Irak’a Amerikan saldırısı, dünya ölçeğinde karışıklığı körüklerken yeni saflaşma eğilimlerinin de gelişmesine yol açtı. Bir yandan emperyalistler arasında saflaşma rüzgarları eserken diğer yandan da emperyalizm, özellikle Anglo-Amerikan emperyalizmi karşısında uluslararası işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları uzun yıllar sonra ilk kez güçlü biçimde yeniden safa giriyorlar. Emperyalistler arası saflaşmanın henüz kalıcı bloklaşmaları yarattığını söylemek için vakit erken ve bugün ortaya çıkan Alman-Fransız-Rus bloklaşmasının nasıl bir gelişme izleyeceğini kestirmek zor olsa bile, barışçıl paylaşıma dayalı kapitalist küreselleşme döneminin geçmişte kaldığı bellidir. Amerikan-İngiliz bloğunun “yeni dünya düzeni”ni de “yenilemek” üzere atağa kalkması, belirli emperyalist çıkarların “küresel emperyalist çıkarlar”ın önüne geçmesi ya da başka emperyalist çıkarlarla çatışması içeriğiyle, “ulusal”lığın aşılması olarak tanımlanıp ilan edilen kapitalist “küreselleşme” ütopyasının iflasının ilanı olmuştur.
İkinci emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte dünya kapitalizminin içine girdiği, sömürgecilik sisteminin çözüldüğü, “soğuk savaş” yıllarında tırmanan ve başlıca ABD ve Sovyet sosyal emperyalizmi arasında dünya hegemonyası mücadelesi olarak gelişen kapışmayla karakterize olan genel bunalımının bir döneminin, Sovyetler Birliği’nin çözülüp çöküşüyle bir türden aşılmasıyla koşulları oluşmaya başlayan, neoliberal küreselleşme politikalarıyla, bu politikaların götürdüğü açmazlarla ve savaşlara yol açarak kapitalizmin genel bunalımının girdiği yeni dönemi, –dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının kölelik koşullarının daha da kötüleşmesinin yanında kapitalizmin derinleşen tıkanıklıkları, krizler ve yeniden paylaşımı koşullayarak keskinleşen emperyalistler arası çelişmeleriyle– olgunlaşmaktadır. Artık bir önceki döneme damgasını vuran güçler ve güç ilişkileri, yerini yenilerine bırakmış; büyük güçlerin yanı sıra ikincil ve üçüncül önemde güçler de yeniden saflaşmaktan kaçınamaz hale gelmişlerdir.
Bu gelişme, emperyalizm aşamasında etkisini daha derinden hissettiren eşitsiz ve sıçramalı gelişmenin kapitalizmin bir yasası olduğunu, bu yasayı doğrulayarak değişen güç ilişkilerinin savaşları kaçınılmaz kıldığını, dolayısıyla emperyalist kapitalizmin savaşın kaynağı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdiği gibi; Lenin’in emperyalizmin “can çekişen kapitalizm” ve “sosyalizmin arefesi” olduğuna ilişkin saptamasının yeni bir doğrulanması olarak, “sosyalizmin çöküşü” edebiyatı üzerinden büyük iddiayla ileri sürülen “tarihin sonunu temsil eden, krizlerinden kurtulmuş, sonsuz barışın müreffeh kapitalizmi” hayalinin çöpe atılması anlamına gelmektedir. Kapitalizm, evet hâlâ, yine Lenin’in geçen yüzyılın başında belirttiği gibi eskisinden daha hızlı gelişmektedir; ama bu, bir yandan, dünya ölçeğinde tüm ulusal ekonomileri tek bir kapitalist zincirin parçaları haline getirerek çoğalttığı ve yeniden ve yeniden ürettiği uluslararası niteliğine karşın, yeniden paylaşımı zorunlu kılan işkollarının, tekellerin, bölgelerin ve emperyalist devletlerin –aynı anlama gelmek üzere “ulusal” kapitalist ekonomilerin– eşitsiz ve sıçramalı bir gelişmesidir ve öte yandan, bu gelişme, hızlanması ölçüsünde, can çekişmesini koşullamak üzere, emperyalist kapitalizmin çözümsüz iki başlıca çelişmesini denetlenemez derinliğiyle yeniden üretmektedir. Kapitalizmin eskisinden hızlı gelişmesi ve bunun özel bir görünümü olarak kapitalizmin “Amerikan imparatorluğu”nun “yenilmez” görüntüsünde simgelenen gücü, en çok bu “imparatorluk” ekonomisinde görünen ve sistemin üzerine kurulu olduğu karşıtlıkların zorunlu ürünü olan kapitalist dünya ekonomisinin tıkanıklığıyla bir arada bulunmakta ve kapitalist krizin temel etkeni olmaktadır.
Kapitalizm alabildiğine uluslararasılaşmıştır (“küreselleşmiştir”), sermaye devasa ölçülerde birikmiş, yoğunlaşmış ve merkezileşmiştir. Yenilenme ve ilerlemenin tek dinamiği olarak gösterilen bu sermaye birikimi; kapitalizmin genel bir yasası olarak pazarların aynı ölçüde büyümemesi nedeniyle, yatırım ve üretimin gerçekleşme süreçlerini tıkamaya; ve bir yanda, “sıcak para” olarak tanımlanan, yüksek kâr peşinde kimi kez günlük hatta saatlik her yere gitmeye hazır, bu niteliğiyle üretim sürecinden kopma eğiliminde spekülatif bir “sermaye fazlası”nın atıl halde yığılmasına, diğer yanda ise, yeterince kârlı görünmediği için kapatılan işletmelerin çoğalmasıyla da beslenen, ama asıl olarak tekel kârının, (spekülatif “yatırımlar” da dikkate alınarak önünde sonunda) artı-değer oranının yüksekliğini, bunun ise, üç kişinin işini bir kişinin yapmasını, düşük ücreti, sosyal yardım kesintilerini vb. talep etmesi nedeniyle, kitlesel işsizliğin, yoksulluk ve sefaletin, açlığın birikmesine götürmektedir. Evet, kapitalizm eskisinden de hızlı gelişmektedir; ama bu, tıkanmasını kaçınılmaz kılan, bu niteliğiyle de, gelişen üretici güçleri, başta üretken emek olmak üzere, bilimi, teknolojiyi vb. üretim süreçleri içinde sıkıştırıp kuşatan, çoğu durumda dışlayan ve üretime uygulanmalarını önleyen çözümsüz karşıtlıkları çerçevesinde olmaktadır. Emek ve üretim dev ölçülerde toplumsallaşmıştır, bu toplumsallaşma dünya ölçeğinde gerçekleşmektedir; ancak üretim ilişkilerinin temelini oluşturan mülkiyet ilişkileri, bırakalım bu toplumsallığa ve onun daha ileri gelişmesine uygunluğu, çözümsüzlüğünün acısını, bu toplumsallığı ve düzeyini dağıtıp geriletmeye girişerek çıkartmaya yönelmiştir. İşletme ölçekleri küçültülmekte, emeğin örgütlenmesi küçük gruplara, örneğin kalite çemberlerine daraltılmakta, taşeron ilişkiler teşvik edilmekte, part-time çalışma, “ödünç işçilik” vb. yayılmaktadır. Tümü, tıkanmasıyla birlikte, kapitalizmin, emek ve üretimin toplumsallaşmasıyla mülkiyetin giderek daha az sayıda elde birikmesi arasındaki temel karşıtlığının ürünü ve göstergeleridir. Buradan bir başka karşıtlık daha türemekte ya da aynı karşıtlık değişik bir biçimde şekillenmektedir: Yüzden fazla ülkeye dağılmış dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan dünyanın ezilen halkları, kendi aralarında kavgalı az sayıda büyük emperyalist devlet tarafından yağmalanmakta ve egemenlik altında tutulmaktadır. Kapitalist küreselleşme, çok sayıda ulusu kendi çarkına bağlamasına karşın, bu açıdan da, dinamiği kendi uzlaşmaz karşıtlığı olan, “ulusal”ı ve “ulusallık”ı aşamamanın ve aşamayacak olmanın açmazı içindedir. Emperyalizm, bir yandan dünyaya egemen olmak için tüm ezilen uluslara saldırmakta, sultası altına almaya çalışmakta, diğer yandan, yağmacı-baskılayıcı saldırganlığıyla onları kendisine karşı birleşmeye ve mücadeleye teşvik etmektedir.
Buradan kaynaklanan ikinci saflaşma, emperyalistlerin kendi aralarında saflaşmalarından daha da önemlidir. Emperyalizm, hâlâ kapitalist sistemi patronajı altında tutmakta olan Amerikan emperyalizminin saldırganlığında yansıyarak dünyanın yeniden paylaşımını gündem edinmekten kaçınamayışıyla, emperyalistlerin kendi aralarında saflaşmaya yönelmelerine neden olduğu kadar, saflaşma, dünyanın yeniden yağmalanması ve bu nedenle daha sıkılaştırılacak kölelik ilişkileri üzerinden yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak gerçekleşmekte olduğu ve talancı/köleleştirici küreselleşme politikalarının devamı olarak emperyalist yağma savaşlarıyla birlikte gelişebileceği ve geliştiği için, kendi nesnesi olan dünyanın ezilen halklarını özneleşmeye, üstelik kapitalizmin mezar kazıcısı olan dünya işçi sınıfının yanında saflaşmaya itmektedir. Emperyalizm, kapitalist uygarlığın insanlığı getirip dayadığı kitlesel işsizlik, sefalet, açlık ve savaş (bağımlı kılma, egemen olmaya yönelik yağma ve katliamlar) “duvarı”nda, belki de tarihin bir tecellisi olarak yeni bir “demirperde”ye, yeni bir “Berlin Duvarı”na götürecek “eski” zorunlu saflaşmanın yeniden ve daha sağlam gelişmesini teşvik etmektedir. 15 Şubat ve 21 Mart’ta tanık olduğumuz dünyanın dört bir yanındaki emperyalizm karşıtlığına dayanan ve onu besleyen savaş karşıtı gösterilerde kendisini açığa vuran bu yeni saflaşmadır.
