Kriz kapitalizmin doğasındadır

Uluslararası Para Fonu (IMF) geçtiğimiz günlerde açıkladığı bir raporunda, dünyadaki büyüme hızının yılsonunda ortalama yüzde 2,7 oranında kalacağını belirtiyordu. Ardından Dünya Bankası ve son olarak da Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) konjonktür raporlarında büyüme rakamı yine IMF’nin tahminiyle aynıydı.
Bu; ilk bakışta ilginç görünmüyor elbette. Herkes bir krizin yaşandığı konusunda hemfikir ve en bariz gösterge olarak da büyüme oranlan gösteriliyor. Nitekim bir önceki yılın büyüm oranları ve 2001 yılı başında öngörülen tahmini büyüme rakamları hatırlandığında (2000 yılında yüzde 12,8 oranında büyümüştü. Yılbaşında da 2001 sonunda büyüme hızının yüzde 4,3 olması bekleniyordu) oldukça büyük bir fark ortaya çıkıyor. Ancak açıklanan raporlarda gerçekten de ilginç bir değerlendirme dikkati çekiyor. Her üç kuruluşa göre de dünya ekonomisi hızla durgunluğa (resesyon) doğru ilerliyor. Yani henüz keskin bir kriz söz konusu değil ama bu tehlike bütün şiddetiyle kapıda! Bu raporların dikkati çeken tahminlerini anlamak bakımından burjuva iktisatta yaygın olarak kabul edilen bir kriteri hatırlamak gerekli. Buna göre, durgunluktan bahsedebilmek için büyüme oranının 2,5’in altında olması gerekiyor. Şu işe bakın ki, emperyalistlerin en has kuruluşlarının bütün raporlarında (buna ABD istatistiklerini de dâhil etmek gerekiyor) büyüme hızı tahmini 2,7 olarak tespit edilmiş. Yani durgunluk sınırının biraz üzerinde.

İDEOLOJİK VE POLİTİK MANİPÜLASYON
Kuşkusuz dünya çapında yaşanan gerçeklik, egemen iktisadın istatistiğinin gösterdiğinden çok daha çarpıcı ve açık biçimde cereyan ediyor. Ama egemen güçler hesaplamalarında dahi bunu kabul etmek konusunda büyük bir tedirginlik içinde. Çünkü durgunluk denildiği zaman sadece ekonomik bir krizden bahsedilmediği, bunun aynı zamanda kapitalizminin bünyesinde bulunan onulmaz hastalıklara, yapısal çelişkilere işaret ettiği 19. yüzyıldan bu yana bilinen bir gerçek.
1990’lı yılların başında ilan edilen Washington Konsensüsü adı verilen ünlü doktrinin bir ürünü olarak; dünyanın küreselleştiğini ve bu gelişmenin üretim sürecindeki kimi açmazların, çelişkilerin de çözülüp buharlaşmasına yol açtığını ileri süren bir ideolojik iklim değişikliği meydana gelmişti. Ve geride bıraktığımız on yıl boyunca yeni bir ekonomik rejimin hâkim olmaya başladığı sürekli olarak vurgulandı ve bu çerçevede çok çeşitli paradigmalar ortaya atıldı. Artık klasik krizler döneminin aşıldığından, ülkelerarası eşitsizliğin sömürüden ve pazar ilişkilerinden çok, bilgi ve teknolojinin eşitsiz dağılımından kaynaklandığına kadar…
Özünde işçi sınıfının üretim sürecindeki konumunun değiştiğine ve emek-sermaye çelişkisinin aşıldığına bağlanan bu paradigmaların hedefi kuşkusuz ki, kuramsal düzlemde, Karl Marx’ın kapitalizmin temel yasası olarak yüz elli yıl önce formüle ettiği emek-değer teorisiydi. Emek-değer teorisi, kapitalizmin yapısal karakterinin son tahlilde aşırı üretim/eksik tüketimden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Peşi sıra Lenin’in geliştirdiği emperyalizm teorisi de sistemdeki yeni yoğunlaşmalara, çelişkilere ve çatışmalara dikkat çekerek, kapitalizmin nihai aşamasının emperyalizm olduğunu ilan etmiştir. Emperyalizm döneminin en karakteristik özelliklerinden birisi olarak da üretimin yoğunlaşması sonucunda krizlerin daha sarsıcı ve dünya yüzeyine yayılma olanaklarının artması olduğunu belirtmiştir.
İşte emperyalist kuruluşların yayınladığı raporlarda, burjuva iktisatçıların gelişmeleri gelip geçici birer olgu olarak analiz etmelerinin ardında böylesine yoğun bir ideolojik/politik manipülasyon ve kaygı yer alıyor. Nitekim burjuva ekonomi politiğinin en muhafazakâr temsilcilerinden olan The Economist dergisi 1974 yılından bu yana ilk kez durgunluk konusunu kapak yaparak bir nevi sermaye çevrelerinin korkularını ve şaşkınlığını da dile getiriyordu.
Şimdi tartışma, bu krizin yapısal özelliklerinin neler olduğu konusunda yoğunlaşmış durumda. Burjuva ideologları artık bir kriz dönemine girildiğini rahatlıkla itiraf ediyorlar. Ama bu durumun geçici olup olmadığı, yeni bir üretim rejimine (korumacı vb.) evrilip evrilmeyeceği popüler analizlerin hâlâ ana sorusu olmayı sürdürüyor. Egemen sınıfların sözcülerinin büyük çoğunluğu ise 11 Eylül’de meydana gelen saldırıların durgunluğu başlattığı, en azından fazla zarara uğramadan atlatılabilecek bir krizi daha da derinleştirdiğini savunuyorlar.
Durgunluğu anlamak için bu kriz senaryolarını tek tek incelemekten ziyade, kriz olgusu ve kapitalizm ilişkisine dikkati çekmek, hem işçi sınıfının politik olanaklarını tespit etmek, hem de burjuva ideolojik araçlarının yoğun propagandası altında bir sis perdesinin ardına gizlenen kriz ile sınıflar arasındaki bağlantıyı görebilmek bakımından daha anlamlı olacaktır.

YAPISAL BİR EĞİLİM
Kriz denildiğinde egemen görüşün bakış açısı bir “anormallik” durumu olduğudur. İstikrarsızlığın baş göstermesi, mevcut üretim biçiminin normal seyrinden sapmasıdır. Kapitalizmin genel karakterine ilişkin bir olgu değildir. Oysa kapitalizmin tarihi, bizatihi bu görüşü reddeden bir seyir izlemiştir. Öyle ki, “normal” denilen süreçlerden daha uzun sürmüştür “anormal” durumlar.
Buna karşın Karl Marx’ın geliştirdiği kriz teorisi egemen anlayışı da hedefine koyarak kapitalizmin yaşadığı krizleri “normal bir varoluş” olarak tespit eder. Marx bu sonuca ulaşırken ilk olarak; kapitalizmin tarihsel olduğundan hareket eder, yani bir başlangıcı ve sonu vardır, kendinden önceki üretim tarzları gibi gelip geçicidir. İkincisi; kapitalizm en önemli değişikliklerini krizleri aşarken yaşar. Üçüncüsü; kapitalizm esas olarak, iç çelişkileri olan, istikrarsız ama bu iç çelişkilerinin dinamiği üzerinde krizler ve toparlanmalardan geçerek gelişen bir üretim tarzıdır. Sonuçta krizler toparlanma ve istikrar dönemleri kadar “normal” bir varoluş anıdır.
Marx’ın geliştirdiği teorik çerçeve üzerinden aktüel olarak sık sık adını duyduğumuz bazı “kriz” anlarının anlamlandırılması gerekiyor. Örneğin; petrol krizi, döviz krizi, borç krizi veya bir ülkenin, bölgenin yaşadığı krizler vb. Evrensel bir sistem olarak kapitalizm, kendi üretim tarzının farklı gelişmişlik düzeylerinin eşzamanlı birlikteliğine sahiptir. Ve bu eşzamanlılık hem krizlerin ortaya çıkış biçimlerini, görünümlerini ve şiddetini belirler hem de yukarıda saydığımız kriz biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Söz konusu krizler ise daha derinde gelişen ve yaygınlaşan kapitalist krizi ele verir. Dönemsel krizler olarak adlandırılan bu anların özelliği, eşitsiz gelişme ve bağımlılık ilişkileri düzleminde ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla bu noktada Lenin’in emperyalizm teorisi, bize büyük bir anahtar sunuyor.
Emperyalizmin eğilimlerini kısaca şöyle özetler Lenin: 1- Üretimin ve sermayenin merkezileşmesi, tekellerin ortaya çıkması. 2- Banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması ile yeni sermaye biçiminin ve buna bağlı olarak da yeni bir sermaye sınıfı fraksiyonunun, finans kapitalin ve mali oligarşinin ortaya çıkması. 3-Sermaye ihracının ayrı bir önem kazanması. 4- Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekellerin oluşması. 5- Dünyanın topraklarının en büyük kapitalist güçler tarafından paylaşımının tamamlanması.
Lenin, bu beş eğilimi tek tek inceleyerek aralarındaki bağlantılar üzerinden emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğunu belirlemiştir. Böylece emperyalizmin aynı zamanda kapitalizmin değişmesi ve yok olması ile ilişkili olduğuna dikkat çeker; bununla bağlantılı olarak da son tahlilde emperyalizmin, kapitalizmin nihai krizi olduğunu söyler. (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 2001)
Lenin’den aktardığımız bu son vurgu, aslında bugünkü krizin de yapısal nedenlerine işaret ediyor. Birbiri ardına yaşanan ekonomik buhranlar, çatışmalar ve paylaşım savaşları emperyalizmin yapısal sorunları olarak karşımıza çıkıyor ve Lenin’in, üzerinde ısrarla durduğu gibi bütün bu gelişmeler çürümüş kapitalizmi ortadan kaldırmıyor ama aynı zamanda bu bunalım, emperyalizmin ekonomik ve politik kurumlarının işlemesini de engelleyen bir süreci beraberinde getirerek işçi sınıfı için daha olgunlaşmış politik olanakları ortaya çıkartıyor.
Böylesine karmaşık ve girift üretim ilişkilerinin üzerinden gelişen mali piyasalar, borsalar, finansal enstrümanlar, teknolojik imkânlar bir yandan sermaye birikiminin genişlemesine neden olurken diğer yandan da devrevi krizlerin sıklaşmasına ve kapitalizmin kriz anlarının süreklileşmesine yol açıyor. Güncel gelişmelerin bu çerçevede ele alınması kriz olgusunu anlamlandırmak bakımından önemlidir.

EŞZAMANLI DURGUNLUK
Dünya ekonomisinde yayılmaya başlayan durgunluk, dünyanın toplam üretiminin yüzde 34’ünü, toplam ithalatın ve ihracatın, sırasıyla yüzde 31 ve 28’ini gerçekleştiren ABD, Japonya ve Almanya’yı pençesine aldı. 2001’in birinci üç aylık döneminde, Avrupa Birliği ülkelerinin Avrupa dışına toplam dış satımları yüzde 12,5 geriledi. Almanya’da yıllık ekonomik büyümenin yüzde 1’in altına düşme olasılığı güçlendi. Avrupa’da tüketici talebinde de hissedilir bir gerileme başladı. Artık, Avrupa’nın bu yıl yavaşlamasına rağmen, ABD’den daha güçlü bir büyüme gerçekleştirerek dengeleyici bir etki yapma umudu da kalmadı. Japonya ise geçen on yılın dördüncü durgunluğuna girdi ve Gayri Safı Milli Hâsılasının (GSMH) yüzde 130’una ulaşan bir kamu borcu ve yüzlerce milyar dolan aşan batık banka alacakları altında, dünya ekonomisini de çatlatmaya aday bir mali krize doğru hızla kayıyor.
Dünyanın geri kalanının durumu da hiç parlak değil. En son verilerle bir yıl öncesine göre sanayi üretimi büyüme hızı ile 2000–2001 dönemi GSMH büyüme hızları şöyle: Tayvan -5,8/-1,9, Filipinler -2/-0,6, Tayland -1,8/-1,3, Singapur -0,8/4,9, Malezya -0,3/4, Hong Kong -0,2/-7, Avustralya 3,1/-1,8, Güney Kore 5,7/-5,3, Peru -6,3/-1,1, Meksika -1,9/-3,4, Kanada 0,7/4,2, İsrail -1/4,2 (IMF-Ülke İstatistikleri)
Dünya ekonomisinde eşzamanlı bir durgunluğun yerleştiğini gösteren bir diğer gösterge de şirket kârları. Örneğin, Standard and Poors 500 indeksine göre 2000 yılının ilk üç aylık döneminde Amerikan şirketlerinin kârları, bir önceki yılın aynı döneminden belirgin olarak yüksekti. Şirket kârlarını ölçen S&P 500 indeksi bu yılın ilk dört aylık döneminde yüzde 6’dan fazla geriledi, ikinci üç aylık dönemde de gerilemenin yüzde 16–17 düzeyine ulaşması bekleniyor. Aynı dönemde, teknoloji sektöründe bu gerileme yıllık yüzde 40-yüzde 60 oranlarına ulaşıyor. Benzer bir durum Avrupa’da benzer sektörlerdeki şirketlerde de görülüyor (The Economist, Temmuz 2001 sayısı).
Bu rakamların arkasında daha köklü, kalıcılığı yüksek kriz eğilimleri var kuşkusuz. Geçen 20 yıl boyunca uluslararası mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirilmesinden en çok faydalanan, mali hizmetler, otomobil ve Telekom araç gereçleri ve donanımları, yarı iletkenler, sanayi makineleri sektörlerinde kronik bir kapasite fazlası sorunu yaşanıyor. Bakır, alüminyum fiyatlarında yaşanan, demir-çelikte sertleşen ticari gerginlikler hep bu durumun göstergeleri. Geçen on yılda bu lider sektörlerde dünya ölçeğinde entegrasyon büyük hız kazandı. Ancak, bu sırada oluşan bağlantılar şimdi, sektörler arasındaki kriz eğilimlerini hızla yaygınlaştıran ve güçlendiren bir araç işlevi görüyor. (Ergin Yıldızoğlu, “Bu sefer farklı”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2001.)
Veriler dünya ekonomisinde gelişen durgunluğun, daha öncekilerden önemli farklılıklar içerdiğini ortaya koyuyor. Çünkü bu kez dünya ekonomisi Morgan Stanley’in yorumcularının deyimiyle “şok emicilerden” yoksun durumda. 1990’Iarın başındaki kriz sırasında Rusya ve Doğu Avrupa dünya ekonomisiyle bütünleşiyor, yeni yatırım alanları ve milyonlarca yeni tüketici oluşuyordu. Asya’da altyapı yatırımlarında patlama yaşanıyor, Latin Amerika ülkeleri hiper enflasyon sürecinden yeni yeni çıkıyorlardı. Geçen dönemde şok emici rolü üstlenen bu bölgeler, aslında biraz bu işlevlerinden dolayı 1997’de çöktüler. Aynı dönemde sermayenin dolaşımının hızlanması, telekomünikasyon teknolojisindeki gelişmeler yeni yatırım olanakları sağlıyordu.
2000 yılında başlayan ekonomik durgunluk, 1997–98 mali krizindekinden de farklı bir yayılım kazanıyor, üretim ve yatırım düzlemlerini de etkisi altına alıyor. 1974’ten bu yana ilk kez batılı kapitalist ülkeler ile önde gelen bağımlı ülkelerin ekonomilerinin eşzamanlı olarak bir daralma yaşaması dikkati çekiyor. Kısaca bu kez dünya ekonomisinin bir bölgesindeki ekonomik yavaşlamayı, bir başka bölgesindeki büyümenin getirdiği talep ve yatırım olanaklarıyla dengelemenin koşulları büyük oranda tıkanmış durumda. Üstelik bu kriz, dünya ekonomisinde 1974 yılından beri yaşanan genişleme döneminin sonuna işaret ediyor. Yani devrevi kriz süreci, büyük bir bunalımla noktalanıyor.

“BÜYÜK PATLAMADAN” MALİ SERMAYENİN BUNALIMINA…
Devrevi kriz sürecini anlayabilmek amacıyla, küreselleşme adı verilen ve mali sermayenin mutlak hegemonyasını sağladığı son 25 yılın bilânçosunu hatırlamakta yarar var. Çünkü bu süreç finansal piyasaların olağanüstü bir gelişme gösterdiği ve sermaye birikimini müthiş derecede yoğunlaştıran tarihsel dinamiklerin ortaya çıktığı önemli bir uğrak.
1960’lar, 2. Dünya Savaşı sonrasında merkez kapitalist ülkelerde, kısmen de gelişmekte olan ülkelerde, yaşanan büyük ekonomik genişlemenin (ekonomik boom) sona erdiği ve kapitalizmin uluslararası düzeyde yapısal bir krize sürüklendiği yıllardı. Beklenen kırılma 1970’lerin başında gerçekleşti. Genelleşmiş bir durgunluk ile birlikte uluslararası para sisteminin dağılması ve sabit kurdan esnek kur sistemine geçilmesi ile petrol fiyatlarındaki ani artış gibi iki büyük istikrarsızlık yaratıcı ve risk artırıcı oluşum meydana geldi. Krizle birlikte petrol ve döviz fiyatlarındaki aşırı dalgalanmadan korunmak amacıyla risk azaltıcı birtakım finansal enstrümanlar devreye girmeye başladı. Diğer taraftan merkez kapitalist ülkelerde yatırım olanaklarının tıkanması, bankaların borç verecek müşteri bulmaktaki zorlukları ortaya muazzam bir sermaye fazlası çıkarttı. Çare, bağımlı ülkelerin pazarlarını yeniden yapılandırarak bu pazarlara sermaye fazlasının ihraç edilmesiydi. Süreç 1950’lerden sonra azaldığı belirtilen sermaye ihracını, sermayenin uluslararasılaşmasını bir anda ön plana çıkarttı. ABD ve Avrupa bankalarındaki nakitler, hedef seçilen ülkelere borç olarak verilmeye başlandı. Bu durum, birbirine bağlı iki yönlü bir ihtiyacın ürünüydü. Merkez kapitalist ülkelerdeki aşırı üretimin bir şekilde yeni pazarlara aktarılması, emilmesi gerekiyordu. Bunun için hedef seçilen ülkelerin bu aşın stokları tüketebilecekleri bir iç pazar dinamiğine ihtiyacı vardı. “İthal ikameci rejim” adı verilen ve batılı ülkelerden tüketim malı ithal etmeye dayalı bir sanayileşme hamlesi başlatıldı. Borçlar buralara aktı. Böylece hem batılı ülkelerin bankalarındaki fonlar bir yandan değerlenmiş oluyordu, diğer yandan da aynı ülkelerdeki sanayi üretimi kendine pazar yaratma şansı bulmuştu. Ancak bağımlı ülkeler açısından sorunlar giderek arttı ve alınan borçlar bir süre sonra ödenemez boyutlara ulaştı. 1970–1983 yılları arasında gelişmekte olan ülkelerin toplam borç stoku yüzde 811 artarak 68 milyar dolara çıkmıştı bile. 1984 yılında ise bu miktar tam 895 milyardı. Ve bu ülkelerde borç krizi patlak verdi. Bağımlı ülkelerin, borçlarını ödeyemez duruma gelmesi, merkez kapitalist ülkeleri de sarstı. Borç krizi sermaye piyasaları açısından iki anlama geliyordu. Birincisi borç veren bankalar alacaklarını tahsil edemeyince mali yapıları bozulmaya başladı. İkincisi ise sermaye fazlasının değerlenebileceği alanlardan biri geçici olarak kapanmış oluyordu. Sonuçta, uluslararası sermaye bağımlı ülkelerdeki piyasalardan çekilerek merkez kapitalist ülkelere geri döndü. Ancak buralarda da yeni yatırım olanaklarının tıkanması, uluslararası sermayenin yeni yönelimlere girmesine neden oldu. Bunların başında özellikle de ABD’de yaşanan tüketici kredilerindeki hızlı artış geliyordu. Ama daha önemlisi ikinci gelişmeydi. Yani birikmiş artı değerin yeniden paylaşımı olarak spekülatif hareketlere yönelinmesiydi.
Borç krizinin uluslararası mali bunalıma yol açmasından çekinen ABD faiz oranlarını hızla düşürmeye başladı. Böylece ABD’de borçlanma olanakları artıyor, sonuçta da hisse senetleri ve tahvillerin yükselmesi için uygun ortam yaratılmış oluyordu Borsalardaki hareketlilik şirket borçlarının artması, spekülatif işlemlerin de yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. Bu iki sonuç arasındaki bağlantının aslında bugünkü krizin de dinamiklerini açığa çıkarttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü banka sermayesi ile sanayi sermayesinin girift ilişkilerinin en rafine yansıması olarak borsa, kapitalizmin krizinin aynası durumundadır. Dolayısıyla kredi sistemi borsanın işleyişi, krize ışık tutacak bazı verileri bize açık biçimde sunuyor.

KREDİ SİSTEMİ VE KRİZİN AYNASI OLARAK BORSA
Marx’ın temel tespitlerinden birisi faizin paranın fiyatı olduğudur. Kapitalistin elinde biriken paranın faiz getirmek amacıyla dolaşıma girmesi ise karmaşık bir kredi sisteminin gelişmesine yol açmıştır. Buna karşın parayla karşılaştırıldığında kredi, daha kompleks bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu mekanizmanın gelişimi, mali sermayenin egemenliğinin artmasına yol açarken, para hareketlerinin de kapitalizmin işleyişindeki rolünü artırmıştır. Öyle ki, paranın zaman ve mekânsal sınırlamalardan kurtulmasını sağlayarak, özellikle kriz dönemlerinde aşırı üretim ve sermaye birikiminin yeniden değerlendirilmesi gibi oldukça önemli bir araç işlevini üstlenmiştir. Kredi sisteminin bugün en yoğunlaştığı mekanizma borsadır. Borsa sermaye için bir çeşit kredi piyasasıdır.
Kapitalizmde sermaye birikimi yavaşlamaya başladığında şirketler borsaya akın eder. Bu, üretim sürecinin devamı için gerekli olan fonları sağlamayı kolaylaştırır. Ancak kriz süreci uzadıkça kredi talebi de artar. Üretim sürecinin dışında elde edilen fonların riski büyüktür ve krediyi alan da, veren de risk üstlenmiş olur.
Çünkü kredi talebi, aslında el konulacak artı-değer üzerine bir bahistir. Şirketler elde edecekleri artı-değeri bir nevi ipotek ettirerek hisse ve tahviller yoluyla borçlanırlar. Bankalar ve finans kuruluşları da elde edilecek bu artı-değeri gözeterek bu borcu dağıtırlar. Ama durgunluk dönemlerinde üretim sürecinin yavaşlaması, tüketimin azalması, beraberinde kredi ilişkilerini daha fazla yoğunlaştırır. Sürekli bir kredi talebi doğar ve beklenen artı-değerden kâr elde etmek yerine her iki taraf da borsadaki alışverişten kâr elde etmeye başlar. Bu, gerçekte gelecekte üretilmesi beklenen artı-değere olan ilginin azalmasına, buna karşın üretilmiş ve birikmiş artı-değerin paylaşılmasına yönelinmesi anlamına gelir. Spekülasyonlar hızla artar, finans piyasaları şişmeye, suni olarak büyümeye başlar. Sadece spekülasyon yaparak, kredi piyasasından beslenerek büyüyen bir kesim, üretim sürecini tehdit etmeye başlar. Bu, krizin en büyük göstergesidir.
Borsadaki işlemlerin özünde, artı-değer üzerindeki bahsin bulunması, devletlerin borçlanmak için yine tahvil, bono gibi finansal enstrümanlara başvurması, emekçi kesimler için sömürü oranının daha fazla artması anlamına geliyor kuşkusuz. Borsaların çökmesinin veya birden hareketlenmesinin artı-değer üzerindeki spekülatif işlemlerin artmasından başka bir anlamı yoktur. Spekülatif kazanç, özünde üretim sürecinde yaratılan değerlerin belli kesimlerin elinde mülkiyet olarak kristalize olduğu noktadan sonra dolaşım alanına girdiği ölçüde spekülatörlerin ilgi alanına girmiş oluyor. Değer biriktikçe spekülatif sermaye bu değeri ele geçirmeye ve faiz getirişi sağlamak üzere dolaşıma sokmaya çabalıyor.
Dünyada son on yılda finansal işlemlerde görülen hareketlilik gerçekte bir krizin çanlarının çaldığının habercisiydi. 1 trilyon doları aşan bir fon dünya borsalarını dolaşarak faiz getirişi elde ediyordu. 1987 Meksika, 1997 Asya, 1998 Rusya, 2000 yılında da Türkiye ve Arjantin’de başlayan krizlerin patlak vermesine neden olan, aşırı üretimin getirişi olan durgunluk ve artan spekülatif işlemlerdir.

KAPİTALİZM OLANAKLARINI TÜKETEREK AYAKTA DURUYOR
Küreselleşme olarak nitelendirilen ekonomik ve politik konjonktüre tekabül eden son 25 yıllık zaman dilimi, emperyalizmin de yeni yönelimlerinin bir ürünüydü. Lenin’in, yüzyılın başında dikkati çektiği sermaye birikim rejimi kendini en yoğun ve açık biçimde bu süreçte ortaya koymuştu. Marx’ın Komünist Manifesto’da söylediği gibi, sermaye, kendine benzer bir dünya yarattı. Uluslararasılaşma, tekelleşme ve mali oligarşinin mutlak biçimde hâkimiyet sağlaması, klasik sömürgeciliğin başlattığı dünyanın en ücra köşelerine kadar birer pazar ve hammadde kaynağı olarak yapılandırılması sürecinin tamamlandığı koşullarda kriz patlak verdi.
Yapısal kriz süreci içinde 1980’Ierden sonra geliştirilen kriz düzenleme mekanizmalarının tükendiğini ve yine önümüzde, belirsizliklerle ve radikal değişiklik olanaklarıyla dolu bir dönemin açıldığını düşündüren işaretler son derece hızlı bir biçimde çoğalıyor.
Sonuçta küreselleşme mitinin arkasına sığınmış o bildik, klasik, yapısal sorunlar krizle birlikte bir kez daha bütün mistik peçelerinden ve teknoloji ile süslenmiş halelerinden sıyrılarak karşımıza dikiliveriyor. Bu kriz aslında çürümüş ve tarihsel olarak bir adım daha ileri atacak dermanı kalmamış kapitalizmin kendisinden başka bir şey değil.

Aralık 2001

Dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesi ve emperyalistlerarası kutuplaşma

GİRİŞ
1991 yılındaki Körfez Savaşı sonucunda ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nin, Irak’a yönelik ikinci savaş hazırlığı ile artık miadını doldurduğu konusunda çoğu kimse hemfikir. Bu düşüncelerin dayanağı, Avrupa Birliği’nin iki etkin devletinin, Almanya ve Fransa’nın, güç birliği yaparak ABD saldırısına karşı çıkması, Rusya ve Çin’in de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantılarında bu güç birliğini destekler nitelikte tavır almaları. Savaş eksenindeki saflaşmanın Latin Amerika’dan Güney Doğu Asya ülkelerine kadar dünyayı belli kamplara böleceği\böldüğü konusunda da yaygın bir mutabakat söz konusu.
Kuşkusuz aktüel olgulara bakıldığı zaman, bu tabloya katılmamak mümkün değil. Irak’a yönelik savaş tartışmaları üzerinden yaşanan baş döndürücü gelişmelerin dünyanın mevcut dengelerini sarstığı, sarsmaya devam edeceği bugünün en somut gerçeği. Üstelik bütün bu sarsıntıları besleyen ve tarafları daha açık davranmaya iten beş kıtaya yayılan savaş karşıtı eylemleri de unutmamak gerekir.
Irak işgali başladığı zaman dünyanın yeni dengelerinin nasıl şekilleneceğini bugünden kestirmek gerçekten güç. Ancak muhtemel senaryolar tartışılmaya başlandı bile. Jeopolitik analizlerin ortak vurgusu, dünyanın çok kutuplu bir ekonomik\siyasal konsepte doğru ilerlediği yönünde. Yani on-on beş yıla damgasını vuran “tek kutupluluğun” sona erdiği ve “daha yeni bir dünya düzeni”nin eşiğinde bulunduğumuz iddia ediliyor. Gerçekten de “tek kutuplu dünyanın” yapısal kurumları NATO, Birleşmiş Milletler; fikri ve felsefi temellerini oluşturan uluslararası hukuk normları, insan hakçılığı, demokratikleşme paradigmaları meşruiyetlerini hızla kaybettiler. Son BM ve NATO toplantıları, ABD ve ona karşı güç birliği yapan ülkelerin açıktan hesaplaşmalarına ev sahipliği yaptı. Aynı şekilde Irak’a saldırı için yeni bir BM kararının gerekip gerekmediği, uluslararası meşruiyetin ne olduğu, hangi referanslara dayanacağı konusunda herhangi bir uzlaşma olmadığı gibi, her devlet kendi jeopolitik konumuna ve jeostratejik çıkarlarına uygun olarak bu tartışmalara katıldı.
Dolayısıyla hem miadını doldurduğu söylenen “yeni dünya düzeni” hem de gelecek açısından çizilen “yeni yeni dünya düzeni”ni, sadece devletler nezdindeki çatışmalarla ve savaş sürecinin ortaya çıkarttığı gerilimlerle açıklamak hata olur. Başlı başına “dünya düzeni” olarak tarif edilen ekonomik, siyasal ve militarist sistemin yapısal dinamikleri, bu dinamiklerin ürünü olan ideolojik\kültürel iklim, meşruiyetinin kaynağı olarak görülen uluslararası normlar ve kurallar bütünü dikkate alınmadığı zaman, tarihin son derece hızlı aktığı şu günleri ve geleceği anlamak pek mümkün görünmüyor. Zira 1991 yılından önce yaşanan tarihsel kırılmaların nasıl okunduğu ile geçtiğimiz 10-15 yılın tarif edilme biçimi arasında dolaysız bir ilişki var. Aynı şekilde Yeni Dünya Düzeni’ne bakış ile de bugünkü ve bundan sonraki gelişmeler arasında ihmal edilemeyecek bir bağlantı olduğu muhakkak.
Öncelikle Soğuk Savaş ilişkileri içerisinde şekillenen mekanizmaların ve bunların toplamının sonucu olan Yeni Dünya Düzeni’nin (küreselleşmenin) nasıl şekillendiğinin tartışılması, günümüze dair önemli açılımlar sunacaktır. Çünkü bugünkü kutuplaşmalar ve çatışmaların nesnel temelleri küreselleşmeye içkin ekonomik ve politik dinamiklerin dolaysız bir ürünü olarak karşımızda duruyor. Dünyadaki dengelerin sarsılması sadece Amerika’nın militarist güç gösterilerinden kaynaklanmıyor kuşkusuz. Görüntünün ardında yatan ekonomik krizler, dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesi süreci ve fetih hareketlerinin emperyalistler arasında yarattığı gerilimler, bağımlı ülkelere yönelik askeri ve diplomatik müdahaleleri meşrulaştıran ideolojik atmosfer dikkate alındığı zaman ancak dünyanın gerçek ilişkileri hakkında fikir edinilebiliriz.

A-) PRO-AMERİKANİZM’DEN PAX-AMERİKANA’YA ABD HEGEMONYASININ YÜKSELİŞİ

1-) Soğuk Savaş ve ABD emperyalizmi
Yüzyıla yakın bir zamana damgasını vuran Amerikan hegemonyası tartışılırken, belli tarihsel uğrakların dikkate alınması zorunlu. Bu uğrakların en önemlisi elbette ki, Soğuk Savaş dönemi. Sovyetler Birliği’nin merkezinde olduğu sosyalist blokla, ABD’nin başını çektiği kapitalist-emperyalist bloğun karşılıklı güç dengesine dayanan ve bu dengenin belirlediği uluslararası sistemi tarif eden Soğuk Savaş’ı, sadece iki kutbun politik kapışması olarak görmek kuşkusuz yanlış olur. Böyle bir yaklaşım, Avrupa sömürgeciliğini ve buna karşı gelişen bağımsızlık hareketlerini göz ardı ederken, Amerikan hegemonyasının tarihsel kökenleri konusunda da ciddi bir yanılgıdır. Nitekim Avrupa sömürgeciliği ve esas olarak da İngiliz emperyalizminin sonu olan emperyal savaşlar, aynı zamanda Amerikan hegemonyasının da temelidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir yandan ekonomik krizler, diğer yandan da sosyalizmin etkisiyle yoğunlaşan işçi ve halk hareketleri, batı ülkeleri açısından ciddi bir tehlikeydi. Bir birini koşullayan bu iki tehdit karşısında kapitalist bloğun restorasyon ihtiyacı, yeni bir dünya düzeni fikrinde ifadesini buldu. Bu, siyasal ayağını üçüncü dünya ülkelerinin “demokratikleştirilmesinin”, ekonomik ayağını ise “kalkındırılmasının” oluşturduğu yeni bir paradigmaya dayanıyordu. “Siyasal gelişme” adı verilen bu paradigma esas itibariyle, Amerika’nın Avrupa’yı ve batılı olmayan devletleri Sovyet tehlikesine karşı desteklemesiydi. Samuel Huntington, siyasal gelişmeyi, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan bayrağının peşinden giderek Sovyetler Birliği’ne karşı Soğuk Savaş’a katılan ülkeler üzerinde Amerikan dış politikasının kurulması” olarak tarif eder ve bu politik konseptin “Amerikan yanlılığının hakim kılınması (Pro-Amerikanizm)” olduğunu söyler. (1)
Yaklaşık bir tarihlendirmeyle 1945-1968 yılları arasında ABD’nin dış politikasına egemen olan doktrinler, Huntington’ın özetlediği “Pro-Amerikanizmin” tipik uygulamalarıdır. 1950’lerden itibaren başladığı kabul edilen Soğuk Savaş’tan önceki dönemde asıl sorun, Truman doktrini olarak anılan dış politikanın gerekçelendirilmesiydi. Doktrin dahilinde gündeme gelen dış destek programlarının nedeni, mali yardımdan yoksun kalan ülkelerin, komünist olacakları yargısına dayanıyordu. Egemen yaklaşıma göre, mali ve teknik yardım, iktisadi gelişmeye katkıda bulunacak ve iktisadi gelişme de karşılıklı olarak siyasal gelişmeyi sağlayacaktı. Yani ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilan ettiği düzen, “istikrar, demokrasi, anti-komünizm ve Amerikan yanlılığı” ilkelerinin toplamıydı.
Amerika’nın Avrupa’ya ve “üçüncü dünya ülkeleri”ne yönelik dış politikası bugünkü çoğu ilişkinin de düğüm noktasıdır.
“Üçüncü dünya ülkeleri”ne vaat edilen “kalkınma ve demokratikleşme”, bağımsızlık hareketlerinin önüne ket vurmayı ve sosyalizmin yol göstericiliğinde ayağa kalkan Afrika, Ortadoğu ve Asya halklarını kapitalist\emperyalist bloğa yedeklemeyi hedeflerken, Avrupa’ya sağlanan destekler de Doğu Bloku’na karşı Avrupa’da bir birlik oluşturmayı öngörüyordu. (2)
Her iki durumun yeni emperyal güç için bulunmaz fırsatlar doğurduğu ortada. Birincisi; sömürgeciliğe karşı bir “hür dünya” mistifikasyonu yaratılıp, ideolojik mevziler güçlendirildi. İkincisi; kapitalist sistemin içine krizi, Batı Avrupa’da ve Amerika’da işçi sınıfı lehine bir takım tavizleri getirerek “refah devleti” uygulamalarına yol açsa da, batılı sermaye grupları yeni değerlenme alanları olarak hedef seçtikleri “üçüncü dünya”ya yönelik fetih hareketleri için güçlü politik desteklere kavuştu. Son olarak; Avrupa sömürgeciliğinin paylaşım savaşları ve bağımsızlık hareketleri ile tasfiye edildiği bir dönemin ardından dünyanın bu kez de Amerikan emperyalizmince yeniden sömürgeleştirilmesinin önü açıldı.
Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki düzenin fikir mimarı büyük oranda ABD’dir. Soğuk Savaş döneminde ise, kapitalist bloğun düzenlenmesinde ABD artık tek hakim güç olarak öne çıkmıştır. Amerikan hegemonyasının kurulmasının temel dayanakları ise asli olarak “yeni ekonomik düzende” aranmalı.
Yeni ekonomik düzenin inşası için IMF ve Dünya Bankası kurulurken, bu kurumların az gelişmiş ülkelere büyük miktarlarda borç vermesiyle sermaye ihracı canlandırıldı. Marshall Yardımı ile de savaşların yıkıma uğrattığı Avrupa ve bazı müttefik ülkeler yeniden yapılandırılarak, Amerikan sermayesinin pazar ihtiyacı karşılandı. Avrupa ekonomisinin gereksinimi olan hammaddelerin “üçüncü dünya ülkeleri”nden sağlanacağı Marshall Planı’nın son maddesinde belirtilmişti. Böylece dünya bir yanda ABD önderliğindeki “sanayileşmiş ülkeler” diğer tarafta da bu ülkelere kaynak ve hammadde sağlayan azgelişmiş ülkeler olmak üzere emperyalist işbölümüne uygun biçimde bölündü. ABD emperyalizminin yeni-sömürgeci politikalarının dolaysız bir tezahürüydü bu tablo. Hegemonyasının itici gücü, yeni uluslararası ekonomik ilişkilerde saklıydı. Söz konusu ilişkiler, çevre ülkelerin sınırsız hammadde ihracıyla merkez kapitalist ülkelerdeki birikimi desteklemesini ve merkezi oluşturan ABD, Japonya ve Batı Avrupa arasındaki teknoloji yaratma, yayma ve uygulama konusundaki işbirliğini kapsamaktadır. Vurgulanması gereken nokta, ABD kökenli yoğun sermaye birikim modelinin hızla uluslararasılaşmasıdır. ABD’nin yoğun birikim modelini ilk uygulayan ülke olması, kapitalist ekonomide başat konuma gelmesini kolaylaştırmıştır. Bir başka nokta ise, çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisindeki ağırlıklarını artırmaya başlamaları. Çokuluslu şirketlerin etkinliklerinin artmasıyla ABD hegemonyasının gelişimi arasındaki paralellik dikkat çekicidir.
ABD’nin bu dönemki yeniden sömürgeleştirme hamlelerine dair bazı ekonomik verilerin seyri ise, emperyalizminin yeni fetihçiliğinin askeri işgalden çok sermaye ihracına, azgelişmiş ülkelere yönelik borç akışına ve bu ekonomik ilişkilerin sonucunda talep ettiği tavizlere dayandığını göstermektedir.
ABD’nin toplam dış yatırımlardaki payı 1960’lı yıllarda Japonya’ya, Almanya ve İngiltere’ye göre sırasıyla 113.4, 43.2 ve 2.73 kat fazlaydı. Azgelişmiş ülkelerin batı ülkelerinden aldığı borçların toplamı ise 1950’lerden itibaren büyük bir artış gösterdi. Dış borçlar, 1965’te yaklaşık olarak 37 milyar dolara, 1970’te 73 milyar dolara, 1973’te 125 milyar dolara, 1974 yılında ise 157 milyar dolara kadar çıktı. Borç esareti azgelişmiş ülkelere, krizle birlikte ağır bedellere mal olurken, 1974 petrol şokuyla birleşince merkez kapitalist ülkelerde de ciddi bir kâr krizini gündeme getirdi. İşte bu krize karşı IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uygulamaya konulan bir dizi ekonomik politika, hem dünyada yeni birikim rejiminin ortaya çıkmasına, hem de bu birikim rejiminin uluslararasılaşmasıyla birlikte küreselleşme sürecinin başlamasına yol açmıştır. (3)

