Dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesi ve emperyalistlerarası kutuplaşma

GİRİŞ
1991 yılındaki Körfez Savaşı sonucunda ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nin, Irak’a yönelik ikinci savaş hazırlığı ile artık miadını doldurduğu konusunda çoğu kimse hemfikir. Bu düşüncelerin dayanağı, Avrupa Birliği’nin iki etkin devletinin, Almanya ve Fransa’nın, güç birliği yaparak ABD saldırısına karşı çıkması, Rusya ve Çin’in de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantılarında bu güç birliğini destekler nitelikte tavır almaları. Savaş eksenindeki saflaşmanın Latin Amerika’dan Güney Doğu Asya ülkelerine kadar dünyayı belli kamplara böleceği\böldüğü konusunda da yaygın bir mutabakat söz konusu.
Kuşkusuz aktüel olgulara bakıldığı zaman, bu tabloya katılmamak mümkün değil. Irak’a yönelik savaş tartışmaları üzerinden yaşanan baş döndürücü gelişmelerin dünyanın mevcut dengelerini sarstığı, sarsmaya devam edeceği bugünün en somut gerçeği. Üstelik bütün bu sarsıntıları besleyen ve tarafları daha açık davranmaya iten beş kıtaya yayılan savaş karşıtı eylemleri de unutmamak gerekir.
Irak işgali başladığı zaman dünyanın yeni dengelerinin nasıl şekilleneceğini bugünden kestirmek gerçekten güç. Ancak muhtemel senaryolar tartışılmaya başlandı bile. Jeopolitik analizlerin ortak vurgusu, dünyanın çok kutuplu bir ekonomik\siyasal konsepte doğru ilerlediği yönünde. Yani on-on beş yıla damgasını vuran “tek kutupluluğun” sona erdiği ve “daha yeni bir dünya düzeni”nin eşiğinde bulunduğumuz iddia ediliyor. Gerçekten de “tek kutuplu dünyanın” yapısal kurumları NATO, Birleşmiş Milletler; fikri ve felsefi temellerini oluşturan uluslararası hukuk normları, insan hakçılığı, demokratikleşme paradigmaları meşruiyetlerini hızla kaybettiler. Son BM ve NATO toplantıları, ABD ve ona karşı güç birliği yapan ülkelerin açıktan hesaplaşmalarına ev sahipliği yaptı. Aynı şekilde Irak’a saldırı için yeni bir BM kararının gerekip gerekmediği, uluslararası meşruiyetin ne olduğu, hangi referanslara dayanacağı konusunda herhangi bir uzlaşma olmadığı gibi, her devlet kendi jeopolitik konumuna ve jeostratejik çıkarlarına uygun olarak bu tartışmalara katıldı.
Dolayısıyla hem miadını doldurduğu söylenen “yeni dünya düzeni” hem de gelecek açısından çizilen “yeni yeni dünya düzeni”ni, sadece devletler nezdindeki çatışmalarla ve savaş sürecinin ortaya çıkarttığı gerilimlerle açıklamak hata olur. Başlı başına “dünya düzeni” olarak tarif edilen ekonomik, siyasal ve militarist sistemin yapısal dinamikleri, bu dinamiklerin ürünü olan ideolojik\kültürel iklim, meşruiyetinin kaynağı olarak görülen uluslararası normlar ve kurallar bütünü dikkate alınmadığı zaman, tarihin son derece hızlı aktığı şu günleri ve geleceği anlamak pek mümkün görünmüyor. Zira 1991 yılından önce yaşanan tarihsel kırılmaların nasıl okunduğu ile geçtiğimiz 10-15 yılın tarif edilme biçimi arasında dolaysız bir ilişki var. Aynı şekilde Yeni Dünya Düzeni’ne bakış ile de bugünkü ve bundan sonraki gelişmeler arasında ihmal edilemeyecek bir bağlantı olduğu muhakkak.
Öncelikle Soğuk Savaş ilişkileri içerisinde şekillenen mekanizmaların ve bunların toplamının sonucu olan Yeni Dünya Düzeni’nin (küreselleşmenin) nasıl şekillendiğinin tartışılması, günümüze dair önemli açılımlar sunacaktır. Çünkü bugünkü kutuplaşmalar ve çatışmaların nesnel temelleri küreselleşmeye içkin ekonomik ve politik dinamiklerin dolaysız bir ürünü olarak karşımızda duruyor. Dünyadaki dengelerin sarsılması sadece Amerika’nın militarist güç gösterilerinden kaynaklanmıyor kuşkusuz. Görüntünün ardında yatan ekonomik krizler, dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesi süreci ve fetih hareketlerinin emperyalistler arasında yarattığı gerilimler, bağımlı ülkelere yönelik askeri ve diplomatik müdahaleleri meşrulaştıran ideolojik atmosfer dikkate alındığı zaman ancak dünyanın gerçek ilişkileri hakkında fikir edinilebiliriz.

A-) PRO-AMERİKANİZM’DEN PAX-AMERİKANA’YA ABD HEGEMONYASININ YÜKSELİŞİ

1-) Soğuk Savaş ve ABD emperyalizmi
Yüzyıla yakın bir zamana damgasını vuran Amerikan hegemonyası tartışılırken, belli tarihsel uğrakların dikkate alınması zorunlu. Bu uğrakların en önemlisi elbette ki, Soğuk Savaş dönemi. Sovyetler Birliği’nin merkezinde olduğu sosyalist blokla, ABD’nin başını çektiği kapitalist-emperyalist bloğun karşılıklı güç dengesine dayanan ve bu dengenin belirlediği uluslararası sistemi tarif eden Soğuk Savaş’ı, sadece iki kutbun politik kapışması olarak görmek kuşkusuz yanlış olur. Böyle bir yaklaşım, Avrupa sömürgeciliğini ve buna karşı gelişen bağımsızlık hareketlerini göz ardı ederken, Amerikan hegemonyasının tarihsel kökenleri konusunda da ciddi bir yanılgıdır. Nitekim Avrupa sömürgeciliği ve esas olarak da İngiliz emperyalizminin sonu olan emperyal savaşlar, aynı zamanda Amerikan hegemonyasının da temelidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir yandan ekonomik krizler, diğer yandan da sosyalizmin etkisiyle yoğunlaşan işçi ve halk hareketleri, batı ülkeleri açısından ciddi bir tehlikeydi. Bir birini koşullayan bu iki tehdit karşısında kapitalist bloğun restorasyon ihtiyacı, yeni bir dünya düzeni fikrinde ifadesini buldu. Bu, siyasal ayağını üçüncü dünya ülkelerinin “demokratikleştirilmesinin”, ekonomik ayağını ise “kalkındırılmasının” oluşturduğu yeni bir paradigmaya dayanıyordu. “Siyasal gelişme” adı verilen bu paradigma esas itibariyle, Amerika’nın Avrupa’yı ve batılı olmayan devletleri Sovyet tehlikesine karşı desteklemesiydi. Samuel Huntington, siyasal gelişmeyi, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan bayrağının peşinden giderek Sovyetler Birliği’ne karşı Soğuk Savaş’a katılan ülkeler üzerinde Amerikan dış politikasının kurulması” olarak tarif eder ve bu politik konseptin “Amerikan yanlılığının hakim kılınması (Pro-Amerikanizm)” olduğunu söyler. (1)
Yaklaşık bir tarihlendirmeyle 1945-1968 yılları arasında ABD’nin dış politikasına egemen olan doktrinler, Huntington’ın özetlediği “Pro-Amerikanizmin” tipik uygulamalarıdır. 1950’lerden itibaren başladığı kabul edilen Soğuk Savaş’tan önceki dönemde asıl sorun, Truman doktrini olarak anılan dış politikanın gerekçelendirilmesiydi. Doktrin dahilinde gündeme gelen dış destek programlarının nedeni, mali yardımdan yoksun kalan ülkelerin, komünist olacakları yargısına dayanıyordu. Egemen yaklaşıma göre, mali ve teknik yardım, iktisadi gelişmeye katkıda bulunacak ve iktisadi gelişme de karşılıklı olarak siyasal gelişmeyi sağlayacaktı. Yani ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilan ettiği düzen, “istikrar, demokrasi, anti-komünizm ve Amerikan yanlılığı” ilkelerinin toplamıydı.
Amerika’nın Avrupa’ya ve “üçüncü dünya ülkeleri”ne yönelik dış politikası bugünkü çoğu ilişkinin de düğüm noktasıdır.
“Üçüncü dünya ülkeleri”ne vaat edilen “kalkınma ve demokratikleşme”, bağımsızlık hareketlerinin önüne ket vurmayı ve sosyalizmin yol göstericiliğinde ayağa kalkan Afrika, Ortadoğu ve Asya halklarını kapitalist\emperyalist bloğa yedeklemeyi hedeflerken, Avrupa’ya sağlanan destekler de Doğu Bloku’na karşı Avrupa’da bir birlik oluşturmayı öngörüyordu. (2)
Her iki durumun yeni emperyal güç için bulunmaz fırsatlar doğurduğu ortada. Birincisi; sömürgeciliğe karşı bir “hür dünya” mistifikasyonu yaratılıp, ideolojik mevziler güçlendirildi. İkincisi; kapitalist sistemin içine krizi, Batı Avrupa’da ve Amerika’da işçi sınıfı lehine bir takım tavizleri getirerek “refah devleti” uygulamalarına yol açsa da, batılı sermaye grupları yeni değerlenme alanları olarak hedef seçtikleri “üçüncü dünya”ya yönelik fetih hareketleri için güçlü politik desteklere kavuştu. Son olarak; Avrupa sömürgeciliğinin paylaşım savaşları ve bağımsızlık hareketleri ile tasfiye edildiği bir dönemin ardından dünyanın bu kez de Amerikan emperyalizmince yeniden sömürgeleştirilmesinin önü açıldı.
Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki düzenin fikir mimarı büyük oranda ABD’dir. Soğuk Savaş döneminde ise, kapitalist bloğun düzenlenmesinde ABD artık tek hakim güç olarak öne çıkmıştır. Amerikan hegemonyasının kurulmasının temel dayanakları ise asli olarak “yeni ekonomik düzende” aranmalı.
Yeni ekonomik düzenin inşası için IMF ve Dünya Bankası kurulurken, bu kurumların az gelişmiş ülkelere büyük miktarlarda borç vermesiyle sermaye ihracı canlandırıldı. Marshall Yardımı ile de savaşların yıkıma uğrattığı Avrupa ve bazı müttefik ülkeler yeniden yapılandırılarak, Amerikan sermayesinin pazar ihtiyacı karşılandı. Avrupa ekonomisinin gereksinimi olan hammaddelerin “üçüncü dünya ülkeleri”nden sağlanacağı Marshall Planı’nın son maddesinde belirtilmişti. Böylece dünya bir yanda ABD önderliğindeki “sanayileşmiş ülkeler” diğer tarafta da bu ülkelere kaynak ve hammadde sağlayan azgelişmiş ülkeler olmak üzere emperyalist işbölümüne uygun biçimde bölündü. ABD emperyalizminin yeni-sömürgeci politikalarının dolaysız bir tezahürüydü bu tablo. Hegemonyasının itici gücü, yeni uluslararası ekonomik ilişkilerde saklıydı. Söz konusu ilişkiler, çevre ülkelerin sınırsız hammadde ihracıyla merkez kapitalist ülkelerdeki birikimi desteklemesini ve merkezi oluşturan ABD, Japonya ve Batı Avrupa arasındaki teknoloji yaratma, yayma ve uygulama konusundaki işbirliğini kapsamaktadır. Vurgulanması gereken nokta, ABD kökenli yoğun sermaye birikim modelinin hızla uluslararasılaşmasıdır. ABD’nin yoğun birikim modelini ilk uygulayan ülke olması, kapitalist ekonomide başat konuma gelmesini kolaylaştırmıştır. Bir başka nokta ise, çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisindeki ağırlıklarını artırmaya başlamaları. Çokuluslu şirketlerin etkinliklerinin artmasıyla ABD hegemonyasının gelişimi arasındaki paralellik dikkat çekicidir.
ABD’nin bu dönemki yeniden sömürgeleştirme hamlelerine dair bazı ekonomik verilerin seyri ise, emperyalizminin yeni fetihçiliğinin askeri işgalden çok sermaye ihracına, azgelişmiş ülkelere yönelik borç akışına ve bu ekonomik ilişkilerin sonucunda talep ettiği tavizlere dayandığını göstermektedir.
ABD’nin toplam dış yatırımlardaki payı 1960’lı yıllarda Japonya’ya, Almanya ve İngiltere’ye göre sırasıyla 113.4, 43.2 ve 2.73 kat fazlaydı. Azgelişmiş ülkelerin batı ülkelerinden aldığı borçların toplamı ise 1950’lerden itibaren büyük bir artış gösterdi. Dış borçlar, 1965’te yaklaşık olarak 37 milyar dolara, 1970’te 73 milyar dolara, 1973’te 125 milyar dolara, 1974 yılında ise 157 milyar dolara kadar çıktı. Borç esareti azgelişmiş ülkelere, krizle birlikte ağır bedellere mal olurken, 1974 petrol şokuyla birleşince merkez kapitalist ülkelerde de ciddi bir kâr krizini gündeme getirdi. İşte bu krize karşı IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uygulamaya konulan bir dizi ekonomik politika, hem dünyada yeni birikim rejiminin ortaya çıkmasına, hem de bu birikim rejiminin uluslararasılaşmasıyla birlikte küreselleşme sürecinin başlamasına yol açmıştır. (3)

2- Yeni Dünya Düzeni: Pax-Amerikana
Önceki dönemler bir yana, uluslararası kapitalizmin 1970’lerden beri durgunluk ve daralma içinde olduğunu söylemek abartı değil. Tekelci sermaye, giderek kısa aralıklarla yaşanan krizlerden kurtulmak amacıyla bir “yeniden yapılanma” programını yürürlüğe koyma ihtiyacı hissetti. Neoliberalizm adıyla anılan bu politikalar demeti; kâr krizini aşmak isteyen sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını, buna karşın emeğin maliyetlerini azaltmak için sosyal ve ekonomik hakların kısıtlanmasıyla toplumsal ilişkilerin pazarın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmesini hedefliyordu. Emeğe yönelik saldırıların ana unsurları; ücretlerin baskı altına alınması, parasız kamu hizmetlerinin tasfiyesini, işçi sınıfının örgütlülüğünün dağıtılması amacıyla taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmanın yaygınlaştırılmasını, tıkanan birikim rejiminin yeniden işlevli hale getirilmesi için de özelleştirme ve esnek çalışmanın yaşama geçirilmesini içeriyordu. Bu amaçla bir dizi strateji gündeme geldi.
Birincisi; sermayenin artan yoğunlaşmasına bağlı olarak ortaya çıkan ve kriz nedeniyle üretimden kopan büyük miktardaki mali fonların az gelişmiş ülkelere borç olarak verilmesi. İkincisi; uluslararası sermayenin hareket serbestisini sağlayacak ulusal kısıtlamaların ortadan kaldırılmasına dönük finansal serbestleşmenin dayatılması. Üçüncüsü de; dış borçların ve dış yatırımların garanti altına alınması doğrultusunda IMF ve Dünya Bankası’nın hazırlayacağı “istikrar paketleri”nin uygulanması.
Sonuçta uluslararası tekeller yatırımlarını, maliyetlerin azaldığı, kârlılığın arttığı ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının bol olduğu ülkelere kaydırmaya başladılar. Kârların merkez kapitalist ülkelere transferinin finansal serbestleşmeyle garanti altına alınmasından dolayı da dünyadaki bölüşüm ilişkileri az gelişmiş ülkeler aleyhine hızla bozuldu. Böylece bağımlı ülkeler borç batağına saplanırken, bu ülkelerin halkları da büyük bir yoksullaşmayla karşı karşıya kaldılar.
Küreselleşmenin iktisadi mekanizmaları yoğun biçimde uluslararasılaşırken, Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması, siyasal olarak da bir küreselleşme dalgası yarattı. Dünyanın ekonomik düzenini kriz vesilesiyle yeniden organize eden ABD, uluslararası politik düzeni de istediği biçimde şekillendirme imkanına kavuştu. Özellikle Sovyet bloğunun dağılmasıyla bu ülkelerde başlatılan kapitalist restorasyon, yeni bir ideolojik ve politik iklimin yaratılması için hayli geniş olanakları ABD’nin önüne serdi. Soğuk Savaş ilişkilerinin üzerinden yükselen ekonomik, siyasal ve askeri doktrinlerle dünyaya yeniden şekil verilemeyeceğini bilen ABD emperyalizmi, hem yeni duruma uygun mekanizmaları yaratma hem de bu yeni durumu tarif etme çabasına girişti.
1989 yılı ABD’nin yeni ekonomik ve politik düzeninin miladı kabul edilir. Ama yeni düzenin ne olduğunun anlaşılması için 1991 yılı daha belirleyici bir tarihtir. Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan Körfez Savaşı, ABD Başkanı George Bush’un Yeni Dünya Düzeni’nin (YDD) başladığını her yönüyle sergilediği bir güç gösterisiydi. O zamana dek uluslararası ilişkilerde neredeyse hiç bir etkisi ve bağlayıcılığı olmayan Birleşmiş Milletler’in savaş kararı, YDD’de “barış ve istikrarın” nasıl sağlanacağının da ilk örneğiydi. (4)
Ancak yeni düzen, henüz ilk sınavından başlayarak birbiri ardına patlak veren etnik savaşlarla, bölgesel çatışmalarla, Amerikan müdahaleleriyle, dinsel gerilimlerle anılmaya başlandı. YDD’nin alamet-i farikasının istikrar ve barış değil, istikrarsızlık, savaş ve krizler olduğu kısa sürede anlaşıldı. Deyim yerindeyse 1991’deki savaş, Amerikan emperyalizminin SSCB’nin çöküşüyle bulduğu “incir yaprağını” düşürdü. Körfez, “barışı” ve “istikrarı” adına YDD’nin üçüncü dünya üzerinde uyguladığı askeri baskıyı ve yeni ekonomik kutuplaşmayı gizleyen maskelerin indiği ilk çatışma alanı oldu. Her ne kadar Samuel Huntington gibi ABD dış politika stratejistleri müdahalenin, despotizmin “son kalıntılarının” da temizlenmesine yönelik yoğunlaşmış bir politika tarzı olduğunu savunsalar da, ardından gelen Somali, Sudan ve Yugoslavya operasyonları, “Büyük Amerikan Barışı (Pax-Amerikana)”nın gerçekte bir Amerikan yayılmacılığı olduğunu ortaya çıkartan gelişmelerdi. (5)
Sonuçta Soğuk Savaş’ın sonlanması, burjuva ideologlarının iddialarının aksine, dünyayı daha fazla istikrarsızlığa sürükleyen, paylaşım savaşlarını körükleyen “zincirlerinden boşanmış bir emperyalizmin” temellerini attı. (6) Üstelik bu emperyalizm, tek kutuplu bir dünya değil, tam tersine çok kutuplu ve beklenmedik çatışmaların patlak verdiği potansiyel tehlikeleri sürekli barındıran; Batı’da ABD şemsiyesi altında birbirine sıkı sıkıya sarılarak ve ayrılıkları bastırarak blok oluşturan devletlerin her an yeni uyuşmazlık noktaları ve rekabet alanları keşfettiği, ticari ittifaklar kurduğu, hegemonya mücadelelerinden kaçınmadıkları bir karaktere sahiptir. Kısa sürede Asya’da Rusya ve Çin, Pasifik’te Japonya önderliğindeki ticari blok, Avrupa’da Almanya ve Fransa’nın mihverliğinde ekonomik birliğini tamamlayan ve siyasal birliğe doğru ilerleyen Avrupa Birliği eskisinden çok daha güvensiz hale gelmiş dünyanın güç odakları olarak öne çıktı. Kısaca YDD, eşyanın tabiatına, emperyalizmin karakterine uygun bir düzenin adıdır.
Tarihin bir ironisi ki, ilk Irak Savaşı YDD’nin ilanı olmuştu; ikincisinin ise tamamen çöküşü olacağına kuşku yok. Ve bu çöküşün yeni bir emperyal paylaşım savaşına dönüşmesi muhtemel beklentiler arasında. Avrupa Birliği içindeki çatlak, Atlantik ittifakının dağılması, Asya’nın güçlü devletlerinin henüz yüksek bir tonda olmasa da emperyal düşlerini dile getirmeye başlamaları, ekonomik krizin büyük bir buhrana doğru evrildiğinin, bir dünya savaşının eşiğinde olduğumuzun işaretleri.

B-) DÜNYANIN YENİDEN PAYLAŞIMINDA KUTUPLAŞMALAR NETLEŞİYOR

1-) Atlantik İttifakı AB’nin üzerine çöktü
Almanya Başbakanı Konrad Adenauer ve Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle arasında 1963 yılında imzalanan Elysee Antlaşması’nın 40. yıldönümü, Avrupa Birliği’nin (AB) iki önemli gücünün emperyal iddialarını ilk kez açık bir dille ve doğrudan ABD hegemonyasını hedef alarak ifade etmesinin vesilesi olurken; AB üyesi sekiz ülkenin ABD lehine ortak deklarasyonu da Avrupa’daki bölünmeyi su yüzüne çıkarttı. Kuşkusuz AB’nin uzun süredir ikinci bir emperyalist blok olduğu konusunda ortak kanı mevcuttu. Birliğin 1989 yılından sonra siyasal bütünleşmeye yönelik adımlar atmaya başlaması ve 1993 yılındaki Kopenhag Zirvesi’nde alınan kararlar bu kanıyı güçlendiren gelişmelerdi. Ne var ki sorun, Avrupa’nın bir birlik halinde böyle bir rol oynayabileceği, hatta feyz aldığı felsefi ve kültürel temellerden dolayı dünya için bir şans bile olabileceğinin düşünülmesiydi. Oysa ne AB içindeki bölünme şaşırtıcı, ne de Fransa ve Almanya’nın güç birliği sürpriz.
Avrupa’nın inşası hiçbir zaman sadece Avrupalıların davası olmadı çünkü. 1958’den sonra başlayarak AB’ye dönüşmek üzere Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) fikri, 2. Dünya Savaşı’ndan çıkan güç ilişkilerince şekillendirildi. Gerçekten bugün karşımızda duran AB, 5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı tarafından önerilen, SSCB’ce 1947’deki Paris Konferansı’nda reddedilen Marshall Planı’ndan köken almıştır. Bu yapılanmada başı çeken olgu; Amerika’nın, Sovyet tehlikesini Fransız ve İtalyan komünist partilerinin etkilerini kontrol altına alma isteği ve aynı zamanda tüm kapasitesi ile işleyen sanayisinin ihtiyaç fazlası üretim tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bir dönemde kendisine korunmamış pazarlar bulma düşüncesidir. Amerika Marshall Planı’nın ardından Avrupa’yı istediği şekilde biçimlendirecek daha etkili bir aracı, 1949 yılında kurulan ve sadece askeri açıdan değil, aynı zamanda siyasi bir hegemonya sağlamaya da hizmet edecek Kuzey Avrupa Atlantik Paktı’nı (NATO) kurmakta gecikmedi.
Birliğin ilk tohumlarının atıldığı günlerden beri İngiltere, ABD’nin yanında yer almakta tereddüt etmedi. Nitekim dönemin İngiliz Başbakanı Churchill daha 1946’da, “Sovyetler Birliği tehlikesi nedeniyle yükselen tansiyon karşısında, Avrupa Birliği daha fazla gereklidir” diyordu. Bu çerçevede, ABD’nin de desteğini alarak 1949’da Avrupa’nın ilk siyasal bir araya gelişi olan Avrupa Konseyi’nin oluşumuna öncülük etti.
Batı Avrupa’nın iki mihveri Almanya ile Fransa ise, ABD’nin hegemonyasını bir nebze olsun kırabilmek amacıyla güçlerinin yetebildiği oranda İngiltere’yi dışarıda tutmak için çabalamışlar ve AB’nin ilk genişleme sürecinden beri bu tavırlarını sürdürmüşlerdir. Cumhurbaşkanı De Gaulle, Fransa’nın İngiltere’yi ilk vetosunda “ABD’ci bir İngiltere ile Avrupalı bir Avrupa’nın olamayacağına” işaret ediyordu. Fransa’nın ikinci vetosunda da yine De Gaulle İngiltere’nin ABD’den yeterince uzaklaşıp Avrupa’ya yeterince yanaşmadığını düşünüyordu. Israrının ardındaki gerçek korkuyu ise Elysee Antlaşması imzalandığı gün açıkça itiraf etti: “Ben Avrupa’yı Avrupalı olması için istiyorum, yani Amerikan olmaması için.”
Küreselleşme sürecinde Avrupa Topluluğu’na (AT) düşen kritik misyon, 80’lerin ortalarında Sovyetler’de Gorbaçov’la karakterize olan çözülme sürecini yönlendirerek, Doğu Bloğu’nu kazasız belasız emperyalist-kapitalist kampa dahil edecek politikaların ve diplomasinin temel yürütücülüğünü götürmekti. 1985 sonrasında AT’nin tüm kurumlaşması, Doğu Avrupa’nın çözülme ve kapitalist blok tarafından içselleştirilmesi etrafında gelişti. 1989’da duvarların yıkılmayla birlikte ise, AT iç bütünleşmesini sıçratarak 1993’de AB’ye dönüştü ve Doğu Avrupa’nın restorasyonuna kilitlendi. Kapitalizmin genel çıkarları adına oluşturulan restorasyon misyonu, AB’nin bugünkü ana yayılma eksenini de belirliyor. AB bu yıldan sonra genişlemenin ana çeperini Doğu Avrupa üzerine kuruyor.
Yeni genişleme politikası öncekilerden nitelik olarak da oldukça farklı. Zira bu kez, çok kapsamlı ortak hukuki düzenlemelerin yanı sıra; sınırların kaldırılması; Gümrük Birliği’nin sağlanması ve ortak para birimi Euro’ya geçiş ile kendi ordusunu kurma gibi bir dizi kurumlaşmayı tamamlayıp sadece zenginler kulübü olmaktan çıkarak, kendi periferisini ve ucuz emek ihtiyacını karşılayacak ikinci çemberi de tamamlamayı hedefliyor. Böylelikle 2000’li yıllarda hegemonyası yeniden sorgulanmaya başlanan ABD karşısında AB, kendi iç bütünleşmesini sindire sindire götüren bir emperyalist odak olarak paylaşım arenasındaki yerini iddialı bir şekilde alma çabasında.
Atlantiğin iki yakasındaki zorunlu ittifakı bozan bugünkü gelişmeler de asıl olarak AB’nin bu tutumundan kaynaklanıyor. Fransa-Almanya güç birliğine karşı Atlantiğin öte yakasından gelen tepkiler, ABD’nin bir işareti ile hizaya gelen sekiz Avrupa ülkesinin durumu, tuzla buz olan Atlantik ittifakının AB’nin üzerine çöktüğünün de resmidir. Çünkü dağılan aynı zamanda AB’nin ortak dış ve güvenlik politikasıdır. Avrupa basınının ortak vurgusu hep bu yönde. Fransız Liberation, Washington’un Amerika’nın dünyadaki rolüne rakip olabilecek güçlü bir Avrupa’nın ortaya çıkışını önleme arzusunda olduğunu söylerken, Alman gazetesi Die Welt Avrupa dış ve güvenlik politikası projesinin ölümcül darbe aldığı kanısındaydı. Diğer bir Alman gazetesi Frankfurter Allgemeine’nin görüşü de farksız. Birliğin geleceğine ilişkin kaygılarını dile getiren gazete, AB’de “okyanus genişliğinde” bir uçurumun ortaya çıktığını vurguluyordu. El Pais, “Avrupa Birliksizliği” manşetinin altında, bazı AB üyelerinin Bush’un gözüne girmek için onca emek verilen dış politikanın yolundan ayrılmış olduklarını yazdı. (7)
Diğer yandan Almanya ve Fransa uzun süredir sekiz Avrupa ülkesinin ABD yanlısı tutum alacağından emindiler. Özellikle jet hızıyla NATO ve AB üyesi olan Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın, aynı hızla Washington’un gözüne girmek için fırsat kolladıkları malumdu. Çek Savunma Bakanı Jaraslov Tvirdik, “Biz demokratik değerlerimizi ve askeri yeteneğimizi paylaşmak amacıyla NATO üyesi olduk. Şu anda dostlarımız ve müttefiklerimiz, sahibi olduğumuz özel bazı askeri hizmetlerden yararlanmak istiyor ve biz de bu isteği severek yerine getiriyoruz” derken, Polonya Dışişleri Bakanı Wlodzimiertz Cimoszewicz’in de ülkesinin ABD ile sürdürdüğü mükemmel ilişkinin AB içindeki en önemli kozu oluşturduğunu söylemesi yerindeydi.
Bu karşılıklı sevgiyi pekiştiren akçeli konuların varlığı da göz ardı edilmemeli. AB üyeliğinin kesinlik kazanmasından birkaç gün sonra ordusunu modernleştirme çabasındaki Varşova’nın, Avrupalı iki uçak firmasının teklifini elinin tersiyle itip tercihini Amerikan F-16’larından yana kullanması boşuna değildi. 48 savaş uçağı için verilen yaklaşık 3.4 milyar Euro, Doğu Avrupa tarihinin en kapsamlı askeri hibesidir. Bu alışverişin bir şekilde yine ABD tarafından finanse edilecek olması, söz konusu ilişkinin sadece küçük bir ayrıntısı!
Ancak adı üstünde, bir hesaplaşma bu ve geçmişte kurulmuş her türlü ittifakın ve birliğin dağılması, yerine yeni ittifakların doğması emperyalist ilişkilerin doğası gereği. Bu yüzden ABD ile AB arasındaki çatışmanın savaşla gündeme gelmesi oldukça anlamlı, ama asla bununla sınırlı değil. AB’nin genişleme planlarının motor gücü Fransa ve Almanya, Euro’dan ortak anayasaya, dış ve güvenlik politikasına kadar bir dizi kurumsal düzenlemeyi ihraç etmeye de niyetli. Dolayısıyla bir Avrupa ordusunun kurulması, ABD’nin ana hegemonik gücü NATO’nun da işlevinin zayıflaması demek. Tabii ki, bu, aynı zamanda Doğu Avrupa’yı genişlemenin ikinci halkası gören AB projesinin sonunun da başlangıcıdır.

2-) Dünyanın “Güvenliği” Kime Emanet?
Emperyalist devletler, hegemonik güçlerini sürdürebilmek ve ulusal çıkarlarını güvenceye alabilmek amacıyla dünyanın geri kalanına da kabul ettirebilecekleri bir güvenlik\askeri doktrine her zaman ihtiyaç duyarlar. Bu açıdan ABD tarihi bir doktrinler tarihi olarak da okunabilir: Wilson’ın prensipleri, Truman’ın doktrini, Carter’ın “güce dayalı ikna”sı, Reagan’ın açık güç kullanımını ifade eden “sopa politikası”, Clinton’ın “füze kalkanı projesi” vb… Bu militarist doktrinler sürekli olarak “dış düşman” tanımıyla birlikte gündeme gelmiş ve meşruiyetinin dayanakları da “demokrasi, barış ve refahın güvenliği”ne dayandırılmıştır. Amerika’nın Soğuk Savaş öncesindeki güvenlik konsepti, kendine bir saldırı olması halinde savaşın gerekliliği üzerine kuruludur. Sovyet bloğuyla birlikte bu, ABD’ye ve müttefiklerine herhangi bir saldırı olması eksenine kaydırılmış, 1980 sonrasında ise “istikrarsız ve tehdit oluşturduğu” iddia edilen bölgelerin denetimi dikkate alınmıştır. Latin Amerika’nın “arka bahçe” haline getirilmesinde darbelerden kontrgerilla faaliyetlerine kadar bir çok yöntemin kullanılması, bu güvenlik anlayışının somut pratikleridir. 1991 yılından sonra ise “Pax-Amerikana”nın tesis edilmesi için “insani müdahale” gerekçesiyle “otoriter rejimlerin askeri güce dayalı olarak yıkılması” dönemi başlamıştır. Irak, Yugoslavya, Somali ve Sudan “insani müdahale” adına bombalanan ülkelerdir.
Hegemonik gücün ciddi bir meydan okumayla karşılaşmadığı ve iradesini diğer güçlere kabul ettirdiği dönemlerde, nispeten bir “barış” görüntüsü ortaya çıkar. Bu “barış”, öncelikle büyük güçler arasındaki askeri mücadelenin yokluğu anlamına gelen bir “istikrar” ortamına işaret eder ki; “istikrar”ın sürdürülmesi, hegemonyanın meşruiyetinin nesnel dayanaklarının varlığına, en azından dünya arenasındaki siyasi aktörlerin ağırlıklı kısmının varolan düzenin uygun olduğu yönündeki kanaatlerini sürdürmelerine bağlıdır.
Amerika 1990’lardan başlayarak güvenlik konseptinin dayandığı bu meşruiyet olanaklarını hızla tüketti. Özellikle Rusya’nın kendi sahasında benzer bir anlayışı hakim kılmaya çalışması ve Çeçenistan’a askeri operasyonlar düzenlemesi, aslında ABD’nin ana hegemonik ayağı olan askeri politikaların, ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kaldığının işaretiydi. Bunun üzerine bir de AB’nin kendi askeri ve güvenlik politikasını oluşturma ve dünyaya kabul ettirme tavrının ortaya çıkması, ABD’nin tahammül edemeyeceği kadar ciddi bir adımdır.
Emperyalist paylaşım savaşının tehlike çanları olarak kabul edilebilecek askeri\güvenlik konseptlerinin kapsadığı alanları tarif etmek bu bakımdan önemli. Nitekim ABD’nin 11 Eylül’den sonra ilan ettiği yeni askeri doktrin diğer emperyalist devletlere açık bir meydan okuma anlamına geliyor.
31 Ocak 2002 tarihinde, Washington’daki Ulusal Savunma Üniversitesi’nde stajyer subayların önünde ABD’nin yeni askeri doktrinini açıklarken Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, şöyle diyordu: “Şu anda dört önemli alanda caydırıcı olabilecek kapasiteye sahip olmak için harekete geçmeliyiz. Aynı anda iki saldırganı yenebilecek, bu esnada da büyük boyutlu bir karşı-saldırı yürütüp bir düşman başkentini yeni bir rejim yerleştirmek üzere işgal edebilecek seviyeye ulaşmak gerekmektedir.” (8)
ABD’nin temel savunma hedeflerinin evrimi, bundan önce üç ana aşamadan geçmişti. 1970’lere girmeden önce, Amerikan savunma politikasının önüne koyduğu hedef “iki buçuk savaşa” hazırlanabilmekti. Buna göre, komünist devletlerin tek bir blok gibi göründüğü Soğuk Savaş döneminin ruhuna uygun olarak, hem Sovyetler Birliği’ne ve Çin’e karşı olası bir savaşı, hem de Kore, Vietnam gibi görece olarak düşük askeri kapasiteye sahip ülkelerle girilebilecek bir savaşı ve Lübnan, Guatemala veya Dominik Cumhuriyeti gibi ülkelere yapılacak askeri seferleri aynı anda sürdürebilmek gerekiyordu.
Sovyetler Birliği ile Çin’in yollarının ayrılması, Başkan Richard Nixon’ı, aynı anda hem bu iki ülkeden biriyle girilecek büyük boyutlu bir çatışmanın, hem de o güne kadar göz önünde bulundurulacak türden sınırlı bir çatışmanın yürütülmesini öngören “bir buçuk savaş” konseptini benimsemeye sevk etti.
Bush yönetiminin Soğuk Savaş sonrasında, 1991’de yayınladığı yeni doktrin ise, artık “iki büyük bölgesel çatışmayı” göz önünde bulunduruyordu. Bu yönelimler, Clinton yönetimi tarafından 1993’te “Büyük Saha Harpleri” olarak yeniden adlandırıldı. Rumsfeld, 31 Ocak’taki konuşmasında, yalnızca çatışma perspektifini iki “büyük alan”ı dörde çıkaracak şekilde genişletmekle yetinmedi, aynı zamanda ABD’nin göğüslemesi gereken tehditleri daha ayrıntılı şekilde tanımlamayı ihmal etmedi. Rumsfeld, “dünya çapında tutkulara sahip” terörist örgütlerle onları destekleyen devletleri, özellikle de edinmekte oldukları (nükleer, biyolojik ve kimyasal) kitlesel tahrip silahlarını kullanarak onlara arka çıkabilecek olanları aynı düşman kampa koydu. Tehdit artık sadece kaynağıyla değil, doğasıyla da tanımlanıyordu. “Yeni terörizm biçimlerine karşı da hazırlıklı olmalıyız” diyordu Rumsfeld ve, Amerikan askeri bütçesindeki kayda değer artışı önceden haklı çıkarmak için, yeni savunma politikasının altı ana hedefini sıralıyordu: Ulusal toprakların ve yabancı ülkelerdeki Amerikan üslerinin korunması, kuvvetlerin uzak operasyon sahalarına yönlendirilmesi, düşmanın sığınaklarının imha edilmesi, enformasyon ve iletişim sistemlerinin güvenliğinin sağlanması, muharebe sahasında gerekli tekniklerin kombine operasyonlarda kullanımının geliştirilmesi, ABD’nin uzay erişiminin ve uzay potansiyelinin korunması. (9)
Strateji uzmanları, yeni askeri doktrininin her türlü çatışma biçimine cevap verecek şekilde tasarlandığını ileri sürüyorlar. Rakibin doğasına, nüfusuna, sınai gücüne, altyapılarına, kentsel yerleşimlerinin önemine, ama özellikle de siyasi rejimine ve bu rejimi alaşağı etmek ya da etkisiz hale getirmek için gerekli öğelere bağlı olarak uygulanıyor. Peki kime karşı?
Kimilerine göre, bir füzesavar engeli ile bütün saldırı kapasiteleri imha edilecek olan potansiyel düşman, Amerikan diplomasisi tarafından işaret edilen “haydut devletler.” Başkalarına göre, tabii ki Çin. Bugün bu tartışma geride kalmış durumda. Düşman, artık “başıbozuk” değil, kitlesel imha silahı yerleştirilmesi projeleriyle “ilgilenen” devletlerden biri olabilir. Düşman, aynı şekilde Çin veya Rusya da olabilir. Çin, kurmay heyet başkanlarının oluşturduğu komitenin hazırladığı bir belgede olası rakip olarak gösterildi bile. Yeni savunma doktrini tarafından korunacak olan ilk dış bölgenin Tayvan olacağı şimdiden tartışılıyor. Böylelikle Çin’in kontrolü eline geçirmesi engellenecek. Rumsfeld’in dediklerine bakılacak olursa, aynı durum, Kırgızistan ve Özbekistan’da “kalıcı” olarak kurulan hava ve kara üsleri için de geçerli. Yani Rusya’nın kendi hinterlandları olarak gördüğü bölgeler, Amerika’nın koruması altında. (10)
Fransa-Almanya ittifakının güvenlik politikasının nerelere doğru genişlediği hesaba katıldığında, emperyalist paylaşım savaşları ile askeri\güvenlik doktrinleri arasındaki bağlantı daha açık görülebilir.
AB’nin ortak bir dış politika ihtiyacının tek sebebi, sıkı uluslararası ticaret ilişkileri değil kuşkusuz. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile Avrupa’da ve komşu bölgelerde yeni çatışmaların ortaya çıkması, AB’nin bir dış ve güvenlik politikası kimliği geliştirmesini yaşamsal hale getirdi. Aralık 1995’te Madrid’de yapılan AB Konseyi’nce kabul edilen Avrupa siyasi gündemi, ileriki yıllarda karşılaşılacak dış politika görevlerini belirlemekteydi: Kıbrıs ve Malta ile ve Akdeniz’in ve Doğu Avrupa’nın ortak ülkeleriyle genişleme müzakereleri; AB’nin komşularıyla, özellikle Rusya, Ukrayna, Türkiye ve Akdeniz ülkeleriyle, diyalog, işbirliği ve ortaklık politikasının sürdürülmesi; ve Avrupa çapında bir güvenlik sisteminin kurulması. Gündemdeki diğer konular arasında, Afrika, Karayib ve Pasifik devletleriyle AB’nin geleneksel ilişkisinin geliştirilmesi ve Asya ve Latin Amerika ile daha yakın ilişkiler de vardı. Kabaca çizilen bu haritaya bakınca, Amerikan hegemonyasının etki alanlarına doğru bir genişlemenin söz konusu olduğunu görmek mümkün.
AB Konvansiyonu’nun anayasa çalışmalarında da bu güvenlik politikasının gerçekte NATO benzeri bir ittifakı öngördüğü açıkça dile getiriliyor. Haziran ayında tamamlanacak anayasa taslağında, “Avrupa modeli bir toplum ile dünya gücünün sorumluluklarını taşıyan yeni bir Avrupa” yaratma hedefi öneriliyor. Militarist caydırıcılığıyla, küreselleşmenin aktif gücü olacak mali sermayesiyle ve bu güçleri tek elden yönetecek merkezi hükümetiyle yeni bir AB tarif ediliyor taslakta ve asıl sorun da NATO’ya rakip bir maddenin eklenmesi: “NATO’nun 5. maddesinin benzeri bir yetkinin yanında karşılıklı savunma garantileri ile birlikte oluşturulacak askeri ittifak, bölgede operasyon düzenleme yetkisine sahip olacaktır.” Bu son söz gerçekten de ABD için ciddi bir tehdit anlamı taşımıyor mu? (11)