Anglo-Amerikan emperyalizminin savaş politikasını hedef alarak, ama kuşkusuz küreselleşmeci talan ve zulüm politikalarının oluşturduğu tepkilerden de güç alarak, emperyalizm karşıtlığı temelinde mayalanan ve bir dizi yeni örgüt biçimlerine yol açmadan edemeyecek bu yeniden safa girmekte olan güç gözlerimizin önünde şekillenmektedir. Henüz bilinç ve örgüt düzeyi düşüktür, bir önderlikten yoksundur; ancak 20. yüzyılın zaferler kazanmış bu gücünü yeniden ayağa kaldırmak üzere birleşmekte ve eyleme geçmekte olanlar, farkında olsunlar ya da olmasınlar, özlemleri ortaktır. Ve kuşku yok ki, asıl ortaklıkları, özlem ortaklıklarında yansıyan maddi çıkar ortaklıklarıdır. Emperyalizmin kendisine karşı safa girmeye tahrik ettiği güçler, ulusal ve sosyal kurtuluşun güçleridir; dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarıdır. 15 Şubat ve 21 Mart’ta metropollerin ve bağımlı/sömürge ülkelerin meydanlarını ve sokaklarını dolduranlar; hiç kuşkusuz, 1) neoliberal küreselleşme politikalarının hak yoksunluğuna, işsizliğe, yoksulluğa sefalete sürüklediği ve emperyalizmin savaşla başlarına yeni belalar açmaya giriştiğini görmekte ya da geniş kesimleriyle sezmekte olan Londra’nın, Washington’un, Berlin, Paris, Roma vb.’nin işçileri (ve yoksullarıyla) Irak’ın, Türkiye’nin, Kore’nin, Mısır’ın, Pakistan vb.’nin ezilen halkları, işçi ve emekçileridir. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle artık tarihe karıştığı ve bir kez daha olmayacağı iddia edilen şey olmaktadır. İkisi de, “aşıldıkları” iddiasını yerle bir ederek, dünya işçi sınıfı ve ezilen ulusları, şüphesiz nesnel olarak emperyalizme karşı –ve öznel ihtiyaçları karşılandığında şüphesiz sosyalizm ve ulusal kurtuluş için– birleşerek ayağa kalkmaktadırlar.
Bu birlik ve ayağa kalkış, çok değil üç-beş ay öncesiyle karşılaştırıldığında, şimdiden küçümsenemez boyutlara ulaşmış ve uzun bir dönemin ardından hem de ciddi bir kitlesellikle gerçekleşmiş olmakla birlikte, tarihselliği bakımından değil ama pratik siyasal yönüyle çok yenidir, düşünsel ve örgütsel temelleri, “yeni”liğinin yanında içinden fışkırmakta olduğu tarihsel sürecin yaşanmış tahribatları, dayatılmış kaotik niteliğinden kaynaklanarak çok zayıftır, muğlaklıklarla maluldür. Modern revizyonizmin tahribatıyla işçi hareketi ve sosyalizmin geçici yenilgisi ve kazandığı mevzilerden püskürtülmüş olması ve ulusal kurtuluş hareketlerinin ezilmesiyle, ulusal sorunun, emperyalizmden kurtuluş sorunu olmaktan neredeyse emperyalistler tarafından bir ezilen ulusun başka birine karşı kışkırtılması ve kullanılmasına, ulusların birbirine kardırılmasına indirgenmesi, bu zayıflık ve muğlaklıkların başlıca nedeni olmuştur. Yenilginin üzerinden yürütülen emperyalist burjuvazinin propagandası, işçi hareketi ve sosyalizmi bir kaosa mahkum etmeye yönelmiş; liberal solculuğun, troçkizmin, dinciliğin, milliyetçiliğin vb. önü açılmış ve zehirli etkileri, işçi sınıfı ve ezilen ulusların en vazgeçilmez gerçek ve değerlerinin çarpıtılıp muğlaklaştırılmasını hedeflemiştir. Derlenip toparlanma bellidir ki zor ve sancılı olmaya adaydır. Ancak tüm eksiklik ve zaaflarına karşın, yeni saflaşmanın başlamış olduğu bir gerçektir. Eksiklik ve zaaflarını gidermenin dinamiğini de kendi geçmiş birikimleriyle birlikte nesnelliğinde barındıran tarihin bu eski ama pratik siyasetinin yeni güçlerinin, dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların, derlenip toparlandıkça, dünyaya yeni bir çeki-düzen vermeye yöneleceğinden kuşku duyulamaz.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yüreklerini korkuyla dolduran her şeyden çok budur.
KORKUNUN HEYKEL VE MANKENLERİ
Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarından duydukları korkunun, emperyalistler ve işbirlikçilerinin yüreklerinin en derin köşesine çöreklendiğine her fırsatta yeniden tanık oluyoruz. Kuşkusuz birer Pirüs zaferi olan “zaferlerini” ilan ettiklerinde bile, yüreklerindeki bu korkuyu dile getirmekten kaçınamıyorlar. ABD Savunma Bakanı D. Rumsfeld örneğin, Amerikan birliklerinin Bağdat’ı işgal ettiği ve Saddam heykelini devirdiği gün korkusuyla kendisini ele vermektedir:
“Saddam Hüseyin de, Hitler, Stalin, Lenin ve Çavuşesku’nun yanında,başarısız ve baskıcı diktatörler tapınağında hak ettiği yeri şimdi almaktadır.” (10 Nisan günlü gazeteler)
Yukarıdaki sözler, her şeyi birbirine karıştırıp muğlaklaştırmaya ve diktatörlük kavramıyla birlikte işçi sınıfı ve burjuvazi ve liderleri arasındaki benzeşmezliği gidermeye yönelik olduğu kadar, emperyalist burjuvazinin Lenin ve Stalin ve onların şahsında işçi sınıfı ve sosyalizmden duydukları korkuyu da açığa vurmaktadır. Lenin ve Stalin’le Saddam arasında koca bir dünya vardır. Ancak Saddam’ın Amerikan emperyalizmine karşı çıkmaya cesaret etmesi bile, Rumsfeld’in aklına, burjuvazinin yüreğine doldurdukları korkuyla Lenin ve Stalin’i getirmeye yetmiştir. Ölümcül bir korku olduğu ve hele dünya ölçüsünde Amerikan saldırganlığına karşı ayağa kalkan milyonların eyleminde dile gelince, Rumsfeld’in milyonların bu ölümsüz önderlerini hatırlamadan edemediği bellidir. Rumsfeld’i titreten, yeniden ayağa kalkmakta olan ezilen milyonların bir kez daha Lenin ve Stalin gibi önderlere sahip olma ihtimali olmuş, “içine kurt düşmüş”, o da “mezarlıktan geçerken ıslık çalıp” rahatlamaya çalışırcasına içindekini dışa vurmaktan kaçınamamıştır.
“Şeyh” böyle buyurunca “müridlere” de aynı nakaratı tekrarlamak düşer. Rumsfeld’in davulunun tokmağı Amerikancı solcu C. Çandar, Lenin ve Stalin’in heykelleri gibi onlarla aynılaştırdığı Saddam’ın heykelinin devrilişini huşu içinde seyredip bir kez daha efendisinin gücü önünde secdeye varmak üzere Bağdat’ta bulunamadığına hayıflanarak şunları yazmıştır: “… 1991 Ağustosunda Moskova’da darbenin çöküşünü ve heykellerin yıkılışını izlediğim gibi, 1989 Kasımında Berlin’de bir diktatörlüğün çöküşünü yaşadığım gibi, 1989 Aralık ayında Prag’da bir baskı rejimini deviren halkla birlikte bulunduğum gibi, dün Bağdat’ta olmayı çok isterdim.” (Tercüman, 10 Nisan)
Nefret, korkunun ikiz kardeşidir. “Solcu” Çandar, sola, sosyalizme can katmış işçi sınıfına özgü ne kadar değer varsa, kalıntılarına bile nefret kusarak yüreğindeki korkuyu dizginlemeye çalışmaktadır.
İşçi sınıfı ve halklardan, hareketlerinin yenilenerek gelişmesi ihtimalinden, ortaya çıkış koşulları, dayanakları ve niteliği gereği böyle bir yenilenmeye evrilmenin güçlü dinamiklerini taşıyan emperyalist savaş karşıtı hareketin gücü ve ortaya koyduğu potansiyelden duyulan aynı korkuyu; geleneksel kaygılarını parmağa dolamaya ve önyargılarını kaşımaya yöneldiği taraflarının zihinlerindeki tortulara oynayarak, kendilerine güvensizlik yayıp tutumlarından vazgeçirmeye kurgulanmış bir “aşağılama” girişiminde de gördük: “Manken-İslamcı-solcu ittifakı”! Bu “aşağılama”; İslamcının solcu fobisine oynadığı gibi, solcunun irtica dolmuşuna bindirilmesine, mankenleri ileri sürerek, sanatçıların, genel olarak aydınların her iki akımdan uzaklıkla terbiye edildikleri geçmiş yılların “birikimlerine” dayalı olarak ortaya atılmış, kuşkusuz mankenler üzerinden solcu ve İslamcıların “ideolojik saflık” ve “ortodoksluk” kaygılarına da seslenerek, oluşan geniş savaş karşıtlığını dağıtmayı, en çok da kızgınlık yaratan yaşam tarzlarıyla “zıpır” mankenler üzerinden halkın gözünde savaş karşıtlığını gözden düşürmeyi amaçlamıştır.
