devam ettiği halde hastalık oralarda görülmez hale gelmiştir.
A B C
Resim 2: İnsandaki parmak izleri genlerle belirlenir ve bu yüzden her bir insanın parmak izi farklıdır. Hiçbir insanın parmak izi bir ötekine benzememesine karşın, yine de parmak izleri belli gruplara ayrılabilirler. Böyle üç grup bulunur. İçiçe geçmiş çizgilerin ortasında ya ilmik şekli bulunur, ya kemer ya da halka şekli. Beyaz, siyah, sarı gibi söylenen “ırk”lar gerçek olmuş olsaydı, bu her bir “ırk”a mensup insan gruplarının üyelerinin parmak izlerinin de aynı gruptan olması gerekirdi. Resimde de görülen parmak izi grupları ırk ayrımı yapmıyor. Resimdeki A şeklinde görülen ortasında ilmik şekli bulunan parmak izleri çoğu Avrupalı (beyaz) gruplar, Aşağı Sahra Afrikasında yaşayan siyahlarda ve Doğu Asyalılarda görülüyor. Ortadaki (B) resminde görülen ve ortasında kemer biçimi olan parmak izleri sadece Güney Afrika’nın savanlarında yaşayan yerlilerde gözleniyor. Sonuncu olan ve C harfiyle gösterilen ortasında yuvarlak halka olan parmak izleri ise hem Aborijinler hem de Mongol denilen Orta Asyalı, Çinli, Koreli ve Japonlarda “sarı ırkta”.görülüyor.
Bütün bunlardan yola çıkarak, bugün insanları ırklara ayıranların, başta ten rengi olmak üzere, ırksal ayıraçların ırksal – köken farklılığından yani biyolojik yapı farklılıklarından değil, çevresel – coğrafi farklılıklardan kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. Böyle olunca, insanları sadece fiziki, fenotip özelliklerine yani dış görünümlerine bakarak ırksal gruplara ayırmak ne kadar doğru diye bir soru rahatça sorulabilir.
Kaldı ki, bu fenotip, fiziki görünüm özelliklerinin doğrudan genetik bir karşılıkları da yoktur. Bu yüzden siyah, beyaz, sarı ya da kırmızı ırktan insanların DNA’ları alınıp, hangi DNA’nın kime ait olduğu söylenmeden DNA’ların ırklara göre ayrılması istenirse bu kolay kolay başarılamaz. Çünkü dışarıdan gözlenen böylesine aleni farklılıkların karşılıkları DNA’da o kadar belirgin değil.
GENETİK VARYASYON ÇALIŞMALARI
İnsanlar ve insan grupları arasındaki temel ve kalıcı farklılıkları anlamanın, bu anlamda da olduğu iddia edilen “ırk”ları birbirlerinden ayırmanın en etkili yolu onlar arasındaki biyolojik – genetik çeşitlilikleri, varyasyonları incelemektir. Genetik varyasyonlar değişik yollarla belirlenirler. Bunların arasında en çok kullanılanlar, İnsanlarda Y kromozomu (Y DNA) ve mitokondri DNA’sı (mtDNA) çalışmalarından çıkan haplotip gruplandırmaları (haplogruplar), DNA üzerinde ortaya çıkan tek “harf” değişikliklerini yani DNA dizilim varyasyonlarını irdeleyen SNP analizleri; DNA’nın tekrarlanan bölge sayılarının karşılaştırıldığı CNV çalışmaları; genlerin sadece protein kodlayan bölgelerinin incelenerek kalıtsal hastalıkların kökenlerinin araştırıldığı exom analizleriyle öteki popülasyon genetiği ve genetik varyasyon yöntemleridir. Bunların içinde de özellikle son yıllarda Y DNA ve mtDNA’sı çalışmaları iyice hızlanarak oldukça popülerleşmiştir. Bu ikisi kullanılarak insanın ataları, soy ağacı, nereden, kimlerden geldiği, hangi yollardan geçtiği, artık on binlerce yıl öncesine dek izlenebilmektedir. Hem erkek (baba) tarafından insanın soy ağacını araştıran Y kromozou ya da DNA’sı analizleri hem de kadın (anne) tarafından geçmişini izleyen mtDNA’sı çalışmaları insanın atalarını Doğu Afrika’da, Etiyopya civarında bir erkekle, yine aynı bölgelerde yaşamış bir kadına kadar götürmektedir. Çalışmalar “Afrika’dan Çıkış” (Out of Afrika) tezini kesinlikle kanıtlamaktadır.
Biraz moleküler biyoloji
Bu iki tekniği biraz açıklayalım. Bilindiği üzere, bakteriler ve virüsler gibi tek hücreliler dışındaki bütün canlılar farklılaşmış çok sayıda hücreden oluşurlar. İnsanda böyle 100 trilyon kadar hücre vardır. Bazı istisnalar dışında bütün hücrelerin içinde çekirdek ve onların da içinde de kromozomlar halinde paketlenmiş DNA bulunur. DNA, kısaca A (Adenin), T (Timin), G (Guanin) ve C (Sitozin) harfleriyle gösterilen 4 ayrı nükleotid ya da baz denilen kimyasal yapıların, karşılarına kendi eşini aldıktan sonra özel bağlarla birbirlerine ucuca bağlanmasıyla oluşur. İnsanda böyle 3.2 milyar baz çifti vardır. Böylesine uzun bir DNA zinciri hücre içine sığması için birbirinin üzerine sarılıp katlanarak kromozomlar halinde paketlenir. Bu paketlenme olmayıp da DNA iplikçiği uzun kalmış olsaydı tek bir hücredeki DNA zincirinin uzunluğu 2 metre olurdu. İnsanda, belirtildiği gibi, 100 trilyon civarında hücre vardır ve bu hücrelerin bazı istisnalar dışında hepsinde birbirinin tamamen aynısı DNA bulunur. İnsanın bütün hücrelerindeki DNA’lar birbirine eklenebilseydi, o uzun iplik dünyadan güneşe en az bin kere gidip gelirdi.