3-) “Eski Avrupa”/”Yeni Avrupa”: Jeopolitikte yeniden yapılanma
ABD yönetiminin AB’nin askeri restini gördüğü ve karşı bir hamleyle “bir Avrupa acil müdahale gücünü”nün kurulmasının önüne geçmeye çalıştığına Kasım 2002’de Prag’da toplanan son NATO zirvesinde yakından tanık olundu. Diğer yandan NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesinin Rusya’yı ne derece rahatsız ettiği de yine bu toplantıda daha net biçimde ortaya çıktı.
Prag toplantısındaki düşmanlık tohumlarının kökenini 1999 yılındaki Kosova Savaşı ve aynı günlerde Washington’da toplanan NATO zirvesinde aramak gerekir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından beri NATO ve Rusya arasındaki gerilimin en üst düzeye çıktığı nokta Kosova olmuştur. Gerilimi tırmandıran olaylar zinciri ise, Temmuz 1997’deki Madrid Zirvesi’nde Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nin NATO’ya katılımın ilke olarak benimsenmesidir. Son bir kaç yıllık bu gelişmeler alt alta yazıldığında jeopolitik bir yeniden yapılanma tablosuyla karşılaşıyoruz.
Bu yapılanmanın ilk ayağı, ABD’nin etki alanını NATO’yu kullanarak Doğu’ya doğru kaydırması; ikincisi, AB’nin büyük dersler çıkarttığı Kosova sorununun ardından bir acil müdahale gücü kurma hevesine kapılması; üçüncüsü ise, Rusya’nın Boris Yeltsin döneminde başlayan ve Putin ile bir emperyal iddia haline gelen kendi hinterlandını eski Sovyetler Birliği sınırlarıyla bire bir çizmesi.
Nitekim 1990’lı yıllarda Moskova, eski sınırların belirlediği hat üzerinde batıya ait her askeri
yerleşimin “savaş nedeni” sayılacağını ilan etmişti bile. Bütün karmaşık hesapları altüst eden ve
ABD lehine çeviren milat ise elbette ki, 11 Eylül’dür.
İkiz kulelerin çöküşü, Doğu Avrupa eksenli gerilimli ilişkileri iki temel açıdan değiştirdi. ABD Vietnam’dan beri bulamadığı “zincirinden boşanmış bir askeri saldırı dalgası”na gerekli olan ideolojik kılıfa kavuştu. Washington, 1945’ten Vietnam bozgununa kadar süren militarist güç gösterisinin “anti-komünizm” gibi bir vitrinini, “anti-terörizm” adıyla yeniden yürürlüğe koydu. Diğer yandan 11 Eylül’ün Putin’in önüne de bir dizi fırsatlar penceresi açtığı muhakkak. Amerika’yı hiç olmadığı kadar “terörle mücadelesinde” destekleyen, en azından sesini çıkartmayan Rusya, Çeçenistan’ı, çocukların dahi inanmayacağı kanıtlar (mektuplar, haritalar vs) ileri sürerek “Bin Ladin’in destekçisi” sıfatıyla vakit geçirmeden bombalamıştı. Ne var ki, ABD hedefi Afganistan olarak işaret edince, Rusya’nın savaş nedeni saydığı “imparatorluk sınırlarının” çok içlerine kadar girip Kırgızistan ve Özbekistan’daki üslerin Amerikan askerleriyle doldurmasının yolu açıldı. Bunu Rusya’nın sindirmesinin kolay olmadığını ve hararetle “intikam saatini” beklediğini söylemek abartılı bir tahmin olmasa gerek.
11 Eylül’ün en fazla Fransa ve Almanya’yı rahatsız etmesi ise doğal. Paris-Berlin hattının Kosova müdahalesinin ardından Köln (Haziran 1999) ve Helsinki (Aralık 1999) zirvelerinde kabul ettiği Acil Müdahale Gücü’nü, Kasım 2002’deki NATO toplantısında istediği gibi kabul ettiremediği malum. Avrupalı devletlerin bu gücün NATO ile bütünlüklü bir ilişki içinde tasarlandığına yönelik ateşli açıklamaları bir yana, bunun Amerikan “koruyuculuğundan” özgürleşmeyi isteyen bir Avrupa iradesi anlamına geldiği açık. Oysa ABD’nin baskısıyla bu gücün yetki alanı sadece “insani yardım, çatışmaların önlenmesi ve barışın korunması” ile sınırlı tutulmuştur. Bu görevleri Amerika’nın NATO’nun diğer üyelerine yıkmayı düşündüğü ise çok daha önce belirginleşen bir tutumdur. Zira, ABD’nin Prag’da ilke olarak kabul ettirdiği NATO Müdahale Gücü, her ne kadar sayı bakımından AB’nin müdahale gücünün üçte biri olsa bile, asıl fark yetkilerinden ileri geliyor. 1991’de Roma Zirvesi’nde gerçekleştirilen “çifte değişim”in ana hedefiydi bu. Roma’da NATO, kuruluş anlaşmasındaki 6. maddesinde öngörülen “üye devletlerin ve etki alanlarının korunması” sınırlamasından kurtarılıp “vurucu bir tim” misyonu üstlenerek, “savunma ittifakından”, “güvenlik ittifakına” evrilmiştir. Balkanlar’daki operasyon NATO’nun Paris-Berlin hattının jeopolitik etki alanını da içine alacak şekilde sınırsız müdahale yetkisiyle donatıldığının somut örneğidir. (12)
ABD’nin hegemonik gücünü Doğu’ya doğru genişletme çabaları ile Fransa-Almanya’nın güçbirliği karşısında Rumsfeld’in aşağılayıcı üslupla söylediği “Eski Avrupa beyhude direniyor. Yeni Avrupa artık Doğu’da” sözleri arasındaki jeopolitik bağlantı, son on yılın gelişmelerine yapılan bir atıftır ve bugünkü emperyalist kamplaşmanın yol haritasına işaret etmektedir.

C-) EMPERYALİST EKONOMİNİN İNATÇI GERÇEKLERİ

1-) ABD Ekonomisi Alarm Veriyor
Jeopolitik ve jeostratejik ilişkilerdeki gerilimlerin emperyalistler arasında yarattığı kamplaşma
netleşiyor. Irak savaşının gerçekte bir paylaşım savaşının parçası olduğunu ve Ortadoğu’daki her
kıvılcımın yeni bir dünya savaşının fitilini de ateşleyebileceğini gösteren en bariz işaretler ise
ekonomik sistemin ağırlaşan sorunlarında gizli.
1995’ten bu yana ABD’de, ortalama yüzde 4.4 büyüme oldu ve işsizlik yüzde 4’lere düştü. Daha önemlisi, üretkenlik yılda yüzde 2.8 oranında yükseldi. Bu durum pek çok analisti, ABD ekonomisinin büyümenin ilelebet sürmesini sağlayacak kadar radikal bir değişim geçirdiğine ikna etmeye yetti. Bu teorinin vardığı sonuca göre; kapitalistler sistemi kontrol altına almışlar ve en sonu, çöküşler bertaraf edilmişti. Oysa şimdi büyülü masallar tel tel dökülüyor. Alarm o kadar gürültülü ki, Amerikan krizinin gelişini duymamak için sağır olmak lazım. Amerikan ekonomisinin dinamiklerine şöyle bir bakıldığında dahi çöküşün izlerini sürmek mümkün.
ABD ekonomisi denildiğinde ilk akla gelen şey kuşkusuz büyüme ve pazarın genişliğidir. Bütün dünyanın hayranlıkla izlediği bu pazarı ayakta tutan dinamik ise gayet basit; devasa boyuttaki borçlar. Amerika bugün özel borçlar açısından yeryüzünün en batık ülkesi. Öyle ki borçlar, GSMH’nin yüzde 132’sine ulaşmış vaziyette.
Yıllardır süren borçlanmanın yarattığı ekonomi gayet iyi gidiyordu aslında. Bir kere pazar inanılmaz hızda genişliyor, tüketim artıyor, borsa şahlanıyordu. Bunların toplamına da zaten “Amerikan rüyası” deniliyordu. Pazarı doğal sınırlarının ötesinde genişletebilmesinin bir aracı olarak kredinin sağladığı avantajlar hayli fazlaydı. Küçük plastik parçalarıyla Amerikan aileleri istedikleri harcamayı yapıyor, ihtiyaçlarını gideriyordu. Bunun esrarengiz bir tarafı yok elbette. Ama önemli bir sorun ortaya çıktı. Kredi, faiziyle birlikte geri ödenmek zorundaydı. Şimdi bu yüksek borç düzeyinden kaygı duyuluyor. The Economist sızlanarak, “Amerika’daki özel borçlanma furyasının bu kadar uzun sürmesine hiçbir şekilde izin verilmemeliydi” diyor. Çünkü Amerika’da toplam hane halkı borcu 1992’de kişisel gelirin yüzde 85’i iken 1999’da yüzde 103’üne çıktı. Borçlanma refahı da eşit dağıtmadı. “Amerikan rüyası” herkese zenginlik vaad ediyordu ancak işin aslı, çok az kişi milyoner olabildi! Yüzde 20’lik kesim, GSMH’nin yarısından fazlasına el koyuyor. En alttaki yüzde 20 ise yüzde 4’le yetinmek zorunda. Borçları arttıran sadece kişiler değil, aynı şey şirketler için de geçerli. 1999 Eylül’ünden önceki bir yıl içinde mali olmayan şirketlerin toplam borçları yüzde 12’ye yükseldi. 1980’lerin ortasından beri en hızlı yükselişti bu.
Şirketler parayı ne için kullandılar acaba? İşin sırrı da burada. Bir zamanlar büyülü bir fısıltı gibi bütün dünyayı etkisi altına alan “yeni ekonomi”yi finanse etmek için tabi ki. Şirketler borç aldıkları paranın büyük kısmını yine kendi hisselerini geri satın almak amacıyla harcadılar. Örneğin; son iki yıl içinde mali olmayan yüksek teknoloji şirketleri net 460 milyar dolarlık pay senedini tedavülden çekerken, borçlarını 900 milyar dolar yükselttiler. Bu mekanizma sayesinde hisseler, özellikle de teknoloji hisseleri patlama gösterdi. Pazardaki değerleri hep kağıt üzerinde yüksek görünen şirketler, ünlü CEO’ları ve “dürüst” denetim şirketleri sayesinde yıllar boyu bilançolarında kârlı göründü, piyasa değerlerinin sürekli arttığı sanıldı. Ancak çok geçmeden hisselerinin basılı olduğu kağıttan daha değerli olmadıkları anlaşıldı. Gerçek ekonominin acımasız kurallarına çarpan “yeni ekonomi”, Amerikalı bir iktisatçının dediği gibi, “Hoş bir sedaydı, gelip geçti.” (13)

2-) Hisseler hızla değersizleşiyor
Yapısal eğilimlerin getirdiği kriz borsanın aynasından daha açık görülüyor. Dünya Borsalar Federasyonu (WFE) üyesi olan 45 borsanın hisse senedi piyasalarında 2001’de 38 trilyon 855 milyar 368.1 milyon dolar olarak gerçekleşen işlem hacminin, 2002’de yüzde 16.5 kayıpla 32 trilyon 453 milyar 207.5 milyon dolara kadar indiğini açıkladı. Yani tam 6.4 trilyon dolarlık bir erime söz konusu.
Geçen yıl dünya borsaları arasında endeks bazında yüzde 91.20 ile en fazla yükseliş kaydeden Arjantin’in Buenos Aires Borsası, hacim açısından en fazla kayba uğrayan borsa oldu. Buenos Aires Borsası’ndaki işlem hacmi yüzde 81.9 kayıpla 1 milyar 365.8 milyon dolara düştü. Meksika borsasındaki hacim, yüzde 53 gerileyerek, 32.7 milyar dolara, Amsterdam, Brüksel, Lizbon ve Paris borsalarının dahil olduğu Euronext yüzde 38 kayıpla, 1 trilyon 987 milyar 199.1 milyar dolara indi.
Toplam hacim itibariyle en büyük borsa konumunda bulunan New York Borsası’ndaki (NYSE) işlem hacmi ise yüzde 1.7 gerileyerek, 10 trilyon 311 milyar 155.7 milyon dolara indi. Trilyon doları aşan işlem hacmine sahip borsalardan Nasdaq’da hacim yüzde 33.7 kayıpla 7 trilyon 254 milyar 595.3 milyon dolar, Londra’da yüzde 12.1 kayıpla 3 trilyon 998 milyar 461.6 milyon dolar olarak gerçekleşti. Tokyo’da, yüzde 5.7 kayıpla 1 trilyon 565 milyar 824.5 milyon dolara, Almanya’da yüzde 16.1 kayıpla 1 trilyon 207 milyar 977.1 milyon dolara kadar geriledi.
Bu veriler tüm dünya borsalarında ciddi bir erimenin yaşandığını gösteriyor. Borsa yükselişleri, üretkenliği arttıran yeni yatırımlar için sermaye sağlarlar ve insanların gelirini arttırarak, ve dolayısıyla talebi ve kredileri de arttırarak piyasayı yükseltirler. Diğer taraftan artan üretkenlik borsadaki yükselişin yakıtını sağlayan kâr ve kâr payı beklentisini yaratır. Biri diğerini besler. Sürecin Aşil topuğu tam da burasıdır. Risk sermayesi diye adlandırılan sermaye genelde ekonomideki ve borsadaki dalgalanmalara karşı çok hassastır. Öyle ürkektir ki o, tehlike kokusunu aldığı anda uçup gider. Bu nedenle kriz hiç haber vermeden ortaya çıkabilir ve yıldırım hızıyla tüm sisteme yayılabilir. Borsadaki bu balon yükselişin, eninde sonunda, bir kaç ülkeyle sınırlı kalmayan ciddi sonuçlara yol açarak patlaması muhtemel.

3-) Mali fonlar aşırı şişti
“Amerika’da ve diğer büyük ülkelerde finansal piyasalar geçen 10 yıla göre büyük bir değişim gösterdi” diyordu bir kaç ay önce The Economist’in yorumcuları. Bu ülkelerde ekonominin patronunun artık bankalar değil, finansal şirketler olduğu kanısındalar. Ve bu dev şirketlerin faaliyet alanlarının da geleneksel bankacılığın sınırlarını hayli aştığına dikkat çekiyorlar. Finansın devleri, hisse ihracından sigortacılığa, tasarruf hesaplarından ticari ve finansal kredilere kadar her türlü alana yayılmış vaziyette. Bu finans şirketleri, öncüllerinden çok daha büyük ve güçlü. Öyle ki, bugün zirvede olan 15 finans devinin kontrol ettiği sermaye miktarını 1990’ların egemen güçleri olarak görülen 15 bankanın kontrol ettiği miktarla kıyaslamak dahi komik. Örneğin; 1990 yılının sonunda 57.1 milyar dolar ile Japon Endüstri Bankası listenin ilk sırasındayken, 2001 sonunda zirvede artık 259.7 milyar dolarlık bir güçle Citigroup bulunuyor.
The Economist’in piyasa uzmanı Bob Gach’ın hesaplamalarına göre, küresel piyasa 4 ila 6 tane finansal hizmet şirketinin hakimiyeti altında. Oysa beş sene önce bu güçte olan 20-25 banka sayılabilirdi. “Bugün bu gruba girebilmek için en az 100 milyar dolarlık bir sermayeyi kontrol etmek şart” diyor Gach. (14)
Economist’in uzmanının hesaplamaları bu piyasalardaki ürkütücü büyümeyi gözler önüne seriyor: 2001 itibariyle birikim 1 trilyon doları buluyor, bu rakam beş yıl önce 100 milyar doların biraz üzerindeydi. Eğilim devam ederse, 2005 yılında 3 trilyon dolar gibi inanılmaz bir rakama ulaşılması şaşırtıcı olmayacak. Gelelim hesabın asıl çarpıcı bulgusuna. Finans piyasalarındaki birikimin “türev piyasalarında” karşılık düştüğü nominal değer tamı tamına 100 trilyon dolar civarında. Üstelik bu 100 trilyon doların yüzde 60’ını sadece 5 finans tekeli yönetiyor. İşte The Economist’in ketum libarallerine “nereye gidiyoruz” türünden ahiret sorularını sorduran vaka “türev piyasalardaki” bu aşırılıklar. Derginin bütün bunlardan çıkarttığı sonuç gayet net: Dikkat kaza olabilir, önlem alın!
Gelelim bu uyarının ne anlama geldiğine. Türev piyasaları, mali piyasalardaki kredilerin risklerinin azaltılmasına dönük araçlar biçiminde ortaya çıkar. Mali sermayenin bankalar ve kredi kurumları vasıtasıyla üretime yönelik olarak şirketlere dağıttığı krediler; pazarın daralması nedeniyle sermaye birikiminde başlayan yavaşlama anlarında geri dönmeme riski taşır. Böylece üretemeyen veya ürettiğini satamayan şirketlerin finansman ihtiyacı daha da kabarır, kredi hacmi genişler ve risk yoğunlaşır. Tam da bu anda risk azaltıcı mekanizmalar devreye girer. Üretimden ve yatırımdan koparak fonlarda biriken paralar, borsaya akın eder, spekülatif kazançların büyüsüne kapılır. Bu ilgi, riskin tabana yayılması, mobilizasyonu demek ancak, tehlikesi sermaye için gerçekten ciddi. Risk azaltıcı araçlar tıpkı bir balon gibi şişmiş, The Economist’in tabiriyle, “balon sıkıntısının ağır ruh hali” her yanı kaplamış halde. Kredi hacminin 1 trilyon dolar olmasına rağmen, bunun spekülatif yansımasının 100 trilyonu bulması fazla söze gerek bırakmıyor aslında.

3-) Tekellerarası yutmalar yoğunlaştı
Bu spekülatif sermayenin yeniden değerlenmesi için üç yol var:
Birincisi; tekrar yatırıma gitmesi. Ancak bu mümkün görünmüyor çünkü; aşırı yatırım ve aşırı üretim sorunu bugünkü durgunluğun baş nedeni. İkinci yol; bağımlı ülkelere ya “sıcak para” olarak ya da şirket satın almalar, özelleştirmeler vb. için pompalanması. Bu yol da tıkalı. Nitekim Latin Amerika’dan Türkiye’ye, Güney Doğu Asya’ya kadar gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler ciddi bir krizin içindeler. Ve bu krizin temelinde de zaten sıcak para hareketleri ve özelleştirme\satın alma yoluyla ulusal ekonomilerin tahrip olması yatıyor. Üçüncü yol ise; tekellerin birbirlerini yutmaya, pazarlarını ele geçirmeye başlaması. Son bir kaç yılda dünyanın önde gelen tekelleri arasındaki iktisaplar inanılmaz boyutlara çıktı. Üstelik bu yutmalar en büyükler arasında gerçekleşiyor. 1980 ile 1998 yılları arasında 8 bin şirket birleşmesi ve 2 trilyon dolarlık hisse el değiştirmesi yaşandığı halde, 2000 yılından sonra birleşmeler bunun neredeyse iki katı, el değiştiren hisseler ise beş katından fazla bir düzeye çıktı. ABD’li, Avrupalı ve Japon tekelleri birbirlerinin pazar paylarını kapabilmek amacıyla kıtalararası yutmalara ve birleşmelere başladılar. Özellikle otomotiv, telekomünikasyon, kimya, ilaç ve gıda sanayiindeki yutmalar devasa düzeyde. Büyük emperyalist ülkelerin tekellerinin kendi aralarındaki iktisaplar kısa sürede kıtalararası iktisaplara evrildi.
Örneğin; yutmalar, 1998’de ve 1999’da yine rekor sayıda oldu. İlan edilen 48 “mega anlaşma”nın toplam değeri 119 milyar doları buluyordu. Bu rakam da, 1996’ya göre yüzde 29 oranında bir artışı ifade ediyor. Telekomünikasyon sektöründe, Alman şirketi Mannesman ile İngiliz mobil telefon operatörü Vodafone 185 milyar dolarlık birleşmeye imza attı. Yeni tekelin, dünya kablosuz telekomünikasyon pazarında 42 milyonun üzerinde abone, yüzde 20 pazar payı ve 25 ülkede 54 milyon müşterisi oldu. Japonya’nın üç büyük bankası olan Japon Sanayi Bankası, Fuji Bank ve Dai-Ichi-Kangyo Bank dünyanın en büyük bankasını oluşturmak amacıyla birleştiler. Ortaya çıkan yeni bankanın aktif büyüklüğü 1 katrilyon 370 trilyon dolar. Bu rakam o ana kadar dünyanın en büyüğü olan Deutsche Bank’ın aktif varlıklarının tam iki katı. ABD’nin en büyük eczacılık şirketlerinden Monsanto ile Pharmacia and Up John birleşti. Pharmacia 27 milyar dolara Monsanto’yu satın aldı ve piyasa değeri 50 milyar dolara yükselerek dünyanın 11. şirketi haline geldi. İki şirketin yıllık satışları 17 milyar doları buluyor ve 60 milyon kişiye istihdam sağlıyor. ABD’de basın sektöründeki Chicago Tribune şirketi, Times şirketinin yüzde 48’ini 2 milyar 660 milyon dolara aldı. Birleşme sonrası ABD’nin üçüncü büyük medya grubu doğdu. Amerikan General Motors (GM) şirketi, 2 milyar 522 milyon dolar karşılığında Fiat Oto’nun yüzde 20’sine sahip oldu. Geri kalanı da önümüzdeki aylarda almayı düşünüyor.

SONUÇ
Tekellerarası her birleşmeyi üretim araçlarında bir tırpanlama, kapatmalar ve işten atmalar izler. Böylesi araçlarla kapitalistler, üretici güçleri sistemin dar sınırları içerisinde makul gördükleri düzeye indirmeye çalışırlar. Çünkü aşırı yatırıma ve aşırı üretime doğru içsel bir eğilim vardır. Kapitalist sistemin ana çelişkisi de zaten budur. Ancak dünya ekonomisindeki durgunluk ve Amerikan ekonomisinin ciddi bir tehlike içine girmesi, birleşme ve yutmaların da bir sonu olduğunu gösterdi. Yani bu yöntemle aşırı üretim ve şişmiş mali fonların eritilmesi olanaklı değil. Mali piyasalardaki spekülatif şişkinlik, dönüp sistemin kendisini vurmaya başladı.
Bu durumda geriye kalan tek yol, emperyalistler arası paylaşım savaşı ile üretici güçlerin, üretim araçlarının ve üretim ilişkilerinin büyük bir bölümünün tahrip edilmesi, yeni pazarların ve değerlenme alanlarının açılması. İşte bu, Lenin’in yüzyıl önce üzerine basa basa vurguladığı emperyalizmin inatçı gerçeğidir.
Yüzyılın başındaki tablonun bir benzeriyle karşı karşıyayız. Dünyanın Amerika tarafından yeniden sömürgeleştirilmesi sürecinin büyük oranda tamamlandığı, kapitalist ekonominin yeni pazar ihtiyacının, mali sermayenin değerlenecek alanlar bulamamasının yarattığı aşırı üretim sorunlarının tıkadığı sistem, paylaşım savaşını kaçınılmaz kılıyor. Bunun için de aynı zamanda bir savaşlar tarihi olan emperyalizmde ekonomik ve politik tıkanıklığın aşılması için “pompa” işlevi gören savaş, bütün ilişkilerin yoğunlaştığı yegane politika tarzı olarak bir kez daha gündemdeki yerini alıyor. Eski ittifaklar ve birlikler dağılıyor, yerini büyük hesaplaşmanın ruhuna uygun kutuplaşma ve saflaşmalara bırakıyor…

DİPNOTLAR

1-) ABD’nin dış politikalarını siyaset teorisi haline getiren Samuel Huntington, her döneme dair bir teori geliştirmiştir. “Siyasal Gelişme” adlı makalesi, Soğuk Savaş dönemine ilişkin ABD emperyalizminin dış politikasının teorik bir ifadesidir. SSCB’nin yıkılmasından sonra demokrasinin gelişimini teorize etmek için “Üçüncü Dalga” kitabını yazdı. Bu kitapta da Huntington, her ülkenin kendine özgü demokrasiye sahip olduğunu belirtiyor. Hatta açık diktatörlükler bile demokrasi rejimi kabul ediliyor. Huntington, Avrupa ve Amerika’yı birinci dalga, Latin Amerika’yı ikinci dalga, Doğu Bloku ve SSCB’yi ise üçüncü dalga demokratikleşme olarak niteliyor. Bu, demokrasi teorisinin ABD’nin yeni sömürgeci politikalarına uyumlandırılmasıdır. ABD’nin kendinde gördüğü “demokrasi adına operasyon düzenleme” hakkının siyasal teorideki yansımasından başka bir şey değil.

2-) Ulusal bağımsızlık hareketlerinin yoğunlaştığı dönemde Lenin’in “kendi kaderini tayin hakkı” politikası, ABD cephesinde Wilson’un “ulusal kalkınma ve demokrasi” vaadiyle karşılık bulmuştur. Komünizme karşı olan her ülkeye kalkınma vadeden ABD, kapitalist dünya ekonomisine yumuşak geçişi sağlayacak “milliyetçi” hükümetlerin iş başına gelmesini desteklemiştir. ABD’nin kalkınma önerisi, Andre Gunder Frank’ın söylediği gibi, sinemada seyircilere “sahneyi daha iyi görebilmek için hepiniz birden ayağa kalkın” denilmesinden farksızdı.

3-) “Dünya Ekonomisinde Dönüşüm”, Prof. Dr. Sinan Sönmez, İmge yay.

4-) Saddam’ın hareketi, sosyalizmin etkisiyle kendi gelişim olanaklarına kavuşan ancak bu olanakların ortadan kalkmasıyla pusulasını yitiren “üçüncü dünya”nın özlemlerinin bir nevi Bismarckçı ifadesiydi. Bu, ekonomik adaletsizlikler siyasi güç ilişkilerinin sonuçları olduğuna göre, ekonomik dönüşümün de askeri güç gerektirdiği düşüncesine dayanıyordu. Çünkü Irak, diğer yüz ülke gibi, ABD’nin başını çektiği OPEC komplosunun ve sonrasındaki borç krizinin yıkıcı sonuçlarından muzdaripti. Kuveyt petrol rantını ele geçirmek, hem kendi bütçesi açısından hem de dünya güç dengesini sarsmak bakımından etkili bir çözüm gibi göründü. Ekonomik hedef Baas Partisi’nin pan-Arap politikasıyla birleşince ABD’ye karşı bir Arap birliği kurulmasının da yolu açılabilirdi. (Liberalizmin Sonu, Immannuel Wallerstein, Metis yay.)

5-) Pax-Amerikana, “Büyük Amerikan Barışı” anlamına geliyor. 1991 yılındaki Körfez Savaşı’nın ardından, Amerikan ideologlarının yeni teorilerini ilk kez piyasaya sürdükleri uluslararası bir yayın olan New Perspectives Quaterly (NPQ) dergisinde, bir dizi makaleler yayınlandı. Makalelerde kapitalizmin artık “eski” kapitalizm olmadığı, dolayısıyla da dünyadaki siyasal ve iktisadi koşulların analizinde “bildik” yöntemlerin, araçların ve kavramların geçerliliğini kaybettiği savunuluyordu. En ilginç makale ise, ilk olarak Massachussetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)’nde daha sonra da Washington, Colombia, İllinois, Princeton, Michigan gibi üniversitelerde kurulan CENİS adlı sosyal bilimler bölümünün ortaya attığı “Pax Amerikana” teorisiydi. Ancak Pentagon tarafından adı çok kışkırtıcı bulunan Pax-Amerikana, yerini, daha sonra karmaşık ve anlaşılmaz bir Yeni Dünya Düzeni kavramına terk etti. Tarihin bir ironisi daha; Roma İmparatorluğu da tepe noktasına ulaştığı zaman “Pax-Romana” diye anılıyordu! (New Perspectives Quaterly (NPQ), Güz 1991)

6-) Burjuva ideologları ve bazı sol liberaller milenyumu kapitalizmin “yeni özellikler” kazandığını öne sürerek karşılıyorlardı. Savaşların, devrimlerin, sınıf çatışmalarının vb. bittiği ilan ediliyordu. Yeni Evrensel gazetesinde Ayhan Özgür ise, kapitalizm emperyalizm aşamasına geçerken, “iki zincirle bağlanmış” olduğunu hatırlatıyordu: Birinci zincir emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerin savaşlara yol açacak kadar keskinleşmiş olması, ikinci zincir; 1917’de kurulan Sovyetler Birliği’nin varlığı. Ve milenyum için şu tespiti yapıyordu: “Küreselleşme diye tarif edilen dönem, aslında zincirlerinden boşanmış bir emperyalizm dönemidir.” (Yeni Evrensel Gazetesi, Yenibinyıl Eki, 2000)
Le Monde yazarları ise bu gelişmeyi keşfetmek için üç yıl sonrasını, AB’nin ABD tarafından bölünmesini beklediler. Le Monde’un Ocak-Şubat sayısında Gilbert Achcar, “zincirinden boşanmış bir Amerikan saldırısı” ile karşı karşıya bulunduğumuzu belirtiyor. (Le Monde Diplomatik-Türkiye)
7-) Evrensel gazetesi ve AB Haber bülteni
😎 Le Monde Diplomatik-Türkiye, Aralık-Ocak sayısı
9-) Le Monde Diplomatik-Türkiye, Ocak-Şubat sayısı
10-) Foreign Policy Türkiye, Sonbahar sayısı
11-) AB Haber bülteni
12-) Foreign Policy Türkiye, Kış sayısı
13-) The Economist, Ağustos 2002
14-) The Economist, Kasım 2002

KAYNAKÇA
1- “Avrupa Toplum Modeli” Prof. Dr. Meryem Koray, TÜSES yay.
2- “Avrupa: Halkların Siyasal Birliği”, Doç. Aykut Çelebi, Metis yay.
3- “Avrupa Birliği ve Türkiye”, Prof. Dr. Veysel Bozkurt, Altın Kitaplar yay.
4- “Sömürgecilik Tarihi”, Marc Ferro, İmge yay.
5- “Kısa 20. Yüzyıl Tarihi”, Eric Hobsbawm, Sarmal yay.
6- “Yoksulluğun Küreselleşmesi”, Prof. Dr. Michel Chossudovsky, Çiviyazıları yay.