Bütün düşünce ve görüş farklılıklarına rağmen, savaş karşıtlığının geniş halk kesimlerini birleştiren zemini oluşturması, burjuvazinin yüreğine korku salmaya yetmiştir. Önceleri, düzeni sağlamlaştırma konseptine dayalı “konsensüs” ve farklı kesimlerin uzlaşmasının göstergeleri olarak Toktamış Ateş’le Abdurrahman Dilipak’a ortak TV programları, D. Perinçek’le yine Dilipak’a paneller vb. düzenletenler, o zaman hiçbir mahsurunu görmedikleri ve üstelik propagandasını yaptıkları “ittifakı”; zemini, liberal ideolojik yakınlıklar, konsensüs ve emekçilerin aldatılması ve düzene bağlanması olmadığı, ama işçi ve emekçiler, sosyalisti, samimi müslümanı, aydınların da katılmasıyla emperyalizme ve savaşa karşı bir araya geldiklerinde, birliklerini kara çalarak gözden düşürmenin aracı olarak kullanıyorlarsa, bu halkın antiemperyalist birliğinden duyulan korkudan başka ne ile açıklanabilir? Hele “manken-İslamcı-solcu ittifakı” söylemini halkı, antiemperyalist birlik ve mücadelesini aşağılama malzemesi yapanların bizzat yöneticileri oldukları TV kanalları günde 15’er saat en çok mankenlerin “orasını-burasını” didikledikleri televole programlarıyla doluyken, bazıları, savaşa karşı çıkmak gibi, her şeyin ötesinde insan olmanın gereği onurlu bir tutum aldıklarında, “manken”i aşağılamaları, “korkunun ecele faydası yok” deyişini doğrulamaktan başka anlamı olabilir mi?
KORKUNUN UMACISI: “ÜÇÜNCÜ DÜNYACILIK”
Korku dünyayı şaşırtmaktadır. Tarihte ilk kez henüz başlamayan emperyalist bir savaşa karşı patlak veren kitlesel direniş içinde ve savaş süresince savaş karşıtlığı temelinde güçlerini tazeleme ve hareketini yenilemenin olanaklarına kavuşan dünya işçi ve ezilen halklarından duyulan korku, savunma refleksiyle kendi umacılarını da üretmeye yöneldi. Irak istilası boyunca ve sonrasında sallanmakta olan “üçüncü dünyacılık” korkuluğu, burjuvazinin yüreğindeki korkuya dayalı “yaratıcılığı”nın örneklerinden bir diğeridir. Sallanan bu korkulukla, dünya gerçek anlamda şaşırılmış olmaktadır.
Bu korkuluğun Türkiye’deki baş sallayıcısı ve yaygınlaştırıcısı, hakkını teslim etmek gerek, E. Özkök’tür. “Batılı mı olacağız bir üçüncü dünya ülkesi mi?” diye sık sık sorarak, aşağılama aracı olarak kullandığı “üçüncü dünya ülkesi” ve “üçüncü dünyacılık” hayaletiyle, emperyalizmin acentalığını dayatan en başta odur. Bırakalım emperyalizme karşı mücadele öngörmeyi, emperyalizme tam teslim olmamayı, bugün somut olarak Amerikan emperyalizmini karşısında “kraldan çok kralcılık” düzeyinde bir uşaklık zemininde bulunmamayı, örneğin ABD’nin Irak istilasına karşı çıkmaya cesaret etmek bir yana, en geri düzeyde, Türkiye’nin tam bir Amerikan üssü olmasını içe sindirememeyi, Özkök, “üçüncü dünyacılık” olarak suçlamaktadır. Suriye ile devlet düzeyinde görüşme, dışişleri bakanının Şam’a gitmeyi düşünmesi, İran ilişki kurmak bile, onun bu suçlamasının hedefi olmak için yetmektedir. Hemen Bağdat’ın işgal edilmesinin ardından, “Şimdi sıra, Türkiye’nin içinde çöreklenmiş Saddamcılığı ve Üçüncü Dünyacılığı yıkmakta.” buyurmuştur. (Hürriyet, 10 Nisan)
Bu korkuluğu sallarken, Özkök yalnız değildir. Bilumum Amerikan işbirlikçisi şebeke korkuluğu elbirliği ile sallıyor. Örneğin Habertürk ve zamanında ABD eleştirmenliği yapan Amerikan solcusu yöneticisi “Manifesto”sunda, tıpkı Özkök gibi “Ah, şu Kuzey Cephesi açılsaydı şimdi ne iyi olacaktı” içerikli vatan satıcısı yardakçılığı dillendirip, bu konudaki “beceriksizlik”e işaret ettikten sonra; “Ancak bu beceriksizlikte bir art niyet olabileceği kuşkusu da giderek güçleniyor.. Art niyet acaba Türkiye’ye sessiz sedasız blok mu değiştirtmek, Batı’dan koparıp bir Ortadoğu ülkesi haline mi getirmek?” “açılımını” yapıyor! Suriye ve İran görüşmeleri eleştirisi üzerinden ekliyor: “Bu beğenilen gelişme, Türkiye’nin giderek batı blokundan, Batılı ideallerden koparılmasıdır.” (Habertürk, 7 Nisan)
Aynı korkuluk yine Amerikancı solcu Mehmet Barlas’ın da elindedir: “Türkiye ise, sanki Batı’ya karşı ‘3’ncü Dünyalı’ bir ülke görüntüsü veriyor.. ‘Derin Türkiye’, sade Amerika’yı değil, Almanya’yı da, Fransa’yı da ‘Tehdit’ biçiminde algılıyor… Atatürk’ün partisi CHP, şu anda 3’ncü Dünyalı ve Anti-Batı bir çizgidedir.” (Sabah, 11 Nisan)
Nedir itiraz ettikleri? “Üçüncü Dünyacılık”la keramet buyurup suçladıkları nedir? Hükümetin Amerikan karşıtı bir eğilimin sahibi olmaması bir yana, Türkiye, hangi “üçüncü dünya”ya katılma eğilimi göstermektedir? Bir “Batı bloku” bir de “Üçüncü Dünya bloku” mu vardır? Türkiye “blok değiştirme” durumunda mıdır, değiştirmekteyse hangi bloktan hangisine gitmektedir?
Daha henüz “ikinci blok” oluşmamış ve Fransa, Almanya ve bir ölçüde Rusya’nın şahsında bu yönde ancak bir eğilim ortaya çıkmışken, ortada bir “üçüncü”sünün belirtisi bile yokken, bu suçlamacılık, yalnızca bir korkuluk sallamaktan, “sonu kötü olmuş Saddam” üzerinden Amerikan emperyalizmine karşı çıkma eğilimini geliştiren güçlere korku salmaya uğraşmaktan başka anlama gelebilir mi?
Anglo-Amerikan emperyalizminin Irak istilası üzerinden, dünya birkaç yönüyle ikiye bölünmüştür. Ülkeler söz konusu edilecekse, ki edilebilir, dünyada kapitalist ülkelerin dışında kalan sosyalist bir veya birkaç ülke olmadığı için sınıflarüstü bir çarpıtmacılığa düşme tehlikesi yoktur; dünya bu yönüyle, nüanslar bir yana, ikiye bölünmüştür. Açıklamalara ve diplomasiye yansıyan söylemleri değil pratik siyasal tutumları itibariyle az sayıda ülke Anglo-Amerikan saldırısından yana tutum almış, saldırıya az ya da çok destek vermiş; ülkelerin büyük çoğunluğu ise, pratik bir karşı tutum geliştirmemekle birlikte, karşı çıkmış ve destek vermemiştir. Türkiye, Özkök ve şürekasının gözünde yeterince destek vermediği için “suçlu”dur; ama saldırıya karşı çıkmadığı ve hava sahasıyla birlikte topraklarını da açarak destek verdiği biliniyor. Bu açıdan, en azından şimdilik, ancak “iki dünya”dan söz etmek mümkündür. “Üçüncü”sü, hangi ülkeler topluluğu, hangi “blok”tur? Yoktur böyle bir blok!