İnsanda DNA, 23 çift (46 tek) kromozom halinde paketlenmiştir. Kromozom çiftlerinden birisi babadan diğeri de anneden gelir. Diğer 22 çiftte, çiftler birbirlerine benzerlerken, 23. çift farklılık gösterir. Öncekiler 11, 22, 33 diye giderken, 23. çift X ve/veya Y kromozomlarından oluşur ve XX veya XY biçiminde kombinasyon gösterirler. X ve Y kromozomları çocuğun cinsiyetini belirlerler. X dişiliği, Y erkekliği gösterir. 23. çift, XX olduğunda doğan çocuk kız, XY olduğunda erkek olur. Mayoz bölünme sırasında kromozomlar çiftli (diploid) halden tekli (haploid) hale geçerler. Döllenme sırasında kromozomların birleşip yeniden çiftli yapı oluşturmaları için bu zorunluluktur. Aksi halde bir sonraki dölde kromozom sayısı ikili (çift) halden 4’lü hale geçerler ve bu her kuşakta katlanarak gider. Bu yüzden, erkek spermleri ile dişi yumurtasında kromozomlar çiftli değil teklidir. Döllenme öncesinde anne yumurtasında her zaman sadece X kromozomu varken babanın spermleri ya X ya da Y olurlar. Döllenme sırasında X spermi yumurta içine girerse, yumurtada her zaman bir X kromozomu hazır bulunduğundan çocuk XX yani kız, Y spermi girerse XY yani erkek olur. Buradan, erkeklik cinsini belirleyenin Y kromozomu olduğu anlaşılacaktır. Görüldüğü gibi, Y kromozomu hep babadan gelmektedir ve bu nedenle, diğer kromozomlarla karışmayan Y kromozomu incelenerek baba tarafı rahatlıkla takip edilebilir.
Y kromozomu değişmeden babadan olduğu gibi erkek çocuğa geçerken diğer kromozomlarda böyle olmaz. Geri kalan 22 çift kromozom yukarıda dediğimiz gibi, mayoz bölünme sırasında sperm ve yumurta’da tekli (haploid) hale geçerler. Döllenen yumurtada, biri anneden biri de babadan gelmek üzere yeniden çift olarak 22 çift ve kızda XX, erkekte XY halinde 23 çift olurlar. Ancak anne ve babadan gelen 22 tek kromozom olduğu gibi karşı karşıya gelmezler. Karşı karşıya geldikten sonra, iç içe geçip üst üste binerek birbirilerine karışırlar. Babandan gelen, diyelim 5. kromozomun bazı bölgeleri anneden gelen 5. kromozomunun içine girer, anneden gelen de babadan gelenin içine. Bunun sonucunda çocuğun DNAsı karmakarışık olur. Ve bu yüzden doğan çocuğun DNA asla annesiyle babasının DNA’larının toplamı olmaz. Yeni DNA, her ne kadar onlara benzese de anne ve babasından farklı apayrı üçüncü bir DNA olarak ortaya çıkar. Bu yüzden genetik yapı sürekli değişip çeşitlenir. Anne ve baba eğer birbirlerinden farklılaşmış uzak bölgelerden iseler farklılık ve çeşitlenme daha büyük olur.
DNA zinciri hücre çoğalması sırasında kendisini kodlayarak bir kopyasını daha yapar ve birbirinin aynı olan bu 2 DNA oluşan 2 yeni hücre oluşur. Bu kopyalanma sırasında hatalı kodlanma olabilir. A’nın karşısına her zaman T, G’nin karşısına da her zaman C gelecekken yanlışlıkla A’nın karşısına G,C veya A gelebilir veya bir şey gelmeyebilir. Bu değişim her zaman hatalı kodlama sonucu oluşmaz. Güneş ve ultraviyole ışınlarından kimyasal maddelere dek farklı çevre koşulları tarafından da yapılır. Tek harfte oluşan bu değişime kısaca SNP (Single Nucleotid Polymorfism) yani tekli nükleotid çeşitliliği ya da kısaca tek harf değişikliği denilir. Tek harf değişikliği doğal olarak DNA dizisinin değişmesini de getirir. DNA’da her zaman sadece böyle tek harf değişiklikleri olmaz. Çok daha büyük bir kısmın, DNA’nın uzun ya da kısa bir bölgesinin toptan değişmesine, uzunca bir harf dizisinin kaybolması veya eklenmesine yol açan değişiklikler de olabilir. DNA’daki bütün bu değişikliklere mutasyon denilir. Mutasyonların çoğu vücudun kendi mekanizmaları tarafından onarılırlar veya hatalı kodlanan DNA’nın bulunduğu hücre yok edilir. Mutasyonlar eğer onarılamazsa ya da o hücre yok edilemezse, az ya da çok, dizi değiştiği için DNA farklı protein ya da proteinler kodlar veya o değişikliğe denk gelen protein ya da proteinler kodlanamaz. Farklı proteinler, göz renginin değişmesi, daha kalın deri, oksijen kapasitesinin artışı veya azalışı, kafatası veya diş yapısının değişimi, bazı hastalıklara dayanıklı veya duyarlı hale gelişi, veyahut da kimi hastalıkların ortaya çıkması gibi pek çok farklı özelliklerin ortaya çıkmasına neden olabilir. DNA’daki bu mutasyonlar eğer cinsiyet hücrelerinde, X ve/veya Y kromozomlarında oluşmuşsa döllenme sırasında sonraki döllere de geçebilir. Böyle devam ederse, oluşan değişiklik DNA üzerine yerleşerek kalıcı hale gelip sonraki kuşaklara aktarılabilir. Vücuda yeni nitelikler kazandıran mutasyonlar, yeni doğa koşulları karşısında o canlıya avantaj sağlarsa korunur; eğer sağlamazsa, daha doğmadan veya doğduktan kısa bir süre sonra yeni döl veremeden canlı yok edileceğinden veyahut da hemen olmasa bile bir süre sonra yeni koşullara dayanamayacağından yok edilir. Bunun sonucunda o mutasyon da ortadan kaybolur. Her ciddi çevre koşulu değişikliğinde çoğu kere o koşulların zorlamasıyla böyle değişiklikler olur. Uzun yıllar geçtikçe oluşan mutasyonlar DNA’yı sürekli değiştirirler. Genetik yapıdaki değişiklikler o canlıda ve döllerinde, o döllerden oluşan popülasyonlarda sürekli farklı özellikler ortaya çıkarır. Farklı özellikler belirginleştikçe o canlı popülasyonu içinde yer aldığı önceki popülasyondan ayrılır. Farklılık belli bir düzeyde olunca yeni türler ortaya çıkar. Canlıların evrimleşmesi böyle olur.