Kürt sorunu ve partinin yeniden inşasında temel görevler

Bölge örgütünün partimizin özgün bir parçası ve bileşeni olarak yeniden inşasını kuşkusuz, partimizin yeniden inşası çizgisi yönlendirecektir. Sadece iki halkın birliği açısından değil, aynı zamanda işçileri ve emekçileri dönüştürüp yeniden örgütleyecek yeteneğe sahip parti ve örgüt birliği açısından da, kapsamlı mücadeleleri zorunlu kılan zaaf ve zayıflıklara karşı mücadele zorunludur. Türkiye’deki işçi sınıfı ve işçi  hareketi bölge işçi sınıfı ve işçi hareketine göre önce gelişmiş bir sınıf ve hareket olmuştur. Bu durumun, Kürt sorununu hesaba katsalar da, yüzyılın başlarında Marksist-Leninistlerin işçi hareketini çoğunlukla “Türk işçi hareketi” olarak ifade etmelerine yol açması doğaldı. Ama, daha sonraki süreçte ulusal hareket, işçi sınıfı ve hareketi giderek belirginleştiği ve geliştiği halde, uluslararası komünizm adına sınıf hareketine egemen olan o dönemki “sosyalist” akımlar; önceki dönemdekine yaslanma görüntüsüyle, aslında Kürt sorununu, dolayısıyla dilini, kültürünü olduğu gibi, işçisini de inkar yolunu tuttu ve ülkedeki sınıf hareketi ve aydın birikiminin salt “Türk” olarak ele alınışını bir politika olarak “yeni”ledi.
1925 ve 30’lara denk gelen bu gelişmelerden sonradır ki, sosyalizm adına hareket eden bütün akımlar, Kürtlerden, Kürt sorunundan ve Kürt işçi sınıfından söz etseler de, bu dönemde oluşmuş olan teorik, siyasal ve örgütsel anlayış ve geleneğe yaslanmaktan kaçınmadılar. Kaldı ki, bu anlayış ve gelenek aslında; “Türk” de olsa proleter değil, üst sınıf “sosyalizmi” anlayışı ve aristokrat aydın geleneği idi; işçi sınıfı açısından kayda değer teorik-siyasal bir birikim oluşmadığı gibi, halkçı çalışma tarzı anlayışı ve halka bağlı militanın yetişeceği “okul” adına bir gelenek de yaratılamamıştı.
Daha sonraki süreçte, genç Kürt aydın kuşakları doğal olarak bu “Türk” biçimlenişe tepki gösterdiler. Ama ne var ki bu tepki, bölgede işçi hareketine dayanan ve onunla birleşmeyi hedefleyen bir sosyalizm akımının ortaya çıkmasına varamadı. Gerek uluslararası revizyonizmin güçlü etkisi, gerek Ortadoğu’daki “sosyalist” hareketin sınıfsal özelliği, gerekse Kürtlerin yaşadığı değişik bölgelerindeki “kurtuluş hareketleri”nin burjuva karakteri vs. nedeniyle, uyanan Kürt aydın gençliğinin hareketi; Kürt işçi sınıfı hareketine değil, Kürt burjuva ve kentli-köylü küçük burjuva sınıflara yönelecek, tarihsel, teorik temel ve birikmiş gelenek olarak kendini modern revizyonizmin üst sınıf “devrimi” teorisi ve Doğu’lu “solcu” üst tabakanın siyasal örgütsel geleneğine teslim etmekten kaçınamayacaktı.
Herkesin bilebileceği gibi; 1960’lı yılların sonları Türkiye ölçüsünde ve bölgede kendilerini Türk ve ilk kez Kürt olarak tanımlayan “sosyalist” hareketlerin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Buna karşın 70’lerin ilk yarısı, bu Türk-Kürt “sosyalist” akımlarının, Ortadoğu’daki ulusal kurtuluşçu akımlar da içinde olmak üzere, uluslararası sınıf dışı “sosyalist” akımların etkisi altında parçalanmasına, Türk ve Kürt işçi sınıfı “adına” hareket eden “Marksist”, “Leninist” ve “Maoist” örgütlerin sayısının olağanüstü artışına tanık oldu.
Denebilir ki, o çok sözü edilen 12 Eylül darbesi öncesi dönem; bölgede ve Türkiye’de çok sayıda olan bu akımlar arasındaki şiddetli mücadeleler ile de karakterize olmuştu.
1960’ların ikinci yarısından 1971 başlarına ve 1973 sonlarından 12 Eylül 1980’e gelen dönem; Türkiye ve bölgede o güne kadar görülmemiş yaygınlık ve derinlikteki işçi, gençlik ve halk (doğal olarak karşı devrimin kitlesel silahlı saldırı ve katliamı) hareketine sahne olmuş bir dönemdir. Bu dönemin ayırt edici ama kötü bir özelliği şudur ki, bir çok “sosyalist” akım bu dönemin mücadelelerinin bir çok durumda içinde, önünde yer almış olmasına karşın; bunlardan hiçbiri(1), bu hareketle gerçek anlamda istikrarlı, kitlesel bir birleşmeyi başaramamış; sistematik bir Marksist teorik birikimin yanı sıra, devrimci ama aynı zamanda halkçı siyasal-örgütsel bir tavır ve gelenek yaratamamıştır. İşçi ve halk hareketinin Türkiye ve bölgede o güne kadar görülmedik gelişmesinin; uluslararası modern revizyonizm, küçük burjuva sosyalizmi ve Ortadoğu “kurtuluşçuları”nın üst tabakacı teorik ve örgütsel etkisinin ablukası karşısında “çaresiz” kaldığı bir gerçektir.
Öte yandan, “sosyalist” akım ve hareketlerin bu durumu, elbette bu on beş-yirmi yıllık dönemde hiçbir ideolojik ve örgütsel kazanım elde edilemediği anlamına gelmez. İşçi, gençlik ve halk hareketi, sistemli ve ileri bir birikime yol açmasa da; şu eylem, şu ya da bu akım veya şu ya da bu işçi yahut gençlik lideri şahsında hayati derecede önemli ideolojik veriler, moral, örgütsel değer ve normlar ortaya çıkardı, yaygınlaştırdı. Ama asıl önemli olan şuydu ki, bu dönem; yani önce örgütün ve ardından sınıfın devrimci partisinin doğuşu ve Türk ve Kürt işçilerinin partisi olarak kuruluşu dönemi sadece, Marksist-Leninist ideoloji ve Türk işçi  sınıfı hareketinin kazanımı açısından değil; aynı zamanda Kürt işçi sınıfı ve halkı ve ulusların kaderini tayin hakkı açısından da bir dönemeç olmuştur.
Doğal olarak, burada bu “gerçekten öyle mi, yoksa böyle mi” tartışması yapmaya gerek yoktur. Burada sözü edilen dönemde ortaya çıkan belli başlı akımların daha sonraki evrimleri; yani 12 Eylül darbesinin yıkımından ve “Doğu Bloku”unun çöküşünden sonra “yenilemiş” oldukları platformları, az çok düşünen herkesi ikna edecek “yeterlilikte”dir.
“Kürt sosyalizmi”indeki (PKK- PSK vs.) ezilen ulus milliyetçiliği etkeninin yükselişi; yenilgi ve çöküşe yaslanan “Türk sosyalizmi” (revizyonist) akımlarındaki Türk milliyetçiliği (terörist akımlardaki karakter bozukluğu ve açığa çıkan milliyetçilikleri bir yana) etkeninin İP, ÖDP gibi partilerin şahsında pervasızlık kazanarak yaygınlaşması: kuruluşları söz konusu yıllara dayanan devrimci işçi partisinin dışındaki Türk ve Kürt “sosyalizmi” akımlarının 12 Eylül yıkımı ve uluslararası çözülüşten, on beş-yirmi yıllık Kürt özgürlük mücadelesinden ve sermayeye karşı yeni bir dönem açmış olan işçi-emekçi hareketinden öğrendikleri, edindikleri bilgiler; dolayısıyla ülkedeki kitle hareketinin seyri içinde oynadıkları rol ve ona yaptıkları etkileri, işte esasta bu içerik ve biçimle şekillenmiştir. Bu akımları ideolojik ve örgütsel olarak karakterize eden şeyin; sınıf dışılıkları, halka yabancılıkları, reformistlikleri ve bunlarla artan ve bunların yoğunlaşmasıyla katlanan milliyetçilikleri olduğu su götürmezdir.
Türkiye “sol”undaki gelişmeler son on beş-yirmi yıl boyunca bu yönde şekillenirken; sınıfın devrimci hareketi, 1970’li yılların ortalarında girdiği yoldan asla dönmeyecekti. O, seksenli yılların ortalarından sonra tıpkı sınıfa bağlanma yolundaki bütün kararlarını tazelediği gibi, Kürt sorunu ile ilgili çizgi ve tutumunu da daha gelişmiş bir enternasyonalizm temelinde yeniledi; taktik Kürt platformunun ilanı, bölge örgütlerinin ve üst örgütün kuruluşu, Kürt sorunu kapsamlı yayınının çıkışı, bölge örgütünün işçi olduğu kadar Kürt de olması ve Türkiye örgütlerindeki Kürt sorunu ile ilgili mücadele bilinci konularındaki merkezi ısrarının artışı vs.; bu sorunlarla ilgili çizgi ve tutumu, sınıfın devrimci hareketini bütün ötekilerden ayıran temel ayrım noktalarından biri oldu. Bu yazıda da altı çizilen hata ve eksikliklerine karşın; aynı zamanda Kürt sorunu üzerine ideolojik, siyasal ve örgütsel alanda bütün tarih boyunca elde edilmiş kazanımlara sahip çıkan sınıfın devrimci partisinin çizgi ve tutumunu, son beş altı yıldan bu yana her dönemeçte yenilemesi ve daha da olgunlaştırması ise, herkesin gözleri önündeki gelişmeler olarak gerçekleşti.
Ama tüm uluslardan halkın devrimci sınıf partisinin, geride kalan süreci bu şekilde yaşamış olması, elbette ki Türkiye ve bölgede işlerin artık kendiliğinden yolunda gideceği anlamına gelmez. Zira, başka siyasal ve örgütsel olumsuz olgular bir yana; uyanan Kürt emekçisini ve Kürt sorunundaki sorumlulukları açısından da Türk işçi ve aydınını, hala milliyetçi Türk ve Kürt “sosyalizmi”nin artık tümüyle çürümüş anlayış ve gelenekleri koşullandırıyor. Kaldı ki, bu akımların yarattığı piyasacı anlayış ve gelenek; sadece ileri işçilerin anlayışını değil, örgütlerimizin çalışma ve eylemini de tahrip eden temel etkenlerden biri durumundadır.
Kürt emekçi halkını ister içten, isterse ikiyüzlüce “savunuyor” olsun, halkı tümden inkar edenler de dahil olmak üzere, Türk “sosyalizmi” akımlarının bütün tarih boyunca oluşturduğu geleneğin, herkesin bildiği gibi, “birlikte mücadele ve örgütlenme” geleneği olması.. Reformizmi, Kürtlerin hakları karşısındaki inkarcılığı, tutarsızlığı vs. bir yana; ama reformizm, inkarcılık ve tutarsızlığın bir ifadesi de olan bu geleneğin en önemli belirtilerinden birinin, Kürt işçi veya gencinin daha devrimcileşme sürecinde Kürt olmaktan çıkarak “Türkleşme”si; mensubu bulunduğu halktan koparak, onu anlama yeteneğini, onun tarafından anlaşılır olma özelliğini kaybetmesi olarak şekillenmesi. Kürt “sosyalizmi”nin devrim anlayışının, Kürtler içinde oluşturduğu çalışma, örgütlenme anlayış ve geleneğinin; tıpkı Türk “sosyalizmi”nin daha önce Kürt sorununa dair ve bütün dönem boyunca tüm ülkede yol açtığı gibi, çalışmada üst sınıf devrimciliği tarzı ve örgütlenmede halka yabancı militan tipi geleneğinden başka bir şey olmaması.. Başka nedenlerle de bağlantılı olmakla birlikte; Kürt sorununun inkarcı, milliyetçi ve sınıf dışı görüş açısıyla ele alınışının örgütsel (çalışma tarzı ve militan tipi anlayışı vs.) alandaki yansımalarının burada belirtilen özellikleriyle konulmasının; ve bunların, her iki halktan devrimci örgüt ve kişilerin karakter şekillenişini ve her iki halkın anlayış ve enerjisini tahrip eden en önemli etkenlerin başında yer aldıklarına işaret edilmesinin bir zorunluluk olduğu son derece açıktır.
Özetleyerek söyleyecek olursak; her iki halktan işçilerin devrimci partisinin, bölge örgütünün (ve bütün parti ve örgütün) yeniden inşasının Kürt sorunu ve bölgeyle ilgili tarihi, teorik, siyasal ve örgütsel görevlerini, işçilerin sınıf mücadelesinin her günkü ihtiyaçlarıyla bağlantılı olan ve önümüzdeki sayılarda da değerlendireceğimiz siyasal ve örgütsel sorunlara genişletmesi zorunludur. Özelleştirerek, Kürt sorunu sınırlarında kalarak söylersek; sınıfın partisinin bölgede yeniden inşasının iki temel zorunluluğu önceliklidir ve özel önem arz eder: Bunlardan birincisi, bölgede gelişen işçi sınıfına ve olanakları artan işçi-emekçi hareketine dayanmak; ikincisi ise, kaynağını bir yanıyla Kürt halkının inkarından, öte yanıyla bu inkar tarafından da tahrik edilen Kürt milliyetçiliğinden alan (üst sınıf devrimciliği) sınıfsal ve siyasal mücadele anlayışına ve (sınıf dışı) çalışma ve örgütlenme “okulu” geleneklerine karşı mücadeledir.
Unutulmamalıdır: Bölgede büyüyen işçi sınıfı ve olanakları çoğalan hareketi, Kürt örgütünün yeniden inşa sürecinin temelidir. İşçilerin her günkü sınıf mücadelesi ve onun açtığı olanaklar olmadan hiçbir şey yapılamaz. Ancak, gerek geniş ölçekte sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları, gerekse örgütün yeniden inşası açısından gündelik sınıf mücadeleleri kazanımlarının kendi başına yetmeyeceği de ortadadır. Sınıf mücadelesine bağlanmış geniş ölçekli ideolojik ve örgütsel mücadeleler ve ulusal sorunla ve sınıf mücadelesinin öteki sorunlarıyla ilgili çok yönlü görevler olmadan, partinin çizgisinin Kürt emekçi halkı içerisinde gerçek bir başarı kazanmasının olanaksız olacağı bir sır değildir.
Bir mücadele, savaş ve devrim örgütü olarak yenilenmesi ve yeniden inşa edilmesinin yanında; bunun bir ifadesi de olarak, halk devrimi anlayışının ve parti çizgisinin egemen olduğu; Kürt biçim ve üslubu ve Kürt emekçi mücadelesinin deneyimleri ile yenilenen halkçı, özgün bir çalışma tarzının, partinin çalışma tarzının bir bileşeni olarak biçim aldığı ve Kürt işçi ve gençlerin, onları sınıfa, halka bağlayan özellikleri, özgünlükleri ile yetiştiği ve parti militanları ve profesyonel aygıtının bir kesimi olarak ise yeniden şekillendiği özgün, geleneklere sahip bir okul olarak da yenilenmesi ve yeniden inşa edilmesini gerçekleştirmek bir zorunluluktur. Kürt işçi ve emekçilerinin bölge örgütünün yeniden inşa planının merkezi halkası işte budur; kuşkusuz bu hedefe ancak, bölgedeki egemen mücadele anlayışı, çalışma ve örgütleme tarzı geleneğinin gelenek, ilişki ve alışkanlıkları ile mücadele içinde ve Kürt işçi sınıfı ve halkı arasında çalışma ve mücadelesine bağlanmayı temel edinen tutumla ulaşılabilir.
Bütün bu nedenlerle şu önemlidir ki, partinin merkezi yönlendirmesi önemli olmakla birlikte; partinin bölge örgütünün ve profesyonel çekirdeğinin, tüm bölge örgütlerinin yeniden inşasının görevlerini sırtlanması gerçekleştirilmelidir. Özgün yani teorik, siyasal, örgütsel  görevlerinin planlanması ve yürütülmesinde yer alması ve birinci dereceden rol üstlenmesi gerekir. Aksi takdirde, yenilenen parti çizgisi ve teorik siyasal ve örgütsel birikiminin; Türk olduğu kadar Kürt biçimler içinde de şekillenmesi ve Kürtler bakımından özümsenmesinin zedelenmesi kaçınılmazdır. Öte yandan, partinin çizgisi ve özgün birikiminin Kürt işçisi tarafından da anlaşılır olması ve bölgede Kürt işçi ve emekçi halkı ve gençliği içindeki çalışmanın bütünüyle “Kürtleşmesi” de gerekiyor.

BÖLGEDE FİKİR AKIMI HALİNE GELME, YENİLENME VE ÇALIŞMANIN KÜRTLEŞMESİ
Bilimsel sosyalizm ve Marksizm-Leninizmin evrensel teori ve tarihsel tecrübesinin ve sınıfın devrimci partisinin çizgi ve birikiminin Kürt işçi sınıfının ileri ögeleri ve genç Kürt aydın çevreleri arasında yeniden savunulmasının yanında; halkın özgün, kurumsal, geleneksel şekillenişi ve halkın tarihsel, ekonomik, toplumsal evrimi; bugünkü ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel (bilimsel sanatsal vs) yaşamı; çevre ülkeler, ulusal mücadeleler ve Türk ulusu ile ilişkiler ve kaçınılmaz sonucuyla birlikte sınıflar arasındaki mücadele, aydın hareketi ve mevcut özgünlüğü içindeki işçi sınıfının tarihsel rolü vs. üzerine verili bütün “külliyat” ile hesaplaşmayı ve ayrışmış, devrimci bir birikim oluşturmayı önüne alan derinlemesine bir mücadele… Hareketimizin Kürt emekçi halkı içinde bir fikir akımı haline gelmesi(2) ve örgütün tabii ki bütün örgütün de  tarihi, teorik, siyasal ve örgütsel temellerinin yenilenmesi olanaklarının bir görevi işte bu mücadelede yatar.
Öte yandan kuşkusuz bu mücadele, salt “entelektüel” değil, maddi bir güç haline gelmeyi hedefleyen, somut ve pratik hedeflere bağlanan bir mücadeledir. Bilimsel sosyalizm öğretileri, partinin bütün ülke ile ilgili görüş ve çizgisi ve Kürtlerle ve Kürt sorunu ile ilgili içeriği, burada da somutlanan mücadelenin yarattığı birikimin halk içinde, genç, aydın ve ileri işçi çevrelerinde yayılması ve buralarda hareketin gelişme derecesinin izin verdiği genişlikte aydın ve işçi  kümelerinin oluşmasının tarihsel ve teorik platformu olarak rol oynaması, bu mücadelenin temel amacı olacak ve bu mücadele tamamen bu temel amaç tarafından yönlendirilecektir. Zira bunun örgütün olduğu gibi, Kürt işçi ve emekçilerinin örgütünün yeniden inşasının da, bu mücadelenin bölge ölçeğinde yenileyeceği sosyalist (aydın) hareket ile gelişen işçi hareketinin kitlesel birliği temelinde gerçekleşmesi ve inşa sürecinin, bu birliğin nitelik olarak gelişkin olmasını güvenceye alması, söz  konusu bu yönlendirme ile doğrudan bağlıdır.
Kürt işçi ve emekçileri örgütünün, bölge işçi sınıfını temsil edecek gelişkinlikte bir örgüt olması ve bir halk örgütüne dönüşmesi işi; bütünüyle bizim çalışmamıza bağlı olmadığı gibi, elbette tarihsel ve teorik temellerin yenilenmesi ile ilgili görevlerden ibaret de değildir. Bir yandan, edebiyatı yenileme ile ilgili mücadelenin hedefine ulaşması; öte yandan hareketin devrimci aydınlarla öncü işçilerin hareketi ve örgütü olmaktan çıkıp, geniş işçi emekçi kitlelerin hareketi ve örgütü olma yoluna girmesi için; bu mücadelelerin, işçi ve emekçilerin sınıf mücadelelerine; sorunla ilgili demokratik tüm talepleri de içerecek olan siyasal ve ekonomik kurtuluş için mücadele (politik) platformuna bağlanması zorunludur.
Bunun gerektirdiği araçlar arasında en başta geleni, ajitasyon ve örgütlenme aracı olarak işlev görecek olan bir bölge yayın organıdır. Bölge örgütünün istediği gibi değerlendirdiği bir yayın organı kuşkusuz vardır; ancak, bunun iyi ve verimli kullanılmadığı açık olduğu gibi; tamamen Kürt olan ve bölge ölçeğinde merkezi özellikler de taşıyan bir organın giderek daha yakıcı bir ihtiyaç haline geldiği de açıktır. Kürtçe konuşma, Kürt deyimleri ve deyişleriyle anlama, anlatma, Kürt geleneğinin folklorik çizgi, motif ve mizahi keşiflerini ve Kürt demokratikleşme sürecinin moral, ahlaki değerlerini, çizgi, ezgi ve renklerini yaşamın değişik yönlerinde kullanma, hayata halkın yaşamının ilerici öteki manevi (halk diyalektiği) yargılarıyla katılma ve bunların verdiği ileri değerleri, olayları anlama ve açıklamada bir silah olarak içtenlikle değerlendirmeyi hedefleyen bir organ gerekli ve zorunludur. Bütün bunlar, sözlü olarak canlandırılabilir; ama, sınıflar arası savaşta ve politik mücadelede, bu sözlü kullanma ve yaşama geçirme yetmez; halkın ruhsal biçimlenişinin özgünlüklerini değerlendirecek ve Kürt işçi emekçisinin yaşamının bütün yönlerini ve mücadelesinin bütün biçimlerini birleştirecek yazılı bir organ(3) zorunludur.
Bugün böyle bir organın örgütlenmesinin zor olduğu ve faydalı kullanılamayacağı söylenebilir. Bu kuşkusuz, bazı bakımlardan doğrudur; ama böyle bir organın örgütlenmesi için her cephede savaşmak gerektiği ve olanakları daha verimli kullanırken böyle bir organın örgütlenmesi için mücadele etmenin zorunlu olduğu da açıktır. Burada sözü edilen nitelikte siyasal bir organ, belki de bir çok ara aşamalardan, değişik görevler üstlenecek yayınlardan geçilerek ulaşılacak(4) bir organdır. Ancak, Kürtçe düşünen, konuşan, yaşayan, eyleyen bir organı hedeflemeden Kürt işçisinin örgütü olunamaz.
Kürt işçi ve emekçilerinin örgütü, bölgedeki çalışması açısından, parti merkez organını kuşkusuz daha iyi kullanmak ve bunun yanı sıra, bölge düzeyinde merkezi görevler de üstlenen ve özgün özellikleri olan bir bölge organına sahip olmak zorundadır. Ne var ki, bölge örgütünün Kürt işçisini gerçekten birleştirmesi ve gerektiğinde onun tüm haklarını savunmakla kalmayıp her durumda yol gösterecek partisi olarak ortaya çıkma yeteneği göstermesi bakımından, çok gelişkin de olsa merkezi bir yayın organına sahip olması yetmez; onun, görevlerini girişkenlikle yerine getiren ve tüm bölge ölçeğinde bugünden merkezileşmiş olan bir örgüt; inisiyatifle hareket eden devrimci bir organizma olarak şekillenmesi de gerekli, hatta zorunludur. Bu örgütün, bir yandan bütün partinin özgün, aynı zamanda tam birleşmiş parçası (bileşeni); öte yandan, Kürtlerin yaşadığı tüm bölge ölçeğinde merkezileşmiş ve bağımsız olarak hareket etmenin olanak ve yetenekleri ile donanmış bir örgüt olması hedeflenmelidir. Bu kuşkusuz, Kürt  işçi sınıfının aynı egemen sınıf tarafından sömürülen Türk işçi sınıfı ile özgünlüğü de olan bir bütün oluşturması(5) ve aynı zamanda, ezen ulusun varlığı koşullarında, ezilen, ayrılma hakkının tanınması zorunlu, ayrılabilir olan ve kurtarmakla yükümlü bulunduğu Kürtlere mensup bir işçi sınıfı olması ile açıklanabilir.
Parti örgütünün söz konusu biçimi asla, Türk ve Kürt işçiler arasında bir “sınıfsal” sorun oluğundan/olacağından dolayı değildir; bu açık ki, Kürt emekçi halkının sosyalizme kendi özgün yolundan yürüme ve katkıda bulunma biçiminin, bu işçi ve emekçi halka ait olması ve Kürt işçi sınıfının bu özgün hakkını kazanma ve örgütlemekle yükümlü bulunması ile koşulludur. Kürt işçilere böyle bir örgütsel “ayrıcalığı” tanımak, hatta onları bu yolda teşvik etmek, enternasyonalist ezen ulus işçileri için bir “özveri” değil zorunlu, ama basit bir görevdir. Kürt işçi ve emekçilerinin bu ihtiyaçları üzerinden şekillenmiş örgütümüz, gerektiğinde ortaya çıkan tüm gelişmeleri yanıtlayacak bir parti olarak hareket etme olanak ve yeteneğine sahip bir örgüt olarak örgütlenmediği takdirde; sadece Kürt emekçi halkının değil Kürt ileri işçi kitlesinin bile güven ve desteğini kazanamaz. Türk ulusundan işçi, baskı altındaki (zorla bölünmüş) bir ulusun kişiliği, hakları ve psikolojisi vs. ile de bağlı olan bu gerçeği bilmek; bu ulusu uyandırmak, harekete getirmek ve sosyalist bir ulus olarak yeniden örgütlemekle yükümlü Kürt sınıf kardeşlerinin işini kolaylaştıracak bir tutumla hareket etmek zorundadır. Kaldı ki, bu zorunluluk aynı zamanda, onun kendi ulusunun ezdiği bir ulusun “ayrılma hakkı”nı gerçekten ve içtenlikle tanıma sorumluluğu ile de bağlıdır.

KÜRT İŞÇİ VE EMEKÇİLERİ ÖRGÜTÜNÜN BAZI ZORUNLULUKLARI
Söz konusu edilen örgütün ulusal “esaslar” çerçevesinde değil, sınıf esası üzerinde yükselen bir örgüt olduğuna; sosyalist görevleri temel yapacağına, yaşamın iyileşmesi, demokrasi ve özgürlük (iktidar) için mücadele ufkuna ve tutumuna sahip olduğuna değinmemiz gerekmiyor. Ama, altı çizilmesi gereken bir sorun var ki bu, bu örgütün gerçek bir sınıf örgütü olabilmesi ile ilgili ve burada mutlaka işaretlenmesi gereken özgün bir sorun durumundadır.
Bölge örgütünün işçi ve emekçi halkın demokratik özgürlük (kendi kaderini tayin) hakları karşısındaki dikkati ve tutumu hayati derecede önem arz etmektedir. Basmakalıp anlaşılması ve kitlelere mal olma derecesi gözetilmeden kullanılması ve ezbere savunulması gibi olumsuz “geleneği” bir yana bırakıp söylersek;  bilinçli Kürt işçinin, yani Kürt örgütünün temel çizgisi, emperyalizme karşı mücadeledeki ve sosyalizme yürüyüşteki kolaylıkları ve avantajları açısından “halkların (devlet) birliği” çizgisidir.
Bir halkın kendi kaderini belirleme hakkını kullanma anının, ne gibi bir tutumu haklı ve gerekli kılacağı ve (partinin ve) Kürt işçisi ve örgütünün ne yönde tutum alacağı tamamen özel ve ayrı bir sorundur. Böyle bir durumu bir yana bıraktığımızda; bilinçli Kürt işçisinin, yani Kürt işçi ve emekçi örgütünün tutumu “birlik propagandası” tutumu olacaktır.
Buna karşın, örgütün Kürt olabilmesi, Kürt emekçisine hitap edebilmesi ve Kürt emekçisi tarafından anlaşılabilmesi için şu üç şey hayati önemdedir:
Birinci olarak, Kürt işçi ve emekçi örgütünün Kürt emekçi halkının kaderini tayin hakkını ve öteki tüm taleplerini içtenlikle savunan bir platformda bulunması; ikincisi, halkın tüm taleplerini işçi ve emekçilerin gündelik sınıf mücadelesinin konularından biri haline getirmek için ısrarla mücadele etmesi; üçüncüsü ise, “halkların birliği”nin (işçilerin birlikte mücadelesi aslında bundan ayrı bir şeydir) savunusunu, Kürt emekçi halkının uyanışının ilerleme derecesine, olaylardan etkileniş biçimine ve duygularının gidişatına bağlama tutumuyla çalışmasıdır. “Halkların birliği” sloganı, özel durumlar dışında aslında propaganda (basmakalıp çağrılar yerine, Türk işçisi, aydın ve örgütünün Kürtlerin hakları için yaptığı çalışmayı, bunlar küçük şeyler de olsa, Kürt emekçi halkına tanıtmak daha iyi olacaktır) slogandır; buradaki üç nokta anlaşılmadığında, Kürt emekçileriyle manevi kaynaşma ve alışverişi olanaksızdır.

BÖLGE ÖRGÜTÜNÜN SINIF KARAKTERİ VE ÖRGÜT PLANINDA BAZI AYRINTILAR
Sınıfın devrimci partisi Kürt işçi ve emekçi örgütünün yeniden inşası sürecinin Kürt sorunu çerçevesindeki başlıca (görevden öte) zorunluluklarına, biraz genişçe olsa da birbirleriyle bağlantılı dört ayrı sorun cephesinden değinmiş bulunuyoruz. Ama, örgütün işçi  karakterini, komünist ve devrimci özelliklerini güvenceye alan sınıfsal ve ideolojik mevzilenme ve çalışma ile ilgili temel zorunluluklar unutulduğunda, belirtilen görevlerin biçimsel kalmasının kaçınılmazlığını akıldan çıkarmamak da gerekmektedir. İşçi sınıfı ve hareketinin bölgedeki gelişmesine dayanma temel amaç edinilmeden bu başarılamaz. Öncelikle büyük kentlerin işçileri ve sanayi işçileri arasına girmeyi sağlamadan buna ulaşmak olası değildir. Büyük Kürt kentlerinde yoğunlaşan aydın ve genç aydın kuşağın bilim, sanat kültür yönlü entelektüel yaşamına katılma, bu çalışmanın önemli diğer ayağıdır. Bir yandan yenilenen çizgi ve edebiyatımızı ileri işçilere ve genç aydın kuşaklara mal etme çalışması yaparken; öte yandan geleneksel Türk ve Kürt “sosyalizmi” akımlarının birikim ve geleneğinin işçi ve gençler ve parti çevreleri arasındaki yıkıcı etkilerine karşı kapsamlı mücadeleyi sistematik ve kesintisiz olarak yürütme… Partinin Kürt işçi ve emekçilerinin partisi olarak inşa çalışmasını, bu mücadeleler ve kitle mücadeleleri içinde oluşan işçi ve devrimci aydın kümelerinin parti çizgisi temelindeki kitlesel birliği ve mücadelesine dayandırma buradan hareketle sağlanabilir.
Parti ve örgütünün sınıf temeline oturması, Kürt işçilerin örgütü olarak inşası ve mücadelesinde sınıf görüş açısını kaybetmemesi açısından; mücadele ve örgütlenme çizgisinin özünü oluşturan bu önermeleri ilkesel bir tutum haline getirmek ve gündelik çalışmamızın yargılanmasının bir tür normu yapmak kuşkusuz tayin edici bir şeydir. Bütün bu önerme ve plan hükümlerinin yanında; partimizin geneldeki yeniden inşa çizgisinin öteki direktiflerinin de atlanmaması, aksine sıkıca kavranması gerekir. Örneğin: işyeri, fabrika ve yerleşim esasına göre örgütlenme; profesyonelce çalışma, parti merkezi çevresinde sıkıca birleşmiş ve genç kuşaktan katılmalarla kesintisiz yenilenen bir profesyoneller topluluğuna dayanarak çalışma; bu topluluğun, bölgede merkezileşmiş kesimi ile, merkezi işlerde ve batıdaki örgütler arasında çalışan profesyonel grupları, parti merkezini genç Türk ve Kürt işçi ve devrimcilerle besleme görevini de üstlenmiş profesyonel bir çekirdek, ülke ölçeğinde birleşmiş bir omurga olarak yenileme, yeniden örgütleme görevini, partinin olabilir (işçi) kitlesellikteki yeniden inşasının merkezi halkası yapan bir tutumla hareket etme; işçi sınıfının gençliğini ve genç aydın kuşakları kazanmayı, parti tabanını, örgütlerini, giderek de yönetici aygıtlarını gençlerle takviye etmeyi ve gençleştirmeyi kesintisiz uygulanan temel bir politika olarak benimseme; gençliğe olduğu gibi, disipline, işçilerden öğrenmeye, aynı şekilde büyük kent ve işletmelere, sendikal harekete ve sendikalara özel bir önem verme vb. gibi…
Parti çizgi ve politikaları bir bütündür. Kürt sorununun, işçilerin parti birliği ve örgütlenmesindeki yeri ile ilgili çizgi ve politikalarımız bu bütünün ayrılmaz bir parçasıdır. Parti çizgisinin değişik yön ve unsurları, birbirlerine tercih edilemeyeceği gibi; birlikte, bir bütün halinde işlevlerine uygun ele alınıp yaratıcı bir şekilde uygulandığında bir anlam kazanırlar. Başka bir deyişle, özgün, kurumsal, geleneksel ayrı şekillenme ile ilgili tüm özgünlüğü ve bölgenin güncel koşulları ile ilgili farklılaşmaları, esneklikleri olan ama özgün görevleri zayıflatmamak, aksine güçlendirmekle birlikte, partinin ideolojik ve örgütsel çizgisini ve teorik ve pratik bütün kazanımını kendi temeli olarak özümsemesi, bölge örgütünün gerçek bir Kürt işçi örgütü olması bakımından bugün bir zorunluluktur.
Bölgedeki ekonomik, toplumsal çözülme ve değişim sürecinin; olgunlaşan işçi-emekçi hareketi ve siyasal gidişin yönü ile ilgili verilerin ve örgütün Kürt ve işçi özelliğinin belirgin olmasının ne kadar hayati olduğunu vurguladığından kuşku duyulamaz. Bütün özgün, genel teori ve politikaların ve örgütsel normların; işçilere katılma, fabrikalara dayanma ve işçi ve emekçiler arasında mevzilenme ve çalışma tutumu ile örgütlenildiğinde bir anlam kazanacaklarından söz  etmeye sanırız bir gerek yoktur.
Özet olarak söylersek; Kürt illeri işçi sınıfını kazanma, öteki emekçileri çevresinde toplama ve böylece de, Kürt sorununu işçi sınıfının çözeceği, Kürt ulusuna işçilerin yön vereceği bir hedefe başarı ile yürüyebilme, Kürt işçi emekçi halkının örgütünün ne yapacağı ile doğrudan ilgilidir. Bu örgütün, partinin özgün bir parçası olması; yani partinin Kürt ve Türk işçilerin partisi olarak inşa edilmesi ve Kürt ve Türk halklarının özgür iradeleriyle mücadelelerinin, bu sorun ile sıkıca bağlı bulunduğundan kuşku duyulamaz.