Bir diğer yönüyle dünya, barış ve savaş güçleri olarak, kendi içinde “alt kategoriler”e bölünmek üzere yine ikiye bölünmüştür. Bölünmenin tarafları; saldırgan emperyalizmin güçleriyle, dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları, Suriye ve İran gibi sıranın kendilerine geleceğini düşünen ya da emperyalizmin görece zayıf biçimde denetleyebildiği Angola, Venezüella gibi ülkeler (kuşkusuz onların iktidardaki sınıfları kastediliyor) ve bugün çıkarları Amerikan saldırganlığı ve savaşla uyuşmayan ve ötesinde ABD’nin açık ya da örtülü rakipleri durumunda olan Almanya, Fransa, Rusya, Çin gibi emperyalist ülkeler (kuşkusuz tekelci burjuvazileri) olarak şekillenmiştir. Bu, geçici bir bölünmedir ve çıkarları katiyen uyuşmayan, bugün için savaş istemeyen emperyalist ülkeler ve tekelleriyle nesnel çıkarları itibariyle antiemperyalist olan işçi sınıfı ve dünyanın ezilen halklarının, savaş karşıtlığında, bu karşıtlığın hangi içerikle gelişeceğini dünya işçileri ve ezilen halklarının antiemperyalist tutum ve mücadelesinin gelişmesinin belirleyeceği bir yan yana gelişidir. Öte yandan, bu güçlerin savaş karşısındaki tutumlarına yakından bakıldığında, bugünden birbirlerinden ayrılmış olduklarını görmek mümkündür. ABD’nin rakipleri durumundaki emperyalist güçler, savaşa, kendi emperyalist çıkarları üzerinden her an ABD-İngiliz emperyalizmiyle anlaşmaya hazır zayıf ve pratik karşı tutumlardan yoksun olarak karşı çıkmışlarken, dünyanın meydan ve sokaklarını dolduran işçi ve emekçilerin savaş karşıtlığı, ciddi biçimde tekeller, onların küreselleşme politikaları ve kendi burjuvazilerine de tepkiyle koşullanmış, önemli ölçüde emperyalizm karşıtlığı üzerinde yükselmiştir.
Burada makalenin başındaki iki saflaşma saptamasına dönebiliriz. Birinci saflaşma emperyalistler arasında gerçekleşirken, ikinci saflaşma, emperyalistlere karşı dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının safa girmesi olarak belirginleşmektedir. Öyleyse, yeni oluşmakta olan bu saflaşmaların tarafları olan üç güçten söz edilebilir: Anglo-Amerikan bloku, oluşmakta olan Fransa-Almanya-Rusya -ve şimdilik daha çok onun yanında görünen Çin- bloklaşması ve Anglo-Amerikan karşıtlığı üzerinden emperyalizm karşıtlığı gelişmekte olan dünya işçileri ve ezilen halkları.
Üç blok henüz yoktur; ancak dünya ölçüsünde güçlerin içine girdikleri bu saflaşma eğilimi de gerçektir. Üstelik, Anglo-Amerikan bloğu ile oluşma eğiliminde olan rakiplerinin bloğu, birbirleriyle rekabet halinde iki saflaşma olsalar bile, tek bir emperyalist “dünya”nın kendi içinde çatışan parçaları durumundadırlar ki, Özkök ve benzerleri bu “dünya”yı, “Batı” ya da “Batı Bloku” olarak anmakta ve Türkiye’ye bu “blok” içinde yer biçmektedirler. Ve emperyalistlerin kendi aralarındaki saflaşmanın ötesinde, Özkök ve Amerikancı şebekenin korku duydukları dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının içine girdikleri antiemperyalist saflaşma eğilimidir ki, “üçüncü dünyacılık” korkuluğu, işçi ve emekçilerin ayak seslerinin yüreklere doldurduğu bu korkuyla sallanmaktadır. İşçi sınıfı ve halka bu korkuluk aracılığıyla verilmek istenen mesaj şudur: “Saddam’ın Irak’ı gibi bir ülke ve kuşkusuz tepenize bomba yağmasını istemiyorsanız ABD hayranlığından başka yol yoktur!” Ya örneği pek bol olan geri ve saldırıya açık Irak benzeri bir ülke ya ABD yandaşlığı!
Şebeke, “üçüncü dünyacılık” korkuluğunu kullanırken, kalkınma, ekonomik gelişme gibi iktisadi alana ilişkin gerekçeler sıralamamış, genel olarak gerekçelendirmeden de uzak durmuştur. Ancak “Kuzey cephesi açılsaydı şu kadar milyar dolar alacaktık” türü mali/iktisadi bağlantılar kurmuşlar, ülkenin ancak “Batı bloku” içinde, başta ABD olmak üzere emperyalizmle işbirliği koşullarında kalkınıp gelişebileceğine gönderme yapmışlardır ki, “üçüncü dünya” korkuluğu ile ezilenleri emperyalizm karşıtlığından caydırmaya yönelmelerinin ardında “üçüncü dünya” ile iktisadi gerilik ve gelişmemişlik arasında öteden beri kurulan/kurdukları özdeşlik de yatmaktadır. Dolayısıyla “üçüncü dünyacılık” korkuluğunu, zenginliğin ve gelişmişliğin Batı’ya özgü, emperyalist Batı karşıtlığının ise gerilik, yoksulluk ve cehaletle özdeş olduğu içerikli, yaratılmasında katkıları olan önyargıya da dayalı olarak sallamaktadırlar. “Irak’a götürülen demokrasi” ciddi sorgulamalara neden olup zayıflatsa da, korkuluklarının; Batı’nın demokrasiyle, ama “üçüncü dünyacılık”la tanımladıkları emperyalizm karşıtlığının “diktatörlük”le eşitlenegelmiş olmasından güç aldığını varsaymaktadırlar.
“ÜÇÜNCÜ DÜNYACILIK” NEDİR?
“Üçüncü Dünya” ve “üçüncü dünyacılık”; bugünkü dünya koşulları bakımından hiçbir nesnel temeli kalmayan, tamamen geçmişe dayalı olarak atıfta bulunulan bir konum tanımlaması ve yine geçmişte kalmış bir tutum alışı ifade etmektedir.
“Üçüncü Dünya” tanımı; II. Dünya Savaşı sonrası “soğuk savaş” yıllarında ortaya atılmış ve bu tanımla ifadelendirilen konumlanma, çatışma halindeki emperyalist-kapitalist dünya ile sosyalist dünya karşısında “tarafsızlığı” belirtmek üzere kullanılmıştır. Sosyalist ve kapitalist blok olarak bölünmüş iki kutuplu dünyada, tümü kapitalist olmakla birlikte, bir dizi ülke –kuşkusuz egemen burjuvazileri- iki bloğun da dışında kalıp “tarafsızlık” siyaseti izlemeyi çıkarlarına uygun bularak bir “üçüncü blok” oluşturmak üzere bir araya toplanmaya yönelmişlerdir.
II. emperyalist paylaşım savaşı sonrasında bağımsızlığına kavuşan yirmi dokuz Asya ve Afrika ülkesinin temsilcileri, 1955 yılında Endonezya’nın Bandung kentinde bir konferans topladı. Sömürge sisteminden yeni kopmuşlardı ve bağımsız bir yol tutmak istiyorlar, öte yandan kapitalist nitelikleri gereği Sovyetler Birliği ile birleşme ve ittifaka yanaşmıyorlardı. Kapitalist ve sosyalist dünya arasındaki güçlerin “birbirini dengeleme” koşullarında, birinden diğerine bağlanmadan, geçici bir varoluş durumu olanaklı görünüyordu. “Üçüncü bir yol” tutabileceği, bağımsız bir kalkınma gerçekleştirebileceği düşüncesi, emperyalizmin talanı ve baskısından yeni kurtulmuş ülke burjuvazileri açısından denenmeye değerdi. Bu konferansta kalkınmak için kendi aralarında yardımlaşmaya karar verdiler ve dünya ticaretinde ortak çıkarlarını korumak üzere ortak talepler formüle ettiler.
1961’de bir dizi Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesi “Bağlantısızlar Hareketi”ni başlattı. “Bağlantısızlık”, hem ABD hem de SSCB (ve etraflarında oluşan ittifaklar) ile bağlantılı olmamak anlamına geliyordu, ve, “hareket”, “tarafsızlık siyaseti” izledi. Burjuva ulusal çıkarların savunulup gerçekleştirilmesi, emperyalist devletlere ve politikalarına uzak durmayı zorunlu kılıyordu. Bu “uzak duruş”; sınıf nitelikleri, sosyalist dünyanın sunduğu örnekten uzak durmalarına götürse de, kendi halklarının sosyalizmin başarılarından etkilenmesinin yanında, sosyalist bloğun gücünün, emperyalistlerin, bu ülkelerin üzerine çullanmalarının önünü kesmesiyle koşullanıyordu. Üstelik, –İngiliz imparatorluğu ve dünya egemenliğinin tarihe karışmasının temel bir dayanağı olarak- sömürge sisteminin dağılmasının, yeni sömürgeciliği örgütlemeye girişen Amerikan emperyalizmi tarafından desteklenmesi, ABD’nin bu ülkelerin çoğu ve egemenleriyle “iyi ilişkiler” geliştirmesi anlamına da geliyordu. Bu hareketin başını Mısır, Hindistan, Yugoslavya, Endonezya ve bazı Afrika ülkeleri çekti. Bağlantısızlar Hareketi, Bandung’da açılan yol üzerinden yürüdü.
1973’te Arap ülkeleri, Arap-İsrail Harbinde İsrail’i destekleyen emperyalist devletlere petrol ambargosu uyguladı. 1973’te petrol ihraç eden ülkeler teşkilatının (OPEC) bundan yararlanarak petrol fiyatlarını kontrol altına alıp artırması, diğer ülkelere örnek oldu. “Bağlantısızlar Hareketi” genişledi. Yetmiş yedi ülkeden oluşan “Yetmiş Yediler Grubu” haline dönüştü, dünya ticaretini kendileri lehine yeniden düzenlemeye yönelik bir “Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen” projesi bile geliştirdi.
