GİRİŞ
1991 yılındaki Körfez Savaşı sonucunda ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nin, Irak’a yönelik ikinci savaş hazırlığı ile artık miadını doldurduğu konusunda çoğu kimse hemfikir. Bu düşüncelerin dayanağı, Avrupa Birliği’nin iki etkin devletinin, Almanya ve Fransa’nın, güç birliği yaparak ABD saldırısına karşı çıkması, Rusya ve Çin’in de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantılarında bu güç birliğini destekler nitelikte tavır almaları. Savaş eksenindeki saflaşmanın Latin Amerika’dan Güney Doğu Asya ülkelerine kadar dünyayı belli kamplara böleceği\böldüğü konusunda da yaygın bir mutabakat söz konusu.
Kuşkusuz aktüel olgulara bakıldığı zaman, bu tabloya katılmamak mümkün değil. Irak’a yönelik savaş tartışmaları üzerinden yaşanan baş döndürücü gelişmelerin dünyanın mevcut dengelerini sarstığı, sarsmaya devam edeceği bugünün en somut gerçeği. Üstelik bütün bu sarsıntıları besleyen ve tarafları daha açık davranmaya iten beş kıtaya yayılan savaş karşıtı eylemleri de unutmamak gerekir.
Irak işgali başladığı zaman dünyanın yeni dengelerinin nasıl şekilleneceğini bugünden kestirmek gerçekten güç. Ancak muhtemel senaryolar tartışılmaya başlandı bile. Jeopolitik analizlerin ortak vurgusu, dünyanın çok kutuplu bir ekonomik\siyasal konsepte doğru ilerlediği yönünde. Yani on-on beş yıla damgasını vuran “tek kutupluluğun” sona erdiği ve “daha yeni bir dünya düzeni”nin eşiğinde bulunduğumuz iddia ediliyor. Gerçekten de “tek kutuplu dünyanın” yapısal kurumları NATO, Birleşmiş Milletler; fikri ve felsefi temellerini oluşturan uluslararası hukuk normları, insan hakçılığı, demokratikleşme paradigmaları meşruiyetlerini hızla kaybettiler. Son BM ve NATO toplantıları, ABD ve ona karşı güç birliği yapan ülkelerin açıktan hesaplaşmalarına ev sahipliği yaptı. Aynı şekilde Irak’a saldırı için yeni bir BM kararının gerekip gerekmediği, uluslararası meşruiyetin ne olduğu, hangi referanslara dayanacağı konusunda herhangi bir uzlaşma olmadığı gibi, her devlet kendi jeopolitik konumuna ve jeostratejik çıkarlarına uygun olarak bu tartışmalara katıldı.
Dolayısıyla hem miadını doldurduğu söylenen “yeni dünya düzeni” hem de gelecek açısından çizilen “yeni yeni dünya düzeni”ni, sadece devletler nezdindeki çatışmalarla ve savaş sürecinin ortaya çıkarttığı gerilimlerle açıklamak hata olur. Başlı başına “dünya düzeni” olarak tarif edilen ekonomik, siyasal ve militarist sistemin yapısal dinamikleri, bu dinamiklerin ürünü olan ideolojik\kültürel iklim, meşruiyetinin kaynağı olarak görülen uluslararası normlar ve kurallar bütünü dikkate alınmadığı zaman, tarihin son derece hızlı aktığı şu günleri ve geleceği anlamak pek mümkün görünmüyor. Zira 1991 yılından önce yaşanan tarihsel kırılmaların nasıl okunduğu ile geçtiğimiz 10-15 yılın tarif edilme biçimi arasında dolaysız bir ilişki var. Aynı şekilde Yeni Dünya Düzeni’ne bakış ile de bugünkü ve bundan sonraki gelişmeler arasında ihmal edilemeyecek bir bağlantı olduğu muhakkak.
Öncelikle Soğuk Savaş ilişkileri içerisinde şekillenen mekanizmaların ve bunların toplamının sonucu olan Yeni Dünya Düzeni’nin (küreselleşmenin) nasıl şekillendiğinin tartışılması, günümüze dair önemli açılımlar sunacaktır. Çünkü bugünkü kutuplaşmalar ve çatışmaların nesnel temelleri küreselleşmeye içkin ekonomik ve politik dinamiklerin dolaysız bir ürünü olarak karşımızda duruyor. Dünyadaki dengelerin sarsılması sadece Amerika’nın militarist güç gösterilerinden kaynaklanmıyor kuşkusuz. Görüntünün ardında yatan ekonomik krizler, dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesi süreci ve fetih hareketlerinin emperyalistler arasında yarattığı gerilimler, bağımlı ülkelere yönelik askeri ve diplomatik müdahaleleri meşrulaştıran ideolojik atmosfer dikkate alındığı zaman ancak dünyanın gerçek ilişkileri hakkında fikir edinilebiliriz.
A-) PRO-AMERİKANİZM’DEN PAX-AMERİKANA’YA ABD HEGEMONYASININ YÜKSELİŞİ
1-) Soğuk Savaş ve ABD emperyalizmi
Yüzyıla yakın bir zamana damgasını vuran Amerikan hegemonyası tartışılırken, belli tarihsel uğrakların dikkate alınması zorunlu. Bu uğrakların en önemlisi elbette ki, Soğuk Savaş dönemi. Sovyetler Birliği’nin merkezinde olduğu sosyalist blokla, ABD’nin başını çektiği kapitalist-emperyalist bloğun karşılıklı güç dengesine dayanan ve bu dengenin belirlediği uluslararası sistemi tarif eden Soğuk Savaş’ı, sadece iki kutbun politik kapışması olarak görmek kuşkusuz yanlış olur. Böyle bir yaklaşım, Avrupa sömürgeciliğini ve buna karşı gelişen bağımsızlık hareketlerini göz ardı ederken, Amerikan hegemonyasının tarihsel kökenleri konusunda da ciddi bir yanılgıdır. Nitekim Avrupa sömürgeciliği ve esas olarak da İngiliz emperyalizminin sonu olan emperyal savaşlar, aynı zamanda Amerikan hegemonyasının da temelidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir yandan ekonomik krizler, diğer yandan da sosyalizmin etkisiyle yoğunlaşan işçi ve halk hareketleri, batı ülkeleri açısından ciddi bir tehlikeydi. Bir birini koşullayan bu iki tehdit karşısında kapitalist bloğun restorasyon ihtiyacı, yeni bir dünya düzeni fikrinde ifadesini buldu. Bu, siyasal ayağını üçüncü dünya ülkelerinin “demokratikleştirilmesinin”, ekonomik ayağını ise “kalkındırılmasının” oluşturduğu yeni bir paradigmaya dayanıyordu. “Siyasal gelişme” adı verilen bu paradigma esas itibariyle, Amerika’nın Avrupa’yı ve batılı olmayan devletleri Sovyet tehlikesine karşı desteklemesiydi. Samuel Huntington, siyasal gelişmeyi, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan bayrağının peşinden giderek Sovyetler Birliği’ne karşı Soğuk Savaş’a katılan ülkeler üzerinde Amerikan dış politikasının kurulması” olarak tarif eder ve bu politik konseptin “Amerikan yanlılığının hakim kılınması (Pro-Amerikanizm)” olduğunu söyler. (1)
Yaklaşık bir tarihlendirmeyle 1945-1968 yılları arasında ABD’nin dış politikasına egemen olan doktrinler, Huntington’ın özetlediği “Pro-Amerikanizmin” tipik uygulamalarıdır. 1950’lerden itibaren başladığı kabul edilen Soğuk Savaş’tan önceki dönemde asıl sorun, Truman doktrini olarak anılan dış politikanın gerekçelendirilmesiydi. Doktrin dahilinde gündeme gelen dış destek programlarının nedeni, mali yardımdan yoksun kalan ülkelerin, komünist olacakları yargısına dayanıyordu. Egemen yaklaşıma göre, mali ve teknik yardım, iktisadi gelişmeye katkıda bulunacak ve iktisadi gelişme de karşılıklı olarak siyasal gelişmeyi sağlayacaktı. Yani ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilan ettiği düzen, “istikrar, demokrasi, anti-komünizm ve Amerikan yanlılığı” ilkelerinin toplamıydı.
Amerika’nın Avrupa’ya ve “üçüncü dünya ülkeleri”ne yönelik dış politikası bugünkü çoğu ilişkinin de düğüm noktasıdır.
“Üçüncü dünya ülkeleri”ne vaat edilen “kalkınma ve demokratikleşme”, bağımsızlık hareketlerinin önüne ket vurmayı ve sosyalizmin yol göstericiliğinde ayağa kalkan Afrika, Ortadoğu ve Asya halklarını kapitalist\emperyalist bloğa yedeklemeyi hedeflerken, Avrupa’ya sağlanan destekler de Doğu Bloku’na karşı Avrupa’da bir birlik oluşturmayı öngörüyordu. (2)
Her iki durumun yeni emperyal güç için bulunmaz fırsatlar doğurduğu ortada. Birincisi; sömürgeciliğe karşı bir “hür dünya” mistifikasyonu yaratılıp, ideolojik mevziler güçlendirildi. İkincisi; kapitalist sistemin içine krizi, Batı Avrupa’da ve Amerika’da işçi sınıfı lehine bir takım tavizleri getirerek “refah devleti” uygulamalarına yol açsa da, batılı sermaye grupları yeni değerlenme alanları olarak hedef seçtikleri “üçüncü dünya”ya yönelik fetih hareketleri için güçlü politik desteklere kavuştu. Son olarak; Avrupa sömürgeciliğinin paylaşım savaşları ve bağımsızlık hareketleri ile tasfiye edildiği bir dönemin ardından dünyanın bu kez de Amerikan emperyalizmince yeniden sömürgeleştirilmesinin önü açıldı.
Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki düzenin fikir mimarı büyük oranda ABD’dir. Soğuk Savaş döneminde ise, kapitalist bloğun düzenlenmesinde ABD artık tek hakim güç olarak öne çıkmıştır. Amerikan hegemonyasının kurulmasının temel dayanakları ise asli olarak “yeni ekonomik düzende” aranmalı.
Yeni ekonomik düzenin inşası için IMF ve Dünya Bankası kurulurken, bu kurumların az gelişmiş ülkelere büyük miktarlarda borç vermesiyle sermaye ihracı canlandırıldı. Marshall Yardımı ile de savaşların yıkıma uğrattığı Avrupa ve bazı müttefik ülkeler yeniden yapılandırılarak, Amerikan sermayesinin pazar ihtiyacı karşılandı. Avrupa ekonomisinin gereksinimi olan hammaddelerin “üçüncü dünya ülkeleri”nden sağlanacağı Marshall Planı’nın son maddesinde belirtilmişti. Böylece dünya bir yanda ABD önderliğindeki “sanayileşmiş ülkeler” diğer tarafta da bu ülkelere kaynak ve hammadde sağlayan azgelişmiş ülkeler olmak üzere emperyalist işbölümüne uygun biçimde bölündü. ABD emperyalizminin yeni-sömürgeci politikalarının dolaysız bir tezahürüydü bu tablo. Hegemonyasının itici gücü, yeni uluslararası ekonomik ilişkilerde saklıydı. Söz konusu ilişkiler, çevre ülkelerin sınırsız hammadde ihracıyla merkez kapitalist ülkelerdeki birikimi desteklemesini ve merkezi oluşturan ABD, Japonya ve Batı Avrupa arasındaki teknoloji yaratma, yayma ve uygulama konusundaki işbirliğini kapsamaktadır. Vurgulanması gereken nokta, ABD kökenli yoğun sermaye birikim modelinin hızla uluslararasılaşmasıdır. ABD’nin yoğun birikim modelini ilk uygulayan ülke olması, kapitalist ekonomide başat konuma gelmesini kolaylaştırmıştır. Bir başka nokta ise, çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisindeki ağırlıklarını artırmaya başlamaları. Çokuluslu şirketlerin etkinliklerinin artmasıyla ABD hegemonyasının gelişimi arasındaki paralellik dikkat çekicidir.
ABD’nin bu dönemki yeniden sömürgeleştirme hamlelerine dair bazı ekonomik verilerin seyri ise, emperyalizminin yeni fetihçiliğinin askeri işgalden çok sermaye ihracına, azgelişmiş ülkelere yönelik borç akışına ve bu ekonomik ilişkilerin sonucunda talep ettiği tavizlere dayandığını göstermektedir.
ABD’nin toplam dış yatırımlardaki payı 1960’lı yıllarda Japonya’ya, Almanya ve İngiltere’ye göre sırasıyla 113.4, 43.2 ve 2.73 kat fazlaydı. Azgelişmiş ülkelerin batı ülkelerinden aldığı borçların toplamı ise 1950’lerden itibaren büyük bir artış gösterdi. Dış borçlar, 1965’te yaklaşık olarak 37 milyar dolara, 1970’te 73 milyar dolara, 1973’te 125 milyar dolara, 1974 yılında ise 157 milyar dolara kadar çıktı. Borç esareti azgelişmiş ülkelere, krizle birlikte ağır bedellere mal olurken, 1974 petrol şokuyla birleşince merkez kapitalist ülkelerde de ciddi bir kâr krizini gündeme getirdi. İşte bu krize karşı IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uygulamaya konulan bir dizi ekonomik politika, hem dünyada yeni birikim rejiminin ortaya çıkmasına, hem de bu birikim rejiminin uluslararasılaşmasıyla birlikte küreselleşme sürecinin başlamasına yol açmıştır. (3)
2- Yeni Dünya Düzeni: Pax-Amerikana
Önceki dönemler bir yana, uluslararası kapitalizmin 1970’lerden beri durgunluk ve daralma içinde olduğunu söylemek abartı değil. Tekelci sermaye, giderek kısa aralıklarla yaşanan krizlerden kurtulmak amacıyla bir “yeniden yapılanma” programını yürürlüğe koyma ihtiyacı hissetti. Neoliberalizm adıyla anılan bu politikalar demeti; kâr krizini aşmak isteyen sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını, buna karşın emeğin maliyetlerini azaltmak için sosyal ve ekonomik hakların kısıtlanmasıyla toplumsal ilişkilerin pazarın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmesini hedefliyordu. Emeğe yönelik saldırıların ana unsurları; ücretlerin baskı altına alınması, parasız kamu hizmetlerinin tasfiyesini, işçi sınıfının örgütlülüğünün dağıtılması amacıyla taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmanın yaygınlaştırılmasını, tıkanan birikim rejiminin yeniden işlevli hale getirilmesi için de özelleştirme ve esnek çalışmanın yaşama geçirilmesini içeriyordu. Bu amaçla bir dizi strateji gündeme geldi.
Birincisi; sermayenin artan yoğunlaşmasına bağlı olarak ortaya çıkan ve kriz nedeniyle üretimden kopan büyük miktardaki mali fonların az gelişmiş ülkelere borç olarak verilmesi. İkincisi; uluslararası sermayenin hareket serbestisini sağlayacak ulusal kısıtlamaların ortadan kaldırılmasına dönük finansal serbestleşmenin dayatılması. Üçüncüsü de; dış borçların ve dış yatırımların garanti altına alınması doğrultusunda IMF ve Dünya Bankası’nın hazırlayacağı “istikrar paketleri”nin uygulanması.
Sonuçta uluslararası tekeller yatırımlarını, maliyetlerin azaldığı, kârlılığın arttığı ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının bol olduğu ülkelere kaydırmaya başladılar. Kârların merkez kapitalist ülkelere transferinin finansal serbestleşmeyle garanti altına alınmasından dolayı da dünyadaki bölüşüm ilişkileri az gelişmiş ülkeler aleyhine hızla bozuldu. Böylece bağımlı ülkeler borç batağına saplanırken, bu ülkelerin halkları da büyük bir yoksullaşmayla karşı karşıya kaldılar.
Küreselleşmenin iktisadi mekanizmaları yoğun biçimde uluslararasılaşırken, Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması, siyasal olarak da bir küreselleşme dalgası yarattı. Dünyanın ekonomik düzenini kriz vesilesiyle yeniden organize eden ABD, uluslararası politik düzeni de istediği biçimde şekillendirme imkanına kavuştu. Özellikle Sovyet bloğunun dağılmasıyla bu ülkelerde başlatılan kapitalist restorasyon, yeni bir ideolojik ve politik iklimin yaratılması için hayli geniş olanakları ABD’nin önüne serdi. Soğuk Savaş ilişkilerinin üzerinden yükselen ekonomik, siyasal ve askeri doktrinlerle dünyaya yeniden şekil verilemeyeceğini bilen ABD emperyalizmi, hem yeni duruma uygun mekanizmaları yaratma hem de bu yeni durumu tarif etme çabasına girişti.