BATIDAKİ PARTİ ÖRGÜTLERİNİN KÜRT İŞÇİLERİ KARŞISINDAKİ GÖREVLERİ
Partinin yeniden inşası denildiğinde, bunun bir ayağının örgütün yeniden inşası; onun unsurlarından birinin de -ki bunun diğer bir unsuru bölge örgütü olduğuna genişçe değinildi-, Türkiye’deki (batıdaki) örgütlerin yeniden inşası olduğu açıktır. Bu nedenledir ki, genel olarak örgütün olduğu gibi; batıdaki örgütlerin yeniden inşası ile ilgili görüş, çizgi ve planların da, hiç olmazsa temel yönleriyle bilindiğini varsaymak yanlış olmaz. Dolayısıyla burada sadece, bir önceki bölümde olduğu gibi; Kürt sorununun, batıdaki örgütlerin yeniden inşası ve çalışmalarındaki yeri, rolü ve etkisi üzeride durmakla yetineceğiz. Görev, bir çok vesile ile yerine getirilmiş olsa da; örgütün çalışmasında hala etkili olan zaaf ve zayıflıklar, bu yeniden değinmeyi gerekli kılıyor.
İşçiler, ezen uluslar karşısında ezilen ulusları her durumda destekler. Ama doğaldır ki, doğru ve geçerli olmakla birlikte bu önerme, Türk işçisinin Türkiye’deki sorunla ilgili durum ve görevini açıklamaya yetmez. Zira Kürtler ve Kürt emekçisi herhangi bir ulus tarafından değil, Türk ulusu tarafından, yani Türk işçisinin kendi ulusu tarafından ve kendi ulusundan burjuvazi tarafından ezilmekte ve ayaklar altına alınmaktadır. Yani Türk ulusundan işçiler, Kürt emekçisi karşısında; herhangi bir ulusun ezdiği bir ulusu ve emekçisini destekleme ve o ulusun işçileriyle kardeşleşme gibi bir görevden çok daha farklı bir sorumluluk ve görevle yüz yüze olduklarını bilmek zorundadırlar.
Türk ulusundan işçiler, Kürtler ve Kürt işçileri karşısındaki görevlerini anlamaları ve yerine getirmeleri bakımından, kendileri için bir ayrım çizgisi olan bu noktayı iyi öğrenecek ve asla gözden kaçırmayacaklardır.
Batıdaki parti örgütlerine gelince; onlar, eğer gerçekten Türk ulusundan işçilerin örgütleri ve enternasyonalist organizmalar olarak yeniden inşa ediliyorsa; burada Türk ulusundan işçi için belirtilen ayrım çizgisinin, Türkiye’deki örgütlerin en hayati “tutamak noktaları”ndan biri olması zorunludur.
Türkiye örgütlerinin Kürtler ve Kürt işçileri karşısındaki görevlerinin ve Kürt sorununun bu örgütlerin şekillenişindeki yerinin bütün içeriği ortaya konulan ve savunulan görüşlerde kısmen de olsa yansımaktadır. Buna karşın, burada şu iki noktada ortaya koyacağımız sorunların anlaşılır hale gelmesi için sanırız yararlı olacaktır.
İlki, Kürt sorunu ile ilgili Marksist-Leninist görüşler ve bölge ile ilgili olarak içeriği yukarıda açılmış olan edebi birikimin Türkiye (Türk işçi) örgütlerinin inşasındaki yeri; ikincisi ise, Kürt emekçilerinin istemlerinin Türkiye örgütlerinin günlük çalışmaları ve Türk ulusundan işçilerin gündelik mücadelelerinin konularından biri haline gelmesi sorunu.
Kürt sorununun Türkiyeli örgütlerin inşasındaki yeri ele alındığında; ilk altı çizilmesi gereken şey şudur ki, partinin tarihsel, teorik, siyasal, örgütsel temellerinin inşası ile ilgili (Kürtlerle ilgili) özgün miras ve birikim; sadece partinin bölge örgütü açısından değil, Türkiye örgütlerinin inşası açısından da temel unsurlardandır. Gerek, Marksizm-Leninizmin ulusal sorunla ve özellikle ezen ulus işçilerinin görevleri ile ilgili tezleri; gerek, ulusal ayaklanmalar dahil Kürt demokratik birikimi; gerek, bölge işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin bugüne aktardığı kültürel miras; gerekse her iki halktan işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci partinin şahsında elde ettiği kazanımların bütün içeriği; bütün bunlar, batıdaki işçi sınıfının devrimci dönüşümü ve parti örgütlerinin ideolojik ve örgütsel şekillenişinin ve tabii ki, parti çizgisinin öteki sınıfsal ideolojik bileşenleri ile birlikte temel çizgisi ve edebiyatının bileşenleri olmak zorundadır. Bu sadece, Kürt işçilerinin Türk işçilerle olan parti birliği açısından değil; aynı zamanda onların, ezilen ulusu ve emekçisini anlayabilmeleri ve sorunlarını hissedebilmeleri açısından da gereklidir.
Türk aydın geleneği ve kitlesinin(6) Kürt sorunuyla ilgili Kemalizm etkisi ve revizyonizmin tahribatından ileri gelen geleneksel zayıflıkları bulunduğunu herkes bilir. Hem Kürt hem Türk halk hareketleri bakımından tarihsel olarak yol açtığı olumsuzluklar bir yana; Türk aydın birikimi, yani bilim, edebiyat, sanat, kültür, ideoloji vb alandaki üretim ve birikimi, yaşayan Türk işçi ve genç aydın kuşaklarının şekillenişini ulusal sorun açısından da yarımlaştırıcı bir etken olmasının yanı sıra; gerek bu durumun Kürt gençliğinde yarattığı tepkinin yol açtığı olaylarda, gerekse Kürt halkınca “Türk aydın” olarak görülen D. Perinçek, Yalçın Küçük benzeri Kürt sofrasında kurt, döküntü takımı çevrelerin birer “ökse otu” gibi yapıştıkları Kürt demokratik mücadelesini provoke etmelerinde acı verici ve önemli bir rol de oynamaktadır. Ve bu durumun, sınıfın devrimci partisinin merkezi çalışmasını ve daha da öncelikli olarak başta Türk işçisini ve Türkiye örgütlerini sorumluluk altına soktuğundan kuşku duyulamaz.
Partinin, Marksizm-Leninizmin yeniden savunulması ile ilgili çizgisi, öteki hedeflerinin yanı sıra, modern dönemin Türk aydın birikimi ile MarksizmLeninizm temelinde ve çok cepheli bir hesaplaşmayı da içeren, öngören bir çizgidir. Ve bu çizginin genel içerik ve hedeflerinin öteki yönlerinin bir bileşeni ve parçası olarak; Marksizmin ulusal sorunla ilgili görüş ve tezlerinin ve Kürt sorunuyla ilgili parti çizgi ve edebiyatının, Türkiye örgütlerinin yanı sıra, Türk aydın hareketi içinde de gelişmesi ve benimsenmesi için mücadeleye girişmenin kazandığı önem anlaşılmaz değildir. Türkiyeli parti örgütleri, bu mücadeleyi; genç kuşak aydınların ve öncü işçi kuşaklarının elbette öteki özellikleriyle birlikte, enternasyonalist bir ruhla yetişmeleri bakımından da tarihi, teorik, siyasal, örgütsel ve kültürel temeli yeniden inşa edecek temel görevin bir yönü olarak ele almak zorundadırlar.
Devrimci sınıf partisinin Türkiye (batı) örgütlerinin yeniden inşasının, söz  konusu bu ve öteki mücadeleler içinde ayrışacak yeni genç kuşak aydın kümeleri ile, işyerlerinde kitle mücadelesi içinde oluşan ve örgütlenecek olan yeni kuşak ileri işçi  kümelerinin parti çizgisi temelindeki birliğine dayanması, partinin “yeniden kuruluş” çizgisinin bir zorunluluğudur. Yeniden inşa ve kuruluş sürecinin; sosyalist (aydın hareketi) hareketle işçi hareketinin daha gelişmiş bir temel üzerinde, yeni ve kitlesel bir birliği olmasının bir ayağı, Kürt örgütüne uzanırken; diğer ayağı, doğal olarak Türkiye örgütlerinin inşasına basacaktır.
Türk aydın birikim ve geleneğinin ve ileri işçilerdeki anlayışın Kürt sorunu ile ilgili tarihi, geleneksel ve güncel zayıflıklarına ve parti örgütlerindeki atalete yukarıda değinildi. Burada şunları belirtmemiz yeterli: Türkiye örgütlerinin yeniden inşası sürecinde tarihsel, teorik, siyasal, kültürel ve örgütsel temelin yenilenmesinde öteki önemli -teorik, ideolojik, siyasal, kültürel, sınıfsal vs.- etkenlerin yanında; Kürt sorunu ile ilgili Marksist tezler ve Kürt sorunuyla ilgili parti birikimi asli unsurlardan biri olarak rol oynamadığı takdirde; Türkiye parti örgütleri gerçekten devrimci işçi örgütleri olamayacakları gibi, partinin Kürt ve Türk uluslarından işçilerin partisi olarak “yeniden inşa”sı da olanaksız olacaktır.
Bu nedenlerledir ki, kentlerdeki entelektüel -bilim, sanat, edebiyat gibi- hayata daha kararlı bir şekilde katılmayı, yetişkin ve genç aydın çevreler arasında elbette propaganda ve mücadele yoluyla bir tavıra da dayanan ve Kürt sorununun da rol oynadığı ayrışma ve kümelenmelerin oluşmasını ve buralardaki aydın üretiminin Marksizmin ileri bilgi ve kültürüne, işçi yaşamına katılma, emeğe, halka bağlanmanın deneyimine dayanan dönüşme ve şekillenmenin bir ifadesi olarak ortaya çıkmasını amaç edinen çalışma asla ihmal edilemez. Ayrıca, ileri işçiler arasında ve örgüt içinde, aydınlar arasındaki bu çalışma ile paralel giden ve yukarıda dikkat çekilen türde bir eğitim çalışmasının kazandığı önem ise ortadadır. Bu çalışmaları güvenceye alacak organ ve araçları oluşturma; çalışmayı, Türk işçisinin, sınıf kardeşi Kürt işçisi karşısındaki görevlerinin bir bölümünün yerine getirilmesi olarak da ele alma: parti Türkiye örgütleri ve yönetici organlarının, parti inşa sürecinde Kürt sorunu ve Kürt örgütü ile ilgili görev ve sorumluluklarının bir yönü işte budur.

TÜRK İŞÇİSİ VE TÜRKİYE ÖRGÜTLERİNİN KÜRT SORUNU KARŞISINDAKİ SORUMLULUĞU
Sınıfın partisinin mücadele çizgisinden az çok haberdar olan ve batıdaki örgütlerinin Kürt sorunuyla ilgili zaaf ve eksikliklerinin farkına varan herkes, kendi başına propaganda ve eğitimin (ki o durumda bunlar devrimci propaganda ve eğitim olmaz) bir anlam taşımayacağını kendiliğinden bilir. Örgütsel inşa açısından söylersek; partinin Türk ve Kürt işçilerini birleştiren, onları geniş ölçekte bir arada örgütleyen bir parti olmayı başarmasının en önemli koşulu, onun ve özellikle de Türkiye örgütlerinin (Türk işçisinin) Kürtlerin haklarını ve kaderini tayin hakkını koşulsuz tanıması ve savunmasıdır. Ezen ulus işçileri olarak, Türk milliyetinden işçiler, başkalarını ezenler içinde yer aldıkları sürece ezilmekten, köle olarak kalmaktan kurtulamayacaklarını öğrenmek zorundadırlar. Bu kuşkusuz, sadece köle kalmak değil aynı zamanda, Türk milliyetinden işçinin emperyalizmin halkları ezmesinde suç ortağı durumuna itilmesi anlamına da gelir. Kısaca söylersek, birlik istenilen Kürt işçileriyle birliğin koşulu, Türk milliyetinden işçilerin, Kürt emekçi halkının geleceğini özgürce belirlemesi, yani kaderini özgürce belirleme hakkını koşulsuz savunusunda yatmaktadır. Ayrıca, Türk milliyetinden işçiler sadece, Kürtlerin taleplerini ve haklarını tanımakla yetinemezler; bunun bir gereği de olarak, onun bu taleplerini kendi her günkü mücadelesinin vazgeçilemez konusu haline getirmek ve bunun için mücadele  etmek de zorundadırlar. Türk işçilerinin ve batıdaki parti örgütlerinin, Kürt işçileri ve bölge örgütü karşısındaki görevlerinin ana halkasının düğümlendiği yer kuşkusuz burasıdır. Yukarıda söz ettiğimiz propaganda ve eğitim çalışması da ancak, böyle bir gündelik mücadeleye, bu yönde atılan adımlara, harcanan çabalara bağlandığı oranda anlam kazanabilir.
Sınıf mücadelesinin gündelik talepleri haline getirilmesi açısından olanakları değerlendiren ısrarlı bir tutumla mücadele edilmediği sürece, parti örgütlerinin Kürt sorununda siyasal bakımdan doğru görüşleri savunuyor olmasının hiçbir anlamı yoktur. Eleştirilerimiz, örgütlerin bu sorun üzerine hiçbir şey yapmadıkları anlamına gelmemektedir; bilinen atalete karşın, parti örgütlerinin Kürt sorununda da bir şeyler yapmaya çalıştıkları açıktır; ama bu çaba ve yapılan işlerin, gerekli araçları, fırsatları, olanakları, forumları, kürsüleri ve olayları değerlendiren ve sistematik bir özellik gösteren bir çalışma düzeyine çıkamadığı da yadsınamaz. Bunda, günlük çalışma, günlük mücadeleye katılma, taktik kafa ile hareket ve refleks sahibi olma gibi sorunlardaki ele alış, anlayış, algı bozukluklarının bir yeri olsa da, Kürt sorunu ve Kürtlerin istemleri ile ilgili geleneksel anlayış çarpıklığı, parti örgütlerindeki çeşitli aymazlıklar ve ilgi zayıflıklarının rolü de az değildir.
Doğrudur, ulusal sorunlar geniş kitlelerin kabullenmesi için ileri bir bilinç gerektirir. Ayrıca ileri bilinç bir yana, sermaye ve gericiliğin on yılları alan propagandasının Kürt sorununda Türk halkı arasında geriletici ciddi bir tahribat yarattığı da yadsınamaz. Bunlar doğrudur; fakat burada talep edilen, her yerde hemen bir kitle hareketinin oluşturulması -ki bu bize de bağlı değil- vs. olmadığı gibi, Türkler arasında daha mantıklı düşünme ve Kürtleri anlama eğiliminin geliştiği de görmezden gelinemez bir olgudur. Başta dil olmak üzere, sorunun bir çok yönünü bizzat gericiliğin gündeme getirdiği koşullarda; olguların giderek daha ileri bir mevziden çalışma ve mücadeleyi ve daha ileri çağrıları gündeme getireceğini değil de, aksini düşünmek ve hareketsiz kalmak açık ki kabul edilemez.
Türkiye parti örgütleri, bilimsel sempozyumlardan panellere, bir basın açıklamasından işyeri ve semt toplantılarına, seminer birleşimlerinden şölenlere değişik biçim ve yazılı basın, ajitasyon broşür ve bildirileri ve görüntülü malzeme gibi araçları daha etkili ve sistematik kullanmak, Kürt sorunu ve Kürtlerin güncel istekleri ile ilgili çalışma ve eylemi, Türk aydın ve emekçilerinin daha geniş kesimlerine yaymak ve açık kitle mücadelesinin konu ve talepleri haline getirmek için (elbette çıkıntı durumuna, sekter pozisyonlara düşmeden, gereken mevziden, uygun yöntem ve üslupla) daha gönüllü, daha istekli, daha hırslı çalışmak zorundadırlar. Ortadoğu’daki karışıklıkların sistematik olarak arttığı, Irak Kürdistanı sorununun öne çıktığı ve Türkiye’de bir yandan sertlik ve savaş naraları atılırken öte yandan göstermelik de olsa Anayasa, demokrasi vs. tartışmalarının bir dönemden sonra hız kaybettiği bir dönemde, Kürt taleplerinin Türk emekçileri açısından daha kabul edilir talepler haline gelmesi için mücadele diğer sorunlarla birleştirilerek yürütülebilir.
Sermaye ve gericiliğin on beş-yirmi yıldan bu yana Kürt emekçi halkını sürekli olarak terör ve terörizmle birlikte göstermesi; Türk halkı saflarındaki önyargıların çoğalması ve Kürtleri “tanımama” tutumunun güçlenmesinin en önemli etkenlerinden biri olmuştur. Bu nedenledir ki, belirtilen çalışmaların yani sıra; Kürtlerin hem tarihi, Türklerle tarihsel ilişkileri, ülke tarihine, kültüre, sanata katkıları anlatılarak, diğer yanda günlük yaşamının değişik yönleri ile birlikte bir çok biçim ve araç bulunup kullanılarak yeniden tanıtacak çalışmaların  ihmal edilmeden yürütülmesi önemlidir.. Söz konusu önyargıların kırılması ve Türk işçi ve emekçilerin dikkatinin önemli noktalara çekilebilmesi için bu tür çalışmaların oynadığı rol yadsınamaz. Batıdaki büyük kent örgütlerinin Kürt işçi ve emekçi halkı yeniden tanıma ve halkın demokratik ve diğer haklarını savunma çalışmaları, bölgedeki ve tüm Kürt emekçilerine ve bölge örgütünün çalışmalarına doğrudan bir yardım olmasının yanı sıra; büyük kentlerde yoğunlaşmış, çok büyük çoğunluğu işçi olan Kürt nüfusla birleşme ve Türk ve Kürt kökenden gelen kent işçilerini birleştirme ve örgütlemenin yolunun büyük oranda genişlemesi de demektir. Türk işçileri arasındaki Kürt sorunu ile ilgili çalışma, Kürtler  karşısındaki görevlerin bir çalışmasıdır; ama öyle sanıyoruz ki, büyük kentlerdeki ileri işçilerin ve emekçi kitlelerin birliği bakımından da bir zorunluluk olduğu gibi bir olanaktır.
Kürt sorunu ve taleplerinin batıdaki günlük sınıf mücadelelerinin konusu haline gelmesi için gerekli çalışmanın yenilenmesi ve Türk emekçilerinin Kürt emekçi halkına desteğinin açık mücadelede görünür hale gelmesi için adımlar atılması: bu, Türk halkı ile Kürtler arasındaki duygu ve ilişkileri yenileme ve yeniden inşa etmenin tek olanağıdır. Ayrıca, bölge örgütü ile batıdaki parti örgütleri arasındaki birliğin tazelenmesi ve Kürt ve Türk işçilerin partisi olarak yeniden birleşmelerinin dinamiklerinden biri de buradadır. 
Kürtlerin taleplerinin Türk işçi  ve emekçilerine mal edilmesi çalışması ile ilgili söyleyeceklerimizi burada noktalayıp, yukarıda ele aldığımız soruna dönerek belirtirsek; yetişkin ve genç aydınlar (üniversiteler), ileri işçiler ve örgüt içindeki fikri (teorik ideolojik) çalışmanın Kürt sorunu ve bölge ile ilgili yönü ile, Kürtlerin kaderini tayin hakkının işçi ve emekçiler tarafından üstlenilmesi ve savunulması çalışması, paralel giden çalışmalardır. Ve bu çalışmalar kuşkusuz, teorik-ideolojik ve pratik örgütsel çalışmanın öteki yönleriyle sıkıca birleştiği ve işçilerin sınıf mücadelesine bağlandığı oranda anlam kazanabilir. Öte yandan bu çalışmaların, ileri işçi kitlesi ile aydın ve genç aydınlar kitlesi arasındaki birliğin enternasyonalist nitelik kazanmasını; bu iki kesimin devrimci temeldeki birliğinin, işçi sınıfı ve halkın enternasyonalist omurgasını ve ülkenin batısındaki örgütlerin çekirdeğini, temelini, tabanını oluşturmasını merkezi halka olarak kavraması da gerekir.
Türk işçilerinin, ileri işçi kitlesiyle genç aydın kuşaklarının anlayış, alışkanlık ve reflekslerinin işçi, sosyalist ve devrimci olduğu kadar, enternasyonalist temeller üzerinde de yenilenmesi bu kapsamda önem kazanmaktadır. Türkiye’deki, özellikle de büyük kentlerdeki parti örgütlerinin, Kürt halkıyla tam birleşmeleriyle de tanınan; halkçı olduğu kadar, enternasyonalist özellikleriyle de sivrilen çalışma tarzı anlayışı ve geleneğinin ocağı ve Türk ulusundan işçi ve genç aydın militanın devrimci ve enternasyonalist ruhla yetiştiği bir okul olarak da faaliyet gösteren kitlesel örgütler olarak yenilenmeleri ve yeniden inşa edilmeleri bu çalışma içinde daha da sağlamlaşacaktır. Görevin bir izahı da böyledir ve bu ancak, Kürtlerin isteklerini de mücadele konusu haline getiren kitle çalışması ve mücadeleleri içinde ve geleneksel Türk “sosyalizmi okulu”nun üst tabakacı ve milliyetçi okulunun anlayış ve alışkanlıklarıyla savaş yolundan yerine getirilebilir.
Eğer görevlerini başarmak istiyorlarsa, söz konusu örgütlerin yönetici ve aygıtlarının ilk kavraması gerekenler bunlardır. Bunlar kavranıp, gereği yerine getirilmediği takdirde; Türk ulusundan işçinin Kürtler ve Kürt işçisi karşısındaki görevleri boşlukta kalacağı gibi; Türkiye parti örgütlerinin, sosyalist hareketle işçi hareketinin yeni bir birliği temelinde yenilenmeleri ve yeniden inşa edilmeleri de boş bir hayal olarak kalacaktır.
Sonuca gelecek olursak; kendiliğinden görülebileceği gibi iki maddeli olan bu bölümde, parti Türkiye örgütlerinin Kürt sorunu ile ilgili görev ve sorumlulukları, bu görev ve sorumlulukların zorunlu kılacağı çalışmalar, nispeten içerikleri ile birlikte olmak üzere ele alındı. Ayrıca, Kürt sorununun ve bu konuda yapılacak çalışmanın Türkiye’deki örgütlerin gerçek enternasyonalist örgütler olarak yeniden inşasındaki rolüne de dikkat çekildi. Ama, burada ulusal sorunla bağlantılı bazı sorun ve görevlere hiç değinilmemesinin yanı sıra; örneğin, Türkiye’deki Kürt sorunuyla birlikte bu sorunun bir parçası olan ulusal azınlıklar karşısındaki sorumluluklar, kültür alanında yani Kürtçe, sanat ve edebiyatta Kürt katkısı vs. cephesindeki görevler ve batıdaki büyük kentlerde çalışan Kürt partileriyle ilişkiler vs. üzerinde hiç durulmadı. Burada önemli olan, batıdaki parti örgütlerinin Kürt sorunu çalışmalarını, buradaki çizgi ve anlayış temelinde yargılamaları; görevlerin talep ettiği işler temelinde yeniden planlamaları ve yukarıda sözü edilen eğitim çalışmasını, işlerin yeniden örgütlenmesi ve yürütülmesinin kaldıracı yapmalarıdır. Bunlar olmadığı takdirde, bir sorun ele alınsa da alınmasa da fazlaca bir anlamının olmayacağı açıktır.

SONUÇ OLARAK
Türkiye’nin yaşamakta olduğu sürecin yönü ve özellikleri irdelendiğinde Kürt sorunuyla ilgili olarak başta altını çizdiğimiz gelişme ve değişim dinamiklerinin gelişim seyri temel yöne işaret etmektedir. Bölgedeki ve Türkiye’deki hareketin sınıfsal, ulusal karakterdeki sorunlarına dikkat çekerken, bütün olarak gidişatın sınıfın devrimci partisini karşı karşıya getirdiği görevler ve bunların yerine getirilmesi açısından sunduğu olanaklar üzerinde duruldu. Ülkede sınıflar arasındaki ilişkilerin gidiş seyri ve işçi  hareketinin olanak ve sorunları; sınıf, demokrasi sorunlarının yanı sıra, Kürt sorunuyla ilgili istemlerin, örgütlerin çalışmaları ve yeniden inşa edilmeleri ile ilgili olarak dikkat çektiği acil görevler…
Diğer sorunlar bakımından olduğu gibi, Kürt sorunu bakımından da dikkatlerin yoğunlaşması gereken sorunlar bu ve benzer alanlardaki sorunlardır ve parti örgütlerinin Kürt illeri ve Türkiye’de dikkatlerinin bu alanlardan hiç uzaklaşmaması gerekmektedir. Zira, ister bölge illeri isterse Türkiye’deki parti örgütleri olsun, sermaye cephesi ile emek cephesi arasındaki güçler ilişkisinin izlenmesi, (Türk-Kürt) işçi ve halk hareketinin seyri, özellikleri, istemleri, dinamikleri, olanakları ve zaafları gibi sorunlardan uzaklaşıldığı, çalışmanın ve gündelik mücadelenin esinini, malzemesini bu alanlardan almasındaki dikkatin kaybedildiği koşullarda, burada Kürt sorunu, sınıfsal sorunlar, örgütün yenilenmiş temeller üzerinde ve yeni güçlere dayanarak inşası vs. üzerine söylenen her şeyin içeriğini kaybetmesi, biçimselleşmesi ve boş laf yığını olarak kalması kaçınılmazdır.
Bu nedenledir ki, partinin merkezi olarak, bölge illeri ve Türkiye örgütlerinin burada ortaya konulan anlayış ve verilen planlar üzerinde yürümelerini güvenceye alırken; örgütlerin, militanların ve hareketin mensubu herkesin gözlerini, ülkenin (bütün yönlerden) gidişatına, başta işçi sınıfı olmak üzere halk hareketine çevirmeyi, onun dinamiklerine dayanmayı, ihtiyaçlarını karşılama ve sorunlarını çözmesine yardımı, kişiliği ve eyleminin karakter özelliği haline getirmesinin görevlerini ihmal etmemesi de gerekmektedir.
Kürtlerin kaderini tayin hakkı ve ilgili taleplerin her iki milliyetten işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin gündelik konuları haline gelmesi ve işçi sınıfının örgütlerinde ve partisinin yeniden inşasında gereken rolü oynaması için kararlıca mücadele etme göreviyle karşı karşıyayız. Bölge ve Türkiye örgütlerinin, değişik yönleri ortaya konulan çizgi temelinde inşasını her türden sınıf dışı ve milliyetçi şartlanma karşısında güvenceye alma; Türkiye ve bölgede yeni aydın, genç aydın ve işçi güçlerle yeniden inşa edilen örgütümüzü, özgünlükleriyle ve Kürt ve Türk işçi ve devrimci ögelerle yenilenecek olan ülke çapındaki parti çekirdeği ve aygıtı etrafında yeniden örgütleme ve birleştirmeyi partinin “yeniden inşa” sürecinin tayin edici görevi ve merkezi halkası olarak kavrayarak bir çalışma içinde olmak gereklidir. Diğer yönleri ve değerlendirme kapsamında ele almadığımız, ama bilinen benzer görevler, partinin, merkezi olarak, sıkıca ve ısrarla sarılması, takip etmesi gereken görevlerdir.

Dipnotlar:
1) Partimizin, burada belirtilenlerin büyük bir bölümünün dışında tutulması gerekir.
2) Bu hesaplaşmayı, genel teorik ideolojik mücadele platformumuz ve ülkedeki bütün modern birikimle hesaplaşmanın bir bileşeni ve bir ayağı olarak anlamak gerekir.
3) Bu, mevcut organı kullanmaya devam etmeyi dıştalamaz. Gerekli olanın başarılamadığı koşullarda, beklememek; olanaklı olan aracı örgütleyerek yürümek gerekir.
4) Görevin aciliyeti ortada; ama çeşitli ara biçimleri kullanmanın, acil olan bu göreve hizmet edeceği gibi, pek çok bakımdan yararlı olacağı ve zorunlu olduğu da tartışılamaz.
5) İşçilerin ortak ve bir olan çıkarları ve gelecek perspektifleri buna eklenmelidir.
6) Her dönem ve bugün de olumlu ürünler vermiş halka bağlı aydın kümelerinin bulunduğu bir gerçektir, ama ne var ki bunlar hep küçük bir azınlık olarak kalmışlardır. Buna karşın bu aydın kümelerinin ve bugün yaşayan temsilcisi çevrelerin üretim ve birikimlerinin bugüne kalan üretimleri, her şeye karşın ülkemizin aydın üretimi birikimi içinde önemli bir yer tutar ve bu işçi hareketi ve partinin dayandığı tarihsel bir mirastır.

Dünya Sosyal Forumu Üzerine

23-28 Ocak 2003’te Dünya Sosyal Forumlarının üçüncüsü Brezilya’nın Porto Alegre kentinde toplandı. Dünyada ve Türkiye’de basın yayın organları toplantıyı duyurdu. Bu yazı, Forumu emekçilerin iktidar ve sosyalizm davası açısından değerlendirme denemesidir.
Dünya Sosyal Forumu düzenleme fikri, 1990’ların sonunda Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslar Arası Para Fonu’nun zirve toplantılarının yapıldığı kentlerde bu kuruluşların faaliyetleri aleyhinde bir dizi gösteri eyleminden sonra, 2000 yılında dünya sisteminin merkez devletlerinin, çok uluslu şirketlerinin ve uluslararası finans kurumlarının Davos’ta yaptıkları Dünya Ekonomik Forumuna karşı bir toplantı düzenleme eyleminde doğdu. 2001, 2002 ve 2003 yılı Ocak aylarında Brezilya’nın güneyindeki Porto Alegre kentinde Dünya Sosyal Forumları toplandı.
Forum -adı üzerinde- bir örgüt değildir. Demokratik kitle örgütlerinin forumudur, yani tartışma toplantısıdır. Forum, bir hareket olarak ivme kazanmış gibidir. Dünya Forumu’na paralel, bölgesel sosyal forumlar ve ülke sosyal forumları yapılmaktadır. 23-28 Ocak 2003’te yapılan Üçüncü Dünya Sosyal Forumu’na katılımcı, gazeteci, izleyici ve başka statülerde yüz bin kişinin iştirak ettiği tahmin edilmektedir. Faaliyetler kapsamında 1286 çalıştay (tartışma toplantısı), 114 seminer, 36 tartışma paneli, 10 konferans ve dört “yuvarlak masa tartışması” vardı. Bunlara ilâveten yirmi iki adet “mücadele tanıklığı” -mücadelede sivrilmiş kişilerin tecrübelerini naklettikleri sunuşlar- vardı. Bu sunuşlardan birini Arjantinli devrimci Ernesto (Che) Guevara’nın kızı Aleida Guevara yaptı.
Dünya Sosyal Forumu Uluslararası Kurulu, 2003 Forumundaki çalıştaylar ve diğer toplantılar için beş ana tartışma alanı belirledi. Bunlar (1) demokratik sürdürebilir kalkınma, (2) değerler, insan hakları, çeşitlilik ve eşitlik, (3) medya, kültür ve bu alanda hegemonyaya karşı mücadele, (4) siyasî iktidar, sivil toplum ve demokrasi, (5) uluslararası düzende demokrasi, militarizme karşı ve barış için mücadele idi.
Forumu düzenleyenlerin genel amacını anlamak için, Dünya Sosyal Forumu Uluslararası Kurulunun 10 Temmuz 2001’de kabul ettiği ilkelere göz atmakta fayda vardır. Bu ilkeleri, aslındaki ifadelere sadık kalarak, şöyle özetleyebiliriz: Forum, “neoliberalizme, sermayenin tahakkümüne ve her türlü emperyalizme karşı olan, ve insanlıkla yerküre arasında üretken ilişkiler kurmuş bir dünya toplumu yaratma iradesinde olan sivil toplum hareketlerinin” bir tartışma, öneri geliştirme, temas kurma toplantısıdır. Forumda geliştirilen öneriler, çok uluslu şirketlerin ve onları destekleyen millî devletlerin ve uluslararası kuruluşların emrindeki küreselleşme sürecine karşı olacaktır. İnsan haklarına saygılı, sosyal adaleti, eşitliği ve halkların egemenliğini geliştiren uluslararası demokratik kurumlaşmayı savunacaktır. Foruma devlet temsilcileri, siyasî partiler veya askerî örgütler katılamaz. Forumda tartışan örgütler kararlar alabilir, beyannameler imzalayabilir; ama hiçbir katılımcı grup, bütün Forum adına belge hazırlayamaz; Forumda bir görüş hâkimiyeti mücadelesi olmayacaktır. Forum ekonomi, kalkınma ve tarih konusunda totaliter ve indirgemeci görüşlere karşıdır. Forum, devletin toplumu kontrol etmek için şiddet kullanmasına karşıdır. Forum katılımcı demokrasiyi, insan haklarını, barışı, milliyetler arası, cinsler arası ve halklar arası eşitliği ve dayanışmayı savunur ve insanın insana tahakküm etmesine ve kullaştırmasına karşıdır. Forum, sermayenin egemenliğinin mekanizma ve araçlarını tartışma, ve kapitalist küreselleşmenin ülkelerde ve ülkeler arasında yol açtığı dışlama ve toplumsal eşitsizlik, ırkçılık, cinsiyetçilik ve çevre tahribi sorunlarını çözecek seçenekleri tartışma alanıdır…
Bu özet, Forumun on dört maddeden oluşan ilkelerinin özünü vermektedir. Foruma katılanlar çoğunlukla sendikalar, köylü örgütleri, meslek örgütleri, kadın hakları örgütleri, çevreci örgütler, sosyal yardım vakıflarıdır. Ancak resmen programlanmış çalıştayların ve diğer toplantıların dışında, Forum sırasında yapılan yürüyüşlerde, gösterilerde ve açık mekânlarda siyasî partiler de kendilerini göstermekte, propaganda yapabilmektedir.

Enternasyonallerden Foruma

Dünya Sosyal Forumu’nu değerlendirebilmek için dünya kapitalist sistemine karşı uluslararası mücadele tarihinde bir yere oturtmak ve bu forum noktasına nasıl geldiğini saptamak faydalı olabilir.
Kapitalizme ve emperyalizme karşı işçi sınıfının uluslararası dayanışma çabalarının geçmişinde öncelikle -asıl adı “Uluslararası İşçi Derneği” olan- Birinci Enternasyonal’i (1864-76), İkinci ‘Sosyalist’ Enternasyonal’i (1889-) ve Üçüncü ‘Komünist’ Enternasyonal’i (1919-1943) saymak gerekir. İkinci ve Üçüncü Enternasyonaller işçi sınıfı partilerinin ortak siyaset belirlemek için kurduğu örgütlerdi.
İkinci Dünya Harbi’nden sonra kapitalist dünya sisteminin merkez ülkelerine karşı çevre ülkelerde devlet düzeyinde dayanışma örnekleri görüldü. Bu bağlamda Bandung Konferansını ve Bağlantısız Ülkeler Hareketi’ni hatırlamak gerekir. İkinci Dünya Harbi’nden önce ve sonrasında (sosyalist ülkelerin desteğiyle) müstemleke halklarının bağımsızlık mücadeleleri dünyayı sarmıştı. Harpten sonra bağımsızlığına kavuşan ülkelerden yirmi dokuz Asya ve Afrika ülkesinin temsilcileri, dünya sisteminin baskılarına karşı bağımsızlıklarını koruma ve kalkınma ortak davasında dayanışmak amacıyla 1955 yılında Endonezya’nın Bandung şehrinde bir konferansta toplandı. Bu konferansta kalkınmak için kendi aralarında yardımlaşmaya karar verdiler ve dünya ticaretinde ortak menfaatlerini korumak için merkez ülkelere ortak taleplerde bulundular. 
1961’de Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri Bağlantısızlar Hareketi’ni başlattı. Bağlantısızlık, ABD etrafında oluşan ittifak ile ve SSCB etrafında oluşan ittifak ile bağlantılı olmamak anlamına gelmekte idi ise de, dayanışması esas itibariyle emperyalist devletlere karşı idi. Bu hareketin başını Mısır, Hindistan, Yugoslavya, Endonezya ve bazı Afrika ülkeleri çekti. Bağlantısızlar Hareketi, Bandung’da alınan kararları uygulamaya koymak için gayret etti. Bu gayretlerin neticesinde Birleşmiş Milletler 1960’ları “Kalkınma Onyılı” ilân etti ve 1961’de Birleşmiş Milletler’in birinci Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) toplandı.
Çevre devletlerinde egemen burjuva sınıfların bağımsızlık, kalkınma, sosyal adalet gibi hedefleri benimsemesi ve emperyalizme karşı ihtiyatlı tavır göstermesi hem bu ülkelerin müstemlekelikten (siyasî bağımdan) yeni kurtulmuş olmasından hem de kurtuluş mücadelelerinin yükünü emekçilerin çekmesi sebebiyle onların siyasî ağırlığının artmış olmasındandı. Ancak burjuvaların emekçilerle bu hedeflerde uzlaşmasında sosyalizmin dünyada kazandığı başarılar da belirleyici bir önem taşıyordu. Zira SSCB ve Çin’in sunduğu örnekler, çevre ülke emekçilerinin gözünde cazip bir toplumsal proje teşkil ettiğinden çevre ülkelerinin burjuvaları ülkelerinde sosyalizmi önlemek için kendi emekçi sınıflarının talep ve özlemlerini hesaba katmak mecburiyetini hissetmekte idi.
1973’te Arap ülkeleri, Yom Kippur Harbi denilen Arap-İsrail Harbinde İsrail’i destekleyen emperyalist devletlere petrol ihraç ambargosu uyguladı. 1973’te petrol ihraç eden ülkeler teşkilatının (OPEC) bundan yararlanarak petrol fiyatlarını kontrol altına alıp artırması diğer çevre ülkelere örnek oldu. Yetmiş yedi çevre ülkesinden oluşan Yetmiş Yediler Grubu, dünya ticaretini fakir ülkeler lehine yeniden düzenleme ümidi ile bir “Yeni Uluslararası İktisadî Düzen” projesi geliştirdi.
Özetle, 1945-1970 yılları çevre ülkelerin dünya siyaset sahnesinde birlikte davrandığı ve dünya iktisadî sisteminin bazı etkilerini sınırlayarak iyi kötü millî kalkınma politikaları uygulayabildikleri bir dönemdi. Örneğin çevre ülke devletlerinin ithalatı kontrol etmesine, yabancı şirketlerin yatırımlarında şartlar koşmasına merkez ülkeler itiraz edememekte idi.
Ancak petrol ihracatçısı çevre ülkelerin petrol zamlarına ve merkez ülkelerde işçi sınıfının 1968’de artan ücret taleplerine karşı merkez ülkelerin sermayedar sınıfları 1970’lerde harekete geçti. ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher iktidarlarının uyguladığı ekonomiyi daraltıcı politikalar işsizliği kasden artırarak kendi emekçilerinin mücadelesini bastırdı. Merkez ülkelerde iktisadî daralma aynı zamanda dünya ticaretini durgunlaştırdı ve tarım ve çevre ülkelerin ihraç ettiği maden ürünlerinin fiyatlarını çökertti. Petrol zamlarından zaten olumsuz etkilenen petrol ithal eden çevre ülkelerinin ihracat gelirleri de kısılınca dış ödeme dengeleri bozuldu ve borçlarını ödeyemez duruma düştüler.
Çevre ülkeleri bu durumda yine işbirliği yaparak borç ödemelerini askıya alabilir ve alacaklıları olan “uluslararası” bankalara karşı birlikte davranabilirlerdi. Ama (Türkiye’de 1980 darbesi ve Özal’ın uygulamalarıyla simgeleşen) siyasî değişiklikler bütün çevre ülkeleri sarmakta idi. SSCB’nin tedricen zayıflaması ve beklenmedik, anî dağılması, Sovyet ülkelerinde ve Çin’de kapitalizme dönüş***, ve bu gelişmeler üzerinde yapılan propaganda, emekçilerinin gözünde sosyalizmin bir toplumsal proje olarak cazibesini zayıflattı, ve sermaye için sosyalizmi tehdit olmaktan çıkardı. Bu sebeple çevre ülkelerde yerli burjuvaların, emekçiler ile millî kalkınma hedefi etrafında oluşan siyasî uzlaşmayı devam ettirmeye ihtiyacı kalmadı. Millî kalkınma doğrultusunda uluslararası iş birliğine de ihtiyaçları kalmadı. Çevre ülke devletleri birer birer dış borçlarını idare etmek için Dünya Bankası’na müracaat etti. Bu banka da yapısal uyum programları adı altında çevre ülkelerde kalkınmacı ve dünya sisteminin etkilerini kısıtlayıcı (ithalat kontrolları, sermaye hareket kontrolları, yabancı sermaye yatırımlarının denetimi, banka kredilerinin kontrolu gibi) hangi politika araçları var idiyse hepsini tasfiye eden süreci başlattı.