Özetle, ’50’li ve ’60’lı yıllar boyunca kimilerince “gelişmemiş”, kimilerince “gelişmekte olan” ya da “bağlantısızlar”, “77’ler” veya “üçüncü dünya” ülkeleri olarak tanımlanan kapitalist ülkeler, dünyanın iki sistem halinde bölünmüşlüğünden, dolayısıyla emperyalist kapitalist kampın güç ve olanaklarının sınırlanmışlığından ve ABD ile İngiltere arasındaki yeni-eski sömürgecilik çekişmesinden yararlanarak, dünya siyaset sahnesinde görece dayanışma içinde bulunabildiler ve dünya kapitalist ekonomi sisteminin bazı etkilerinin sınırlanmış olmasına bağlı olarak iyi kötü ulusal kalkınma politikaları uygulayabildiler. Bir taraftan bir ucundan büyük çoğunluğunda Amerikan etkisi giderek yayılırken diğer taraftan örneğin ithalatı kontrol edebildiler, yabancı şirketlerin yatırımlarında şartlar koşabildiler.
Ancak anlaşılmış olmalıdır ki, tutarlı bir “üçüncü bir yol” izleyemediler ya da kendine yeterli bir “üçüncü dünya” oluşturamadılar. Varlıkları ve izledikleri “kendine özgü” yol, aslında kendilerine özgü değildi, bu “yolu” kendi dinamikleriyle geliştirmedikleri gibi, varoluşları, kendi güç ve yetenekleriyle değil ama kendi dışlarında oluşmuş ve birbirini az-çok dengeleyen kapitalist ve sosyalist dünyalar arasındaki güç ilişkileriyle garanti edilmişti. Dolayısıyla bu ülkeler ya da ülkeler grubu, her iki “dünya”nın etkilerini üzerlerinde hissettiler, taşıdılar. Daha da ötesinde, birbirlerine “diş geçiremeyen” kapitalist emperyalist ve sosyalist blok, bu ülkeler içinde tam ya da az-çok yandaşlara sahiptiler. “Bağlantısızlar” ya da “üçüncü dünya”, bu nedenle de, baştan beri kendine yeter olmadığı gibi, yekpare bir “dünya”, bir bütün oluşturmadı. Görece Sovyetler Birliği ile ittifaka ağırlık veren Hindistan, Küba gibi ülkeleri içinde barındıran “Bağlantısızlar” ya da “üçüncü dünya”, Yugoslavya gibi emperyalizmin yolundan yürüdüğü ve “ajan” faaliyeti yürüttüğü için sosyalist dünyadan dışlanmış bir ülkeyle Anglo-Amerikan emperyalizminin güçlü bağlara sahip olduğu Körfez ülkeleri türünden ülkelerin tümünden bileşiyordu.
Yine de, aralarındaki farklılıklara ve bir “dünya” oluşturmamalarına rağmen, en azından bu ülkelerin bazıları (kuşkusuz, emperyalizmle birleşmemiş egemen burjuvazileri) az ya da çok ulusal bağımsızlıklarını gözetiyorlardı ve her şeyden önce gözetecekleri, ekonomik bağımsızlıkla pekiştirilmiş olmasa ve biçimsel kalsa bile siyasal bağımsızlıklarına sahiptiler. Yeni sömürgeciliğin bugün gelip dayandığı noktayla; “uluslararası tahkim”i, “üst kurullar egemenliği”, özelleştirilmemiş yer altı ve yerüstü zenginliğinin neredeyse kalmamış olması, IMF-DB programları ve DTÖ kararlarının “üst belirleyen”i oluşturması ve genel geçerliliğiyle vb. sağlanmış ulusal kölelik koşullarıyla kıyaslandığında; bu, özellikle bugün ABD emperyalizminin dünyayı yeniden yapılandırması bakımından katlanılmaz bir pozisyon durumundadır. 21. yüzyılın başında şimdi başlıca koşulları ortadan kalktığından, böyle bir pozisyonu tutmaya ve savunmaya çalışmak, olağanüstü zorlaşmıştır. Başka tutumlarının ne olup olmadığı tartışmasına girmeden söylenebilir ki, Saddam böyle bir pozisyonu sürdürmeye çalıştığı için, başına gelmeyen kalmamıştır. Şimdi özellikle dünya egemenliğini dayatma peşindeki Amerikan emperyalizminin, herhangi ülkenin (ve egemen burjuvazisinin) ne denli yetersizce olursa olsun, ulusal çıkarlarını ileri sürmesine ve buradan pozisyon almasına tahammülü yoktur. Bugün Amerikancı şebekenin “üçüncü dünyacılık” suçlamasıyla karaladığı da, zaten bu, ulusal bağımsızlığın az-çok savunulması tutumudur.
Sovyetler Birliği’nde ’50’lerin sonundan itibaren başlayan kapitalizme geri dönüş süreci ve giderek bu ülkenin dünya hegemonyası peşinde sosyal emperyalist bir ülkeye dönüşmesi, “üçüncü dünya”yı karmaşıklaştırdı.
Zaten başından beri “iki dünya” arasında bir “yol” tutturmaya çalıştıkça; kendine özgü bir “üçüncü sistem” olmadığı ve bulunamadığı ve sosyalizme yakınlık içine girmeleri, kapitalist nitelikleri gereği, ancak dış politika ve dış ticaret ve belki kredi kolaylıkları gibi alanlarla sınırlı kaldığı için, geçici olarak emperyalizmin etkisi ancak sınırlanabilen bu ülkeler kalıcı bir bağımsızlık yoluna giremiyorlar ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde emperyalizmle bağları artıyordu. Kimileri ise, söylendiği gibi, zaten bu bağlara sahipti ve “denge” koşullarından yararlanarak işbirliğinden fazla pay alan işbirlikçilerin egemenliğindeydi. Sovyetler Birliği’nin modern revizyonizmin sultası altına girmesi ve bir yandan kapitalizmi restore etme diğer yandan da dünya egemenliği peşinde koşmaya yönelmesi, “bağlantısızlar” açısından “yeni bir ufuk” açılmasına götürdü: Modern revizyonizm, bu ülkelerin önüne “kapitalist olmayan yol”u ve bu “yol”dan gelişme ve kalkınmayı koydu. Bu, aslında, baştan beri, bu ülkeler açısından neredeyse kural olan “sosyal devlet”i, sınaî korumacılığıyla vb. devlet kapitalizminin hem kutsanması hem de teori düzeyine yükseltilmesi anlamına geldi. Amerikan ve İngiliz emperyalizmin etkisinin en zayıf ya da ulusal yönelimi güçlü olan “bağlantısız” ülkeler, Nasır Mısırı, Baas Irak ve Suriyesi gibiler, bu yolun temsilciliğini üstlendiler. Giderek birlikleri zaten zayıf olan ve bir bütünlük oluşturmayan “üçüncü dünya ülkeleri”, Amerikan ve Sovyet (sosyal) emperyalizminin etkisindeki ülkeler olarak farklılaşmaya başladılar. Hâlâ “bağlantısızlar hareketi” içindeydiler; ama başlangıçtakinden daha çok bölünmüş hale gelmişlerdi.
Bu sıralarda yeni emperyalist amaçlı bir güç sahneye çıkmaktaydı; ve “üçüncü dünya ülkeleri”ni dış politikasının ve dünyaya yayılma amacının kaldıracı olarak kullanmayı hedefledi. Çıkarları Amerikan ve Rus emperyalizmiyle çatışan Çin revizyonizmi, uluslararası bir güç olmaya en çok geliştirdiği “Üç Dünya Teorisi” ile girişti. Bu dönemde artık sosyalizm Arnavutluk’a sıkıştırılıp geriletilmiş, hâlâ Arnavutluk şahsında bir dünya sistemi olmayı sürdürse bile, dünya ölçeğinde bir blok oluşturmaktan uzaklaşmıştı. Çin revizyonizmi, kuşkusuz sosyalizm iddiasıyla, dünyayı, hayali olarak bir başka tarzda üçe böldü. İlk “üçe bölme”nin ideolojik patronajı, Sovyet revizyonizminin de oluru ve beslemesiyle, Amerikan emperyalistlerindeyken, sonraki “üçe bölme”nin fikir babalığı Mao Zedung’a aittir.
Buna göre, ABD ve Rusya, “iki süper devlet”, “birinci dünya”yı oluşturuyordu. Dünya hegamonyası peşinde koşma gücüne sahip olmayan ve “iki süper devlet”le bu açıdan yarışma gücünde olmayan Avrupa ülkeleri ve Japonya, “ikinci dünya” yı temsil ediyorlardı. “Sosyalist ülke” olarak Çin’in de içinde bulunduğu geri kalanlar ise, aralarında hiçbir ayrım yapılmadan “üçüncü dünya”ya aittiler; ve dünya devriminin temel gücü, işçi sınıfı değil, ezilen halklar bile değil ama bu ülkelerdi! Çin revizyonizmi, kendisine bağlayıp kendi emperyalist çıkarlarını gerçekleştirmek üzere, Çin’i de içine kattığı “bağlantısızlar hareketi”ne, ileri sürülmüş tezlerini geliştirerek hayali bir misyon yüklemekteydi. Kapitalist emperyalizm koşullarında tümü kapitalist olan geri ya da gelişmekte olan ülkeler kendi aralarında birleşip iki süper devlete karşı Avrupalı ve Japon emperyalistleri yedekleyerek yürütecekleri mücadeleyle “kurtuluşlarını” muştulayacak bir “yeni uluslararası ekonomik düzen” kuracaklardı! Bu teori, “ülkelerin kurtuluşu”nu işçi sınıfı ve ezilen halkların kurtuluşunun karşısına koyarak yerine geçirmekteydi. Bu ülkeler, kendi işçilerini ve halklarını ezerek “kurtulacaklardı.” Kimden? İki süper devletten. Kim kurtulacaktı? Geri ülkeler. Yani? Yani, bu ülkeleri egemenliği altında tutan kimisi az-çok ulusal, kimisi açıktan işbirlikçi burjuvazileri. İşçilere ve halklara düşen, iki süper devletin talan ve zorbalığından “kurtulmak” için, kendi egemenlerinin talan ve zorbalığını kabullenmekti!