2- Yeni Dünya Düzeni: Pax-Amerikana
Önceki dönemler bir yana, uluslararası kapitalizmin 1970’lerden beri durgunluk ve daralma içinde olduğunu söylemek abartı değil. Tekelci sermaye, giderek kısa aralıklarla yaşanan krizlerden kurtulmak amacıyla bir “yeniden yapılanma” programını yürürlüğe koyma ihtiyacı hissetti. Neoliberalizm adıyla anılan bu politikalar demeti; kâr krizini aşmak isteyen sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını, buna karşın emeğin maliyetlerini azaltmak için sosyal ve ekonomik hakların kısıtlanmasıyla toplumsal ilişkilerin pazarın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmesini hedefliyordu. Emeğe yönelik saldırıların ana unsurları; ücretlerin baskı altına alınması, parasız kamu hizmetlerinin tasfiyesini, işçi sınıfının örgütlülüğünün dağıtılması amacıyla taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmanın yaygınlaştırılmasını, tıkanan birikim rejiminin yeniden işlevli hale getirilmesi için de özelleştirme ve esnek çalışmanın yaşama geçirilmesini içeriyordu. Bu amaçla bir dizi strateji gündeme geldi.
Birincisi; sermayenin artan yoğunlaşmasına bağlı olarak ortaya çıkan ve kriz nedeniyle üretimden kopan büyük miktardaki mali fonların az gelişmiş ülkelere borç olarak verilmesi. İkincisi; uluslararası sermayenin hareket serbestisini sağlayacak ulusal kısıtlamaların ortadan kaldırılmasına dönük finansal serbestleşmenin dayatılması. Üçüncüsü de; dış borçların ve dış yatırımların garanti altına alınması doğrultusunda IMF ve Dünya Bankası’nın hazırlayacağı “istikrar paketleri”nin uygulanması.
Sonuçta uluslararası tekeller yatırımlarını, maliyetlerin azaldığı, kârlılığın arttığı ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının bol olduğu ülkelere kaydırmaya başladılar. Kârların merkez kapitalist ülkelere transferinin finansal serbestleşmeyle garanti altına alınmasından dolayı da dünyadaki bölüşüm ilişkileri az gelişmiş ülkeler aleyhine hızla bozuldu. Böylece bağımlı ülkeler borç batağına saplanırken, bu ülkelerin halkları da büyük bir yoksullaşmayla karşı karşıya kaldılar.
Küreselleşmenin iktisadi mekanizmaları yoğun biçimde uluslararasılaşırken, Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması, siyasal olarak da bir küreselleşme dalgası yarattı. Dünyanın ekonomik düzenini kriz vesilesiyle yeniden organize eden ABD, uluslararası politik düzeni de istediği biçimde şekillendirme imkanına kavuştu. Özellikle Sovyet bloğunun dağılmasıyla bu ülkelerde başlatılan kapitalist restorasyon, yeni bir ideolojik ve politik iklimin yaratılması için hayli geniş olanakları ABD’nin önüne serdi. Soğuk Savaş ilişkilerinin üzerinden yükselen ekonomik, siyasal ve askeri doktrinlerle dünyaya yeniden şekil verilemeyeceğini bilen ABD emperyalizmi, hem yeni duruma uygun mekanizmaları yaratma hem de bu yeni durumu tarif etme çabasına girişti.
1989 yılı ABD’nin yeni ekonomik ve politik düzeninin miladı kabul edilir. Ama yeni düzenin ne olduğunun anlaşılması için 1991 yılı daha belirleyici bir tarihtir. Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan Körfez Savaşı, ABD Başkanı George Bush’un Yeni Dünya Düzeni’nin (YDD) başladığını her yönüyle sergilediği bir güç gösterisiydi. O zamana dek uluslararası ilişkilerde neredeyse hiç bir etkisi ve bağlayıcılığı olmayan Birleşmiş Milletler’in savaş kararı, YDD’de “barış ve istikrarın” nasıl sağlanacağının da ilk örneğiydi. (4)
Ancak yeni düzen, henüz ilk sınavından başlayarak birbiri ardına patlak veren etnik savaşlarla, bölgesel çatışmalarla, Amerikan müdahaleleriyle, dinsel gerilimlerle anılmaya başlandı. YDD’nin alamet-i farikasının istikrar ve barış değil, istikrarsızlık, savaş ve krizler olduğu kısa sürede anlaşıldı. Deyim yerindeyse 1991’deki savaş, Amerikan emperyalizminin SSCB’nin çöküşüyle bulduğu “incir yaprağını” düşürdü. Körfez, “barışı” ve “istikrarı” adına YDD’nin üçüncü dünya üzerinde uyguladığı askeri baskıyı ve yeni ekonomik kutuplaşmayı gizleyen maskelerin indiği ilk çatışma alanı oldu. Her ne kadar Samuel Huntington gibi ABD dış politika stratejistleri müdahalenin, despotizmin “son kalıntılarının” da temizlenmesine yönelik yoğunlaşmış bir politika tarzı olduğunu savunsalar da, ardından gelen Somali, Sudan ve Yugoslavya operasyonları, “Büyük Amerikan Barışı (Pax-Amerikana)”nın gerçekte bir Amerikan yayılmacılığı olduğunu ortaya çıkartan gelişmelerdi. (5)
Sonuçta Soğuk Savaş’ın sonlanması, burjuva ideologlarının iddialarının aksine, dünyayı daha fazla istikrarsızlığa sürükleyen, paylaşım savaşlarını körükleyen “zincirlerinden boşanmış bir emperyalizmin” temellerini attı. (6) Üstelik bu emperyalizm, tek kutuplu bir dünya değil, tam tersine çok kutuplu ve beklenmedik çatışmaların patlak verdiği potansiyel tehlikeleri sürekli barındıran; Batı’da ABD şemsiyesi altında birbirine sıkı sıkıya sarılarak ve ayrılıkları bastırarak blok oluşturan devletlerin her an yeni uyuşmazlık noktaları ve rekabet alanları keşfettiği, ticari ittifaklar kurduğu, hegemonya mücadelelerinden kaçınmadıkları bir karaktere sahiptir. Kısa sürede Asya’da Rusya ve Çin, Pasifik’te Japonya önderliğindeki ticari blok, Avrupa’da Almanya ve Fransa’nın mihverliğinde ekonomik birliğini tamamlayan ve siyasal birliğe doğru ilerleyen Avrupa Birliği eskisinden çok daha güvensiz hale gelmiş dünyanın güç odakları olarak öne çıktı. Kısaca YDD, eşyanın tabiatına, emperyalizmin karakterine uygun bir düzenin adıdır.
Tarihin bir ironisi ki, ilk Irak Savaşı YDD’nin ilanı olmuştu; ikincisinin ise tamamen çöküşü olacağına kuşku yok. Ve bu çöküşün yeni bir emperyal paylaşım savaşına dönüşmesi muhtemel beklentiler arasında. Avrupa Birliği içindeki çatlak, Atlantik ittifakının dağılması, Asya’nın güçlü devletlerinin henüz yüksek bir tonda olmasa da emperyal düşlerini dile getirmeye başlamaları, ekonomik krizin büyük bir buhrana doğru evrildiğinin, bir dünya savaşının eşiğinde olduğumuzun işaretleri.

B-) DÜNYANIN YENİDEN PAYLAŞIMINDA KUTUPLAŞMALAR NETLEŞİYOR

1-) Atlantik İttifakı AB’nin üzerine çöktü
Almanya Başbakanı Konrad Adenauer ve Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle arasında 1963 yılında imzalanan Elysee Antlaşması’nın 40. yıldönümü, Avrupa Birliği’nin (AB) iki önemli gücünün emperyal iddialarını ilk kez açık bir dille ve doğrudan ABD hegemonyasını hedef alarak ifade etmesinin vesilesi olurken; AB üyesi sekiz ülkenin ABD lehine ortak deklarasyonu da Avrupa’daki bölünmeyi su yüzüne çıkarttı. Kuşkusuz AB’nin uzun süredir ikinci bir emperyalist blok olduğu konusunda ortak kanı mevcuttu. Birliğin 1989 yılından sonra siyasal bütünleşmeye yönelik adımlar atmaya başlaması ve 1993 yılındaki Kopenhag Zirvesi’nde alınan kararlar bu kanıyı güçlendiren gelişmelerdi. Ne var ki sorun, Avrupa’nın bir birlik halinde böyle bir rol oynayabileceği, hatta feyz aldığı felsefi ve kültürel temellerden dolayı dünya için bir şans bile olabileceğinin düşünülmesiydi. Oysa ne AB içindeki bölünme şaşırtıcı, ne de Fransa ve Almanya’nın güç birliği sürpriz.
Avrupa’nın inşası hiçbir zaman sadece Avrupalıların davası olmadı çünkü. 1958’den sonra başlayarak AB’ye dönüşmek üzere Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) fikri, 2. Dünya Savaşı’ndan çıkan güç ilişkilerince şekillendirildi. Gerçekten bugün karşımızda duran AB, 5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı tarafından önerilen, SSCB’ce 1947’deki Paris Konferansı’nda reddedilen Marshall Planı’ndan köken almıştır. Bu yapılanmada başı çeken olgu; Amerika’nın, Sovyet tehlikesini Fransız ve İtalyan komünist partilerinin etkilerini kontrol altına alma isteği ve aynı zamanda tüm kapasitesi ile işleyen sanayisinin ihtiyaç fazlası üretim tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bir dönemde kendisine korunmamış pazarlar bulma düşüncesidir. Amerika Marshall Planı’nın ardından Avrupa’yı istediği şekilde biçimlendirecek daha etkili bir aracı, 1949 yılında kurulan ve sadece askeri açıdan değil, aynı zamanda siyasi bir hegemonya sağlamaya da hizmet edecek Kuzey Avrupa Atlantik Paktı’nı (NATO) kurmakta gecikmedi.
Birliğin ilk tohumlarının atıldığı günlerden beri İngiltere, ABD’nin yanında yer almakta tereddüt etmedi. Nitekim dönemin İngiliz Başbakanı Churchill daha 1946’da, “Sovyetler Birliği tehlikesi nedeniyle yükselen tansiyon karşısında, Avrupa Birliği daha fazla gereklidir” diyordu. Bu çerçevede, ABD’nin de desteğini alarak 1949’da Avrupa’nın ilk siyasal bir araya gelişi olan Avrupa Konseyi’nin oluşumuna öncülük etti.
Batı Avrupa’nın iki mihveri Almanya ile Fransa ise, ABD’nin hegemonyasını bir nebze olsun kırabilmek amacıyla güçlerinin yetebildiği oranda İngiltere’yi dışarıda tutmak için çabalamışlar ve AB’nin ilk genişleme sürecinden beri bu tavırlarını sürdürmüşlerdir. Cumhurbaşkanı De Gaulle, Fransa’nın İngiltere’yi ilk vetosunda “ABD’ci bir İngiltere ile Avrupalı bir Avrupa’nın olamayacağına” işaret ediyordu. Fransa’nın ikinci vetosunda da yine De Gaulle İngiltere’nin ABD’den yeterince uzaklaşıp Avrupa’ya yeterince yanaşmadığını düşünüyordu. Israrının ardındaki gerçek korkuyu ise Elysee Antlaşması imzalandığı gün açıkça itiraf etti: “Ben Avrupa’yı Avrupalı olması için istiyorum, yani Amerikan olmaması için.”
Küreselleşme sürecinde Avrupa Topluluğu’na (AT) düşen kritik misyon, 80’lerin ortalarında Sovyetler’de Gorbaçov’la karakterize olan çözülme sürecini yönlendirerek, Doğu Bloğu’nu kazasız belasız emperyalist-kapitalist kampa dahil edecek politikaların ve diplomasinin temel yürütücülüğünü götürmekti. 1985 sonrasında AT’nin tüm kurumlaşması, Doğu Avrupa’nın çözülme ve kapitalist blok tarafından içselleştirilmesi etrafında gelişti. 1989’da duvarların yıkılmayla birlikte ise, AT iç bütünleşmesini sıçratarak 1993’de AB’ye dönüştü ve Doğu Avrupa’nın restorasyonuna kilitlendi. Kapitalizmin genel çıkarları adına oluşturulan restorasyon misyonu, AB’nin bugünkü ana yayılma eksenini de belirliyor. AB bu yıldan sonra genişlemenin ana çeperini Doğu Avrupa üzerine kuruyor.
Yeni genişleme politikası öncekilerden nitelik olarak da oldukça farklı. Zira bu kez, çok kapsamlı ortak hukuki düzenlemelerin yanı sıra; sınırların kaldırılması; Gümrük Birliği’nin sağlanması ve ortak para birimi Euro’ya geçiş ile kendi ordusunu kurma gibi bir dizi kurumlaşmayı tamamlayıp sadece zenginler kulübü olmaktan çıkarak, kendi periferisini ve ucuz emek ihtiyacını karşılayacak ikinci çemberi de tamamlamayı hedefliyor. Böylelikle 2000’li yıllarda hegemonyası yeniden sorgulanmaya başlanan ABD karşısında AB, kendi iç bütünleşmesini sindire sindire götüren bir emperyalist odak olarak paylaşım arenasındaki yerini iddialı bir şekilde alma çabasında.
Atlantiğin iki yakasındaki zorunlu ittifakı bozan bugünkü gelişmeler de asıl olarak AB’nin bu tutumundan kaynaklanıyor. Fransa-Almanya güç birliğine karşı Atlantiğin öte yakasından gelen tepkiler, ABD’nin bir işareti ile hizaya gelen sekiz Avrupa ülkesinin durumu, tuzla buz olan Atlantik ittifakının AB’nin üzerine çöktüğünün de resmidir. Çünkü dağılan aynı zamanda AB’nin ortak dış ve güvenlik politikasıdır. Avrupa basınının ortak vurgusu hep bu yönde. Fransız Liberation, Washington’un Amerika’nın dünyadaki rolüne rakip olabilecek güçlü bir Avrupa’nın ortaya çıkışını önleme arzusunda olduğunu söylerken, Alman gazetesi Die Welt Avrupa dış ve güvenlik politikası projesinin ölümcül darbe aldığı kanısındaydı. Diğer bir Alman gazetesi Frankfurter Allgemeine’nin görüşü de farksız. Birliğin geleceğine ilişkin kaygılarını dile getiren gazete, AB’de “okyanus genişliğinde” bir uçurumun ortaya çıktığını vurguluyordu. El Pais, “Avrupa Birliksizliği” manşetinin altında, bazı AB üyelerinin Bush’un gözüne girmek için onca emek verilen dış politikanın yolundan ayrılmış olduklarını yazdı. (7)
Diğer yandan Almanya ve Fransa uzun süredir sekiz Avrupa ülkesinin ABD yanlısı tutum alacağından emindiler. Özellikle jet hızıyla NATO ve AB üyesi olan Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın, aynı hızla Washington’un gözüne girmek için fırsat kolladıkları malumdu. Çek Savunma Bakanı Jaraslov Tvirdik, “Biz demokratik değerlerimizi ve askeri yeteneğimizi paylaşmak amacıyla NATO üyesi olduk. Şu anda dostlarımız ve müttefiklerimiz, sahibi olduğumuz özel bazı askeri hizmetlerden yararlanmak istiyor ve biz de bu isteği severek yerine getiriyoruz” derken, Polonya Dışişleri Bakanı Wlodzimiertz Cimoszewicz’in de ülkesinin ABD ile sürdürdüğü mükemmel ilişkinin AB içindeki en önemli kozu oluşturduğunu söylemesi yerindeydi.
Bu karşılıklı sevgiyi pekiştiren akçeli konuların varlığı da göz ardı edilmemeli. AB üyeliğinin kesinlik kazanmasından birkaç gün sonra ordusunu modernleştirme çabasındaki Varşova’nın, Avrupalı iki uçak firmasının teklifini elinin tersiyle itip tercihini Amerikan F-16’larından yana kullanması boşuna değildi. 48 savaş uçağı için verilen yaklaşık 3.4 milyar Euro, Doğu Avrupa tarihinin en kapsamlı askeri hibesidir. Bu alışverişin bir şekilde yine ABD tarafından finanse edilecek olması, söz konusu ilişkinin sadece küçük bir ayrıntısı!
Ancak adı üstünde, bir hesaplaşma bu ve geçmişte kurulmuş her türlü ittifakın ve birliğin dağılması, yerine yeni ittifakların doğması emperyalist ilişkilerin doğası gereği. Bu yüzden ABD ile AB arasındaki çatışmanın savaşla gündeme gelmesi oldukça anlamlı, ama asla bununla sınırlı değil. AB’nin genişleme planlarının motor gücü Fransa ve Almanya, Euro’dan ortak anayasaya, dış ve güvenlik politikasına kadar bir dizi kurumsal düzenlemeyi ihraç etmeye de niyetli. Dolayısıyla bir Avrupa ordusunun kurulması, ABD’nin ana hegemonik gücü NATO’nun da işlevinin zayıflaması demek. Tabii ki, bu, aynı zamanda Doğu Avrupa’yı genişlemenin ikinci halkası gören AB projesinin sonunun da başlangıcıdır.

2-) Dünyanın “Güvenliği” Kime Emanet?
Emperyalist devletler, hegemonik güçlerini sürdürebilmek ve ulusal çıkarlarını güvenceye alabilmek amacıyla dünyanın geri kalanına da kabul ettirebilecekleri bir güvenlik\askeri doktrine her zaman ihtiyaç duyarlar. Bu açıdan ABD tarihi bir doktrinler tarihi olarak da okunabilir: Wilson’ın prensipleri, Truman’ın doktrini, Carter’ın “güce dayalı ikna”sı, Reagan’ın açık güç kullanımını ifade eden “sopa politikası”, Clinton’ın “füze kalkanı projesi” vb… Bu militarist doktrinler sürekli olarak “dış düşman” tanımıyla birlikte gündeme gelmiş ve meşruiyetinin dayanakları da “demokrasi, barış ve refahın güvenliği”ne dayandırılmıştır. Amerika’nın Soğuk Savaş öncesindeki güvenlik konsepti, kendine bir saldırı olması halinde savaşın gerekliliği üzerine kuruludur. Sovyet bloğuyla birlikte bu, ABD’ye ve müttefiklerine herhangi bir saldırı olması eksenine kaydırılmış, 1980 sonrasında ise “istikrarsız ve tehdit oluşturduğu” iddia edilen bölgelerin denetimi dikkate alınmıştır. Latin Amerika’nın “arka bahçe” haline getirilmesinde darbelerden kontrgerilla faaliyetlerine kadar bir çok yöntemin kullanılması, bu güvenlik anlayışının somut pratikleridir. 1991 yılından sonra ise “Pax-Amerikana”nın tesis edilmesi için “insani müdahale” gerekçesiyle “otoriter rejimlerin askeri güce dayalı olarak yıkılması” dönemi başlamıştır. Irak, Yugoslavya, Somali ve Sudan “insani müdahale” adına bombalanan ülkelerdir.
Hegemonik gücün ciddi bir meydan okumayla karşılaşmadığı ve iradesini diğer güçlere kabul ettirdiği dönemlerde, nispeten bir “barış” görüntüsü ortaya çıkar. Bu “barış”, öncelikle büyük güçler arasındaki askeri mücadelenin yokluğu anlamına gelen bir “istikrar” ortamına işaret eder ki; “istikrar”ın sürdürülmesi, hegemonyanın meşruiyetinin nesnel dayanaklarının varlığına, en azından dünya arenasındaki siyasi aktörlerin ağırlıklı kısmının varolan düzenin uygun olduğu yönündeki kanaatlerini sürdürmelerine bağlıdır.
Amerika 1990’lardan başlayarak güvenlik konseptinin dayandığı bu meşruiyet olanaklarını hızla tüketti. Özellikle Rusya’nın kendi sahasında benzer bir anlayışı hakim kılmaya çalışması ve Çeçenistan’a askeri operasyonlar düzenlemesi, aslında ABD’nin ana hegemonik ayağı olan askeri politikaların, ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kaldığının işaretiydi. Bunun üzerine bir de AB’nin kendi askeri ve güvenlik politikasını oluşturma ve dünyaya kabul ettirme tavrının ortaya çıkması, ABD’nin tahammül edemeyeceği kadar ciddi bir adımdır.
Emperyalist paylaşım savaşının tehlike çanları olarak kabul edilebilecek askeri\güvenlik konseptlerinin kapsadığı alanları tarif etmek bu bakımdan önemli. Nitekim ABD’nin 11 Eylül’den sonra ilan ettiği yeni askeri doktrin diğer emperyalist devletlere açık bir meydan okuma anlamına geliyor.
31 Ocak 2002 tarihinde, Washington’daki Ulusal Savunma Üniversitesi’nde stajyer subayların önünde ABD’nin yeni askeri doktrinini açıklarken Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, şöyle diyordu: “Şu anda dört önemli alanda caydırıcı olabilecek kapasiteye sahip olmak için harekete geçmeliyiz. Aynı anda iki saldırganı yenebilecek, bu esnada da büyük boyutlu bir karşı-saldırı yürütüp bir düşman başkentini yeni bir rejim yerleştirmek üzere işgal edebilecek seviyeye ulaşmak gerekmektedir.” (8)
ABD’nin temel savunma hedeflerinin evrimi, bundan önce üç ana aşamadan geçmişti. 1970’lere girmeden önce, Amerikan savunma politikasının önüne koyduğu hedef “iki buçuk savaşa” hazırlanabilmekti. Buna göre, komünist devletlerin tek bir blok gibi göründüğü Soğuk Savaş döneminin ruhuna uygun olarak, hem Sovyetler Birliği’ne ve Çin’e karşı olası bir savaşı, hem de Kore, Vietnam gibi görece olarak düşük askeri kapasiteye sahip ülkelerle girilebilecek bir savaşı ve Lübnan, Guatemala veya Dominik Cumhuriyeti gibi ülkelere yapılacak askeri seferleri aynı anda sürdürebilmek gerekiyordu.
Sovyetler Birliği ile Çin’in yollarının ayrılması, Başkan Richard Nixon’ı, aynı anda hem bu iki ülkeden biriyle girilecek büyük boyutlu bir çatışmanın, hem de o güne kadar göz önünde bulundurulacak türden sınırlı bir çatışmanın yürütülmesini öngören “bir buçuk savaş” konseptini benimsemeye sevk etti.
Bush yönetiminin Soğuk Savaş sonrasında, 1991’de yayınladığı yeni doktrin ise, artık “iki büyük bölgesel çatışmayı” göz önünde bulunduruyordu. Bu yönelimler, Clinton yönetimi tarafından 1993’te “Büyük Saha Harpleri” olarak yeniden adlandırıldı. Rumsfeld, 31 Ocak’taki konuşmasında, yalnızca çatışma perspektifini iki “büyük alan”ı dörde çıkaracak şekilde genişletmekle yetinmedi, aynı zamanda ABD’nin göğüslemesi gereken tehditleri daha ayrıntılı şekilde tanımlamayı ihmal etmedi. Rumsfeld, “dünya çapında tutkulara sahip” terörist örgütlerle onları destekleyen devletleri, özellikle de edinmekte oldukları (nükleer, biyolojik ve kimyasal) kitlesel tahrip silahlarını kullanarak onlara arka çıkabilecek olanları aynı düşman kampa koydu. Tehdit artık sadece kaynağıyla değil, doğasıyla da tanımlanıyordu. “Yeni terörizm biçimlerine karşı da hazırlıklı olmalıyız” diyordu Rumsfeld ve, Amerikan askeri bütçesindeki kayda değer artışı önceden haklı çıkarmak için, yeni savunma politikasının altı ana hedefini sıralıyordu: Ulusal toprakların ve yabancı ülkelerdeki Amerikan üslerinin korunması, kuvvetlerin uzak operasyon sahalarına yönlendirilmesi, düşmanın sığınaklarının imha edilmesi, enformasyon ve iletişim sistemlerinin güvenliğinin sağlanması, muharebe sahasında gerekli tekniklerin kombine operasyonlarda kullanımının geliştirilmesi, ABD’nin uzay erişiminin ve uzay potansiyelinin korunması. (9)
Strateji uzmanları, yeni askeri doktrininin her türlü çatışma biçimine cevap verecek şekilde tasarlandığını ileri sürüyorlar. Rakibin doğasına, nüfusuna, sınai gücüne, altyapılarına, kentsel yerleşimlerinin önemine, ama özellikle de siyasi rejimine ve bu rejimi alaşağı etmek ya da etkisiz hale getirmek için gerekli öğelere bağlı olarak uygulanıyor. Peki kime karşı?
Kimilerine göre, bir füzesavar engeli ile bütün saldırı kapasiteleri imha edilecek olan potansiyel düşman, Amerikan diplomasisi tarafından işaret edilen “haydut devletler.” Başkalarına göre, tabii ki Çin. Bugün bu tartışma geride kalmış durumda. Düşman, artık “başıbozuk” değil, kitlesel imha silahı yerleştirilmesi projeleriyle “ilgilenen” devletlerden biri olabilir. Düşman, aynı şekilde Çin veya Rusya da olabilir. Çin, kurmay heyet başkanlarının oluşturduğu komitenin hazırladığı bir belgede olası rakip olarak gösterildi bile. Yeni savunma doktrini tarafından korunacak olan ilk dış bölgenin Tayvan olacağı şimdiden tartışılıyor. Böylelikle Çin’in kontrolü eline geçirmesi engellenecek. Rumsfeld’in dediklerine bakılacak olursa, aynı durum, Kırgızistan ve Özbekistan’da “kalıcı” olarak kurulan hava ve kara üsleri için de geçerli. Yani Rusya’nın kendi hinterlandları olarak gördüğü bölgeler, Amerika’nın koruması altında. (10)
Fransa-Almanya ittifakının güvenlik politikasının nerelere doğru genişlediği hesaba katıldığında, emperyalist paylaşım savaşları ile askeri\güvenlik doktrinleri arasındaki bağlantı daha açık görülebilir.
AB’nin ortak bir dış politika ihtiyacının tek sebebi, sıkı uluslararası ticaret ilişkileri değil kuşkusuz. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile Avrupa’da ve komşu bölgelerde yeni çatışmaların ortaya çıkması, AB’nin bir dış ve güvenlik politikası kimliği geliştirmesini yaşamsal hale getirdi. Aralık 1995’te Madrid’de yapılan AB Konseyi’nce kabul edilen Avrupa siyasi gündemi, ileriki yıllarda karşılaşılacak dış politika görevlerini belirlemekteydi: Kıbrıs ve Malta ile ve Akdeniz’in ve Doğu Avrupa’nın ortak ülkeleriyle genişleme müzakereleri; AB’nin komşularıyla, özellikle Rusya, Ukrayna, Türkiye ve Akdeniz ülkeleriyle, diyalog, işbirliği ve ortaklık politikasının sürdürülmesi; ve Avrupa çapında bir güvenlik sisteminin kurulması. Gündemdeki diğer konular arasında, Afrika, Karayib ve Pasifik devletleriyle AB’nin geleneksel ilişkisinin geliştirilmesi ve Asya ve Latin Amerika ile daha yakın ilişkiler de vardı. Kabaca çizilen bu haritaya bakınca, Amerikan hegemonyasının etki alanlarına doğru bir genişlemenin söz konusu olduğunu görmek mümkün.
AB Konvansiyonu’nun anayasa çalışmalarında da bu güvenlik politikasının gerçekte NATO benzeri bir ittifakı öngördüğü açıkça dile getiriliyor. Haziran ayında tamamlanacak anayasa taslağında, “Avrupa modeli bir toplum ile dünya gücünün sorumluluklarını taşıyan yeni bir Avrupa” yaratma hedefi öneriliyor. Militarist caydırıcılığıyla, küreselleşmenin aktif gücü olacak mali sermayesiyle ve bu güçleri tek elden yönetecek merkezi hükümetiyle yeni bir AB tarif ediliyor taslakta ve asıl sorun da NATO’ya rakip bir maddenin eklenmesi: “NATO’nun 5. maddesinin benzeri bir yetkinin yanında karşılıklı savunma garantileri ile birlikte oluşturulacak askeri ittifak, bölgede operasyon düzenleme yetkisine sahip olacaktır.” Bu son söz gerçekten de ABD için ciddi bir tehdit anlamı taşımıyor mu? (11)

3-) “Eski Avrupa”/”Yeni Avrupa”: Jeopolitikte yeniden yapılanma
ABD yönetiminin AB’nin askeri restini gördüğü ve karşı bir hamleyle “bir Avrupa acil müdahale gücünü”nün kurulmasının önüne geçmeye çalıştığına Kasım 2002’de Prag’da toplanan son NATO zirvesinde yakından tanık olundu. Diğer yandan NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesinin Rusya’yı ne derece rahatsız ettiği de yine bu toplantıda daha net biçimde ortaya çıktı.
Prag toplantısındaki düşmanlık tohumlarının kökenini 1999 yılındaki Kosova Savaşı ve aynı günlerde Washington’da toplanan NATO zirvesinde aramak gerekir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından beri NATO ve Rusya arasındaki gerilimin en üst düzeye çıktığı nokta Kosova olmuştur. Gerilimi tırmandıran olaylar zinciri ise, Temmuz 1997’deki Madrid Zirvesi’nde Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nin NATO’ya katılımın ilke olarak benimsenmesidir. Son bir kaç yıllık bu gelişmeler alt alta yazıldığında jeopolitik bir yeniden yapılanma tablosuyla karşılaşıyoruz.
Bu yapılanmanın ilk ayağı, ABD’nin etki alanını NATO’yu kullanarak Doğu’ya doğru kaydırması; ikincisi, AB’nin büyük dersler çıkarttığı Kosova sorununun ardından bir acil müdahale gücü kurma hevesine kapılması; üçüncüsü ise, Rusya’nın Boris Yeltsin döneminde başlayan ve Putin ile bir emperyal iddia haline gelen kendi hinterlandını eski Sovyetler Birliği sınırlarıyla bire bir çizmesi.
Nitekim 1990’lı yıllarda Moskova, eski sınırların belirlediği hat üzerinde batıya ait her askeri
yerleşimin “savaş nedeni” sayılacağını ilan etmişti bile. Bütün karmaşık hesapları altüst eden ve
ABD lehine çeviren milat ise elbette ki, 11 Eylül’dür.
İkiz kulelerin çöküşü, Doğu Avrupa eksenli gerilimli ilişkileri iki temel açıdan değiştirdi. ABD Vietnam’dan beri bulamadığı “zincirinden boşanmış bir askeri saldırı dalgası”na gerekli olan ideolojik kılıfa kavuştu. Washington, 1945’ten Vietnam bozgununa kadar süren militarist güç gösterisinin “anti-komünizm” gibi bir vitrinini, “anti-terörizm” adıyla yeniden yürürlüğe koydu. Diğer yandan 11 Eylül’ün Putin’in önüne de bir dizi fırsatlar penceresi açtığı muhakkak. Amerika’yı hiç olmadığı kadar “terörle mücadelesinde” destekleyen, en azından sesini çıkartmayan Rusya, Çeçenistan’ı, çocukların dahi inanmayacağı kanıtlar (mektuplar, haritalar vs) ileri sürerek “Bin Ladin’in destekçisi” sıfatıyla vakit geçirmeden bombalamıştı. Ne var ki, ABD hedefi Afganistan olarak işaret edince, Rusya’nın savaş nedeni saydığı “imparatorluk sınırlarının” çok içlerine kadar girip Kırgızistan ve Özbekistan’daki üslerin Amerikan askerleriyle doldurmasının yolu açıldı. Bunu Rusya’nın sindirmesinin kolay olmadığını ve hararetle “intikam saatini” beklediğini söylemek abartılı bir tahmin olmasa gerek.
11 Eylül’ün en fazla Fransa ve Almanya’yı rahatsız etmesi ise doğal. Paris-Berlin hattının Kosova müdahalesinin ardından Köln (Haziran 1999) ve Helsinki (Aralık 1999) zirvelerinde kabul ettiği Acil Müdahale Gücü’nü, Kasım 2002’deki NATO toplantısında istediği gibi kabul ettiremediği malum. Avrupalı devletlerin bu gücün NATO ile bütünlüklü bir ilişki içinde tasarlandığına yönelik ateşli açıklamaları bir yana, bunun Amerikan “koruyuculuğundan” özgürleşmeyi isteyen bir Avrupa iradesi anlamına geldiği açık. Oysa ABD’nin baskısıyla bu gücün yetki alanı sadece “insani yardım, çatışmaların önlenmesi ve barışın korunması” ile sınırlı tutulmuştur. Bu görevleri Amerika’nın NATO’nun diğer üyelerine yıkmayı düşündüğü ise çok daha önce belirginleşen bir tutumdur. Zira, ABD’nin Prag’da ilke olarak kabul ettirdiği NATO Müdahale Gücü, her ne kadar sayı bakımından AB’nin müdahale gücünün üçte biri olsa bile, asıl fark yetkilerinden ileri geliyor. 1991’de Roma Zirvesi’nde gerçekleştirilen “çifte değişim”in ana hedefiydi bu. Roma’da NATO, kuruluş anlaşmasındaki 6. maddesinde öngörülen “üye devletlerin ve etki alanlarının korunması” sınırlamasından kurtarılıp “vurucu bir tim” misyonu üstlenerek, “savunma ittifakından”, “güvenlik ittifakına” evrilmiştir. Balkanlar’daki operasyon NATO’nun Paris-Berlin hattının jeopolitik etki alanını da içine alacak şekilde sınırsız müdahale yetkisiyle donatıldığının somut örneğidir. (12)
ABD’nin hegemonik gücünü Doğu’ya doğru genişletme çabaları ile Fransa-Almanya’nın güçbirliği karşısında Rumsfeld’in aşağılayıcı üslupla söylediği “Eski Avrupa beyhude direniyor. Yeni Avrupa artık Doğu’da” sözleri arasındaki jeopolitik bağlantı, son on yılın gelişmelerine yapılan bir atıftır ve bugünkü emperyalist kamplaşmanın yol haritasına işaret etmektedir.