Çoğulculuk aldatmacası

Bu kısa tarihçe, günümüzde kapitalist dünya sisteminde çevre ülkelerde egemen burjuva sınıfların millî kalkınma davasından neden vazgeçtiklerini ve çevre devletlerinin uluslararası iktisadî ilişkilerde kendi aralarında dayanışmaktan neden vazgeçip merkez ülkelerle iktisadî bütünleşmeye yöneldiklerini kısmen açıklamaktadır. Ama bu, dünyada kapitalizme karşı mücadelede sosyalizm projesinin yerini neden kapitalizmin toplumsal ve iktisadî tahribatına karşı çıkan “sosyal hareketlerin” aldığını izah etmeğe yetmez. Bunun üzerinde ayrıca durmak gerekmektedir.
Burjuva sınıflar, 1990’larda SSCB’nin dağılmasının, Sovyet ülkeleri ile Çin ve Vietnam gibi ülkelerin kapitalizme dönmesinin yarattığı etkiden yararlanarak hem emekçi sınıfların iktidarı fikrine, hem de sosyalizm fikrine güvensizlik yaymayı başardı. Burjuvalar, bu ülkelerin akıbetini örnek göstererek, emekçi sınıflar iktidarı alsa bile devlette görev yapacak kadroların mutlaka tabakalaşacağı, imtiyazlı bir sınıfa dönüşeceği fikrini yaydılar. Emekçi iktidarı fikrine karşı yaratılan kuşkuyu, ulus devlet çağının geçtiği ve egemenliğin artık ulus devletten mahallî idarelere ve uluslararası (“ulus üstü”) kurumlara devredilmekte olduğu (ve bunun demokratik bir gelişme olduğu) yolundaki propaganda pekiştirdi. Sosyal hareketler (işçiler, köylüler, çevreciler, kadın hakları savunucuları, millî, dinsel, ırksal azınlık haklarını savunanlar vs.), düzene karşı mücadelelerini iktidara yönelerek değil, grev, boykot, kitle gösterileri düzenleyerek, kapitalist toplumun bağrında almaşık toplumsal projeler uygulamağa çalışarak taleplerini kabul ettirme ve haklarını savunma yöntemini esas aldılar.
Beri yandan emperyalist ülkelerin sosyal bilimcileri, “çoğulculuk” ve “kimlik siyaseti” adı altında, kapitalizmin yol açtığı sorunlara karşı mücadeleleri, mücadele alanlarına göre bölmeyi başardı. İnsanların çok kimlikli olduğunu, sınıfsal aidiyetin kimliklerden sadece bir tanesi olduğunu vurguladılar. İnsanın ırkı, dini, milliyeti, cinsiyeti vs. sebebiyle de ezilebileceğini ve mücadelesini ırk, din, milliyet vs. gibi kimlikler temelinde örgütlenerek yürütmesi gerektiğini savundular. Böylece kapitalizmin yol açtığı çeşitli sorunların her birinin ayrı bir mücadele alanı olarak algılanmasını sağlayıp, kapitalizmin yarattığı bütün toplumsal sorunları, sınıf bilinci ile sosyalizme yönelerek tasfiye etme projesini zayıflattılar.
Şüphesiz emperyalizmin bu başarısında yirminci yüzyıldaki sosyalizm tatbikatının çeşitli zaaf ve hataları mevcuttur. SSCB’de ve Çin’de sosyalizmin rahatça tartışılıp savunulamaması (bu ülkelerde sosyalizmi rahatça tasfiye edebilecek bir hâkim sınıfın oluşması ve emekçi kitlelerin sosyalizmi savunamaması bunu göstermektedir); SSCB’de ve başka ülkelerde yetmiş yıllık sosyalist eğitim ve kültürün milliyetçi duyguları tasfiye edememesi; çevre tahribatına ilgisizlik gibi sorunlar sermayedar sınıflara etkili propaganda malzemesi teşkil etti.***
Emperyalizmin bu başarısını Dünya Sosyal Forumu Uluslararası Kurulu’nun yukarıda özetlediğimiz ilkelerinde görmek mümkündür. İlkeler, emekçilerin geçim, demokrasi, özgürlük sorunlarının sermayedar sınıfın düzeninden, ideolojisinden ve iktidarından kaynaklandığının bilincini yansıtmaktadır. Ancak aynı ilkeler arasında çeşitli ifadeler, dünyayı gerçekten değiştirmek için elzem olan asgarî şartların gerçekleşmesine muhalif bir tavrı Forum’a katılanlara dayatmaktadır.
Dünya Sosyal Forumu Uluslararası Kurulu Forum’un, ekonomi, kalkınma ve tarih konusunda “totaliter ve indirgemeci” görüşlere karşı olduğunu kaydetmiştir. Tarihî maddeciliği totaliter veya tarihsel gelişmeyi tek sebebe indirgeyen bir görüş olarak tarif etmek çok yanlıştır; ama Forum’un ilkelerinde kastedilenin tarihî maddeciliği kapsadığı sezilmektedir. Pekiyi, gelecekte sosyal hareketlerin tecrübesinin artması ile Forum’a katılanlar arasında tarihî maddeci görüş ağırlık kazanırsa ne olacaktır? Ayrıca, “küreselleşen kapitalizme” karşı mücadele amacı etrafında toplanan Forum’un ekonomi, kalkınma ve tarih konusunda “indirgemeci görüşlere karşı” olduğunu saptamanın pratik faydası nedir?
Forum’u düzenleyenlerin bir ilkesi de, devletin toplumu kontrol etmek için şiddet kullanmasına karşı olmasıdır. Bu, devletin ve iktidarın kendisine karşı olmaktır. Devlet bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde hâkimiyet aygıtıdır ve bu hâkimiyet zora dayanır (“iktidar namlunun ucundadır”). Forumun ilkelerini kaleme alanlar devlete ve iktidara yönelmeye karşı çıkmakla, muhalefet mevziinden iktidardaki kapitalist sınıfa kapitalizmi ıslah ettirme hayalini savunmuş olmamakta mıdır? 

Forumların geleceği

Dünya Sosyal Forumu Uluslararası Kurulu’nun 10 Temmuz 2001’de kabul ettiği ilkelerdeki çelişkiler, bunun bir uzlaşma metni olduğunu hissettirmektedir. Örneğin Üçüncü Dünya Sosyal Forumu’nda bazı konuşmacılar (örneğin İsviçreli Jean Ziegler) Forum’un kendisini yeni bir dünyanın inşa edildiği bir eylem olarak algılamakta idi. Buna mukabil Mısırlı Semir Emin ve Hintli Prabhat Patnaik gibi başka konuşmacılar ise, işçi köylü ittifakını inşa etmenin gereğini ve çevre ülkelerinin dünya sisteminden huruç etmesi sorununu tartıştı. Forumu düzenleyenlerin içinde çoğulculuk anlayışı uyarınca sosyal hareketlerin bölünmüşlüğünü olağan kabul eden reformcular besbelli çoğunluktadır. Ancak Foruma katılanların çoğunun sınıf iktidarı, devlet ve sosyalizm konularında ne düşündüğü bilinmemektedir, bunu saptamak mümkün değildir. Ayrıca üç yıl içinde Sosyal Forumlara katılanların kapitalist düzeni algılayışındaki değişiklikleri izlemek için -hiç değilse şimdilik- elde veri mevcut değildir.
Dünya Sosyal Forumları, dünyada sınıf mücadelesine öncülük eden Marxçı Leninci partilerin uluslararası konferanslarına elbette ki almaşık değildir. Fakat Forumlar besbelli işçi sınıfının ideolojisini dünya emekçileri arasında yaymak için verimli bir alandır. Bunun için sosyalistlerin böyle bir mücadele yürütmek için hazırlanması ve Forum’a hazırlıklı gitmesi gerekir. Forum’u böyle bir gayrete değer kılan, çok sayıda emekçi kitle örgüt temsilcilerinin bir yerde toplanması, Forum’un sağladığı sesini duyurma ve tartışma imkânıdır. Sosyalistlerin yürüteceği ideolojik çalışmanın içeriği bellidir: çoğulculuk ve kimlik siyasetini eleştirmek ve bölücü etkilerini teşhir etmek, kapitalist dünya sisteminin yol açtığı (ve Forum’da tartışılan) sorunlarının çözümü için emekçi iktidarının ve sosyalizmin gereğini anlatmak ve diğer katılımcıların mücadele tecrübelerini öğrenmek, onların mücadelelerinden ders çıkarmaktır.
Batı, Orta ve Kuzey Avrupa ülkelerinin emperyalist tek bir merkez olarak birleşmesi, ABD’nin cihan hâkimiyetini muhafaza etmek için giderek askerîleşen bir dış siyaset gütmesi ve saldırganlaşması, gerek çevre ülkelerde gerekse merkez ülkelerde emekçilerin sorunlarına daha gerçekçi ve kökten çözümleri benimseyecek hâle gelmesine zemin hazırlamaktadır. Sosyalistlerin bu zemini değerlendirmesi gerekir.
Öte yandan çok uluslu şirketler faaliyetlerini dünyaya yaymakta, merkez ülkeler de “uluslararası kurumlar” (Dünya Ticaret Örgütü, Para Fonu, NATO, OECD vs.) vasıtası ile dünya sisteminin yönetimini birkaç örgütte toplamaya çalışmaktadır. Dünyada sermayenin iktidarını bu merkezîleştirme eğilimine karşı emekçilerin sermayeye karşı mücadelelerini eşgütmenin ve birleştirmenin önemi artmaktadır. Bölgesel sosyal forumlar ve Dünya Sosyal Forumu sosyalistlerin, sınıf bilinçli emekçilerin çalışmasıyla, dağınık tartışma buluşmalarından, kapitalist dünya sisteminin kendisine karşı mücadelede etkili ve pratik eşgüdüm kararlarının alındığı toplantılara dönüşebilir.

Davos’un üzerindeki gölge

Ocak ayının sonunda dünya egemenleri yine Davos’ta bir araya geldiler. Her yıl mutad Davos toplantılarında “fikir alış verişi” yapanlar, kuşkusuz bazı değişikliklerle, yine toplantı salonlarını ve kulisleri doldurdular. Geçen yıl Türkiye’den Ecevit ve ekibinin arzı endam ettikleri salonlarda bu yıl Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül başta olmak üzere AKP hükümetinin neredeyse tamamı birikti. Ecevit’in koltuğunun altında 25 milyar dolarlık kalın bir özelleştirme dosyası vardı. AKP yöneticileri dosyaların yanına mankenleri ve gösteri gruplarını da ekledi.
Türk medyasında manşetler, “Davos’a Türk çıkarması”na ayrıldı. Oğlunu da beraberinde götüren sosyete gözlüklü T. Erdoğan’ın kürklü ve türbanlı karısıyla karlar üzerindeki gezintileri, Erdoğan’ın panel konuşması ve hitabet gücü kadar işlendi. Hitabetiyle ise herkesi kendisine ve kuşkusuz Türkiye’ye hayran bıraktığı anlatıldı. Soruları pek ustaca yanıtlamıştı. Bu yıl geleneksel balosunu da yapmayan Davos’ta yemeği ve mankenleriyle Türk Gecesi ise ilgi odağı olmuş, spekülatör Soros ve N. Y. Times’ın ünlü dış politika yazarı T. Friedman başta olmak üzere tüm dünya seçkinleri başımıza üşüşmüşlerdi.
Davos üzerinden “muhalif” iç politika yapmanın da sonu yoktu. Kimi Erdoğan’ın karısının türbanını çekiştirdi, kimi gecenin masrafını diline doladı, kimisi de Sarıkamış’ın yerli karlarının ulusallığına yaslanıp Kars ve Ardahan’ın problemleri dururken Davos’a masraflı geziyi suçladı. AKP medyası “Davos’un Türkiye için büyük perestij” olduğunu vurgularken, Erdoğan da eleştirmenleri şizofren olarak niteledi.
Ancak hem yücelticiler hem de eleştiriciler Türkiye’yi ve “doğrusu” ya da yanlışıyla Tayyip Erdoğan ve hükümetini neredeyse Davos’un merkezine yerleştirdi, Davos üzerine heyüla gibi çöken ve başlıca katılımcılarını kaygılara boğan asıl sorunları mercek altına alma yerine; ya türbana ya yemekli geceye ya da kar ve kar üzerinde gezintilere değer verdi. Zaman zaman haberci ve köşe yazarlarının satır aralarında “Davos’un tedirginliği” ve zirvenin kaygıları yer almadı değil; ama bunlar, söz edenleri de dahil, bin bir gece masalları kimseyi avutmaz olunca, kendilerine yer bulabildiler. Hasan Cemal örneğin, baktı ki olmuyor, Davos’u kıskacına alan gerginliğe, “güven” ve güvenlik sorununa, savaşa karşı atmosfere, anti-Amerikan havaya değinen yazılar kaleme aldı. Ancak tüm bunlar Davos’a dair masajı sarsmadı, sarmamasına özen gösterildi. Dezenformasyon (yanlış bilgilendirme, bilgisizlendirme) Davos toplantılarının amacı ve gerçek içeriğinin gizlenmesine yönelik olduğu kadar, toplantılara egemen olan kaygılar ve Davos üzerine çöken ağır havayı koşullayan gerçeklerin şovlara kurban edilmesine yönelikti.

DAVOS PRESTİJ MEKANI MI?
Davos’un bir yönüyle “prestij mekanı” özelliğine sahip olduğu ret edilemez. Ancak Türkiye ya da benzeri bir ülke ve yöneticilerinin prestij mekanı olmadığı da kesindir.
Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum – WEF) toplanır. Katılımcıları, WEF üyesi şirketlerle başbakanlar, daha çok ekonomi bakanları, hazine ve merkez bankaları yöneticileridir.
Ancak DAVOS toplantıları, her önüne gelen şirketin katıldığı türden toplantılar değildir. Şirketler bakımından, yalnızca dünyanın kaymağını yiyenler, dolayısıyla dünya ve tek tek ülkelerin ve ekonomilerinin gidişatı üzerinde söz söyleyebilecek olan ve bu hakkı bulunduğu kabul görenler, WEF üyesi olabilir ve Davos’a katılabilir. WEF üyeliği ve Davos’a katılım, şirketlerin sözü edilen nitelikleri taşıyıp taşımadıklarını ölçen koşullara bağlanmıştır. Şirketler iktisadi varlıklardır ve şirketlerin gücünü tanımlayan ölçü, kuşkusuz sermayeleridir, şimdiye kadar ekonomik gücün başka bir ölçütü keşfedilmemiştir.
Şirketlerde WEF üyesi olabilmek için aranan başlıca koşul, yıllık 1 milyar dolarlık ciroya sahip olmaktır. Bankaların ise, 1 milyar dolarlık sermayelerinin olması koşulu aranır. Bu koşullar, bırakalım küçük ve orta büyüklükteki şirketleri, irili-ufaklı tekellerin de dışlanması anlamına gelir. Örneğin Türkiye’den ya da benzeri ülkelerden ülkelerinin ölçülerine göre “dev şirketler” kategorisine giren tekeller Davos’a giremezler.
Bu temel ölçüye uygun olanlar da WEF üyeliği için yıllık 12-15 bin dolarlık bir aidat ödemek durumundadırlar. Üyelerin toplantılara katılma fiyatı ise, 7500 dolardır.
Davos’a dünyanın “en seçkin” şirketleri katılır. Türk Gecesi’ne teşrif ettiği için övünülen Soros benzeri spekülatör parababaları, irikıyım silah ve petrol tekelleri başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında sınai-mali-ticari iş yapan, dolayısıyla çok sayıda ülkede ilişki ve çıkarları olan ve hükümetlerin şu ya da bu politika ve kararlarıyla milyonlarca, milyarlarca dolarlık tatlı kâr vurgunları vurma olanaklarına sahip uluslararası tekeller Davos’un başlıca aktörleridir.
Bir grup katılımcı bunlardır: uluslararası tekeller, sahip ve yöneticileri, emperyalist burjuvazi ve hemen tümü şirket hissedarı olan managerler.
Peki, bunlar niçin, üstelik para ödeyerek bir toplantıya katılırlar? Bir dizi ülkenin, örneğin Türkiye’nin başbakan, bakanlar ve sair yöneticilerinin konuşma yeteneklerini izleyip görmek, pek merak ettikleri düşüncelerinden bir şeyler kapmak için mi? Niçin dünya ülkelerinin devlet yöneticileriyle bir araya gelme peşindedirler? Amaçları nedir?
Tanıma ve kişisel ilişkiler kurma bir amaçtır. Ancak bunlar, asıl amaçların aracıdır. Tanışıklıklar ve kişisel ilişkiler, bir uluslararası şirket söz konusu olduğunda, şirketin amacına ulaşmasını kolaylaştırmaktan başka işe yaramaz. Bir şirketin kârdan, daha fazla ve yüksek oranlı kârdan ve bunun koşullarını yaratmaktan başka amacı ise olamaz. Tüm yatırım ve ticareti, mali oyunları, şirketin izlediği tüm politika ve stratejiler, kâr amacına yöneliktir. Uluslararası şirketler ve temsilcilerini Davos’a getiren de yalnızca bu amaçtır.
Kuşkusuz ülkelerin yöneticileri tanımak, izledikleri ve izleyecekleri politikalara ilişkin bilgi sahibi olmak WEF üyesi şirketlerin ilgi alanına girer. Ancak, hem de en “seçkinleri” bir araya toplandığında, şirketleri, hükümetler ve siyasetçiler karşısında pasif bir pozisyonda varsaymak, yalnızca tanışmak ve bilgi edinmekle yetindiklerini, yetineceklerini düşünmek; sermayeyi ve kapitalizmi, tekellerin egemenliği demek olan emperyalizmi, bu egemenliğin koşullarını hiç anlamamak olur. Üstelik artık örneğin IMF-hükümetler ilişkisini yaşayıp görenler bakımından, WEF ve üyesi tekellerin pasif bilgileniciler olmadıklarını bilmek için derin araştırmalara, teorik incelemelere gerek de bulunmamaktadır. Bu, günlük yaşamın bir bilgisine dönüşmüş ve örneğin okuma-yazması bile olmayan işçi ve emekçiler bakımından anlaşılır olmuştur. Uluslararası tekeller ve kuruluşları, hükümetlerle, yalnızca bilgilenmeye dayanmayan ama en sıradanı iş bağlantısı sağlamak olan, pasif olmayan bir ilişki içindedirler.
Merkez ülkelerinde bu en “seçkin” tekeller hükümetlerle, devletin asıl aygıtı olan sivil ve askeri bürokrasi ile iç içe geçmiş ve bir yönetici “seçkinler zümresi” oluşturmuşlardır: mali oligarşi. ABD örneğinde, Bush’un, Cheney ve istisnasız tüm belli başlı Beyaz Saray, Pentagon, Dışişleri, Hazine vb. yetkililerinin tekellerle kişisel bağlantılarından, şu ya da bu “en sivri” tekellerin hissedarı, yönetim veya denetleme kurulu üyeleri olmalarında, tekellerle devlet yönetiminin kişisel iç içe geçmesi olarak mali oligarşi kolaylıkla görülebilir.
Bu, tekellerle hükümetler arasındaki ilişkinin en gelişkin biçimidir. Ve zaten Davos türü toplantılara katılanlar irili-ufaklı mali oligarklardır. Soros’un yanında C. Powell’i görürsünüz.
Ancak tekellerle hükümetler arasındaki ilişkinin tek biçimi bu değildir. Uluslararası mali sermaye, tarihten gelme ulusal şekillenişler içinde gruplaşmış durumdadır. Uluslararası ilişkileri son derece gelişkindir ve içinde oluştuğu ulusal çerçeveye sığabilen mali sermaye grubu yoktur; ama dünya üzerinde ulusal olan hiçbir şeye yer kalmadığı iddiasındaki küreselleşme çığırtkanlığını yalanlayarak, yaygın uluslararası bağlantılarının yanı sıra, mali sermaye, belirli odaklar halinde  merkezilenmiştir: Amerikan, Fransız, Alman, Rus, Çin, Japon ve ikincil olarak Türkiye, Malezya, Arjantin vb. mali sermayeleri gibi. Hangisinin ilişkilerinin nerede başlayıp nerede bittiği pek söylenemeyecek olan bu mali sermaye grupları, hem uluslararası mali sermayenin parçalarını oluştururlar, işçi ve emekçiler, dünya halkları karşısında ortak çıkara sahiptirler hem de çıkarları kendi aralarında farklılaşan merkezler durumundadırlar.
Kendi aralarında bölünmüş uluslararası mali sermayenin, Amerikan, Alman vb. sermayelerinin temsilcileri Davos türü toplantılarda bir araya gelirler. Büyük tekellerin ve hükümetlerin temsilcileri toplanırlar. Benzeri bir toplantı türü, daha da seçkin zevatın bir araya geldiği gizlilik düzeyi yüksek Bilderberg toplantılarıdır. G-7, G-8; küçüklerin dışlandığı yine benzer toplantı türleridir.
Büyük emperyalist ülkelerin G-7 ve G-8 olarak anılan zirve toplantıları, belli başlı mali oligarşi gruplarının iktisadi ve siyasal çıkarlarının uyumlandırılmasına çalışıldığı zemini oluşturur. Kuşkusuz, bunlara, daha özel olarak iki ya da daha fazla mali oligarşi grubunun tekeller ya da hükümetler düzeyinde veya her iki düzeyde birden düzenledikleri kimisi görece süreklilik kazanmış toplantılar ve kurumsallaşmalar da eklenmelidir. Amerikan-İngiliz, Alman-Rus vb. görüşmeleri, ilerlemiş düzeyiyle ve hatta takılan yeni “Fransalmanya” adıyla Fransız-Alman bloklaşması, Avrupa Birliği, NAFTA vb. gibi. Bir araya gelerek kurdukları kurumlar da vardır: BM, IMF, DB, DTÖ vb. gibi.
Farklı bir ilişki türünü ise, “büyükler”le “küçükler”in ilişkisi oluşturur. ABD-Türkiye arasında iktisadi, siyasi, askeri, kültürel vb. alanlara özgü ilişki örneğinde bu türü görüyoruz. Son Irak pazarlığı süreci, bu ilişkinin içeriğini herkes açısından anlaşılır kılmıştır. IMF ile imzalanan stand-by anlaşmaları ve genel olarak IMF-Türkiye ilişkileri, yine bu ilişki türünün geniş kitleler tarafından net biçimde algılanıp kavranmasını sağlamıştır.
Gerek doğrudan hükümetler arası görüşmelerde, gerek IMF, DB gibi özel işlev yüklenmiş mali sermaye kurumlarının hükümetlerle görüşmelerinde, gerek AB, Gümrük Birliği gibi tekelci birliklerle ilişkilerde, gerekse Davos türü toplantılarda büyüklerle büyükler olduğu kadar büyüklerle küçükler de bir araya gelirler. Örneğin ABD, Almanya ve diğer büyüklerin yanı sıra Türkiye, Arjantin gibi ülkeler de IMF üyesidirler. IMF dünya mali sermayesinin bir kurumudur. Ama kim Türkiye mali sermayesinin bu kurum, karar ve uygulamaları üzerinde söz sahibi olduğunu iddia edebilir? Türkiye mali sermayesi, Amerikan ya da Alman mali sermayesi karşısında olduğu gibi IMF karşısında da dayatmalarına uyumlanmaktan başka seçeneğe sahip değildir. IMF, en büyük tekellerin, onların kontrolündeki büyük emperyalist devletlerin, belli başlı mali sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda işler, kararlar alır ve politikalar dikte eder.
Hammadde kaynakları, pazarlar, kaynaklara ve pazarlara ulaşım yolları üzerinde denetim kuran, sayısız fabrika ve işletmelere sahip, üretimi, miktar ve fiyatlarını dikte eden, dev sermayeleri ve borç-kredi olanaklarını kontrolünde tutan ve kuşkusuz büyük emperyalist devletlerin hükümetleriyle kişisel ilişkilerini de kurmuş olan belli başlı mali sermaye grupları; sadece yatırım, fiyatlar, kredi ve borçlar gibi salt iktisadi süreçleri değil, ama en başta iktisadi güçlerine dayanarak, ülke ekonomilerini, giderek politikalarını, toplam olarak ülkeleri denetlerler. Kendi ülke ekonomisini ele geçirmiş, devletinin politikalarını çıkarlarına uygunlaştırmış ve ilişkilerini uluslararası alana yaymış olan tekeller ve mali sermaye gruplarının, asıl çöreklendikleri devletlerin yanı sıra kurdukları uluslararası tekelci kurum ve birliklerin de gücünü kullanarak küçük ülkeleri, iktisadi ve siyasi yaşamlarını, karar mekanizmalarıyla birlikte ele geçirmeye, bu ülkeleri kendilerine bağımlı kılmaya yönelmeyeceklerini beklemek saflık olur. Davos türü toplantılarla bu bağımlılık ilişkileri en üst düzeylerden pekiştirilir. Küçük ülkeler yönetimleri sorguya çekilir, doğrudan ya da dayatmalarla yönlendirilir, belirli kararlar almaya ikna edilir, tersi durumda başlarına gelecekler önlerine konur. Prestijli olanlar büyüklerdir, dev tekeller ve büyük emperyalist devletlerin seçkinleridir; Türkiye gibi ülkelerin “seçkinleri”nin büyükler karşısındaki “prestiji”, kendi iktidarlarının ve ülkelerinin olanaklarının “iyi” pazarlanmasıyla sınırlıdır. Bu pazarlıkların “iyilik” ölçüsü, hiçbir şekilde “ulusal çıkarlar”ın gözetilmesi olamaz, bu olanaksızdır. Pazarlıklar, bağımlılık zemin edinilerek ve dev tekellerin çıkarları esas alınarak yürütülebilir; “iyi” olarak gösterilen, bu pazarlıklarda ülkenin kaynakları ve olanaklarının talana açılması karşılığında alınan “sus payları” ve rüşvetlerdir.
Anlaşılması için, herhangi bir esnaf hatta orta büyüklükte bir işletmenin kredi ilişkisi içinde olduğu bir banka ya da ürünlerini pazarladığı veya girdi olarak kullandığı veya aynı malı ürettikleri bir tekelci işletme karşısında ne denli söz hakkı ve yaptırım gücü olduğu düşünülebilir. Türkiye, Irak saldırısına suç ortaklığı pazarlığında ABD karşısında ya da borç-kredi ilişkisi içinde olduğu IMF karşısında benzer konumunda durmuyor mu? Davos’ta, bir kısmının sermayeleri milli gelirinden fazla olan tekeller karşısında Türkiye’nin eşit ve prestijli bir yer tuttuğu ve tutabileceği düşünülemez.
Nitekim Davos’ta ABD Dışişleri Bakanı Powell’le yaptığı 1,5 saatlik bir görüşme sonrasında Gül, Türkiye’nin Irak istilasına katılma kararını ilk kez resmi olarak açıkladı. Erdoğan da yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi için ellerinden geleni yapacaklarını ilan ederek pek çok şirketin temsilcileriyle “çok verimli” görüşmelerde bulunduklarını belirtti.
Öte yandan, kuşkusuz Davos’a Amerikan ya da Alman vb. mali sermayeleri tek bir kişi tarafından temsil edilerek katılmıyorlar. Orada, büyük emperyalist devletlerin bir çok tekeli ayrı ayrı, kendi özel çıkarlarını savunup gerçekleştirmek üzere temsil ediliyor. Hükümetlerin yetkilileriyle görüşüyorlar, iş bağlantıları yapıyor, belirli rüşvetler karşılığı kolaylıklar sağlıyorlar.
Tüm bunların ötesinde, dünya kapitalist ekonomisinin kaymak tabakası, hükümetlerin temsilcileriyle birlikte; dünyanın ekonomik, sosyal ve onlara kopmazca bağlı siyasal sorunlarını gözden geçiriyor, ortak çıkarlarının gerçekleştirilmesine ilişkin önlemler kararlaştırıyor, farklı mali sermaye grupları arasında uzlaşmalar ve geçici birlikler sağlanmasını da kapsamak üzere, dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasında adımlar atıyorlar. Davos, Bilderberg, G-7 ve G-8 benzeri toplantılarının gündemini bu tür başlıklar oluşturuyor. Ancak bu yıl Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu toplantıları kaygı dolu bir ortamda ve üzerine çöken ağır havayla gerçekleşti.

KORKULAR VE GÜVENSİZLİK
Kaygıları koşullayan belli başlı dört veri, kapitalist dünyayı saran durgunluk ve kriz, krizin küreselleşme politikalarının olumsuz sonuçlarını büyütmesiyle kontrol edilemez hale gelmekte olan emekçi kitlelerin artan hoşnutsuzluğu, ABD’nin Irak istilası dayatması ve kuşkusuz dünyanın yeniden paylaşılmasına ilişkin anlaşmazlıklardan kaynaklanan emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi ve yeni bloklaşma eğilimlerinin belirmesi olarak sıralanabilir. Yarattıkları tedirginlik, korku ve güvensizlik Davos’a damgasını vurdu. Öyle ki, toplantıların gündemini belirledi; Davos’un ana teması olarak seçilen “Güven inşa etmek”ti. Ancak, bunlar, sağından solundan ama bağlantılarından koparılarak Türk medyasında yansımış olsa bile, gölgesinde gerçekleştiği bu tanımlayıcı koşullarıyla gerçek Davos tablosunun  çizilmesinden kaçınıldı.
Oysa WEF, Davos’a bu yönüyle hazırlıklı gelmişti. Gallup’a ısmarlanan ve 47 ülkede yapılan anket ve yansıttığı gerçek Davos kulislerini egemenliği altına almış, tartışmalarının da ana konusunu oluşturmuştu: Güvensizlik. Ancak bu güvensizlik, Bush’un yeni “güvenlik” konseptini geliştirirken dayanak edindiği “uluslararası terörizm” karşısında duyulan güvensizlikten temelden farklıydı. Anket sonuçları, en az güven duyulan kamu kuruluşları olduğunu gösteriyordu. Toplantılar başlarken sunulan ve 15 ülkede 15 bin kişiyle görüşülerek hazırlanan WEF araştırma raporu da, aynı yönde sonuçlara işaret ediyordu. Dünya ölçeğinde hükümet yöneticilerine, liderlere olan güven azalmıştı. Bush ve ekibi de güven kaybından kurtulamamıştı. Henüz kapitalist ideolojik çerçeve kırılamamıştı; dünya üzerinde en çok güvenilenler kapitalizmin “yedekleri” olarak “sivil toplum kuruluşları” yöneticileri olurken, onları dini liderler izliyordu. Ancak kapitalizm güvensizlik duygusu yaymakta, uzun yıllardır özlemleri sahte cennet vaadleriyle yönlendirilebilen, muhalefetleri sistem tarafından emilip kanalize edilebilen ezilen kitleleri yedekleme olanakları tüketilmekteydi.
“Liderler”, bu nedenle Davos’ta kendi güvenliklerine aşırı dikkat göstermişlerdi. Davos’ta bu yıl öncesinde hiç olmadık ölçüde güvenlik önlemi alınmıştı. Hasan Cemal anlatıyor:
“Davos bu yıl hem havadan hem karadan kuşatma altında! Dünya Ekonomik Forumu’nu izlemek için 1987’den beri her yıl bu dağ kasabasına geliyorum. Güvenlik önlemlerini hiç bu kadar sıkı görmemiştim.
Davos’un hava sahası uçuşlara kapalı. Belirli caddelerde trafik yasak. Boynunda Forum’un fotoğraflı kimlik kartı yoksa ortaklıkta dolaşman bile güç. Adım başı polis denetimi. Makineli tüfekleriyle devriye gezen İsviçre askerlerine ise bunca yıldır ilk defa rastladım. Herhalde Davoslular için de şaşırtıcı bir durum…
Dünyanın en zengin, en emniyetli ülkelerinin başında gelen İsviçre gibi bir ülkeyi bile terör korkusu ne hallere getirmiş diyebilirsiniz. Evet, kendini güven içinde hissetmeyen, tedirgin bir dünya…
11 Eylül dünyası!
Ekonomiye duyulmayan güven… Küresel kapitalizmi yapan dev şirketlere güvensizlik… Terör ve savaş riskinin tehdit ettiği yarının dünyasına duyulmayan güven…” (Milliyet, 24 Ocak)
“Terör korkusu” edebiyatını bir yana bırakın, Cemal’in de bozuk saat örneği zaman zaman doğruları yazdığını düşünebilirsiniz. Üstelik moda olarak ve kolaylıkla “terör”e eşitlenen ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinden farklı olarak bireysel teröre de, gelir dağılımı dengesizliğinin aşırı bozukluğu ile birlikte yaratılan haksızlık ve dışlanmışlıklar yol açmaz mı? Geleceğe tüm güvenini kaybeden ve örgütlü mücadeleye yatkın olmayan ara katmanlar ani parlamalara zemin oluştururlar. Terör, çoğu kez istihbarat örgütlerince farklı amaçlarla beslenmesinin de ötesinde, en başta kapitalizmin günahıdır!
Önemli olan ise, halkın yaygın ve tamamen gerçeklere dayalı güvensizlik duygusuna yapılan vurgudur: Ekonomiye, dev şirketlere, yarınlara duyulan güvensizlik. Bunun anlamı, kapitalizmin kendisine yeniden ve yeniden güveni üretecek mekanizmalarının, kitleleri en azından merkez (metropol) ülkelerinde kendine bağlayacak kanalların, dolayısıyla beklentiler yaratma araçlarının işlevsizleşmiş ya da işlevsizleşmekte oluşudur. Yalana ve baskıya dayalı olarak ve sömürü emekçilerin elinde bir şey bırakmamacasına sonuna kadar yoğunlaştırılarak varılacak nokta bundan başkası olamaz. Geriye yoğun güvenlik önlemlerine bel bağlamak kalır ki, sonu yoktur. Cemal, emekçi kitlelerin kapitalizmden kopuşlarının yarattığı havayı solumakta ve onu aktarmaktadır. Davos üzerine en başta bu olgunun gölgesi düşmüştür.