Teori, işçi sınıfı ve halkları ideoloji ve siyaset sahnesinden dışlıyor, kendi egemen burjuvazilerinin peşine takılmaya yönlendiriyor ve dünya tarihinin, 19. yüzyılda kalmış bir çatışma, burjuvalar arası rekabet (pazar paylaşımına) üzerinden gelişeceğini ileri sürmüş oluyordu. En çok bu teoriye göre, hem de dünya devrimi adına, gerilik ve gericilik yüceltilmişti. Kuşkusuz, pokerin “beş benzemez”i gibi, bu ülkeler hiçbir zaman birlik halinde olmadılar ve tarihi ilerleten gücü de hiç oluşturmadılar.
Dolayısıyla, “üçüncü dünya”ya atfedilen tarihsel işlev kadar varoluş durumu da, “bağlantısızlar hareketi”nin, eski sömürge sisteminin dağılması ve sosyalizmin emperyalizmi dengelemesinden kaynaklı ilk dönemindeki göreli gerçekliği dışta tutulursa hayali ve yakıştırmadır. Gerçek olduğu kadarıyla, bugünküyle ilişkisiz bambaşka bir dünya gerçeğinin ürünüdür. Bugün ne tarihsel kökleriyle bağlı bir “üçüncü dünya” vardır ne de böyle bir “gerçek”ten bahsedilebileceği ’50’li ve ’60’lı yıllarda bu, tam ve kendine yeterli, öykünülecek ve yolundan yürünebilecek bir gerçek olmuştur. Bir adım daha atılarak söylenebilir ki, “üçüncü dünya” ve “üçüncü dünyacılık”, gerçeğe en yakın olduğu dönemde bile, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına, sosyalizme (ve stratejik yedeği ulusal kurtuluş hareketlerine) karşı ileri sürülmüş bir ön kesicilik olmuştur. Şimdi Amerikancı şebeke tarafından ortaya atılışı, burjuva yaratıcılığın tükenişine ve sonuna işaret eden bir temelsiz yineleme olarak, tümüyle gerçek dışı ve bir o kadar gerici bir korkuluk olduğundan başka bir şeyi kanıtlamaz. Tek gerçeğe ilişkinliği, “üçüncü dünyacılık”la suçlanan, karalanan ya da gözü korkutulmak istenenin, ulusal bağımsızlığın savunulması tutumu, antiemperyalist tavır alış olduğu ve bağımsızlıkçılığa emperyalizm yardakçılığı mevziinden saldırıldığıdır.
DÜNYA YENİLENMEK ZORUNDA
“Batı mı üçüncü dünya mı?”, “Batıcılık mı üçüncü dünyacılık mı?” ikilemi sahtedir. Ezilenlerin hayal alemini doldurmak ve bu hayal üzerinden, “üçüncü dünya”nın yarım gerçek olduğu en uygun koşullarda bile yedeklenmelerini sağlamak üzere piyasaya sürülen bu ikilem; gerçeğe dayanmayan kofluğu yönüyle sahte olduğu kadar, “Batı” adına dayatılan emperyalizmin egemenliği ve bu egemenliğinin kabulünü istemesi yönüyle de tam bir sahtekârlıktır.
İçinde yer alınması amaçlanacak bir “üçüncü dünya” yoktur; sosyalist ve kapitalist dünyalar arasındaki sert çatışma koşullarında, kapitalist dünya içinde yer aldıkları kesin olan bir dizi ülkenin, görece bağımsız bir gelişme yolu tutabilmeleri ve az-çok gruplaşmaları bir “üçüncü dünya” oluşturduklarına delalet etmez, dolayısıyla “üçüncü dünya” hiçbir zaman olmamıştır. Emperyalizm karşısında bağımsızlıkçı tutumların geçmişte -ve hatta günümüzde- bir dizi ülke ve burjuvazileri tarafından savunulmuş -ve savunuluyor- olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Kapitalizm içinde kalınarak emperyalizme karşı mücadelenin geleceği yoktur ve olmamıştır. Emperyalizm, 19. yüzyılın sonundan bu yana ve bugünkü kapitalizmdir. Ve kapitalizme el kaldırmadan emperyalizme karşı mücadele ve en uygun koşullarında bile kısa sürede yitirilecek göreli (ve kuşkusuz burjuva) kazançlar peşine düşmek, ezilenlerin, işçi sınıfı ve halkların özlemi ve davası olamaz.
İşçi sınıfı ve halkların davası olamaz diyoruz; çünkü, karşısında “Batıcılık mı Üçüncü dünyacılık mı?” korkuluğu sallanan, bir süredir yeniden safa girmekte ve mücadelesini geliştirmeye yönelmekte olan dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarından başkası değildir. Kapitalist dünyanın bu devrimci güçleri, böylesi bir sahte ikilem içine sığmaz, sığdırılamaz.
Ezilen halkların emperyalist talan ve zorbalıktan kurtuluş mücadelesine, bu talan ve zorbalıktan kendisi de zarar görmesi nedeniyle baskı altındaki ülkelerin burjuvazisinin (kuşkusuz emperyalizmle birleşmemiş, işbirlikçileşmemiş kesimlerinin) katılması ve hatta öncülük etmesi, antiemperyalist mücadeleyi bir yarım başarıya ulaştırması olanağı hâlâ bütünüyle tükenmemiştir. Antiemperyalist mücadelenin nesnel koşullarının gelişip olgunlaşması ve işçi sınıfı ve kent ve kır yoksullarının bilinç ve örgüt düzeylerinin düşüklüğünü gidermek üzere derlenip toplanmalarının gecikmesi, yer yer bu olanağın gerçeğe dönüşmesine götürebilir.
Ancak böyle bir ihtimal hâlâ var olmakla birlikte, giderek zayıflamaktadır. Hem eskisinden daha hızlı gelişen bugünün kapitalizmi olan emperyalizm, giderek tüm burjuvaziyi daha çok kendisine bağlamakta ve anti emperyalist mücadele olanaklarını törpülemektedir; hem de anti emperyalist mücadele, bugün her ülkede eskisinden daha gelişkin işçi sınıfı ve maruz kaldıkları talan ve zorbalık nedeniyle emperyalizme karşı daha kökten ve derinden mücadeleye itilen yoksul ve emekçi halkların varlık koşullarında gelişmek durumundadır. Dolayısıyla aşağı katmanların ağırlığını taşıyacak ve tutarlı ve sonuna kadar antiemperyalist tutuma çağrılı bu güçler tarafından damgalanmaya yatkın olacaktır. Bu ise, aynı zamanda, emperyalizme karşı mücadele potansiyeli zayıflayan burjuva kesimleri ürküterek emperyalizmle uzlaşmaya itecek ve işçi sınıfı öncülüğünü zorunlu kılan bir diğer etkeni oluşturmaktadır.
Dünya işçi sınıfının nesnel çıkarları, ancak yeni bir dünyanın kuruluşuyla, sosyalizmle karşılanabilir. Dünyanın ezilen halkalarının önünde ise, söylendiği iki iki seçenek durmaktadır: Ya işçi sınıfı antiemperyalist mücadelede, bu mücadelede şöyle ya da böyle yer alma eğilimi gösterecek burjuva kesimlerin etkisini gidererek ezilen halklarla birleşecektir ya da buna güç yetiremeyecek ve ezilen halklar şu ya da bu ülkede kendi burjuvazilerinin yedeği olacaktır. Nesnel olarak birinci ihtimalin gerçekleşme olanağının büyüdüğünü söylemek doğrudur.
Buradan hareketle söylenebilir ki, bugün bir gerçek oluşturmayan ve öyle tanımlanmaması gereken “üçüncü dünyacı”lıkla kastedilebilecek, kapitalist emperyalist dünyada emperyalizmden görece bağımsızlığı, dolayısıyla gelişmiş kapitalizm (emperyalizm) ve onun yarattığı devrimci güçler (işçi sınıfı ve emekçiler) karşısında kendi görece geri/gelişmemiş koşullarına (gelişmemiş üretici güçler, gelişmemiş ekonomi, görece geri fikirler ve burjuva ideoloji) dayanan bir “gelişme yolu”na yönelme isteği gösterebilecek güç, geri kapitalist ülkelerin emperyalizmden zarar gören burjuvazisi olabilir. Şimdi, yine dünyanın içine girmiş olduğu yeni saflaşmalar koşullarında, örneğin ABD-İngiltere bloğunun karşısında yeni bir emperyalist bloğun oluşması eğiliminin kalıcılaşması ve iki bloğun birbirini dengelemesi durumunda, bu tür tutumlar görece yayılma eğilimi gösterebilir ve hatta savaşa karşı bir deklarasyon yayınlayarak “bağlantısızlar hareketi”ni canlandırma girişiminde belirtisi görüldüğü gibi, bir dizi ülke gruplaşma eğilimi içine de girebilirler. Hatta yeni emperyalist bloklaşma, Amerikan hegemonyasını zayıflatma amaçlı olarak, bu eğilimi teşvik edip destekleyebilir de. Çeşitli ülkelerde burjuvazinin ulusal bağımsızlık yanlısı tutumlar geliştirmesi, kuşkusuz emperyalizmi zayıflatacağı için istenir bir şeydir ve böyle tutumların alınmasında olumsuzlanacak bir şey olamaz. Ancak bu tür tutumları dışlamamak başka şeydir; bu burjuva tutumların ortaya çıkma ihtimalinin olanaklı tek ihtimal varsayıldığını göstermek, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarını ve mücadele dinamiklerini yok saymak ya da üstünü örtmek üzere, “Batıcılık”ın alternatifinin “üçüncü dünyacılık” olduğunu ileri sürmek başka.