1989 yılı ABD’nin yeni ekonomik ve politik düzeninin miladı kabul edilir. Ama yeni düzenin ne olduğunun anlaşılması için 1991 yılı daha belirleyici bir tarihtir. Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan Körfez Savaşı, ABD Başkanı George Bush’un Yeni Dünya Düzeni’nin (YDD) başladığını her yönüyle sergilediği bir güç gösterisiydi. O zamana dek uluslararası ilişkilerde neredeyse hiç bir etkisi ve bağlayıcılığı olmayan Birleşmiş Milletler’in savaş kararı, YDD’de “barış ve istikrarın” nasıl sağlanacağının da ilk örneğiydi. (4)
Ancak yeni düzen, henüz ilk sınavından başlayarak birbiri ardına patlak veren etnik savaşlarla, bölgesel çatışmalarla, Amerikan müdahaleleriyle, dinsel gerilimlerle anılmaya başlandı. YDD’nin alamet-i farikasının istikrar ve barış değil, istikrarsızlık, savaş ve krizler olduğu kısa sürede anlaşıldı. Deyim yerindeyse 1991’deki savaş, Amerikan emperyalizminin SSCB’nin çöküşüyle bulduğu “incir yaprağını” düşürdü. Körfez, “barışı” ve “istikrarı” adına YDD’nin üçüncü dünya üzerinde uyguladığı askeri baskıyı ve yeni ekonomik kutuplaşmayı gizleyen maskelerin indiği ilk çatışma alanı oldu. Her ne kadar Samuel Huntington gibi ABD dış politika stratejistleri müdahalenin, despotizmin “son kalıntılarının” da temizlenmesine yönelik yoğunlaşmış bir politika tarzı olduğunu savunsalar da, ardından gelen Somali, Sudan ve Yugoslavya operasyonları, “Büyük Amerikan Barışı (Pax-Amerikana)”nın gerçekte bir Amerikan yayılmacılığı olduğunu ortaya çıkartan gelişmelerdi. (5)
Sonuçta Soğuk Savaş’ın sonlanması, burjuva ideologlarının iddialarının aksine, dünyayı daha fazla istikrarsızlığa sürükleyen, paylaşım savaşlarını körükleyen “zincirlerinden boşanmış bir emperyalizmin” temellerini attı. (6) Üstelik bu emperyalizm, tek kutuplu bir dünya değil, tam tersine çok kutuplu ve beklenmedik çatışmaların patlak verdiği potansiyel tehlikeleri sürekli barındıran; Batı’da ABD şemsiyesi altında birbirine sıkı sıkıya sarılarak ve ayrılıkları bastırarak blok oluşturan devletlerin her an yeni uyuşmazlık noktaları ve rekabet alanları keşfettiği, ticari ittifaklar kurduğu, hegemonya mücadelelerinden kaçınmadıkları bir karaktere sahiptir. Kısa sürede Asya’da Rusya ve Çin, Pasifik’te Japonya önderliğindeki ticari blok, Avrupa’da Almanya ve Fransa’nın mihverliğinde ekonomik birliğini tamamlayan ve siyasal birliğe doğru ilerleyen Avrupa Birliği eskisinden çok daha güvensiz hale gelmiş dünyanın güç odakları olarak öne çıktı. Kısaca YDD, eşyanın tabiatına, emperyalizmin karakterine uygun bir düzenin adıdır.
Tarihin bir ironisi ki, ilk Irak Savaşı YDD’nin ilanı olmuştu; ikincisinin ise tamamen çöküşü olacağına kuşku yok. Ve bu çöküşün yeni bir emperyal paylaşım savaşına dönüşmesi muhtemel beklentiler arasında. Avrupa Birliği içindeki çatlak, Atlantik ittifakının dağılması, Asya’nın güçlü devletlerinin henüz yüksek bir tonda olmasa da emperyal düşlerini dile getirmeye başlamaları, ekonomik krizin büyük bir buhrana doğru evrildiğinin, bir dünya savaşının eşiğinde olduğumuzun işaretleri.
B-) DÜNYANIN YENİDEN PAYLAŞIMINDA KUTUPLAŞMALAR NETLEŞİYOR
1-) Atlantik İttifakı AB’nin üzerine çöktü
Almanya Başbakanı Konrad Adenauer ve Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle arasında 1963 yılında imzalanan Elysee Antlaşması’nın 40. yıldönümü, Avrupa Birliği’nin (AB) iki önemli gücünün emperyal iddialarını ilk kez açık bir dille ve doğrudan ABD hegemonyasını hedef alarak ifade etmesinin vesilesi olurken; AB üyesi sekiz ülkenin ABD lehine ortak deklarasyonu da Avrupa’daki bölünmeyi su yüzüne çıkarttı. Kuşkusuz AB’nin uzun süredir ikinci bir emperyalist blok olduğu konusunda ortak kanı mevcuttu. Birliğin 1989 yılından sonra siyasal bütünleşmeye yönelik adımlar atmaya başlaması ve 1993 yılındaki Kopenhag Zirvesi’nde alınan kararlar bu kanıyı güçlendiren gelişmelerdi. Ne var ki sorun, Avrupa’nın bir birlik halinde böyle bir rol oynayabileceği, hatta feyz aldığı felsefi ve kültürel temellerden dolayı dünya için bir şans bile olabileceğinin düşünülmesiydi. Oysa ne AB içindeki bölünme şaşırtıcı, ne de Fransa ve Almanya’nın güç birliği sürpriz.
Avrupa’nın inşası hiçbir zaman sadece Avrupalıların davası olmadı çünkü. 1958’den sonra başlayarak AB’ye dönüşmek üzere Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) fikri, 2. Dünya Savaşı’ndan çıkan güç ilişkilerince şekillendirildi. Gerçekten bugün karşımızda duran AB, 5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı tarafından önerilen, SSCB’ce 1947’deki Paris Konferansı’nda reddedilen Marshall Planı’ndan köken almıştır. Bu yapılanmada başı çeken olgu; Amerika’nın, Sovyet tehlikesini Fransız ve İtalyan komünist partilerinin etkilerini kontrol altına alma isteği ve aynı zamanda tüm kapasitesi ile işleyen sanayisinin ihtiyaç fazlası üretim tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bir dönemde kendisine korunmamış pazarlar bulma düşüncesidir. Amerika Marshall Planı’nın ardından Avrupa’yı istediği şekilde biçimlendirecek daha etkili bir aracı, 1949 yılında kurulan ve sadece askeri açıdan değil, aynı zamanda siyasi bir hegemonya sağlamaya da hizmet edecek Kuzey Avrupa Atlantik Paktı’nı (NATO) kurmakta gecikmedi.
Birliğin ilk tohumlarının atıldığı günlerden beri İngiltere, ABD’nin yanında yer almakta tereddüt etmedi. Nitekim dönemin İngiliz Başbakanı Churchill daha 1946’da, “Sovyetler Birliği tehlikesi nedeniyle yükselen tansiyon karşısında, Avrupa Birliği daha fazla gereklidir” diyordu. Bu çerçevede, ABD’nin de desteğini alarak 1949’da Avrupa’nın ilk siyasal bir araya gelişi olan Avrupa Konseyi’nin oluşumuna öncülük etti.
Batı Avrupa’nın iki mihveri Almanya ile Fransa ise, ABD’nin hegemonyasını bir nebze olsun kırabilmek amacıyla güçlerinin yetebildiği oranda İngiltere’yi dışarıda tutmak için çabalamışlar ve AB’nin ilk genişleme sürecinden beri bu tavırlarını sürdürmüşlerdir. Cumhurbaşkanı De Gaulle, Fransa’nın İngiltere’yi ilk vetosunda “ABD’ci bir İngiltere ile Avrupalı bir Avrupa’nın olamayacağına” işaret ediyordu. Fransa’nın ikinci vetosunda da yine De Gaulle İngiltere’nin ABD’den yeterince uzaklaşıp Avrupa’ya yeterince yanaşmadığını düşünüyordu. Israrının ardındaki gerçek korkuyu ise Elysee Antlaşması imzalandığı gün açıkça itiraf etti: “Ben Avrupa’yı Avrupalı olması için istiyorum, yani Amerikan olmaması için.”
Küreselleşme sürecinde Avrupa Topluluğu’na (AT) düşen kritik misyon, 80’lerin ortalarında Sovyetler’de Gorbaçov’la karakterize olan çözülme sürecini yönlendirerek, Doğu Bloğu’nu kazasız belasız emperyalist-kapitalist kampa dahil edecek politikaların ve diplomasinin temel yürütücülüğünü götürmekti. 1985 sonrasında AT’nin tüm kurumlaşması, Doğu Avrupa’nın çözülme ve kapitalist blok tarafından içselleştirilmesi etrafında gelişti. 1989’da duvarların yıkılmayla birlikte ise, AT iç bütünleşmesini sıçratarak 1993’de AB’ye dönüştü ve Doğu Avrupa’nın restorasyonuna kilitlendi. Kapitalizmin genel çıkarları adına oluşturulan restorasyon misyonu, AB’nin bugünkü ana yayılma eksenini de belirliyor. AB bu yıldan sonra genişlemenin ana çeperini Doğu Avrupa üzerine kuruyor.
Yeni genişleme politikası öncekilerden nitelik olarak da oldukça farklı. Zira bu kez, çok kapsamlı ortak hukuki düzenlemelerin yanı sıra; sınırların kaldırılması; Gümrük Birliği’nin sağlanması ve ortak para birimi Euro’ya geçiş ile kendi ordusunu kurma gibi bir dizi kurumlaşmayı tamamlayıp sadece zenginler kulübü olmaktan çıkarak, kendi periferisini ve ucuz emek ihtiyacını karşılayacak ikinci çemberi de tamamlamayı hedefliyor. Böylelikle 2000’li yıllarda hegemonyası yeniden sorgulanmaya başlanan ABD karşısında AB, kendi iç bütünleşmesini sindire sindire götüren bir emperyalist odak olarak paylaşım arenasındaki yerini iddialı bir şekilde alma çabasında.