Y DNA ve mtDNA analizi tekniği
Kısaca Y DNA analizi denilen Y kromozomundaki tek harf değişiklikleri (SNP)’nin izlenmesi yöntemi bu bilgilerden ortaya çıkmıştır. Uzun yıllar içinde, Y kromozomundaki DNA (Y DNA) üzerinde birbiri üzerine eklenen bir sürü SNP mutasyonu olmuştur. Önce eğer bir A mutasyonu olup kalıcı hale gelmişse o A mutasyonunu taşıyan gruplara örneğin A haplogrubu denilir. Bir süre sonra A’nın üzerine bir de B mutasyonu eklenir. Sonra, C, D, E vb vb mutasyonları eklenir. Böylece Y DNA’sındaki oluşmuş mutasyonlara bakılarak insan grupları A, B, C, D, E vb gibi haplogruplara ve A1, A2, A3, A4, C1, C2, vb haplo alt gruplarına ayrılır. Bu mutasyonların ortaya çıkıp kalıcı hale gelmeleri, tahmin edilebileceği gibi hemen 1-2 kuşakta gerçekleşmez; belli bir süre alır. Bu süreden ve ortaya çıkmış mutasyonlara yola çıkarak mutasyonların ne zaman ortaya çıkmış olabilecekleri tahmin edilir. Günümüzde değişik bölgelerde yaşayan farklı gruplardan insanların Y DNA’ları incelenerek baba tarafının izi takip edilir. Örneğin Afrikadaki, Hindistandaki, Çindeki, Sibirya’daki, Avrupadaki, Türkiyedeki insanların DNA’larına ayrı ayrı bakılır. Eğer Afrika’da bir A değişikliği olmuşsa ve daha sonraları onu zerine bir B değişikliği, sonra onun da üzerine C ve D, E değişiklikleri eklenmişse DNA’larda bu mutasyonlar aranır. Eğer Etiyopyalı birinde A, Lübnanlı birinde A+B, Hindistanlı birinde A+B+C; Çin’deki birinde A+B+C+D mutasyonları, Sibiryalı bir Yakutta A+B+C+D+E, Doğu Avrupalı bir slavda A+B+C+D+E+F, bir Finlandiyalıda A+B+C+D++E+G, ve bir Türkiyelide A+B+C+D+E+F+H mutasyonları oluşmuşsa Türkiyedeki o kişinin atalarının en eskiden en yeniye doğru olmak üzere Etiyopya, Lübnan, Hindistan; Çin, Yakut, ve Doğu Avrupalı slavla ortak genler taşıdığı ve bu yüzden o yolları izlediği belirlenir. Y kromozomunda ne kadar fazla haplogrup barındırırsa o haplogrupları taşıyan kadar fazla gruptan insanla karışmıştır denilir. Y DNA haplogrupları ortaya çıkış zamanlarına göre A’dan başlayarak B, C, D … gibi devam ederek isimlendirilirler.
Mitokondri DNA’sı (mtDNA) çalışmaları da buna benzer. Tek farkı Y DNA’sı yerine hücre sitoplazmasında bulunup hücrede enerji metabolizmasını düzenleyen mitokondri adlı organellerin DNA’sındaki mutasyonların incelenmesidir. Mitokondrilerin, milyarlarca yıl önce, çok hücreliler oluştuktan bir süre sonra, bir bakterinin o canlı türünün hücreleri içine girip ortak (simbiyotik) bir yaşam sürdürmeye başlaması ve bu durumun daha sonra iki canlıya da avantaj sağlaması üzerine kalıcılaşması sonucu ortaya çıktıkları sanılmaktadır. Bu yüzden mitokondrilerin, genomik DNA da denilen çekirdek DNA’sından farklı DNA’ları vardır. Döllenme sırasında anne yumurtasının içine sadece spermin DNA’sı girer. Bu yüzden döllenen yumurtadaki mitokondrilerin hepsi anne yumurtasının mitokondrileridir. Babadan mitokondri gelmez. Böyle olunca mitokondri DNA’sına baba genleri karışmaz, sadece anne mtDNA’sını bulundurur. Bu yüzden mitokondri DNA’sı analiz edilerek, bu DNA’nın mutasyon geçirmiş bölgelerine bakıp, o bölgeler diğer kadınlarla kıyaslanarak anne ata izlenebilir. İnsanın kadın tarafından yolculuğu ve karışımı, ataları ortaya konabilir. Mitokondri DNA’sı analizlerinde yine, Y DNA’sı analizlerinde yapıldığı gibi oluşmuş mutasyonlara bakılarak insanlar haplogruplara ve alt haplogruplara ayrılır. mtDNA haplogrupları ortaya çıkış zamanlarına göre L’den başlayıp (L0, L1, L3 …L6), M, N, R … diye giderek isimlendirilirler.
Bu iki yöntemle yapılan çalışmalar son yıllarda çok hızlandı. Daha şimdiden değişik grupların kökenleri 70 bin yıl öncesine kadar ortaya çıkarılmaya başlandı. Öyle görünüyor ki, çok geçmeden, 3-5, bilemediniz 5-10 yıl içinde kimin ne olduğu, nereden geldiği, köklerinin nerelere dayandığı çok açık bir biçimde ortaya konulacak. Şu ana kadarki çalışmalara bakılırsa, çok yakında herkes çok büyük şoklar yaşayacak. Kökeniyle, rengiyle, buyu posuyla övünüp böbürlenenler, “biz beyazlar”, “biz Avrupalılar”, “biz falanca ırktan olanlar”, “biz filanca yerden gelenler”, ya da “Atam Oğuz Kağan, dedem Dede Korkut dedi ki” diye söze başlayanlar, başka uluslara nefretle bakıp onları yok sayanlar, kafatasçı ırkçılar, şöven milliyetçiler, 9 Işıkçılar, “Kızıl Elma”cılar çok geçmeden karalar bağlayacaklar; başlarını utançla önlerine eğecekler. Çünkü bilim onlara çok güçlü bir tokat atmaya hazırlanıyor.
İnsan popülasyonlarının kendi içlerindeki ve aralarındaki genetik farklılıklara insan genetik varyasyonları denilir. Yukarıda belirtildiği gibi, bu varyasyonların oranları, SNP, SNV, YDNA ve mtDNA analizleri, exom çalışmaları gibi değişik tekniklerle test edilirler. Tek harf değişikliklerini inceleyen SNP çalışmalarında, insan DNA’sında 3 milyon kadar SNP’nin var olduğu ortaya konulmuştur. İnsan DNA’sında 3 milyar civarında (3.2 milyar) baz bulunduğuna göre her 1000 baz’dan biri değişik demektir. Bu da, insanlar arasında binde bir (yüzde 0.1) oranında bir farklılık olduğu anlamına gelir. Diğer bir deyimle, bundan iki insanın genetik yapısı yüzde 99.9 oranında aynı olduğu anlamı çıkar. Ortaya konulan bir diğer şaşırtıcı sonuçsa, popülasyonların kendi içlerindeki yani aynı popülasyonun iki üyesi arasındaki farklılığın, iki farklı popülasyonun üyeleri arasındaki farklılıktan daha büyük olduğudur. Biyolojik olarak ırklar var olmuş olsalardı, iki ayrı popülasyon anlamında iki ayrı ırktan insanların aralarındaki genetik fark, aynı ırkın iki ayrı üyesi arasındaki farktan daha büyük olmalıydı. Oysa aynı ırk diye gösterilen popülasyonun üyeleri arasına coğrafi farklar girdiğinde kısa sürede büyük farklılıklar ortaya çıkıyor. Bu farklılıklar çok kısa zamanda genetik yapıya geçip kalıcılaşmasa da etkileri farklı oluyor yani fenotip yapıları değişiyor. Ailevi Akdeniz Ateşi (Familial Mediterranean Fever – FMF) hastalığı örneğini önceki sayfalarda vermiştik. Böyle çok örnek vardır.