Öyleyse “üçüncü dünyacılık” korkuluğu, bir korkuluk olmanın yanında, emperyalizm karşıtlığını ve antiemperyalist mücadeleyi kapitalizm sınırlarına hapsetmenin de bir yolu ve aracı durumundadır.
Gerici “Batı” ve Yenilenmenin “Batı”sı
Korkuluk ve dayatılan ikilemin dayandığı ikinci sahtekârlığa gelince; bu, “Batı”nın tek bir bütün oluşturduğu önvarsayımının dayatılmasında belirmektedir. Aşağılanan “üçüncü dünya” karşısında yüceltilen “Batı”; uydurulan “üçüncü dünya” kavramı içinde asıl aşağılanması amaçlanan antiemperyalizm ve onun işçi-emekçi dayanakları karşısında, “Batı”nın gericiliğinin, can çekişen kapitalizm olan emperyalizmin, tekelci burjuvazinin bir yüceltilişidir.
“Batı”, emperyalistler arasında bölünmüşlüğünün ötesinde burjuvazi ile işçi sınıfı (ve emekçiler), sermaye ile emek arasında bölünmüştür. Nitelik ve nicelik olarak en gelişkin işçi sınıfı Batı’ya özgü olduğu gibi; en yoğun birikmiş, en çok merkezilenmiş ama üretken niteliğinden de en çok uzaklaşmış (rantiye karakterli) sermaye de Batı’ya özgüdür.
Batı, işsizlik, yoksulluk, sefalet birikimi olduğu kadar “varlık içinde yokluk”un “anası” olarak devasa zenginliklerin biriktiği başlıca mekandır da. Makineler, fabrikalar, ulaşım araçları, yüksek teknoloji aygıtları ya da doğrudan para sermaye olarak çeşitli görünümleriyle birikmiş cansız emeğin dünya üzerindeki dağılımının “aslan payı” “Batı”nın olmuştur ve olmaktadır. Teknik temeli en gelişkin, toplumsallaşma düzeyi en yüksek emek Batı’da uygulanır, ama en yüksek sömürü oranının alanı da Batı’dır.
“Batı”yı Batı yapan maddi ve manevi değerler en azından 500 yıllık bir tarih dilimi içinde oluşmuştur ve burjuvazinin tarihsel olarak ilerici/devrimci bir rol oynadığı döneminden biriken değerlerin de mirasçılığını yapan, kapitalizmin başlıca devrimci ürünü işçi sınıfı; üretken emeğin ve toplumsallaşmasının temsilcisi olarak, kapitalizmin geliştirdiği, ama emperyalizme dönüşmesiyle birlikte artık tam bir karşıtlık içine girdiği ve gelişmesini önlediği üretici güçlerin en önde geleni, başlıcasıdır. İşçi sınıfı ve temsil ettiği ilerleme etkeni olan ne varsa tümünün toplamından oluşan, karşıtlık içinde olduğu kapitalist üretim ilişkilerince önü kesilmesine ve kösteklenmesine karşın gelişmesi durdurulamayan üretici güçler, bu güçlerde içerilmiş –Leonardo da Vinci’si, Michelangelo’ı, Pascal’ı, Mozart’ı, Bartholdi ve Eiffel’iyle, Curie’leri, Pasteur’ü, Einstein’ıyla; makinesi, fabrikası, tekno-sınaî kompleksleri, resmi, heykeli, mimarisi, treni, metrosu, mühendisliği, radarı, bilgisayarı, fiziği, MR’ı, tıbbı vb. ile- burjuvazinin bütün devrimci birikimini de temsil edip kapsayarak, sosyalizmin üretici güçlerini oluşturmaktadır.
Ama Batı, aynı zamanda, mülkiyetin en ileri ölçüde küçük bir azınlığın elinde toplandığı mekanın adıdır; emeğin ve üretimin en gelişkin toplumsallaşmasıyla çatışarak, ve bunun gereği olan toplumsal üretim ilişkilerini, en çok kaçınılmaz hale geldiği durumda olanaksız kılan tamamen gereksiz bir “habis ur” oluşturarak, emek ürünlerinin mülkiyetinin dünyanın geri kalan kesimleriyle karşılaştırıldığında en az sayıda özel elde biriktiği, en yoğun ama en çok merkezileşmiş birikimin mekanıdır.
Rakamlarla somutlanacak olursa;
“Üçüncü Dünya” aşağılaması üzerinden korkuluk sallayanlar, hiç, “Batı” diye yüceltisini yaptıkları sanayileşmiş ülkelerde 100 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşamakta olduğundan söz etmezler. (Unicef, ’97 rakamı) 1995 rakamlarıyla 30 milyona yakın ABD’linin açlık çektiğini görmezden gelirler. Sefillerin ve açların varlığı Batı ya da ABD’nin devrimci yüzü değildir, ama Batı’nın insanları sefil ve aç bırakan bir Batı olduğunu; zenginlik, şatafat ve gücün, sefalete ve açlığa mahkum ettiği milyonların üzerinde yükseldiğini gösterir.
1976’da, ABD’deki en zengin yüzde 1’lik dilim, ülkedeki toplam özel maddi servetin yüzde 19’una sahipti. 1999’da bu oran yüzde 40 olmuştur. Bu en zengin yüzde 1’in geliri, “en alttaki” yüzde 92’nin toplam gelirinden daha fazladır. Bu, Batı’nın “Batısı” ya da önde geleni ABD’nin olağanüstü derinlikte bir uçurum ya da karşıtlık ve kutuplaşma üzerine kurulu olduğu ve uçurum ya da karşıtlığın yıldan yıla derinleştiğinden başka bir anlama gelmez.
Bunlardan ne sonuç çıkar? Bu, tam bir uçurum oluşturan gelir dağılımı adaletsizliğinde yansıyan bölüşüm ilişkilerini koşullayan, mülkiyetin -en az sayıda elde toplanmasına ve bu sayının yıldan yıla azalmasına götürmüş olan- özel kapitalist biçimine dayanan üretim ilişkileri; Batı’nın dev ölçekli toplumsal üretiminin gerçekleşmesi ve yönetilmesi bakımından uygun olmaktan her zamankinden çok çıkmıştır. Zamanında (feodalizme karşı) Batı’nın en ileri ürünü olan kapitalist üretim ilişkileri, artık çoktan, ileri düzeyde toplumsallaşmış emeğin ve üretimin gelişme ihtiyaçlarını karşılayabilir olmaktan çıkmış, toplumun, toplumsal üretim ve yaşamın kendisini yenilemesinin başlıca engeli gereksiz bir kabuk haline gelmiştir
Batı, sosyalist üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkilerinin, sosyalizmle kapitalizmin en ileri noktadan çatışma alanı durumundadır. Bu çatışmanın henüz bilinçli ve örgütlü bir çatışmaya dönüşmemiş olması ya da bu yöndeki gelişmenin zayıflığı, politik bir sorundur ve sosyalizmin kapitalizmi alt etmeyi başarması için mutlaka aşılması gerekir; ancak bilinç ve örgütün geri düzeyi, çatışmanın niteliğini ve nesnelliğini, tarihsel zorunluluk olarak dayatılmışlığını ortadan kaldırmaz.
Öyleyse tek değil “iki Batı” vardır. İlki, tüm devrimci birikimi ileri düzeyde toplumsallaşmış üretken emek ve başlıca sosyal şekillenişi olarak işçi sınıfı tarafından temsil edilen yenilenmenin temel etkeni olarak Batı ki, Amerikancı şebekenin “Batı” ile kastettiği kuşkusuz bu Batı değildir; onlar alternatif olarak “Batı”yı, bu “yenilenmenin Batısı”nın önünü kesmek, onu “üçüncü dünya karanlığı” ile ürkütmek ve gerici Batı’nın yedeği olarak tutabilmek üzere ileri sürmektedirler. Sosyalizmin dayanağı ve ön koşullarının en ileri düzeyde olgunlaşmış olduğu Batı, görmek istemedikleri Batı’dır. Yenilenmenin “Batısı”nı gizleyerek ve “Batı”yı tekellerine alarak, devrimi ve sosyalizmi “üçüncü dünya” olarak tanımladıkları geriliğe*, gelişmemişliğe dayanmaya mahkum etmeye yelteniyorlar. (*Bu gerilik ve ona bağlı karanlık, hiç kuşku yok ki, talancı ve zorba emperyalizmin, emperyalist sömürge siyaseti ve sisteminin ürünüdür; ama bu, sosyalist Batı’yı görmezden gelmeye değil en başta ona dayanma gereğine götürmelidir.) Öyleyse korkuluk, korkuluk olduğu kadar, tersinden, yenilgiye mahkum kılmayı amaçlayan bir yönlendirmedir de.