C-) EMPERYALİST EKONOMİNİN İNATÇI GERÇEKLERİ

1-) ABD Ekonomisi Alarm Veriyor
Jeopolitik ve jeostratejik ilişkilerdeki gerilimlerin emperyalistler arasında yarattığı kamplaşma
netleşiyor. Irak savaşının gerçekte bir paylaşım savaşının parçası olduğunu ve Ortadoğu’daki her
kıvılcımın yeni bir dünya savaşının fitilini de ateşleyebileceğini gösteren en bariz işaretler ise
ekonomik sistemin ağırlaşan sorunlarında gizli.
1995’ten bu yana ABD’de, ortalama yüzde 4.4 büyüme oldu ve işsizlik yüzde 4’lere düştü. Daha önemlisi, üretkenlik yılda yüzde 2.8 oranında yükseldi. Bu durum pek çok analisti, ABD ekonomisinin büyümenin ilelebet sürmesini sağlayacak kadar radikal bir değişim geçirdiğine ikna etmeye yetti. Bu teorinin vardığı sonuca göre; kapitalistler sistemi kontrol altına almışlar ve en sonu, çöküşler bertaraf edilmişti. Oysa şimdi büyülü masallar tel tel dökülüyor. Alarm o kadar gürültülü ki, Amerikan krizinin gelişini duymamak için sağır olmak lazım. Amerikan ekonomisinin dinamiklerine şöyle bir bakıldığında dahi çöküşün izlerini sürmek mümkün.
ABD ekonomisi denildiğinde ilk akla gelen şey kuşkusuz büyüme ve pazarın genişliğidir. Bütün dünyanın hayranlıkla izlediği bu pazarı ayakta tutan dinamik ise gayet basit; devasa boyuttaki borçlar. Amerika bugün özel borçlar açısından yeryüzünün en batık ülkesi. Öyle ki borçlar, GSMH’nin yüzde 132’sine ulaşmış vaziyette.
Yıllardır süren borçlanmanın yarattığı ekonomi gayet iyi gidiyordu aslında. Bir kere pazar inanılmaz hızda genişliyor, tüketim artıyor, borsa şahlanıyordu. Bunların toplamına da zaten “Amerikan rüyası” deniliyordu. Pazarı doğal sınırlarının ötesinde genişletebilmesinin bir aracı olarak kredinin sağladığı avantajlar hayli fazlaydı. Küçük plastik parçalarıyla Amerikan aileleri istedikleri harcamayı yapıyor, ihtiyaçlarını gideriyordu. Bunun esrarengiz bir tarafı yok elbette. Ama önemli bir sorun ortaya çıktı. Kredi, faiziyle birlikte geri ödenmek zorundaydı. Şimdi bu yüksek borç düzeyinden kaygı duyuluyor. The Economist sızlanarak, “Amerika’daki özel borçlanma furyasının bu kadar uzun sürmesine hiçbir şekilde izin verilmemeliydi” diyor. Çünkü Amerika’da toplam hane halkı borcu 1992’de kişisel gelirin yüzde 85’i iken 1999’da yüzde 103’üne çıktı. Borçlanma refahı da eşit dağıtmadı. “Amerikan rüyası” herkese zenginlik vaad ediyordu ancak işin aslı, çok az kişi milyoner olabildi! Yüzde 20’lik kesim, GSMH’nin yarısından fazlasına el koyuyor. En alttaki yüzde 20 ise yüzde 4’le yetinmek zorunda. Borçları arttıran sadece kişiler değil, aynı şey şirketler için de geçerli. 1999 Eylül’ünden önceki bir yıl içinde mali olmayan şirketlerin toplam borçları yüzde 12’ye yükseldi. 1980’lerin ortasından beri en hızlı yükselişti bu.
Şirketler parayı ne için kullandılar acaba? İşin sırrı da burada. Bir zamanlar büyülü bir fısıltı gibi bütün dünyayı etkisi altına alan “yeni ekonomi”yi finanse etmek için tabi ki. Şirketler borç aldıkları paranın büyük kısmını yine kendi hisselerini geri satın almak amacıyla harcadılar. Örneğin; son iki yıl içinde mali olmayan yüksek teknoloji şirketleri net 460 milyar dolarlık pay senedini tedavülden çekerken, borçlarını 900 milyar dolar yükselttiler. Bu mekanizma sayesinde hisseler, özellikle de teknoloji hisseleri patlama gösterdi. Pazardaki değerleri hep kağıt üzerinde yüksek görünen şirketler, ünlü CEO’ları ve “dürüst” denetim şirketleri sayesinde yıllar boyu bilançolarında kârlı göründü, piyasa değerlerinin sürekli arttığı sanıldı. Ancak çok geçmeden hisselerinin basılı olduğu kağıttan daha değerli olmadıkları anlaşıldı. Gerçek ekonominin acımasız kurallarına çarpan “yeni ekonomi”, Amerikalı bir iktisatçının dediği gibi, “Hoş bir sedaydı, gelip geçti.” (13)

2-) Hisseler hızla değersizleşiyor
Yapısal eğilimlerin getirdiği kriz borsanın aynasından daha açık görülüyor. Dünya Borsalar Federasyonu (WFE) üyesi olan 45 borsanın hisse senedi piyasalarında 2001’de 38 trilyon 855 milyar 368.1 milyon dolar olarak gerçekleşen işlem hacminin, 2002’de yüzde 16.5 kayıpla 32 trilyon 453 milyar 207.5 milyon dolara kadar indiğini açıkladı. Yani tam 6.4 trilyon dolarlık bir erime söz konusu.
Geçen yıl dünya borsaları arasında endeks bazında yüzde 91.20 ile en fazla yükseliş kaydeden Arjantin’in Buenos Aires Borsası, hacim açısından en fazla kayba uğrayan borsa oldu. Buenos Aires Borsası’ndaki işlem hacmi yüzde 81.9 kayıpla 1 milyar 365.8 milyon dolara düştü. Meksika borsasındaki hacim, yüzde 53 gerileyerek, 32.7 milyar dolara, Amsterdam, Brüksel, Lizbon ve Paris borsalarının dahil olduğu Euronext yüzde 38 kayıpla, 1 trilyon 987 milyar 199.1 milyar dolara indi.
Toplam hacim itibariyle en büyük borsa konumunda bulunan New York Borsası’ndaki (NYSE) işlem hacmi ise yüzde 1.7 gerileyerek, 10 trilyon 311 milyar 155.7 milyon dolara indi. Trilyon doları aşan işlem hacmine sahip borsalardan Nasdaq’da hacim yüzde 33.7 kayıpla 7 trilyon 254 milyar 595.3 milyon dolar, Londra’da yüzde 12.1 kayıpla 3 trilyon 998 milyar 461.6 milyon dolar olarak gerçekleşti. Tokyo’da, yüzde 5.7 kayıpla 1 trilyon 565 milyar 824.5 milyon dolara, Almanya’da yüzde 16.1 kayıpla 1 trilyon 207 milyar 977.1 milyon dolara kadar geriledi.
Bu veriler tüm dünya borsalarında ciddi bir erimenin yaşandığını gösteriyor. Borsa yükselişleri, üretkenliği arttıran yeni yatırımlar için sermaye sağlarlar ve insanların gelirini arttırarak, ve dolayısıyla talebi ve kredileri de arttırarak piyasayı yükseltirler. Diğer taraftan artan üretkenlik borsadaki yükselişin yakıtını sağlayan kâr ve kâr payı beklentisini yaratır. Biri diğerini besler. Sürecin Aşil topuğu tam da burasıdır. Risk sermayesi diye adlandırılan sermaye genelde ekonomideki ve borsadaki dalgalanmalara karşı çok hassastır. Öyle ürkektir ki o, tehlike kokusunu aldığı anda uçup gider. Bu nedenle kriz hiç haber vermeden ortaya çıkabilir ve yıldırım hızıyla tüm sisteme yayılabilir. Borsadaki bu balon yükselişin, eninde sonunda, bir kaç ülkeyle sınırlı kalmayan ciddi sonuçlara yol açarak patlaması muhtemel.

3-) Mali fonlar aşırı şişti
“Amerika’da ve diğer büyük ülkelerde finansal piyasalar geçen 10 yıla göre büyük bir değişim gösterdi” diyordu bir kaç ay önce The Economist’in yorumcuları. Bu ülkelerde ekonominin patronunun artık bankalar değil, finansal şirketler olduğu kanısındalar. Ve bu dev şirketlerin faaliyet alanlarının da geleneksel bankacılığın sınırlarını hayli aştığına dikkat çekiyorlar. Finansın devleri, hisse ihracından sigortacılığa, tasarruf hesaplarından ticari ve finansal kredilere kadar her türlü alana yayılmış vaziyette. Bu finans şirketleri, öncüllerinden çok daha büyük ve güçlü. Öyle ki, bugün zirvede olan 15 finans devinin kontrol ettiği sermaye miktarını 1990’ların egemen güçleri olarak görülen 15 bankanın kontrol ettiği miktarla kıyaslamak dahi komik. Örneğin; 1990 yılının sonunda 57.1 milyar dolar ile Japon Endüstri Bankası listenin ilk sırasındayken, 2001 sonunda zirvede artık 259.7 milyar dolarlık bir güçle Citigroup bulunuyor.
The Economist’in piyasa uzmanı Bob Gach’ın hesaplamalarına göre, küresel piyasa 4 ila 6 tane finansal hizmet şirketinin hakimiyeti altında. Oysa beş sene önce bu güçte olan 20-25 banka sayılabilirdi. “Bugün bu gruba girebilmek için en az 100 milyar dolarlık bir sermayeyi kontrol etmek şart” diyor Gach. (14)
Economist’in uzmanının hesaplamaları bu piyasalardaki ürkütücü büyümeyi gözler önüne seriyor: 2001 itibariyle birikim 1 trilyon doları buluyor, bu rakam beş yıl önce 100 milyar doların biraz üzerindeydi. Eğilim devam ederse, 2005 yılında 3 trilyon dolar gibi inanılmaz bir rakama ulaşılması şaşırtıcı olmayacak. Gelelim hesabın asıl çarpıcı bulgusuna. Finans piyasalarındaki birikimin “türev piyasalarında” karşılık düştüğü nominal değer tamı tamına 100 trilyon dolar civarında. Üstelik bu 100 trilyon doların yüzde 60’ını sadece 5 finans tekeli yönetiyor. İşte The Economist’in ketum libarallerine “nereye gidiyoruz” türünden ahiret sorularını sorduran vaka “türev piyasalardaki” bu aşırılıklar. Derginin bütün bunlardan çıkarttığı sonuç gayet net: Dikkat kaza olabilir, önlem alın!
Gelelim bu uyarının ne anlama geldiğine. Türev piyasaları, mali piyasalardaki kredilerin risklerinin azaltılmasına dönük araçlar biçiminde ortaya çıkar. Mali sermayenin bankalar ve kredi kurumları vasıtasıyla üretime yönelik olarak şirketlere dağıttığı krediler; pazarın daralması nedeniyle sermaye birikiminde başlayan yavaşlama anlarında geri dönmeme riski taşır. Böylece üretemeyen veya ürettiğini satamayan şirketlerin finansman ihtiyacı daha da kabarır, kredi hacmi genişler ve risk yoğunlaşır. Tam da bu anda risk azaltıcı mekanizmalar devreye girer. Üretimden ve yatırımdan koparak fonlarda biriken paralar, borsaya akın eder, spekülatif kazançların büyüsüne kapılır. Bu ilgi, riskin tabana yayılması, mobilizasyonu demek ancak, tehlikesi sermaye için gerçekten ciddi. Risk azaltıcı araçlar tıpkı bir balon gibi şişmiş, The Economist’in tabiriyle, “balon sıkıntısının ağır ruh hali” her yanı kaplamış halde. Kredi hacminin 1 trilyon dolar olmasına rağmen, bunun spekülatif yansımasının 100 trilyonu bulması fazla söze gerek bırakmıyor aslında.

3-) Tekellerarası yutmalar yoğunlaştı
Bu spekülatif sermayenin yeniden değerlenmesi için üç yol var:
Birincisi; tekrar yatırıma gitmesi. Ancak bu mümkün görünmüyor çünkü; aşırı yatırım ve aşırı üretim sorunu bugünkü durgunluğun baş nedeni. İkinci yol; bağımlı ülkelere ya “sıcak para” olarak ya da şirket satın almalar, özelleştirmeler vb. için pompalanması. Bu yol da tıkalı. Nitekim Latin Amerika’dan Türkiye’ye, Güney Doğu Asya’ya kadar gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler ciddi bir krizin içindeler. Ve bu krizin temelinde de zaten sıcak para hareketleri ve özelleştirme\satın alma yoluyla ulusal ekonomilerin tahrip olması yatıyor. Üçüncü yol ise; tekellerin birbirlerini yutmaya, pazarlarını ele geçirmeye başlaması. Son bir kaç yılda dünyanın önde gelen tekelleri arasındaki iktisaplar inanılmaz boyutlara çıktı. Üstelik bu yutmalar en büyükler arasında gerçekleşiyor. 1980 ile 1998 yılları arasında 8 bin şirket birleşmesi ve 2 trilyon dolarlık hisse el değiştirmesi yaşandığı halde, 2000 yılından sonra birleşmeler bunun neredeyse iki katı, el değiştiren hisseler ise beş katından fazla bir düzeye çıktı. ABD’li, Avrupalı ve Japon tekelleri birbirlerinin pazar paylarını kapabilmek amacıyla kıtalararası yutmalara ve birleşmelere başladılar. Özellikle otomotiv, telekomünikasyon, kimya, ilaç ve gıda sanayiindeki yutmalar devasa düzeyde. Büyük emperyalist ülkelerin tekellerinin kendi aralarındaki iktisaplar kısa sürede kıtalararası iktisaplara evrildi.
Örneğin; yutmalar, 1998’de ve 1999’da yine rekor sayıda oldu. İlan edilen 48 “mega anlaşma”nın toplam değeri 119 milyar doları buluyordu. Bu rakam da, 1996’ya göre yüzde 29 oranında bir artışı ifade ediyor. Telekomünikasyon sektöründe, Alman şirketi Mannesman ile İngiliz mobil telefon operatörü Vodafone 185 milyar dolarlık birleşmeye imza attı. Yeni tekelin, dünya kablosuz telekomünikasyon pazarında 42 milyonun üzerinde abone, yüzde 20 pazar payı ve 25 ülkede 54 milyon müşterisi oldu. Japonya’nın üç büyük bankası olan Japon Sanayi Bankası, Fuji Bank ve Dai-Ichi-Kangyo Bank dünyanın en büyük bankasını oluşturmak amacıyla birleştiler. Ortaya çıkan yeni bankanın aktif büyüklüğü 1 katrilyon 370 trilyon dolar. Bu rakam o ana kadar dünyanın en büyüğü olan Deutsche Bank’ın aktif varlıklarının tam iki katı. ABD’nin en büyük eczacılık şirketlerinden Monsanto ile Pharmacia and Up John birleşti. Pharmacia 27 milyar dolara Monsanto’yu satın aldı ve piyasa değeri 50 milyar dolara yükselerek dünyanın 11. şirketi haline geldi. İki şirketin yıllık satışları 17 milyar doları buluyor ve 60 milyon kişiye istihdam sağlıyor. ABD’de basın sektöründeki Chicago Tribune şirketi, Times şirketinin yüzde 48’ini 2 milyar 660 milyon dolara aldı. Birleşme sonrası ABD’nin üçüncü büyük medya grubu doğdu. Amerikan General Motors (GM) şirketi, 2 milyar 522 milyon dolar karşılığında Fiat Oto’nun yüzde 20’sine sahip oldu. Geri kalanı da önümüzdeki aylarda almayı düşünüyor.

SONUÇ
Tekellerarası her birleşmeyi üretim araçlarında bir tırpanlama, kapatmalar ve işten atmalar izler. Böylesi araçlarla kapitalistler, üretici güçleri sistemin dar sınırları içerisinde makul gördükleri düzeye indirmeye çalışırlar. Çünkü aşırı yatırıma ve aşırı üretime doğru içsel bir eğilim vardır. Kapitalist sistemin ana çelişkisi de zaten budur. Ancak dünya ekonomisindeki durgunluk ve Amerikan ekonomisinin ciddi bir tehlike içine girmesi, birleşme ve yutmaların da bir sonu olduğunu gösterdi. Yani bu yöntemle aşırı üretim ve şişmiş mali fonların eritilmesi olanaklı değil. Mali piyasalardaki spekülatif şişkinlik, dönüp sistemin kendisini vurmaya başladı.
Bu durumda geriye kalan tek yol, emperyalistler arası paylaşım savaşı ile üretici güçlerin, üretim araçlarının ve üretim ilişkilerinin büyük bir bölümünün tahrip edilmesi, yeni pazarların ve değerlenme alanlarının açılması. İşte bu, Lenin’in yüzyıl önce üzerine basa basa vurguladığı emperyalizmin inatçı gerçeğidir.
Yüzyılın başındaki tablonun bir benzeriyle karşı karşıyayız. Dünyanın Amerika tarafından yeniden sömürgeleştirilmesi sürecinin büyük oranda tamamlandığı, kapitalist ekonominin yeni pazar ihtiyacının, mali sermayenin değerlenecek alanlar bulamamasının yarattığı aşırı üretim sorunlarının tıkadığı sistem, paylaşım savaşını kaçınılmaz kılıyor. Bunun için de aynı zamanda bir savaşlar tarihi olan emperyalizmde ekonomik ve politik tıkanıklığın aşılması için “pompa” işlevi gören savaş, bütün ilişkilerin yoğunlaştığı yegane politika tarzı olarak bir kez daha gündemdeki yerini alıyor. Eski ittifaklar ve birlikler dağılıyor, yerini büyük hesaplaşmanın ruhuna uygun kutuplaşma ve saflaşmalara bırakıyor…

DİPNOTLAR

1-) ABD’nin dış politikalarını siyaset teorisi haline getiren Samuel Huntington, her döneme dair bir teori geliştirmiştir. “Siyasal Gelişme” adlı makalesi, Soğuk Savaş dönemine ilişkin ABD emperyalizminin dış politikasının teorik bir ifadesidir. SSCB’nin yıkılmasından sonra demokrasinin gelişimini teorize etmek için “Üçüncü Dalga” kitabını yazdı. Bu kitapta da Huntington, her ülkenin kendine özgü demokrasiye sahip olduğunu belirtiyor. Hatta açık diktatörlükler bile demokrasi rejimi kabul ediliyor. Huntington, Avrupa ve Amerika’yı birinci dalga, Latin Amerika’yı ikinci dalga, Doğu Bloku ve SSCB’yi ise üçüncü dalga demokratikleşme olarak niteliyor. Bu, demokrasi teorisinin ABD’nin yeni sömürgeci politikalarına uyumlandırılmasıdır. ABD’nin kendinde gördüğü “demokrasi adına operasyon düzenleme” hakkının siyasal teorideki yansımasından başka bir şey değil.

2-) Ulusal bağımsızlık hareketlerinin yoğunlaştığı dönemde Lenin’in “kendi kaderini tayin hakkı” politikası, ABD cephesinde Wilson’un “ulusal kalkınma ve demokrasi” vaadiyle karşılık bulmuştur. Komünizme karşı olan her ülkeye kalkınma vadeden ABD, kapitalist dünya ekonomisine yumuşak geçişi sağlayacak “milliyetçi” hükümetlerin iş başına gelmesini desteklemiştir. ABD’nin kalkınma önerisi, Andre Gunder Frank’ın söylediği gibi, sinemada seyircilere “sahneyi daha iyi görebilmek için hepiniz birden ayağa kalkın” denilmesinden farksızdı.

3-) “Dünya Ekonomisinde Dönüşüm”, Prof. Dr. Sinan Sönmez, İmge yay.

4-) Saddam’ın hareketi, sosyalizmin etkisiyle kendi gelişim olanaklarına kavuşan ancak bu olanakların ortadan kalkmasıyla pusulasını yitiren “üçüncü dünya”nın özlemlerinin bir nevi Bismarckçı ifadesiydi. Bu, ekonomik adaletsizlikler siyasi güç ilişkilerinin sonuçları olduğuna göre, ekonomik dönüşümün de askeri güç gerektirdiği düşüncesine dayanıyordu. Çünkü Irak, diğer yüz ülke gibi, ABD’nin başını çektiği OPEC komplosunun ve sonrasındaki borç krizinin yıkıcı sonuçlarından muzdaripti. Kuveyt petrol rantını ele geçirmek, hem kendi bütçesi açısından hem de dünya güç dengesini sarsmak bakımından etkili bir çözüm gibi göründü. Ekonomik hedef Baas Partisi’nin pan-Arap politikasıyla birleşince ABD’ye karşı bir Arap birliği kurulmasının da yolu açılabilirdi. (Liberalizmin Sonu, Immannuel Wallerstein, Metis yay.)

5-) Pax-Amerikana, “Büyük Amerikan Barışı” anlamına geliyor. 1991 yılındaki Körfez Savaşı’nın ardından, Amerikan ideologlarının yeni teorilerini ilk kez piyasaya sürdükleri uluslararası bir yayın olan New Perspectives Quaterly (NPQ) dergisinde, bir dizi makaleler yayınlandı. Makalelerde kapitalizmin artık “eski” kapitalizm olmadığı, dolayısıyla da dünyadaki siyasal ve iktisadi koşulların analizinde “bildik” yöntemlerin, araçların ve kavramların geçerliliğini kaybettiği savunuluyordu. En ilginç makale ise, ilk olarak Massachussetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)’nde daha sonra da Washington, Colombia, İllinois, Princeton, Michigan gibi üniversitelerde kurulan CENİS adlı sosyal bilimler bölümünün ortaya attığı “Pax Amerikana” teorisiydi. Ancak Pentagon tarafından adı çok kışkırtıcı bulunan Pax-Amerikana, yerini, daha sonra karmaşık ve anlaşılmaz bir Yeni Dünya Düzeni kavramına terk etti. Tarihin bir ironisi daha; Roma İmparatorluğu da tepe noktasına ulaştığı zaman “Pax-Romana” diye anılıyordu! (New Perspectives Quaterly (NPQ), Güz 1991)

6-) Burjuva ideologları ve bazı sol liberaller milenyumu kapitalizmin “yeni özellikler” kazandığını öne sürerek karşılıyorlardı. Savaşların, devrimlerin, sınıf çatışmalarının vb. bittiği ilan ediliyordu. Yeni Evrensel gazetesinde Ayhan Özgür ise, kapitalizm emperyalizm aşamasına geçerken, “iki zincirle bağlanmış” olduğunu hatırlatıyordu: Birinci zincir emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerin savaşlara yol açacak kadar keskinleşmiş olması, ikinci zincir; 1917’de kurulan Sovyetler Birliği’nin varlığı. Ve milenyum için şu tespiti yapıyordu: “Küreselleşme diye tarif edilen dönem, aslında zincirlerinden boşanmış bir emperyalizm dönemidir.” (Yeni Evrensel Gazetesi, Yenibinyıl Eki, 2000)
Le Monde yazarları ise bu gelişmeyi keşfetmek için üç yıl sonrasını, AB’nin ABD tarafından bölünmesini beklediler. Le Monde’un Ocak-Şubat sayısında Gilbert Achcar, “zincirinden boşanmış bir Amerikan saldırısı” ile karşı karşıya bulunduğumuzu belirtiyor. (Le Monde Diplomatik-Türkiye)
7-) Evrensel gazetesi ve AB Haber bülteni
😎 Le Monde Diplomatik-Türkiye, Aralık-Ocak sayısı
9-) Le Monde Diplomatik-Türkiye, Ocak-Şubat sayısı
10-) Foreign Policy Türkiye, Sonbahar sayısı
11-) AB Haber bülteni
12-) Foreign Policy Türkiye, Kış sayısı
13-) The Economist, Ağustos 2002
14-) The Economist, Kasım 2002

KAYNAKÇA
1- “Avrupa Toplum Modeli” Prof. Dr. Meryem Koray, TÜSES yay.
2- “Avrupa: Halkların Siyasal Birliği”, Doç. Aykut Çelebi, Metis yay.
3- “Avrupa Birliği ve Türkiye”, Prof. Dr. Veysel Bozkurt, Altın Kitaplar yay.
4- “Sömürgecilik Tarihi”, Marc Ferro, İmge yay.
5- “Kısa 20. Yüzyıl Tarihi”, Eric Hobsbawm, Sarmal yay.
6- “Yoksulluğun Küreselleşmesi”, Prof. Dr. Michel Chossudovsky, Çiviyazıları yay.

İmparatorluk hayali: emperyalizmin bir karikatürü

Siyasetin sorunlarının, yapılarının, toplumsal süreçlerin nasıl tanımlandığı ile dünyayı anlama/yorumlama faaliyeti arasında dolaysız bir ilişki vardır. Yeni kavramlar da bu çerçevede anlam kazanır ve dünyanın nasıl algılanması gerektiğine dair üst bir söylemin parçaları olarak hayatımıza nüfuz eder. Ve her kavramsal paradigma, belli bir sınıfın tahayyül ettiği dünyayı yaratma yolundaki azminin ve çabasının bir ürünü, politik iddialarının dile geliş biçimidir.
Emperyalizmin çeyrek asra damgasını vuran felsefi/ideolojik paradigmaları da mali oligarşinin kendi istediği dünyayı yaratma yolundaki politikalarının dolaysız bir yansıması olarak okunabilir. Bu paradigmalar bir yandan sistemin sürekliliğine ilişkin kanaatleri güçlendirmek ve egemen siyasetin hegemonik etkisini sürdürmek işlevselliğine sahipken, diğer yandan da burjuvazinin kendi geleceğine dair belirlediği kültürel, siyasal ve iktisadi programın ifadeleridir.
Bunun en iyi örneğini küreselleşme tartışmalarında yaşadık. Küreselleşmenin geçerli tanımı ve değerlendirilmesi, uluslararası düzeyde güçleri ve hırsları olan az sayıda aktörün tekeli altında şekillendi. Küreselleşmeye dair, üstte bir yerde duran kavramsal çerçeve, bu aktörlerin algılarından, çıkarlarından ve gündemlerinden doğup; neoliberal ideolojik öncüller tarafından tasarlandı. Ve destekleyicileri olarak da eğlencenin, kültürün ve eğitimin standartlaştırılması sayesinde etkin kılındı.
Bu durum, Soğuk Savaş sonrasında inandırıcı muhalefeti ve alternatif modelleri ortadan
kaldıran tek kutupluluğun sürpriz olmayan bir sonucuydu. Düşünme ve analizin bu şekilde standartlaştırılması, gerçekte altta yatan sorunları maskeleyen, egemen siyasete meşruiyet sağlayan ve kurumlarının, eylemlerinin onaylanmasına yardımcı olan roller üstlendi.
Nitekim küreselleşmenin teknolojik düsturu olan “Washington Konsensüsü”, bu standartlaşmanın hem sonucu hem de entelektüel araçlarından birisiydi. Söylem olarak “konsensüs”, altta yatan kuralları, mekanizmaları, yapıları ve süreçleri ilgilendirse de, bir tartışma ve katılım olmaksızın, çoğunlukla hiçbir soruya izin verilmeksizin ya da hiçbir soru sorulmaksızın dayatılan modelleri nitelemek için kullanıldı. Bu modeller, dünya çapındaki birikimin bölüşümü ile halkların onuru da dahil olmak üzere toplumsal, ekonomik ve siyasi sonuçları doğrudan belirledi.
Wall Street çıkışlı “Washington Konsensüsü”nün üzerini kazıyınca hayatımızın her alanını
biçimlendiren, egemenlik altına almaya çalışan bildik bir reçeteyle yüzleştik: Mali disiplin, kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması, vergi reformu, finansal liberalleşme, tek ve rekabetçi döviz kuru uygulama, yabancı yatırımların önündeki engellerin kaldırılması, özelleştirme, mülkiyet haklarının güvenceye alınması… Bu otoriter söylemin geçtiğimiz on yıl boyunca yeterince tanık olduğumuz temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
– Dünya düzeni, “yeni”, “modern”, “bilimsel”, “sonuçlara yönelik” ve tarihin direnilmez akışının üst noktası olarak vasıflandı; böylece onlara taze ve pozitif bir görünüm kazandırıldı. Sistemin özüne ilişkin herhangi bir sorgu, “ideolojik”, “eski”, “arkaik” olarak tasvir edilerek itibarsızlaştırıldı. “Fosil”, “dinozor” vb. kötüleyici etiketler kullanılarak, hayatın gerçek kimliklerine ve sorunlarına işaret eden argümanlar gözden düşürüldü, meşrulukları ortadan kaldırıldı, hatta sıklıkla sessizliğe mahkum edildi.
– “İdeolojinin (ya da tarihin) sonu”, “çatışmaların sonu”, “artık egemen ve bağımlı ülkeler yok”… vb. ifadelerle gündeme getirilebilecek her türlü sorgulama belirsizleştirildi, eleştirelliğin önüne set çekildi. Sistemin makuliyetine dair güçlü bir mesaj verildi; onun mümkün olan tek sistem, “muhtemel dünyaların en iyisi” olduğu önerildi ve temel yapısal sorunlar açısından tartışmaya açık olmadığı dayatıldı.
– On yıllar boyunca toplumsal söyleminin ana gündemini oluşturan pek çok siyasi terim aşağılandı ve kamusal kullanımdan neredeyse tamamen tasfiye edildi. Bütün bunlar, modası geçmiş ve siyasi bakımdan miadını doldurmuş kavramlar olarak lanetlendi.
– Kompleks ve teknik bir dilin kullanımı, görünüşte tarafsız teknokratik bir jargon, etik bakımdan doğru görünen bir dilin serpiştirilmesiyle birleştirilerek, temelde yatan sorunları gölgelemenin ve sorgulayıcı soruların önünü almanın yollarından birisi oldu. Seçici bir şekilde vasıflandırma işlemi de, aynı sürecin veçhelerinden birisiydi. Dikkatle seçilmiş birkaç gösterge -çoğu borsaların performansıyla ilgili- küresel ve milli refahı, sağlık durumlarını ölçmekte ya da tasvir etmekte kullanıldı. Bu sayede yoğun meşguliyet alanı, birkaç ondalık sayıdan ibaret kılındı. Böylece dikkat, altta yatan yapılardan ve süreçlerden, hatta kritik gelişme göstergeleri ve değerlerden uzaklaştırıldı.
– Terminoloji sorunuyla yakından ilgili bir diğer sorun da, ekonomi politik ve kalkınma iktisadı gibi akademik disiplinlerde öğrenim ve araştırmadan desteğin çekilmiş olmasıdır. Adeta, bu disiplinlerin uğraştığı sorunlar ve sorular artık önemli değildir ya da çözümlenmiş bulunmaktadır. Bu disiplinler, pek çok üniversitenin ders programlarında görünmüyor; onların yerine, matematiksel iktisat, neoklasik iktisat, işletme gibi, siyasi bakımdan tarafsız olduğu farz edilen, teknokratik, hakim paradigmaya ve statükoya eleştirel yaklaşmayan disiplinler ağırlıkla tercih edildi.

I- TARİHİN SONUNDAN MEDENİYETLER ÇATIŞMASINA…
Son on yılda egemen olan siyasal ve ideolojik söylemin dinamikleri kısaca böyle. Ancak bir kaç yıl içinde bu otoriter ve “iyimser” terminolojinin terk edilmesi dikkati çekiyor. Kimse, tarihin sonunun geldiğine veya dünya kapitalizminin barış ve istikrarı sağladığına inanmak için somut bir neden göremiyor çünkü. İktisadi ve mali küreselleşmenin erdemlerine duyulan güven, en iyimser burjuva ideologlarının arasında dahi ciddi anlamda köreldi. Hırçın liberallerin “tarihin sonu” ütopyasının gerçekleştiği düşüncesinin verdiği cesaretle estirdikleri “mutlu küreselleşme” rüzgarları, tarihsel süreçler için son derece kısa sayılabilecek bir zaman diliminde emperyalizmin inatçı eğilimlerine ve kendini mali küreselleşmenin sunağında kurban etmek istemeyen jeopolitiğin gerçeklerine çarparak dağıldı.
Liberalizmin söylem bakımından da etkisini yitirdiği böylesine bir dönemde yeni bir paradigma daha ortaya atıldı. Harward Üniversitesi’nde Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı olan Samuel Huntington’ın Foreign Affairs dergisinde yazdığı “Medeniyetler çatışması” adlı makale, Amerikan burjuvazisinin önümüzdeki on yıllarda savunacağı dünya politikasının ana hatlarını çizdi. Buna göre, 21. yüzyıl “neo-Darwinci” global bir çatışmayla şekillenecek ve bir kaç uygarlık kümesi bu çatışmanın ana aktörleri olarak öne çıkacaktır. Önce devletler, ardından ideolojiler arasında geçen savaşlar şimdi de uygarlıklar arasında gerçekleşecektir. Huntington’a göre sol-sağ, kapitalizm-komünizm çatışması gibi temellere oturmayacak olan 21. yüzyılın dünyası, bir uygarlığa ait olmanın kimliğiyle belirlenecektir…
Huntington’ın tezi ilk başlarda Fukuyama’ya karşı sunuldu. “Medeniyetler çatışması”nın Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezinin sahteliğini gösterdiği, dünyanın çatışmalı ve çelişkili bütünlüğüne vurgu yaptığı, dolayısıyla daha gerçekçi bir felsefi açılım sunduğu iddia edildi. Fukuyama’nın küreselleşmesine karşılık, Huntington’ın küreselleşmesinde de temel farklılıklar bulunduğu; Fukuyama’nın sadece iktisadi süreçleri dikkate almasından dolayı dünyanın çelişkisiz bir “küre” haline geldiğini söylemesine rağmen Huntington’ın kültürel ve etnik kutuplaşmanın arttığı, dolayısıyla da savaşların sistemin doğası gereği olduğunu vurguladığı ileri sürüldü.
Koyu Hıristiyan ideologlardan Müslüman entelektüellere, yeni sağcılardan sol liberallere kadar bu tartışmaların hayli geniş bir yelpazede yankısını bulduğu, hatta kendine yoğun taraftar topladığını söylemek gerekir. Özellikle 1993 sonrasında art arda patlak veren iktisadi krizler, bölgesel ve etnik çatışmalar, milliyetçi boğazlaşmalar ibrenin Fukuyama’nın “mutlu küreselleşmesi”nden Huntington’ın “medeniyetler çatışması”na dönmesine neden olan gelişmelerdir. İslam dünyasında dahi Huntington, büyük öfke yaratmasına rağmen, yeni bin yılın gerçekliğini anlamaya çalışan bir düşünür olarak selamlandı. Fukuyama aşağılandı, hatta en azılı liberaller tarafından bile…
Ne var ki, ideolojik ve stratejik sonuçlar doğuran Amerikan siyasal felsefesi her şeyden önce pragmatisttir ve tarihin sonunun kendi iddialarının altında kalmasından sonra yapılan yeni dünya tarifi ile bizatihi tarihin sonu tezi arasında dolaysız bir ilişki bulunmaktadır. Zira, mali oligarşinin iktisadi tahakkümünün çatışmalara ve krizlere, etnik savaşlara ve bölgesel kutuplaşmalara yol açtığı noktada Huntington’un “medeniyetler çatışması” karşımıza çıkıyor. Bu tezler birbirlerine rakip değil, tam aksine, birbirini tamamlayan ve koşullayan bütünlüklü bir emperyalist programın parçaları olarak anlam kazanıyor.
Fukuyama, tezlerini, Berlin duvarının yıkıldığı ve Doğu Bloku’nun piyasa ekonomisine doğru hızla eklemlendiği liberalizmin “romantik dönemlerinde” kaleme almıştı. Ona göre, insanoğlunun tarih boyu süren arayışı Batı liberal demokrasinin getirdiği değerlerle nihai mükemmeliyete ulaşmıştı. Ve bütün diğer alternatif değer sistemleri ve medeniyetler Batı’nın üstün değerlerine boyun eğmek zorunda idi. Bu yaklaşım, Pax-Amerikana’nın entelektüel zeminiydi. Amerikan dış politika yapılanması “liberal bahar” sayesinde sadece kendi kamuoyunu değil bütün dünya kamuoyunu Körfez Savaşı’na yönlendirme ve yeni dünya düzenine şartlandırma imkanına kavuştu. Liberal romantizmin Yugoslavya savaşına kadar devam ettiği malum. Batı demokrasisinin gözetiminde gerçekleştirilen soykırım ve ABD’nin askeri müdahalesi, tarihin değil ama, Fukuyama’nın tezlerinde ifadesini bulan hülyalı dönemin sona erdiğinin kanıtıydı. Tam da burada devreye giren Huntington’ın misyonunu ise, dünya sistemindeki dengesizliğin ve istikrarsızlığın sorumluluğunu, Batı medeniyetinin dışındaki kültürlerde aramak olarak tarif etmek yanlış olmasa gerek. Nitekim 11 Eylül saldırılarından beri Pentagon’un yeni güvenlik/askeri konseptinin ve terör tanımının meşrulaştırılması temelinde dünyanın artık bir “medeniyetler çatışması”nın eşiğinde olduğu iddiaları, Washinton’ın en yetkili ağızlarınca sık sık dile getiriliyor. Dolayısıyla Irak’ın işgali, gerçekte Fukuyama ve Huntington’ın felsefi/ideolojik sentezinin somut siyasal ürünüdür. Çünkü Amerikan yönetimi; “Fukuyama’nın tarif ettiği küreselleşmenin sonuçları eğer gerçekleşmediyse bunun nedeni, Amerikan hegemonyasının ‘medenileştirici’ etkisi altına girmeyi reddeden ‘kötülük güçleri’nin varlığından ileri gelmektedir” tezinden hareketle dünyaya yeniden şekil vermek istiyor.
Bu felsefi/ideolojik öncüller, Amerikan emperyalizminin bugün yüksek bir tonda ve olanca hırsıyla ilan ettiği ütopyasını temsil ediyor aslında. Son zamanlarda sıkça telaffuz edildiği gibi bu, “imparatorluk” hayalidir. Amerikan imparatorluğunun gerçekleşip gerçekleşmemesi kuşkusuz kapitalizmin yapısal işleyişinin değişmesiyle ilgilidir. Ancak bu zorunluluk, “imparatorluğun” Amerikan burjuvazisi için siyasal bir hedef, ideolojik bir iddia olmamasını gerektirmiyor ve bunu gerçekleştirmek için de her türlü zorbalığa başvurmasını engellemiyor. Üstelik Washignton’ın siyasal yönetimi başta olmak üzere askeri kadrolar ve politik danışmanlar, Amerika’nın “imparatorluk” olmaya doğru ilerlediğinden kuşku duymuyorlar. Burjuva ideologları, “tarihin sonu”nun hâlâ geçerliliğini koruduğuna, “medeniyetler çatışması”nın ise bu sonun gerçekleşmesi yolunda yaşanması gereken kaçınılmaz bir tarihsel süreç olduğuna biat etmiş durumdalar.

II- YENİ EMPERYAL İDEOLOJİNİN İNŞASI
Clinton’ın eski güvenlik danışmanı ve George Washinton Üniversitesi öğretim üyesi Leon Fuerth, Irak savaşının başladığı günlerde şöyle diyordu:
“İmparatorluk sözgücü, Amerikan çıkarlarını ve Amerikan askerinin, ekonomik ve politik gücünün küresel kapsamını ifade etmek için sıklıkla metafor olarak kullanılmaktaydı. Ancak Irak’ın fethinden sonra, muhtemelen artık bir ifade şeklinden değil, somut bir gerçeklikten bahsediyor olacağız. Öncelikle, iş askeri gücün kullanılmasına geldi mi, ABD’nin kendisinden başka hiçbir otoriteyi dinlemediğini açıkça koymuş olacağız. Üstelik ABD’nin otoritesi, başkanının kişisel iradesinden ayırt edilemez bir hal alacak. Bush’un ‘önce sen vur’ doktrini, uluslararası hukukun yerine geçecek. ABD petrol pazarı sayesinde dünyanın geri kalanına karşı muazzam yaptırımlar uygulama gücüne sahip bir bölgenin coğrafi merkezine, egemen güç olarak yerleşmiş olacak. İmparatorluk olmayı istesek de istemesek de, şu anda sergilediğimiz görüntü bu.”
Fuerth’in sözlerinin hiç de yabana atılır olmadığını, Washington yönetiminin politik iddiaları ve ideolojik referanslarında da görmek mümkün. Geçtiğimiz yıllarda gazeteciler, askeri ve siyasi danışmanlar, eski politikacılar ile akademisyenlerden oluşan bir grubun öncülüğünde başlatılan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nde “Amerikan imparatorluğu”nun ilk kez zikredilmesinden bu yana; Roma İmparatorluğu, Amerikan siyasal elitleri için geçmişte kalan vazgeçilmez bir ayna işlevini görüyor. 1991’de kazanılan ve 11 Eylül 2001’den sonra olağanüstü kapsamdaki askeri seferberlik ile pekişen tek kutupluluk ortamının zirvesinde, sahip olduğu güçten gözleri kamaşan Birleşik Devletler, bugün artık emperyal bir güç olduğunu dile getirmekten çekinmiyor. Projeye katkısı olan Washington Post’un editörlerinden ve yeni Amerikan sağının gözde isimlerinden Charles Krauthammer’in 1999 yılında kaleme aldığı sözler de dikkat çekici: “Roma İmparatorluğu’ndan bugüne hiçbir ülke; kültürel, iktisadi, teknik ve askeri olarak bu derece baskın olmamıştır… Amerika bir dev gibi dünyanın üzerinden atlayıp geçiyor. Roma Kartaca’yı yerle bir ettiğinden beri, hiçbir büyük güç bizim bugün bulunduğumuz noktaya ulaşamamıştır.”
Yine projenin fikir babası sayılan ve George W. Bush’un uluslararası politikadaki akıl hocalarından Robert Kagan’ın söyledikleri de aynı tınıya sahip: “Roma’nın İkinci Kartaca Savaşı’nda elde ettiği zafere benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı’nın Birleşik Devletler’in zaferi ile sonuçlanması, onu evrensel bir güç haline getirmiştir.”
Benzer vurguları bir kaç yıllık demeçlerde veya makalelerde bulmak zor değil ancak kesin olan bir şey var ki, Amerikan seçkinleri; geçmişteki çoğu imparatorluktan daha güçlü konuma geldikleri konusunda hemfikirler. Dolayısıyla betimleyici yönünün ötesinde, Roma benzetmesinin çağrıştırdıkları ve önde gelen Amerikan medya kuruluşlarının “imparatorluk” kelimesini yaygın biçimde kullanması, Atlantik’in öte yakasında yepyeni bir emperyal ideolojinin inşa edildiğine işaret ediyor.
Bu emperyal ideolojinin siyasal ve aktüel referanslarına Bush’un açıklamalarında, liberal veya muhafazakar çizgideki herhangi bir Amerikan yayınında ya da Amerikan üniversitelerindeki siyaset bilimi kürsülerinin araştırmalarında rastlamak sıradanlaştı. Çünkü Washington yönetimi hırslarını ve amaçlarını doğrudan ifade etmekten çekinmiyor, bunun için her türlü zorbalığı kullanmaktan imtina etmeyeceğini bütün açıklığıyla sergiliyor. Tıpkı Sezar gibi Bush da, söz dinlemez halkları, “haydut devletleri”, gerektiğinde soykırımı da kullanarak alt edip “imparatorluğun” güvenliğini ve gönencini sürdürmeyi kendisi için kutsal bir görev sayıyor. Bu yüzden “imparatorluk” siyasal bakımdan bir manipülasyon değildir, aksine Amerikan burjuvazisinin bütün dünyaya karşı açıktan dile getirdiği bir iddiadır, kendine göre tasarladığı dünya düzenine ulaşma yolundaki bütünlüklü programıdır.