Atlantiğin iki yakasındaki zorunlu ittifakı bozan bugünkü gelişmeler de asıl olarak AB’nin bu tutumundan kaynaklanıyor. Fransa-Almanya güç birliğine karşı Atlantiğin öte yakasından gelen tepkiler, ABD’nin bir işareti ile hizaya gelen sekiz Avrupa ülkesinin durumu, tuzla buz olan Atlantik ittifakının AB’nin üzerine çöktüğünün de resmidir. Çünkü dağılan aynı zamanda AB’nin ortak dış ve güvenlik politikasıdır. Avrupa basınının ortak vurgusu hep bu yönde. Fransız Liberation, Washington’un Amerika’nın dünyadaki rolüne rakip olabilecek güçlü bir Avrupa’nın ortaya çıkışını önleme arzusunda olduğunu söylerken, Alman gazetesi Die Welt Avrupa dış ve güvenlik politikası projesinin ölümcül darbe aldığı kanısındaydı. Diğer bir Alman gazetesi Frankfurter Allgemeine’nin görüşü de farksız. Birliğin geleceğine ilişkin kaygılarını dile getiren gazete, AB’de “okyanus genişliğinde” bir uçurumun ortaya çıktığını vurguluyordu. El Pais, “Avrupa Birliksizliği” manşetinin altında, bazı AB üyelerinin Bush’un gözüne girmek için onca emek verilen dış politikanın yolundan ayrılmış olduklarını yazdı. (7)
Diğer yandan Almanya ve Fransa uzun süredir sekiz Avrupa ülkesinin ABD yanlısı tutum alacağından emindiler. Özellikle jet hızıyla NATO ve AB üyesi olan Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın, aynı hızla Washington’un gözüne girmek için fırsat kolladıkları malumdu. Çek Savunma Bakanı Jaraslov Tvirdik, “Biz demokratik değerlerimizi ve askeri yeteneğimizi paylaşmak amacıyla NATO üyesi olduk. Şu anda dostlarımız ve müttefiklerimiz, sahibi olduğumuz özel bazı askeri hizmetlerden yararlanmak istiyor ve biz de bu isteği severek yerine getiriyoruz” derken, Polonya Dışişleri Bakanı Wlodzimiertz Cimoszewicz’in de ülkesinin ABD ile sürdürdüğü mükemmel ilişkinin AB içindeki en önemli kozu oluşturduğunu söylemesi yerindeydi.
Bu karşılıklı sevgiyi pekiştiren akçeli konuların varlığı da göz ardı edilmemeli. AB üyeliğinin kesinlik kazanmasından birkaç gün sonra ordusunu modernleştirme çabasındaki Varşova’nın, Avrupalı iki uçak firmasının teklifini elinin tersiyle itip tercihini Amerikan F-16’larından yana kullanması boşuna değildi. 48 savaş uçağı için verilen yaklaşık 3.4 milyar Euro, Doğu Avrupa tarihinin en kapsamlı askeri hibesidir. Bu alışverişin bir şekilde yine ABD tarafından finanse edilecek olması, söz konusu ilişkinin sadece küçük bir ayrıntısı!
Ancak adı üstünde, bir hesaplaşma bu ve geçmişte kurulmuş her türlü ittifakın ve birliğin dağılması, yerine yeni ittifakların doğması emperyalist ilişkilerin doğası gereği. Bu yüzden ABD ile AB arasındaki çatışmanın savaşla gündeme gelmesi oldukça anlamlı, ama asla bununla sınırlı değil. AB’nin genişleme planlarının motor gücü Fransa ve Almanya, Euro’dan ortak anayasaya, dış ve güvenlik politikasına kadar bir dizi kurumsal düzenlemeyi ihraç etmeye de niyetli. Dolayısıyla bir Avrupa ordusunun kurulması, ABD’nin ana hegemonik gücü NATO’nun da işlevinin zayıflaması demek. Tabii ki, bu, aynı zamanda Doğu Avrupa’yı genişlemenin ikinci halkası gören AB projesinin sonunun da başlangıcıdır.
2-) Dünyanın “Güvenliği” Kime Emanet?
Emperyalist devletler, hegemonik güçlerini sürdürebilmek ve ulusal çıkarlarını güvenceye alabilmek amacıyla dünyanın geri kalanına da kabul ettirebilecekleri bir güvenlik\askeri doktrine her zaman ihtiyaç duyarlar. Bu açıdan ABD tarihi bir doktrinler tarihi olarak da okunabilir: Wilson’ın prensipleri, Truman’ın doktrini, Carter’ın “güce dayalı ikna”sı, Reagan’ın açık güç kullanımını ifade eden “sopa politikası”, Clinton’ın “füze kalkanı projesi” vb… Bu militarist doktrinler sürekli olarak “dış düşman” tanımıyla birlikte gündeme gelmiş ve meşruiyetinin dayanakları da “demokrasi, barış ve refahın güvenliği”ne dayandırılmıştır. Amerika’nın Soğuk Savaş öncesindeki güvenlik konsepti, kendine bir saldırı olması halinde savaşın gerekliliği üzerine kuruludur. Sovyet bloğuyla birlikte bu, ABD’ye ve müttefiklerine herhangi bir saldırı olması eksenine kaydırılmış, 1980 sonrasında ise “istikrarsız ve tehdit oluşturduğu” iddia edilen bölgelerin denetimi dikkate alınmıştır. Latin Amerika’nın “arka bahçe” haline getirilmesinde darbelerden kontrgerilla faaliyetlerine kadar bir çok yöntemin kullanılması, bu güvenlik anlayışının somut pratikleridir. 1991 yılından sonra ise “Pax-Amerikana”nın tesis edilmesi için “insani müdahale” gerekçesiyle “otoriter rejimlerin askeri güce dayalı olarak yıkılması” dönemi başlamıştır. Irak, Yugoslavya, Somali ve Sudan “insani müdahale” adına bombalanan ülkelerdir.
Hegemonik gücün ciddi bir meydan okumayla karşılaşmadığı ve iradesini diğer güçlere kabul ettirdiği dönemlerde, nispeten bir “barış” görüntüsü ortaya çıkar. Bu “barış”, öncelikle büyük güçler arasındaki askeri mücadelenin yokluğu anlamına gelen bir “istikrar” ortamına işaret eder ki; “istikrar”ın sürdürülmesi, hegemonyanın meşruiyetinin nesnel dayanaklarının varlığına, en azından dünya arenasındaki siyasi aktörlerin ağırlıklı kısmının varolan düzenin uygun olduğu yönündeki kanaatlerini sürdürmelerine bağlıdır.
Amerika 1990’lardan başlayarak güvenlik konseptinin dayandığı bu meşruiyet olanaklarını hızla tüketti. Özellikle Rusya’nın kendi sahasında benzer bir anlayışı hakim kılmaya çalışması ve Çeçenistan’a askeri operasyonlar düzenlemesi, aslında ABD’nin ana hegemonik ayağı olan askeri politikaların, ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kaldığının işaretiydi. Bunun üzerine bir de AB’nin kendi askeri ve güvenlik politikasını oluşturma ve dünyaya kabul ettirme tavrının ortaya çıkması, ABD’nin tahammül edemeyeceği kadar ciddi bir adımdır.
Emperyalist paylaşım savaşının tehlike çanları olarak kabul edilebilecek askeri\güvenlik konseptlerinin kapsadığı alanları tarif etmek bu bakımdan önemli. Nitekim ABD’nin 11 Eylül’den sonra ilan ettiği yeni askeri doktrin diğer emperyalist devletlere açık bir meydan okuma anlamına geliyor.
31 Ocak 2002 tarihinde, Washington’daki Ulusal Savunma Üniversitesi’nde stajyer subayların önünde ABD’nin yeni askeri doktrinini açıklarken Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, şöyle diyordu: “Şu anda dört önemli alanda caydırıcı olabilecek kapasiteye sahip olmak için harekete geçmeliyiz. Aynı anda iki saldırganı yenebilecek, bu esnada da büyük boyutlu bir karşı-saldırı yürütüp bir düşman başkentini yeni bir rejim yerleştirmek üzere işgal edebilecek seviyeye ulaşmak gerekmektedir.” (8)
ABD’nin temel savunma hedeflerinin evrimi, bundan önce üç ana aşamadan geçmişti. 1970’lere girmeden önce, Amerikan savunma politikasının önüne koyduğu hedef “iki buçuk savaşa” hazırlanabilmekti. Buna göre, komünist devletlerin tek bir blok gibi göründüğü Soğuk Savaş döneminin ruhuna uygun olarak, hem Sovyetler Birliği’ne ve Çin’e karşı olası bir savaşı, hem de Kore, Vietnam gibi görece olarak düşük askeri kapasiteye sahip ülkelerle girilebilecek bir savaşı ve Lübnan, Guatemala veya Dominik Cumhuriyeti gibi ülkelere yapılacak askeri seferleri aynı anda sürdürebilmek gerekiyordu.
Sovyetler Birliği ile Çin’in yollarının ayrılması, Başkan Richard Nixon’ı, aynı anda hem bu iki ülkeden biriyle girilecek büyük boyutlu bir çatışmanın, hem de o güne kadar göz önünde bulundurulacak türden sınırlı bir çatışmanın yürütülmesini öngören “bir buçuk savaş” konseptini benimsemeye sevk etti.