Kopya sayısı varyasyonlarının incelendiği SNV çalışmalarından da benzer sonuçlar çıkmıştır. SNV çalışmalarından, iki insan arasındaki genetik varyasyon binde 4 çıkmıştır. SNV analizlerine göre iki insan birbirilerine yüzde 99.6 kadar benzer veya yüzde 0.4 farklıdır.
ABD’den, Washington, Michigan ve Harvard Üniversiteleri ile Texas’daki Baylor Tıp Fakültesinden araştırmacıların yaptıkları ve 10 ocak 2013 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan çalışmaya göre, insan genetik yapısının böylesine çeşitlenmesi esas olarak son dönemlerde, tarımın bulunmasından sonra ortaya çıktı. Çalışmaya göre tespit edilen protein kodlayan SNV’lerin yüzde 73’ü, tüm SNV’lerin ise yüzde 86’sı geçtiğimiz 5-10 bin yıl içinde oluşmuş. Bu dönemler de daha çok tarımın ortaya çıkıp yaygınlaştığı, bütün dünyaya yayıldığı zamanlara denk geliyor. İnsan yaşamında çok köklü bir değişikliğe işaret eden tarım belli ki insanın genetiğinde de önemli değişikliklerin oluşmasına neden olmuş.
Yukarıda birçok kez anlatıldığı gibi, Y DNA’sı ve mtDNA insanın köklerini 70 bin yıl öncesine Doğu Afrika’ya kadar götürüp, 3 bin kuşak önce yaşamış Afrikalı bir erkekle bir kadına bağlamaktadır. Bu sonuç hem de bir veya birkaç çalışmanın değil farklı yer, zaman ve ülkelerde yapılan çok sayıda çalışmanın vardığı ortak sonuç. Yani günümüzdeki 7 milyar insanın istisnasız hepsinin, 70-80 bin yıl veya 3 bin kuşak önceki ataları aynıydı. Tek bir insan’dan, aynı atadan ortaya çıkıp bütün dünyaya yayılan ve bunca çeşitlenip farklılaşan 7 milyar insan aynı kökenden, aynı anne ve babadan geliyor. Bugün farklı yerlerde yaşayıp dıştan görünümleri belli ölçülerde farklılaşmış olan insanların genetik yapılarında aynı oranda bir farklılaşma görülmüyor. Böyle bir sonucun ortaya çıkmış olması hiç de sürpriz değil. Çünkü Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışmaları insanların farklı kökenlerden değil aynı kökenden geldiklerini ortaya koyuyor. Bundan da kendiliğinden, biyoloji – genetiğin gözünden bakıldığında ırk diye bir şeyin olmadığı; beyaz, siyah, sarı gibi renklerle isimlendirilen ve ırksal farklılıklar olarak adlandırılan farklılıkların biyoloji – genetiğin değil, çevresel faktörlerin zorlamasıyla oluşmuş evrimsel adaptasyonun sonucu olduğu ortaya çıkıyor. Biyoloji insanlar arasında ırk diye bir ayırım tanımıyor. İddia edilen o ırk kavramı ve ayrımının sadece sosyal ve kültürel bir ayrım olduğunu söylüyor.
Buradan akla hemen bir soru gelebilir. İnsan Adem ve Havva’dan mı geliyor? Biyolojik kanıtlar, son genetik çalışmalar kutsal kitaplarda anlatılanları mı doğruluyor? Elbette ki hayır. Bahsedilen çalışmaları ilk yapanlar, Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışmalarını popülerleştirip daha ilgi çekici kılmak için metafor kullanarak insan Y DNA’sı analizlerinden ulaştıkları Afrika’daki erkeğe Adem (Adam); mtDNA analizlerinden vardıkları ilk kadına da Mitokondiriyal Havva (Mitochondrial Eve) adını verdiler. Bu kimseyi yanıltmamalı. Kutsal kitaplarda anlatılan Ademle Havva yoktan var olmuş, tanrı tarafından bir anda ve bir kerede yaratılmıştır. Öncesi yoktur. Bir sürecin sonucu değildir, bir kerede ve bugünkü haliyle ortaya çıkmıştır. Oysa günümüzdeki insan (Homo sapiens sapiens) bir sürecin ürünüdür. Öncesi ve sonrası vardır. Başka biçimlerden değişe değişe, evrim geçire geçire bugünlere gelmiştir. Kaldı ki, yazımız boyunca defalarca gösterdiğimiz gibi, başka Homo türlerinden evrilip Homo sapiens sapiens haline geldikten sonra da değişmesine devam etmiştir ve hala da etmektedir. İnsan bir anda ortaya çıkmadığı, “ilk” haliyle kalmadığı gibi, onun değişimi ve çeşitlenmesi de durmamıştır, durmayacaktır. İnsan, doğaüstü bir gücün yaratısı değil, doğanın ve onun doğal ve toplumsal koşullarının ürünüdür zira.
“TÜRK DİYE BİR IRK” VAR MI?
Hatırlanacağı gibi, yazımızın yazılmasına neden olan şey AKP’li akademisyen Yasin Aktay’ın Bayburt Üniversitesi’nde dediği “Türk dediğin bir sentezdir”. “Türk diye bir ırk yok.” sözleriydi. Aktay’ın bu sözleri üzerinde bir süre “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığı tartışılmıştı. Biz de bu yüzden, insanın evrimsel gelişimi ve ırk konusunu ele aldıktan sonra biraz da, “Türk diye bir ırk”ın olup olmadığına da şöyle bir bakalım.