DURGUNLUK VE KRİZ
Dünya kapitalizminin içine sürüklendiği durgunluk eğilimi ve kriz, şüphesiz güvensizlik ortamını vareden başlıca kaynaktır.
Japonya on yıldan fazladır durgunluk içindedir ve bir türlü toparlanamamaktadır. Güneydoğu Asya “kaplanları”nı vuran kriz, bölge ülkelerinin belirli bir canlanma eğilimi içine girmelerinin ardından bir süredir yenilenmektedir. İlk dalgası “kaplanlar”ın ardından Rusya’yı vuran kapitalist kriz bu ülkenin ayağa kalkmasını önleyen temel bir faktör olarak zamana yayılmış haliyle ve şiddetinden kaybetmiş olsa da sürmektedir. Latin Amerika sarsılmaktadır. Arjantin çökmüştür, ama diğerleri ondan çok iyi durumda değildir. Bolivya, Kolombiya, Ekvador, Peru, Uruguay, Paraguay çöküntünün eşiğindedir ve yaygın kitle hareketlerine sahne olmaktadır. Balkanlar, Kafkasya azla yetinerek ayakta durmaya çalışıyor. Türkiye’nin hali ortadadır. Devam edilebilir; ancak geri kalan ülkeleri de temellerinden sarsma potansiyelleriyle dünya kapitalizminin asıl ülkelerinin içinde bulundukları durum önemlidir.
Günümüzde tüm ülkelerin az-çok kaymağını yiyen kapitalizmin başlıca ülkesi ABD 2002 yılını durgunluk içinde geçirmiştir. Yüzde 1’in altında “büyüme” rakamları da açıklanmaktadır. Hatta, nüfus değişkeni hesaba katıldığında küçülme yaşandığı bile söylenebilir.
ABD, Enron gibi büyük tekellere bile mezar olmuş, birçok büyük şirket tıkanmayı hileli bilanço oyunları ve spekülatif borsa taktikleriyle de aşamayarak iflastan kurtulamamıştır. Geçen yıl ABD’de şirket birleşmeleri ve yutmalar rekor düzeye ulaşmıştır. İkiz Kuleler’e bağlanan seyahat ve turizm şirketlerinin tıkanıklığı, sağlanan devlet desteğine rağmen, bu sektörde neredeyse ayakta şirket bırakmamıştır. Sadece bu sektörde 10,5 milyon kişi işsiz kalmıştır. “Yeni ekonomi” olarak sunulan bilgi ve elektronik teknolojisine dayalı sektörün dev tekelleri ve hisseleri borsada ciddi değer kaybına uğramış, Microsoft gibi kuruluşlar, ciro ve kârlılıklarına göre sıralamada tekrar eskilerin altına düşmüşlerdir. 2002’de işsizlik oranının yükselerek 5,6’ya ulaşması, bu durgunluğa işaret etmektedir.
Ancak durgunluk büyüklerden sadece ABD’yi vurmuş değil. Japonya’nın krizli durumundan sonra ABD ekonomisinin girdiği durgunluğun Avrupa ekonomilerinin durgunluğuyla tamamlanması, dünya kapitalizminin tıkanıklığına, krizin küresel karakterine işaret etmektedir. Sadece Çin büyümesini sürdürüyor. Dünya ekonomisinin “motoru” durumundaki ABD’deki durgunluktan kuşkusuz etkilenen Avrupa ekonomisinin –yaklaşık üçte birlik büyüklüğüne sahip- “motoru” Alman ekonomisi çoktan 2,8’lik büyüme hedefini aşağıya çekti. Bu, Almanya üzerinden bir canlanma beklentilerinin de fiyaskoyla sonuçlanması anlamına geliyor. Fransa ve diğerlerinin durumları da kötü. ABD’den başlayarak tüm büyük devletlerin silahlanma harcamalarındaki dev büyüme ve savaş sanayi komplekslerine büyük yatırımlar geçici bir canlandırıcı faktördür, ama ancak küçülme patlamalarını önleyebilmekte ve bugünkü durgunluğu garanti edebilmektedir.
Krizin savaşla tırmanacağına ilişkin tahminler ise ürkütücüdür. ABD’nin 2003’te en iyimserlerce ileri sürülebilen yüzde 2,5’luk büyümeyi yakalayabilmesi ihtimalinin Irak saldırısıyla birlikte hayal olabileceği ve hatta yüzde 2 civarında bir küçülmeye götürebileceği düşüncesi kaygıları artırmaktadır. İyimserliğin yanı sıra bilanço oyunları ve menkul kıymetler borsalarındaki hilelerle şişirilerek iyileştirilen bu oranın gerçeğini ise kapitalistler anmaktan bile çekiniyorlar.
Krizin küreselliğinin göstergelerinden işsizlik oranları patlamalı artışlara gebedir, şimdiden ileri noktalara ulaşmıştır. ILO’nun “Global İstihdam Eğilimleri” raporuna göre, dünya ekonomisinde iki yıldır süren yavaşlama nedeniyle, dünya ölçüsünde işsizlerin sayısı 180 milyona ulaşmış, işsizlerin sayısı geçen iki yılda 20 milyon kişi artmıştır. Rakamlar, kuşkusuz kayıtlı işçiler üzerinden verilmekte ve örneğin Türkiye’deki gibi işsizleşen sigortasız milyonlarca işçiyi ve tarımdaki ticaretteki küçük üreticilerin yaygın gizli işsizliği ve iflaslarla işsizleşmelerini dışta tuttuğu gibi; esneklik koşullarında, örneğin part-time çalışabilenleri, ücretsiz izinleri vb. hesaba katmamaktadır. Özellikle esnek çalışma dayatması, düşük ücret/maaş politikası ve hak gaspları (ikramiyelerde, sosyal yardımlarda kesintiler vb.) nedeniyle artan yoksulluk ve açlık sınırında yaşam, kuşkusuz yine küçültülmüş rakamlarla ILO raporuna yansımıştır. Rapor, yüz milyonlarca kişinin de, ancak hayatta kalmalarına yetecek düzeyde para kazanabildiklerini belirtmekte ve global istihdam durumunu “alarm verici” bulmaktadır. Rapora göre, kötü olan 2001 ile karşılaştırıldığında 2002 rakamları vahimdir. Dünyada işsizlik yüzde 5,9’dan 6,5’a yükselmiştir. Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde 2001’de düşen işsizlik oranının 2002’de yüzde 7.6’ya tırmanması ise, felaket habercisi gibidir. Durgunluğun sürmesiyle işsizliğin daha da büyüyeceğini düşünmek için kahin olmak gerekmemektedir.
Bu tablo Davos üzerine gölgesini düşürmüş, “güven inşa edilmesi” tartışmasını tetiklemiştir. Tekellerin yöneticilerinin kendilerini güvende hissetmemeleri boşuna değildir. Dünya nüfusunun hiç de küçük bir bölümünü oluşturmayan açlık sınırında ve üçte birine yaklaşan yoksulluk sınırının altında yaşayanları ve yüz milyonlarca işsiziyle kapitalizmin dünyası emekçi kitlelerin geleceğe güvensizliğini koşulladığı gibi, kapitalistlerin de güvensizlik duyguları ve kaygılarını kamçılamaktadır.
Bu tablo, Chavez’lere, Ekvador ve Brezilya’da sağlam önderlikler altında olmasa bile halkçı başkaldırılara götürmüştür. Arjantin’de fabrikalar işgal edilmiş, Türkiye’de bütün IMF’ci partiler çökmüş, AKP umut görülerek “iktidar”a taşınmıştır. Halkçı patlamaların yayılma ve ciddileşme tehlikesinin önünde şimdilik örgüt eksikliği durmaktadır. Ama nereye kadar?
Üstelik sorunun yalnızca bir dizi tahribatla atlatılabilecek durgunluk ve kriz olmadığını en iyi tekellerin yöneticileri, Davosçular bilmektedir. Durgunluk ve kriz, yıllardır izlenen ve tam bir kutuplaşmaya götüren küresel politikaların yıkıcı sonuçlarını derinleştirmiş, dayanılmaz kılmıştır. Kapitalist küreselleşmenin ürünü olarak zenginliklerin birkaç bin ailenin elindeki dev birikimiyle elinde avucunda bir şey bırakılmayan kitlelerin sefaleti arasındaki uçurum, bir tarafta dolar milyarderlerinin karşılarında da açların birikmesi; yükleri kuşkusuz “alttakiler”in sırtına yıkılan durgunluk ve krizlerle korkulara kaynaklık edecek bir hal almıştır. Nüfusunun en üstteki yüzde 1’i, alttaki yüzde 60’ından daha fazla kazandığı yani nüfusunun yüzde 84’ünü oluşturan milyarlarca insanın, gelirlerin sadece yüzde 16’sını elde edebildiği bir dünya güvenlikli olabilir mi? 29 OECD ülkesinin kalkınma ve bilimsel araştırmalara ayırdığı 520 milyar dolarlık miktar, 30 az gelişmiş ülkenin toplam üretiminden fazlayken, her gün 30 bin çocuk önlenebilir hastalıklardan ölürken, 325 milyon çocuk da fakirlik nedeniyle okula gidemezken ve durgunluk bu kutuplaşmayı büyütürken, Davos’ta toplanan nüfusunun yüzde birinin de yüzde birinin temsilcileri nasıl kaygılanmasınlar? Osman Ulagay kaygılı:
“Beni burada derin bir umutsuzluğa sürükleyen şey de bu yıl çok daha somut bir biçimde algıladığım bir uçurum oldu. Dünyanın dört bir yanında açlıkla, yoksullukla, hastalıkla boğuşan, iş bulamayan ve çaresizlik içinde kıvranan insanların durumlarıyla, onların sorunlarını çözme iddiasındaki insanların, yani Davos seçkinlerinin algılama düzeyi arasındaki dev uçurum.
Davos’ta Peru Devlet Başkanı Alejandro Toledo’yu, Kolombiya Devlet Başkanı Alvaro Uribe Velez’i, Brezilya’nın çiçeği burnunda Başkanı Lula da Silva’yı dinledikten, Afrika kıtasının nasıl bir umutsuzluk çıkmazında bu kez de AIDS’ten kırıldığını bir kez daha dinledikten sonra bir kez de dünyaya hükmetme, küresel düzeni yönlendirme iddiasındakileri dinleyince bu uçurumu, çok daha iyi algılıyor insan. Latin Amerika’da, Afrika’da, Türkiye’de insanların sorunlarına çözüm üretmek için siyasete soyunan, iktidara tırmanan ve dünya sahnesine çıkıp Davos’ta boy gösteren siyasetçilerin karşı karşıya bulunduğu çıkmazı ve çaresizliği de çok daha somut biçimde hissetmek mümkün bu ortamda.” Ve ekliyor, “ABD ve IMF, bunca yılın başarısızlıkları sonrasında Latin Amerika’ya, Türkiye’ye ve başka ülkelere yazdıkları reçetenin yanlış ve eksik olduğunu düşünmek bile istemiyorlar.” (Milliyet, 27 Ocak)
Malezya Başbakanı Mahatir bin Muhammed ise yaygın “korku”yu işleyerek, “aklımızı başımıza toplayıp paradigma değiştirmezsek, geceleri uykularımızı kaçıran korkularımıza her geçen gün yenileri eklenecek” çağrısı yaptığı alkışlanan konuşmasını, korkulardan kurtulmanın çaresine değinerek bitirdi: “Gelişmiş toplumlarda biriken zenginlik, tüm dünyadaki açları ve yoksulları beslemeye fazlasıyla yeter. Paylaşmaya bir yerden başlamalıyız.”
Mahatir’in konuşmasını Milliyet’teki köşesinden aktaran Meral Tamer korkulara ilişkin gözlemini de aktarıyor: “Davos ahalisine bir haller olmuş. Ağırbaşlılığı terk edip, duygularını daha kolay ifade eder hale gelmişler sanki. Mahatir, zenginlerin bencilliğini eleştirdikçe, alkışlar yeri – göğü inletti. Amerikan odaklı, tek merkezli dünyanın toplumlara yoksulluk, acı ve kan getirdiğini vurguladıkça, alkışların dozu daha da arttı.” (29 Ocak)

SAVAŞ DAYATMASI VE EMPERYALİST SAFLAŞMALAR
“Amerikan odaklı tek merkezli dünya” eleştirilerinin alkış alması ve “bu Davoslulara ne olmuş” dedirtmesi, sadece Mahatir’in konuşması ve zengin-yoksul kutuplaşmasına dikkat çekmesi dolayısıyla yaşanmadı. Toplantılar süresince benzer hedefli eleştiriler ve alkışlara sık raslandı.
Yine Tamer’in gözüyle anti-Amerikan hava Davos’a egemen: “Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki toplantılarında bugüne dek görülmemiş bir Amerikan aleyhtarlığı her fırsatta su yüzüne çıkıyor. Anti-Amerikan hava hemen her oturumda öylesine güçlü ki, aynı Davos ekibinin geçen yılki toplantısını, sırf 11 Eylül mağduru ABD ile dayanışma uğruna Newyork’a taşımış olduğuna inanamıyorsunuz.
Evet, Bush yönetimi bir yılda mağdurdan zalime dönüşmeyi mükemmel başarmış. Davos’ta sabahın köründen gece yarılarına kadar süren oturumlarda Amerikan aleyhtarı her cümle, dinleyicilerden müthiş alkış topluyor. Dinleyiciler de sokaktaki adam değil, çok uluslu dev şirketlerin CEO’ları, Harvard, MIT, Yale, Oxford gibi kalburüstü üniversitelerin gözde profesörleri ve üst düzey siyasetçiler (ki bu ahalinin alkış adeti pek de yoktur).” (25 Ocak)
Ulagay da Tamer’le ortak olan gözlemlerini aktarıyor: “Amerika’nın, daha doğrusu Bush yönetiminin dünyaya tek başına hükmetme tavrına karşı yoğun bir tepki var burada. Dünyanın dört bir yanından Davos’a gelen seçkinler arasında ABD’nin tavrına karşı olanlar ezici bir çoğunlukta…” (27 Ocak)
Gözleme H. Cemal de ortak: “Savaş ve Amerika karşıtı havalar esiyor Davos’ta. Değişik toplantı ve panellerde Başkan Bush’a ve Amerikan yönetimine dönük eleştirel soru ve çıkışların alkış aldığı bir ortam uç vermiş durumda… Başbakan Gül’ün Irak konulu panelinde ise ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi ve sıkı Cumhuriyetçi Ricard Haass adeta bombardımana tutuldu, sürekli savunmada kaldı.” (25 Ocak)
Gözlem doğru olmalı. Amerikan emperyalizminin sözcülerinin Irak’a saldırı konusunda bu kadar direttikleri, BM kararını önemsemediklerini açıkladıkları ve Fransa ile Almanya başka olmak üzere tek taraflı Amerikan saldırısına çıkarları gereği karşı çıkanları aşağıladıkları, hatta Almanya’ya karşı “ekonomik ambargo” önlemlerinin sözünün edildiği koşullarda Irak’a saldırı ve ardındaki emperyalistler arası çelişkilerin şiddetlenmesi olgusunun Davos’a güçlü gölgesini düşürmemesi olanaksızdı. Davos ABD’nin savaş dayatmasıyla güçlenen emperyalist çekişmelerin ortasında toplandı.
ABD tıkanan ekonomisinin de zorlamasıyla, ama Irak’ı ve petrollerinin bütününü isteyerek ve ardından daha pek çok şey isteyeceğini, çünkü rakiplerinin “pasta”dan aldığı paylara gözünü diktiğini açıktan göstererek, sadece kendi emperyalist çıkarlarını dayatıyordu. Bir süredir elektronik ve otomotiv ürünleri ihracatının önüne koyduğu engeller ve “yen savaşları” ile Japonya’nın sürüklendiği krizi tetikleyerek, çelik ithalatına konan gümrükleri yükselterek, Hazar petrol konsorsiyumlarından dışlamaya yönelerek, silahlanmaya hız vererek dünyanın ekonomik olarak paylaşımında kendi çıkarlarını dayatmaktaydı. Gücünü kullanıyordu. Ama karşısındakiler de güçtü. Çatışma, petrol ve doğal gazın, enerji ve nakil yollarının tek taraflı ele geçirilmesi yoluyla rakiplerin boğazının sıkılmasına gelip dayandı. Dünya, çatışma tehdidinin yalnızca Irak’a yönelik olduğunu düşünebilirdi; ama gerçeği tekellerin seçkinlerinden daha iyi kimse göremezdi. Dünyanın paylaşılması süreçleri, artık silahların çekildiği koşullarda, işe silahlar karışarak, en azından silahların gölgesinde gelişecekti. Bu, 11 Eylül ve üzerinden geliştirilen yeni “uluslararası terörizme karşı mücadele” adı takılan konseptle birlikte böyleydi. Küresel tüm veri ve argümanlar bu yeni pozisyon alıştan doğrudan etkilenmezlik edemezdi. Öyle oldu.
Eskiden tam bir anlaşma ve uyum içinde, ulusal farkların ve farklılıkların silinmeye yüz tutmasıyla gerçekleştiği propaganda edilen küreselleşme ve dünyanın yeniden yapılandırılmasının, küçükleri ve ezilenleri aldatmaya yönelik bir söylem ama gerçek olmadığını, en yakından, asıl gerçeğin içinde olan büyükler biliyorlardı; ama sert çatışmaların bir süre daha ertelenebileceğini umuluyordu. Afganistan tüm büyük rakipler için gösterge oldu. Şimdi Irak, zorla yeniden paylaşımın ikinci merhalesi olarak, şüphesiz gerginliğe neden olacaktı.
Davos’tan önceki hafta Versailles Sarayı’nda, ABD’nin savaş çığlıkları attığı bir ortamda, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile Alman Başbakanı Gerhard Schröder, Fransız-Alman barışını sağlayan Elysee Anlaşması’nın 40. yılını kutlarken, yeni bir saflaşmayı ilan ettiler. Önemli bir noktada anlaşma halindeydiler: Irak’a tek taraflı Amerikan saldırısına karşıydılar. Ardından Avrupalı 8’lerin Amerikan-İngiliz koalisyonunu destekleyen açıklamaları geldi; AB ciddi biçimde çatladı. Çatlak, Davos sonrası, “Türkiye’nin korunması” tartışmalarında NATO’ya sirayet etti.
Artık dünya anlaşma ve uzlaşmaya dayalı olarak yeniden yapılandırılmıyordu! O nedenle Davos gibi eski uzlaşmaların üzerinden düzenlenmekte olan, eski ilişkilere göre dizayn edilmiş toplantılar ve katılımcılarının üye olduğu WEF gibi “seçkinler klüpleri” tedirgindir, kaygılara gömülmüştür. Yeni pozisyonlar geliştirilmektedir, dünya ölçeğinde yeni saflaşmalar belirmektedir. Bunların kalıcılaşması ve tüm büyüklerin, küçükleri de peşlerinden sürükleyerek yeniden konumlanmaları kuşku yok ki, bir çırpıda olmayacak, zaman alacak ve çeşitli gel-gitleri içerecektir. Ama kısa sürede tedirginliğin yaygınlaşması artık kaçınılmazdır ve hatta çok uzun bir süre geçmeden görülecek ki IMF, DB ve DTÖ gibi kurumlar ciddi işlev kaybına uğrayacaklardır. BM, bugünden bir işlev kaybı yaşamaya başlamıştır. Anti-Amerikan havanın nedeni, yerleşik durumun bozulmasına yönelik Amerikan zorlamasıdır. Bu tekellerin pozisyon ve ilişkilerini de etkilemek üzere uluslararası mali oligarşi gruplaşmalarının yenilenmesini gündeme getirmiştir. Kaygıların ikinci nedeni buradadır. Çünkü büyükler arası yeni yapılanmalar hem kolay değildir; hem de ABD’nin Irak istilasına yönelik tepkilerin büyüklüğü ve yaygınlığının da gösterdiği gibi işin içine silahın girmesinden tedirginlik azami ölçüdedir.
Bu tedirginlik ve kaygıların gölgesinde gerçekleşen Davos’un ateşli tartışmalara sahne olması ve dünyanın kaymağını yemeye alışmış büyük tekellerin temsilcilerinin alkışlı tepkilerinde anlaşılmayacak şey yoktur. Tıpkı bu yılki Davos’un hiçbir küresel sorunu çözme “basireti” gösterememesinde anlaşılmayacak şey olmadığı gibi.

IRAK’IN İŞGALİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI

ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki stratejisi gereği girişmeyi planladığı Irak operasyonunda Türkiye; üslerini, havaalanlarını, limanlarını emperyalist orduların kullanımına açtı. Türkiye’nin ABD’ye desteğinin bununla sınırlı kalmayacağı, asker de göndereceği ve bunun için Meclis kararı alarak, topraklarını ABD askerlerine açacağı görülmektedir. Türkiye’nin sahip olduğu ekonomik, askeri ve coğrafi bütün olanakları ABD saldırganlığına sunması ülkemizin askeri, siyasi ve ekonomik bağımlılığının vardığı noktayı ve bunun ürünü olarak şekillenen onursuz dış politikayı tespit etmek bakımından önem arz etmektedir.

AKP’nin, Ortadoğu halklarını ABD’nin çıkarları için birbirine kırdıracak böylesi bir politikada taşeronluğu üstlenmesi, sadece bu partinin ABD’nin işbirlikçisi ve uşağı olmasıyla açıklanamaz. Şüphesiz AKP, daha önce hiçbir hükümetin cesaret edemediği kadar ABD uşaklığı ve ABD çıkarlarını savunmada pervasızdır. Fakat bu durum AKP yöneticilerinin kişisel tercihleri olarak veya meselenin bilincinde olmamaları ile açıklanamayacak denli kapsamlıdır.

Gericiğin hükümetiyle, ordusuyla, sermayenin en üst düzeyde temsilcisi TÜSİAD gibi kurumlarıyla ve basınıyla savaşa bu kadar heveslenmesi, devletin bir bütün olarak ABD emperyalizminin stratejik çıkarlarına, dünya ve bölge politikalarına tamamen bağlanmış olmasında yatmaktadır. Türkiye’nin iç ve dış politikalarına yön veren egemenler, 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi ABD’nin kolluk kuvveti derekesine düşürerek, dış politikada Amerikan stratejisinin aktif tarafı olmuşlardır. Bu yıllar boyunca NATO’nun bölge jandarmalığını üstlenen işbirlikçi bir konumda süratle yol almış olmakla kalmamış, daha da geliştirilen ABD ilişkileri Türkiye’yi Amerikan çıkarları yüzünden bütün komşuları ile sorunları olan bir konuma da itmiştir.

Şüphesiz ki Türkiye, dünyanın en zengin enerji rezervlerinin bulunduğu Ortadoğu ve Kafkaslar ile Batı ülkeleri arasında bulunmasından kaynaklanan stratejik jeopolitik konumundan dolayı, sürekli olarak emperyalistlerin ilgilendiği ve hakimiyet sağlamaya çalıştığı bir ülke olmuştur. Türkiye, “üç kıtaya kapı”, kara ve deniz ulaşım yollarının kesiştiği coğrafi konumuna ek olarak; petrol ve doğalgaz gibi, “endüstrileşmiş ülkelerin en önemli ihtiyaç maddeleri arasında yer almaya devam eden” hammaddelerin nakil yolları açısından da büyük bir avantaja sahip olması gibi faktörlerden dolayı önemi büyük bir bölgede yer almaktadır. Ama elli yılı aşkın bir süredir Türkiye egemenlerinin izlediği dış politika, stratejik öneminden kaynaklı tehlikeleri savuşturan değil, aksine bölgenin patlamaya hazır barut fıçısına dönmesine hizmet eden; emperyalist çıkar politikalarının bir uzantısıdır.

Türkiye’nin “kendi çıkarları” ancak emperyalist politikanın genel çerçevesi içinde anlam bulmaktadır. Bu nedenle yarım asrı aşkın bir süredir, Türkiye’nin dış politikası tartışılırken çoğu kez ABD’nin politikaları tartışılmaktadır.

Bu politik duruşun anlaşılabilmesi için, öncelikle çağımızın emperyalizm çağı olduğunun unutulmaması ve bu çerçevede Türkiye’nin, devletinin kuruluşu döneminden devraldığı ekonomik ve politik mirasın ve sonrasındaki ekonomik ve politik gelişmelerin kavranması gerekmektedir. Özellikle son dönemlerde IMF’nin, kredi vermek için dayattığı ekonomik politikaların uygulanmasının yanı sıra, ABD’nin Irak operasyonunda Türkiye’den taleplerinin yerine getirilmesini de istemesi; girilen ekonomik ilişkilerin politik sonuçlarının kavraması bakımından önemlidir.

Ülkemizin içine düştüğü bu onursuz durumun nedeni olan ilişkilerin derinliği, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadelenin önemini arttırmaktadır.

EMPERYALİZM DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA

Emperyalizm, dünyanın uluslararası tekelci kapitalist birlikler arasında paylaşılmasının tamamlandığı kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Emperyalizmi belirleyen temel özellik en büyük tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir. Bu nedenle hammadde kaynaklarını ele geçirmek, sermayeyi ve metaları ihraç etmek için paylaşılan pazarların değişen güç dengelerine göre yeniden paylaşılması sürekli gündemdedir.

Bu paylaşım ve yeniden paylaşım mücadelesinin ürünü olarak, aslında yirminci yüzyılın tarihi, -sosyalist bloğu bir yana bırakırsak- bir anlamda emperyalistler arasında bloklaşma ve karşı bloklaşmaların tarihi olarak gerçekleşti. Bloklaşma ve karşı bloklaşmalarda sömürge, yarı sömürge ve bağımlı ülkelerin sahip olduğu her türlü kaynak emperyalist metropoller tarafından kullanıldı. II. Dünya Savaşı’na kadar devam eden eski sömürgeci sistemde sömürgelerin dış politikasından bahsetmek çoğu zaman olanaksızdı. Çünkü sömürgeler fiili olarak emperyalist ülkelerin orduları tarafından işgal edilmişti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra eski sömürgeci sistemin çökmesi ve yeni sömürgeci sitemin kurulması, sömürge ve yarı sömürge ülkelerin ekonomilerini göbekten emperyalist metropollere bağımlı hale getirdi. Ekonomik bağımlılık beraberinde politik ve bunun bir parçası olan dış politik bağımlılığı getirdi. Bu bağımlılık ilişkilerinin ürünü olarak, emperyalist sistemde sömürge ve yarı sömürge ülkelerin dış politikası, başka hiçbir dönemde olmadığı kadar emperyalist ülkelerin dış politikalarına bağlamıştır. Bloklaşma ve karşı bloklaşmalarda sömürge, yarı sömürge ve bağımlı ülkelere düşen genellikle emperyalist merkezlerin belirlediği politikaların uzantısı olan politikaların uygulanmasında taşeronluğu üstlenmek olmuştur.

Bağımsızlık mücadelesi veren ülkelerin emperyalist zinciri kırdıkları veya emperyalistler arası çelişkilerden ve özellikle Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında Sovyetler’in emperyalist yayılmacılığın önünde engel olmasından kaynaklı, emperyalist metropollerin dışında kalmış ülkelerin görece bağımsız davranabildikleri dönemler olmuştur, ama bu, genel yönelimi değiştirmemektedir.

Türkiye’nin bu gün içine düştüğü durumun kavranması için Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde patlak veren ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan I. Dünya Savaşı’yla başlamak, devralınan ekonomik ve siyasi mirasın görülmesi bakımından yararlı olacaktır.

I. DÜNYA SAVAŞINDA DIŞ POLİTİKA

İnsanlığı derinden etkileyen ve milyonlarca insanın ölmesine neden olan I. Dünya Savaşı’ndan önce dünya ticaretinin büyük bölümü İngiltere’nin elindedir. İngiltere’nin dünyanın her tarafında sömürgeleri olduğundan onun için “Güneş Batmayan İmparatorluk” denmektedir. Ama İngiltere’nin bu gücüne ve yaygın sömürgelerine karşılık, Almanya gibi gücü olan ama dünya hammadde ve pazarında payı çok az olan ve bunu arttırmak isteyen ülkeler çıkmıştır. Bu çıkar çatışmasında; İngiltere, Fransa ve Rusya kendi aralarında da çelişkileri olmasına rağmen, karşılıklı çıkarların ağır basması ile, yan yana gelerek üçlü itilaf devletlerini oluşturdu. Buna karşılık Almanya, Avusturya, Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu üçlü ittifak oluşturdu. Bu çıkar çatışmaları içerisinde dağılma süreci yaşayan ve yarı sömürge konumunda bulunan Osmanlı İmparatorluğu, tavrını üçlü ittifaktan yana belirlemişti. Ama bu, tarih kitaplarında da okunduğu gibi Almanya’nın baskısı ile olmuştur.

Osmanlı imparatorluğu, özellikle son dönemlerinde tamamen dış mali çıkarlara ipotek edilmişti. Bu özelliği ile yarı sömürgeleşmiş bir toplum yapısına sahipti. Emperyalistlerin sömürge ve yarı sömürgelere biçtikleri role uygun olarak, dünya ekonomisi içerisinde hammadde ihracatçısı, sınai ürün ithalatçısı olan bir ekonomik yapısı söz konusuydu. Osmanlı İmparatorluğu, sanayi maddesi ihtiyaçlarının % 80-90’ını ithal ediyordu. Yarı sömürge niteliğinin diğer en açık belirtisi dış borçlarıydı. Osmanlı İmparatorluğu, Düyun-u Umumiye ve sürekli imtiyazlar arayarak ülkeye giren yabancı sermaye yatırımlarıyla giderek ağırlaşan ve yaygınlaşan kapitülasyonlar zincirine bağlı olarak önce iktisadi, sonra büyük ölçüde askeri ve siyasi alanlarda emperyalizmin denetimine girmişti.

Borçlara karşılık gösterilen vergileri toplamayla görevli ve daha çok İngilizlerin etkili olduğu Düyun-u Umumiye yalnız vergileri toplamakla kalmıyor, ülkenin ekonomi ve maliye bakanlığı gibi çalışıyordu. Ama buradan Almanların boş durduğu ve Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri geliştirmedikleri sonucu çıkarılmamalıdır. Almanya tarafından finanse edilen ve yapılan Bağdat demiryolu, Almanların Ortadoğu üzerindeki emellerinin yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu üzerinde artan etkisini de gösteriyordu. O zamanlarda demiryolu, ülke ekonomilerinin can damarı olarak hayati bir öneme sahipti. Almanlar Bağdat demiryolu projesiyle hem hammaddelere ulaşmada önemli bir adım atmış hem de demiryolunun ihalesini üstlenme vesilesi ile birçok imtiyaz elde etmişlerdi. Ayrıca padişah tarafından istenen ve Almanların gönderdiği ıslah heyeti, bir yandan siyasi ilişkilerini geliştiriyor, diğer yandan gelişmeleri günü gününe izleyerek Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün bilgilerine ulaşıyor ve İmparatorluğu kendi politik çıkarlarına yönlendirmede günübirlik çalışıyordu.

I. Dünya Savaşı sırasında genellikle milliyetçi ve bağımsızlıkçı olan İttihat ve Terakkici kadrolar, iktidarda olmalarına rağmen, uluslararası sermayenin ve büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki kurumsallaşmış ve güvenceler altına alınmış denetim, müdahale ve baskı mekanizmaları altında, sonunda “büyük güçlerden hangisine yanaşmak iyidir?” sorusuna sığınmışlardır. O günkü ortamda İmparatorluk yönetiminde sözü olan İttihat ve Terakki yöneticileri, İtilaf devletlerinin zaferi ile bitecek bir savaştan sonra İmparatorluğun aralarında bölüşüleceğine ve bu ölümden kurtulmak için tek çarenin zamanında karşı ittifaka katılmak olduğu görüşündedirler. Zaten İngiltere ve Fransa, İmparatorluğun büyük bir kısmını paylaşmış geri kalan kısmını da kendi sömürgesi haline getirmek için çaba içerisindedir.

Bu noktada savaştan galip çıkılması halinde eski toprakların verilmesinin yanı sıra çeşitli vaatlerde bulunan Almanya’nın başını çektiği emperyalist kampla birleşmek tercih edildi. Böylece aralarında çelişki olan iki emperyalist kamptan birisine yedeklenmiş olundu. Ama bilindiği gibi savaş bağımsızlığın ve son toprakların kaybedilmesi ile sonuçlandı.

Mondros ateşkes antlaşmasından sonra ülkenin işgale uğraması ulusal bağımsızlık savaşını başlatmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda dış politikayı belirleyen temel belge, Erzurum Kongresi’nde kabul edilen ve Sivas Kongresi’nde geliştirilen Misak-ı Milli oldu. Amaç, Misak-ı Milli sınırları içerisinde bağımsız bir devlet kurmaktı. Bu çerçevede birçok savaşlar gerçekleştirilmiş ve Musul hariç belirlenen sınırlar içerisinde bağımsız bir devlet kurulmuştur.

Kurtuluş Savaşı’nın ve o dönem boyunca yürütülen diplomasinin başarıyla sonuçlanması, bir taraftan askeri alanda kazanılan zaferlere, diğer yandan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra müttefik devletler arasındaki dayanışmanın çökmesi ve Sovyet Birliği ile kurulan ve ortak düşmana karşı geliştirilen işbirliği ile mümkün olmuştur. Ayrıca uzun süren savaş galip devletleri bile yıpratmış ve bazı konularda ısrarcı olmalarını engellemiştir.

İKİ DÜNYA SAVAŞI ARASINDA DIŞ POLİTİKA

Kurtuluş Savaşı vermiş ve bağımsızlığını yeni kazanmış Türkiye Cumhuriyeti, iki dünya savaşı arasında genellikle bağımsızlığı gözeten, herhangi bir emperyalist mihraka eklemlenmeyen ve özellikle Sovyetler Birliği ile karşılıklı dostluk ilişkileri içerisinde sürdürülen bir dış politika izlemiştir. Şüphesiz izlenen görece bağımsızlıkçı dış politikayı temellendiren sebepler vardır. Bunları kısaca şöyle özetlemek mümkündür.

I- Kurtuluş Savaşı

Kurtuluş Savaşı sırasında batılı işgalci devletlere karşı mücadele verilmiş olması, Musul meselesi, bazı sınırların çizilmesinde devam eden anlaşmazlıklar, kapitülasyonlar ve diğer bazı ticari imtiyazlarla ilgili bir çok sorunun devam etmesi, 1923-32 döneminde Türkiye’yi, batılı ülkelerle ilişkilerini koparmamakla beraber mesafeli davranmaya itmiştir. Türkiye, işgal altından yeni kurtulmuş bir ülke olarak batılı emperyalistlerin nefesini bu dönemde sürekli ensesinde hissetmiştir. Bu nedenle, iki dünya savaşı arasında genellikle bağımsızlığı gözeten bir dış politika izlenmiştir.

II- Ekonomik durum

İzlenen görece bağımsız dış politikada, siyasal ve askeri gelişmelerin yanı sıra ekonomik durumun da etkisi büyüktür. Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan ekonomik miras, sanayi son derece geriydi. İki dünya savaşı arasındaki dönemde sanayileşmenin gerçekleşmesi için iki farklı ekonomik model benimsenmiştir. 1923-29 arasında liberal bir ekonomik model benimsenirken özellikle 1929 Krizi’nin yoğun etkileri ile korumacı ve dış ekonomilere kapalı bir ekonomik model izlenmiştir.

İzlenen ekonomik modeller, kaçılmaz olarak emperyalist ekonomilerin bir uzantısı konumuna düşecek ve zamanla bugün varılan bağımlı siyasi ve ekonomik yapının oluşmasıyla sonuçlanacaktır. Çünkü; sanayinin alabildiğine geri olduğu bir konumda yabancı sermayeye yatırım olanaklarının tanınmasıyla, istek ne olursa olsun, emperyalizmin uluslararası iş bölümünde Türkiye’ye düşecek rol, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi hammadde ve tarım ürünleri üreten, belli alanlarda sanayileşme yaşansa bile bu sanayi kollarında da dışa bağımlı olan ve neticede sömürgeleşen bir ekonomik yapı oluşumuydu. Fakat bu dönemde en azından bir süre için şunu tespit etmek önemlidir: Ülkede iktidarını kurmuş burjuva sınıf, yabancı sermayenin doğrudan bir uzantısı ve geleceğini uluslararası sermayenin geleceğine bağlamış bir durumda değildi. Bunun nedenle, dış politika da en azından emperyalist merkezlerde planlanan politikaların uzantısı olmamıştır.

III. Uluslar arası durum

I. Dünya Savaşı sonrası oluşan tablo görünüşte savaşın bittiği, ama paylaşılan dünyanın emperyalist mihraklar arasında yeniden paylaşılması için kamplaşmaların sürdüğü bir dünyadır. Bu dünyada Türkiye’nin yerini ve hareket alanını geliştiren özel tarihi koşulları anlayabilmek için genel duruma bakmak faydalı olacaktır.

İngiltere, uzun süren savaştan sonra oldukça sarsılmış olmasına rağmen, savaşta dört kıtaya yayılmış sömürge imparatorluğunu daha da genişletmeyi başarmış olarak hâlâ dünyanın bir numaralı gücü olma özelliğini korumuştur. Fransa da savaştan çok yıpranmış çıkmasına rağmen hem askeri ve ekonomik gücü ve siyasal ağırlığı ile hem de edindiği yeni sömürgelerle büyük devlet kimliğini sürdürmüştür.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya haritası galip devletler tarafından ve onların lehine şekillendirildi. Avrupa ve Asya’nın potansiyel olarak en güçlü sınai devletleri olan Almanya ve Japonya’nın dünya pazarında ekonomik potansiyelleri ile uyumlu bir pazara sahip olmaması, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren Versailles Antlaşması’nı etkisiz kılan en önemli kaynak olmuş ve bu ülkeler; savaş için sürekli olarak fırsat kollayan bir konumda bulunmuşlardır. Savaştan sonra ABD ve Japonya dünya ekonomisi ve siyaset arenasına çıkmış taze güçler olarak yerlerini almış, Sovyetler Birliği’nde ise savaş sırasında devrim gerçekleşmiş ve işçi iktidarı kurulmuştu.

İki savaş arası devre olarak adlandırılan 1919-1939 yıları arasındaki yirmi yılda temel siyasal gelişmeleri belirleyecek olan siyasal gelişmeler İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Japonya ve SSCB arasında gerçekleşecek ve kendi aralarında sürekli olarak kamplaşmalar yaşanacaktır. Bu süre içerisinde bu altı ülke sürekli aynı safta yer almamıştır. Yirmi yıl içinde saflar sık sık değiştiği gibi, belirli bir konuda birbirlerinin karşısında yer alan devletler aynı anda başka bir konuda aralarında saflaşmaya gidebilmiştir. Saflaşma eksenlerinin üç dalda olduğunu söylenebilir:

1. Sovyetler birliğine karşı eksen

2. Versailles’dan yana güçlerin ekseni

3. “Versailles düzenine” karşı güçlerin ekseni

Dikkat edilirse son iki eksendeki saflaşma emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerden kaynaklanmaktadır, ve bu çelişki o kadar derindir ki, Sovyetler Birliği’ne karşı birleşik bir eksen oluşturulmasını dahi engellemiş ve Türkiye gibi yeni bağımsızlığını kazanan ülkelere de hareket alanı yaratmıştır.

 

IV. Sovyetler Birliği’nin kurulması

Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesine çıkması, emperyalist yayılmacılığı karşı savaşım veren ülkeler için bağımsızlıklarını kazanmada ve bağımsız bir dış politika geliştirmelerinde önemli bir etken olmuştur. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yakın ilişkilere girilen ve bağımsızlık mücadelesi veren ülkelerin sürekli yanlarında gördükleri Sovyetler Birliği dış politikasının ana amaçlarını üç ana ilkeyle özetlemiştir.

1. Barıştan yana olarak ve bütün ülkelerle iş ilişkilerinin geliştirilmesi.

2. Sovyetler Birliği ile ortak sınırları olan bütün komşu ülkelerle barışçı, yakın ve dostça ilişkiler kurulması. Sovyetler Birliği’nin bütünlüğünü ve dokunulmazlığını dolaylı ya da dolaysız çiğnemeye kalkışmadıkları müddetçe bu tutuma bağlı kalınması.