Bush yönetiminin Soğuk Savaş sonrasında, 1991’de yayınladığı yeni doktrin ise, artık “iki büyük bölgesel çatışmayı” göz önünde bulunduruyordu. Bu yönelimler, Clinton yönetimi tarafından 1993’te “Büyük Saha Harpleri” olarak yeniden adlandırıldı. Rumsfeld, 31 Ocak’taki konuşmasında, yalnızca çatışma perspektifini iki “büyük alan”ı dörde çıkaracak şekilde genişletmekle yetinmedi, aynı zamanda ABD’nin göğüslemesi gereken tehditleri daha ayrıntılı şekilde tanımlamayı ihmal etmedi. Rumsfeld, “dünya çapında tutkulara sahip” terörist örgütlerle onları destekleyen devletleri, özellikle de edinmekte oldukları (nükleer, biyolojik ve kimyasal) kitlesel tahrip silahlarını kullanarak onlara arka çıkabilecek olanları aynı düşman kampa koydu. Tehdit artık sadece kaynağıyla değil, doğasıyla da tanımlanıyordu. “Yeni terörizm biçimlerine karşı da hazırlıklı olmalıyız” diyordu Rumsfeld ve, Amerikan askeri bütçesindeki kayda değer artışı önceden haklı çıkarmak için, yeni savunma politikasının altı ana hedefini sıralıyordu: Ulusal toprakların ve yabancı ülkelerdeki Amerikan üslerinin korunması, kuvvetlerin uzak operasyon sahalarına yönlendirilmesi, düşmanın sığınaklarının imha edilmesi, enformasyon ve iletişim sistemlerinin güvenliğinin sağlanması, muharebe sahasında gerekli tekniklerin kombine operasyonlarda kullanımının geliştirilmesi, ABD’nin uzay erişiminin ve uzay potansiyelinin korunması. (9)
Strateji uzmanları, yeni askeri doktrininin her türlü çatışma biçimine cevap verecek şekilde tasarlandığını ileri sürüyorlar. Rakibin doğasına, nüfusuna, sınai gücüne, altyapılarına, kentsel yerleşimlerinin önemine, ama özellikle de siyasi rejimine ve bu rejimi alaşağı etmek ya da etkisiz hale getirmek için gerekli öğelere bağlı olarak uygulanıyor. Peki kime karşı?
Kimilerine göre, bir füzesavar engeli ile bütün saldırı kapasiteleri imha edilecek olan potansiyel düşman, Amerikan diplomasisi tarafından işaret edilen “haydut devletler.” Başkalarına göre, tabii ki Çin. Bugün bu tartışma geride kalmış durumda. Düşman, artık “başıbozuk” değil, kitlesel imha silahı yerleştirilmesi projeleriyle “ilgilenen” devletlerden biri olabilir. Düşman, aynı şekilde Çin veya Rusya da olabilir. Çin, kurmay heyet başkanlarının oluşturduğu komitenin hazırladığı bir belgede olası rakip olarak gösterildi bile. Yeni savunma doktrini tarafından korunacak olan ilk dış bölgenin Tayvan olacağı şimdiden tartışılıyor. Böylelikle Çin’in kontrolü eline geçirmesi engellenecek. Rumsfeld’in dediklerine bakılacak olursa, aynı durum, Kırgızistan ve Özbekistan’da “kalıcı” olarak kurulan hava ve kara üsleri için de geçerli. Yani Rusya’nın kendi hinterlandları olarak gördüğü bölgeler, Amerika’nın koruması altında. (10)
Fransa-Almanya ittifakının güvenlik politikasının nerelere doğru genişlediği hesaba katıldığında, emperyalist paylaşım savaşları ile askeri\güvenlik doktrinleri arasındaki bağlantı daha açık görülebilir.
AB’nin ortak bir dış politika ihtiyacının tek sebebi, sıkı uluslararası ticaret ilişkileri değil kuşkusuz. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile Avrupa’da ve komşu bölgelerde yeni çatışmaların ortaya çıkması, AB’nin bir dış ve güvenlik politikası kimliği geliştirmesini yaşamsal hale getirdi. Aralık 1995’te Madrid’de yapılan AB Konseyi’nce kabul edilen Avrupa siyasi gündemi, ileriki yıllarda karşılaşılacak dış politika görevlerini belirlemekteydi: Kıbrıs ve Malta ile ve Akdeniz’in ve Doğu Avrupa’nın ortak ülkeleriyle genişleme müzakereleri; AB’nin komşularıyla, özellikle Rusya, Ukrayna, Türkiye ve Akdeniz ülkeleriyle, diyalog, işbirliği ve ortaklık politikasının sürdürülmesi; ve Avrupa çapında bir güvenlik sisteminin kurulması. Gündemdeki diğer konular arasında, Afrika, Karayib ve Pasifik devletleriyle AB’nin geleneksel ilişkisinin geliştirilmesi ve Asya ve Latin Amerika ile daha yakın ilişkiler de vardı. Kabaca çizilen bu haritaya bakınca, Amerikan hegemonyasının etki alanlarına doğru bir genişlemenin söz konusu olduğunu görmek mümkün.
AB Konvansiyonu’nun anayasa çalışmalarında da bu güvenlik politikasının gerçekte NATO benzeri bir ittifakı öngördüğü açıkça dile getiriliyor. Haziran ayında tamamlanacak anayasa taslağında, “Avrupa modeli bir toplum ile dünya gücünün sorumluluklarını taşıyan yeni bir Avrupa” yaratma hedefi öneriliyor. Militarist caydırıcılığıyla, küreselleşmenin aktif gücü olacak mali sermayesiyle ve bu güçleri tek elden yönetecek merkezi hükümetiyle yeni bir AB tarif ediliyor taslakta ve asıl sorun da NATO’ya rakip bir maddenin eklenmesi: “NATO’nun 5. maddesinin benzeri bir yetkinin yanında karşılıklı savunma garantileri ile birlikte oluşturulacak askeri ittifak, bölgede operasyon düzenleme yetkisine sahip olacaktır.” Bu son söz gerçekten de ABD için ciddi bir tehdit anlamı taşımıyor mu? (11)
3-) “Eski Avrupa”/”Yeni Avrupa”: Jeopolitikte yeniden yapılanma
ABD yönetiminin AB’nin askeri restini gördüğü ve karşı bir hamleyle “bir Avrupa acil müdahale gücünü”nün kurulmasının önüne geçmeye çalıştığına Kasım 2002’de Prag’da toplanan son NATO zirvesinde yakından tanık olundu. Diğer yandan NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesinin Rusya’yı ne derece rahatsız ettiği de yine bu toplantıda daha net biçimde ortaya çıktı.
Prag toplantısındaki düşmanlık tohumlarının kökenini 1999 yılındaki Kosova Savaşı ve aynı günlerde Washington’da toplanan NATO zirvesinde aramak gerekir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından beri NATO ve Rusya arasındaki gerilimin en üst düzeye çıktığı nokta Kosova olmuştur. Gerilimi tırmandıran olaylar zinciri ise, Temmuz 1997’deki Madrid Zirvesi’nde Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nin NATO’ya katılımın ilke olarak benimsenmesidir. Son bir kaç yıllık bu gelişmeler alt alta yazıldığında jeopolitik bir yeniden yapılanma tablosuyla karşılaşıyoruz.
Bu yapılanmanın ilk ayağı, ABD’nin etki alanını NATO’yu kullanarak Doğu’ya doğru kaydırması; ikincisi, AB’nin büyük dersler çıkarttığı Kosova sorununun ardından bir acil müdahale gücü kurma hevesine kapılması; üçüncüsü ise, Rusya’nın Boris Yeltsin döneminde başlayan ve Putin ile bir emperyal iddia haline gelen kendi hinterlandını eski Sovyetler Birliği sınırlarıyla bire bir çizmesi.
Nitekim 1990’lı yıllarda Moskova, eski sınırların belirlediği hat üzerinde batıya ait her askeri
yerleşimin “savaş nedeni” sayılacağını ilan etmişti bile. Bütün karmaşık hesapları altüst eden ve
ABD lehine çeviren milat ise elbette ki, 11 Eylül’dür.
İkiz kulelerin çöküşü, Doğu Avrupa eksenli gerilimli ilişkileri iki temel açıdan değiştirdi. ABD Vietnam’dan beri bulamadığı “zincirinden boşanmış bir askeri saldırı dalgası”na gerekli olan ideolojik kılıfa kavuştu. Washington, 1945’ten Vietnam bozgununa kadar süren militarist güç gösterisinin “anti-komünizm” gibi bir vitrinini, “anti-terörizm” adıyla yeniden yürürlüğe koydu. Diğer yandan 11 Eylül’ün Putin’in önüne de bir dizi fırsatlar penceresi açtığı muhakkak. Amerika’yı hiç olmadığı kadar “terörle mücadelesinde” destekleyen, en azından sesini çıkartmayan Rusya, Çeçenistan’ı, çocukların dahi inanmayacağı kanıtlar (mektuplar, haritalar vs) ileri sürerek “Bin Ladin’in destekçisi” sıfatıyla vakit geçirmeden bombalamıştı. Ne var ki, ABD hedefi Afganistan olarak işaret edince, Rusya’nın savaş nedeni saydığı “imparatorluk sınırlarının” çok içlerine kadar girip Kırgızistan ve Özbekistan’daki üslerin Amerikan askerleriyle doldurmasının yolu açıldı. Bunu Rusya’nın sindirmesinin kolay olmadığını ve hararetle “intikam saatini” beklediğini söylemek abartılı bir tahmin olmasa gerek.