Türklerin tarihi hakkında bilgiler yok denecek kadar az. Günümüzden yaklaşık 1280 yıl öncesi, M.S. 732 ve 735 gibi yakın sayılabilecek bir dönemde dikilmiş ve Göktürk hükümdarı Bilge Kağan ile kardeşi Kül Tigin’in kahramanlıklarının anlatıldığı Orhon Yazıtları bir yana bırakılırsa bizzat Türklerin kendilerinin kendi tarihlerini anlattıkları yazılı eserleri bulunmuyor. Bu yüzden Türklerin eski tarihlerini ancak eski Çin belgelerindeki kısmı bilgilerden ve daha çok o bilgilerin didiklenmesiyle yazılmış Batılı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Çinliler belgelerinde Türkleri uzun boylu anlatmak yerine, esas olarak, uzaklardan, Batı’dan, atlar üzerinde gelip bir anda kendilerine saldıran; ne bulurlarsa hemen alıp geldikleri gibi yine yıldırım hızıyla giden; çok iyi at ve ok kullanan dağlılardan bahsediyorlar. Uzaklarda, Altay dağlarının karlı vadileri ve platolarında yaşayan bu insanlara Çinliler, kafalarına taktıkları Altay dağlarının görünümüne benzeyen miğferleri yüzünden, Çin dilinde savaş başlığı ya da miğfer anlamına gelen “Tujue” derlermiş. “Tujue”lerin yerleşik bir düzenleri olmadığından, Çinliler peşlerinden gittiklerinde, onlar daha oralara varamadan o dağlılar yurt dedikleri çadırlarını toplayıp atlarına binerek o vadiden, Altaylar’ın bir başka dağının bir başka vadisine çoktan gitmiş olurlarmış. Sürekli konup göçerlermiş. Bazı istisnai yerler dışında tarım yapmaz, hayvan yetiştiriciliği (esas olarak at ve koyun, daha az olmak üzere deve ve sığır ve yer yer de ren geyiği) ve maden işlemeciliği yaparak geçinirlermiş. İçlerinden bazı boylar, Çin soyluları arasında süren, bir türlü bitmek bilmez iktidar savaşlarında paralı asker olarak da çalışırmış. Anlatılanlar çoğunlukla bu temelde. Belgeler arasında, Çinlilerle, bahsedilen o dağlı “Tujue”ler arasında yapılmış bir kaç yazılı ateşkes anlaşması da bulunuyor. Bunlar içinde en çok bilineni M.Ö. 318 yılında, Çinlilerle, Çin kayıtlarında ilk “Tujue” devleti olarak geçen “Hiung-nu”lar (Hun) arasında yapılmış olan yazılı anlaşmadır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Çin belgeleri dışında Türklerin tarihiyle ile bilgiler Batılı kaynaklardan gelir. Çoğu Batılı Türkolog Türklerin tarihini 6. yüzyılın ortalarında kurulan Göktürklerle başlatır. Bu Türkologlar, Hunlar dahil, Göktürklerden önceki, Türkçe’ye benzer dil konuşan bütün Türk boyları ve devletlerini Ön Türk adı altında toplarlar. Bunların içinde en çok öne çıkıp, tezleri en fazla kabul görenlerin başında Fransız Türkolog Jean-Paul Roux gelir. Jean-Paul Roux “Türklerin Tarihi” adlı kitabında, en eski Orta Asya coğrafyası olarak M.Ö. 450 yıllarını alır ve o zamanda, Doğuda, bugünkü Mançurya’da yaşayanları Ön Tonguzlar, Doğu Moğolistan ile Mançurya arasında yaşayanları Ön Moğollar ve batıda, Doğu Moğolistan ile Altay dağları civarında Balkaş gölü arasında kalan bölgede yaşayanları ise Ön Türkler olarak tanımlar. Jean – Paul Roux kitabında, Türklerin geniş kitleler halinde buralara yerleşmelerinin tarihi olarak M.Ö. 300 yıllarını verdikten sonra, “Dolayısıyla Türklerin o güne kadar hep kuzeyde kalan atalarının miladın başlarında, önceleri yavaş yavaş, daha sonralarıysa birden kopup gelerek Balkaş Bozkırları ile Tien-Şan Dağlarının kuzey bölgelerine kadar eriştiklerini söyleyebiliriz” der.
Önceki sayfalarda, onbinlerce yıl Güney Sibirya ormanlarında avcılık yaparak yaşayan insan gruplarının, son buzul çağının 10 bin yıl kadar önce sona erip, dev buzulların erimeye başlamasıyla, iklimin yumuşaması ve yolların açılmasıyla zaman içinde bu soğuk bölgeyi terk ettiklerini, dört bir yana dağıldıklarını anlatmıştık. Batıya giden grupların bir kısmının da Orta Asya’ya, özellikle de Altay dağları civarlarına yerleştiklerini belirtmiştik. Orta Asya’ya giden popülasyonlar zaman için farklı gruplar, boylar ve kavimler halinde çoğalıp birbirlerinden ayrıldılar. Aynı bölgelerde ama ayrı ayrı yaşayan bu gruplar, bulundukları yerlerde, M.Ö. 1000 yıllarına kadarki birkaç bin yıllık dönemde, Afanasiyevo ve Andronovo Kültürü gibi göçebe kültürleri geliştirdiler. Örneğin Altay dağlarında bakır ve demiri işlediler; geniş Orta Asya bozkırlarında koyun, sığır, deve ve en son olarak da at yetiştirdiler; ati binek hayvanı olarak kullandılar. Ön Türkler olarak anılan ve pek çok yazar tarafından Türklerin ataları olarak kabul edilen kavimler o zamana dek hala kuzeyde yaşıyorlardı. M.Ö. 1700 ve 300 yılları arasındaki dönemde kuzeyde yaşayanlar önce azar azar ama sonra zamanla giderek artan bir biçimde büyük gruplar halinde aşağılara inmeye başladılar. Ama asıl kitlesel gelişler M.Ö. 300’den sonra oldu. Çin’in kuzeyinden, bütün Moğolistan ve Altay dağlarının güneyine kadar Orta Asya’nın önemli bir bölümüne yayıldılar. Gelenler, geldikleri yerlerdeki kavim ve grupların bir kısmını daha da batıya ve güneye sürdüler ancak önemli kısmını aralarına alıp onlarla karıştılar. Çinlilerin Hiung-nu dediği Büyük Hun İmparatorluğunun kurulduğu dönemlere denk düşen bu dönemde (M.Ö. 200’lü yılların başları), at ve oku çok iyi kullanan bu savaşçı boylar, başta Çin olmak üzere civarda yaşayan yerleşik kavimlere akınlar düzenlediler. Hiung-nu ya da Büyük Hun İmparatorluğu, Mete Han zamanında en geniş sınırlarına erişti. Büyük Çin Seddi bu dönemde inşa edildi.