Ama yağma yok! “Sosyalist Batı”, sosyalizm için tüm olgunlaşmışlığıyla, sosyalist üretici güçleriyle, en başta yüzlerce milyonluk dev bir güç oluşturan nitelikli işçi sınıfı bölükleriyle Batı, korku kaynakları olacaktır. Marx’ın “Manifesto”da söylediği gibi, kendi tam gerçekliğine dönüşmeye her geçen gün daha yakınlaşan ve yatkınlaşan bir “hayalet”, hem de yalnız Avrupa’da değil, tüm Batı’da dolaşmaktadır: Bu korku kaynağı, uzlaşmaz karşıtlığıyla kapitalizmin nesnel olarak zorunlu kıldığı sosyalizmden başkası değildir.
Ve ikinci “Batı”, benimsedikleri ve asıl yücelttikleri “Batı”, tam da alaşağı edilmesi gereken özel mülkiyetin kalesi Batı’dır. Kapitalizm hala eskisinden hızlı gelişmeye devam etse de, gelişmenin ve ilerlemenin artık başlıca engeli haline gelmiş olan Batı. Kitlesel işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin, dilencilik ve uyuşturucunun üreticisi, savaş ve ölüm dayatıcı Batı, artı-değer gaspı üzerinde yükselen ve insani olmayan bir uygarlık olarak kapitalist Batı. Gerici, emperyalist Batı.
GERİCİ BATI VE SOSYALİST BATI İLE DEVRİMCİ DOĞU İTTİFAKI
Ve bu Batı, yalnızca artı-değerin gaspı üzerinde yükselmemekte, yalnızca kendi işçilerinin emek ürünlerine karşılıksız el koyuşun ve emeğin ve üretimin durdurulamaz toplumsallaşmasıyla zıtlığın Batısı olmakla kalmamakta, ama dünyanın geri kalanının talanına, dünyanın ezilen halklarının yağmalanması ve egemenlik altına alınmış olmasına (ve bu egemenliğin daha da pekiştirilme ihtiyacına) da dayanmaktadır. Dünya, emperyalist gerici Batı bir yanda, yüzlerce ezilen ulus oluşturan milyarlarca nüfusa sahip ezilen halklar diğer yanda, bir diğer bölünme ve kutuplaşmaya daha uğratılmıştır. Gerici Batı’nın emperyalist talan ve zorbalığı, “Doğu” ya da kimilerinin “Güney” olarak tanımladıkları, ancak nasıl tanımlanırsa tanımlansın, coğrafi bir kategoriyi değil, işbirlikçilerin yönetimlerindeki irili-ufaklı devletleri hiç değil, ama emperyalizmin yağma ve zorbalığının nesnesi kılınan ezilen halkların oluşturduğu dev gücü, bugün emperyalizm karşısında ne denli örgütsüz, dağınık ve birleşmemiş dursa da, nesnel olarak, talana ve zorbalığa karşı çıkmaya, ayağa kalkmaya ve devrimcileşmeye yöneltmektedir. Örgütsüzlük, kapitalist zehirleyici etkinin ya da onun tarafından kullanılan dincilik, mezhepçilik gibi kapitalizm-öncesinden kalma geleneksel önyargıların karanlığa, kafa karışıklığına ve bunlar üzerinden yedeklenmeye götürüşü ne denli gerçek olsa da, günümüzde örnekleri yeniden ortaya çıkmakta olduğu gibi gelip geçicidir; asıl olan, bir avuç tekel ve emperyalist büyük devletin milyarlarca yoksulun oluşturduğu dünyanın ezilen halklarını yağmalayıp köleleştirmelerinin, bu durumun oluşturduğu aşağılamanın nesnelliğidir. Tarih, hiçbir halkın yağmaya, köleleştirmeye ve aşağılamaya sonsuza kadar tahammül edemediğinin örnekleriyle doludur.
Nasıl tahammül edilsin ki? Emperyalist kapitalizm sadece Batı’da çok küçük bir azınlığın büyük çoğunluk üzerindeki egemenliği olmakla kalmamaktadır; ama Batı’nın bu çök küçük azınlığı tüm dünyanın da egemenidir.
1.3 milyar insanın günlük geliri 1 doların altındadır. 3 milyar insan, günde 2 dolardan az kazanabilmektedir.
BM 1999 Raporu’na göre, dünyada milyarlarca insan temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden, yeterli gıda, temiz su, kanalizasyon sistemine sahip olma olanağından yoksunken, günde on milyonlarca insan ve binlerce bebek yetersiz beslenmeden ölürken; Batı’nın mümtaz ABD’sinde kozmetiğe yılda 8 milyar dolar harcanmaktadır. Ama tüm dünyada herkese temel eğitim sağlamak için gereken para ise 6 milyar dolardır. Öte yandan Batı’nın bir diğer parçası olan Avrupa’da, yılda dondurmaya 11 milyar dolar harcanmaktadır. Ve tüm dünyada herkese temiz su ve güvenli kanalizasyon sağlamak için gereken para ise 9 milyar dolardır.
Kozmetiğin ve dondurmanın ABD ve Avrupa’da kitlesel olarak tüketildiği söylenip bu rakamlara burun kıvrılabilir. Avrupa ve ABD, dünyanın geri kalanından ulusal olarak “üstün” pozisyondadır; ama asıl üstünlük, ezilen halkların köleleştirilmesi ve temel yaşam araç ve olanaklarından mahrum edilmesinin nimetlerini kendi ellerinde biriktiren ve egemenliklerini bunun üzerinden pekiştiren çok küçük bir azınlığındır. UNICEF 1997 ve Dünya Sağlık Örgütü 1998 raporlarına göre, tüm dünyaya temel eğitim, temel sağlık hizmeti, tüm kadınlar için kadın sağlığı hizmeti, herkese yeterli gıda, temiz su ve güvenli kanalizasyon sağlamak üzere, mevcut harcamalara eklenmesi gereken toplam miktar, yılda 40 milyar dolardır. Ve bu rakam, dünyanın en zengin 225 kişisinin toplam servetinin yüzde 4’ünden daha azına karşılık gelmektedir. Bu zenginlerin 60’ı ise ABD’lidir.
Gerici, yağmacı, emperyalist Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki uçurum korkunçtur. Ve daha da önemlisi bu uçurum durmaksızın derinleşmektedir. Yağma derinleşerek sürdüğü gibi, dünyanın geri kalan ülkeleri, kuşkusuz gerici emperyalist Batı’ya, bir avuç tekelci kapitalist zorbaya bir de örneğin 1996’da 270 milyar dolar borç ödememek durumunda bırakılarak uçurumun daha da dibine itilmiştir; ödenen borç her yıl artmakta, uçurum her yıl büyümektedir. Üstelik emperyalist Batı, çoğu geri ülkenin, büyüyen gelirlerinin giderek büyüyen bölümlerine el koymakla da yetinmemekte, bu ülkeleri reel olarak da yoksullaştırmaktadır. 1999 rakamlarıyla 80 ülkede kişi başına düşen milli gelir, 10 yıl öncesine göre azalmış, yani bu ülkeler ve halkları mutlak olarak yoksullaşmışlardır.
1960’ta, dünya insanlarının en zengin yüzde 20’lik dilimini barındıran ülkelerin kişi başına milli geliri, en yoksul yüzde 20’nin 30 katıydı. 1990’da bu oran 60 kat, 1995’te 74 kat olmuştur. Uçurumun hızla derinleşiyor oluşu, dev alt-üst oluşları mayalandırmadan edemeyecek olan nesnel bir gerçektir. ABD’nin dünyanın şurasına burasına saldırmasının –kuşkusuz her özel saldırının özel nedenleri görmezden gelinemez- petrol ya da benzeri kaynaklar ve ulaşım yolları üzerinde egemenliği hedeflemesinin ötesinde, bu nesnel gerçekle bağlantısı görülmelidir: Güç gösterisi, korku salma, halklara göz dağı verme ve uçurumu dayatma.
ABD ve genel olarak emperyalist Batı, bugün için büyük bir egemenlik sağlamış durumdadır. Ama işte tam da bu derin karşıtlığın üzerinden sağlanmış bir egemenliğin, sürdürülme olanaklarının tüketilmesi anlamına geldiğini ve koşullarının ortadan kalkmakta olduğunu söylemek yanlış değildir.
1999 BM raporuna göre, dünyanın en zengin üç kişisinin toplam serveti, dünyadaki tüm azgelişmiş ülkelerin toplam milli gelirinden daha fazlaydı. Bill Gates, Warren Buffett, Paul Allen’in toplam serveti, 1998 itibarıyla 110 milyar dolardı. 1999’da ise, sadece ilk ikisinin toplam serveti 140 milyar doları buldu. 1998’de, dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam serveti, dünya insanlarının yüzde 41’inin toplam gelirini aşmıştı. Üç kişi bir yanda, milyarlarca insan bir yanda. Üç kişinin hayal bile edilemez zenginliği ve egemenliği, milyarların derin sefaleti ve hak yoksunluğu üzerinde durmaktadır. Bu sistem sürebilir mi? Milyarlar emperyalizme karşı çıkmadan edebilir mi? Dünyanın ezilen halkları “sosyalist Batı”nın yanında emperyalist Batı’ya karşı safa girmeden bunca aşağılanmaya katlanabilirler mi? Ve son soru: Mülkiyetin bunca az elde toplandığı, dolayısıyla üretimi bunca az sayıda merkezden planlayan bir dünya ve Batısı’nın sosyalizm için olgun olmadığını kim söyleyebilir?
Gerici emperyalist Batı’ya karşı sosyalist Batı ile devrimci Doğu’nun ittifakı ve önünde sonunda bu ittifakın zaferi kaçınılmazdır. “Batı mı üçüncü dünya mı” korkuluğu, korkuluk olmasının ötesinde asıl bu korku kaynağının örtüsüdür.