11 Eylül’ün en fazla Fransa ve Almanya’yı rahatsız etmesi ise doğal. Paris-Berlin hattının Kosova müdahalesinin ardından Köln (Haziran 1999) ve Helsinki (Aralık 1999) zirvelerinde kabul ettiği Acil Müdahale Gücü’nü, Kasım 2002’deki NATO toplantısında istediği gibi kabul ettiremediği malum. Avrupalı devletlerin bu gücün NATO ile bütünlüklü bir ilişki içinde tasarlandığına yönelik ateşli açıklamaları bir yana, bunun Amerikan “koruyuculuğundan” özgürleşmeyi isteyen bir Avrupa iradesi anlamına geldiği açık. Oysa ABD’nin baskısıyla bu gücün yetki alanı sadece “insani yardım, çatışmaların önlenmesi ve barışın korunması” ile sınırlı tutulmuştur. Bu görevleri Amerika’nın NATO’nun diğer üyelerine yıkmayı düşündüğü ise çok daha önce belirginleşen bir tutumdur. Zira, ABD’nin Prag’da ilke olarak kabul ettirdiği NATO Müdahale Gücü, her ne kadar sayı bakımından AB’nin müdahale gücünün üçte biri olsa bile, asıl fark yetkilerinden ileri geliyor. 1991’de Roma Zirvesi’nde gerçekleştirilen “çifte değişim”in ana hedefiydi bu. Roma’da NATO, kuruluş anlaşmasındaki 6. maddesinde öngörülen “üye devletlerin ve etki alanlarının korunması” sınırlamasından kurtarılıp “vurucu bir tim” misyonu üstlenerek, “savunma ittifakından”, “güvenlik ittifakına” evrilmiştir. Balkanlar’daki operasyon NATO’nun Paris-Berlin hattının jeopolitik etki alanını da içine alacak şekilde sınırsız müdahale yetkisiyle donatıldığının somut örneğidir. (12)
ABD’nin hegemonik gücünü Doğu’ya doğru genişletme çabaları ile Fransa-Almanya’nın güçbirliği karşısında Rumsfeld’in aşağılayıcı üslupla söylediği “Eski Avrupa beyhude direniyor. Yeni Avrupa artık Doğu’da” sözleri arasındaki jeopolitik bağlantı, son on yılın gelişmelerine yapılan bir atıftır ve bugünkü emperyalist kamplaşmanın yol haritasına işaret etmektedir.
C-) EMPERYALİST EKONOMİNİN İNATÇI GERÇEKLERİ
1-) ABD Ekonomisi Alarm Veriyor
Jeopolitik ve jeostratejik ilişkilerdeki gerilimlerin emperyalistler arasında yarattığı kamplaşma
netleşiyor. Irak savaşının gerçekte bir paylaşım savaşının parçası olduğunu ve Ortadoğu’daki her
kıvılcımın yeni bir dünya savaşının fitilini de ateşleyebileceğini gösteren en bariz işaretler ise
ekonomik sistemin ağırlaşan sorunlarında gizli.
1995’ten bu yana ABD’de, ortalama yüzde 4.4 büyüme oldu ve işsizlik yüzde 4’lere düştü. Daha önemlisi, üretkenlik yılda yüzde 2.8 oranında yükseldi. Bu durum pek çok analisti, ABD ekonomisinin büyümenin ilelebet sürmesini sağlayacak kadar radikal bir değişim geçirdiğine ikna etmeye yetti. Bu teorinin vardığı sonuca göre; kapitalistler sistemi kontrol altına almışlar ve en sonu, çöküşler bertaraf edilmişti. Oysa şimdi büyülü masallar tel tel dökülüyor. Alarm o kadar gürültülü ki, Amerikan krizinin gelişini duymamak için sağır olmak lazım. Amerikan ekonomisinin dinamiklerine şöyle bir bakıldığında dahi çöküşün izlerini sürmek mümkün.
ABD ekonomisi denildiğinde ilk akla gelen şey kuşkusuz büyüme ve pazarın genişliğidir. Bütün dünyanın hayranlıkla izlediği bu pazarı ayakta tutan dinamik ise gayet basit; devasa boyuttaki borçlar. Amerika bugün özel borçlar açısından yeryüzünün en batık ülkesi. Öyle ki borçlar, GSMH’nin yüzde 132’sine ulaşmış vaziyette.
Yıllardır süren borçlanmanın yarattığı ekonomi gayet iyi gidiyordu aslında. Bir kere pazar inanılmaz hızda genişliyor, tüketim artıyor, borsa şahlanıyordu. Bunların toplamına da zaten “Amerikan rüyası” deniliyordu. Pazarı doğal sınırlarının ötesinde genişletebilmesinin bir aracı olarak kredinin sağladığı avantajlar hayli fazlaydı. Küçük plastik parçalarıyla Amerikan aileleri istedikleri harcamayı yapıyor, ihtiyaçlarını gideriyordu. Bunun esrarengiz bir tarafı yok elbette. Ama önemli bir sorun ortaya çıktı. Kredi, faiziyle birlikte geri ödenmek zorundaydı. Şimdi bu yüksek borç düzeyinden kaygı duyuluyor. The Economist sızlanarak, “Amerika’daki özel borçlanma furyasının bu kadar uzun sürmesine hiçbir şekilde izin verilmemeliydi” diyor. Çünkü Amerika’da toplam hane halkı borcu 1992’de kişisel gelirin yüzde 85’i iken 1999’da yüzde 103’üne çıktı. Borçlanma refahı da eşit dağıtmadı. “Amerikan rüyası” herkese zenginlik vaad ediyordu ancak işin aslı, çok az kişi milyoner olabildi! Yüzde 20’lik kesim, GSMH’nin yarısından fazlasına el koyuyor. En alttaki yüzde 20 ise yüzde 4’le yetinmek zorunda. Borçları arttıran sadece kişiler değil, aynı şey şirketler için de geçerli. 1999 Eylül’ünden önceki bir yıl içinde mali olmayan şirketlerin toplam borçları yüzde 12’ye yükseldi. 1980’lerin ortasından beri en hızlı yükselişti bu.
Şirketler parayı ne için kullandılar acaba? İşin sırrı da burada. Bir zamanlar büyülü bir fısıltı gibi bütün dünyayı etkisi altına alan “yeni ekonomi”yi finanse etmek için tabi ki. Şirketler borç aldıkları paranın büyük kısmını yine kendi hisselerini geri satın almak amacıyla harcadılar. Örneğin; son iki yıl içinde mali olmayan yüksek teknoloji şirketleri net 460 milyar dolarlık pay senedini tedavülden çekerken, borçlarını 900 milyar dolar yükselttiler. Bu mekanizma sayesinde hisseler, özellikle de teknoloji hisseleri patlama gösterdi. Pazardaki değerleri hep kağıt üzerinde yüksek görünen şirketler, ünlü CEO’ları ve “dürüst” denetim şirketleri sayesinde yıllar boyu bilançolarında kârlı göründü, piyasa değerlerinin sürekli arttığı sanıldı. Ancak çok geçmeden hisselerinin basılı olduğu kağıttan daha değerli olmadıkları anlaşıldı. Gerçek ekonominin acımasız kurallarına çarpan “yeni ekonomi”, Amerikalı bir iktisatçının dediği gibi, “Hoş bir sedaydı, gelip geçti.” (13)
2-) Hisseler hızla değersizleşiyor
Yapısal eğilimlerin getirdiği kriz borsanın aynasından daha açık görülüyor. Dünya Borsalar Federasyonu (WFE) üyesi olan 45 borsanın hisse senedi piyasalarında 2001’de 38 trilyon 855 milyar 368.1 milyon dolar olarak gerçekleşen işlem hacminin, 2002’de yüzde 16.5 kayıpla 32 trilyon 453 milyar 207.5 milyon dolara kadar indiğini açıkladı. Yani tam 6.4 trilyon dolarlık bir erime söz konusu.
Geçen yıl dünya borsaları arasında endeks bazında yüzde 91.20 ile en fazla yükseliş kaydeden Arjantin’in Buenos Aires Borsası, hacim açısından en fazla kayba uğrayan borsa oldu. Buenos Aires Borsası’ndaki işlem hacmi yüzde 81.9 kayıpla 1 milyar 365.8 milyon dolara düştü. Meksika borsasındaki hacim, yüzde 53 gerileyerek, 32.7 milyar dolara, Amsterdam, Brüksel, Lizbon ve Paris borsalarının dahil olduğu Euronext yüzde 38 kayıpla, 1 trilyon 987 milyar 199.1 milyar dolara indi.
Toplam hacim itibariyle en büyük borsa konumunda bulunan New York Borsası’ndaki (NYSE) işlem hacmi ise yüzde 1.7 gerileyerek, 10 trilyon 311 milyar 155.7 milyon dolara indi. Trilyon doları aşan işlem hacmine sahip borsalardan Nasdaq’da hacim yüzde 33.7 kayıpla 7 trilyon 254 milyar 595.3 milyon dolar, Londra’da yüzde 12.1 kayıpla 3 trilyon 998 milyar 461.6 milyon dolar olarak gerçekleşti. Tokyo’da, yüzde 5.7 kayıpla 1 trilyon 565 milyar 824.5 milyon dolara, Almanya’da yüzde 16.1 kayıpla 1 trilyon 207 milyar 977.1 milyon dolara kadar geriledi.