3. Saldırıya uğrayan ve ülkelerinin bağımsızlığı uğruna savaşan uluslara destek olunması.

Bu çerçevede henüz Kurtuluş Savaşı yeni başladığında Sovyetlerle Birliği ile dolaysız ilişkiler kurulmuş, hemen ardından Ankara heyet göndererek resmi ilişkiye girmiş ve böylece Ankara hükümetini ilk tanıyan ülke Sovyetler Birliği olmuştur.

Kurtuluş Savaşı süresince Ankara Hükümeti’nin emperyalist işgale karşı savaşması nedeniyle Sovyetler Birliği Ankara hükümetini desteklemiş ve karşılıksız yardımlarda bulunmuş, Çarlık Rusya’sının Türkiye topraklarının paylaşılmasına katılımını da içeren gizli anlaşmaları açıklamış ve tek taraflı olarak bu anlaşmaları feshetmiştir. Komşularıyla karşılıklı dostluk anlaşmaları imzalamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı ilk anlaşma 1920’nin sonlarında Sovyetlerle imzalanan Gümrük anlaşmasıdır. İlki 17 aralık 1925’te imzalanan Türk-Sovyet saldırmazlık anlaşması ise, 1945 yılına kadar uzatılarak yürürlükte kaldı.

Türkiye; diğer yandan batılı emperyalistlerle sorunlarını çözmesi ve özellikle ekonomik ilişkilerinin gelişmesiyle, 1930’larda, batılı emperyalist devletlere yönelen bir dış politika izlemeye ve yavaş yavaş uluslararası ilişkilerinde Sovyetlerin de benimsediği politik hattan uzaklaşarak bağımlılık ilişkileri geliştirmeye başladı. Türkiye, bu dönemde bir yandan ekonomik çıkarı gereği olduğunu savunarak İngiltere’den kredi alırken, Almanlardan da milyonlarca mark kredi alıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar Almanya ile ilişkilerini sürdüren Türkiye, stratejik bir maden olan kromun ihracını ancak nisan 1944’te durdurmuş ve milyonlarca insanın ölmesi ile sonuçlanan dünya savaşının sorumlusu olan Almanya ile ilişkisini de 2 ağustos 1944’te kesmiştir.

II. Dünya Savaşı’nda izlenen dış politika “tarafsızlık” adına geliştirilmiştir. Şüphesiz ki Türkiye’nin dünya siyasetini yönlendirebilecek veya etkin bir unsuru olabilecek ne ekonomik ne de askeri gücü vardı. Fakat tarafsızlık adına izlenen bu siyaset, niyet ne olursa olsun, sonuçta mihver devletlere yaramıştır.

Türkiye II. Dünya Savaşı’nın başlarında Fransa ve İngiltere ile saldırmazlık anlaşmaları imzalamıştır. İkinci Dünya Savaşı boyunca Türkiye savaşa girmedi. Fakat güç ilişkilerine ve savaşın seyrinin durumuna göre yakınlaştığı ülkeler oldu.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN SONRA DIŞ POLİTİKA

 

Türkiye’yi ABD’nin kolluk kuvveti derekesine düşürerek Amerikan stratejisinin aktif tarafı yapacak olan dış politikanın temelleri İkinci Dünya Savaşı sırasında atılmaya başlanmış ve izleyen yıllarda da bu politika derinleşmiştir. Uzun yıllar karşılıklı dostluk içinde yaşadığı Sovyetler Birliğine karşı tavrını ise, Türkiye, eklemlendiği ABD politikaları gereği tamamen değiştirmiştir.

Türkiye, Sovyetler Birliği’nin Montreux sözleşmesi ile belirlenen Boğazlar rejiminin Karadeniz’e kıyı olan ülkeler lehine değişmesi ve Boğazlar’ın ortak savunulması talebini toprak bütünlüğüne yönelik bir saldırı olarak algılarken, Amerika’ya statüleri anlaşmalarla belirlenen askeri üsler vermeyi aynı çerçevede değerlendirmemiştir. Dahası bunu ülke güvenliğinin bir gereği saymıştır. Sovyetler Birliği tarafından 1946’da verilen notada, Boğazlar’ın Karadeniz’e kıyı ülkeler tarafında korunması ve sadece Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin savaş gemilerine geçiş hakkı tanıması istenmiştir. Fakat notaya cevap, Türk Dışişleri Bakanlığı veya Konsolosluğu tarafından değil, Amerika tarafından, Sovyet Birliği Washington Büyükelçiliği’ne verilmiştir. Ayrıca ABD birçok uçak gemisi ve savaş gemisini Akdeniz’e göndererek tahrik edici bir tutum takınmıştır.

II. Dünya savaşının hemen akabinde Türkiye Sovyetlerin Boğazlar’la ilgili görüşme isteğini reddetmekle kalmamış, Sovyetler Birliği’nin toprak talebinde bulunduğu demogojisiyle iç kamuoyunu kışkırtıcı bir yönelime girmiştir. Bu tutum, esas itibari ile savaştan muzaffer çıkan Sovyetler’in ülke içindeki halkları etkileyeceği ve rejimi tehlikeye düşüreceği endişesine, uluslararası kapitalizme eklemlenmede alınan mesafenin büyümesine ve uluslararası ilişkilerin emperyalistler arası çelişkilerinin geçici bir çözümüne bağlı olarak sosyalizme karşı “soğuk savaş”ın gündeme geldiği koşullarda Türkiye egemenlerinin kapitalist karakterlerine uygun olarak saflarını belirlemelerine dayalıydı; böylelikle Türkiye, Batılı devletlere yönelmiş oldu.

ABD ile Türkiye’nin ilişkileri sonrasında hızla gelişmeye başladı. ABD’den ilk yardım daha 1941’de savaş malzemesi olarak alınmış, fakat bununla ilgili olarak bir anlaşma yapılmamıştır. 1945’te yapılan ilk anlaşmada ise alınan malzemeler, veren ülkenin yani ABD’nin istemesi halinde geri verileceği hükmünü içermiştir. Ama esas olarak bağımlılık ilişkilerinin geliştiği süreç, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki döneme rastlamaktadır.

ABD’nin, savaş sırasında Amerika’da ölen Türkiye büyükelçisinin cesedini, Amerika’nın en büyük zırhlılarından biri olan Missouri ile İstanbul’a göndermesi gelişecek ilişkinin biçimine işaret etmesi bakımından önem taşımaktadır. Türkiye’nin 1945’ten sonraki dış politikası Batı’ya sıkı sıkıya bağlanma ilkesi üzerinden kurulmuştur. Bunun içindir ki, Batılıların kurduğu bütün siyasal askeri ve ekonomik kuruluşlara katılmayı amaç edinmiştir. Gene yukarıda söylendiği gibi, bu amaçla önce Avrupa’nın ekonomik kalkınması için kurulan Avrupa Bonseyi’ne katılmış, nihayet 1952’de NATO’ya girmiştir. Batı’nın genel politikasına uygun olarak, kendi bölgesi içinde birtakım siyasal ve askeri düzenler kurmaya çalışmıştır. Bu çalışmaların sonucu olarak önce Balkan daha sonra Bağdat paktlarının kurulmasını sağlamıştır.

II. Dünya Savaşı’nın dünyadaki politik ve ekonomik dengeleri tamamen değiştirmesinin, Türkiye üzerinde, yukarıda özetlenen politikaları izlemesine yol açan derin ve belirleyici etkileri olmuştur. Savaş sonrasında tablo şöyledir:

İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanya, İtalya ve Japonya’nın sanayileri hemen hemen yok olmuş, bu ülkeler askeri ve siyasal konumlarını tamamen kaybetmişlerdir. İngiltere ve Fransa ise galip ülkeler olmalarına karşın ekonomik ve askeri olarak zayıflamışlardır. Fransa daha savaşın ilk yıllarında yıkılmış, işgale uğramış, ekonomik ve siyasal bakımdan çökmüşken; “güneş batmayan imparatorluk” olarak adlandırılan İngiltere, sömürgelerindeki kurtuluş hareketlerinin savaş içerisinde büyümesiyle, sömürgelerini denetleme gücünü yitirmiştir.

Öteki emperyalist ülkelerin tersine ABD, savaştan muazzam bir şekilde güçlü çıkan tek ülke olmuştur. Savaştan etkilenmek bir yana, ekonomik-askeri, teknolojik bilimsel temelleri ölçüsüz olarak artmış, savaşın galibi olarak da çok büyük bir zenginlik biriktirmiştir.

17 Ekim Devrimi ile emperyalist zinciri kıran SSCB İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler faşizmini durdurmuş, büyük bir ekonomik yük altına girmiş, ancak savaştan muzaffer çıkmıştır. Aynı zamanda bir çok ülkede halk demokrasilerinin kurulmasında da belirleyici olmuştur. Savaş sırasında sömürgeci ülkelerin zayıflamasıyla beraber sömürgeci sistem çökmüş, dünyanın her bölgesinde birçok genç ulusal devlet ortaya çıkmıştır. Bağımsızlığını kazanamayıp sömürge ve yarı sömürge kalan ülkelerde ise, emperyalizme karşı ulusal-sosyal kurtuluş hareketleri moral bulmuş, büyümüştür.

Bu koşullarda ABD’nin başlıca hedefi, emperyalist sistemden kopma eğilimi gösteren her türden direniş ve değişme hareketini bastırma olmuştur. ABD için esas olan, dünya devletlerinin Amerikan ekonomik ve siyasi çıkarlarına tam bağımlılık içinde olmalarıydı. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında rakipsiz süper güç olarak dünya egemenliği peşinde koşan ve askeri yolları da kullanarak yayılmaya çalışan ABD’nin önü, esas olarak SSCB’nin sosyalizmi sağlamlaştırmayı, kurtuluş hareketlerini güçlendirmeyi ve kalıcı bir dünya barışını gözeten politikaları tarafından kesiliyordu. ABD, hem kurtuluş mücadelelerinin önünü kesmek hem de emperyalist emellerini gerçekleştirmek için yeni sömürgecilik sitemini kurmuştur.

Yeni Sömürgecilik ve Bağımsızlığını yitiren Türkiye

İkinci Dünya Savaşı sömürgeci politikalarda bazı biçimsel değişikliklerin meydana gelmesine neden oldu. Tüm emperyalist ve sömürgeci devletler, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaş öncesi durumu, zora dayanarak aynı yöntemlerle sürdürebilecek durumda değillerdi. Faşist iktidarların savaştan yenilip, yıkılarak çıkması aynı zamanda sömürgeci devletleri de temellerinden sarsmıştı. Anti-faşist savaş her yerde ulusal devrimci kurtuluş hareketlerini geliştirmiş, sömürgelerdeki geniş halk kitleleri ise eski durumu değiştirmek için kurtuluş savaşlarına başlamışlardı. Bunun sonucunda emperyalistler, eski tip sömürgeci yönetim biçimlerinin artık geçerli olamayacağını kavramışlardı. Bu nedenle yeryüzünün birçok halkını, fiziksel, ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak sömüren eski tip sömürgecilik, ikinci savaştan sonra yeni sömürgeciliğe dönüştü. Yeni sömürge sisteminin kurulmasındaki amaç, emperyalizmin egemenliğini ayakta tutmak ve eski sömürgeler ile başka ülkeler üzerindeki siyasal denetimin ve ekonomik sömürünün güvence altına alınmasıdır. Yeni sömürgeciliğin temel işleyişi, ülkelerin devlet borçları, IMF-DB programları, uluslararası tekelci sermayenin doğrudan yatırımları ve askeri anlaşmalar-askeri üsler vasıtasıyla emperyalist merkezlere bağımlı kılınmasıdır.

Denebilir ki, ülkeleri bağımlı hale getirme ve kaynaklarını kendi lehine çevirme noktasında yeni sömürgeciliğin en başarılı olduğu ülke Türkiye’dir. Ülkenin bugünkü durumuna bakmak bu tespiti yapmak için yeterlidir. Bu politikaların uygulanmasında dünyada meydana gelen gelişmelere paralel olarak ülke içerisinde de bazı gelişmeler yaşanması etkili olmuştur.

II. dünya savaşının hemen sonrasında 1946 yılı, Türkiye tarihinde siyasi ve iktisadi bakımdan bir dönüm noktası olmuştur. İktisadi bakımdan bir dönüm noktası olmasını sağlayan, 30’lu yılların başından beri kesintisiz olarak izlenen kapalı korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde arttırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye başladığı; dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımları ile ayakta duran bir ekonomi politikasının yerleşmesi olmuştur.

Savaş döneminde varlık vergisi vb. yollarla azınlıkların birikimlerine el konulması, savaş vurgunları ve ucuza emlak vb. kapatmalarla ticari ve sınai kesimlerin yanı sıra büyük toprak sahiplerinin palazlanmasına yol açmazlık etmedi. Büyük işletmeleri elinde tutan devlet bürokrasisi de hesaba katıldığında, hem özel hem de bürokrat kapitalizm geliştirdiği tekelci ilişkiler içinde sağlamlaştı. Bu sınıf, ülkenin emperyalizme tamamen eklemlenmesini çıkarları gereği en önemli hedef olarak saptamış ve bu yönde hızlı adımlar atılmasının sağlamıştır.

Kendi iç dinamiklerini kullanarak ilerlemek yerine gözünü uluslararası sermaye çevrelerine çeviren Türkiye egemenleri, tek süper güç olarak ABD’nin dünya ekonomisini kendi ekseninde şekillendirmek için kurduğu IMF ve Dünya Bankası’na 1947’de üye olmuştur. Türkiye uluslararası kapitalizmin üst organlarına üye olmasından sonra, batılı (ve özellikle Amerikalı) uzman ve danışmanların bir uğrak yeri haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan uluslararası durum nedeniyle Türkiye’nin Batı ile ekonomik ilişkileri nitelik değişikliğine uğramıştır. Yine, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1947’de Dünya Bankası’ndan kredi almak için çalışacağını açıklaması, yaygın kanının aksine ABD ve onun kontrolündeki kurumlarla sıcak ilişkinin Menderes döneminde başlamadığını göstermektedir.

Kontrolünde tuttuğu IMF gibi kurumlarıyla girdiği ülkelerde Amerikan emperyalizmi, tamamen dışa bağımlı bir ekonomi yarattı. Özellikle verdiği borçlarla ülke ekonomilerini tamamen yabancı sermayeye muhtaç hale getiriyordu. IMF programlarının temel karakteristiği ise, borcun borçla ödenmesi ve ülke içerisindeki üretimin uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi, daha doğrusu tahrip edilmesiydi.

ABD emperyalizmi Türkiye örneğinde olduğu gibi görünüşte bağımsızlıklarına sahip sömürge halklara yönelik olarak, mevcut siyasi ve ekonomik zayıflıklarından da yararlanarak, yeni sömürgeci yöntemi gerçekleştirdi. Bu süreç içinde ABD emperyalizmi muazzam gelişmiş,; Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan vb. sömürgecilerin birçok sömürgelerini kendine bağlamış, bu ülkelerde Amerikan yanlısı siyasal klikleri iktidara getirmiş ve buralarda kurduğu ‘üs’lerle hegemonyasını güçlendirmişti. ABD’nin hedeflerine ulaşmak için geliştirdiği ve tarihe Truman doktrini olarak geçecek olan strateji, aslında yeni sömürgeciliğin politik ve askeri ifadesidir.

Truman Doktrini, Marshall planı

ABD emperyalizmi, kapitalist düzeni korumak, kendini tehdit eden tüm devrimci ve ulusal kurtuluş hareketlerini yok etmek; SB ve halk demokrasili ülkelerde kapitalizmi yeniden tesis etmek ve dünya çapında hegemonyasını kurmak için, kapitalizmin bütün gerici güçlerini seferber etmiştir.

Truman’ın başkan olmasıyla ABD emperyalizminin SB’ye karşı tutumu sertleşmiş, SB üzerindeki askeri, politik ve psikolojik saldırıların etkili olabilmesi için askeri “engelleme”nin gerekliliğini savunmuştur. 1947’de Truman tarafından açıklanan ve kendi adıyla ünlenen “Truman Doktrini”nin belirlediği strateji doğrultusunda önce ekonomik alanda “Marshall Planı” oluşturulmuş ve daha sonra doktrinin askeri yönü devreye sokulmuş; NATO oluşturulmuştur.

Türkiye bu doktrini tamamen benimsemiş ve uygulanmasında aktif rol oynamıştır. Truman doktrini çerçevesinde Türkiye biçilen rol, beraber hareket edebileceği diğer ülkelerle Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Sovyetler Birliği’nin etkisini kırmak ve ABD’nin etkisinin artması için izlenen bütün politikalarda etkin rol oynamaktır. Bu amaçlarla Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardım yapılması kararlaştırıldı ve hızla uygulamaya geçirildi. Truman doktrini kapsamında ilk yardım 1947’de yapılarak Türkiye’ye 100 milyon dolar verilmiştir. Bu yardımla beraber üç önemli askeri anlaşma da imzalandı. İmzalanan anlaşmaların hükümlerine göre, verilen malzemelerin kullanılması ABD’nin iznine bağlanmış, dahası yapılan yardımların açıklanması da yasaklanmıştır.

Batı Avrupa ülkelerinin ekonomilerinin savaş sonrasında tamamen harabeye dönmüş olması nedeniyle bu ülkelerde devrimlerin gerçekleşmemesi ve ekonomilerinin ABD ekonomisine bağımı kılınması için Amerikan yönetimi bu ülkelere büyük krediler açtı. 1948’den itibaren Türkiye’ye de açılan bu krediler, Marshall planı kapsamında verildi. Alınan yardımların karşılığı olarak askeri ve ekonomik anlaşmalar birbirini izledi. Hükümet aldığı kararların kuşkusuz farkındaydı. Bu süreçle beraber hızlı bir şekilde Amerika ile askeri, ekonomik ve siyasi eklemlenme süreci ilerletilmiştir.

NATO’nun Kurulması

Sovyetlerin dünyadaki etkisinin artması ve Doğu Avrupa’da Halk Cumhuriyetleri’nin kurulması ile birlikte, ABD önderliğindeki kapitalist blok, askeri anlamda da önlem almaya girişti. Truman Doktrini’nin belirlediği genel stratejiye bağlı olarak 1949’da Kuzey Atlantik Savunma Bloğu (NATO) kuruldu. Emperyalist devletlerin saldırgan politikalarının bir aracı olan NATO’ya katılmakla Türkiye, topraklarını bu devletlerin saldırgan politikalarının uygulanmasına açmıştır.

Türkiye’nin NATO’ya üye olmak için ilk başvurusu zamanın devlet başkanı İsmet İnönü tarafından yapılmıştır. Fakat bu başvuru, İngiltere’nin Türkiye’nin yanı sıra Mısır ve Irak’ı da içine alacak bir Akdeniz ittifakı kurulması isteği nedeniyle reddedilmiştir. Türkiye NATO’ya alınmak için ikinci müracaatını ise, Kore Savaşı sırasında yapmıştır. Kore’ye çoğu ölecek bir birlik göndererek ABD’ye yamanmakta ne kadar ısrarlı olduğunu gösteren Türkiye’ye, Akdeniz’e kıyısı olması ve Ortadoğu’ya yakın jeostratejik konumu nedeniyle, son başvurusu kabul edilerek, Sovyetler’e karşı NATO’nun kanat ülkesi rolü verilmiştir.

Türkiye NATO’ya katıldıktan sonra bütün uluslararası olayları bu teşkilat açısından değerlendirmek eğilimine girmiştir. Türkiye’yi yönetenler NATO anlaşmasını bir milli politika olarak değerlendirmişler; dönemin Devlet başkanı Celal Bayar ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü bir çok demeçlerinde bunu dile getirmişlerdir.

Askeri Üsler

Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte, giriş Antlaşması çerçevesinde ve Meclis tarafından onaylanma zorunluluğu olmayan onlarca antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmalar çerçevesinde ABD’ye birçok imtiyaz tanımış ve ABD Türkiye’deki birçok üssünü kendi toprağıymış gibi kullanmaya hak kazanmıştır. Halen yönetimi ve denetimi Türk Silahlı Kuvvetleri’nde olsa da istenildiğinde NATO operasyonlarında kullanılan üsler, genellikle ABD’nin II. Dünya savaşından sonra faaliyet gösterdiği hava üsleridir. Amerika bu üsleri ileri karakolu gibi kullanmıştır. 1960’ta Rusya’da düşürülen Amerikan U2 casus uçağı İncirlik’ten kakmış ve iki ülke ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmuştur. Hatırlanacağı gibi bu üsler hem 1. Körfez Savaşı’nda hem de sonrasında Irak’ın bombalanmasında kullanılmıştı.

İmzalanan uluslararası anlaşmalar gereği Türkiye’de nükleer silah bulunmaması gerekmektedir. Ancak NATO anlaşması çerçevesinde Avrupa’da bulunan 214 nükleer füze rampasından 37’si Türkiye topraklarındadır. 1962’de Sovyetler ile Amerika arasında ortaya çıkan Küba füze krizinin sebebi Türkiye’ye yerleştirilen Amerikan füzeleridir. Sonunda, Sovyetler’in Küba’daki füzelerine karşılık Türkiye’deki Amerikan füzeleri sökülmüştür.

Askeri yardımlar bağımlılaştırma aracı

Amerikalılar, Türkiye’nin stratejilerinin aktif uygulayıcısı bir ülke olmasıyla artık ordusuyla daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Ordunun mevcudu azalırken modernize edilmesiyle gücünün artacağını ve yapılacak askeri yardımlarla askeri yük azalınca zor durumda olan Türkiye ekonomisinin kendiliğinden rahatlayacağını savunmuşlardır.

Türkiye’ye yapılan askeri yardımlar iki amaca yönelmiştir.

1. Türk ordusunu modern silahlarla donatmak, bu silahların kullanılması konusunda orduyu eğitmek ve böylece orduyu Sovyetler’e karşı oyalayıcı bir güç olarak düzenlemek.

2. Türkiye bütçesinin aşağı yukarı yarısını yutan ve ekonomi üzerinde ağır bir yük olan askeri masrafları hafifletmek

Fakat bu yardımlar beklendiği şekilde bir ekonomik rahatlama yaratmamışlardır. Çünkü birincisi, bu malzemelere para verilmemiş olmakla beraber, bakımları yılda milyonlarca doları bulmuştur. İkincisi, bu malzemelerin yedek parçaları da aynı ülkeden satın alınmak zorunda olduğu için dolar bulmak zorunluluğu vardı. Türkiye gibi sanayisi gelişmemiş bir ülke için borçlanmadan başka çıkar yol kalmıyordu.

Sürecin Türk dış politikaya etkileri

Bundan sonra atılan her adımda artık girilen bu ilişkiler etkisini gösterecek ve her bir adım kurulan bağımlılık ilişkilerini pekiştirecektir.

· Türkiye önceleri İsrail’in kurulmasına karşı çıkarken özellikle Amerikan yardımının alınması ile beraber ABD’nin isteğine uygun olarak bu ülkeyi tanıyan ilk ülkelerden birisi olmuştur. (28 mart 1949).

· Truman Doktrini çerçevesinde Sovyetler Birliği’nin Balkanlar’daki etkisini kırmak için Türkiye, Yugoslavya ve İtalya ile Balkan Paktı’na girmiştir.

· ABD Ortadoğu’ya yönelik politikasını belirlerken Türkiye’ye önemli bir rol biçmiştir. İngiltere, NATO Ortadoğu Komutanlığı kurulmasını ve önermiş, fakat Arap ülkeleri doğrudan Batılılara bağlı bir yapıda yer almak istememişledir. ABD ise, Eisenhower Doktrini ile, özellikle petrol yatakları bakımdan dünyanın bu en önemli bölgesi üzerinde denetimi ele geçirmeği hedeflemiştir. Bütün Ortadoğu ülkelerine askeri ve ekonomik yardım yapma kararı almıştır. Bu yardımların ne anlama geldiği Türkiye örneğinde görülmektedir. Yine bu doktrin çerçevesinde Bağdat paktı oluşturulmuştur. Pakt, önce Türkiye ve Irak arasında 1955’te imzalanmış, daha sonra İngiltere, Karaçi (1954) Antlaşması çerçevesinde Pakistan ve en son İran katılmıştır. ABD pakta katılmamayı daha uygun bulmuştur. Çünkü; birincisi, Washington pakta katılarak pakta karşı olan ve içinde yer almayan Mısır ve Suudi Arabistan’ı kazanma şansını kaybetmek istememiştir. İkincisi, Sovyetler’i Ortadoğu’da yeni hareketlere kışkırtmak istememiştir. Üçüncüsü, İsrail’i dışarıda bırakan ve bu yüzden Telaviv’de iyi karşılanmayan bir pakta katılarak, bu devleti endişelendirmek istememiştir.

Pakta Arap devletleri alınarak, Arap birliği içerisindeki Batı aleyhtarı cephe dağıtılmak istenmiştir. Pakt amacına ulaşamadı. Türkiye’de daha çok NATO bünyesinde faaliyet yürüttü. Ayrıca bu anlaşma Arap birliğini parçalamamış, aksine Irak’ın sömürgecilerle işbirliği yaptığı yorumlarını yapan Mısır-Suriye- Suudi Arabistan cephesine prestij kazandırmış; Türkiye’nin diğer Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerini bozmuştur. Bozulan ilişkileri düzeltmek için Türkiye İsrail elçisini geri çekmiş ve bu sayede paktın daha güçleneceği hesabı yapılmış ama etkili olmamıştır. Bu adım, Türkiye’nin İsrail ile de ilişkilerini gerginleştirmiştir. Türkiye’nin üslendiği bu koçbaşı rolü, Arapların yanı sıra Sovyetler’le de zaten bozuk olan ilişkilerini daha da bozmuştur.

Sosyalizmle kapitalizm arasında bölünmüş dünyada başka bir eksen oluşturmayı hedefleyen ülkelerin bir araya geldiği Bandung Konferansı’nda Türk heyeti ABD’nin sözcüsü gibi davranmış, tarafsızlığı kınamış ve ABD etrafında birleşilmesini önermiştir. Buna tepki olarak Hindistan Başbakanı Nehru da NATO’yu sömürgeciliğin en kudretli koruyucusu ilan etmiştir. Dönemin devlet bakanı Fatih Rüştü Zorlu, konferansa Batılıların kendilerini gönderdiğini daha sonra itiraf etmiştir.

· 1957’de Türkiye ile Suriye arasında Hatay sorunu ve sınır ihlalleri gerekçesiyle yaşanan gerginlik, Türkiye’nin “ulusal çıkarları”nın ötesinde ve aslında bloklar arası bir nüfuz savaşı olarak gelişmiştir. Tabii ki, burada Türkiye ABD’nin fedaisidir.

· Lübnan’a yapılan ABD çıkarmasında İncirlik üssü kullanılmıştır.

· Türk dış politikasını yönetenler NATO kararlarına o kadar bağlanmışlardır ki, 1955 yılında Asya-Afrika ülkelerinin isteklerine rağmen, Birleşmiş Milletler’de Fransa’nın sömürgesi olan ve bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir sorununun gündeme alınmaması için oy kullanılmıştır. Bu tavır daha sonra da devam etmiştir.

KÜRESELLEŞEN” DÜNYADA TÜRKİYENİN DIŞ POLİTİKASI

80’li yıllarda, Sovyetler Birliği’in gerilemeye başlaması ve dünya üzerindeki etkisinin zayıflamasıyla beraber ABD’nin önünde bir engel kalmamış, daha önceki dönemlerde var olan kısıtlamalar aşılmıştı. Dünyadaki yeni güç ilişkilerinin biçimlenmesinin başlangıcında, “sosyalist blok”un dağılması bulunur. Böylece ABD’nin geçen yüzyılın başından beri gördüğü rüyası gerçekleşecek; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı sömürgecilerle rekabette geliştirilen “Amerika Amerikalılarındır” politikasının yerini “Dünya Amerikalılarındır” politikası alacaktır. Bu politika, küreselleşme olarak adlandırılır.

ABD önündeki sınırlamaların kalkmasıyla kendini dünyanın jandarması ilan etmiş ve Ortadoğu ve Kafkaslar’da daha saldırgan bir politika izlemeye başlamıştır. Bazen “insan hakları ihlalleri”ni bazen de “terörizmi” bahane ederek, dünyanın başta enerji olmak üzere kaynakları, geçiş yolları ve pazarlarını denetimi altına almak için, dünyanın her kıtasına, özellikle dünya enerji rezervinin önemli bir bölümüne sahip Ortadoğu ve Kafkaslar’a sürekli müdahalelerde bulunmuştur.

ABD’nin bu müdahalelerde koçbaşı rolünü üstlenecek ve taşeronluk yapacak bölge ülkelerine ihtiyacı vardır. Türk-Arap ilişkilerinin tarihsel kökenlerinin çatışmalarla dolu olduğunu ve her iki tarafın da aslında birbirlerine güvenmediklerini bildiği için, ABD, Ortadoğu’da temel dayanak olarak kendine önceleri İran’ı seçmiştir. Ayrıca Türkiye’deki halk muhalefetinin boyutları ve anti-emperyalist mücadele, ilişkilerin şimdiki gibi açıkça yürütülmesine engel teşkil ediyordu.

İran Devrimi ile ABD bölgede önemli bir müttefikini kaybetmiştir. Çünkü Şah’ın İran’ı, İsrail ile birlikte, ABD’nin bölgedeki jandarma gücünü oluşturuyordu. İran Devrimi ile ABD’nin Asya’nın efendisi olma çabalarında açığa çıkan boşluk, İsrail ve Türkiye ile dolduruldu. Türkiye, öteden beri ABD’nin temel müttefiki olmakla birlikte, bölge açısından ABD tarafından öne sürülmesi, esas olarak İran’da Şahın devrilmesinden sonra olmuştur.

Taşeronluk rolünü üstlenmeden önce, Türkiye’nin ABD’nin stratejisine tamamen bağlanması için başka alanlarda da sonuçları olan ama dış politikayı da doğrudan etkileyen bazı adımlar atıldı.

· 68 Hareketi’yle başlayan, çeşitli evrelerden geçerek gelişen anti-Amerikan, anti-emperyalist mücadele; işbirlikçilerin Amerikancı ve halkların zararına olan bir dış politikayı uygulamalarını zora sokuyordu. Anti-amerikancı, bağımsızlıkçı hareket ’71 ve ’80 darbeleri ile bastırıldı. Böylece ABD ve onun müttefiki İsrail ile olan ilişkililer daha açıktan yürütülmeğe başlandı.

· IMF ve DB’nin isteği ile 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararalarla, görece bağımsız kalmış ekonomi tamamen uluslararası sermayenin ve başta Amerikan sermayesinin talanına açıldı. Borç o noktaya vardı ki, artık ABD’nin izni olmadan ne iç ne de dış politikada adım atılamaz duruma gelindi.

· Türkiye’ye biçtiği rol kavranmadan, ABD’nin, Türk dış politikasının son 40 yılına damgasını vuran ve Türkiye için sürekli sorun olan Kıbrıs sorununun çözümünü niye dayattığı anlaşılamaz. ABD’nin dayattığı çözüm planları, Akdeniz’in kontrolünün gerçekleştirilmesi ve Türkiye’nin, ABD’nin biçtiği misyona uygun bir pozisyonda konumlanması ve ayak bağlarından kurtulmasını amaçladı.

· En son, PKK, daha önce değil de özellikle Irak’ın işgali operasyonundan önce ABD tarafından terörist ilan edildi. ABD’nin attığı bu adımda Türkiye’nin rolünü iyi oynaması için, içteki ayak bağlarından kurtulması ve Irak yolunu gönül rahatlığıyla açması amaçlandı.

Yukarıda da söylendiği gibi, üstlendiği role uygun olarak Türkiye’nin, İsrail’le ilişkilerinde de bir sıçrama yaşandı.

 

Türkiye İsrail ilişkileri

1948 yılında kurulan İsrail devleti, daha başından her şeyiyle ABD’nin tam desteğini alarak varlığını sürdürdü. İsrail’in bölgede ve dünyada giriştiği eylemlerin tamamının arkasında ABD oldu. Ekonomik ve askeri bakımdan tamamen ABD tarafından desteklenen, bölgedeki rolü kendi çıkarlarıyla tam uyumlu ABD çıkarları tarafından belirlenen İsrail’in bütün politikalarını ABD politikası olarak değerlendirmek gerekir. ABD’de büyük güce sahip yahudi mali sermayesi, ABD-İsrail ortaklığı ve uyumunun odağında yer almaktadır.

Türkiye’ye biçilen misyona uygun olarak, 20 yıl öncesinde daha gizli ve alttan yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri, giderek alenen yürütülmeye başlandı. İsrail ve Türkiye karşılıklı büyükelçilikler açtılar. Artık karşılıklı sınai, ticari ve askeri ilişki ve antlaşmalar en üst seviyeye ulaşmış bulunuyor.

1996 Martı’nda İsrail’i ziyaret eden Demirel’in imzaladığı askeri işbirliği anlaşması, Türkiye-İsrail ilişkilerinde önemli bir sıçramayı teşkil etmektedir. Bu anlaşma çerçevesinde iki ordu arasında ortak eğitimin yanı sıra ortak tatbikatlar yapılacak, Türk Hava Kuvvetleri’nin 50 adet F-4 uçağı İsrail tarafından modernize edilecektir. İmzalanan askeri anlaşmalar çerçevesinde, bölge ülkelerine göz dağı niteliğinde olan ortak tatbikatlar düzenlenmiştir.

İsrail’e tanınan ayrıcalıklardan biri de Türkiye’nin en verimli ve sulu topraklarında, yani GAP’ta binlerce dönümlük arazinin ABD ile birlikte İsrail’e tahsis edilmesidir.

Cenin katliamını yaptığı dönemde bir milyar dolarlık tank modernizasyon ihalesi İsrail’e verilmiştir. Bu anlaşma, Türkiye’nin düştüğü durumu ve sırtını kime dayadığını göstermek bakımından uzun söze gerek bırakmayacak kadar açıktır.

Koçbaşı görevi üstlenen ve ona uygun bir şekilde konumlanma sürecine giren Türkiye’ye ABD hemen her müdahalede bir rol biçmeye başladı.

Dünya jandarması ABD’nin Somali’de, Bosna’da, Kosova’da emperyalist planları çerçevesinde gerçekleştirdiği müdahalelerde hep Türk birlikleri de görev aldı.

90’lı yıllarda dillerden düşürülmeyen “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk Dünyası” söylemiyle Türkiye egemen sınıfları sömürgeci imparatorluk olma hayalleri görürken, Amerika, Türkiye’nin bu ülkelerle olan tarihi ve kültürel ilişkilerini kullanarak eski Sovyet Cumhuriyetleri’ne yerleşti.

Ortadoğu’da ABD’nin ileri karakolluğuna soyunan Türkiye, Körfez Savaşı sırasında ABD’nin yanında ilk yer alan ülkelerden biri olarak tarihe geçti. BM ambargosunu hemen hiç vakit kaybetmeden ertesi gün devreye sokarak Yumurtalık boru hattının kapattı. Savaş sırasında İncirlik üssünden kalkan ABD uçakları Irak’a bomba yağdırdı. Böylece savaşta Türkiye açıkça ABD’nin yanında yer almış oldu. Savaşın ardından ABD çekiş gücü Türkiye’nin bölge sınırlarına kalıcı bir şekilde yerleşti. Bu savaş ordusuna ülke topraklarında üs verildi. Böylece Türkiye en yakın komşularıyla salt Amerikan çıkarları için düşman olurken, savaştan 100 milyar doları bulan bir kayıpla çıktı. Savaştan sonra ABD bölgeye askeri olarak yerleşti. ABD, dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu hammadde kaynağı olan petrolün bulunduğu bölgeye yerleşmesiyle birlikte, bir yandan bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak ve bir daha koparılmayacak biçimde bölgeye yerleşmek için, diğer yandan da bölgede faaliyet yürüten rakiplerini zayıflatmak, en azından etki alanlarını daraltmak ve bölgede tek güç haline gelmek için sürekli planlar geliştirdi. Bu planlar çerçevesinde 11 Eylül saldırısı bahane edilerek Afganistan’a saldırıldı ve oraya askeri birlikler yerleştirildi. Yine bu planlar çerçevesinde Irak’a saldırılacak ve orada, Amerikalı generallerin açıkladığı gibi, “birkaç on yıl” kalınacaktır. Türkiye, bu planlarda, sürekli vurgulandığı gibi, taşeronluk rolü üstlendi.

Emperyalizm yenilmeye mahkumdur!

Türkiye, halkının çıkarına olan, komşularıyla dost geçinen, komşu ve dünya halklarının haklarına saygılı, barışçı bir dış politika izlemek yerine, ülkeyi yöneten işbirlikçi tekelci sermaye ve politikacılarının elinde, gittikçe daha fazla batağa sürüklenen ve belki de yaratacağı kaos, güvensizlik ve çatışma ortamı onlarca yıl sürecek bir noktaya doğru yuvarlanmaktadır.