Bazı Hun imparatorları Çin prensesleriyle evlendiler, Çin içlerine yaptıkları akınlarda Hun atlıları Çin kızlarını kaçırdılar; yer yer Çine yerleşip yerel halkla karıştılar. Üstelik bu durum, yalnızca Çinlilerle de yaşanmadı; yukarıda bahsettiğimiz gibi geldiklerinde orada yaşayan diğer bütün kavimlerle karıştılar, iç içe girdiler. Ön Tunguz, Ön Moğol ve Ön Türklerin torunları, Büyük Hun İmparatorluğu adı altında yüzlerce yıl birlikte iç içe yaşadılar. Hun orduları içinde pek çok kavimden on binlerce atlı vardı. Geliştirdikleri at biniciliği ve içinde yaşadıkları geniş bozkırlar onlara ve aynı bölgelerdeki ata binen öteki konar göçer bütün gruplara büyük hareket serbestisi sağlıyordu. Hunların ikiye bölünüp Doğu Hun İmparatorluğunun Çin egemenliği altına girmesiyle Çinlilerle yakın ilişkiler daha da arttı. Batı Hunları ve ardından gelenler ise sürekli Batıya doğru hareket içinde oldular. Hazar denizi ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’nın içlerine doğru, Baltıklardan Balkanlar ve İstanbul’a, İtalya’dan bugünkü Almanya’ya dek at sürüp durdular. Bu hızlı hareketlilik doğal olarak sürekli yeni kavimlerle karşılaşmalarını, karışmalarını getirdi.
Hunlardan sonrasını biliyoruz zaten. Göktürkler, Batı Hunları, Avrupa Hunları, Hazarlar, Avarlar, Bulgarlar, Kavimler Göçü, Memlükler, Ak Koyunlular, Selçuklular, Osmanlılar… vb vb. Bütün bunlar Orta Asyalı Türkçe dil grubundan insanların, yüz yıllar boyunca başka insan popülasyonlarıyla karışımının öyküsüdür aslında. Avrupa’da Ren nehri kıyıları ve Roma kapılarına dek dayanan Attila’nın ordusunun yüz binlerce atlıdan oluştuğu söylenir. Attila 453 yılında Doğu Avrupa’da öldüğünde ordusunu oluşturan yüz binlere ne oldu? Ne Attila’yla birlikte öldüler, ne de geri Orta Asya’ya döndüler. Attila’nın askerleri, aşikar ki, Doğu Avrupa’da kalıp yerel halkla karıştılar. Yine Bulgarların, bir sürü başka başka ulusların kökenlerinin o Orta Asya kavimlerine gittiği biliniyor. Ama bugün bunlara ne kadar Türk diyoruz. Ak Koyunlular, Selçuklular, Osmanlılar Anadolu’ya geldiklerinde, bu topraklarda, kendilerinden kat kat fazla sayıda Türk olmayan başka gruplardan insanlar yaşıyordu. İran, Kafkaslar, Anadolu, Ortadoğu, Mezopotamya insan doluydu. Gelenler hiçbir zaman izole bir topluluk halinde, bir getto içinde yaşamadılar. Hemen yerleşik halkla birleştiler, karıştılar. Bu durum yönetim erki içinde de böyleydi; gelen Türk gruplarının bireyleri içinde de.
Osmanlı Padişah, vezir ve paşaları ne kadar Türk?
Örneğin etnik köklerini Oğuz Türklerinin Kayı boyuna dayandıran Osmanlı’nın padişahlarının tümü, 1.’den 36.’ya, yani ilk padişah Osman Gazi’den, son padişah Vahdettin’e dek istisnasız bütün padişahlarının çocukları, Türk olmayan kadınlardan/annelerden doğmuştur. Ve bu yüzden, Orhan Gazi’den başlayarak bütün padişahların genlerinin yarısı, kökeni Türk olmayan annelerinin genlerinden gelmektedir. Ve doğal olarak bunun sonucunda, her karışımda, “Türk kanı”nın iddia edilen o “saflığı” biyolojik – genetik olarak biraz daha bozulmuştur. Dahası da var: Padişahlar dışındaki, sadrazam ve vezirlerin üçte ikisi; paşaların büyük kısmı ve Osmanlı ordusunun belkemiğini oluşturan Yeniçerilerin çok önemli bir çoğunluğu devşirmeydi. Bilindiği gibi devşirmeler, küçük yaşta kaçırıldıktan sonra Osmanlı sarayında özel eğitimle yetiştirilen Türk olmayan popülasyonların çocuklarıdır. Bu yüzden, sadece biyolojinin gözüyle bakıldığında, genleri incelendiğinde, Osmanlı yönetiminde, padişahından vezirine, paşasından yeniçerisine, neredeyse, biyolojik köken olarak hala Orta Asyalı Türk olan, “saf” Türk kalmış birkaç kişi bulmak bile zordur. Halk zaten, Anadolu’da yaşayan çeşitli etnik grupların toplamı ve karışımıydı. Bu durum günümüze dek sürdü, hala da sürüyor.
Günümüzde, diğer ülke insanlarının olduğu gibi, Türkiye’den de (Türkiye’de doğmuş ya da en fazla 1-2 kuşak öncesinde Türkiye’den gitmiş) milyonlarca insan Avrupa başta olmak üzere Amerika’dan Avustralya’ya dünyanın dört bir yanında yaşıyor. Ve hepsi değilse bile bir kısmı yaşadığı ülkelerde farklı kökenlerden insanlarla karışıyor. Bu durum bir kenara bırakılıp sadece Türkiye’de yaşayan insanlar incelendiğinde bile çok büyük bir mozaik ortaya çıkıyor. Yapılan genetik çalışmalar, özellikle de yapılmış ve hala yapılmakta olan çok sayıda Y DNA ve mtDNA haplogrup çalışması bunu çok açık bir biçimde gösteriyor. Türkiye halkları biyolojik açıdan tam bir halklar, kültürler karışımıdır.
Farklı popülasyonların Y kromozomu ve mtDNA’larındaki SNP dağılımlarını irdeleyen çok sayıda haplogrup çalışması bulunuyor. Üstelik bu çalışmalar giderek daha da hızlanıyor. Hem çalışmaların sayıları hem de bu çalışmalarda DNA’ları analiz edilen insan miktarı arttıkça artıyor. Daha şimdiden Türkiye için de böyle pek çok çalışma yayınlanmış durumda. Biyolojik, tıbbi ve biyomedikal alanlarda akademik / bilimsel yayınların tarandığı PubMed arama motoruna, http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed adresine Y DNA ve/veya mt DNA yazıldığında önünüze bu konularda yapılmış yüzlerce çalışma çıkıyor. Değil hepsini veya çoğunu, bu yayınların bir kısmını bile burada sıralamak ne derginin formatı ne de sayfa sınırlılığıyla örtüşüyor. Bu nedenle biz burada bu yayınlardan derlenmiş iki tablodan Türkiye’yle ilgili verileri aşağıdaki tablolarda vermekle yetineceğiz. Tabloları aldığımız ve Türkiye dışında Avrupa’da 40’dan fazla ülkeden popülasyonların gen dağılımlarını gösteren tabloların asılları http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml ve
http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml adreslerinden görülebilir, Türkiye’nin verileri öteki ülke ve popülasyonlarla kıyaslanabilir.