Bu veriler tüm dünya borsalarında ciddi bir erimenin yaşandığını gösteriyor. Borsa yükselişleri, üretkenliği arttıran yeni yatırımlar için sermaye sağlarlar ve insanların gelirini arttırarak, ve dolayısıyla talebi ve kredileri de arttırarak piyasayı yükseltirler. Diğer taraftan artan üretkenlik borsadaki yükselişin yakıtını sağlayan kâr ve kâr payı beklentisini yaratır. Biri diğerini besler. Sürecin Aşil topuğu tam da burasıdır. Risk sermayesi diye adlandırılan sermaye genelde ekonomideki ve borsadaki dalgalanmalara karşı çok hassastır. Öyle ürkektir ki o, tehlike kokusunu aldığı anda uçup gider. Bu nedenle kriz hiç haber vermeden ortaya çıkabilir ve yıldırım hızıyla tüm sisteme yayılabilir. Borsadaki bu balon yükselişin, eninde sonunda, bir kaç ülkeyle sınırlı kalmayan ciddi sonuçlara yol açarak patlaması muhtemel.
3-) Mali fonlar aşırı şişti
“Amerika’da ve diğer büyük ülkelerde finansal piyasalar geçen 10 yıla göre büyük bir değişim gösterdi” diyordu bir kaç ay önce The Economist’in yorumcuları. Bu ülkelerde ekonominin patronunun artık bankalar değil, finansal şirketler olduğu kanısındalar. Ve bu dev şirketlerin faaliyet alanlarının da geleneksel bankacılığın sınırlarını hayli aştığına dikkat çekiyorlar. Finansın devleri, hisse ihracından sigortacılığa, tasarruf hesaplarından ticari ve finansal kredilere kadar her türlü alana yayılmış vaziyette. Bu finans şirketleri, öncüllerinden çok daha büyük ve güçlü. Öyle ki, bugün zirvede olan 15 finans devinin kontrol ettiği sermaye miktarını 1990’ların egemen güçleri olarak görülen 15 bankanın kontrol ettiği miktarla kıyaslamak dahi komik. Örneğin; 1990 yılının sonunda 57.1 milyar dolar ile Japon Endüstri Bankası listenin ilk sırasındayken, 2001 sonunda zirvede artık 259.7 milyar dolarlık bir güçle Citigroup bulunuyor.
The Economist’in piyasa uzmanı Bob Gach’ın hesaplamalarına göre, küresel piyasa 4 ila 6 tane finansal hizmet şirketinin hakimiyeti altında. Oysa beş sene önce bu güçte olan 20-25 banka sayılabilirdi. “Bugün bu gruba girebilmek için en az 100 milyar dolarlık bir sermayeyi kontrol etmek şart” diyor Gach. (14)
Economist’in uzmanının hesaplamaları bu piyasalardaki ürkütücü büyümeyi gözler önüne seriyor: 2001 itibariyle birikim 1 trilyon doları buluyor, bu rakam beş yıl önce 100 milyar doların biraz üzerindeydi. Eğilim devam ederse, 2005 yılında 3 trilyon dolar gibi inanılmaz bir rakama ulaşılması şaşırtıcı olmayacak. Gelelim hesabın asıl çarpıcı bulgusuna. Finans piyasalarındaki birikimin “türev piyasalarında” karşılık düştüğü nominal değer tamı tamına 100 trilyon dolar civarında. Üstelik bu 100 trilyon doların yüzde 60’ını sadece 5 finans tekeli yönetiyor. İşte The Economist’in ketum libarallerine “nereye gidiyoruz” türünden ahiret sorularını sorduran vaka “türev piyasalardaki” bu aşırılıklar. Derginin bütün bunlardan çıkarttığı sonuç gayet net: Dikkat kaza olabilir, önlem alın!
Gelelim bu uyarının ne anlama geldiğine. Türev piyasaları, mali piyasalardaki kredilerin risklerinin azaltılmasına dönük araçlar biçiminde ortaya çıkar. Mali sermayenin bankalar ve kredi kurumları vasıtasıyla üretime yönelik olarak şirketlere dağıttığı krediler; pazarın daralması nedeniyle sermaye birikiminde başlayan yavaşlama anlarında geri dönmeme riski taşır. Böylece üretemeyen veya ürettiğini satamayan şirketlerin finansman ihtiyacı daha da kabarır, kredi hacmi genişler ve risk yoğunlaşır. Tam da bu anda risk azaltıcı mekanizmalar devreye girer. Üretimden ve yatırımdan koparak fonlarda biriken paralar, borsaya akın eder, spekülatif kazançların büyüsüne kapılır. Bu ilgi, riskin tabana yayılması, mobilizasyonu demek ancak, tehlikesi sermaye için gerçekten ciddi. Risk azaltıcı araçlar tıpkı bir balon gibi şişmiş, The Economist’in tabiriyle, “balon sıkıntısının ağır ruh hali” her yanı kaplamış halde. Kredi hacminin 1 trilyon dolar olmasına rağmen, bunun spekülatif yansımasının 100 trilyonu bulması fazla söze gerek bırakmıyor aslında.
3-) Tekellerarası yutmalar yoğunlaştı
Bu spekülatif sermayenin yeniden değerlenmesi için üç yol var:
Birincisi; tekrar yatırıma gitmesi. Ancak bu mümkün görünmüyor çünkü; aşırı yatırım ve aşırı üretim sorunu bugünkü durgunluğun baş nedeni. İkinci yol; bağımlı ülkelere ya “sıcak para” olarak ya da şirket satın almalar, özelleştirmeler vb. için pompalanması. Bu yol da tıkalı. Nitekim Latin Amerika’dan Türkiye’ye, Güney Doğu Asya’ya kadar gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler ciddi bir krizin içindeler. Ve bu krizin temelinde de zaten sıcak para hareketleri ve özelleştirme\satın alma yoluyla ulusal ekonomilerin tahrip olması yatıyor. Üçüncü yol ise; tekellerin birbirlerini yutmaya, pazarlarını ele geçirmeye başlaması. Son bir kaç yılda dünyanın önde gelen tekelleri arasındaki iktisaplar inanılmaz boyutlara çıktı. Üstelik bu yutmalar en büyükler arasında gerçekleşiyor. 1980 ile 1998 yılları arasında 8 bin şirket birleşmesi ve 2 trilyon dolarlık hisse el değiştirmesi yaşandığı halde, 2000 yılından sonra birleşmeler bunun neredeyse iki katı, el değiştiren hisseler ise beş katından fazla bir düzeye çıktı. ABD’li, Avrupalı ve Japon tekelleri birbirlerinin pazar paylarını kapabilmek amacıyla kıtalararası yutmalara ve birleşmelere başladılar. Özellikle otomotiv, telekomünikasyon, kimya, ilaç ve gıda sanayiindeki yutmalar devasa düzeyde. Büyük emperyalist ülkelerin tekellerinin kendi aralarındaki iktisaplar kısa sürede kıtalararası iktisaplara evrildi.
Örneğin; yutmalar, 1998’de ve 1999’da yine rekor sayıda oldu. İlan edilen 48 “mega anlaşma”nın toplam değeri 119 milyar doları buluyordu. Bu rakam da, 1996’ya göre yüzde 29 oranında bir artışı ifade ediyor. Telekomünikasyon sektöründe, Alman şirketi Mannesman ile İngiliz mobil telefon operatörü Vodafone 185 milyar dolarlık birleşmeye imza attı. Yeni tekelin, dünya kablosuz telekomünikasyon pazarında 42 milyonun üzerinde abone, yüzde 20 pazar payı ve 25 ülkede 54 milyon müşterisi oldu. Japonya’nın üç büyük bankası olan Japon Sanayi Bankası, Fuji Bank ve Dai-Ichi-Kangyo Bank dünyanın en büyük bankasını oluşturmak amacıyla birleştiler. Ortaya çıkan yeni bankanın aktif büyüklüğü 1 katrilyon 370 trilyon dolar. Bu rakam o ana kadar dünyanın en büyüğü olan Deutsche Bank’ın aktif varlıklarının tam iki katı. ABD’nin en büyük eczacılık şirketlerinden Monsanto ile Pharmacia and Up John birleşti. Pharmacia 27 milyar dolara Monsanto’yu satın aldı ve piyasa değeri 50 milyar dolara yükselerek dünyanın 11. şirketi haline geldi. İki şirketin yıllık satışları 17 milyar doları buluyor ve 60 milyon kişiye istihdam sağlıyor. ABD’de basın sektöründeki Chicago Tribune şirketi, Times şirketinin yüzde 48’ini 2 milyar 660 milyon dolara aldı. Birleşme sonrası ABD’nin üçüncü büyük medya grubu doğdu. Amerikan General Motors (GM) şirketi, 2 milyar 522 milyon dolar karşılığında Fiat Oto’nun yüzde 20’sine sahip oldu. Geri kalanı da önümüzdeki aylarda almayı düşünüyor.