III- İMPARATORLUĞUN EKONOMİ POLİTİĞİ
Amerika’nın yeni emperyal ideolojisinin gücü ve tehlikesi ise gerçekte, açıktan meydan okumalarında ve istediği türden bir dünya düzenini inşa etme çabasından ileri gelmiyor sadece. Bu ideoloji, merkezinde emperyalizmin aşıldığı, dünyanın yeni bir iktisadi ve siyasal sisteme doğru evrildiği iddiasını da taşıyor. Ve bunu da son derece ince taktiklerle, tarihçi George Saboul’un tarihe “elektrikli süpürge” yaklaşımı diye söz ettiği şeyi ilke edinerek gerçekleştirmeye çalışıyor: Bir parça antik tarih, siyaset teorisinin yüzeysel yorumu, postmodernizmin bir sentezi, kısa bir sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası özeti. Hatta bu bir daldan diğerine atlayışlar içinde Marksizm-Leninizm’in kimi argümanlarına dair entelektüel bir cila dahi atılabiliyor. Sonuç açık ve net: Emperyalizmin gözden kaybolması; emperyal devletlerin, ulusal devletlerin modasının geçmesi ve bir imparatorluk, küreselleşme ve görünüşte Birleşmiş Milletler’e benzeyen ulusüstü yönetim yapılarının yükselmesi. Böylece tarihsel dönüşümün özneleri, içinde yer aldıkları sistemle birlikte kavramsal bir kara deliğin içine çekiliyor.
Freud, “Nerede bir hastalık belirtisi varsa, orada bir unutuş da vardır” diye yazmıştı. Burjuva düşüncesinin tarih dışı karakterinin altını çizen bu Marksist psikanalitik kavrayış, egemen ideolojinin kapitalizmin tarihselliğini, “tarih vardı, ama artık yok” mantığıyla inkar etmeye çalıştığı şu günlerde özellikle yerinde görünüyor. Kapitalist ideoloji, kapitalizmin kendisine dair dikkate değer unutkanlıklarını böylece ele verir: Kanlı geçmişini, sürekli tekrarlayan krizlerini unutmasını; kapitalist üretim tarzının tarihsel olarak özgül sınırlarını ima eden her şeyi inkar etmesini…
İmparatorluğu tartışırken Marksizm-Leninizm’in bilimsel teorisi bizi tarihsel olarak düşünmeye davet eder. Bunu yaparak her topluma “akışkan bir halde, hareketli” bakar ve “dolayısıyla toplumun geçici özelliğini de kavrar.” Tarihsel materyalizm, her toplum biçiminin, toplumsal grupların kendi hayatlarının maddi koşullarını düzenledikleri ve bunlar üzerinde mücadele ettikleri benzersiz tarihsel yolların ürünü olduğunda ısrar eder. Bu nedenle, tarihin materyalist kavranışının, geçmiş olaylara getirdiği yorumlardan çok, mevcut toplumsal sisteme tarihsel bir perspektifle yaklaşması nedeniyle egemen kapitalist ideolojinin saldırılarına uğraması şaşırtıcı değildir. Tarihsel materyalizm, her şeyden çok statükonun nefret ve düşmanlığını çeker, bu özelliğinden dolayı da burjuva ideologları tarafından sürekli lanetlenir, vebalı bir hasta muamelesi yapılarak insanların ondan uzaklaşmaları istenir.
Çünkü tarihsel materyalizm, kapitalizmin doğal ve ebedi olduğuna dair, önceki toplumsal
düzenlere musallat olmuş krizlerin, kargaşalıkların ve parçalanmaların hiçbirine uğramayacağına dair bütün iddiaların maskesini indiriyor. Marx’ın analizinin büyük avantajlarından birisi, kapitalizmi kesinlikle sosyal bir sistem olarak kavramasıdır. Marx’ın yaklaşımı toplumsal ve iktisadi hastalıkları, özgül politikaların veya kurumların başarısızlıklarına bağlamaz. Bunları bizatihi kapitalizmin “hareket yasaları”nın doğasına ait eğilimler, yani sermaye ve ücretli emeğe dayanan bir toplumun temel kurallarına içkin eğilimler olarak görmemizi sağlar. Ulusal ve bölgesel ekonomilerin sorunları, bir bütün olarak küresel kapitalist ekonominin parçalarıdır.
İşte “imparatorluk” ideolojisi de Marksizm’in bu güncel etkisine karşılık kendi hegemonyasını kurma uğraşında. Bunun için maddi kaynaklarını, siyasal etkisini sonuna kadar seferber edebiliyor, dünyanın her yanından taraftar toplamak adına yeni yeni teoriler ortaya atabiliyor. Ama dönüp dolaşıp tekrarladığı Marksizm’in yanıldığı iddiasından, Lenin’in emperyalizm teorisinin artık aşıldığı safsatasından bir adım ileri gidemiyor.
İmparatorluğun en ateşli savunucularından ve “yeni bin yılın en derin teorik analizi” denilerek piyasaya sürülen “İmparatorluk” kitabının alamet-i farikası da bundan öte değil. Hardt ve Negri’nin “imparatorluğu” bildik bir düsturla başlıyor söze: Küreselleşme, nasıl ki, Marx ve Engels’in Komünist Manifestosu’ndaki öngörülerinin aşılmış haliyse, Lenin’in emperyalizm teorisinin aşılmış hali de imparatorluktur!
Henüz ilk sözlerinde aynı türden pek çok ideologun yaptığı gibi “yeni zamanlarda” yaşadığımızı iknaya girişiyor. Daha önceki postmodern metinler ulusal, yerel veya bölgesel ilişki ve çatışmalara nasıl yaklaşmışsa, Hardt ve Negri de aynı şeyi uluslararası ilişkiler ve emperyalizme uyarlıyor: Postmodern analizlerin kitle dinamiklerine ilişkin kavrayışımızdan sınıf ve sınıf mücadelesini çıkartıp attıkları gibi, Hardt ve Negri de, emperyalizmi, dünya ekonomisinin yeniden üretilme biçiminden çıkarmaya ve bu kavramı tarihin karanlık köşelerine sürgüne göndermeye kalkışıyor.
Eğer dedikleri gibi emperyalizm hakikaten artık yoksa, ne kapitalizmin, emperyal rekabette kendisini açığa vuran çelişkiler doğurduğundan, ne kendi çöküşünün tohumlarını içinde barındırdığından ve ne de, tam da bu nedenle, kapitalizmin özel mülkiyet, üretim ve bölüşüm gibi tarihsel özel biçimlerine bir alternatiften söz edilebilir artık. Böylece işçi sınıfının iktidar iddiası, politik gündemden bertaraf edilmiş olur. Son yılların bu iki “güzide” burjuva ideologunun kitabının temel tezleri son derece tanıdık:
a) Enformasyon devrimi ile yeni bir kapitalizm dönemi başlamıştır.
b) Sermayenin denizaşırı yayılmasıyla emperyal devletler aşılmıştır. Sistemin temel aktörleri, çokuluslu şirketlerdir.
c) Yeni çağ bir imparatorluk dönemidir.

a) Kapitalizm yeni bir çağa mı girdi?
Hardt ve Negri’ye göre, imalat, madencilik, tarım ve toplumsal hizmetlerden oluşan “eski ekonomi”yi bir kenara iten bir “yeni ekonomi”de yaşıyoruz. Yeni ekonominin savunucularının iddiasına bakılırsa, piyasa, yeni teknolojiler tarafından üretilen yeni verimlilikler yaratıyor ve yüksek büyüme hızını garantiliyor. Sözü uzatmadan hatırlatalım; 2000 sonları ile 2002 yılı arasındaki durgunluk, yeni ekonomi tezlerini çürütmek için yeterli bir gösterge aslında. ABD imalat sektörü, Ağustos 2000 sonundan itibaren negatif büyüme içinde ve bu durum ardarda gelen son on iki ayda da devam etti, ki bu II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri en uzun negatif büyüme dönemidir. Görüldüğü üzere yeni ekonominin “yeni bir dünya düzeni” yaratmak mecali şöyle dursun, teknoloji üzerinde hakimiyet kuran emperyal devletlerin ekonomilerini dahi ayakta tutacak hali kalmamış.
Kapitalistlerin sürekli teknolojiye yatırım yapmakla ilgilenmelerinin sebebi ise, teknoloji sevdalısı olmaları değil kuşkusuz. Lenin’in söylediği gibi, her kapitalist diğeri karşısında yok olup gitme korkusuyla yenilik yapmaya zorlanıyor. Bu sürecin kendisi eninde sonunda yeni çelişkiler üretir. Marx, makinelerden artı-değer elde etmenin imkansız olduğunu söyler. Makinenin tüm yapabildiği, nihai ürüne kendisinde depolanmış değeri, yani onun üretimi için harcanması gerekli toplumsal emeği eklemektir. Makine tarafından katılan değer, kapitalist tarafından yıpranma bedeli olarak hesaptan düşülür. Bu arada yıpranma sadece fiziksel (paslanma, aşınma ve parçalanma vs.) değil, aynı zamanda Marx’ın “manevi yıpranma” olarak adlandırdığı şeydir, yani demode olmadır.
Diğer yandan yeni teknoloji gerçekten de üretkenliği arttırdı. Arz zincirinin bilgisayarla donatılmasının, stoklarının anında görüntülenmesini ve tam-zamanında üretimi olanaklı kılarak, üretimin hiçbir zaman satışları aşamaması anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Böylece aşırı üretim saf dışı edilmiş oluyor. Öte yandan üretkenlik ve rekabetin artmaya devam etmesi enflasyonu kontrol altında tutmakta; böylece faiz oranlarını yükseltmeksizin büyümenin sürmesine izin verebilmektedir.
Üretkenliğe ilişkin olarak sadece bir noktaya dikkat çekmek yeterli olur. Üretkenlikteki artışın bir bölümü yeni teknolojiden kaynaklanmakla birlikte, büyük bir bölümü öyle değildir. Burada yeni olan hiçbir şey kullanılmıyor, üretkenliği artırmak için on yıllardır bildik yöntemler uygulanıyor sadece: kas üzerinde olabildiğince baskı! Yani, Marx’ın mutlak ve göreli artı-değer olarak tarif ettiği, işgününün uzatılması ve sömürünün yoğunlaştırılması. Amerika’da son 20 yılda haftalık resmi çalışma süresi 40 saatten 50 saate çıkmıştır. Bu muazzam bir baskıdır ve  Marx’ın Kapital’de açıkladığı üzere, kapitalizm altında yeni makinelere geçiş, çalışma saatlerinde bir azalma değil, fakat iş gününde bir artış anlamına gelir. Nitekim işgünü son on yılda her yerde acımasız biçimde yükseliş gösteriyor. Esnekliğe geçişin, işçilerin haklarına ve koşullarına yapılan kapsamlı bir saldırıyı temsil ettiği, ücretlerin sürekli olarak üretkenlik artışlarının gerisinde seyretmesinden malum. Amerika’da gerçek ücretlerin yakın zamana kadar neredeyse 20 yıllık bir dönem boyunca hiç artış göstermemesi, yeni ekonominin büyüsünü gösteren çarpıcı bir veri.

b) Kapitalizmde devletin merkezi önemi değişti mi?
Bir başka bildik iddia: Küreselleşme ulus-devletin aşınmasını beraberinde getirdi, şimdi ise emperyalist devletler de tedavülden kalkıyor! Hardt ve Negri bu sözleri; ABD’nin tek süper güç, en büyük beş yüz çokuluslu şirketin neredeyse yarısının sahibi olduğu, merkezlerinin ABD’de bulunduğu ve Washington’un Balkanlarda, Orta Amerika’da, Irak’ta, Afganistan’da halklara karşı bir savaşı yürüttüğü sırada söyleme cüretini gösterebiliyor.
Yazarlar, “imparatorluk”un, iktidarın dağıldığı ve tek başına hiç bir ulusun “imparatorluk”un denetimini elinde tutamadığı post-emperyalist bir fenomen olduğunu ileri sürüyorlar. Dahası, “imparatorluk”un dünya tarihinde olumlu bir ilerleme olduğunu düşünüyorlar: “İmparatorluk dediğimiz şey aslında, uluslararası sistem ve emperyalizmin üzerinde muazzam bir tarihsel gelişmedir.”
Devletsiz imparatorluk tezleri, sermayenin devlet karşısındaki özerkliğini abartıyor ve tam da herhangi bir özel ulusal çıkardan bağımsız işlemesi nedeniyle “dünya pazarı”nın her şeyin üstünde ve politik olarak kabul edilebilir olduğunu ileri süren serbest piyasa ideologlarının yanlış önermelerini tekrarlıyor.
Fakat, Negri ve Hardt’ın görüşünün tersine, çağdaş dünyada ulusal devlet, hem emperyal hem de yeni sömürgeci faaliyetlerini genişletmiş durumdadır. Bir anakronizm olmak şöyle dursun, devlet, dünya ekonomisinde ve ulus-devletler içerisinde merkezi bir unsur haline gelmiştir.
Günümüzde kapitalizm neredeyse evrenseldir. Kapitalist hareket yasaları, kapitalizmin mantığı, gelişmiş kapitalist toplumlara ve mekansal olarak dünyanın her tarafına gittikçe daha derinden nüfuz etmektedir. İnsani her eylem, her toplumsal ilişki ve doğal çevre, kârı azamileştirmenin, kapitalist birikimin, sermayenin kesintisiz öz-yayılımının ihtiyaçlarına tabi hale gelmiştir. Bu sürecin bir ucunda, gelişmiş kapitalist ülkelerde, kapitalist ilkelerin, daha birkaç on yıl öncesine kadar ulaşamamış olduğu toplumsal, kurumsal ve kültürel alanlara nüfuz etmesi, diğer ucunda ise, gelişmiş kapitalist ülkeler dışındaki bütün bölgelerin marjinalleşmesi ve artan yoksullaşması yer alır.
Ama kapitalizmin evrensel olduğunu söylemek, sermayenin tamamının, hatta çoğunun uluslar üstü olduğunu söylemek demek değil. Evrenselleşmenin ölçütü, sermayenin ulus-devletin sınırlamalarından kaçıp kaçmadığı veya ne oranda kaçtığı hiç değil. Hâlâ ulusal ekonomiler, ulusal devletler, ulusal temelli sermaye, hatta ulusal temelli ulusüstü şirketler bulunuyor. IMF ve Dünya Bankası gibi, sermayenin uluslararası aracılarının, her şeyden önce belli ulusal sermayelerin araçları olduklarını ve sahip oldukları her tür yürütme gücünü ulus-devletlerden aldıklarını eklemek sanırız gereksiz.
Sorun, ulus-devletlerin kapitalizmin evrenselleşmesi sürecinde inatla ayakta kalmaları sorunu da değil. Sermayenin evrenselleşmesi, ulus-devletin evrenselleşmesi anlamına geldi. Uluslararası kapitalizm, daha da uluslararası bir ulus devletler sistemidir ve sermayenin evrenselleşmesi, ulus-devletler, özellikle de bir egemen süper güç tarafından yönetilmektedir.
Bu, altı çizilmeye değer bir husus. Küreselleşmeye ilişkin geleneksel bakış, kapitalist gelişmenin doğal eğiliminin ve özellikle de onun uluslararasılaşmasının, süreç daha tamamlanmaktan çok uzakken, ulus-devletin bastırılması yönünde olduğu varsayımına dayanıyor. Diğer bir deyişle, sermayenin uluslararasılaşması, ulus-devletin gelişimiyle ters orantılı: Yani ne kadar çok uluslararasılaşma o kadar az ulus-devlet. Fakat tarihsel süreç farklı bir noktaya işaret ediyor. Sermayenin uluslararasılaşmasına, sermayenin özgün siyasi biçiminin çoğalması eşlik etti. Kapitalizm doğduğunda dünya, bir ulus-devletler dünyası olmaktan çok uzaktı. Günümüzde ise, tam da böyle. Ve çokuluslu kurumlar ulus-devletin yerini almaktan çok ona yeni roller yüklüyorlar.
Marx’ın dediği gibi, kapitalistlerin milliyetinin olmadığını söylemek, kuşkusuz, onların hiçbir ulusal sadakatlerinin bulunmadığını ve azami kâr ihtiyaçlarının onları sürüklediği her yere gideceklerini söylemek demektir, ama bu, onların devlette özellikle de kendi ulus-devletlerinde hiçbir köklerinin veya devletlerine ihtiyaçlarının olmadığını söylemek anlamına gelmiyor. Kârı azamileştirme ihtiyacı, bugüne kadar her şeyden çok ulus-devletler tarafından yerine getirilmiş ve görülebilir gelecekte de öyle olmaya devam edecek belli örgütlenme ve yürütme gerekliliklerini daima içermiştir.
Peki öyleyse insanların küreselleşmeyle bağlantılandırdıkları, ulusal egemenliğin zayıflaması ne anlama geliyor? Kuşkusuz, küresel ekonomi bir hayli bütünleşmiştir ve elbette sermayenin, özellikle mali spekülasyon biçiminde ulusal sınırları aşan yoğun ve hızlı hareketi, dünya ekonomisinin hakim bir özelliğidir. Ama her ulusüstü süreç, sadece özgül olarak yerel koşullarca şekillenmekle kalmıyor, devlet de, bu sürecin vazgeçilmez bir aracı oluyor. Eğer “küreselleşme”, ulusal kapitalist sınıfların ve ulus-devletin zayıflaması, egemenliğin devletten, bir takım birleşmiş ulusüstü sermayenin organlarına aktarılması anlamına geliyorsa, bu henüz kesinlikle gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmesi de muhtemel görünmüyor.
Yine tekrarlamak gerekir ki gerçekte küreselleşme, ulusal ekonomiler ve ulus devletler olgusudur. Devletin, ulusal ekonomiler arasındaki rekabeti ve ulus devletlerin uluslararası “rekabet edebilirliğini” geliştiren, yerli sermayenin kârlılığını koruyan veya iyileştiren, sermayenin hareketini serbestleştirirken, emeği ulusal sınırlar içine hapseden ve devletin zoruna tabi kılan, küresel pazarlar yaratan ve bunları sürdüren politikalarını dikkate almaksızın küreselleşmeyi anlamlandırmak olanaksız. Ayrıca tüm bunlara, küreselleşmenin, büyük kısmında, bölgeselleşme biçimine bürünerek eşitsiz gelişmiş ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş ulusal ekonomi ve ulus-devlet blokları yarattığı da eklenmeli.
Kapitalizmin ulusal olarak örgütlenmiş uluslararası bir sistem olmasının iki anlamı var: Birincisi, sistemsel zayıflık, çelişki ve yapısal krizleri, köken olarak ulusal değildir. Uluslararasıdır ve sisteme içkindirler, kapitalizmin temel hareket yasalarına kök salmışlardır.
Tam da bu özellikler Hardt ve Negri’nin çöpe atmak istediği emperyalizmi karşımıza çıkartıyor. Bu emperyalizmin bir yüzünde, yeni bir militarizm türü bulunuyor. Bu türün, genel olarak toprakta gözü yok ve yine genel olarak ulus-devletlere dokunmamakta. Amacı, tanımlanabilir coğrafi sınırlara sahip belli sömürgeler üzerinde egemenlik değil, ama uluslararası ekonomi üzerinde sınırsız hakimiyet. Dolayısıyla toprak ilhak etme veya ekleme yerine, bu emperyalist militarizm, genelde, küresel sermayenin egemenliğini kurmak için yoğun şiddet gösterilerine başvuruyor. Bunun gerçekteki karşılığı da, birkaç ulus-devlete dayanan sermayenin egemenliğini veya ABD’nin küresel ekonomide engelsiz hareket edebilme özgürlüğünü tesis etmek için belirli ulus-devletlerin askeri gücünün kullanılması.

c) İmparatorluk mu, Amerikan emperyalizmi mi?
Son yıllarda yaşanan iktisadi ve siyasi gelişmeler de, Hardt ve Negri’nin iddialarının tam aksini kanıtlar nitelikte. Değişik bölgelerde birkaç büyük finansal ve ekonomik kriz patlak verdi. Her birinde, emperyal devletler, bilhassa ABD, çokuluslu şirketleri kurtarmak ve finansal sistemin çöküşünü engellemek için müdahale etti. Örneğin; 1994’de Meksika iflasın eşiğine geldiğinde, o zamanki ABD başkanı Clinton, ABD’li yatırımcıları kurtarmak ve Peso’ya istikrar kazandırmak amacıyla Meksika devletine 20 milyar dolar verilmesi için müdahale etti. Benzer şekilde, 1998 Asya krizi sırasında, ABD ve Avrupalı hükümetler, bölge ülkelerinin –özellikle de Güney Kore’nin– temel sanayilerini yabancı devralmalarına ekonomilerini açmaları karşılığında IMF ve Dünya Bankası’nın milyarlarca dolarlık kurtarma planına onay verdiler. Bu nedenle, emperyal devlet, daha fazla sıklıkla ve daha büyük kaynaklarla, büyük yatırımcıları iflastan kurtararak, borçlarını ödeyemez duruma düşen çokuluslu şirketleri destekleyerek ve para birimlerinin çöküşünü engelleyerek kriz yönetiminde hakim bir rol oynuyor. Çokuluslu şirketler ve sözüm ona “küresel ekonomi”, emperyal devletlerin krizi yönetmek ve çıkarları sağlama bağlamak üzere yaptıkları sürekli ve büyük çapta müdahalelerine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Kısacası devletin müdahalesi olmasaydı ne “küreselleşme” olurdu ne de piyasalar.
Çokuluslu şirketlerin yurtdışına yayılması, Amerikan emperyalizminin NATO ve Güney Afrika, Latin Amerika ve Asya’daki taşeron orduları aracılığıyla askeri-politik yayılmasıyla olanaklı kılındı. Rusya’da ve Doğu Avrupa’da, uydu rejimler, finanse edildi ve desteklendi ve böylece, stratejik sektörler, enerji kaynakları vb.’den oluşan geniş bir dizide şirket satın alımlarının temeli atıldı. Körfez ve Balkanlar’daki savaşlar, Amerikan emperyal devletinin hakimiyetini pekiştirdi ve diğer devletler üzerindeki nüfuzunu genişletti. Askeri yayılma, çokuluslu şirketlerin yurtdışına yayılmasına eşlik eden ve destekleyen devlet aygıtınca organize edildi. Irak’taki işgalin Amerikan tekellerinin petrol kaynakları başta olmak üzere altyapı hizmetlerine bayrak dikmeleriyle birlikte el ele ilerlemesi, emperyalist devlet ve çokuluslu tekellerin bağlantısını göstermek bakımından en sıcak örnektir.
Yurtdışındaki sermayenin daha fazla korunması için ABD ve Avrupa Birliği, Avrupa dışında yaşamsal ekonomik çıkarları tehdit eden herhangi bir ülkeye karşı savaşları meşrulaştıran yeni bir NATO doktrini oluşturdular. NATO, Doğu Avrupa’daki yeni yandaş devletleri ve Baltık devletleri ile eski SSCB cumhuriyetlerinde yeni “barış ortakları”nı içine alacak şekilde genişletildi. Diğer bir ifadeyle, emperyal devlet askeri ittifakları, öncekinden daha fazla sayıda devleti bünyesine katarak, öncekinden daha fazla devlet aygıtını, Amerikan çokuluslu şirketlerinin bu ülkelere güvenli girişini ve kârların ABD’deki merkezlere rahatça transferini garantilemek için kapsıyor.
Görüldüğü gibi dünyanın gerçekliği başka işliyor, Hardt ve Negri’nin imparatorluk tezleri bambaşka yöne yüzünü çeviriyor. Ve tarihte Marksizme karşı ortaya atılmış nice tez, teori, safsata vb. gibi  imparatorluk da emperyalizmin karikatüründen başka bir kapıya açılmıyor…

III- İMPARATORLUK HAYALİNE KARŞI MANİFESTO’NUN RUHU
Hardt ve Negri gibi burjuva ideologlarının yaptığı şey, Amerikan emperyalizminin yapısal temelleri olmayan ama ideolojik ve politik bir iddia olarak dünyayı imparatorluk hayaline göre şekillendirmeye çalışan askeri ve siyasi pratiğine felsefi bir elbise dikmeye çalışmaktır. Bu bir safsata olabilir ama halklar için yeni acıların ve yıkımların da bir habercisidir. Ancak insanlık en parlak ütopyalarını ve iradenin gücünü en büyük depremlerde keşfetti. Bugün imparatorluk ideolojisi ile bir kez daha tarihin karanlık köşelerine hapsedilmeye çalışılan Komünist Manifesto’nun, insanlığın tarihin birikiminden gücünü alan görkemli ruhunun bir aynası olarak hâlâ güncelliğini koruması bundandır. Kuşkusuz Manifesto sadece öngörüleri gerçekleşmiş bir kitap olmaktan çok daha öte anlamlara sahiptir. Zira, genç Marx ve Engels, işçi sınıfının Komünist Manifestosu’nu kaleme alırken bu ince ama önemli ayrımı olanca çarpıcılığı ile sergilemişlerdir. Manifesto’nun içeriği ve şiirsel dili bir yana formatı dahi iki ayrı dünyanın iki ayrı ütopyasını, bu ütopyaların taşıyıcısı iki ayrı sınıfın tarihsel pratiğini bütün açıklığı ile gözler önüne sermiştir. Manifesto’nun ruhu, kitabın aynı anda hem eleştirel hem de özgürleştirici olmasından ileri gelmektedir. Yani kapitalizm analizi ve kapitalizmin devrilmesi arasındaki, sınıf savaşının incelenmesi ve sömürülen sınıfa bağlanım arasındaki, burjuva toplumundaki çelişkilerin berrak analizi, eşitlik ve karşılıklı dayanışmayla şekillenmiş bir toplumun devrimci ütopyası arasındaki, kapitalist genişlemenin itici mekanizmalarının gerçekçi aydınlatılışı ve “insanın hor görüldüğü, bir kenara atıldığı, eksitildiği, köleleştirildiği bütün koşulları ortadan kaldırma” talebi arasındaki ayrılmaz birliktelikten kaynaklanmaktadır.
Komünist Manifesto’daki bir çok husus sadece çağdaş olmakla kalmayıp, 150 yıl öncesine göre çok daha günceldir de. İki genç yazar, kapitalizmin, dünyayı kendi kalkanı altında kültürel ve ekonomik olarak birleştiren bir sürece giriştiğini vurguladılar: “Burjuvazi, dünya pazarlarını sömürüsüyle her ülkedeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı… Eski yerel ve ulusal yalıtımın ve kendine yeterliğin yerini, ulusların çok yönlü karşılıklı ilişkileri, evrensel karşılıklı bağımlılığı alıyor. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor.”
Söz konusu olan sadece genişleme değil, egemenliktir de: Burjuvazi “bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim tarzını benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi imgesinden bir dünya yaratıyor.”
Bu sözler Amerika’nın imparatorluk hayalinin en özlü ifadesidir. Gerçekten de, 20. yüzyılın son dönemlerine kadar, sermaye dünya çapında bu kadar bütün, mutlak, bölünmemiş, evrensel ve sınırsız bir nüfuza erişmemişti. Geçmişte hiç bir zaman kurallarını, politikalarını, dogmalarını ve çıkarlarını yerküredeki her ulusa empoze etme hususunda bugünkü yeteneğine sahip olmamıştı. Uluslararası finans kapital ve çokuluslu şirketler hiç bir zaman devletlerin ve halkların kontrolünün bu kadar dışında olmamıştı. Kendilerini insan yaşamını kapitalist serbest piyasanın katı kurallarına ve dizginsiz kapitalist kâr arayışına göre kontrole, yönetmeye ve çekip çevirmeye adamış IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kurumların böylesine yoğun işbirliği daha önce hiç var olmamıştı. Son olarak da, daha önce hiç bir çağda, insan hayatının her alanı –sosyal ilişkiler, kültür, sanat, politika, cinsellik, sağlık, eğitim, spor, eğlence– sermaye tarafından böylesine egemenlik altına alınıp, “bencil hesapların buzlu sularına” bu denli batırılmamıştı.
Amerikan emperyalizminin bu bencil hesapları insanlığı “barbarlık ve uygarlık” arasında tercihe zorladıkça, Hardt ve Negri’nin, ve diğer seçkin burjuva ideologların elinde emperyalizmin aşılmış hali olarak pazarlanan her düşünce aslında dönüp dolaşıp Lenin’in yüzyılın başında temel eğilimlerini ortaya koyduğu emperyalizmin bilimsel olarak bir kez daha kanıtlanmasına, Manifesto’daki enternasyonalist ruhun tekrar canlanmasına gönülsüzce de olsa hizmet edecektir.

Davos zirvesi ve emperyalist hegemonya mücadelesinde yeni eğilimler

Yaklaşık 2000 iktisatçı, devlet adamı, hükümet yetkilisi, akademisyen ve büyük tekellerin üst düzey yöneticilerinin katıldığı İsviçre’nin Davos kentinde toplanan Dünya Ekonomik Forumu, emperyalist hegemonya mücadelesinin yeni seyri bakımından oldukça önemli gelişmelere sahne oldu.
Forum’un bu yılki gündemi, yaşanan ekonomik kriz ve krize karşı geliştirilecek stratejilerdi. Özellikle Brezilya’nın ulusal para birimi Real’i devalüe etmesi ile birlikte, 1980 ve 1989 yıllarında patlak veren kısa dönemli iki krizin de merkez üssü kabul edilen Latin Amerika’nın tekrar bunalıma sürüklenme tehlikesi, Davos toplantılarının üzerine çöktü. Nitekim Brezilya krizinin en belirgin karakteri olarak bir borç ödeyememe bunalımının ortaya çıkması, gelişmekte olan ülkelerin, dolayısıyla da emperyalist ülkelerin sermaye ihraçlarının önemli bir kısmının yöneldiği “yükselen pazarların” karşı karşıya bulunduğu tehlikenin de işaretiydi. İşte Davos toplantıları da gelişmekte olan ülkelerin her geçen gün daha çok sürüklendiği bu bunalıma bir çare arama adına bu yıl gündemini “küresel politikalar”ın geleceğini tartışmak üzere oluşturdu. Genel olarak Davos’a egemen olan görüş, küresel politikalara bir çekidüzen verilmesiydi. Tartışmaların gelip düğümlendiği nokta ise, bu çekidüzen vermenin nasıl ve kimin eliyle olacağıydı.
Çünkü ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ve Japonya’nın tutumu, dünya ekonomisini elinde tutan gelişmiş ülkelerin (G-7’lerin) arasındaki çatışmanın gerginleştiğini ve yeni kutuplaşmalar çerçevesinde süregelen hegemonya mücadelesinin daha bir berraklaştığını ortaya koydu. Bu kutuplaşma ve çatışma potansiyelini artıran temel olgu ise, ABD’nin yaşanan krizi, dünya ekonomisi üzerindeki hegemonyasını, diğer G–7 ülkelerine rağmen, yeniden yapılandırma aracına dönüştürme hamlesi ve bu hamleye karşı yıllardan sonra ilk defa Avrupa’nın gösterdiği tavırdı. Ayrıca Japonya’nın ağır bir krizin içinde olmasına rağmen Güneydoğu Asya ülkelerine yönelik stratejileri dikkate alındığı zaman, krizle birlikte kızışan ticari çekişmelerin sıcak çatışmalara dönüşme ihtimalinin arttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Sonuçta bu yıl “insani bir küreselleşme” sloganıyla toplanan ve küresel politikalara bir çıkış yolu bulma hedefi güden “Davos ruhu”na damgasını vuran da bu hesaplaşmanın açık izleri oldu.
Şu an yaşanan kriz ekseninde emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin seyrini tespit edebilmek amacıyla, öncelikle küresel politikaların ruhuna ve bu ruhun üzerinden gerçekleşen kutuplaşmaların temel dayanaklarına dikkati çekmek gerekiyor.

KÜRESELLEŞME VE HEGEMONYA MÜCADELESİ
1980’lerden bu yana egemen olan görüşe göre, SSCB ve Doğu Bloğu’nun çözülmesi ile “soğuk savaş” yıllarının bitmesi, sermayenin küreselleşmesi ve yoğun teknolojik gelişme, emperyalist ülkeler ile diğer ülkeler arasındaki bağımlılığı bugüne kadar görülmedik bir hızla artırdı. Artık tek tek ülkelerde hükümetlerin yaşayabilmesinin yegâne yolu olarak, “serbest piyasa ekonomisinin kurallarına kesin bir biçimde uymak” gösterildi.
Ünlü iktisatçı Norman Angell da bu görüşü savunanlardan biriydi ve şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Uluslararası finans, ticaret ve sanayiyle o derecede bütünleşmiştir ki … siyasi ve askeri iktidar, artık, gerçek hayatta çok az şeye kadirdir. Çok as kimse tarafından bilinen bu gerçekler, esasen modern koşulların (giderek hızlanan iletişim dolayısıyla daha hassas ve karmaşık bir hale gelen kredi sistemi) ürünüdürler ve modern uluslararası politikayı radikal ve derin bir şekilde gelmişten farklı bir hale getirmişlerdir.”
Ancak tarih, bu satırları 1910 yılında yazan Nobel ödüllü iktisatçı Angell’ı haksız çıkardı. Bugün yaşanan gelişmeler ise, neoliberal politikaların geldiği aşama karşısında küreselleşmeye karşı hâlâ “iyimser” tavır takınanları da haksız çıkaracak gibi görünüyor. Bunun için sadece küreselleşmenin doğasına bakmak yeterli; malların ve sermayenin serbest dolaşımının savunulması, her zaman ekonomik olarak egemen olanın işine yarar, onun konumunu güçlendirir. Küreselleşme, Angell yazdığı zaman, İngiliz hegemonyasına hizmet ediyordu. Bugün de ABD hegemonyasını güçlendiriyor. Daha önemlisi hegemonyacı gücün siyasi, ekonomik rakipleri tarafından dahi bu durum kabul edilen bir gerçek haline geldi. 1900’lü yıllardaki Almanya’nın tutumu ile bugünkü Japonya ve Çin’in tavrı arasında benzer özellikler tespit etmek güç olmasa gerek.
19. yüzyılın sonunda Almanya’da yeniden önem kazanan bir ekonomist olan Friedrich List ise, klasik çalışması Ulusal Ekonomi Politik’te (1841), serbest piyasa/küreselleşme için şöyle yazıyordu:
“Serbest piyasa yüceliğin doruklarına ulaşan herkes için çok zekice bulunmuş bir araçtır. Böylece, bir kere oraya ulaştıktan sonra, başkalarının oraya çıkması için gerekli merdiven, bu ideolojinin aracılığıyla bir tekmede devrilmiş olur.”
Bugün de benzer ifadeleri Çin ve Japon başbakanları veya maliye bakanlarının, Güneydoğu Asya’nın önde gelen iktisatçılarının ve de Malezya Başbakanı Mahatir Muhammed’in ağzından sık sık duymak mümkün.
Küreselleşme tüm ülkelerin piyasalarını, mal ve sermaye dolaşımını serbestleştirme sloganı altında, hegemonyacı ülkenin kullanımına açmış oluyor. Buna karşılık, gerek 1900’lerde Almanya gerekse de bugün Çin ve Japonya, dünya ekonomisine tümüyle açılmadan önce, burayla kendi çıkarlarına uygun bir şekilde bütünleşebilecek kadar güçlenmek istiyorlar. Bu ülkeler, hegemonyacı gücün ekonomik serbestleştirme, piyasaları açma baskılarına direndikçe, siyasal sürtüşme alanları da artıyor.
Bu sürtüşmenin manivelasının yüzyılın başından bu yana sermaye ve mal akımlarının yoğunlaşması olduğunu anlamak açısından yüzyılın spekülatörü George Soros’un geçtiğimiz ay çıkan The Crisis of Global Capitalism (Global Kapitalizmin Krizi) isimli kitabındaki şu sözlere bakmak yeterli: “Mali piyasalar içsel olarak istikrarsız oldukları için, serbest piyasa, dengesizlikleri büyüterek yıkıcı bir etki yapıyor ve zaman içinde mali ekonomik bir çöküşün koşullarını hazırlıyor. Bu çöküş gerçekleştiği takdirde, hatta bu basınçların belirginleşmesine paralel olarak, hegemonik/lider ülke ile potansiyel liderler arasındaki çelişkiler ve siyasi uyumsuzluklar da artıyor.”

ABD LİDERLİĞİNİN İKİ TEMEL STRATEJİSİ
2. Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi, askeri ve ekonomik olarak hegemonik bir güç düzeyine yükselen ABD’nin bu durumunu korumaya yönelik iki temel stratejisi olduğu söylenebilir.
Birincisi, hem savaş sırasında oluşmuş fazla kapasitenin basıncını emmesi, hem de ekonomik üstünlüğünü sonuna kadar kullanmasına olanak sağlaması açısından dünya ekonomisinde tüm mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirilmesiydi. Bu serbestleştirme veya aynı anlama gelmek üzere ulusal pazarlardaki korumacı politikaların tasfiye edilmesi, IMF, Dünya Bankası ve GATT aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışıldı. Bu strateji, 1980 ve 90’larda sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine dayanan bir “küreselleşme stratejisi”, diğer bir deyişle   “Washington  Consensus”u olarak bilinen biçimini aldı.
ABD hegemonyasını korumaya yönelik ikinci strateji de, Batı Bloku’nun, ABD liderliği altında birliğini sağlamak ve ABD’ye karşı seçenek oluşturabilecek liderliklerin yükselmesini engellemekti. Bunun için, ABD bir taraftan NATO’ya ve sahip olduğu nükleer silahlara dayanarak Doğu Bloğu’na karşı Batı’yı birleştirirken, diğer taraftan, bölgesel liderliklerin yükselmesini engellemek için “bölgesel güvenlik sorunlarını üstlenmek” adı altında bir dizi askeri tedbir almak durumunda kalıyordu. Bu bağlamda egemen sermaye birikimi modelinin temel enerji kaynağı olan petrolün kesintisiz akışının sağlanması için gerekli siyasi ve askeri denetimi sağlamak da ABD’nin işiydi.
Daha yakından bakıldığında 1960-70’lerden sonra ABD’nin esas hedefinin sadece SSCB’yi sınırlamak olduğunu söylemek yanlış olacaktır. Bunun yanında ABD’nin, Avrupa’da Almanya’nın, Uzakdoğu’da da Japonya’nın alternatif liderlikler düzeyine yükselmesini de engellemeye çalıştığı söylenebilir.