Tablolardan görüldüğü gibi Türkiye’de yaşayanların genlerine neredeyse, Afrika’dan Sibirya’ya, Hindistan’tan Çin’e, Baltıklardan Doğu Avrupa’ya adeta yeryüzünün bütün halklarının genleri karışmış. Ama yine de en fazla karışım, yarısından fazlası, bu toprakların insanlarından yani Anadolu, Mezopotamya, Ortadoğu, İran, Kafkasya ve Sami halklarından olmuş. Türkiye’de ortalamasının hem Y DNA hem hem de mt DNA haplogrup analizlerine göre, Türkiye’de yaşayanların kökenleri büyük çoğunlukla yine bu topraklara dayanıyor. Türkiyelilerin yarıdan fazlasının kökeni. yüzde 20-25 kadarı Avrupa, yüzde 4 kadarı da Orta Asyanın Ural – Altay bölgesi. Oysa aynı haplogrup Kuzey ülke halklarında çok yüksek. Örneğin aynı N grubu Finlandiyalılarda yüzde 60’dan fazla. Norveç ve İsveç’te yüzde 40-50 arası. Oysa Orta Asya, Altay kökenli olduğu iddia edilen Türkiye insanında bu oran sadece yüzde 4. Farklı çalışmalarda ortalamalar üç aşağı beş yukarı aynı düzeylerde. İstanbul Üniversitesinde hala sürdürülmekte olan başka bir çalışma’da da benzer sonuçlar alınıyor. Çalışmada şu ana dek 600 civarında Türkiyelinin mtDNAsı analiz edildi. Çıkan verilerden Orta Asya, Altay Dağları kökenli insan sayısı birkaç taneden fazla değil. Büyük çoğunluk bu topraklardan; Anadolu, Kafkaslar, Mezopotamya ve Ortadoğu’dan, Güney Asya ve Avrupa’dan. Kökeni Afrika’ya dayanan da var, Uzakdoğu’ya dayanan da.
Türkiye ortalamasının Y DNA dağılımı
Haplogrup Köken yeri Görülme sıklığı (%)
E1b1b Kuzey ve Doğu Afrika, Ortadoğu, Akdeniz, Balkanlar 11
G2a Avrasya (Kafkaslar, İran ve Anadolu), Güney Avrupa (Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi Akdeniz kıyıları) 11
I1 Kuzey Avrupa, Ön-Cermen (İskandinav) 1
I2a İtalya (Sardunya) İspanya (İberya), Adriyatik, Tuna boyları, Balkanlar 4
I2b Ön-Keltler, Ön Cermen 0.5
J1 Daha çok Levant bölgesi (Samiler İsrail ve Araplar), Kuzey Afrika 9
J2 Daha çok Mezopotamya, İran, Doğu ve Güneydoğu Anadolu 24
L Güney ve Orta Asya, Akdeniz 4
N Kuzey Avrasya (Hazar Denizi ve Karadenizin kuzeyi), Ural-Altay bölgesi, Sibirya, Yakutlar 4
Q Doğu Asya, Amerika 2
R1a Daha çok Orta ve Doğu Avrupa., 7.5
R1b Büyük çoğunluğu Batı Avrupa, İtalyan-Kelt, Cermen 16
T Ortadoğu, Doğu Afrika ve Kuzey Afrika, Akdeniz 2
A Afrika, Etiyopya, Kalahari çölü, Namibya, San halkı 4
C Okyanusya, Asya, Kuzey Amerika
H Hindistan, Sri Lanka, Nepal, Pakistan, Iran
O Uzak Doğu, Pasifik Adaları
R2 Güney Asya, Kafkaslar, Orta Asya
Tablo 2: Türkiye ortalamasının Y DNA dağılımı. (Kaynak: http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml)
Türkiye ortalamasının mtDNA dağılımı
Haplogrup Ortaya çıkışı(bin yıl once) Köken yeri Görülme sıklığı (%)
R 70 Güney Asya, Hindistan 2.5
U 55 Kuzey ve Doğu Afrika, Güney Batı Asya (Levant, Mezopotamya) 6
U2 50 Güney Asya, Yakın Doğu, Batı ve Orta Asya 1.6
U3 40-50 Kafkaslar, Gürcistan, Romanlar 3.7
U4 30-40 Finlandiya ve Rusya 2
U5 30-50 Batı Asya 2.7
M 50 Afrika 4
J 45 Yakın Doğu, Kafkaslar 9
HV 40 Yakın Doğu 5.5
H 25-30 Batı Asya 30
X 30 Kuzey Doğu Avrupa, Kuzey Avrasya 4
N1 30 Afrika, Orta Asya (Altaylar) 4
N2 30 Batı Avrupa 1.5
I 30 Kafkaslar, Kuzey Doğu Avrupa, Kuzey Avrasya 1.5
W 25 Kuzey Avrasya, Baltıklar, Batı Asya (Pakistan, Afganistan, İran) 2
T 17 Mezopotamya, Baltıklar 8
K 16 Mezopotamya 6
H1 + H3 10-15 Güney Batı Avrupa, İspanya, 4.5
H5 10-12 Batı Asya (Anadolu, İran), Kafkaslar 2.4
Tablo 2: Türkiye ortalamasının mtDNA dağılımı. (Kaynak: http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml)
Bütün bu ve benzer yöntemlerle yapılan çalışmaların ortaya tek şey koyuyorlar: İnsan ve insan grupları arasında ciddi ve büyük farklılıklar bulunmuyor. Bu çalışmalara göre, iki insan arasında ortalama genetik varyasyon / farklılık oranı binde 1 civarında. Yani DNA’ları incelendiğinde iki kişi arasında yalnızca ortalama binde bir civarında bir genetik değişkenlik gözleniyor. Bu oran, kişi ya da grupların birbirlerine olan coğrafi yakınlıklarıyla değişkenlik gösteriyor. İki kişi ya da grup coğrafi olarak birbirlerine ne kadar yakınsalar aradaki fark o kadar azalıyor, ne kadar uzaksalar o kadar artıyor. Bu durum sadece tek tek kişiler değil farklı gruplar için de böyle. Yahudiler gibi bir kısmı kendilerini gettolara kapatan ve genellikle dışarıdan kız alıp vermeyen en eski ve en kapalı topluluklarda bile bu gözleniyor. Yapılan çalışmalarda İsrailli Yahudilerin genetik olarak en yakın oldukları grubun Araplar olduğunu ortaya koyuyor. Popülasyon genetiği çalışmalarına göre bir Türk ve bir Araba kıyasla, binlerce yıldır aynı bölgede yaşadıkları için bir Arapla bir İsrailli çok daha yakınlar birbirlerine. Çünkü aynı grup içinden kişiler birbirlerinden coğrafi olarak uzaklaştıklarında aynı zamanda genetik olarak da uzaklaşıyorlar, coğrafi olarak yakın olduklarıyla genetik açıdan daha fazla şey paylaşıyorlar.