SONUÇ
Tekellerarası her birleşmeyi üretim araçlarında bir tırpanlama, kapatmalar ve işten atmalar izler. Böylesi araçlarla kapitalistler, üretici güçleri sistemin dar sınırları içerisinde makul gördükleri düzeye indirmeye çalışırlar. Çünkü aşırı yatırıma ve aşırı üretime doğru içsel bir eğilim vardır. Kapitalist sistemin ana çelişkisi de zaten budur. Ancak dünya ekonomisindeki durgunluk ve Amerikan ekonomisinin ciddi bir tehlike içine girmesi, birleşme ve yutmaların da bir sonu olduğunu gösterdi. Yani bu yöntemle aşırı üretim ve şişmiş mali fonların eritilmesi olanaklı değil. Mali piyasalardaki spekülatif şişkinlik, dönüp sistemin kendisini vurmaya başladı.
Bu durumda geriye kalan tek yol, emperyalistler arası paylaşım savaşı ile üretici güçlerin, üretim araçlarının ve üretim ilişkilerinin büyük bir bölümünün tahrip edilmesi, yeni pazarların ve değerlenme alanlarının açılması. İşte bu, Lenin’in yüzyıl önce üzerine basa basa vurguladığı emperyalizmin inatçı gerçeğidir.
Yüzyılın başındaki tablonun bir benzeriyle karşı karşıyayız. Dünyanın Amerika tarafından yeniden sömürgeleştirilmesi sürecinin büyük oranda tamamlandığı, kapitalist ekonominin yeni pazar ihtiyacının, mali sermayenin değerlenecek alanlar bulamamasının yarattığı aşırı üretim sorunlarının tıkadığı sistem, paylaşım savaşını kaçınılmaz kılıyor. Bunun için de aynı zamanda bir savaşlar tarihi olan emperyalizmde ekonomik ve politik tıkanıklığın aşılması için “pompa” işlevi gören savaş, bütün ilişkilerin yoğunlaştığı yegane politika tarzı olarak bir kez daha gündemdeki yerini alıyor. Eski ittifaklar ve birlikler dağılıyor, yerini büyük hesaplaşmanın ruhuna uygun kutuplaşma ve saflaşmalara bırakıyor…
DİPNOTLAR
1-) ABD’nin dış politikalarını siyaset teorisi haline getiren Samuel Huntington, her döneme dair bir teori geliştirmiştir. “Siyasal Gelişme” adlı makalesi, Soğuk Savaş dönemine ilişkin ABD emperyalizminin dış politikasının teorik bir ifadesidir. SSCB’nin yıkılmasından sonra demokrasinin gelişimini teorize etmek için “Üçüncü Dalga” kitabını yazdı. Bu kitapta da Huntington, her ülkenin kendine özgü demokrasiye sahip olduğunu belirtiyor. Hatta açık diktatörlükler bile demokrasi rejimi kabul ediliyor. Huntington, Avrupa ve Amerika’yı birinci dalga, Latin Amerika’yı ikinci dalga, Doğu Bloku ve SSCB’yi ise üçüncü dalga demokratikleşme olarak niteliyor. Bu, demokrasi teorisinin ABD’nin yeni sömürgeci politikalarına uyumlandırılmasıdır. ABD’nin kendinde gördüğü “demokrasi adına operasyon düzenleme” hakkının siyasal teorideki yansımasından başka bir şey değil.
2-) Ulusal bağımsızlık hareketlerinin yoğunlaştığı dönemde Lenin’in “kendi kaderini tayin hakkı” politikası, ABD cephesinde Wilson’un “ulusal kalkınma ve demokrasi” vaadiyle karşılık bulmuştur. Komünizme karşı olan her ülkeye kalkınma vadeden ABD, kapitalist dünya ekonomisine yumuşak geçişi sağlayacak “milliyetçi” hükümetlerin iş başına gelmesini desteklemiştir. ABD’nin kalkınma önerisi, Andre Gunder Frank’ın söylediği gibi, sinemada seyircilere “sahneyi daha iyi görebilmek için hepiniz birden ayağa kalkın” denilmesinden farksızdı.
3-) “Dünya Ekonomisinde Dönüşüm”, Prof. Dr. Sinan Sönmez, İmge yay.
4-) Saddam’ın hareketi, sosyalizmin etkisiyle kendi gelişim olanaklarına kavuşan ancak bu olanakların ortadan kalkmasıyla pusulasını yitiren “üçüncü dünya”nın özlemlerinin bir nevi Bismarckçı ifadesiydi. Bu, ekonomik adaletsizlikler siyasi güç ilişkilerinin sonuçları olduğuna göre, ekonomik dönüşümün de askeri güç gerektirdiği düşüncesine dayanıyordu. Çünkü Irak, diğer yüz ülke gibi, ABD’nin başını çektiği OPEC komplosunun ve sonrasındaki borç krizinin yıkıcı sonuçlarından muzdaripti. Kuveyt petrol rantını ele geçirmek, hem kendi bütçesi açısından hem de dünya güç dengesini sarsmak bakımından etkili bir çözüm gibi göründü. Ekonomik hedef Baas Partisi’nin pan-Arap politikasıyla birleşince ABD’ye karşı bir Arap birliği kurulmasının da yolu açılabilirdi. (Liberalizmin Sonu, Immannuel Wallerstein, Metis yay.)
5-) Pax-Amerikana, “Büyük Amerikan Barışı” anlamına geliyor. 1991 yılındaki Körfez Savaşı’nın ardından, Amerikan ideologlarının yeni teorilerini ilk kez piyasaya sürdükleri uluslararası bir yayın olan New Perspectives Quaterly (NPQ) dergisinde, bir dizi makaleler yayınlandı. Makalelerde kapitalizmin artık “eski” kapitalizm olmadığı, dolayısıyla da dünyadaki siyasal ve iktisadi koşulların analizinde “bildik” yöntemlerin, araçların ve kavramların geçerliliğini kaybettiği savunuluyordu. En ilginç makale ise, ilk olarak Massachussetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)’nde daha sonra da Washington, Colombia, İllinois, Princeton, Michigan gibi üniversitelerde kurulan CENİS adlı sosyal bilimler bölümünün ortaya attığı “Pax Amerikana” teorisiydi. Ancak Pentagon tarafından adı çok kışkırtıcı bulunan Pax-Amerikana, yerini, daha sonra karmaşık ve anlaşılmaz bir Yeni Dünya Düzeni kavramına terk etti. Tarihin bir ironisi daha; Roma İmparatorluğu da tepe noktasına ulaştığı zaman “Pax-Romana” diye anılıyordu! (New Perspectives Quaterly (NPQ), Güz 1991)
6-) Burjuva ideologları ve bazı sol liberaller milenyumu kapitalizmin “yeni özellikler” kazandığını öne sürerek karşılıyorlardı. Savaşların, devrimlerin, sınıf çatışmalarının vb. bittiği ilan ediliyordu. Yeni Evrensel gazetesinde Ayhan Özgür ise, kapitalizm emperyalizm aşamasına geçerken, “iki zincirle bağlanmış” olduğunu hatırlatıyordu: Birinci zincir emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerin savaşlara yol açacak kadar keskinleşmiş olması, ikinci zincir; 1917’de kurulan Sovyetler Birliği’nin varlığı. Ve milenyum için şu tespiti yapıyordu: “Küreselleşme diye tarif edilen dönem, aslında zincirlerinden boşanmış bir emperyalizm dönemidir.” (Yeni Evrensel Gazetesi, Yenibinyıl Eki, 2000)
Le Monde yazarları ise bu gelişmeyi keşfetmek için üç yıl sonrasını, AB’nin ABD tarafından bölünmesini beklediler. Le Monde’un Ocak-Şubat sayısında Gilbert Achcar, “zincirinden boşanmış bir Amerikan saldırısı” ile karşı karşıya bulunduğumuzu belirtiyor. (Le Monde Diplomatik-Türkiye)
7-) Evrensel gazetesi ve AB Haber bülteni
😎 Le Monde Diplomatik-Türkiye, Aralık-Ocak sayısı
9-) Le Monde Diplomatik-Türkiye, Ocak-Şubat sayısı
10-) Foreign Policy Türkiye, Sonbahar sayısı
11-) AB Haber bülteni
12-) Foreign Policy Türkiye, Kış sayısı
13-) The Economist, Ağustos 2002
14-) The Economist, Kasım 2002
KAYNAKÇA
1- “Avrupa Toplum Modeli” Prof. Dr. Meryem Koray, TÜSES yay.
2- “Avrupa: Halkların Siyasal Birliği”, Doç. Aykut Çelebi, Metis yay.
3- “Avrupa Birliği ve Türkiye”, Prof. Dr. Veysel Bozkurt, Altın Kitaplar yay.
4- “Sömürgecilik Tarihi”, Marc Ferro, İmge yay.
5- “Kısa 20. Yüzyıl Tarihi”, Eric Hobsbawm, Sarmal yay.
6- “Yoksulluğun Küreselleşmesi”, Prof. Dr. Michel Chossudovsky, Çiviyazıları yay.