İKİ KUTUPLULUKTAN ÇOK KUTUPLULUĞA…
Soğuk Savaş’tan sonra Doğu Bloğu çözüldü ve ortadan kalktı. Batı için artık bir ortak düşmana karşı ABD’nin nükleer şemsiyesi altında toparlanmak, ABD isteklerine aynı sadakatle uymak gerekmiyordu. Soğuk savaş biterken yaşanan bir dizi gelişme, 1989–93 resesyonu, Körfez Savaşı ve 1992’de Avrupa’nın birleşik pazara geçmesi, ABD’nin hegemonik bir güç ama gittikçe gerileyen bir hegemonik güç olduğunu, örneğin askeri harekâtlarını dahi mali olarak finanse edemediğini de ortaya koydu. Bu, Batı Bloğu’nun parçalanmasını hızlandırdı. Soğuk savaş bittiğinde dünya iki kutuplu olmaktan çıkmıştı ama üç kutuplu olmaya doğru da hızla yol alıyordu.
Bu kutupların unsurlarını, doların liderliği altında şekillenen, başını ABD’nin çektiği NAFTA, Almanya’nın hegemonik etkisi ve markın ağırlığı çerçevesinde oluşan Avrupa Birliği ve yeni bölgesel bir para yapma ideali taşıyan Japonya ile henüz ekonomik olanak olmasa da nükleer donanımı bakımından önemli bir güç sayılan Çin (Asya) oluşturdu. Doğal olarak bu bloklaşmalar aynı zamanda geleceğin olası hegemonya mücadelesinin adaylarını da içeriyor.
Bu noktada Davos’ta ortaya çıkan gerginliğin temelinde yatan bir dizi iktisadi ve siyasi gelişmeye göz atmak, yeni hegemonik güç adayları ile hâlâ hegemonik bir güç, ancak giderek aşınan bir hegemonik güç olan ABD arasında derinleşen çatışmanın yoğunluğu ve geleceğe ilişkin seyrinin nirengi noktalarını tespit etmek bakımından dikkat çekicidir.

ABD-AB ÇEKİŞMESİNDE KIRILMA NOKTASI: NATO
Soğuk savaş sonrasında klasik işlevi bakımından önemini gittikçe kaybetmekte olan NATO, ABD ve AB arasındaki gerginliklerin en çok hissedildiği kurumlardan birisidir. Gelecek yıl yapılacak olan NATO 50. Yıl Toplantısında, ABD, NATO’nun belli bir toprağı savunan bir ittifaktan, “ortak çıkarları savunan” bir ittifaka dönüştürülmesini planlıyor.
Ancak Avrupalı gözlemciler ve siyasetçiler ABD’nin bu önerilerine, NATO’yu küresel düzleme çıkararak, ABD’nin uluslararası hegemonyasının bir aracı haline getirmeyi amaçladığı düşüncesiyle karşı çıkıyorlar. Nitekim 1991 hükümetler arası Maastricht Konferansı’nda, Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) NATO içinde otonom bir grup oluşturması önerisi gündeme geldiğinde, bu, ABD’nin büyük tepkisiyle karşılaşmıştı.
Geçtiğimiz günlerde Almanya’nın Münih kentinde yapılan geleneksel 35. Güvenlik Konferansı da ABD ile AB arasında NATO’nun yeni işlevine ilişkin benzer görüş ayrılıklarına sahne oldu. Konferansta, ABD Savunma Bakanı William Cohen bütün NATO üyelerinin ABD ve İngiltere’nin Irak’a düzenlediği hava harekâtlarından “doğrudan yararlandıklarını” söylerken hemen ardından NATO’nun bu yeteneğinin daha da güçlendirilmesi gerektiğini ısrarla vurguladı. Cohen’in bu konuşması, ABD’nin Soğuk savaş sonrasında küresel hegemonyasının önemli bir aracı olarak kullandığı NATO’yu, Doğu Avrupa ülkelerini de içine alacak şekilde genişleterek daha kapsayıcı bir alana yayma peşinde olduğunu bir kez daha gösterdi. Nitekim Cohen’in şu sözleri, ABD’nin 2000’li yıllara ilişkin olarak NATO’ya biçtiği görevlerin en net ifadesi oldu: “Kuruluşunun 50. yılında NATO ittifaka katılacak yeni üyeler ve izlenen ‘açık kapı ‘ politikasıyla güçlenecek ve askeri bir savunma ittifakı olarak etkisini artıracaktır.” Ancak Cohen’in dillendirdiği bu stratejiye karşı AB ülkeleri içinde Avrupa’nın “lider adayı” ve aynı zamanda NATO’nun devre başkanlığını yapan Almanya, 1991 yılında Maastrich’te dile getirilen öneriyi tekrarladı. Almanya Savunma Bakanı Rudolf Scharping, Avrupa’nın dış politika ve güvenlik konularında ‘küresel sorumluluğa’ sahip çıkmasını isteyerek, Almanya’nın da devre başkanlığı döneminde BAB’ın AB’ye entegrasyonu konusunda inisiyatif göstermesi gerektiğini belirtti.
Bu tartışmalar “iki kutuplu” dünyada Batı’nın vurucu gücü olan NATO’nun, “çok kutuplu”  emperyalist hegemonya mücadelesinde ne derece önemli bir kırılma noktasını oluşturduğunu ve oluşturmaya devam edeceğini kanıtlıyor.

YENİ FİNANS SİSTEMİ ARAYIŞI
Ancak 1997 yılında patlak veren ekonomik kriz ile birlikte gelişen bir dizi iktisadi olgu, asıl olarak hegemonya mücadelesine damgasını vuruyor. ABD’nin soğuk savaş yıllarında kurduğu hegemonyanın askeri kanadını oluşturan NATO’da AB ile yaşadığı gerilimler, iktisadi alandaki gücünü oluşturan ayaklarında da şiddetleniyor. Özellikle krizin derinleşmesine IMF ve Dünya Bankası’nın neden olduğuna yönelik eleştiriler, hatta Asya ülkelerinden yükselen IMF’yi krizin nedeni olarak görme eğilimi, ABD’nin hegemonyasının giderek sarsılmaya başladığının, en azından bugün için, önemli kanıtları. Davos toplantısında da G–7 ülkeleri eleştiri oklarını doğrudan IMF’ye yönelttiler.
Bu noktada dikkati çeken gelişme, Bili Clinton’ın Eylül ayında açıkladığı ve Davos toplantılarında da en fazla tartışılan konu olan “yeni bir finans sistemi” arayışı oldu.”
Mal ve para akımlarının tarihte hiç görülmedik bir biçimde hızlandığı, spekülasyonların bu denli etkili olduğu ve mali oligarşinin egemenliğinin dünya kapitalizmine damgasını vurduğu çağımızda, finans sisteminin iplerinin kimin elinde olacağı da kuşkusuz hegemonya mücadelesinde belirleyici bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Finans sisteminin kontrolü, güçlü ve etkin bir parayı gerektiriyor. Nitekim doların İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyada egemen para birimi haline gelmesi ile ABD’nin, liderliği arasında doğrudan bir bağ bulunduğu tartışma götürmez bir gerçek. İşte emperyalistler arası çatışmanın bir ayağını da bu finans sistemini kontrol etme mücadelesinde üç para biriminin dünyanın üç ayrı kıtasındaki egemen olma yarışı oluşturuyor.
Bu çerçevede AB üyesi 11 ülkenin 1 Ocak 1999 tarihinde Euro’ya geçmesi ve Euroland’ı oluşturmaları, “yeni finans sistemi” arayışında ABD’yi tedirgin eden önemli bir gelişme oldu. Çünkü AB sürecinin mantıki sonucu olarak birleşik bir pazar, bir Avrupa Merkez Bankası’ndan ve ortak bir para biriminden sonra, bir ortak dış politika ile askeri şekillenme, nihayet giderek bir siyasi birlik ve bunun en son ifadesi olan Avrupa Birleşik Devletleri (ABD) olacağı öngörülüyor.
Euro’ya geçilmesinin hemen ardından AB’nin yeni finans devi, dünyanın ise ikinci büyük finans tekeli Societ Generale, Fransa’da doğumunu ilan etti. Sadece bu finans devinin bile portföyünde Euro’yu barındırması ve ticari faaliyetlerini buna göre şekillendirmesi, doların uykusunu kaçırmasına yeterli olabilir. Çünkü doların egemenliği ABD’nin dış borcunu finanse etmesini kolaylaştıran en önemli etmen. Eğer ABD borcunun bir kısmını Euro ile ödemek zorunda kalırsa, borçlanma açısından hareket alanı büyük ölçüde daralır. Nitekim Deutsche Bank baş ekonomistinin dediği gibi “Airbus, Boeing’e nasıl rakipse Euro da dolara öyle rakip olacaktır.”
Ekonomistler şimdiden, milyarlarca doların yatırım portföylerinden çıkarak Euro’ya aktığını ve doları ABD’yi üzecek düzeyde bir noktaya dek zayıflatabileceğini söylüyorlar. Deutsche Bank Group’un Asya kıtasından sorumlu yetkilileri ise, gelecek birkaç ay içerisinde 200 milyar dolarlık bir rezervin dolardan Euro’ya değişeceğini tahmin ediyorlar.
Bütün bu olgulara bakılırsa, Avrupa Euro ile krizle birlikte şekillenebilecek olan finans sistemine daha çok ağırlığını koyma peşinde. Ancak Avrupa’nın bu yeni ama parçalı çocuğunun siyasal yansımasının netlik kazanmaması, AB’nin henüz ABD’ye cepheden karşı durabilecek bir pozisyonda olmadığını da gösteriyor.

ATLANTİĞİN ÖTE YAKASI: JAPONYA’NIN ASYA HAMLELERİ
Atlantik’in öte yakasındaki gelişmeler ise daha çarpıcı. Özellikle kriz sonucunda Japon ekonomisinde baş gösteren durgunluk, Asya’nın “küresel mucize”sinin durumunu bir hayli zorlaştırdı. Endonezya, Güney Kore ve Malezya’nın birbiri ardına çöküşü ile çok kutuplu dünyanın Asya bloğunda hızlı bir “hegemonya boşluğu” ortaya çıkıyor. Tabii ki bu boşluğu doldurmada en büyük aday yine Japonya.
Japonya, para biriminin dolar ve Euro arasında minimize olmaması için büyük bir çaba sarf ediyor. Japon finans yetkilileri, Asya’da istikrar sağlamak için yenin bölgesel bir para birimi olması gerektiğini savunuyorlar. Ancak bölge ülkeleri bu öneriye şimdilik sıcak bakmıyor. Öte yandan Japonya ısrarla piyasalardaki spekülasyonları önlemek için sermaye akışlarının sınırlanması gerektiğini söylüyor. ABD’li yetkililer ise sınırlamaların yatırımcıları püskürtebileceğini vurgulayarak bu öneriye şiddetle karşı çıkıyorlar. Davos toplantılarında Japonya bu önerilerini bir kez daha dile getirdi ve dikkati çekecek bir biçimde AB ülkeleri bu önerilere destek verdi.
Asya kıtasında ileride daha da netleşecek olan gelişmelerden bir tanesi de Çin’in Japonya’ya Mayıs ayında bir Asya toplantısı yapma çağrısında bulunması. Bölgede etkinliğini artırma peşinde olan Japonya için böylesi bir fırsat önemli idi ancak ABD Japonya’nın bu yöndeki her türlü eğilimine sert tepki gösteriyor. Nitekim bir yıl önce ABD, Japonya’nın Asya’da etkin bir “Asya Para Fonu” oluşturma teklifine şiddetle karşı çıkmıştı, çünkü bu durum Asya üzerinde özellikle krizden sonra rahatça at koşturan IMF’nin etkinliğinin zayıflaması, en azından sarsılması anlamına delecekti.
Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana bölgede hegemonya kurma mücadelesinin bir parçası olarak yeni bölge parası yapma isteğinin önünde ABD’nin karşı çıkışlarından başka kendi ekonomik şekillenişinin getirdiği bir dizi iktisadi unsur da engel teşkil ediyor. Bunların arasında en göze çarpanı, bölgedeki geniş yatırımlarına rağmen Asya ülkeleri ile parasal ilişki dışında herhangi bir ticari ilişkisinin olmamasıdır. Bu da şu anlama geliyor: Japonya kendi ticari odaklanmasını komşularına doğru kaydırmak zorunda. ABD ise her ne pahasına olursa olsun Japonya’nın bu yöndeki bütün hamlelerini bertaraf etmede kararlı ve şimdilik bunda da başarılı oluyor.
Bugüne kadar ABD, Asya’da hegemonyasını sürdürmek için, bir bölgesel gücün öne çıkmasını, Asya’da Japonya liderliğinde bir “Ortak Refah Bölgesi”nin, bir ekonomik bloğun oluşmasını engellemeye çabaladı.
Ancak ABD ile Japonya arasındaki sürtüşmelerin, giderek Japonya’nın bir bölgesel liderlik iddiası, esas olarak 1997’de başlayan Asya kriziyle güçlendi denebilir. Krizden sonra ABD’nin küresel kriz yönetme stratejisi olan küreselleşme ve piyasaların sürekli serbestleştirilmesi stratejisine Japonya’nın karşı çıkmaya ve küreselleşmeyi sık sık eleştirmeye başladığını gördük. Geçtiğimiz kasım ayında yapılan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Forumu’nun (APEC) liderler toplantısı Japonya’nın bölgesel liderlik adaylığının en belirgin şekilde görüldüğü bir platform oldu.
Japonya, APEC Bakanlar Toplantısı’nda, ABD’nin baskısıyla, dokuz ana sektörün serbestleştirilmesine ilişkin yapılan pazarlıklarda, ormancılık ve balıkçılık sektörlerini muaf tutmakta ısrar etti. İç piyasalarını korumayı amaçlayan Çin, Malezya, Endonezya, Tayland gibi ülkelerin de desteğini kazandı. Ayrıca Japonya’nın 30 milyar dolarlık nakit yardım paketi, acil nakit gereksinimi olan bölge ülkeleri tarafından, ABD’nin salt dış borç tasfiyesini içeren paketine göre, daha çok ilgiyle karşılandı.
ABD’nin tüm gerginliğine ve baskılarına karşın bölge ülkelerinin Japonya’nın liderliğini kabul etmeye eğilim gösterdiği görülüyor. Bu ülkelerin başında, ülke ekonomisini küreselleşme sürecinden “bir süre için” çeken Malezya var. Japonya’da bir konferansta konuşan Malay Üniversitesi’nden Profesör Jomo Kwame Sandaram, geçen APEC toplantısında Japonya’nın IMF’ye alternatif olarak sunduğu inisiyatife gönderme yaparak, “Geçen sefer ABD, bizim bir Asya yardım fonu oluşturmamızı engellemişti ama, Asya bu sefer inisiyatifi eline alarak kendi yardımlaşma fonunu kurmalıdır” derken bu duyguları dile getiriyordu kuşkusuz.
Japonya bu tutumunu aralıkta yapılan ASEAN toplantısında da sürdürdü ve yeni bir yardım paketi açıklayarak liderliğini güçlendirmeye çabaladı. Bölgede, ABD’nin üstünlüğünün Japonya’ya geçmesine yol açacak bir öneri olan Asya Para Fonu projesinin de giderek ivme kazandığı görülüyor.

ÇİN: YENİ LİDER ADAYI MI YOKSA YENİ PAZAR MI?
Şüphesiz bölgede ABD’nin rakibi olacak tek lider adayı Japonya değil. Ekonomik gücü Japonya düzeyine yükselmemiş olsa bile büyük askeri kapasitesi ve nükleer silahları olan Çin 1970’lerden bu yana hızla dünya ekonomisine yeniden entegre oluyor, sanayisini ve buna bağlı olarak ordusunu modernleştiriyor. Çin’in henüz gelişmemiş ama büyük potansiyele sahip iç pazarı var. Bu yüzden, ABD dış politika stratejistlerinin Çin’i uzun dönemde ABD’nin yerine en güçlü aday olarak görmeleri şaşırtıcı değil.
Ancak hızla büyüyen Çin’in enerji gereksinimi de artıyor. Shell China Petroleum’un öngörülerine göre, Çin 2015’te ABD’ye eşit bir petrol ithalatçısı olacak.
Böyle bir gelişmenin siyasi sonuçları ise, bölgedeki petrol kaynaklarının ve deniz yollarının etrafında sürtüşmelere yol acıyor.
Öte yandan Çin’in önünde, küresel pazarlar ile bütünleşme konusunda hiç de iyi bir örnek olmayan Rusya var. Rusya’nın askeri gücüne rağmen geldiği durum, güçlü bir kapitalist ekonomiye sahip olmadan dünya pazarlarına entegre olmanın yol açabileceği yıkımı göstermesi bakımından çarpıcı. İşte Çin, bu tehlikeyi en azından hazırlıklar yaparak bertaraf etme peşinde. Kuşkusuz bu konuda atılmış en önemli adım, 50 milyon işçinin işten atılması ve emek piyasasının daha da serbestleştirilmesine eşlik edecek olan geniş bir özelleştirme programının ilan edilmesi olmuştur. Ancak bu adım, Çin’in küresel pazara bir güç olarak açılmasını mı getireceği, yoksa kendisinin ABD için bir pazar mı olacağı sorusunu gündeme getiriyor.
Nitekim Dünya Bankası, Çin’in özelleştirme programını sevinçle karşıladı. Adeta adım adım ilerlenen 20 yıldan sonra nihayet, Dünya Bankası kendi eseri olan neoliberal “şok tedavisi”ni kutluyor. Bu özelleştirme kutlamalarının, daha fazla “emek esnekliğinin ve Dünya Bankası’na olan milyarlarca dolarlık borçların arkasında, uluslararası sermayenin çıkarları ve onun Çin’deki ticaret ve yatırımlar üzerindeki büyüyen etkisi yatıyor. Hong Kong’daki muhalefet hareketi “Dünya Bankası ve IMF’ye Karşı Dayanışma”nın işaret ettiği gibi, iş ve gelir güvencesinin yok edilmesi, on binlerce işçinin işinden atılması ve hükümetin yerel sanayiye verdiği destek ve korumanın kaldırılması, uluslararası sermaye ile işbirliği içindeki yönetici zümrenin çıkarlarına hizmet ediyor.
Üstelik Çin’in 28 milyar dolardan fazla borçla ve her yıl ortalama 3 milyar dolarlık yeni borçlanma ile Dünya Bankası’nın en büyük borç yükümlüsü olduğunu da hatırlamak, Çin’in ABD için önümüzdeki üçüncü bin yılın en önemli pazarı olduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

EMPERYALİZMİN DOĞASI: İSTİKRARSIZLIK VE ÇATIŞMA
İşte bütün bu gelişmelerin yaşandığı bir ortamda toplanan Davos’ta yaşanan tartışmalar, esas olarak emperyalist kapitalizmin Soğuk savaş döneminin ardından yaşadığı istikrarsızlığı gözler önüne serdi. Çünkü soğuk savaş yıllarında “oyunun kuralı” belliydi. Şimdi bu “dengeli ve göreli istikrarlı” durum ortadan kalktı. Batı’da bugüne kadar ABD’nin liderliği altında birbirine sıkı sıkıya yapışarak ve ayrılıkları bastırarak bir blok oluşturmuş olan devletler, aralarında her geçen gün yeni bir uyuşmazlık konusu ve rekabet keşfetmeye, ticari bloklar oluşturmaya, hegemonya mücadelelerine girmeye başladılar. Emperyalist ülkeler hemen her düzeyde ve coğrafyada birbirine karşı yeni kazandıkları ekonomik ve politik etkileri korumak zorunda kalıyorlar. Birbirlerinin etki alanına girme isteği ve politik bir uyumsuzluk, ekonomik alanda oluşturulan işbirliğini bir anda dağıtabiliyor. Bu koşullarda uluslararası ekonomik ve politik sistemi disiplin altında tutmak zorlaşıyor. Yaşanan kriz, ” işbirliği”ni azaltıyor, bloklaşmayı daha da keskinleştiriyor. Bizzat kendisi de bu sürecin bir parçası olan ABD ise, hegemonyasını korumak için giderek netleşen bloklaşmada yerini almak durumunda. Ancak soğuk savaş yıllarında olduğu gibi gelişmeleri istediği şekilde yönlendirmek şansına daha az sahip. Çünkü “iki kutuplu” dönemin “istikrar” sağlayıcı unsurları, bugün tam aksi bir yönde işliyor ve istikrarsızlığın, çatışmanın ortaya çıktığı birer kırılma noktası oluyor.
Sonuç olarak Davos toplantıları, “istikrar” adına ortaya atılan küresel politikaların iflasını bir kez daha gösterirken, dünya ekonomisinin girdiği kriz çerçevesinde şekillenen tartışmaların ve kutuplaşmaların, eşyanın tabiatına, emperyalizmin doğasına uygun olduğunu kanıtladı.

Şubat 1999

Enerji anlaşmaları ve Türkiye’ye biçilen rol

Bu yazımızda Trans-Avrupa Ağları, Barcelona Bildirgesi, Ankara Deklarasyonu, Bakû-Ceyhan Hattı ve Avrupa Enerji Şartı üzerine bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Enerji kaynaklarını denetim altında tutma çabası, bugün emperyalistler arası çekişmenin ve çatışmanın en temel konularından birisini oluşturuyor. Nitekim kapitalizmin gelişiminde, enerji kaynakları üzerinde süren hegemonya mücadelesinin belirleyici bir rol oynadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları ile Afrika’da, Ortadoğu’da ve Kafkaslarda süren birçok bölgesel-etnik çatışmanın nedenler yumağında enerji kaynakları önemli bir yer tutar.
Enerjinin taşıdığı stratejik önem, Afganistan’dan Türkiye’ye kadarki geniş bir alanda yaşananları açıklamak açısından da belirleyici bir kriterdir. İran, Suriye ve Irak’a uygulanan ABD merkezli ambargolar; Orta Asya ve Kafkaslardaki karışıklıklar, bölgesel çatışmalar; Azerbaycan-Ermenistan çatışması, Çeçen-Rus savaşı vb. doğrudan ya da dolaylı olarak bölgedeki petrol ve doğalgaz rezervleri ve boru hatlarının geçiş yollarının denetlenmesi ile yakından ilgilidir.
Bu denli karmaşık ilişkiler ağı üzerinden süregelen enerji politikaları içinde Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nden bu yana tarihsel olarak üstlendiği rol ise tam anlamıyla “bir geçiş ülke” rolüdür.
Dünyanın en zengin enerji rezervlerinin bulunduğu Ortadoğu ve Kafkaslar ile Batı ülkeleri arasında bulunmasından kaynaklanan stratejik jeopolitik konumundan dolayı Türkiye, sürekli olarak emperyalist bir ilginin de odağı olmuştur. Bugün Türkiye egemenleri ve yönetenleri tarafından sıkça dile getirilen “enerji koridoru” tanımlaması, kuşkusuz bu tarihsel görevin en rafine ifadesidir. Ancak egemenlerin “emperyal bir iddia” olarak gönülden üstlendikleri bu rolün yol açtığı ve açacağı sonuçlar, gerçek anlamda bir “sömürgeleşme” sürecinin de son aşaması niteliğindedir.
Bu süreç ise bizzat yönetenler tarafından “ulusal çıkar” gereği gibi gösterilen tek ve çok taraflı anlaşmalar yoluyla garanti altına almıyor. Nitekim bu anlaşmalardan en kapsamlı olanı ve bugün petrol ve doğalgaz boru hatları konusunda yaşanan gelişmeler ile ikili enerji anlaşmalarının çerçevesini belirleyen Avrupa Enerji Şartı (AEŞ), Türkiye’ye emperyalist ilişkiler ağında biçilen “koridor” rolünü de gerçek anlamda “yasal” bir temele oturtuyor.
AEŞ sürecine gelinene kadar yaşanan gelişmeler ise Türkiye’nin enerji politikalarında köklü bir dönüşüme neden olmuştur. Bu dönüşüm, 1985 yılından sonra enerji alanında başlatılan özelleştirmeyi tamamlayan bir uluslararası enerji diplomasisinin karakterini de çizmiştir.

EMPERYALİST DEVLETLERİN ENERJİ KAYNAĞI: TRANS-AVRUPA AĞLARI
Dünya enerji diplomasisinde 1995 yılından sonra başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ülkeler yeni bir strateji izlemeye başlamışlardır. Bu stratejinin ekseninde Hazar petrolleri ile Türkmenistan doğalgaz rezervlerinin dünya pazarlarına açılması bulunurken, “batı-doğu” arasında bir dizi petrol ve doğalgaz boru hattının döşenmesi de ortaya atılmıştır. Emperyalist ülkelerin bu tarihten itibaren belirledikleri temel enerji diplomasisinin hedefi ise Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya ülkeleri üçgeninde bir “enerji havzası” oluşturulması doğrultusundadır.
Emperyalizmin enerji kaynakları üzerinden yürüttüğü bu politikaların sonuçlarının ne olacağını göstermesi bakımından Nijerya örneği oldukça çarpıcıdır. Afrika’nın en zengin petrol yataklarına sahip olan Nijerya’da Shell’in başını çektiği uluslararası konsorsiyum tarafından oluşturulan “enerji havzası”nda toplanan milyonlarca varil petrol, yıllarca batılı pazarlara taşınmış ve bu ticari ilişkiden Nijerya’nın payına düşen sadece askeri darbeler olmuştur. Nijerya’daki emperyalist kuşatmaya karşı çıkan işçi ve emekçiler ise yoğun bir baskıya maruz kalmış, grevlerde önemli rol oynayan onlarca işçi önderi bizzat Shell’in yönlendirmesiyle idam edilmiştir. Şimdi aynı oyun Kafkas ve Orta Asya halkları üzerinde oynanmaya çalışılmaktadır. Emperyalizmin bu oyunda önemli bir işlev yüklediği ülkelerin başında ise Türkiye gelmektedir. Bu görevin niteliğini emperyalistlerle imzalanan anlaşmalarda açıkça görmek mümkündür.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme çabalarının yoğunlaştığı 1995 yılında imzalanan “Avrupa Topluluğu-Türkiye Ortaklık Konseyi İlke Kararı”nda batılı emperyalistler bir “Trans-Avrupa Ağları” projesini ortaya atmışlar ve bu çerçevede Türkiye’nin Trans-Avrupa altyapı projelerine katılımının sağlanması konusunda mutabakata varmışlardır. Ve Avrupa Enerji Şartı ilkeleri çerçevesinde Türkiye’nin hidroelektrik enerji üretiminde ve Avrupa’ya yapılan petrol taşımacılığında transit ülke olarak işlev üstlenmesine karar verilmiştir.
20 Kasım 1995’te Madrid’de toplanan Enerji Konferansı’nda ise enerji şirketlerinin yapacakları yatırımlar ve bu şirketlerin faaliyetleri için gerekli koşulların yaratılması konusu görüşülmüş ve bu doğrultuda Akdeniz ülkelerinin Avrupa Enerji Şartı Antlaşmasına katılımının sağlanması kararı alınmıştır. Konferans sonucunda yayınlanan “Barselona Bildirgesi”nde “Petrol ve doğalgaz sektöründe arama, rafinasyon, taşımacılık, dağıtım, bölgesel ve bölgelerarası ticaret, kömür üretimi ve taşımacılığı, enerji üretimi ve iletimi ve şebekelerin birbirine bağlanması ile geliştirilmesi” gibi konularda da görüş birliğine varıldığı belirtilmiştir.
Görüldüğü gibi batılı emperyalistler, kendi enerji gereksinimlerini sağlamak amacıyla bağımlı ülkelere özel bir görev biçmiş durumdalar. Kuşkusuz Türkiye’nin jeopolitik konumu, bu görevin önemli bir bölümünü üstlenmesine neden olmuştur. Avrupa ülkelerinin böyle bir sürece girmesinin nedenlerinin başında, enerji gibi oldukça yüklü maliyetli yatırımlardan kurtulmak ve deyim yerindeyse sadece “musluğun başını tutmak” isteği gelmektedir. Böylece yatırım yaptığı ülkenin teşvikinden, güvencesinden, ucuz işgücünden sonuna kadar yararlanmış olacaklardır. Dünya da enerji iş kolunda grev yasağının bulunduğu nadir ülkelerden birisi olması bakımından Türkiye’nin tercih edilmesi de ayrıca dikkat çekicidir. Çünkü Avrupalı devletler, enerji gibi temel bir kaynağın kesintisiz ve güvenilir olarak üretilmesi ve taşınmasını isterken, kendi ülkelerinde yüz yıl süren işçi emekçi hareketi sonucunda kazanılan sosyal haklar konusundaki duyarlılığın yol açabileceği toplumsal patlamalardan da çekinmektedirler. Enerjinin getireceği bütün yük ve bu kaynağın sağlanması yolunda kurulacak her türlü baskı da bağımlı ülkelerin işçi ve emekçilerine yüklenmektedir.

BAĞIMLI ÜLKELERE DÜŞEN GÖREV: DOĞU-BATI ENERJİ KORİDORU
Türkiye yönetenleri ise 1995 yılından başlayan bu süreçte “doğu-batı” arasında enerji taşıyacak ve bütün yükü üzerine alacak bir enerji diplomasisini gerçekleştireceği taahhüdünü gerek imzaladığı anlaşmalarla gerekse uyguladığı enerji politikaları ile vermektedir. Nitekim Bakû-Ceyhan hattının yoğun biçimde gündeme geldiği 1998 yılının Ekim ayında açıklanan “Ankara Deklarasyonu” bu taahhütlerin ve üstlenilen rolün açık bir ilanıdır.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov ve Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, imzaladıkları bu deklarasyonla, batılı emperyalistlerin 1995 yılında kendileri için biçtikleri rolü kabul ettiklerini teyit etmişlerdir. Deklarasyonun temel maddeleri şöyledir:
* Hazar bölgesi ülkelerindeki petrol kaynaklarının işletilmesinin önemini göz önünde bulundurarak, petrol ve doğalgaz kaynaklarının ekonomik ve ticari bakımdan optimal olan birden fazla boru hattı aracılığıyla dünya piyasalarına naklinin gerekli olduğu tasdik edilmiştir. Ayrıca, Cumhurbaşkanları, Avrupa Enerji Şartı’nda yer alan petrolün bağımsız, istikrarlı ve kesintisiz şekilde taşınmasına dair ilkelere bağlı olduklarını teyit etmişlerdir.
* Petrol üretici ülkeleri açısından adaletli, ayırım yapılmayan, ticari bakımdan kabul edilebilir CPC, Trans-Hazar ve Trans-Kafkasya Petrol ve Doğalgaz Boru Hatları Sistemini de içeren Doğu-Batı Koridoru’nun gerçekleştirilmesinin Hazar Denizi bölgesinde ve diğer ilgili ülkelerde çıkarılan petrol kaynaklarının dünya pazarlarına taşınması açısından büyük önem taşıyan bir proje olduğu kaydedilmiştir.
* Cumhurbaşkanları, Azerbaycan Ana Petrol Boru Hattıyla ilgili kararın alınacağı bu aşamada, Hazar-Akdeniz (Bakû-Tiflis-Ceyhan) hattının Ana Petrol Boru Hattı olarak gerçekleştirilmesine ilişkin kararlılıklarını kuvvetle teyit etmektedirler.
* Bu hattın Hazar’ın her iki tarafında bulunan üretici ve taşımacılara eşit şekilde açık olmasının ve bu hat için gerekli petrolün temin edilmesinin önemi de vurgulanmıştır. Cumhurbaşkanları bu amaçla, Hazar bölgesindeki petrol kaynaklarının işletilmesine katılmış ve diğer ilgili şirketler ile uluslararası finans kuruluşlarını elverişli şartlar öne sürerek ilgili hükümetler ile yoğun ve yapıcı müzakereler gerçekleştirmeye ve boru hatlarının yapımı için gerekli finansmanın sağlanması hususunda destek vermeye davet etmektedirler.
* Cumhurbaşkanları, enerji kaynaklarının dünya pazarlarına taşınmasına ilişkin projelerde yabancı ve yerli yatırımcıların haklarının korunmasına dair uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak, Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun ve bu bağlamda Bakû-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın hayata geçirilmesi için gerekli tüm şartların bir an evvel oluşturulması yönünde ilgili makamlarına gereken talimatı vermeyi taahhüt etmişlerdir. Cumhurbaşkanları ayrıca, yatırımcılar için cazip ortamların yaratılması yönünde gerekli tedbirlerin alınması hususunda mutabık kalmışlardır.
Bu maddeler, Hazar petrolleri üzerinde süren “büyük oyunun” küçük figüranlarının paylarına düşen şeyin sadece enerjinin batı pazarlarına taşınması ile sınırlı olduğunu göstermektedir. Türkiye ise bu emperyalist oyuna, Bakû-Ceyhan Petrol Boru Hattı ile katılmıştır.

BAKÜ-CEYHAN VE PETROL BEKÇİLİĞİ
Ankara Deklarasyonu, Türkiye yönetenlerinin enerji diplomasisinin tam bir özeti niteliğindedir. Ulusal çıkarlar adı altında ülke kaynaklarını yabancı şirketlerin denetimine bırakan hükümetler, bununla da yetinmeyerek batılı ülkelerinin Hazar ve Kafkasya’dan getirmeyi düşündükleri petrol ve doğalgazın “bekçiliğini” de yapma kararlılığı içinde olduklarını açıkça ilan etmişlerdir. Bu bekçiliğin en önemli ayağını oluşturan mesele ise Bakû-Ceyhan Petrol Boru Hattı’dır.
1999 yılının Kasım ayında İstanbul’da düzenlenen Avrupa Güvenlik ve işbirliği Teşkilatı (AGİT) toplantısında imzalanan antlaşma ile boru hattı süreci de başlatılmış oldu. Hazar petrollerinin batılı pazarlara taşınması temelinde oluşturulan proje, hükümet tarafından Türkiye’nin gerçekleştirdiği en büyük yatırım olarak sunuluyor. Üstelik bu hattın yaşama geçirilmesi sonucunda Türkiye’nin bir enerji sıkıntısı çekmeyeceği ve petrolde söz sahibi ülke olacağı savunulmaktadır. Oysa Hazar petrolleri üzerine başta ABD olmak üzere emperyalistlerin kurduğu planlar, Türkiye’nin ancak bir “geçiş ülkesi” olacağını göstermektedir.
ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Mike Hammer’ın Bakû-Ceyhan hattını ABD’nin “ticari çıkarlarına hizmet edeceği için” desteklediklerini açıkça söylemesi bunun önemli bir kanıtıdır. Diğer yandan hattın toplam maliyetinin 2,7 milyar dolar ile 4 milyar dolar arasında olabileceği tahmin ediliyor. Ancak asıl önemli olan maliyetin karşılanması için yılda en az 50 milyon ton petrolün bulunması gerektiğidir. Yani bu petrol bulunamazsa maliyeti karşılamanın imkânı yoktur.
Bir diğer konu ise hattın kimin tarafından finanse edileceğidir. Petrol tekelleri, yapımın tamamen Türkiye tarafından üstlenilmesi şartı ile Bakû-Ceyhan’a destek vermektedirler. Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ise petrol hattından Türkiye’nin yılda 100–120 milyon dolar kazanabileceğini söylüyor. Sonuçta maliyetler dikkate alındığı zaman bu işten Türkiye’nin ekonomik olarak hiçbir çıkarı olmadığı gayet açıktır.
Diğer taraftan Irak üzerindeki ABD ambargosu da Hazar petrollerinin dolayısıyla Bakû-Ceyhan’dan akacak petrolün fiyatını doğrudan etkilemektedir. Birleşmiş Milletlerin (BM) Irak’ın ihraç ettiği petrolü kısması fiyatları hızla yükseltmektedir. Sonuçta Irak petrolü, aksa da akmasa da dünya piyasalarında ciddi bir fiyat oynamasına yol açıyor. Irak’ın rezervleri bugün için bilinen dünyanın en zengin yataklarıdır. Körfez Savaşı’nın ardından Irak ABD’nin izni olmaksızın petrolünü satamıyor ama BM’nin tanıdığı sınırlar çerçevesinde gıda karşılığı belli bir miktar petrolü piyasaya sürebiliyor. Irak’ın elindeki rezervlerin daha fazla miktarda piyasaya sürülmesi durumunda, Hazar petrolünün fiyatının ciddi oranda düşebileceği şimdiden bellidir. Bir başka nokta ise Bakû-Ceyhan hattından en azından beklenen düzeyde petrol akmayacağıdır. Yani Hazar’da bulunduğu söylenen milyarlarca varil petrolün çok küçük bir kısmı dışında, dünya pazarlarına çıkarılmayacağı ağırlık kazanan bir olasılıktır.
Nitekim benzer uygulamalar, yüz yıldır petrol şirketleri tarafından yapılıyor. Örneğin ABD, en zengin yatakların bulunduğu Teksas eyaleti ve bazı petrol bölgelerinde üretim yapılmasını yasaklamış durumda. Bunun nedeni ise petrol ne kadar az olursa fiyatların da o kadar yüksek olacağıdır. ABD’nin dünyanın önemli petrol bölgelerindeki kontrolü göz önüne alındığı zaman fazla petrolün ABD için zararı ortadadır. Petrol tekellerinin bizzat ABD dış politikası üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, böylesine bir riske girilmesi uzun vadede dahi söz konusu değildir.
Öte yandan boru hatlarının doğrudan Asya ve Kafkaslar üzerinde diplomatik bir anlamı vardır. ABD’nin “global stratejisi” ve Bili Clinton’ın “yeni ticaret misyonu”na göre bu boruların döşenmesi, hegemonyasının güçlenmesi bakımından zorunludur. Köşeye sıkışmış bir Rusya ile Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) girmiş dünyanın en büyük pazarı Çin, ABD’nin Orta Asya’da etkili bir güç olması için önemli olanaklardır.
Bu açıdan bakıldığı zaman, İsrail ile birlikte Ortadoğu’da “ABD jandarmalığına soyunan Türkiye’nin, aynı zamanda Kafkaslarda da yine ABD çıkarları doğrultusunda bir politika güttüğü tartışma götürmez bir gerçektir.