Sonuç olarak, yazımızın yazılmasına neden olan “Türk ırkı diye bir ırk var mı” sorusu yanıtını bulmuş oluyor. Türk diye bir ırk yoktur. Kürt, Ermeni, Arap, İngiliz, Çinli veya İspanyol gibi bir ırk olmadığı gibi “Türk diye bir ırk” da bulunmuyor. Türklük Kürtlük biyolojik değil sosyolojik, kültürel bir kavramdır. Zaten buradaki “ırk” kavramı biyolojiye dayandırılan ırk tanımına da uymuyor. Her köken farklılığı antropologların iddia ettikleri ırk kavramı içine girmiyor. Türk, Kürt, Arap ya da İtalyan olma durumu ırk değil, tam da ulus kavramına denk düşer. Ulus konusunda en kapsamlı çalışmaları yapmış olanlar arasında sayılan Stalin’in ulus kavramı Türk, Kürt, Arap ya da İtalyan olma durumunu daha iyi açıklıyor çünkü. Stalin 1913 tarihli “Marksizm ve Ulusal Sorun” adlı çalışmasında ulusu, “tarihsel olarak ortak dil, toprak, iktisadi yaşam ve ortak kültür biçiminde şekillenen psikolojik bir yapı üzerinde kurulmuş insan topluluğu” olarak açıklar. Ve bilinir ki, uluslar da kapitalizmin ürünüdür. Bu bağlamda Türk, Kürt, Ermeni, Yunan, Arap vb ırklarından değil uluslarından söz etmek gerekiyor.
İNSANLAR ARASINDA IRKSAL AYRILIKLAR VAR MI?
Biyolojinin gözünden bakıldığında, insan genetik yapıları incelendiğinde ırksal ayırımlar var mıdır? İnsanlar arasında ırk diye bir ayrım, onları birbirlerinden ayıracak moleküler bir ayıraç bulunuyor mu? DNA ve genlerine bakarak, bu adam ya da şu kadın veya o çocuk Türk, Kürt, Alman ya da Ermenidir; hatta daha da ileri gidelim, bu kişi beyazdır, siyahtır veya sarı ırktandır diyebilir miyiz? Biyolojiye göre, bütün bunların cevabı tek kelimedir: HAYIR. Çünkü biyolojinin bugüne dek elde ettiği bilgiler insan dünyasında ırkların olmadığını, insanlar arasında kalıcı ırksal ayrımlar bulunmadığını, var olan o farklılıkların da insanın sonradan çevre koşullarına uyum sağlamak için geliştirdiği yeni nitelikler, özellikler sonucu olduğunu gösteriyor. Genlerin dünyasında, değil Türk, Kürt, Ermeni, Alman ya da Slav ırkı, siyah, beyaz, sarı, kızıl gibi ırklar da bulunmuyor. Çünkü insan grupları arasında onları birbirlerinden ayıracak kadar genetik varyasyon bulunmuyor; bu yüzden ki, genlerine bakarak insanları sınıflara ayıramıyoruz; şu şu ırktan, bu da bu ırktan diyemiyoruz. En fazla, anne ya da baba tarafına bakarak, 500, 1000, 5 bin ya da 25 bin yıl önce, bu kişinin anne atası veya baba atası, annesinin annesinin annesinin annesinin …. Annesi, veyahut babasının babasının babasının babasının … babası şuralardaymış, şuralarda yaşamış; şu kavim ya da şu topluluklarla şuradan gelip şuraya gitmiş; şuradan geçip şuraya yerleşmiş diyebiliyoruz.
Kısacası, Türkiye’deki bir Türkle bir Ermeni ya da Kürt, Çerkez veya Arap arasında sanıldığı gibi büyük genetik farklılıklar yoktur. Ve daha da ilginci, bir Ermeni, Kürt veya Arabın bir Türkle olan genetik yakınlığı, Türkiye’de yaşayan bir Türkle Özbekistan’da yaşayan bir Özbekli Türk’ün veya bir Uygur Türkünün yakınlığından daha fazladır. Yani, biyolojinin moleküler ölçülerine göre, Türkiye’deki bir Türk, hemen yanı başındaki bir Ermeni, Arap ya da Kürde, bir Uygur Türkünden çok daha yakındır. Yukarıdaki tablolar da bunu gösteriyor zaten.
İnsanlar arasında belli farklar olmasına karşın biyolojiye göre insanlar arasında ırk diye bir sınıflandırma yapılamıyorsa, böyle ırksal sınıflandırmaları yapabilecek ayıraçlar bulunmuyorsa var olan bu ırk kavramı, bu insan gruplandırılmaları nedir öyleyse? Ya da, insan popülasyonları arasındaki farklılıklar ırksal değilse nasıl bir sınıflandırma? Yanıt açık, insan grupları arasında bulunan ayırımların tümü ırksal değil sosyal ve kültürel. Başka da bir şey değil.
Pratikte gözümüzle, günlük yaşantımızla her gün gördüğümüz şeyi tablolarda gösterilen veriler de ortaya koyuyor. Dünyanın bir başka yerinin bir başka köşesinde olduğu gibi Türkiye ve Türkiye’deki insanlar da tam bir halklar karışımı, bir halklar kardeşliği. İnsanın yüz bin yıllık yolculuğunun aynası. Önceki sayfalarda uzun uzun gösterdik. Afrika’dan çıkan insan dünyaya bu topraklardan dağıldı. Gidenler dönüp dolaşıp geri geldiler; bir süre kalıp başka yerlere göçtüler. Kimi kaldı kimi gitti, kimi de gittiği yerden çok daha başka bir yere gidip sonra tekrar geri geldi. Her gelen, her geçip giden bu topraklarda, bizlerin biyolojik – genetik yapılarımızda, kültürel birikimlerimizde izler, önemli zenginlikler bıraktı. Bu nedenle bugün bu toprakların sahip olduğu her şeyi tek bir insan grubuna mal etmek, her şeyi o grupla başlatıp bitirmek, onunla açıklamaya çalışmak her şeyden önce insan tarihine, insan birikimine, bu toprakların hayran olunası muhteşem bin bir renk zenginliğine saygısızlıktır, ona haksızlıktır. Bütün dünyayla birlikte bu topraklara da yakışan düşmanlık değil kardeşliktir, halkların kardeşliği.
KAYNAKLAR
http://www.eupedia.com/europe/european_y-dna_haplogroups.shtml
http://www.eupedia.com/europe/european_mtdna_haplogroups_frequency.shtml
* Yard. Doç. Dr. / Moleküler ve hücre biyolojisi, genetik