Türkiye gericiliğinin, ülkenin “stratejik konumu”nu, ABD emperyalizmi ve uluslararası tekeller yararına kullanma ve taşeron masraflarına eşitlenen “ulusal çıkarlar”ı bu temelde gerçekleştirme yönelimi; ABD saldırganlığının, ülkemizin ve bölge ülkelerinin halklarının aleyhine sonuçlarını daha da ağırlaştırmaktadır. Türkiye’nin stratejik konumunun halklar yararına kullanılması, emekçilerin mücadelesi ile mümkündür. Bu mücadele, başta Türkiye olmak üzere, bütün bölge ülkelerinde yükselip yaygınlaştığı oranda, emperyalist orduların bölgede ve Türkiye toprakları üzerinde imha ve tehdit gücü olarak bulunmaları engellenebilecektir. Bombardıman uçakları buralardan kalkarak halklara ölüm yağdıramayacaktır. Üslerin kapatılmasının, emperyalist dayatmaları içeren tüm anlaşmaların iptal edilmesinin, emperyalist çıkar bekçiliğinin son bulmasının yolu emperyalizme karşı mücadeleden geçmektedir. Bu mücadelenin başarıyla gelişmesi, işbirlikçileri baskı altına alarak, rahat hareket etmelerini engelleyecektir. Türkiye’nin stratejik konumu, halkların kardeşliği ve özgür, eşit ilişkilerini temel alan bir anlayışla değerlendirildiğinde, bütün bir bölgede, emperyalist saldırı savaşlarına karşı da gerçek bir dayanak oluşturacaktır.

Halkların direngen gücü karşısında emperyalizm yenilmeye mahkumdur. Emperyalizm ile ezilenler arasındaki kavganın sonucunu belirleyen tek şey son tahlilde ezilenlerin birliği ve zafere olan inancıdır.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara Ünv. S.B.F. Yayınları

Türkiye’nin Dış Politikası, Oral Sander

Türkiye İktisat Tarihi, Korkut Boratav

Görsel Dünya Savaşları Ansiklopedisi

Özgürlük Dünyası; sayı:103-114-117

Ortadoğu Üzerine Düşünceler, Enver Hoca

Emperyalizm ve Devrim, Enver Hoca

SAVAŞ VE PETROL: BASİT BİR YAĞMA MI?

GİRİŞ
Dünyanın en büyük askeri gücü olan ABD’nin, Körfez Savaşı’ndan bu yana ayakta kalma mücadelesi veren, dünyanın en zayıf devletlerinden Irak’a saldırmak istemesinin sebebi ne? Amerikalı yetkililerin “teknolojik brifingler” eşliğinde ortaya attıkları “kitle imha silahları” iddialarına, Irak’ın ABD’yi ve komşularını “tehdit eden bir ülke” olduğuna inanan pek yok.
Geçtiğimiz yıl sonlarında yapılan bir uluslararası anket, dünya halklarının, saldırının temel sebebini “petrol” olarak gördüğüne işaret ediyor. Onlarca ülkede düzenlenen PEW anketine göre; Rusların yüzde 76’sı, Fransızların yüzde 75’i, Almanların yüzde 54’ü, İngilizlerin yüzde 44’ü, Amerikalıların ise yüzde 22’si, saldırganlığın sebebinin “Irak petrolünü ele geçirmek” olduğu kanısında. Asya, Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde çok daha yüksek olan bu oranlar, herhalde aradan geçen aylar içinde azalmadı; aksine büyük ölçüde arttı.
“Petrol” ifadesiyle; enerji kaynaklarının denetimini merkez alan, ancak ondan ibaret olmayan bir “büyük plan”ın kastedildiğini düşünürsek, halkların önsezisinin kesinlikle doğru olduğunu söylemek gerek.
Ancak bu ifade ile “Irak petrolünü zimmetine geçirmek” anlamında bir “yağma savaşı” kastediliyorsa, eksik ve manipülasyonlara/yönlendirmelere açık bir siyasi dargörüşlülük söz konusu demektir. Batı’daki savaş karşıtı hareketin kimi bileşenlerini “Başkan Bush petrol lobisinin emrinde, o yüzden Irak’ı istiyor” veya “ABD yönetimi, asıl tehdit olan Kuzey Kore’ye değil Irak’a saldırıyor, çünkü Kuzey Kore’de petrol yok” gibi “tez”lere götüren de, bu dargörüşlülük. Emperyalizmin sözcülerinin bu iddialara yanıtı, kitleler üzerinde etkili olabiliyor: “Merak etmeyin, Kuzey Kore’ye de sıra gelecek!” veya “Bill Clinton yönetiminde Irak’a düzenlenen saldırılara ne diyeceksiniz?” gibi…
Bu yazıda; “eli kulağında” görünen Amerikan saldırısının “petrol” konusu ile bağlantısını irdelemeye çalışacağız.

‘YENİ’ YENİ DÜNYA DÜZENİ
11 Eylül’de Amerikan hedeflerine düzenlenen saldırılar, Amerikan emperyalizminin “yeni dönem” politikaları için katalizör işlevi gördü. Washington, bu saldırıları, yükselen rakipleri karşısındaki avantajlı pozisyonunu korumak, rakipleri arasındaki yakınlaşma ve ittifakları dağıtmak, onların kendisine “meydan okuyacak” bir noktaya ulaşmasını engellemek için bir fırsat olarak değerlendirdi.
11 Eylül sonrasında yaşanan uluslararası gelişmeler, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere “eski düzen”de bir ölçüye kadar “regülatör” işlevi gören kurumları dinamitleyen bir “yeni Yeni Dünya Düzeni”nin ilk adımlarıydı. Sovyetler’in çöküşüyle ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nden çok daha kanlı olacağı herkesin malumu olan bu “düzen”in hazırlıkları 11 Eylül’den çok önce başlamıştı. 11 Eylül, planların hayata geçirilmesi için zamanlaması yerinde bir fırsat oldu, o kadar.
ABD Başkanı George W. Bush, Haziran 2002 tarihli konuşmasında, “yeni düzen”in eskisinden farkını şöyle anlatıyor: “Caydırıcılık, yani diğer ülkelere karşı amansız bir misillemede bulunma vaadi, savunacak hiçbir ülkesi veya vatandaşı olmayan terörist şebekeler için hiçbir anlam ifade etmiyor. Dengesiz diktatörler, kitle imha silahlarını füzelerle fırlatabilir veya onları gizlice terörist müttefiklere verirlerse, yalıtma politikası da mümkün olmaz.”
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in aynı ay içinde yaptığı konuşma da şöyle: “Terörizm ve diğer yükselen 21. yüzyıl tehditlerine karşı kendimizi savunmak için, savaşı düşmanın sahasına taşımalıyız. Bazen en iyi savunma iyi saldırıdır.”
Bu sözler, 1960’lardan itibaren iki emperyalist güç (SSCB ve ABD) arasındaki “dehşet dengesi” üzerine oturan “gerilimli barış”ın iki temel unsuru olan “caydırıcılık” ve “yalıtma” politikalarının artık sona erdiğinin en açık ilanı. Amerikan yönetimi, kendisine “tehdit” olarak gördüğü her ülkeye, örgütlenmeye, hatta bireylere karşı askeri saldırılar düzenleyeceğini böyle ilan ediyor.
Irak veya Afganistan gibi “haydut devlet” statüsü verilmiş devletlerin, yeni dönemde “asıl” hedefler değil, o hedeflerin “çizmeyi aşmasını” engelleyecek “basamaklar” olduğunu, başka bir Amerikan belgesinden öğreniyoruz. 20 Eylül 2002 tarihinde yayınlanan “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi” bu. Şöyle deniliyor:
“ABD, herhangi bir düşmanın, kendi iradesini ABD ve müttefiklerine dayatmasını püskürtecek kapasiteye sahip olacaktır. Kuvvetlerimiz, ABD’nin gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleyen potansiyel rakipleri bu çabadan vazgeçirecek kadar güçlü olacaktır. Herhangi bir yabancı gücün, ABD’nin 10 yıldan bu yana diğer devletler karşısında açtığı büyük arayı kapatmasına izin verilmeyecektir.”
Amerikan emperyalizminin politikalarına kılavuzluk eden temel belge, herhalde budur. Alıntıda ilk göze çarpan şey, dünya tarihinin gördüğü bu en kanlı emperyalistin “savunma” pozisyonunda olmasıdır. Hedef; Amerikan çıkarlarını ilerletmek değil, rakiplerin bu çıkarlara halel getirmesini önlemek olarak belirlenmiştir.
“Rakip” olarak anılanların; Irak veya Afganistan değil, Fransa ve Almanya, Rusya ve Çin, hatta Japonya gibi güçler olduğunu belirtmeye gerek yok.
Bu anlamda Irak; Amerikan emperyalizmi için bir “temel ulusal çıkar sorunu” (ifade Stratfor’a ait) niteliğindedir. Peki, Irak’ı bu kadar önemli kılan ne?

TEKELCİ KAPİTALİZMİN BUGÜNÜNE BİR BAKIŞ
Lenin, tekeller ve kapitalist devletler arasındaki karmaşık ilişki ve çelişkilerin, uluslararası politik gelişmelerdeki belirleyici niteliğini şöyle vurgular: “Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir. Bu tekeller, özellikle, bütün hammadde kaynaklarını ellerine geçirdikleri zaman daha sağlam bir manzara arzederler. Uluslararası kapitalist birlikler; rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yok etmek, onları sözgelimi demir cevherinden, petrol kaynaklarından vb. yoksun bırakmak için [büyük bir çabayla çalışırlar]. Sadece sömürgelere sahip bulunmak durumu, tekellere, rakipleriyle giriştikleri mücadelede çıkabilecek her türlü rastlantıya karşı tam bir başarı garantisini vermektedir; hatta karşı taraf, bir devlet tekeline başvurarak, kendini savunmaya geçtiği zaman da durum aynıdır. Kapitalizm geliştikçe, hammadde eksikliği de kendini o kadar hissettirmektedir; rekabetin koşulları o kadar sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o kadar alevlenmekte, sömürgelere sahip olma mücadelesi o kadar amansız olmaktadır.” (Emperyalizm)
Bu saptamanın yapıldığı 1916’dan bu yana, emperyalist tekellerin kontrol ettikleri maddi güç ve devletler ile ilişkileri, akıl almaz boyutlara tırmandı. Buna paralel olarak, “hammadde kaynakları”nı ele geçirme mücadelesi, alabildiğine sertleşti. Bazı veriler aktaralım.
2001 yılı itibarıyla, dünyanın en büyük şirketleri ve ciroları şöyle sıralanıyor:
1. Wal-Mart (ABD)     220 milyar dolar (İsveç’in milli geliri kadar)
2. ExxonMobil (ABD)     191.5 milyar dolar (Türkiye’den daha büyük)
3. General Motors (ABD)     177.2 milyar dolar (Danimarka’dan büyük)
4. Ford (ABD)     162.4 milyar dolar (Polonya’dan büyük)
5. DaimlerChrysler (Almanya)     150 milyar dolar (Norveç’ten büyük)
6. Shell (Hollanda/İngiltere)     149.1 milyar dolar
7. BP (İngiltere)     148 milyar dolar
8. Enron (ABD)    138.7 milyar dolar (Güney Afrika’dan büyük, iflas etti)
9. Mitsubishi (Japonya)    126.6 milyar dolar (Finlandiya’dan büyük)
10. General Electric (ABD)    126 milyar dolar
Bu tablodaki 10 şirketin 6’sı ABD menşelidir. Petrol ve enerji alanında faaliyet yürüten şirket sayısı ise, 4’tür. Bu 4 şirketten 2’si ABD’li, biri İngiliz, biri ise Hollanda/İngiliz ortaklığıdır.
Emperyalist tekellerin sahip olduğu gücü başka verilerle de vurgulayabiliriz:
– Tarihin en büyük 100 şirket yutması ve “birleşmesi”nden 84’ü, 1996-2000 yılları arasında yaşanmıştır.
– 20 yıl önce ABD’nin en büyük 500 şirketi arasında yer alan tekellerin üçte biri, 1990 itibarıyla başkaları tarafından yutulmuştur. Aynı şirketlerin yüzde 40’ı, 1995 itibarıyla başka şirketlerle “birleşmiş”tir.
– Dünyadaki bütün ekonomik faaliyetin dörtte birini, en büyük 200 şirket gerçekleştirmektedir.
– 1970 yılında, uluslararası alanda faaliyet gösteren yaklaşık 7000 şirket bulunuyordu. Bugün bu rakam 60 bine çıkmıştır.
– En büyük 200 şirketin cirosu, dünyanın en yoksul 1.2 milyar insanının toplam yıllık gelirinin 18 katıdır.
– ABD’de, 1897-1972 arasında görev yapan 205 bakanın dörtte üçünden fazlası, daha önce şirket yöneticiliği veya avukatlığı yapmış kişilerdir.
– 1998 yılı itibarıyla, Amerikan tekellerinin lobicilik ve siyasi parti/aday kampanyalarına yaptıkları resmi “bağış”ların toplam tutarı 1.2 milyar doları bulmaktadır.

PETROL VE ORTADOĞU
Şimdi de, doğalgazın “yükselişi”ne rağmen, en önemli enerji kaynağı olma özelliğini koruyan petrolün dünya dağılımına bir göz atalım. Afrika ülkesi Nijerya ve Latin Amerika ülkesi Venezüella dışta tutulduğunda, dünya petrol rezervlerinde ilk 10 ülke, şöyle sıralanıyor:
S. Arabistan    262 milyar varil
Irak    113 milyar varil (potansiyel olarak 250)
Birleşik Arap Emirlikleri    98 milyar varil
Kuveyt    97 milyar varil
İran    90 milyar varil
Rusya    49 milyar varil
Libya    30 milyar varil
Katar    15 milyar varil
Kazakistan    8 milyar varil
Ermenistan    7 milyar varil
Dünyanın tüm petrol rezervlerinin yüzde 74’ü, Ortadoğu bölgesinde bulunmaktadır. Görüldüğü üzere Irak, “işlenmemiş potansiyeli” hesaba katıldığında, dünya birincisi Suudi Arabistan ile başa baş durumda. Irak petrolünün maddi değeri, bugünkü fiyatlarla 3 trilyon doları bulmaktadır.
ABD Dışişleri Bakanlığı, daha 1945’te, Irak petrolünü “olağanüstü bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihinin en büyük maddi armağanlarından biri” olarak niteliyordu.
57 yıl sonra, Haziran 2002’de, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney başkanlığında toplanan Enerji Politika Kurulu, ABD dış politikasının merkezinde “enerji güvenliği”nin yattığını belirterek ekliyordu: “Basra Körfezi, ABD’nin uluslararası enerji politikasında ana odak noktalarından biri olacaktır.”
“Ortadoğu’nun kalbi” olan Irak’ın işgal edilerek bu ülkede bir tür “manda rejimi” tesis edilmesi, sadece Irak’ın değil, bütün bir Basra Körfezi ve Avrasya enerji kaynakları ve rotalarının denetim altına alınması için çok güçlü bir “manivela” sunacaktır. Buna ek olarak; işgalin ardından dört taraftan kuşatılmış bulunan İran (Türkiye, Irak, Afganistan ve Basra Körfezi) ve Suriye gibi “yeni hedefler”in düşürülmesi, kolaylaşacaktır.

SADECE YAĞMA DEĞİL
Ancak ABD’nin Irak’ı işgal etmekte bu kadar ısrarcı ve aceleci olmasının sebebi, “sadece” bunlar değil. Amerikan dergisi Newsweek’in etkili yazarı Ferit Zekeriya, sorunu bundan ibaret görenleri “sıkıştırmak” için şöyle bir soru soruyor: “Saddam’ın, zaten isteyen herkese satmaya hazır olduğu petrolde daha iyi bir anlaşma yapabilmek için, savaşa ve savaş sonrası yeniden yapılanmaya 100 milyar dolar harcamak mantıklı mı?” (Tehlikeli Bir Güven Açığı, 10 Şubat)
Soru, ABD’nin amacının “petrol yağması”ndan ibaret olduğunu düşünenleri köşeye sıkıştırabilir. Ancak daha ötesini görenler için, cevabı da içinde barındırıyor. Ferit Zekeriya, “Saddam’ın petrolü isteyen herkese satmaya hazır olduğunu” ağzından kaçırmaktadır ve ABD açısından “Irak sorunu” tam da budur!
Körfez Savaşı ve ardından gelen korkunç emperyalist ambargo dönemi, Irak halkında ve yönetiminde, Washington’a karşı büyük bir nefret yarattı. Bu nefretin dalga dalga diğer Arap/Ortadoğu ülkelerine yayılması, bölgede tesis edilmiş “Amerikan statükosu”na başlı başına büyük bir tehdit içeriyor. Diğer yandan, Irak petrolünün Saddam rejimi tarafından “isteyen herkese sunulması”nda en dezavantajlı gücün ABD olmasına da sebep oluyor. ABD’nin dayattığı ambargo rejimi, aradan geçen 10 yıl içinde giderek kendisini vurmaya başladı. Çünkü bu 10 yıl boyunca Saddam Hüseyin rejimi gücünü korudu; dahası, Türkiye’nin de aralarında olduğu bölge ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmeye, “can düşman” Suriye ile ittifaka girmeye başladı.
Aynı dönem içinde; başta Rusya ve Fransa olmak üzere “rakip” emperyalist güçler, Amerikan baskısından azade bir biçimde Irak petrolünün “tadına bakmaya” giriştiler.
ABD ambargosu, Amerikan şirketlerinin Irak’a nüfuz etmesini gemlerken; Rus, Fransız, Çin ve Alman şirketleri, bu “en büyük maddi armağan”dan alabildiğince faydalanmaktaydı!
Baskın bir emperyalist gücün, rakiplerine, böylesi kritik bir bölgede bu kadar geniş bir hareket alanı tanıması, ABD’nin “sahneyi terketme sürecine girdiği”ne dair bir başka “alamet” olarak bir kenara kaydedilmelidir. Ve ABD hegemonyası açısından en “alarm verici” durumun bu olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır. Bu sebeple olsa gerek; Washington’un muhafazakâr “düşünce kuruluşları”, Bill Clinton dönemi boyunca Irak’a bir an önce saldırı düzenlenmesi gerektiğine dair raporlar hazırlayıp durdular. Bugün, Irak saldırısının 4 yıl önceden planlandığına dair haberlere rastlamak mümkün. Nitekim; 2. Bush koltuğa oturur oturmaz önüne konulan “uluslararası durum” raporlarında, bu konu birinci gündemdi.

PUTİN’İN IRAK POLİTİKASI
ABD’nin bu “tarihi hatası”ndan kimin nasıl yararlandığına bakarken, Rusya’dan başlayalım. Vladimir Putin iktidarı altında Rus petrol sektörü, büyük bir gelişme kaydetti. Bugün Rus şirketleri başlarını kaldırıyor ve “uluslararası sermaye piyasalarına, en son teknolojiye daha iyi erişim” talep ediyorlar. Amerikan gazetesi Washington Post’ta yayınlanan bir makalede, bu gelişimin uluslararası politikaya yansıması şöyle aktarılmış: “Rusya’nın en iyi petrol patronları, uluslararası alanda kabul görmek için bastırıyor. Çünkü bu; on yıllık kapitalist reformlara rağmen, yeniden millileştirme hayaletinin hâlâ dolaştığı iç siyasi ortamın çalkantılarına karşı en iyi güvenceleri olacak. Bu iç belirsizliğin yıllar boyunca süreceği öngörülüyor. Bu nedenle petrol kodamanları için en iyi sigorta, ülkeleri dışında ticari ve siyasi ittifaklar kurmak… Rusya’nın günlük 5 milyon varil petrol ihracatı, Irak’ın bugünkü 4 milyon varillik kapasitesi ile birleşirse, Suudi Arabistan’ın 8 milyon varillik günlük üretimini aşacak ve küresel petrol piyasalarında eşsiz bir istikrar gücü olacaktır.” (Eugene Rumer, 30 Eylül 2002)
Ambargo yıllarının yarattığı bu olasılık, dünya petrol piyasalarının patronunun değişmesi anlamına gelmektedir!
Vladimir Putin iktidara geldiğinde, bir önceki yönetimden “Irak politikası” açısından üç hedefi miras almıştı:
1. Irak hükümetinin Rusya’ya borçlu olduğu 7 milyar doların alınması,
2. Rus petrol şirketleri ve dev tekel GAZPROM’un Irak’ta çıkarlarını genişletmesi, yeni yatırımlara girişmesi,
3. Bu hedeflere ulaşılabilmesi için, Irak’a uygulanan BM ambargosunun kısmen ya da tamamen kaldırılmasının sağlanması.
Diğer taraftan Bağdat yönetimi de, Rusya’nın isteğinin gerçekleşmesi için, ambargonun kaldırılmasını şart koşuyordu. Bağdat, Rusya’ya “elini çabuk tutması” için baskı yapmaktan da kaçınmadı. Örneğin, Irak Petrol Bakanı Yardımcısı Farz el Şubin, geçen yıl, hükümetlerinin “Amerikan petrol şirketlerini yatırıma teşvik ettiğini, ancak ABD hükümetinin bunu engellediğini” söylüyordu (aktaran Robert O. Freedman, Meria, Haziran 2002). Rusya’ya iletilen bu “Sana muhtaç değiliz” mesajı, geçtiğimiz günlerde tekrarlandı: Irak Ticaret Bakanı Mehdi Salih, 10 Şubat tarihinde, “Amerikan ve İngiliz şirketlerinin petrol sahalarımızda faaliyet yürütmesine izin verebiliriz” diyordu (aktaran Evrensel, 12 Şubat 2003). Bu açıklamanın Rus medyasına yapılmasının anlamı ortada!
Rusya ile Irak arasındaki ilişkiler, Washington’un Moskova’ya yönelik baskısı eşliğinde, inişli çıkışlı bir seyir izleyerek bugüne dek geldi. 1990’lı yıllar içinde; Lukoil, Zarubezhneft ve Mashinoimport gibi petrol şirketleri, Irak’ın petrol yataklarında milyarlarca dolarlık işletme haklarını ellerine geçirdiler. Örneğin Lukoil, 1997’de, 15 milyar varil rezervli Batı Kurna sahasını işletme hakkını elde etti.
Sadece 2001’in ilk 10 ayı içinde, Rus tekelleri ile Irak yönetimi arasında imzalanan sözleşme tutarı 1.85 milyar dolardı. Rusya’nın Arap dünyasıyla yaptığı toplam ticaretin yüzde 60’ı, Irak’la idi.
Irak; son olarak Rusya’ya tam 40 milyar dolarlık, uzun vadeli bir ticari paket sunmuş bulunuyor. Rus şirketlerinin iştahını kabartan bu dev pastanın bir karşılığı var ama: Moskova ile Bağdat arasında “stratejik” nitelikte ilişkilerin kurulması. Böyle bir ilişkinin anlamı; Rusya’nın “Irak’ın hamisi” pozisyonu kazanması ve Bağdat’a yönelik her saldırının, “Rusya’ya yapılmış” addedilmesi olacaktır.
Körfez’deki Amerikan yığınağı ve Anglo-Sakson emperyalistlerinin saldırı tehditleri, bu paketi şimdilik rafa kaldırmış bulunuyor. Eğer ABD, saldırıyı başlatır ve hedeflerine ulaşırsa, Rusya’nın “avucunun içine kadar gelen” büyük bir stratejik fırsatı kaçıracağı ortada…
Irak yönetimi, “dost satın alma” taktiğini sadece Rusya’ya karşı izlemiyor elbette. Geçtiğimiz on yıl içinde, TotalFinaElf gibi Fransız tekelleri, Çin ve Alman şirketleri, başta petrol sektörü olmak üzere, Irak’ta milyarlarca dolarlık yatırıma imza attılar. Dahası; Türkiye gibi komşularla yüz milyonlarca dolarlık benzer anlaşmalara imza atıldı:
“Avrupa ve Asyalı petrol şirketleri, son yıllarda Irak ile önemli anlaşmalar yaptılar. Bu anlaşmalar hayata geçirilirse, bu şirketler, en az 50 milyar varil petrol rezervine ve potansiyel olarak günde 4-5 milyon varillik üretime erişim sağlayacaklar. Başka bir tahmine göre, sadece Rus şirketlerinin aldığı ihaleler, 70 milyar varile eşit. Bunun yanı sıra, batıdaki çöllük bölgede araştırma yapmak için de bir dizi sözleşme imzalandı.” (Michael Renner, FPIP, 14 Şubat 2003)
Çin’in Milli Petrol Şirketi, Kuzey Rumeyle rezervlerini işletme hakkını alırken, Fransız TotalFinaElf, 20-30 milyar varil rezerve sahip dev Mecnun yataklarına göz dikmişti.
Irak’ın, kendisini “ticari çıkarlardan oluşan bir kalkan” ile ABD’ye karşı koruma taktiği, Washington’un “rakip” addettiği güçlere, Ortadoğu’da çok önemli mevziler kazandırıyor. Amerikan saldırganlığının temel hedefinin, bu mevzileri ne pahasına olursa olsun geri almak olduğu söylenebilir. Bu nedenle; Saddam Hüseyin’in devrilmesi, başka bir ülkeye sürgüne gitmeyi kabul etmesi vb. gibi bölge gericiliklerinin dört elle sarıldığı aşağılık “seçenekler”, en fazla, Amerikan işgalinin “kanlı mı, kansız mı” olacağını belirleyebilecektir.
Amerikan saldırganlığının en önemli hedefinin, rakiplerinin Irak’ta elde etmiş olduğu mevzileri dağıtmak ve Irak üzerinden Ortadoğu üzerinde tam hakimiyet tesis etmek olduğu görülüyor. Ortadoğu petrol kaynakları ve bu petrolün geçiş rotaları üzerindeki denetimin sağlamlaştırılması, rakiplerin “enerji ihtiyacı”nı ancak ABD’nin icazeti ile karşılayabileceği bir statüko yaratacaktır.
Bu “felaket senaryosu”, Rus petrol devi Zarubezhneft’in başkanı Nikolai Tokarev tarafından şöyle dile getiriliyor: “Amerikalıların Irak’ta bize ihtiyacı var mı? Elbette ki hayır. Eğer Amerikalılar gelirse, Rus şirketleri petrolü sonsuza dek yitirecektir.” (“Petrol Armağanı”, New York Times, 17 Ekim 2002)
Enerji alanında kolu kanadı kırılmış rakiplerin, Amerikan hegemonyasına kafa tutması, beklenemez…

ABD’NİN NEFRET ETTİĞİ BİRLİK
Amerikan saldırganlığının bir diğer unsuru, OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) ile bağlantılı. Washington’un Irak rezervlerini eline geçirmesi, dünya petrol piyasalarını kendi çıkarlarına göre istediği gibi şekillendirme gücü sunacak. Amerikan mandası altındaki Irak’ın ham petrol üretimini ikiye katlaması, The Economist dergisinin ifadesiyle Irak’ın “Amerika’nın özel benzin istasyonuna dönüştürülmesi” halinde:
a. Petrol fiyatları düşecek,
b. OPEC “belası” tamamen ehlileştirilecek veya yok edilecektir.
Bu iki olası sonucu yakından inceleyelim. Petrol fiyatları, kapitalist ekonomilerin “büyüme” kaydetmesi için kritik önemde. Buna en iyi örneği, Körfez Savaşı oluşturuyor. Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesi, uluslararası piyasalarda şok etkisi yaratarak, petrolün varilini fırlatmış, bir süre sonra 33 dolar civarına sabitlemişti (Bugün de aynı noktalarda seyrediyor). ABD’nin korkunç saldırısı, bu fiyatın bir günde 21 dolara inmesine yol açtı. Petrol piyasaları tarihinde görülen bu en büyük değer kaybının, 1990’lar boyunca ABD ekonomisinde görülen “büyük büyüme”nin temel sebeplerinden biri olduğu belirtilir.
10 Şubat tarihli Newsweek’in kapağı, “İş dünyası neden savaş istiyor?” başlığını taşıyordu. Miğfer takmış bir işadamının resmedildiği kapak, emperyalist ekonominin savaştan beslendiğinin en açık itiraflarından biri niteliğinde. Dergiden aktaralım:
“Geçtiğimiz kasım ayında, 3 yatırım bankasından uzmanlar (Goldman Sachs, Deutsche Bank, Salomon Smith Barney) 4 olası savaş senaryosu üzerinden petrol fiyatları, tüketici güveni ve diğer değişkenleri değerlendirdiler. Sonuç: Hızlı bir savaş, ABD ekonomisi için hiç savaş olmamasından daha iyi olacak…
Merkezi Londra’da bulunan Direktörler Enstitüsü adlı kuruluş da, kısa bir savaşın petrol fiyatlarını 20 dolara çekeceğini, borsayı yüzde 5 oranında yükselteceğini ve böylece dünya çapında ekonomiyi iyileştireceğini bildirdi. Kuruluşun raporunda: ‘Ekonomik olarak kısa süreli bir savaş, hiç savaş olmamasından veya Irak rejiminin değişmemesinden daha iyi, çünkü belirsizlik yok olacak’ deniliyor.” Nihayet, Amerikan sermayesinin savaşı dört gözle beklemesinin sebebi vurgulanıyor: “Birçok tahmine göre; mart ayından önce başlayacak hızlı bir savaş, petrol fiyatlarını düşürecek ve haziran ayından itibaren büyük bir küresel iyileşmenin önünü açacak.”
ABD Başkanı Bush’un ekonomik danışmanlarından Larry Lindsey ekliyor: “Irak’ta rejim değişikliği olduğunda, dünya petrol arzına 3-5 milyon varil eklenebilir. Savaşın başarılı bir biçimde yürütülmesi, ekonomi için iyi olacak.” (Aktaran The Economist, 28 Kasım 2002)
Kasalarının dolması için koca bir ülkenin toptan yıkımına, işgaline ihtiyaç duyan bu asalaklar takımı karşısında, Lenin’e başvurmamak elde değil:
“Bir yandan, üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında; öte yandan, mali sermaye için sömürgelerin ve nüfuz bölgelerinin paylaşılmasında, mevcut oransızlıkların ortadan kaldırılması konusunda, kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka bir araç var mıdır?” (Emperyalizm)

SADDAM’IN PETROL BOYKOTU
Irak hükümeti tarafından denetlenen Irak petrolü, ABD ve İngiltere açısından başka “sorunlar” da çıkardı. Saddam Hüseyin’in en dikkat çekici hamlesi, Mart 2002’de başlayan 30 günlük “petrol boykotu” idi. Irak hükümeti, Filistin’deki İsrail terörünün zirvesine tırmanması üzerine, petrol ihracatını durdurdu ve bütün OPEC ülkelerini aynı şeyi yapmaya çağırdı. Bu çağrıya tek yanıt veren, o da yarım yamalak, İran, oldu.
Batılı sermaye grupları ve medya, bu hamleyi “zayıf bir girişim” olarak nitelediler, hatta Irak’la alay ettiler. Yazılıp çizilenlere bakılırsa, “petrol ambargoları dönemi geride kalmıştı” ve “OPEC eski gücüne sahip değildi”. Ancak Irak’ın vanaları kapatmasının aynı çevrelerde 1973 ambargosunun hayalini yeniden canlandırdığını görmek için kâhin olmaya gerek yok. OPEC’in gücü azalsın veya artsın, bir ülkenin, ulusal petrolünü Batılı emperyalistlere karşı bir silah olarak kullanmaya girişmesi, rahatsız edici bir “emsal” olabilirdi.
Bu rahatsızlık, Amerikan medyasında “Nasıl yapsak da Arap petrolüne bağımlılıktan kurtulsak” yönlü tartışmalarla kendisini gösterdi. ABD’nin petrol ithalatının günde 15 milyon varil olduğunu ve bu miktarın, Rusya ve Suudi Arabistan’ın toplam üretimine eşit olduğu düşünülürse, bu kaygıların yersiz olmadığı görülecektir. Durumun ne kadar “bıçak sırtında” olduğunu gösteren kısa bir alıntı yapalım: “Dünya petrol piyasaları [bir krize yol açacak kadar] kötü durumda mı? Henüz değil. Dünyada, her gün yaklaşık 7 milyon varil atıl kapasite bulunmakta. Yani Irak, kendi payına düşen 2 milyon varili keserek, tek başına bir kriz yaratamaz. Ama geriye kalan 5 milyon varil de; İran ve Libya’nın toplam üretimine eşit. Bu ülkeler de, ambargoya katılabileceklerini söylediler.” (Paul Krugman, 9 Nisan 2002, New York Times)
Irak’ın “ele geçirilmesi”, Amerikan emperyalizmi açısından bu korkutucu olasılıkları rafa kaldıracak bir çare olarak değerlendiriliyor. Ignacio Ramonet’ten aktaralım:
“Eğer Bush, Irak rezervlerine erişim sağlarsa, dünya petrol piyasalarını tamamen değiştirebilecektir. Irak, Amerikan mandası altında ham petrol üretimini hızla iki katına çıkarabilir ve bu, fiyatları düşürür… Böylece, başka stratejik olasılıkların yolu açılacaktır. Öncelikle, Washington’un nefret etmeyi sevdiği OPEC’e ve üyelerine, özellikle Libya, İran ve Venezüella’ya darbe indirilecektir. Arada; Meksika, Endonezya, Nijerya ve Cezayir gibi dost ülkeler de kaynayacaktır. İkincisi, Irak petrolünün denetimi, ABD’nin Suudi Arabistan ile arasına mesafe koymasını sağlayacaktır. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, (pek de mümkün görünmeyen) bir yeni harita senaryosu dillendirmişti: Suudi Arabistan parçalanır ve petrol zengini Hassa bölgesinde, ABD mandası altında bağımsız bir emirlik kurulur. Suudi petrolünün büyük bir bölümü buradadır ve nüfusun çoğunluğu Şii’dir. Bu anlamda Irak’a karşı savaş, İran’a karşı savaş için bir adım olacaktır… İran’ın petrol rezervleri, ABD’nin, yeni emperyal çağın bu ilk savaşında hesapladığı olağanüstü yağmaya eklenecektir.” (“Köle Devletler”, Le Monde diplomatique, Ekim 2002)

MAKUL BİR SENARYO…
Çeşitli çevreler, Avrupa Birliği’ni de yakından ilgilendiren bir “senaryo”yu da ileri sürmekteler. Bu senaryonun geçerliliğine dair elde bir veri olmadığından, en sona bıraktık. Ancak yine de, kurulan mantık oldukça “makul” ve bu nedenle, bahsetmek gerekiyor. İnternet üzerinde dolaşan bu senaryoya göre, OPEC, uluslararası işlemlerinde ABD Doları’nı bırakıp Euro’ya geçme çalışmaları içindedir. Irak, 2000 yılı sonlarında bu geçişi yapmış ve BM’deki 10 milyar dolar rezerv fonunu Euro’ya çevirmişti. İran’ın da, petrol işlemlerinde benzer bir adımı atmak üzere olduğu belirtiliyor.
OPEC ülkelerinin Euro’yu benimsemesi, “zincirleme” bir etki yaratma gücüne sahip: Petrol ithal eden ülkeler, bu hamle karşısında zorunlu olarak, rezervlerindeki dolarları elden çıkaracak ve Euro’ya geçeceklerdir. Böylesi bir olasılığın sonucu, ABD Doları’nın en az yüzde 20’lik bir devalüasyona uğraması, Amerikan ekonomisinin yüksek enflasyona geçmesi olabilir. Kimi çevreler, bu olasılığın, zaten güç durumda olan Amerikan ekonomisini “yeni bir 1929 krizine sürükleyeceği”ni öne sürmekteler.
Bu senaryo bir tarafa bırakılırsa, ABD’nin, Irak ve bütün bir bölgeyi ateşe atacak “harita” ve “plan”lar hazırlamakta olduğu kuşkusuz görünüyor. “Bir sonraki hedef kim?”, “Irak’ın başına hangi Amerikalı general geçecek?”, “Filistinliler topraklarından sürülecek mi?”, “Suudi Arabistan bölünecek mi?”, “Irak ve Ürdün birleştirilecek mi?”, “İran ve Suriye rejimleri yıkılacak mı?” gibi, gündemde olan soruların her biri tek başına, potansiyel birer saatli bomba.
Ortadoğu’da böylesi bir girişime atılan son ülkeler, İngiltere ve Fransa olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde imzalanan 1916 Skyes-Picot anlaşması, bölgeye 90 yıldır savaş, kan ve gözyaşından başka bir şey getirmedi. Bölgenin tek bir köşesi yok ki, bu anlaşmanın sonucu olarak çizilen “harita”nın acılarını çekmiyor olsun.
Ancak unutmamak gerek: Skyes-Picot, paradoksal bir biçimde, döneminin bu iki büyük emperyalist gücünün, Ortadoğu topraklarından defedilmesinin koşullarını da hazırlamıştı!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