ENERJİNİN ANAYASASI: AVRUPA ENERJİ ŞARTI
Türkiye’nin batılı emperyalistlerle olan ilişkilerini kavramak ve önümüzdeki dönemde enerji alanında yaşanabilecek gelişmeleri anlamak bakımından Avrupa Enerji Şartı’nın (AEŞ) incelenmesinin ise ayrı bir önemi vardır. Çünkü bu anlaşma, emperyalistler ile bağımlı ülkeler arasında enerji alanında yapılan en kapsamlı çok taraflı yatırım anlaşmasıdır. Belirtmek gerekir ki, anlaşmayı ortaya atan taraflardan birisini Avrupa Birliği ülkeleri oluştururken, diğer taraf ABD’dir.
Sadece enerji alanını düzenlemekle beraber anlaşmanın kapsamı, yakın zamanda ortaya çıkan ve gerek dünyada gerekse Türkiye’de yoğun bir tepkiyle karşılanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) ve Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı (MIGA) hükümlerini de aynen barındırmaktadır. Kısaca AEŞ’in bağlayıcılığı, tam bir anayasa niteliğindedir. Çünkü çıkartılacak olan bütün yasaların ve uygulanacak olan politikaların AEŞ’e uyumlu olması şart koşulmaktadır.
Anlaşmada temel amaç, enerji alanında tam bir liberalizasyona gidilmesi ve ulusal engellerin ortadan kaldırılması olarak tanımlanmaktadır. Bu çerçevede enerji alanının “elektrik piyasası, doğalgaz piyasası ve petrol piyasası” olarak bölünmesi ve her bir alan için ayrı düzenlemelerin yapılması öngörülmektedir. Bu düzenlemelerdeki temel kriter ise enerji üretim, iletim ve dağıtımının yerli ve yabancı şirketler tarafından yapılması gerektiğidir.
Hükümet yükümlülüğünü yerine getiriyor
Hükümet anlaşmanın bu şartı çerçevesinde elektrik, petrol ve doğalgaz piyasasını oluşturma hazırlıkları yapmaktadır. Her üç alan için de oluşturulacak özerk kurumlar vasıtasıyla kamuya sadece denetleme görevinin verilmesi düşünülürken, enerji konusundaki bütün faaliyetler de özel şirketlere devredilecektir. Örneğin “Elektrik Piyasası Kanunu” tasarısı önümüzdeki günlerde TBMM gündemine getirilecektir. Diğer yandan bir özelleştirme modeli olan “Yap-İşlet-Devret”e (YİD) ilişkin yasa değişikliği de 2000 yılına girmeden hemen önce TBMM’de kabul edilmiştir. Hükümet böylece taahhütlerini yerine getirmeye başladı bile. Aynı şekilde “Petrol Piyasası Kanunu” tasarısı ile Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının (TPAO) faaliyetlerinin parçalanması, benzer şekilde doğalgaz konusunda tek yetkili olan BOTAŞ’ın da sadece denetçi rolü üstlenmesi düşünülmektedir.
Yatırımlara yeni tanım
Anlaşmada en dikkati çeken bölüm ise, ekonomik aktivitelere ilişkin kavramların yeniden tanımlanmasıdır. Benzer bir tanımlamaya MAI’de de rastlamak mümkündür. Örneğin, AEŞ’de “enerji sektöründe ekonomik faaliyetler” kavramının kapsamı, “enerji madde ve ürünlerinin çıkartılması, rafine edilmesi, üretimi, saklanması, kara nakliyesi, iletimi, dağıtımı, ticareti, pazarlanması, satışı ile ilgili veya ısı dağıtımıyla ilgili her türlü ekonomik faaliyet” olarak belirtilmiştir. Bu denli kapsamlı bir tanımlama, enerji alanına ilişkin bütün faaliyetin özel sektöre verilebileceği anlamına gelmektedir.
Aynı şekilde “yatırım” kavramı da oldukça geniş bir şekilde tanımlanmıştır. “Yatırım, bir yatırımcı tarafından doğrudan veya dolaylı olarak sahip olunan veya kontrol edilen her türlü varlığı ifade eder” denilerek yatırımın unsurları, “Soyut, somut, menkul ve gayrimenkul mal, kira, ipotek, haciz ve teminatlar gibi haklar, bir firma veya iş şirketi veya hisse, tahvil veya firma veya şirkete diğer türlü varlık ortaklığı, ekonomik değeri olan ve bir yatırımla bağlantılı olan para alacağı, fikri mülkiyet hakları, kazançlar, enerji sektöründe herhangi bir ekonomik faaliyeti yürütmek için yasa, sözleşme, kontrat veya yasal lisanslar ve izinlerle verilen haklar” biçiminde belirlenmiştir. Bu yatırım tanımının yapılmasının temel nedeni ise, yatırımın güvence altına alınması prensibi çerçevesinde yabancı şirketin bütün faaliyetlerine tam bir devlet güvencesinin sağlanmasına dönüktür. Aynı tanımlama MAI’de de vardır.
Her ülkenin statüsü belli
AEŞ’de enerji alanında işbirliği yapacak olan ülkelerin statüleri de açıkça belirtilmektedir. İşte bu madde, Türkiye’nin bugün batılı emperyalistler için üstlendiği rolün de yasal temelini oluşturmaktadır. Nitekim anlaşmada, “Taraflar geçiş serbestîsi prensibine dayanarak enerji maddeleri, gideceği yer veya sahibine göre ayrım yapmaksızın enerji geçişini kolaylaştırmakla, gerekli donanımları ve yatırımları sağlamakla yükümlüdür” denilmektedir. Bunun anlamı, Asya’dan gelecek olan enerji ürünleri konusunda Türkiye üzerine düşen bütün görevleri yerine getirmek zorundadır. Bu yükümlülüklerin içine boru hatları da girmektedir. Zaten Ankara Deklarasyonunda da Bakû-Ceyhan ve diğer petrol boru hatlarının gerekliliği aynı yükümlülüğe dayandırılmıştır.
Anlaşmada ülke statüleri üç kategoriye ayrılmaktadır. Bunlar “enerjinin sağlanacağı kaynak ülke, bu enerjinin üzerinden taşınacağı geçiş ülke ve enerjiyi kullanacak ve pazara çıkaracak olan aktarılacak ülke”dir. Yani Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD, petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olan Kafkas ve Orta Asya ülkelerine sadece enerji sağlama görevini verirken, Türkiye’ye de “enerji koridoru” olma işlevini yüklemişlerdir.
Kilit eleman
Yine MAI’de olan ve AEŞ’e de alınan bir diğer madde de “kilit eleman” konusundaki düzenlemedir. Bu düzenlemede, “Bir taraf diğer bir tarafın topraklarında herhangi bir milliyetten kilit kişiler çalıştırma hakkına sahiptir” denilmektedir. Anlamı, yabancı bir şirket Türkiye’de yaptığı yatırımda kendi ülkesinden veya başka bir ülkeden getirdiği elemanları çalıştırabilir. Bu çalışanların görevi ve sayısı konusu ise anlaşmada oldukça belirsiz bırakılmıştır. Yani işçi de olabilir, mühendis de. Böylece yabancı şirketlerin bazı stratejik alanlarda Türkiye’den işçi ve mühendis çalıştırması gibi bir zorunluluk ortadan kaldırılmış oluyor. Şirket sendikasız, sigortasız ve düşük ücretle istediği ülkeden işçi getirebilecek demektir.
MIGA hükmü de AEŞ’de
AEŞ’in en çarpıcı maddelerinden birisi ise Türkiye’nin de imza attığı Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı’nın (MIGA) temel görevi olan “kayıpların telafisi” konusundadır. Buna göre; “Yatırımcı taraf, yatırım yaptığı ülkede ortaya çıkan savaş, silahlı çatışma, ulusal acil durum, sivil kargaşa veya bölgesel benzer bir durum nedeniyle zarara uğrarsa, bu, yatırım yapılan ülke tarafından telafi edilecektir.” Kastedilen durumlar arasında genel grevler ve halk ayaklanmalarının gösterilmesi ise oldukça dikkat çekicidir. Böyle bir durumda anlaşma açıkça, “yatırım yapılan ülke”nin yabancı yatırımı korumak amacıyla militarist baskı da dâhil her türlü yola başvurmasını meşru kılmaktadır.
Uluslararası tahkim temel şart
Anlaşmanın temel şartlarından birini oluşturan madde ise uluslararası tahkim mekanizmasının yürürlüğe girmesidir. AEŞ’in çerçevesinin 1995 yılında hazırlandığı hatırlanırsa, emperyalistlerin enerji üzerine politikalarının ne denli uzun vadeli bir stratejiyi içerdiği ortaya çıkmaktadır.
Çünkü uluslararası tahkim 1999 yılında ağırlıklı olarak gündeme getirilmiş ve bunun Türkiye’deki yatırımları artıracağı iddia edilmişti. Oysa 1999 yılının Haziran ayında Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ile Avrupa Birliği’nin Türkiye Temsilcisi Büyükelçi Karen Fogg arasında yapılan görüşmelerde tahkimin Türkiye’nin AEŞ dâhilinde üstlendiği görevin bir gereği olduğu vurgulanmıştı. Görüşmenin ardından Ersümer, “Geçiş ülkesi, ev sahibi ülke, anahtar teslimi ve garanti anlaşmalarının” imza aşamasına geldiğini söylerken, uluslararası tahkimin de bu anlaşmalar dâhilinde mutlaka iç hukuka yerleştirileceğini söylemişti. Ersümer’in şu sözleri ise AEŞ ile Türkiye’nin aldığı yükümlülüğü açıkça özetlemektedir; “AEŞ’e gireceksek, mutlaka faydalanılan ülke statüsünde olmamız lazım. Faydalanılan ülke unsuru, bizim için önemli. Biz bu projeleri realize ediyoruz. Bu yükü biz taşıyoruz. Avrupa’ya gaz ve petrolün ulaştırılması sorumluluğu ve yükümlülüğünü yerine getirme çabası içindeyiz.” Büyükelçi Karen Fogg ise Türkiye’nin AEŞ’ye üye olması için uluslararası tahkimin zorunlu olduğunu vurgulamıştı.

ENERJİ POLİTİKALARI VE MÜCADELE
Görüldüğü gibi emperyalistlerin enerji konusunda Türkiye üzerine kurdukları planlar sadece özelleştirme ile sınırlı kalmayan, bunun da ötesine geçen uluslararası yasalarla tanımlanmış ve bölgesel birtakım yükümlülükleri de içeren bir “görevler demetini” kapsamaktadır. Sonuçta Türkiye egemenlerinin “ülke çıkarı” olarak göstermeye çalıştıkları ve uygulamaya soktukları bütün politikalar, bu anlaşmaların çizdiği sınırlar dâhilindedir. Hangi hükümet gelirse gelsin imzalanan anlaşmalara bağlı kalmak zorundadır.
Bizzat devlet kurumları başta olmak üzere uzmanlar ısrarla Türkiye’nin elektrik enerjisini ülkede olmayan bir kaynak olan doğalgaz üzerine kurmasının dışa bağımlılığı artıracağını söylerken, hükümet üst üste doğalgaz anlaşmaları imzalamaktadır. Diğer yandan ülkenin en zengin enerji kaynağı olarak gösterilen hidroelektrik potansiyeli de özel sektörün kullanımına devredilmekte, termik santrallerin özelleştirilmesi için hızlı bir program uygulanmaktadır. Aynı şekilde elektrik dağıtım hatlarının 5 büyük çoğunluğu da özelleştirilmiş durumdadır. Bütün bu gelişmeleri yukarıda sıralanan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde düşünmek ve buna uygun bir politik taktik geliştirmek gereklidir.
Çünkü Türkiye’ye emperyalistlerin biçtiği rol göz önüne alındığı zaman, enerji özelleştirmelerine karşı yürütülen mücadele, sadece hükümetin politikalarını sınırlamakla kalmayacak, aynı zamanda emperyalist sermayenin uluslararası manevralarını ve planlarını engelleyen bir işleve sahip olacaktır.

Mart 2000

Yutarak ‘küçülenler’ yutarak büyüyorlar

Son bir yılda gerçekleşen yutmalar ve birleşmeler, 1980’li yıllardan 1990 yılına kadar olan süreçte gerçekleşenin kat kat üzerinde. Son üç ayda, bugüne kadar yapılmış en büyük yutmalar gerçekleşti. Öyle ki, bir ay içerisinde dünyanın en büyük tekeli unvanı tam üç kez değişti. Bu satın almaların başını çeken ABD’li tekeller, 1997 yılı içinde diğer ülkelerdeki şirketleri yutmak için 333 milyar dolar harcadı.
Dünya ekonomisinde şimdiye kadar görülmemiş oranda bir tekelleşmeyi ifade eden bu birleşmeler ve yutmalar, 1998’de ve 1999’da yine rekor sayıda oldu. İlan edilen 48 “mega anlaşma”nın toplam değeri 119 milyar doları buldu. Bu rakam da, 1996’ya göre yüzde 29 oranında bir artışı ifade ediyor.       .
Telekomünikasyon sektöründe, şubat ayı başında Alman şirketi Mannesman ile İngiliz mobil telefon operatörü Vodafone 185 milyar dolarlık birleşmeye imza attı. Yeni tekelin, dünya kablosuz telekomünikasyon pazarında 42 milyonun üzerinde abone, yüzde 20 pazar payı ve 25 ülkede 54 milyon müşterisi olacak. Japonya’nın üç büyük bankası olan Japon Sanayi Bankası, Fuji Bank ve Dai-Ichi-Kangyo Bank geçtiğimiz ağustos ayında aldıkları bir kararla dünyanın en büyük bankasını oluşturmak amacıyla birleşeceklerini açıkladılar. Ortaya çıkacak bu yeni bankanın aktif büyüklüğü 1 katrilyon 370 trilyon dolar düzeyinde olacak. Bu rakam şu anda dünyanın en büyük bankası olan Deutsche Bank’ın aktif büyüklüğünün tam iki katı.
ABD’nin en büyük eczacılık şirketlerinden Monsanto ile Pharmacia and Up John birleşme kararı aldı.
Pharmacia 27 milyar dolara Monsanto’yu satın alacak. Piyasa değeri 50 milyar dolara yükselecek ve dünyanın 11. büyük şirketi olacak. İki şirketin yıllık satışları 17 milyar doları buluyor ve 60 milyon kişiye istihdam sağlıyor. ABD’de basın sektöründeki Chicago Tribüne şirketi, Times şirketinin yüzde 48’ini 2 milyar 660 milyon dolara satın aldı. Birleşme sonrası ABD’nin üçüncü büyük medya grubu doğdu.
Amerikan General Motors (GM) şirketi, 2 milyar 522 milyon dolar karşılığında Fiat Oto’nun yüzde 20’sine sahip oldu.

DÜN ‘KÜÇÜLME’, BUGÜN ‘BÜYÜME’ REVAÇTA
Sadece birkaç yılda meydana gelen tekeller-arası iktisapların özetini içeren bu veriler, Lenin’in “Emperyalizm; Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı çalışmasında 20. yüzyılın henüz başlarında tanımladığı emperyalizmin beş temel boyutundan ikisinin (1); “… üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşmanın tekelleri yaratması ile sermaye ihracının özel bir önem kazanması” sürecinin ulaştığı nihai tabloyu karşımıza çıkartıyor. Tekelleşmenin geldiği boyutun incelenmesi, sermaye çevrelerinin emperyalizm kavramı yerine “küreselleşme”yi geçirmeye çalıştığı bir dönemde ortaya attığı, “üretimin parçalanması ve işletmelerin küçültülmesi”ni eksen alan iktisadi paradigmasının iflasını göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim yirmi yıl önce üretim sürecinin bölünebileceği yönündeki ideolojik yargıların yerini, son aylarda Koç ve Sabancı gruplarının yaptığı küresel rekabet için birleşme çağrılarının da kanıtladığı gibi, tekelleşmeyi kabul edip bunu “küresel rekabet” çerçevesinde sunan ve teşvik eden yaklaşımlar almıştır. Oysa 1970’li yıllardan itibaren özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler ile esnek üretim modellerinin yaygınlaşmaya başlaması, Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu ve daha sonra Lenin’in emperyalizm teorisinde geliştirdiği kapitalist üretim sürecinin değişime uğradığı yönünde tezler ortaya atılıyordu. Ve üretim sürecinde olduğu iddia edilen bu parçalanmanın ve bölünmenin, emperyalizm teorisinin temellerinden olan tekelleşme olgusunu ortadan kaldırdığı savunuluyordu.
Ancak bugün gelinen nokta, Yeni Dünya Düzeninin iktisadi modeli olarak sunulmaya çalışılan küçük ve esnek üretim birimlerinin aslında sermaye ihracının ve tekelleşmenin önünü açan, uluslararası mali sermayenin ekonomik ve politik bir yönelimi olduğunu kanıtlıyor. Yani tekelleşme, üretim sürecinin nesnel yasalarının zorunlu bir sonucu olarak bütün açıklığı ile yaşanırken, günümüzdeki iktisapların yoğunluğu da Lenin’in vurguladığı tekeller-arası rekabetin keskinleştiğini ortaya koyuyor.
Sermaye ideologları bugün “küreselleşme”nin zorunlu bir sonucu olarak birleşmelerin yaşanması gerektiğini söylerken, bunun “küresel bir rekabetin” de doğmasına yol açacağını ileri sürüyor.
Üstelik dün “küçülme” üzerinden ortaya atılan “istihdamın artacağı, ülke ekonomisinin güçleneceği, rekabet ortamının sağlanacağı ve dolayısıyla mal ve hizmetlerin fiyatlarının düşeceği vb.” yönündeki iddialar bugün “birleşme” üzerinden piyasaya sürülüyor. Ancak emperyalist kapitalizmin sermaye birikim modellerinin (2) hiçbirisi üretimin yoğunlaşmasını ve toplumsallaşmasını engelleyememiştir; dolayısıyla da kapitalizmin yapısal sorunları her aşamada daha da derinleşerek varlığını sürdürmektedir.
Çünkü “Rekabet tekele dönüşüyor. Bu da, üretimin toplumsallaşmasında büyük bir ilerleme sonucunu doğuruyor. Özellikle de, teknik yetkinleşme ve buluşlar alanında. Bu durum, birbirini tanımayan ve bilinmeyen bir pazar için üretimde bulunan dağınık patronların o eski rekabetine artık hiç benzememektedir. Yoğunlaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki artık bir ülkedeki, hatta birçok ülkedeki, hatta hatta, bütün dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu döküm yapılmakla kalmıyor, aynı zamanda, bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor. Bu grupların sözleşmeleriyle bölüştükleri pazarların emme kapasitesi de, yaklaşık olarak, tahmin edilebilmektedir… Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir. ” (Lenin)

ÜRETİM SÜRECİ DEĞİŞTİ Mİ?
Kapitalizmin 1970’lerde girdiği uzun dönemli devrevi bunalımı ile birlikte Taylorist ve Fordist sermaye birikim modellerinin “katılığından kurtulunması yoluyla krizden çıkılabileceğine ilişkin görüşler giderek ağırlık kazanmaya başlamıştır, ilk olarak “esnek uzmanlaşma” ile üretim ve emek sürecinin mekânsal olarak düzenlenmesinden emek gücünün niceliği, işçilerin üretim içindeki işlevleri, ödenen ücret, çalışma süresi gibi düzeylerin her biri için esneklik tanımları yapılmıştır.
Bu “esnek uzmanlaşma” ya da “esnek üretimin” en önemli özelliği, mikro elektroniğe ve iletişim teknolojisine dayanması ile işin bölünebildiği en küçük parçalara kadar bölünmesi ve her bir parçanın birbirinden bağımsız taşeronlarca yapılmasıdır. Bu özellikler sonucunda Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler’in (KOBİ) dünyada yaygınlaşması ve bilişim teknolojilerindeki hızlı gelişim üzerinden, üretimin yoğunlaşması ve toplumsallaşmasının dolayısıyla da tekelleşmenin sonu ilan edilmiştir. Oysa esnek çalışma ve bunun bir uzantısı olarak şekillenen KOBİ’ler, bugün “küreselleşme” olarak adlandırılan sermayenin uluslararası yayılmasını hızlandıran, sermaye ihracının önünü açan ve aynı zamanda en genel anlamda politik bir taktik olarak da işçi hareketini etkisizleştirmenin bir modelidir.
Nitekim tarihi olarak baktığımızda, esnek uzmanlık biçiminin ortaya çıkışı 1960’ların sonu ve 70’lerin başlarında İtalya’da yaşanan güçlü bir işçi sınıfı mücadelesi dönemine rastlamaktadır, İtalyan sermayesinin bu mücadeleye tepkisi âdem-i merkeziyetçi bir üretime geçme şeklinde ortaya çıkmış ve üretimin birçok bölümü taşeronlara devredilmiştir. Fason üretimle bir yandan maliyetleri düşürürken İtalyan sermayesi, diğer yandan da örgütlü emek ile direkt çatışmaya girmekten kurtulmuştur. Üretimde böyle bir de-santralizasyona gidilmesi doğal olarak küçük ölçekli işletmelerin yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Üretim; ortadaki “çekirdek” konumundaki büyük işletmelerde, etraflarında halkalar oluşturan “uydu” konumundaki tedarikçi firma ağları biçiminde şekillenmiştir.
Böylece Türkiye’de de hızla yaygınlaşan taşeronlaştırma, yani üretimin belirli aşamalarının işletme dışındaki başka şirketlere ya da işletme içinde çeşitli amaçlarla başka işçiler çalıştırılarak yaptırılması, emeğin maliyetini düşürmeyi ve sendikasızlaştırmayı hedeflemektedir. Taşeronluk uygulamaları, kaçak işçi çalıştırma, sözleşmesel ve yasal yükümlülüklere uymama, yeterli sağlık ve güvenlik koşullarından yoksun çalışma ortamı anlamına gelmektedir. Bu nedenle, 1970’lerden başlayarak dünya kapitalizminin yeniden yapılanmasında ve krizi aşma çabasında küçük ölçekli işletmelere önemli bir rol düştüğü açıktır.
Bu gelişmeler sermaye ideologlarını yeni bir üretim paradigması ortaya atmaya itmiştir. Yani günümüz ekonomisinin temel karakteristik özelliğini çok büyük esnekliğe sahip küçük ölçekli işletmelerin verdiği ve bunların giderek büyük şirketlerin yerini alacakları iddia edilmiştir.
Şirketlerin dışarıya iş vermesinin yaygınlaşması, esnek uzmanlık modeli çerçevesinde küçük ve orta boy işletmelere dayalı bir üretim ağının oluşturulması, büyük şirketlerin kimi bölümlerini kapatarak üretim sürecinin bazı aşamalarını taşeronlara devretmesi gibi gelişmeler de bu iddialara dayanak gösterilmiştir. Ancak KOBİ’ler asıl olarak emperyalist sermayenin girdiği krizden çıkışının bir ifadesi olarak doğarken, aynı zamanda dünya yüzeyine yayılmasının da önemli bir aracı olmuştur.

SERMAYENİN YAYILMA BİÇİMİ OLARAK KOBİ’LER
Kapitalizmin gelişim yasasının özü küçük, manifaktür üretimin, geniş ve kompleks üretime doğru gelişmesidir. Sermayenin tekelleşmesi, üretimin de tekeller düzeyine büyümesini beraberinde getirir. Üretimdeki gelişme, yüzyıllardır manifaktür sanayiden fabrikasyona ve oradan da tekellere varan büyüme ile ekonomiye damgasını vuran bir seyir izler. Tekeller, pek çok işkolunda üretimi bir arada toplama ve giderek daha da büyüme özelliğine sahiptir. 20 yıl önce, tüm dünya ekonomisine egemen 7 büyük tekelden bahsedilirken, bugün 30’a yakın büyük tekelin hegemonyasından söz edilmektedir.
Bu gerçekler KOBl’lerin doğduğu dönemde de mevcuttur. Ama görünüşte özellikle de bağımlı ülkelerin ekonomilerinin KOBİ türü işletme birimlerine ağırlıklı olarak dayanması (Türkiye’nin sanayisinin yüzde 98’ine yakınını bu tür işletmelerin oluşturması çarpıcı bir örnektir), sanki tekellerin pazar hâkimiyetini ve üretimdeki belirleyiciliğini kaybettiği yönünde yaygın bir yanılsamanın doğmasına neden olmuştur.
Tekellerin dünya ekonomisinde KOBİ türü üretim örgütlenmelerini teşvik etmesi, kâr krizinin aşılması çabasının bir ürünüdür. Sermaye maliyetlerin arttığı yatırımlarda, büyük ve düzenli üretime yönelmek yerine küçük ve düzensiz üretime yönelmektedir. Böylece sermaye emeğin; ücret, sosyal güvenlik, ücrete tabi hafta sonu tatili, yıllık izinler, çocuk-aile yardımları, kreş, kadın ve çocukların gece vardiyasında çalışmaması, süt izinleri, yemek ve servis hizmetleri gibi pek çok maliyetinden kurtulmuştur.
Böylece Amerikan tekelleri başta olmak üzere Avrupalı ve Japon tekeller, Güneydoğu Asya ülkeleri ağırlıklı biçimde sanayi üretimlerini ucuz emeğin olduğu ülkelere taşımaya başlamışlardır.
Örneğin; Almanya’da üretilen demir-çelik mamullerinin, Güney Afrika’ya kaydırılması, tekstil üretiminin Türkiye, Hindistan, Pakistan gibi ülkelere kaydırılması gibi. Böylece, Almanya’nın ve dünyanın en büyük çelik tekeli konumunda olan Krupp, Thyssen, Mannesman gibi çelik üreticisi tekeller, kendi ülkelerinde değil, dünyanın pek çok ülkesinde çelik üretimini yapar ve çelik üreticisi ülkelerin üretimini denetlerken, Almanya’daki yöneticileri, sadece bu işletmelerin gelir giderini kontrol eden organizatörleri duruma gelmişlerdir. Diğer yandan üretimin bu şekilde başka ülkelere kaydırılarak küçük üretim birimlerine devredilmesi sayesinde üretimin istendikçe yapılabilmesinin, ihtiyaç olmadığında yapılmamasının ve üretimsiz geçen sürede, işletmelerin harcama yapmak zorunda kaldıkları bina kiraları, elektrik, su yemek ve servis hizmetleri gibi giderleri de büyük oranda azaltılmıştır. Sonuçta üretim bağımlı ülkelerde gerçekleştirilirken kârlar emperyalist merkezlere, tekellerin kasasına akmıştır.

TEKELLERİN TAŞERONLARI
Bu gelişmeler KOBİ’lerin tekellerin üretim taşeronları olarak şekillendiğini göstermektedir. Örneğin; dünyanın en büyük otomotiv tekellerinden birisi olan Toyota 1980’li yılların sonunda 65 bin işçi ile yılda 4,5 milyon otomobil üretip satarken, yine en büyük otomotiv tekellerinden olan General Motors, 750 bin işçi ile yılda 8 milyon araç üretip satabiliyordu. İşçi başına yıllık araç üretimi Toyoto’da 70 iken, General Motors’da sadece 11’di. Bu fark Toyota’nın teknoloji bakımından daha ileri olmasından değil, üretimin önemli bir kısmını taşeron şirketler etrafında örgütlemesinden ileri geliyordu. General Motors araç üretimini kendi fabrikalarında yaparken Toyoto kendisini sadece üretim ve montaj merkezi olarak örgütlemişti. Toyota’nın taşeron şirket sayısı General Motors’un iki katı, 47 bin 308’di. Yine Uluslararası Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (MİTİ) verilerine göre, 1987 yılında Japonya’da taşeron firmaların yaklaşık yüzde 70’inin çalıştığı firmaları hiç değiştirmediği, yüzde 16,3’ünün ise 20 yıldan beri bir tek firmayla çalışması dikkati çekmektedir. Yine Japonya’da en büyük taşeron işletmelerden birisinin sahibi olan Kuniyasu Sakai’nin şu sözleri, küçük ve orta boy işletmelerin tekeller ile nasıl bir bağa sahip olduğunu ve asıl olarak tekellerin bir parçasını oluşturduğunu özetlemektedir: “Kendi şirketimi 40 yıl önce kurdum… Yavaş yavaş şirket büyüdü, daha fazla personel kiraladık, siparişler arttı ve iş alanımız büyüdü. 1960’lara doğru Japonya’nın elektronik devrimi hamle yapmaya hazırlanırken, benim şirketim ülkenin en büyük ve ünlü elektronik şirketlerinden birine büyük bir yedek parça tedarikçisi olabilecek kadar büyümüştü. Fark etmemiş olduğum şey, böyle bir tedarikçi olmayı başarır başarmaz, o şirket ‘ailesinin’ bir parçası sayıldığım idi. Mesela, ana müşterimde işler yavaş gidip ekipmanım atıl durduğu zaman bile, başka şirketlerden sipariş kabul etmem yasaktı.” (Kuniyasu Sakai, “Japon Sanayisinin Feodal Dünyası”, Küresel Rekabet, derleyen Mustafa Özel, İstanbul, s. 90–93) Tekelleşme eğilimlerini güçlendiren gelişmeler, bilişim teknolojilerindeki hızlı ilerleme ve bankacılık sermayesinin sanayi ile iç içe geçmişliği, KOBİ’lerin tekellerin birer taşeronu olması sürecinin de ana manivelası görevini görmüştür. Nitekim KOBİ’ler üretim bakımından olduğu kadar finans olarak da tekellere göbekten bağlı işletmeler olarak şekillenmiştir. Küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin kurulması ve ayakta kalmasında, yatırım yapmasında sanayi bankalarının önemi büyüktür. Bütün dünyada, özellikle de Avrupa Birliği ülkelerinde KOBİ kredilerinin oldukça yaygın olması ve önemsenmesi boşuna değildir. Yıllarca uzun vadeli faizler ile alınan kredileri ödeyemez duruma gelen binlerce küçük işletme bugün bir bir tasfiye olmaya başlamıştır. 1997 krizinde “küresel ekonominin parlayan yıldızları” olarak övülen Güneydoğu Asya ülkelerinin ekonomilerinin büyük oranda çöküntüye uğraması, bu ekonomilerin Küçük ve Orta Boy İşletmelere dayanmasından ileri gelmektedir. Tekellerin KOBİ’ler üzerinde denetim sağlamasının bir aracı olarak Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) önemli bir rol oynamaktadır. OSB’de, küçük işletmelerin ve taşeronların tekellerin doğrudan denetiminde, fason ve ucuz mal üretiminin, aynı zamanda ülke pazarıyla sınırlanmadan uluslararası pazarlara mal ve hizmet üretecek bir yapılanma içinde olması hedeflenmektedir. OSB’ler ekonomiyi doğrudan tekellerin denetiminde ve gözetiminde geliştirmenin, sanayinin üretim ve finansman yapılarında eşgüdümlü bir denetimin sağlanması ve tüm ekonomik girdi ve çıktılar ile bunların hangi koşullarda, hangi miktarda kimler tarafından üretildiğini denetleme olanaklarını geliştirmek için yaygınlaştırılmaktadır.
Görüldüğü gibi küçük ve orta boy işletmecilik ile esnek çalışma modelleri, tamamen emperyalist sermayenin dönemsel bir yönelimi olarak şekillenmiştir. Bu yönelim krizden çıkmaya çalışan sermayenin uluslararasılaşmasının önünü açmış ve aslında bugünkü yoğun tekelleşmenin ortaya çıkmasının nesnel temellerini hazırlamıştır.

ÜRETİM SÜRECİNİN EĞİLİMLERİ OLGUNLAŞTI
Nitekim tekeller birbirini baş döndürücü bir hızda yutmayı sürdürüyor. Öyle ki, kimin kimi yuttuğunu takip etmek dahi oldukça güçleşmiş durumda. Ne oldu da süreç bu kadar hızlandı? Daha dün tekelleşmeyi de engeller diyerek “küçülme” taraftar olanlar neden şimdi “birleşme”lerin ateşli savunucuları oldular? Bu ve benzeri soruların yanıtını yine Marx’ın daha sonra da Lenin’in ortaya koyduğu kapitalist üretim sürecinin nesnel yasalarında aramak gerekir. Bu yasaların ilki, üretici güçlerdeki gelişmedir.
Bir yanda son yarım yüzyılda yaşanan gelişmeler iletişim ve ulaştırma maliyetini inanılmaz derecede düşürmüştür. Örnek vermek gerekirse 1920 ile günümüz kıyaslandığı zaman deniz taşımacılığında maliyetler ortalama yüzde 70, hava taşımacılığında yüzde 80, uluslararası telefon kullanımında ise yüzde 90 azalmıştır. Öte yandan bilgisayar sistemlerinin devreye girmesi ve gelişmesi, üretim sürecini planlanma ve tasarım aşamasından nihai montaj aşamasına kadar farklı alt bölümlere bölünerek uzak mesafelerden eşgüdümle yürütülebilmesini olanaklı kılmış, aynı ürünün üretiminin farklı aşamalarının yeryüzünün çok farklı noktalarında sürdürülebilmesini ekonomik olarak anlamlı hale getirmiştir.
İkincisi; üretim sermayesinin hızla uluslararasılaşmasıdır. Bundan kasıt, çokuluslu şirketler olarak anılan modern finans kapital birimlerinin faaliyetlerini artık dünya çapında planlamakta ve yürütmekte oluşudur. Doğrudan dış yatırım yapabilen ve birden fazla ülkede mal ve hizmet üretebilme yeteneğine kavuşmuş olan çokuluslu şirketler son dönemde büyük bir atılım yapmıştır. Öyle ki, 1970’li yıllarda sayıları 7 bin dolayında iken, 1992 yılında bu sayı 37 bine çıkmış, günümüzde ise bu sayı 50 bine yaklaşmıştır. Bu şirketlerin 1980 yılında toplam dış varlıkları 440 milyar dolar düzeyindeyken, 1985’te 700 milyar dolara, 1990’da 2 trilyona bugün ise 10 trilyon doları aşkındır. Toplam stokun üçte biri 100 şirkete aittir. Veriler tekellerin hem sayısının hem de dış yatırımlarının büyük bir hızla arttığını göstermektedir.
Bu noktada mali sermayenin hacmi ve giderek üretimden kopan bölümünün aşırı şişkinliğinin de göz önüne alınması gerekmektedir. (3) Bugün dünyada tam bir serbesti içinde dolaşan, üretken sermayeden kopmuş bir finans sermayesi vardır ve uluslararası alanda örgütlüdür. Bu uluslararası finans sermayesi, finansal kurumlar, bankalar ve borsalardan oluşan devasa bir sektörü karşımıza çıkartıyor. Sermayeye doymayan bu sektör, nerede, hangi faaliyet sonucu açığa çıkmış olursa olsun ortaya çıkan fazla sermayeyi hemen emmeye, kendi çarkına çekmeye çalışıyor. Böylece sanayi sermayesi ve üretim için ciddi bir tehdit oluşturuyor ve üretim ile yatırımın riskini aşırı derecede artırıyor. Finans sektörünün inanılmaz bir kar trendine sahip olması, reel sektörde faaliyet gösteren tekellerin önemli bir gelirini bu alana aktarmasına da yol açmaktadır. Çünkü yatırımın riski arttıkça, kâr elde etme süresi uzadıkça ihtiyaç olan finansman, spekülatif alanlardan karşılanmaya çalışılmaktadır. Nitekim bugün reel ekonomide 1 dolar değerindeki bir metanın el değiştirmesi sonucunda borsada 40 dolarlık bir değişimin ortaya çıkması, finans sektörünün karlılığının ve spekülatif boyutlarının çarpıcı bir göstergesidir.

HÂKİM YATIRIM BİÇİMİ YUTMA VE BİRLEŞMEDİR
Yukarıdaki tablo Lenin’in tarif ettiği üretimin yoğunlaşması ve sermaye ihracının günümüzde önemli derecede olgunlaştığını kanıtlamaktadır. Tekellerin sayısında ve yatırımlarında yaşanan hızlı artış, birbirleriyle kıyasıya rekabetini beraberinde getiriyor. Gelir dağılımındaki aşırı dengesizliğin yol açtığı tüketim eğiliminin hızla azalması da hesaba katıldığı zaman, giderek daralan bir dünya pazarının şekillendiği görülmektedir. Böylece yatırım riski artarken, kâr marjında da önemli bir düşme yaşanmaktadır.
Kârını en azından piyasa ortalamasının üzerinde tutma eğilimine sahip olan tekeller, yeni yatırım yapmak yerine, birbirlerinin pazarına göz dikmektedirler. Yeni fabrikalar, yeni teknolojilerle donatılmış üretim birimleri kurmak ve yeni istihdam alanları yaratmak gibi uzun vadeli bir risk almaktan kaçınan tekeller, birbirini yutma ve birleşmelere gitmektedir. Denilebilir ki, günümüzde yatırımların hâkim biçimi yutma ve birleşmelerdir.
Tekeller bir pazara girmek için işe sıfırdan başlayarak, yeni yatırım yaparak ve bu yatırımın uzun vadede kendilerine kar olarak dönmesini beklemek yerine, girmek istedikleri pazarda hazır olan yutulacak bir tekeli kollamaktadırlar. Sonuçta yutulan şirketin yatırımı, teknolojisi, pazar payı elinde ne varsa bir kaç gün içerisinde yutan şirkete geçmektedir. Bu yatmalarda mali sermayenin rolü ise göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Hızla yükselen hisse senedi piyasası sayesinde, tekeller, yutma için yapmaları gereken ödemeleri karşılayacak çok değerli bir nakde, kendi hisse senetlerine kavuşmuşlardır. Ayrıca finans sermayesinin spekülatif kazancının sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu reel üretimden sağlanan sermaye fazlası da finans sermayesi ile sanayi sermayesi ilişkilerini girift bir hale getirmiştir. Borsanın şirket birleşmeleri ve yutmalarında önemli bir aracı konumuna gelmesi bu açıdan dikkat çekicidir.
Lenin yüzyılın başında tekelci kapitalizmin hâkimiyetini ilan etmişti. Bugün yaşananlar emperyalizmin çelişkilerinin ve eğilimlerinin olgunlaşmış halinden başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle emperyalizmin yapısal çelişkileri asıl bugün tam olarak kendini ortaya koymaktadır. Bu nedenle Lenin’in ilanından bugüne kadar gelinen süreç: sermayenin uluslararasılaşmasının ve uluslararası iş bölümünün değişen kalıpları, dünya ölçeğinde değişen güç ilişkileri, farklı yoğunlaşma, merkezileşme ve birikim süreçleri, teknolojik sıçramalar, her türden silahlı çatışmalar vs… yani emperyalizmin bugüne kadarki tarihidir. Kriz dönemlerinde ortaya çıkan eğilimler, üretim birimlerindeki parçalanmalar vb. bu tarihin bir şekilde değişime uğradığını asla göstermiyor.

Mayıs 2000

DİPNOTLAR:
(1) Lenin emperyalizmin temel eğilimlerini beş maddeyle özetlemiştir. Bunlar: 1- Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma tekelleri yaratmıştır, 2- Banka sermayesi, sanayi sermayesiyle kaynaşmıştır ve mali oligarşi yaratılmıştır, 3- Sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak özel bir önem kazanmıştır, 4- Uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur, 5- Kapitalist güçlerce dünyanın paylaşımı tamamlanmıştır.
Lenin’in ortaya koyduğu diğer boyutların geldikleri aşamaların ortaya konulması uluslararası ticaretteki gelişmelerin, emperyalist örgüt ve kuruluşların ve genel olarak ülkelerarası ekonomi politik ilişkilerinin vb. güncel veriler ve olgular çerçevesinde incelenmesini eksen alan daha kapsamlı bir çalışmayı gerekli kılmaktadır. Bu yazı sadece kapitalizmin emperyalist aşamasında üretimin gelişimi ve bunun sonucunda ortaya çıkan tekelleşme ile sınırlıdır. Özgürlük Dünyası’nda emperyalist ülkelerin mali sermayeleri üzerine çıkan inceleme yazıları, bu konuda önemli bir referans kaynağı oluşturmaktadır.

(2) Sermaye birikim modellerinin başlıcaları Taylorizm, Fordizm ve Post-Fordizm (esnek çalışma, yalın üretim) olarak adlandırılmaktadır.
Taylorizm: F.W. Taylor tarafından geliştirildi. Temel özelliği mekanizasyona ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan aşırı uzmanlaşmaya bağlı olmasıdır. İşin analiz edilebilmesi onun basit ve tekrarlanabilir hareketlere bölünebilmesi, bilginin uygulanması ile bu hareketlerin en iyi zamanda en iyi biçimde yapılabilmesi için düzenlemeler yapılması temel özellikleri olarak öne çıkmaktadır, işçiler üretime ilişkin bilgilerden yoksunlaştırılmış ve vasıfsızlaştırılmıştır.
Fordizm: Fordizm, Taylorist sistemin bir devamı olarak ortaya çıktı. İşin parçalanarak vasıfsızlaştırılması konusundaki gelişmeleri derinleştirdi. En ünlü örneği, Ford fabrikalarında uygulanan ve işçiyi mekanik bir hat üzerinde hareket eden emeğin nesnesi üzerinde, çalışma süresi boyunca aynı parça işi, belirli bir hız ve biçimde tekrarlamak zorunda bırakan “montaj hattı” Taylorist yöntemlerden bağımsız bir buluş değildir. Bu nedenle, Fordizm bir anlamda Taylorizmin mekanize olmuş halidir denebilir. Ancak aralarında bazı farklılıklar vardır. Taylor emeği makine çevresinde organize etmeye çalışırken, Fordizmde emeğin yerini makinelerin almasına çalışılıyor, Taylorizmde var olan teknoloji verili kabul edilerek işin yeniden örgütlenmesi, basit ve tekrarlanabilen hareketlere bölünerek verimliliğin artırılması hedeflenirken, Fordizmde iş sürecinin mekanizasyonu için değişik teknolojilerin nasıl kullanılacağı önem kazanmaktadır. Fordizm ve Taylorizmin ortaya çıkardığı bir sonuç da emeğin niteliksizleşmesi ile birlikte kapitalizmin ihtiyacı olan işgücü pazarının genişlemesidir. Bu da kadınların ve gençlerin sadece madenlerde ve kendilerine özel işlerde değil, hemen hemen bütün sektörlerde daha ucuza çalışabilmelerine olanak sağlamıştır.
Esnek çalışma: Fordist üretim sisteminin krize girmesiyle ortaya çıktı. 1970’lerdeki petrol krizinin de derinleştirdiği krizin, en önemli nedeni olarak kitle üretimini emecek talebin olmaması gösterilmektedir. Bu kriz ortamında “Post-Fordist gelişmeler bir yandan küçük ve istikrarsız pazarlara ve değişken tüketici tercihlerine uyum sağlayabilecek, diğer yandan sermayenin verimliliğini düşüren aşırı stok, aşırı makineleşme, hatalı ürün gibi sorunları aşacak, yüksek sendikal mücadeleyi engelleyecek bir verimlilik ve kârlılık artırma anlayışının ifadesi olarak ortaya çıktı. Post-Fordist olarak nitelendirilen iki üretim organizasyonu esnek çalışmayı en iyi şekilde tarif etmektedir.
Japon Üretim Sistemi (Yalın Üretim): Post-Fordist üretim biçimi içinde değerlendirilir. Fordist kitle üretiminin sürekli değişen pazar koşullarına uygun, daha esnek, daha küçük kümeler halinde üretimi gerçekleştirecek şekilde dönüştürülmeye çalışılmasıyla 2. Dünya Savaşı sonrası Japonya’sında şekillenmiştir. Yalın üretim, Fordist emek sürecinin dönüştürülmesiyle ve esnekleştirilmesiyle ortaya çıkmış bir organizasyondur. Japon üretim sisteminin aslında birbirini tamamlayan ve sistemin büyük bir uyum içinde çalışmasını sağlayan en temel öğeleri “tam zamanında üretim, toplam kalite kontrolü ve kalite kontrol çemberleri”dir.

(3) Lenin mali sermayenin tekelin en önemli özelliği olduğunu söyler. Mali sermayenin oluşumunu ise özetle şöyle tanımlar: “Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak sanayi ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi.” Bu iç içe geçmede hisse senetleri, dolayısıyla borsa gibi araçlar, özel önemli bir rol oynar.

GATT’tan DTÖ’ye emperyalist tarım politikaları

57. Hükümet tarafından uygulamaya konulan “tarım reformu”nun asıl karakterini, sermayenin uluslararası hareketi ve emperyalist ülkelerin uluslararası ticaretteki yeni “denge” arayışları belirlemektedir. Sübvansiyonların kaldırılmasından tarım ürünlerinin fiyatının dünya fiyatları baz alınarak oluşturulmasına, tarımsal birlik ve kooperatiflerin bünyesindeki sanayi işletmelerinin ve tarımsal iktisadi kuruluşların özelleştirilmesinden gümrük tarifelerinin indirilmesine, yeni ithalat rejimine kadar bir dizi uygulama, Türkiye’nin yanı sıra birçok ülkede de Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) istekleri doğrultusunda uygulanıyor. Örneğin, dünyanın önde gelen pirinç üreticilerinden olan Haiti, IMF’nin isteği ile bütün pazarını ithalata açtı ve yerli üretime verdiği desteği kesti.
Türkiye tarımının karşı karşıya kaldığı emperyalist dayatmalar ve tasfiye politikaları, aynı zamanda hükümetin “reform” programının da temel dinamiğidir. Özellikle 1994 yılı sonrasında ilan edilen “uluslararası yeni ticaret rejimi”nin yasal çerçevesi ve yükümlülükleri birçok ülkenin taraf olduğu Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Tarım Anlaşması dâhilinde düzenlenmektedir. Bu anlaşmanın temel hedefi; dünya ticaretinde katı ve yoğun bir korumacılığın olduğu ve bizzat devlet kurumlan tarafından düzenlenen bir sektör olan tarımda uzun vadeli ve aşamalı bir serbestleştirmenin gerçekleştirilmesidir.
Uzun süren bir tartışma ve görüşme sürecinde olgunlaşan DTÖ Tarım Anlaşması, aslında kapitalizmin girdiği ekonomik krizlerin sonucunda emperyalist ülkelerin, bir yandan kendi “ulusal pazarları”nı korumaya alırken diğer yandan da ürettikleri fazlalığı değerlendirebilecekleri yeni pazar arayışlarının dolaysız bir sonucu olarak şekillendi. Nitekim DTÖ’nün öncülü olarak kabul edilen Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) süreci, 1994 yılında DTÖ’nün kurulmasıyla sonuçlandı. Dolayısıyla Türkiye tarımının karşı karşıya kaldığı ve ileriki süreçte kalacağı bütün dayatmalar ve sorunlar, GATT ve DTÖ’nün uygulamalarında somutlanır. Bu nedenle uluslararası ticarette tarım politikalarının değerlendirilmesinde ve tek tek ülkelerin tarımsal üretiminin karşı karşıya kaldığı emperyalist tasfiye sürecinin incelenmesinde, GATT’tan DTÖ’ye uzanan gelişmelerin ele alınması önemlidir.

YENİ TİCARET POLİTİKASI
Türkiye’de bugün uygulanan “tarım reformu”nun hedefini ve içeriğini belirlemede, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve DTÖ’nün kurulması ile sonuçlanan GATT görüşmelerinin önemli bir yeri vardır. Nitekim ABD’nin başını çektiği Yeni Dünya Düzeni’nin uluslararası ticaret politikasının oluşturulmasında çok taraflı anlaşmaların başlatılması temel bir dönüm noktası, GATT ise dünyadaki ilk çok taraflı ticaret anlaşmasıdır.
Ticaretin serbestleştirilmesi, 2. Dünya Savaşı bitmeden başta ABD olmak üzere Avrupalı emperyalistlerin de gündemine girmişti. Böyle bir isteğin gerisinde yatan başlıca neden, 1929 ekonomik bunalımı ile birlikte kapitalist merkezlerdeki kâr hadlerinin düşmesi, buna karşın krizin etkisinden korunmak için birçok ülkenin ithalata kotalar getirmesi ve kambiyo denetimleri koyarak yerli sanayiyi korumaya çalışmasıydı. Dış ticarette korumacılığın yükselmesine ABD, 17 Haziran 1930’da yürürlüğe koyduğu Smoot-Hawley Yasası ile öncülük etti. Bu yasayla, ABD’nin ithalata uyguladığı efektif tarife oranlan yüzde 50 oranında yükseltildi. ABD’nin korumacılığa yönelmesi, diğer emperyalist ülkelerin de aynı yola girmesine neden oldu. Krizi izleyen yıllarda her ülkenin, ithalatı kısmayı amaçlayan politikaları benimsemesi, dünya ticareti ve dolayısıyla da karlar üzerinde daraltıcı bir etki yarattı. Öyle ki, 1929–1932 yıları arasında ABD’nin tarım ürünleri ihracatı yüzde 66 oranında gerilemişti.
2. Dünya Savaşı sonrasında önce Japonya, ardından da Batı Avrupa ülkeleri, “beslenme” gibi hayati bir alanda dışarıya karşı bağımsızlığı sağlamlaştırma ve kırsal sosyal yapıyı koruma stratejilerinin zorunluluğu doğrultusunda, müdahaleci tarım politikalarına yöneldiler. Örneğin, GATT’ın gümrük tarifelerini azaltarak dış ticarette serbestleşmeye doğru yöneldiği bir dönemde Avrupa, Ortak Tarım Politikası (OTP) gibi, korumacı ve içerde yüksek fiyatlarla destekleme yapan bir politikalar demetini uygulamaya sokmuştu.

DÜNYA TARIM PAZARININ PAYLAŞIMI
Avrupa’nın GATT’a karşı OTP atağına, dönemin “soğuk savaş” koşullarından dolayı ABD kesin bir tavır alamamıştır. Bunun bir diğer nedeni de söz konusu dönemde dünya tarım piyasalarında talebin yükseliş sürecinde olmasıydı. Emperyalist bloklar arasındaki karşılıklı “ödünler” 1960’ların sonlarına doğru Atlantik’in iki yakası arasında çok önemli bir iş bölümü ve pazar paylaşımının da doğmasına neden olmuştu. Nitekim Avrupa, Atlantik ötesinden gelen düşük fiyatlı hayvan yemine dayanarak süt ürünlerine, ABD ise tahılda dünya pazarlarına doydu.
1960 ve 70’li yıllarda tahıl ürünlerinde, özellikle buğdayda net ithalatçı duruma gelen Avrupa Topluluğu, 1980 sonrasında ihracatçı konuma yükselerek dünya buğday piyasasının yüzde 20’sini ele geçirirken, tarım pazarlarını uzun yıllar kontrol altında tutan ABD’nin dünya buğday piyasalarındaki payı yüzde 45’ten yüzde 25’lere geriledi. ’80’li yıllara gelindiğinde sadece tahılda değil, diğer ürünlerde de pazar alanını önemli ölçüde kaybeden ABD’nin tarımdaki pazar payı, yüzde 17,5’ten yüzde 13’e kadar düşmüştü. Aynı dönemde Avrupa Topluluğu’nun en önemli tarım ürünleri ihracatçısı olan Fransa ve Hollanda’nın pazar payı toplamı yüzde 14,5’ten yüzde 18’e yükseldi. ABD’nin pazar payının gerilemesinde Avrupa Topluluğu’nun ihracata sağladığı sübvansiyonlar kadar, Reagan dönemindeki ekonomi politikaları çerçevesinde uygulamaya sokulan “değerli dolar-yüksek faiz” politikasının da rolü büyüktür.
Tarım pazarında meydana gelen bu güç değişimi, dünya tarım piyasalarındaki durgunluğun da başlıca nedenini oluşturdu. On yıl içerisinde yaklaşık 5 katlık bir büyüme ile önemli bir gelişme göstererek 1970’ten 1980’e, 50 milyar dolardan 233 milyar dolara yükselen dünya tarım ticareti, takip eden 5 yıl boyunca 210 milyar dolara kadar indi. Uzun bir aradan sonra 1990 yılında 300 milyar dolara çıkan bu rakam, günümüzde aşağı yukarı 450–500 milyar dolar civarındadır.
1980’li yıllarda genel ekonomik krizden kaynaklanan tarım ticaretindeki daralma, iç pazarlarda doyum noktasına ulaşmış, dolayısıyla da kâr hadleri giderek düşen, ABD ve Avrupalı emperyalistler arasında dünya tarım pazarı paylaşımını da beraberinde getirmiştir. Bu pazar savaşı kendini bir “sübvansiyonlar savaşı” olarak ortaya koydu.

STOKLARI ERİTMEK İÇİN SERBESTLEŞTİRME
50 milyon ton ile “tahıl dağlarına” dönüşen stoklarını eritmek için ABD, ihracatta önemli ölçüde fiyat indirimine gitmiştir. Dünya fiyatlarının ancak sekizde birine denk gelen fiyat üzerinden Mısır’a tahıl ürünleri satması, yaşanan krizin boyutlarını göstermek bakımından çarpıcı bir örnektir.
Dünya tarım piyasalarındaki “sübvansiyon savaşı” tarımsal ürünlerin fiyatlarını aşırı oranda düşürürken, ihracatçı ülkelere de giderek ağırlaşan bir maliyete neden oldu. Örneğin, 1979–81 arasında 15 OECD ülkesinde 116 milyar ECU olan sübvansiyona dayalı tarım politikalarının maliyeti, beş yıl sonra iki katma çıkarak 230 milyar ECU’ya ulaşırken, gümrük koruması yüzde 41’den yüzde 79’a çıkarken, dünyada ortalama buğday fiyatı da ton başına 200 dolardan 100 doların altına düştü.
İşte bu kâr kısır döngüsü ve kriz ortamından çıkmak ve “bakir pazarların” kapısını açmak üzere “uzlaşan” emperyalist ülkeler, GATT Uruguay Anlaşması’nı yürürlüğe koymuşlar ve kendileri dışındaki bütün tarım pazarlarındaki korumacılığa, tarımın sosyal temellerine, sübvansiyonlara karşı amansız bir savaş açmışlardır.
GATT müzakerelerinin en uzunu ve çetini, ama aynı zamanda da en kapsamlısı olan GATT Uruguay Round görüşmeleri, 1986 yılında başlamış ve Aralık 1993’te sonuçlanarak nihai anlaşması 15 Nisan 1994 tarihinde 125 ülke tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Anlaşma bir bütün olarak dünya ticaretini emperyalistler lehine yeniden düzenlerken, en önemli noktasını tarımsal üretim ve ticaretinin serbestleştirilmesi oluşturdu.
Bu düzenlemelerin amacı, tarım politikalarını devlet müdahalesinden ve sosyal boyutundan arındırıp, tarımsal üretim ve değişimi piyasa mekanizmasının “insafına” bırakmaktı. Aslında 1980’li yıllara kadar GATT çerçevesinde yapılan anlaşmalardan farklı olarak Uruguay görüşmelerinde tarımın daha ağırlıklı olması ve en kritik noktayı oluşturmasının sebebi, arzın talebi aşması sonucunda başta emperyalist ülkelerde olmak üzere dünya tarım pazarlarında ortaya çıkan kâr daralması ve yüksek maliyetli pazar mücadelesidir.

ABD VE AVRUPA KENDİ PAZARINI KORUYOR
Oysa GATT’ın tarımı tartışma konusu yapmadığı yıllarda en korumacı tarım politikaları yaygın biçimde en başta emperyalist ülkelerde uygulanmış ve 1980 sonrasında baş hedeflerden birisi durumuna gelen yüksek sübvansiyonların tohumları da bu dönemde atılmıştır. Bunun yanında uluslararası ekonomik ilişkilerde neoliberal politikaların başat olduğu bir dönemde ABD, tarımda korumacılığı ilk uygulayan ülkedir. ABD, GATT görüşmelerinin başlamasından kısa bir süre sonra kendi süt üreticisini koruyamadığı gerekçesiyle 1933 yılında çıkan Amerikan Tarım Yasası’na dayanarak 1955 yılında GATT’a kendi “ilga hükmünü” kabul ettirmiş ve bu hüküm gereğince de tarımsal pazarını doğrudan etkileyecek olan süt, pamuk ve şeker gibi çok sayıda tarımsal ürünün ithalat miktarında kısıtlamaya gitmiş, özel gümrük vergileri uygulamıştır.
Bu avantajı ile kendi tarımsal ürünlerini dış rekabete karşı korumaya alan ABD, zamanla oluşan tarımsal stoklarını dış pazarlarda eritme aracı olarak da, 1954 yılında ABD Kongresi tarafından “barış için yiyecek” sloganıyla kabul edilen ünlü “Public Law” uygulamasını sık sık kullandı. Dünyada açlık çeken ülkelere “gıda yardımı” yapmak gerekçesiyle çıkarılan yasa, takastan düşük faizli kredi tahsisine kadar çeşitli ihracat teşvikleri ile Amerikan tarım stoklarını eritmede önemli bir rol üstlenmiştir.
Görüldüğü gibi, emperyalistler kendi tarımsal sektöründe desteklemeyi ve korumayı sonuna kadar uygularken, yeni pazar olarak gördükleri bağımlı ülkeler üzerinde, devlet desteğini kaldırmaları için militarist baskıdan politik baskıya, ekonomik baskıdan ambargoya kadar her yolu denemişlerdir. Kısaca Uruguay Anlaşması, ABD ile Avrupalı emperyalistler arasında dünya tarım pazarını paylaşma konusundaki “uzlaşmanın” bir temsilidir.
Uruguay görüşmelerinin temel tartışma konusu, Avrupa Topluluğu’nun kendi tarım pazarını korumak amacıyla uygulamaya koyduğu Ortak Tarım Politikası’dır. ABD, OTP’yi “serbest ticarete darbe” olarak niteleyerek eleştirmiş ve uygulamadan çekilmesini istemiştir. Ancak ABD’nin eleştirilerindeki kaygı, Avrupalı emperyalistlerin bu politikalara geçişteki kaygılarından farklı değildir. Her iki emperyalist blok da, kendi iç pazarını korumaya alıp, stoklarını eritmek için bağımlı ülkelerin pazarlarının kapılarının açılmasını arzulamaktadır. Kendi pazarını dış rekabete karşı “sağlık ve beslenme kuralları”, “ilga hükmüne dayalı kotalar” gibi yöntemlerle koruyan ABD, yeni pazarları ele geçirmek için de devlet desteğini sonuna kadar kullanmıştır. Tarım ürünlerine düşük faizli kredi tahsis eden Karma Kredi Programı (Blendet Credits), ihracatçılara ucuz ürün sağlayan İhracatı Geliştirme Programı (Export Enchancement) gibi uygulamalar bunlara örnektir. ABD’de sübvansiyon sağlanarak ihraç edilen buğdayın miktarı, toplam buğday ihracatı içindeki payı bu programlar sayesinde 1981’den 1987 yılına kadar yüzde 16’dan yüzde 75’e yükselmiştir.
Ülke içerisindeki tarım kesimine sağlanan devlet desteği ise, Avrupa Topluluğu’nda yüksek destekleme fiyatları ile, ABD’de ise fark giderici ödemeler yoluyla doğrudan yardım yöntemleri ile yapılmaktadır. ABD’de federal bütçeden tarım kesimi için ayrılan harcamalar, 1980 yılından 1986’ya kadar 24 milyar dolardan 60 milyar dolara kadar çıkmıştır. Yani Avrupalı ülkeler ile ABD arasında tarımsal sübvansiyonlar konusundaki tek fark, biçimlerindedir.
Bu gelişmeler emperyalistlerin etkin teknoloji kullanımı, koruma yöntemleriyle aşırı oranda verimliliğini artırdığı tarımsal ürünlerde stok birikimine yol açmış, iç pazardaki tüketimi kısmış, dolayısıyla kâr hadlerinde önemli bir düşüşe neden olmuştur. Sonuçta emperyalistler, kendi ülkelerinde biriken stokları ihracat yoluyla azaltma ve kâr hadlerini artırmak amacıyla bağımlı ülkelerdeki korumacılığı kaldıracak yeni formül arayışlarına girmişlerdir. İşte bu arayışların ilki Uruguay Round Anlaşması, ikincisi ise DTÖ Tarım Anlaşması’dır. Her iki anlaşma da bugün Türkiye’de uygulanan “tarım reformu”nun temelidir.

DTÖ TARIM ANLAŞMASI NE GETİRİYOR?
1995 yılında imzalanan DTÖ Tarım Anlaşması, GATT’ın bir devamıdır ve anlaşmanın genişletilmesine, yeni düzenlemelerin getirilmesine dönük tartışmalar halen devam etmektedir. Bu amaçla önümüzdeki sonbaharda yeni bir toplantı süreci başlatılacaktır.
DTÖ’nün tarım anlaşması ile güttüğü temel amaç, Türkiye gibi “gelişmekte olan ülke” kategorisindeki ülkelerin tarımsal üretiminin liberalizasyonunun sağlanmasıdır. Bunun nedeni ise “gelişmekte olan ülkelerin” emperyalistler için 1990’lı yılların başından beri gerek mal ve hizmet, gerekse sermaye ihracı bakımından yeni pazarlar olarak görülmesidir. DTÖ’nün Tarım Anlaşması da bu açıdan dikkat çekicidir ve getirdiği yükümlülüklerin ağırlıklı kısmı bu ülkelerin aleyhinedir.
GATT görüşmeleri sonucunda dünya tarım pazarında yeniden kurulan dengeler, 1989 ve 1994 yıllarında ortaya çıkan finansal krizlerin etkisiyle yeniden ele alınmaya başlandı. Bu krizler, dünya mal ve ticaret hacmi içinde tarımsal ürünlerin aşırı oranda düşmeye başladığını gösteriyordu. Teknoloji, suni tohumlar ve gübreler, genetik değişiklik gibi yöntemlerle ABD ve Avrupalı ülkelerin iç pazarlarında aşırı bir verimlilik ortaya çıkmış, stoklar bu ülkelerin tüketeceğinden daha fazla artmıştır. İşte DTÖ Tarım Anlaşması da tıpkı GATT’ta olduğu gibi “yeni bir liberalleşme” akımının tarım sektöründe başlatılmasını öngörüyor. 20 bin sayfayı bulan bu anlaşmayı bugüne kadar tam 117 ülke imzaladı.
DTÖ Tarım Anlaşması başlıca üç konu üzerinde duruyor. Bunlar, ithalat vergileri (pazara giriş koşulları), ihracat sübvansiyonları (ihracat rekabeti) ve iç desteklerdir. Anlaşmada her bir alan için belli yasaklar ve kurallar getirilmekte, bu alanlar için gerekli indirimler (liberalleşme) düzenlemekte ve yükümlülükler yerine getirilmediği takdirde teminat ve garantiler öngörülmektedir.
Pazara giriş
Pazara giriş konusunda anlaşmanın en belirgin amacı ithalat kısıtlamalarını azaltmaktır. İthalat kısıtlamaları GATT tartışmaları boyunca da en fazla gündemi işgal eden konudur. Çünkü pazara giriş koşullarının katılığı stokları biriken emperyalist ülkeler için oldukça büyük bir engel teşkil etmektedir. Anlaşma böylece “pazara giriş”te ciddi bir liberalleşmeye gidiyor. Buna göre; gelişmiş ülkelerin gümrüklerde yüzde 36 oranında indirim yapması öngörülürken, indirim gelişmekte olan ülkeler için yüzde 24’tür. İndirimler gelişmekte olan ülkelerde 10, gelişmiş ülkelerde 6 yılda gerçekleştirilmek zorundadır.
İlk bakışta gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelere göre daha avantajlı bir konuma sahip oldukları görülüyor. Oysa bu durum tam tersine, gelişmekte olan ülkelerin aleyhine bir işleyişi beraberinde getiriyor. Çünkü gelişmiş ülkeler (Avrupa Birliği ülkeleri ile Kanada ve ABD) ithalatta ne kadar gümrük vergisi uyguladıklarını kendileri bildirmişler ve genelde bildirilen oranlar mevcut durumun üzerinde olmuştur. DTÖ’de “bağımsız” bir denetim mekanizmasının olmaması bildirilen gümrük oranlarının ne derece gerçeğe yakın olduğunu tespit etmeyi imkânsızlaştırmıştır. Bu durumda gelişmiş ülkeler DTÖ Tarım Anlaşmasının öngördüğü yüzde 36 oranındaki gümrük indirimini gerçekleştirseler bile bildirdikleri oranlar gerçek durumdan yüksek olduğundan dolayı yine de gelişmekte olan ülkelerden daha fazla gümrük uygulayacaklardır. Nitekim bizzat DTÖ tartışmaları sırasında bu “hileli gümrük tarifeleri” gündeme gelmiş ve bu durum birçok ülke tarafından “kirli tarifelendirme” olarak nitelendirilmiştir. Diğer yandan gümrükler için baz alınan yıl 1986–1988 ortalamasıdır ki bu yıllar ABD ve Avrupa Topluluğu’nun tarımda en yoğun korumacılığı yaptığı yıllardır.
İhracat rekabeti
Bu konudaki amaç, ülkelerin ihracata verdikleri destekleri azaltmaktır. Anlaşma da bu desteklerin mümkün olduğu kadar indirilmesini öngörüyor. Böyle bir indirimin gelişmekte olan ülkeler için sakıncası ise bütün bir ekonomik yapının sarsılmasıdır.
Çünkü ithalat-ihracat dengesizliğinin zaten yoğun olduğu ve ödemeler dengesi sürekli açık veren bu ülkeler, ihracatlarına yaptıkları destekleri azalttıkları oranda ithalat oranı büyük bir hızla artmaktadır. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin ihracatında tarımın rolü büyüktür. Nitekim Cumhuriyet döneminden 1980’lere kadar ihracatın motoru tarımsal ürünler olmuş ve bu durum sanayinin gelişiminin de önünü açmıştır.
İhracat desteklemelerinde yapılacak indirimler de yine gümrük vergilerinde olduğu gibi gelişmiş ülkeler için yüzde 36, gelişmekte olan ülkeler için yüzde 24’tür.
İç destekler
İç destekler, anlaşmanın en kritik maddesini oluşturuyor. Anlaşmanın amacı fiyat desteğinden gelir desteğine dönüşü sağlamaktır. Yani üreticilere taban fiyatı vermek ya da belli ürünler için fiyat belirlemek yerine prim, “doğrudan gelir desteği” gibi uygulamalarla gelir desteği sunulması öngörülmektedir. Ancak burada ciddi bir eşitsizlik ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye’de destekleme sistemi yaygın biçimde ürün fiyatları üzerinden yapılmaktadır. Buna karşın emperyalist ülkelerin destekleme sistemleri oldukça farklıdır ve bu farktan dolayı DTÖ Tarım Anlaşması’na göre emperyalist ülkeler uyguladıkları sübvansiyonlarda indirim yapmak zorunda değiller. Örneğin ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde destekler “gelir desteği” olarak yapılıyor. Ancak asıl önemli destekleme yöntemi teknoloji, tohumluk, gübre, depolama ve pazara ulaştırma konusundadır. Ayrıca devletten bağımsız kooperatif sisteminin varlığı bu kooperatifler aracılığı ile destekleme yapılmasını beraberinde getiriyor. Bütün bunlar DTÖ’nün yasakladığı iç destekler kategorisine girmemektedir. Oysa DTÖ’nün yasaklan, Türkiye gibi ülkelerdeki destekleme sisteminin tasfiyesi anlamına geliyor.

TÜRKİYE’NİN GATT VE DTÖ’YE VERDİĞİ TAAHHÜTLER
Türkiye’nin GATT çerçevesinde imzaladığı taahhütler temel olarak iki başlık altında toplanıyor:
— Madde bazında tarifeler en az yüzde 10 ve 1995 yılından itibaren 2004 yılı itibariyle ortalama yüzde 24 oranında ve eşit dilimler halinde indirime tabi tutulacaktır.
— Türkiye ihracat sübvansiyonlarını on yıllık uygulama süresi içerisinde değer ve miktar olarak sırasıyla yüzde 24 ve yüzde 14 oranında azaltacaktır.
Bu taahhütlerin hedefi, özellikle sanayinin bel kemiği sayılan tekstilin ve yağ sanayinin hammaddelerindeki korumanın kaldırılmasıdır. Çünkü GATT ile Türkiye’nin, net ihracatçı olduğu ve sanayisinde ara mal olarak kullandığı bitkisel yağlar, ipek ve pamukta tarife indirimleri ile sübvansiyon indirimleri oldukça yüksek tutulmuştur. Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na başvurması dolayısıyla gümrük oranları da Avrupa Gümrük Birliği Anlaşması çerçevesinde bu oranlara tabi olacaktır.
Diğer yandan Türkiye GATT’a attığı imza ile fiyat ve girdi desteklerinin oranını düşürmeyi taahhüt etmiştir. Tarıma en büyük darbeyi de bu iki uygulamanın kısılması vuracaktır. Çünkü Türkiye tarımında verimlilik nüfus artışı oranında sağlanamamaktadır. Öte yandan Türkiye’de önemli bir kesim tarımla uğraşmasına rağmen, kır ile kent arasındaki gelir adaletsizliği diğer ülkelere oranla oldukça fazladır. Bunun en temel sebeplerinden birisini de iç ticaret hadlerinin sürekli olarak tarım aleyhine gelişmesidir. Liranın döviz kuru karşısındaki zayıflığı ve devalüasyon sarmalında bulunması, tarım kesimi açısından “gizli bir vergilendirme” anlamına gelirken, üreticinin reel alım gücü de düşmektedir. Bu nedenlerle devletin üreticiye yaptığı fiyat ve girdi destekleri hayati öneme sahiptir.
Türkiye GATT Anlaşması çerçevesinde yerine getirmeyi taahhüt ettiği uygulamaları büyük oranda yaşama geçirmiş bulunuyor. Nitekim zeytinyağı, buğday, pirinç gibi maddelerde ithalat sınırlamaları kaldırılmış ve her yıl bu ürünlere yenileri ekleniyor.
Türkiye’nin DTÖ’ye verdiği taahhütler ise iç destekler ile tarımsal birlik ve kooperatiflerin yeniden yapılandırılması, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi konusunda yoğunlaşıyor. DTÖ Tarım Anlaşması çerçevesinde hazırlanan “tarım reformu”nun kilit konusunu da üreticiye yapılan desteklemeler oluşturuyor. Türkiye gümrük vergilerinde tarım mallarının tümünü DTÖ’ye bağlamış, fakat tam anlamıyla bir tarifelendirme yapmamıştır. Bunun nedenlerinden birisi Türkiye’nin dış ticaretini özellikle 24 Ocak Kararları ile başlayan süreçte önemli ölçüde liberalleştirilmesidir. DTÖ Tarım Anlaşması kapsamında Türkiye toplam 44 ürün için ihracat sübvansiyonunu sınırlama garantisi vermiştir. Taahhütler sübvansiyon için bütçeden yapılan harcamalar ve miktar konusunda ayrı ayrı yapılmıştır. Toplam ihracat sübvansiyonu baz alınan dönem itibariyle 140 milyon doları buluyor. Türkiye’nin ihracatlarında devlet desteğinden yoksun bıraktığı ürünler ise üreticilerin yoğun biçimde ektiği ve ülkenin gerek iç tüketiminde gerekse ihracatında önemli bir payı bulunan buğday ve arpadır. Yani bu ürünler 2004 yılına kadar kademe kademe destekten yoksun bırakılırken, ithalatları da aynı oranda artacaktır. Benzer gelişme birçok üründe yaşanıyor. Nitekim bu yıl hükümetin narenciye ve bakliyata verdiği ihracat sübvansiyonunu kesmesi, üreticinin elinde büyük bir stokun birikmesine yol açarken, aynı ürünlerde ithalatın ciddi bir patlama gösterdiği dikkati çekiyor. Bu durum üreticinin ürününü yok pahasına tüccara satmak zorunda kalmasını beraberinde getiriyor.
DTÖ Tarım Anlaşması’nın hedefi her ne kadar anlaşma metninde “Hakça ve piyasaya duyarlı bir tarım sisteminin oluşturulması” olarak belirlense de uygulamaların sonuçlarına bakıldığı zaman hedefin, bağımlı ülkelerin tarımsal üretiminin çeşitli yollarla tasfiye edilip yabancı ülkelerin tarım tekellerinin bir pazarı haline getirilmesi olduğu açıkça görülüyor.
GATT anlaşmasından DTÖ’ye kadar geçen süreçte dünya tarım politikası büyük oranda bu amaç doğrultusunda, emperyalistlerin ticaret politikalarına göre düzenlenmiştir. Bu durum bugün de devam ediyor. Tarım gibi beslenme ile doğrudan bağlantılı bir üretimin birkaç büyük ülkenin çıkarı doğrultusunda yeniden yapılandırılması, sadece üretici kesimi değil bütün bir ülkeyi ilgilendiriyor. Asıl tehlike de burada yatırıyor.

Ağustos 2000

Emek üzerine kapitalist manifestolar

GİRİŞ
Küreselleşme karşıtı hareketler uzun süredir gündemde. Seattle ve Cenova’dan sonra dikkati çeken bu hareketler Dünya Bankası, IMF ve WTO toplantılarının yapıldığı her yerde, kimi zaman büyük kitleselliğe ulaşan eylemler gerçekleştirdiler. Kendine özgü örgütlenme modelleri ve eylem biçimleri ile kuşkusuz incelenmeyi hak ediyorlar. Zira, neoliberal politikaların batılı toplumlardaki yıkıcı sonuçlarına dair tepkilerin dışavurumu olarak anlamak gerekiyor onları. Ne var ki, bu hareketlere yaklaşımda asıl sorun, küreselleşme karşıtı hareketlerin yeni bir kimlik, daha doğrusu yeni üretim tarzı kabul edilen küreselleşmenin “yeni özneleri” olarak görülmeleri.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, 1968’den beri batıda “yeni toplumsal hareketler” başlığı altında benzer tartışmalar daima gündemi işgal etti. İşçi hareketinin kadının kurtuluşu, çevre, militarizm, ırkçılık gibi sorunları dışladığı, bürokratik bir deneyimin hegemonyasında şekillendiği iddiaları, sol entelektüel çevrelerde 1968 ile sınıf hareketinin ayrışma noktası kabul ediliyordu.
Frankfurt Okulu’nun “eleştirel-geleneksel teori” ayrımından yola çıkarak “eleştirel bir toplum teorisi” oluşturma çabalarından yapısalcıların altyapı-üstyapı nosyonunu reddederek üstyapısal kurumların özerkliğine ve “yapısal karmaşıklığı”na ağırlık veren çalışmalarına dek bir dizi kaynak, bu tartışmaların referansıydı. Söz konusu okulların, Marksizmi determinist ve pozitivist yorumlardan kurtarma adına artı-değer teorilerini, proletarya diktatörlüğünü, komünist parti örgütlenmesini ve nihayetinde de sınıf teorisini hedefe koyan “eleştirel yaklaşımları”, uzun yıllar “yeni toplumsal hareketlerin” de kuramsal dayanakları oldu.
1990’ların değişen iktisadi ve siyasal konjonktürüyle birlikte ise, solda postmodernist kültür teorisyenlerinden üçüncü yolculara, radikal demokrasi kuramcılarına kadar geniş bir yelpaze karşımıza çıktı. Kapitalist birikim rejimine dair tüm gelişmeler, enformasyon teknolojilerini temel alan “tekno-determinist” bir disiplin çerçevesinde açıklanmaya başlandı.
İşte küreselleşme karşıtı hareketler böyle bir tarihsel arka planda anlamını buluyor. Çünkü küreselleşme sürecinin yarattığı tahribata karşı dünya çapında duyulan hoşnutsuzluk, bu hoşnutsuzluğun kendini otonom eylem ve örgüt biçimlerinde ifade etmeye başlaması, kökleri 1950’lerin sonlarına dayanan “yeni sol siyasetin” somut bir harekete dönüştüğünün kanıtı olarak ileri sürülüyor. Böylelikle solda yarım yüzyılı bulan toplumsal dönüşüm için yeni strateji arayışları ile küreselleşme karşıtı hareketler, aynı mevzide buluşmuş oluyorlar.
Küreselleşme karşıtları bugün, “yeni emekçi sınıflar” olarak iktidar mücadelesinin merkezine konuluyor. Üstelik bu, işçi sınıfını reddeden bir tutumdan öte, işçi sınıfında niteliksel bir dönüşümün yaşandığı savunusu üzerinden yapılıyor. Yani emek, küreselleşme sayesinde devletin ulusal tahakkümünden kurtuldukça, “aşağıdan bir küreselleşmenin” de temel aktörü olarak küresel çapta yeniden organize oluyor.

“EMEĞİN YENİ DÜNYASI” İDDİALARI
Liverpool Üniversitesi’ndeki Siyasi Sosyoloji Profesörü ve Küreselleşme ve Sosyal Dışlanma Birimi Başkanı Ronald Munck, “Emeğin Yeni Dünyası” adlı kitabında “Emeğin ulusal dönemi sona eriyor” diyor ve emek mücadelesinin yeni biçimlerini şöyle tarif ediyor:
“Neoliberal güçlerin küreselleşmesi dışında ‘aşağıdan gelen’ alternatif bir küreselleşme daha ortaya çıkıyor. Bu değişim, emek hareketine önemli bir rol sunuyor: Küresel iktisadi sistem üzerinde toplumsal bir denetim oluşturmak. 1999 sonunda Seattle’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü zirvesi sırasındaki kitlesel protestolar bu yeni rolün habercisi oldu.”
Benzer iddialardan yola çıkan İtalyan Sosyolog Marco Revelli de “Öncelikle ‘fabrika mevzileri’ olarak özetlenebilecek 20. yüzyılın modelinin alternatifini inşa etmeliyiz. Kapitalist modelle kapsanamayacak alanları, bölgeleri saptamalıyız” görüşünde. Yani 1970’lerin başlarında Avrupa ülkelerinde yaygınlaşan ve otonom grupların merkezleri haline gelen “özgürleştirilmiş alanlar (kurtarılmış bölgeler)” fikrini küresel çağda bu kez de emek hareketi için öneriyor Revelli. Ve devam ediyor: “Modern zamanların problemi, sermayeden her türlü bağı koparmak, her fikri, kapitalist süreçlerin dışında ve karşısında inşa etmek.”
Küreselleşme karşıtlığı sayesinde geniş bir taraftar kitlesi bulan bu iddiaların hemen hepsinin dayanağı, emperyalizmin yapısal dönüşüme uğradığı ve sonuçta sınıf mücadelelerinin de artık yeni aktörlerle sürdürülmesi gerektiğidir.
Munck ve Revelli gibi pek çok batılı teorisyenin benzer düşüncelere sahip oldukları muhakkak. Bu konuda son yıllarda hayli geniş bir külliyat oluştu bile. Ancak içlerinde en dikkat çekenleri şüphesiz ki, İmparatorluk kitabının yazarları Michael Hardt ve Antonio Negri’dir.
Bizi, emperyalizmin değiştiğine ve yeni bir toplumsal/siyasal formasyona geçildiğine iknaya çalışan yazarlar, Türkçe’de yeni yayınlanan “Dionysos’un Emeği-Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi” (*) kitaplarında ise, bu kez, “emeğin yeni biçimlerini” çıkartıyorlar karşımıza. Dionysos’un Emeği, 1960’lara kadar uzanan tartışmalara dayansa da, aslında, “İmparatorluk” kitabında ortaya atılan tezlere giriş niteliğinde. Dolayısıyla İmparatorluk ile Dionysos’un Emeği, birbirini tamamlıyor ve emek hareketinin önüne yeni bir manifesto koyma iddiası taşıyor. Nitekim Sloven siyaset felsefecisi Slavoj Zizek İmparatorluk’u “Çağımızın Komünist Manifestosu’nun yeniden yazılmasından başka bir şey değil” diyerek övgüye layık görmüş. Çoğu kimse de Negri ve Hardt’ın, küreselleşme karşıtlarının “büyük kuramcıları” oldukları kanısında.
İmparatorluk’un Fransızca baskısı nedeniyle Le Monde için kaleme aldığı bir makalede Negri, küreselleşme karşıtı hareketlerin kendi teorik öngörüleriyle çakıştığını anlatıyor: “Bizim imparatorluk’ dediğimiz topyekun piyasanın yasal düzeni, yalnızca örgütlediği alan üzerinde yeni bir iktidar kimliği oluşturmakla kalmayıp, yeni yaşama ve başkaldırma biçimleri, yeni üretim ve sınıf mücadelesi güçleri de ortaya çıkarttı.”
Negri ve Hardt, İmparatorluk’ta yeni bir iktidar formuyla karşı karşıya bulunduğumuzu iddia etmişlerdi; Dionysos’un Emeği’nde ise, sınıf mücadelesinin yeni öznelerini tarif etme çabasındalar. Ve bu öznenin varoluş koşullarını, emperyal iktidarın daha ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren kazanmış olduğu “biyopolitik” özelliğine borçlu olduğunu savunuyorlar. Yeni iktidar formunun temel niteliğinin ise fordist emek örgütlenmesinden postfordist örgütlenmeye geçilmesinden, imalatçı bir üretim tazından ziyade daha yaygın sömürü tarzının hakim olmasından ileri geldiği görüşündeler.
Bütün bu iddialarını ise tıpkı öncülleri gibi küreselleşmenin yarattığı “değişim”le gerekçelendiriyorlar:
“Bize göre, bu, sınıf mücadelelerinin, Üçüncü Dünya ülkelerinin işçilerinin kavgasının ve kurtuluş hareketlerinin eski reel sosyalizm dünyasına girmiş olmasının sonucudur. Bu Marksist bir yaklaşımdır: Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Bu süreçte, işçilerin taylorizme karşı mücadeleleri teknolojik devrimi hızlandırdı. Teknolojik devrim de üretimin toplumsallaşmasına ve bilgisayarlaşmasına yol açtı. Aynı şekilde sömürgecilik sonrası Afrika ve Asya ülkelerinde işgücünün karşı konulmaz bir güçle üretkenlik ve akışkanlık kazanması, emek piyasalarının ulusal katılığını aşındırdı. Son olarak da sosyalist denilen ülkelerde yeni teknik ve entelektüel işgücünün özgürleşme arzusu, çürümüş sosyalist disiplini dağıtarak dünya piyasasının Stalinci bir tarzda yapay bir biçimde çarpıtılmışlığına son verdi… Küresel piyasanın içindeyiz ve sömürülen sınıfların gün gelip Komünist Enternasyonal’de birleşecekleri düşünü dile getirmeyi umuyoruz. Dolayısıyla kitabımız bizim komünizme ulaşma isteğimizi ortaya koyuyor.”
“Biyopolitik”, “biyoiktidar”, “emperyal hak” gibi kavramlar, Negri ve Hardt’ın manifestosunda; emperyalizm, sınıf mücadeleleri gibi kavramların yerini almışlar. Ve kuramlarında ilk göze çarpan şey, bu kapitalist manifestonun içinde burjuva ideologlarının daha önce söylemedikleri hiçbir yeniliğin olmadığı, yıllar önce işçi hareketi içinde tartışılmış birtakım fikirlerin yeniden gündeme getirildiğidir. Hatta bazı durumlarda yazarlar, eski fikirlerin en kötü versiyonlarını dahi sunmayı başarabilmişler. Ancak niyetlerini açık dille ifade etmiş olsalardı eğer, ortaya attıkları tezlerin bulduğu her boşluktan işçi hareketine sızmaya çalışan oportünizm ve karşı-devrimciliğin yeni bir versiyonundan başka bir şey olmadığını söylemek daha kolay olurdu. Oysa burjuvazi, devrimci teoriyi itibarsızlaştırmanın ince yollarının, onu yücelterek yere çalmaktan, kavramlarını ve yöntemini tahrif etmekten geçtiğini, Bernstein ve Kautsky’den beri keşfetmiş bulunuyor. Negri ve Hardt’ın da atalarının izlerini takip etmek konusunda büyük çaba harcadıkları malum.

NEGRİ VE HARDT’IN NEOLİBERAL EMEK KAVRAYIŞI
Dionysos’un Emeği, “emek” üzerine bir dizi iddianın ardı ardına sıralanmasından ibaret ve kapitalist birikim rejimindeki kimi değişimlerin emeğin niteliksel dönüşümlerine de neden olduğunu ispat telaşında.
“Çokluk”, Negri’nin, işçi sınıfının yerine ikame ettiği, kitabın kilit argümanı. Yine de bu “çokluk” kavramının neyi içerdiğini anlamak oldukça zor. En iyimser tahminle, “dünyanın her yerine yayılmış, kapitalizmin kötülüklerinden bezmiş ve direnmeye çalışan halk yığınları” akla geliyor. Ama Negri bu açıklamayı daha başından reddediyor:
“İlk olarak, çokluk kavramı halk kavramıyla karıştırılmamalıdır. Halk birlik oluşturan bir nüfusu temsil ederken, çokluk indirgenemez ve çok boyutludur. İkinci olarak, çokluk kavramı güruh, kalabalık ve kitleyle de karıştırılmamalıdır. Güruh, kalabalık ve kitle gerçekten de çok boyutluluk özelliği taşır ama üçü de pasif öznedir; aslında, özellikle pasif oldukları ve bu yüzden kolaylıkla güdümlenebildikleri için tehlikeli oldukları düşünülür. Buna karşılık, çokluk aktif birçok boyutluluktur ve bu yüzden otonomiyi ve nihayet demokrasiyi başarma yeteneğine sahiptir.”
İmparatorluk kitabında geniş yer kaplayan “çokluk”un, Dionysos’un Emeği incelendiğinde, gerçekte emeğin karikatüründen başka bir şey olmadığı anlaşılıyor. Öyle ki, emek kavramını, bizzat Marx’ı referans yaparak çarpıtmaktan çekinmiyor yazarlar: “Marks’ın ‘soyut emek’ kavramı yalnızca bir soyutlamaydı. Gerçekte çok farklı olan emek biçimlerini karşılaştırılabilir ve değiştirilebilir olarak düşünmenin bir yoluydu. Şimdi ise, üretimin bilgisayarlaşması yoluyla gerçekte varolan emek soyut emeğin konumuna yaklaşma eğilimi gösteriyor.”
Oysa Marx, emek ve işçi sınıfını pek çok farklı metinde son derece açık biçimde tanımlamıştı. Ne var ki Negri ve Hardt, Marksizmin berraklığını bulandırmak adına akla hayale gelmedik yöntemler icat etmekte ustalaşmışlar bir kere; “çokluk” kavramıyla işçi sınıfını ilişkilendirmek adına, övgüler dizdikleri Marx’ın temel argümanlarını Dionysos’un sunağında kurban etmekten çekinmiyorlar. Çünkü toplumun devrimci dönüşüm olanağını üretim evresinden çekip çıkarma yönündeki arzuları, en katı liberallerin dahi kabul ettiği basit iktisadi olguları param parça etmelerine neden oluyor. Kapitalist sistemin yeniden üretim ve tüketim evresi gibi ikincil düzeylerini, birincil önemde bir düzeye dönüştürmenin yollarını arayıp duruyorlar. Çabaları tesadüfi değil elbette, özel bir siyasi amaca hizmet ediyor.
“Canlı emek sermayenin bağrında ikamet eder” diyor Negri ve Hardt, “Doğumhanesi olan kurumlara kapatılmıştır ama onların duvarlarını yıkmayı da hep başarır. Öyleyse antagonizma ve devrimci öznelliklerin değişen şekillerini yeniden ve yeniden tanımlamamız gerekir.” Bu satırların Negri ve Hardt’in niyetlerini ortaya çıkarttığına şüphe yok. Yalnızca tek bir sınıfın kapitalist üretim sürecine son verebileceği gerçeğini, gayet iyi biliyorlar zira. Bu yüzden proletaryayı yok saymak yerine, üretim sürecini önemsizleştirmeye, adeta proletaryanın “doğumhanesinin kapısına” kilit vurmaya uğraşıyorlar.
Yazarlar bununla da sınırlı kalmıyor, artık-değer üretimini kapitalist birikimin özü olmaktan çıkartıyorlar ve bunu da emeğin kendisinde olan bir nitelik biçiminde piyasaya sürüyorlar: “Canlı emek dur durak bilmeksizin kapitalist üretim tarzını alt üst ettiği gibi aynı ölçüde bir alternatif de inşa eden iç güçtür… Canlı emek, diğer bir deyişle, kendisini soyut emeğe çeviren kapitalist değerlenme ve artı-değer üretim sürecini reddetmekle kalmaz, aynı zamanda alternatif bir değerlenme modeli, emeğin kendi kendini değerlendirdiği bir model de önerir.”
Nihayetinde Negri ve Hardt, Marx’ın emek kavrayışını alt ettiklerini hesaplayarak istedikleri emek tanımını ortaya atmak için uygun teorik zemini buldukları kanısındalar:
“Emeğin çoğu kez kısıtlı bir tarzda, arzu ve zevkleri reddeden kapitalist çalışma ahlakı zemininde tanımlandığını görüyoruz. Öyleyse bizim yapacağımız analiz, Marx’ın iş olmayanın-ötesi diye adlandırdığı üretken dünya da dahil olmak üzere toplumsal üretim yelpazesini boydan boya kateden bir emek kavramını kullanıma açmalıdır. Bu açılışı, basitçe kavramın Marksist gelenekteki kullanım şekline başvurarak yapamayız. Gözümüzü toplumsal öznelliklerin, toplumsallığın ve bizzat toplumun üretildiği çağdaş süreçlere dikmek şarttır.”
Emeği üretim sürecinden kopartan yazarlar, yeniden üretim ve tüketim süreçlerini abartarak, sadece proletaryaya değil, ona tâbi hatta ona karşı olan sosyal sınıflara devrimci bir önem atfediyorlar. Böylece “çokluk”un içinde, küçük-burjuva kesimleri, proletaryanın katmanlarını ve büyük sermaye kesimlerini dahi uzlaştırabiliyorlar!

EMEK-DEĞER YASASINI BAŞ AŞAĞI ÇEVİRMEK
Emek üzerine yaratılan bu sis perdesinin arkasında Negri ve Hardt’ın niyetinin ne olduğunu öğrenmek hiç de zor değil aslında. Eğer emeği bu şekilde tanımlarsanız, emek-değer teorisini baş aşağı çevirmeniz de kolaylaşır. Ve bunu yaparsanız da bütün bir üretim sürecini, kapitalist ekonominin işleyişini değiştirebilirsiniz, tabii ki sadece kağıt üzerinde! Nitekim yazarlar baş aşağı dönmüş bir emek-değer teorisini izleyicilerinin karşısına çıkartmakta son derece aceleciler.
“Emek kavramı esas olarak değer sorunsalını akla getirir” diyor bay Negri ve Hardt. Analizlerini şöyle sürdürüyorlar: “Bizim kullanış biçimimizde emek ve değer kavramları karşılıklı birbirini ima eder: emek dediğimizde değer-yaratıcı bir pratiktir anladığımız. Bu anlamda emek, tüm bir toplumsal yelpazeyi, yani iktisadi ve kültürel alanları aynı ölçüde kuşatacak şekilde değer üretimini anlamlandıran bir toplumsal analitik olarak iş görür… Değerlenme süreçlerine odaklanmak, bize öyle geliyor ki, sadece bilgi ve kimliklerin üretiminde değil, aynı zamanda toplumun ve ona hayat veren öznelliklerin üretiminde, yani bizzat üretimin üretiminde olup bitenleri en net bir şekilde gösterebilecek bir mercekle çalışmak demektir.”
Negri ve Hardt’ın teorisinin “yumuşak karnı” tam da burası. Marksizm’de emek değer teorisi çarpıtılırsa, sınıf mücadelesi de çarpıtılır. Kitapta, Marx’ın emek-değer teorisi bu açıdan tam anlamıyla iğdiş edilmiş ve bu yapılırken Marx’ın eserleri keyfiyetle yorumlanmış: “Marx, emek değer teorisini birisi negatif, diğeri pozitif iki şekilde ortaya koymuştur. Birinci bakış açısı soyut emek teorisiyle başlar. Marx emeğin tüm metalarda mevcut ve her türlü üretim faaliyetinde ortak bir töz olduğunu fark eder. Soyut bir emektir bu. Marx sonra bu niteliksel yaklaşımdan niceliksel yaklaşıma geçerek, emeğin değerinin nasıl ölçüldüğü sorusunun cevabını arar. Belli bir metaın değeri, o meta ile onun üretilmesi için gerekli toplumsal emek süresi miktarı arasındaki canlı ilişkiyi ifade eder… Değer yasası, kapitalistlerin piyasada körlemesine yürüttüğü işlemlerin ardında yatan mantığı ifşa eder. Bu ilk emek değer teorisinde Marx esas olarak çağdaş kapitalist iktisatçıların analizlerini geliştirmiş ve zenginleştirmiştir.”
Bu safsataların neresinden tutulsa elde kalır! Negri ve Hardt’a göre Marx, çağdaş kapitalist iktisatçıların analizlerini geliştirerek böyle bir emek-değer teorisine ulaşmış. Marksizme yönelik karşı-devrimci saldırıların en tipik örneğini sergiliyorlar.
Engels, Marx’ın artık-değer kuramını burjuva iktisatçılardan aldığı yönündeki suçlamalara yerinde bir cevap verir. Bunu yaparken kimya tarihindeki oksijenin bulunmasında Lavoisier ile Priestley arasındaki ilişkiyi örnek gösterir. Her iki bilimci de benzer deneyler sonucunda, benzer sonuçlara ulaşmışlardır. Ama aralarında temel farklılıklar vardır. Priestley, elde ettiği sonuçları eski flojiston kuramına (ateşin de maddenin bir türü olduğunu savunan kuram) göre yorumlamış ve bu yüzden buluşuna “flojistonsuzlaştırılmış hava” adını vermiştir. Diğer taraftan Lavoisier, buluşunun mevcut flojiston kuramıyla açıklanamayacağını söyleyerek kimyanın kuramını tamamen yeni bir temel üzerine oturtmuştur. Bu yüzden Engels oksijeni bulanın Lavoisier olduğunu belirtir ve bu iki bilimci arasındaki ilişkiyi Marx’ın artık-değer kuramına yorumlar:
“Marx’ın artık-değer kuramı konusunda, kendinden öncekilere göre konumu, Lavoisier’nin Priestley’e göre konumu gibidir… Ürünün değerinin artık-değer olarak adlandırdığımız bu kısmı, Marx’tan çok önce saptanmıştı. Aşağı yukarı bir kesinlikle neden oluştuğu da belirtilmişti… Ama daha ileri gidilmedi… bütün iktisatçılar iktisadi kategorilerin onlara sunulan şekline esir oldular. Şimdi sahneye Marx çıktı. Ve kendinden evvelkilerin görüşlerinin tam tersini savundu. Onların çözüm olarak baktıklarını bir sorun olarak kabul etti. Flojistonsuzlaştırılmış hava ya da ateş-hava ile değil, oksijenle karşı karşıya olduğunu gördü. Ortada sadece bir iktisadi gerçeği belirtmek ya da bu gerçekle ebedi adalet ve ahlak arasındaki çekişmeye dikkat çekme meselesi değil, iktisatta devrim yapacak ve bunu kullanmasını bilen Marx’a, tüm kapitalist üretimi anlamanın anahtarını sunacak bir gerçeğin anlatılması meselesi vardı. Başlangıç noktasında bu gerçek olmak üzere, Lavoisier’nin oksijenden yola çıkarak flojistik kimyanın tüm kategorilerini incelemesi gibi, elinin altında bulduğu tüm iktisadi kategorileri inceledi.”  (Kapital 2. cilt, önsöz)
Marx, Negri ve Hardt’ın iyice silikleştirmeye çalıştığı artık-değer üzerinden geliştirdiği kapitalist toplumdaki kullanım değeri ve değişim değerinin anlamına büyük önem verdi. Kapitalist üretim ilişkilerinin, işçi sınıfının tarihsel özne konumunun, emeğin karakterinin bu ikilikler üzerinden anlaşılabileceğini vurguladı. Burjuva kapitalist toplumda her malın çift yönü bulunduğunu kabul ederek çözümlemesine başladı Marx. Ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabında şu noktalara dikkat çekti: “Bir kullanım değerinin, sadece kullanımda değeri vardır ve tüketim sürecinde gerçekleşir.” Dolayısıyla kullanım değerleri, doğrudan varoluş araçları olarak işlev görür. Ama bu tarzda kullanıldığında, kullanım değeri, ekonomi-politiğin inceleme alanının dışına çıkar. Marx, bundan sonra değişim değerini inceledi. Bunun, ilk bakışta “bir nicel ilişki, kullanım değerlerinin birbirleriyle değiştirildiği oran” olarak görüldüğünü söyledi. Sonra kendi tarzında, kapitalist toplumda değişim değerini oluşturan güçleri sorgulamaya koyuldu. Değişim değerinin yaratılışının, toplumsal açıdan gerekli emeğin doğanın nesnelerine uygulanması sürecinde yattığı sonucuna vardı: Bu toplumsal sürecin sonunda, insan tarafından tüketilmeye (kullanıma) uygun maddi nesneler (mallar) oluşmaktadır. Ardından Marx kullanım değeri ile değişim değerini birbiriyle ilişki içinde kavradı:
“… mal kullanım değeri ile değişim değerinin doğrudan birliğidir ve aynı zamanda da sadece başka mallarla ilişkili olarak bir maldır. Malların değişim süreci aralarındaki gerçek ilişkidir. Bu, bireylerin birbirlerinden bağımsız olarak sürdürdükleri bir toplumsal süreçtir, ama onlar burada sadece mal sahibi olarak rol alırlar… Mal bir kullanım değeridir ama aynı zamanda mal olarak bir kullanım değeri değildir. Eğer o, sahibi için bir kullanım değerinden ibaret olsaydı, yani sahibinin kendi ihtiyaçları için doğrudan bir araç olsaydı, o zaman mal olmazdı. Tersine, sahibi için bir kullanım-dışı değeridir, yani değişim değeri için bir fiziksel depodur ya da basitçe, bir değişim aracıdır. Etkin bir değişim değeri taşıyıcısı olarak kullanım değeri, bir değişim aracına dönüşür. Sahibi için mal, bir değişim değeri olduğu sürece bir kullanım değeridir. Bu yüzden malın yine de bir kullanım değerine dönüşmesi gerekmektedir… başkaları için kullanım değerine. Sahibi için kullanım değeri olmadığından, diğer mal sahipleri için kullanım değeri olmalıdır. Eğer durum bu değilse, ona harcanmış emek yararsız emektir ve sonucu da mal olmaz… Kullanım değeri olabilmesi için, malın tatmin edebileceği belirli bir ihtiyaçla karşılaşması gereklidir. Yani malların kullanım değerleri, ancak karşılıklı yer değişimiyle kullanım değerleri olurlar: Değişim aracı oldukları ellerden, tüketim malı oldukları ellere geçerler. Ancak malların evrensel yabancılaşması sonucu bunların içerdiği emek yararlı emek olur… Kullanım değeri olabilmeleri için malların tamamen yabancılaşması gerekir; değişim sürecine girmelidirler; ama değişim sadece onların değişim değeri olarak görünümleriyle ilgilenir. Bu nedenle, ancak değişim değerleri olarak gerçekleşebilirlerse kullanım değeri olarak gerçekleşebilirler.” 
Buradan Negri ve Hardt’ın ıskaladıkları en önemli meseleye ulaşırız, yani Marx’ın üzerinde titizlikle durduğu yabancılaşmaya. Yabancılaşmayı görmezden gelerek, emeğin niteliğinin değiştiğini ileri sürüyorlar. Oysa tam da yabancılaşma, Negri ve Hardt’ın yanılsamalarının merkezinde duruyor. Değişim değeri ile kullanım değerini Marx, malda edindikleri biçim yoluyla inceler. Mal aynı zamanda bir toplumsal ilişkiler kümesini ifade eder çünkü. Tarihte insanların, önce kendi emeğinin ürününe (nesneler dünyasına ve üzerinde emek uyguladıkları doğaya), ardından üretim faaliyetlerine (üretim araçları üzerindeki denetimin kaybolması) ve en sonunda da insanın insana yabancılaştığını söyler ve malda yabancılaşmanın tüm bu yönlerinin bulunduğunu belirtir. Basit bir nesne ya da “kendinde şey” olarak mal, Marx’ın analizinde yerini, basit bir el değiştirme sonucu kökten anlam değişikliğine uğrayabilen, sayısız toplumsal ilişkinin ifadesi olarak mala bırakır. Böylece mal, kendi içinde, üretildiği ve tüketildiği toplumsal durumda bulunan diğer her şeyi kapsar.
Emeği incelerken yabancılaşmayı, değişim ve kullanım değerini bir kenara bırakan yazarlar, üretken/üretken olmayan emek ayrımını da reddediyorlar. Ve üretken emeğin sabit bir nicelik değil, dinamik bir öğe ve tarihsel olarak, yani emeğin kendisini dönüştürme gayreti içindeki işçi sınıfının ücretli emeğe karşı verdiği mücadeleler tarafından belirlendiğini iddia ediyorlar. Bunun sonucunda da hem emek hem de değerin değişken unsurlar olduğu kanaatine varıyorlar. Bu konudaki tezlerini şöyle formüle etmişler:
“…emek ve değer arasındaki ilişki tek yönlü değildir. İktisadi yapıyı kültürel üst yapının kaynağı olarak koymak yeterli değildir, bu altyapı-üstyapı nosyonu terk edilmelidir. Eğer emek, değerin temeliyse, değer de eşit ölçüde emeğin temelidir. Neyin emek ya da değer-yaratıcı faaliyet sayılacağı her zaman yaşanan tarihsel, toplumsal bağlamdaki verili değerlere bağlıdır; bir başka deyişle emek, basitçe bir faaliyet, herhangi bir faaliyet olarak değil, toplumsal planda değer üretici kaynak olarak kabul edilmiş soyut bir faaliyet olarak tanımlanmalıdır.”
Emek-değer teorisinin eşit ölçüde değer-emek teorisi olarak da okunabileceğini ileri süren yazarlar, Marksizmi kalbinden vurmak niyetindeler. Çünkü emek-değer teorisi baş aşağı çevrildiğinde, emek ve değer arasındaki diyalektik ilişki ortadan kalkar; işçi sınıfının ise artık devrimci özne olduğunu söylemek kuramsal olarak anlamsızlaşır.
Negri ve Hardt da bunu yapıyor zaten. Bir çok emek pratiğinin olabileceğini savunurken, cinsel işbölümünden yola çıkan belli feminist araştırmaların geleneksel olarak kadın işi diye tanımlanan bir alanda, “hissi emek”, “esirgeyici emek” ve “akrabalık emeği” gibi farklı emek biçimlerinin çeşitli toplumsal ağları ve bizzat toplumu nasıl ürettiğini açık bir şekilde önümüze koyduklarını; bütün bunların “emek” olarak kabul edilebileceğini iddia ediyorlar.
Marksizme yönelik bir dizi saldırıdan ibaret bu paragrafı incelemeye, tarihsel bir klişeden başlayalım. “Marx alt yapının üst yapıyı mutlak olarak belirlediğini söylemiştir” gibi bir safsata, Marx’ın ölümünden hemen sonra ortalıkta dolanmaya başlamıştı. Engels yaşamının son yıllarını bu tür ipe sapa gelmez ithamlara cevap vermeye ayırdı. Bloch’a yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu:
“…tarihte nihai belirleyici unsur, gerçek yaşamın üretilmesi ve yeniden üretilmesidir. Bundan daha fazlasını ne Marx, ne de ben ileri sürmedik. Bu nedenle, eğer birisi bu sözleri çarpıtıp, iktisadi unsurların yegane belirleyici olduğunu söylerse, önermeyi anlamsız, soyut, mantıksız bir cümleye dönüştürmüş olur. İktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşitli unsurları da -sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve bunun sonuçları, yani başarılı bir savaştan sonra muzaffer sınıfın çıkardığı yasalar vb., hukuki biçimler ve hatta bütün bu mücadelelerin katılımcıların zihnindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi kurumlar ve dini düşünceler ve bunların dogmatik sistemler halinde gelişmeleri- tarihsel mücadelelerin rotasını etkiler ve bir çok durumda da biçimlerinin belirlenmesinde egemen olur…”  (Marx-Engel Mektuplaşmaları, Evrensel Basım Yayın)
Negri ve Hardt gibi daha niceleri aynı saldırı ile Marksizmin indirgemeci ve determinist olduğunu iddia ettiler. Ama bu iki yazarın kendilerinden öncekilerden şanslı oldukları muhakkak. Zira küreselleşme, üretim süreci ve yeniden üretim süreçlerini bir sis perdesinin ardına gizleyecek, ikincisinin birincisinden daha önemli hale geldiği yanılsamasını yaratacak gizemli bir perde gibi kapitalist ilişkilerin üzerini örtüyor. Böyle bir konjonktür haliyle Negri ve Hardt’ın emek üzerine sapkın fikirlerinin yeşermesi için gayet uygun bir zemin sunuyor. Burada sorun, küreselleşmenin yeni bir üretim biçimi mi yoksa yeniden üretim süreçlerini çeşitlendirmiş bir birikim rejimi mi olduğu konusunda düğümleniyor. Yazarların iddiası, kapitalizmin klasik üretim ve yeniden üretim süreçlerinin anlamını kaybettiği yönünde. Diyor ki bay Negri ve Hardt, “Emeğin dönüşüm sürecinde son yıllarda tanık olduğumuz en önemli ve genel olgu, fabrika-toplumu diye adlandırdığımız bir topluma geçiştir.” Fabrikayı emek ve üretimin mekanı ya da toplanma yeri olarak görmenin mümkün olmadığını ileri sürüyorlar. Onlara göre, emek süreçleri artık fabrikanın dışına taşmakta ve tüm toplumu kuşatmakta; dolayısıyla bir dizi Marksist ayrımın yeniden gözden geçirilmesi şart. Değiştiğini söyledikleri argümanlar ise; üretken-üretken olmayan emek, üretim ve yeniden üretim süreçleri. Postfordizm ve esnek üretim biçimini de bütün bu tezlerinin temel dayanağı yapıyorlar.
Peki neden bu ayrımların ortadan kalktığını ileri sürmekte bu kadar ısrar ediyor Negri ve Hardt? Neden kitaplarının önsözünde, emeğin bittiğini söyleyenlere ateş püskürür, çağdaş kapitalist ilişkilerin içinde emeğin her zamankinden daha büyük bir güçle büyüdüğünü vurgular, komünizm hayaliyle yanıp tutuştuklarını çekinmeden ilan ederken, dönüp dolaşıp, Marx’ın emek-değer teorisine, üretimin karakterine ve yeniden üretim süreçlerine inatla saldırıyorlar?
Dionysos’un Emeği’nde yer alan şu uzun alıntı, Negri ve Hardt’ın ulaşmaya çalıştıkları sonucu gayet net özetliyor:
“Kör bir nesnelcilik içinde bazıları kendinde canlı emeği, kendinde ve kendisi için işçi sınıfına dönüştürecek mucizevi bir güç beklemeye devam ediyorlar. Sanki bu dönüşüm gerçekliğin kendisi, bir süreç değil de mitolojik bir olaymış gibi… Kapitalist üretim fabrika duvarları arkasına hapsolmuş değildir… Bu bariz olguları farketmek, emek-değer teorisinden vazgeçmek anlamına gelmiyor; aksine, emek değer süreçlerindeki köklü dönüşümü kavrayacak bir analiz vasıtasıyla bu teorinin geçerliliğini yeniden test etmek anlamına geliyor… Yeni üretim tarzının temel özelliği, öyle anlaşılıyor ki asli üretici gücün, toplumsal emeğin genel, kapsayıcı ve niteliksel olarak üstün bir sentezi olması ölçüsünde, teknik-bilimsel emek olmasıdır… Bu bakış açısı içinde eski işçi sınıfı öznelliklerinin yerinde şimdi yeni kültürel modeller ve yeni toplumsal hareketler oluşmaktadır ve eski emek aracılığıyla özgürleşme, yerini, ücretli ve el emeğinden özgürleşmeye bırakmıştır…”

ÜRETKEN-ÜRETKEN OLMAYAN EMEK VE ÜRETİM-YENİDEN ÜRETİM SÜREÇERİ
Negri ve Hardt’ın ve daha nice burjuva ideologunun son yıllarda ortaya attıkları tezlerle çarpıttıkları kapitalist üretimin bazı gerçeklerini hatırlatmak, işçi sınıfının neden devrimci bir pozisyonu olduğunu kavramak bakımından önemlidir.
Kapitalist birikim rejimi teknolojinin yardımıyla büyük değişimler geçirdi; üretimin yeniden organizasyonu, fabrika, işyeri vb. bir çok algılayışı alt üst etti. Ama kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim sistemi, içerdiği çelişkileri ortadan kaldırmaksızın, yalnızca daha da derinleştirmek ve dünya ölçeğinde yaygınlaştırmak pahasına ilerleyen bir yapıya sahiptir. Kapitalist sanayi, belirli periyotlarla birbirini takip eden döngüler temelinde nefes alıp verir. Böylece, ekonomi kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine varabilir. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmekte ve sonra, bu ekonomik döngü yine aynı temelde işlemeye devam etmektedir. Bu, aynı zamanda, işçi sınıfının yapısında da değişimin yaşandığı bir süreçtir. Önemli olan, değişimin ne anlama geldiğinin doğru bir biçimde yorumlanabilmesidir.
Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda, işçi sınıfı, teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, neredeyse üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan, işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonudur.
Eğer kapitalist üretim tarzından bağımsız olarak, genel anlamda üretken emekten söz edecek olsaydık, kullanım değerlerini, yani insanların çeşitli ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri üreten emeğin üretken olduğunu söylemek mümkün olabilirdi. Ne var ki, üretken emeği yalnızca genel anlamda kullanım değerlerinin üretimi açısından ele alan bu tür bir yaklaşım, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan doğruya uygulanamaz. Çünkü, değişim değerleri üretimine dayanan ve genelleşmiş meta üretimi anlamına gelen kapitalist üretim tarzı, bu özelliği nedeniyle üretken emek ve üretken olmayan emek kavramlarını da değişikliğe uğratmıştır. Demek ki, kapitalist üretim tarzında üretken emekten söz ettiğimizde, soruna, genel olarak çeşitli kullanım değerlerinin üretildiği bir emek süreci olarak yaklaşmak doğru olmayacaktır. Üretken emeğin özel olarak kapitalist üretim sistemi açısından taşıdığı anlamı ortaya koymak gerekir.
Kapitalist üretim sürecinin amacı, sermaye için artı-değer yaratılması, paranın ve metanın sermayeye dönüştürülmesidir. Bilindiği gibi, kapitalist üretim sürecinde, satın alınandan daha fazla emek emilir. Bu süreçte kapitalistler, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğini sahiplenirler. Sermayenin ihtiyacı, yalnızca üretim sürecine giren değeri korumak değil, onu arttırmak, artı-değer elde etmektir. Sermaye bunu, üretim sürecinde üretken emekle değişime girerek başarır. O nedenle, kapitalizmde yalnızca doğrudan sermayeye dönüştürülebilen emek üretkendir. Kapitalist üretim sistemi içinde üretken emek, yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca buna ek olarak, kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli emektir. Böylece, emeğin nesnel koşullarını sermayeye ve onların sahibini de kapitaliste dönüştüren emektir; yani kendi ürününü sermaye olarak üreten emektir.
Öyleyse, sorun, genel anlamda “bir şey üretmek” değil, kapitalist üretim sürecinin niteliği açısından yaklaşıldığında, kendisine ait üretim araçlarıyla kullanım değerleri üreten ve ancak ihtiyaç fazlası ürünü değişerek kendisi için metalaştıran üretici, kapitalist anlamda üretken emekçi kapsamının dışında kalacaktır.
Kapitalist üretim tarzının üretken emeğin kapsamında yarattığı bir başka değişiklik, kafa emeğinin rolüne ilişkindir. Kapitalizm öncesi dönemlerde, örneğin ilk çağ köleci toplumunda ve orta çağın feodal toplumlarında, kafa emeği üretim sürecinin dışında, bilim, sanat ve yönetim işlerinde yer alıyorken, kapitalist gelişme yalnızca kol emeğiyle değil kafa emeğiyle de üretim sürecine doğrudan katılan işçiyi yaratmıştır.
Öte yandan, kapitalizm bilimi de sermayenin üretici gücüne dönüştürmüştür. Bilim, işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Aslında, gelişen teknoloji, üretim sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makineler, bilimsel buluşlar vb. hepsi toplumsal emeğin ürünüdürler. Ne var ki, kapitalist gelişme, işçilerin emeklerinin ürününü sermayeye dönüştürdüğü için, toplumsal emeğin güçleri işçilerin karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilmektedir. Marx’ın dediği gibi, makinede gerçekleşen bilim, işçiler için sermaye biçiminde ortaya çıkar.
Sermayenin hem üretim hem de dolaşım işlevini kapsayan kapitalist yeniden üretim süreci, ya dolaşım işlevinin de doğrudan sanayici kapitalist tarafından ya da onun yerine başka kapitalist girişimciler veya tuttuğu ücretli çalışanlar tarafından yerine getirilmesini şart koşar. Ancak Marx’ın uyardığı gibi, “Bu, hiçbir zaman dolaşımı yerine getiren kimselerle üretimi yerine getiren kimselerin birbirine karıştırılması için bir neden olamayacağı gibi, meta-sermaye ile para-sermayenin işlevlerinin, üretken sermayenin işlevleri ile karıştırılması için de bir neden değildir.”  Üretim işlevini yürütenlerin dolaşım işlevini yürütenlere bir ödemede bulunmak zorunda olduklarını belirten Marx, birbirlerine satan ve birbirlerinden satın alan kapitalistlerin, bu hareketleri ile ne değer ne de ürün yarattıklarına dikkat çeker. Bir sanayici kapitalist, dolaşım alanındaki işleri fiilen yürütmüş olsaydı yine kendisine kalacak olan kâr payından feragat ederek, işin ticari kısmını tüccara devredebilir.
Meta üretimi sisteminde, dolaşımın tıpkı üretimin kendisi kadar zorunlu olması nedeniyle, kapitalizmin, üretim ögelerine duyduğu kadar dolaşım ögelerine de ihtiyaç duyacağı açıktır.
Böylece depolama, ticaret, bankacılık, sigortacılık, reklâmcılık, muhasebe, para basımı, pazarlama, sekreterlik, vb. işinde yer alan emeğin üretken olmadığını söyleyebiliriz. Bu alanlarda istihdam edilen işgücü, işgücünün niteliği nedeniyle değil, o alanda artı-değer üretilmediği için sermaye açısından yalnızca bir maliyet unsurudur. Ancak bu kesimlerin üretken emek kapsamı içinde yer almaması, onların sömürülmediği anlamına gelmez. Fakat her iki kategori arasında temel bir fark vardır. Üretken emek kapsamına giren işçilerin, karşılığı ödenmemiş emek zamanına doğrudan doğruya artı-değer olarak el konulurken, üretken olmayan emek kapsamındakilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işgücünü satın alan kapitalistlerin, bu sayede, birinci kategorinin ürettiği artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar.
Sonuç olarak sınıf olgusu, artık-değer üretiminde ve bu artık değere el konulması sürecinde oluşan bir kimliktir. Bu yüzden burjuva ideologlarının sürekli olarak üretim tarzının değiştiğine yönelik iddialarının temelinde, sınıfların, sınıf çatışmalarının bittiğini ispat çabası dışında başka bir niyet aramak saflık olur. “Emeğin yeni dünyasını” tarif etmek adına önümüze bir dizi kapitalist manifesto koyan küreselleşme ideologları, Marx’ın teorik yönteminde boşluk bulmak için büyük “emek” harcıyorlar. Çünkü Marx kavramları, kapitalist üretimi, üretim araçlarının denetimine sahip olmayanlar açısından anlamaya yarayacak bir silah olarak kullanmıştı. Ve bu silah kapitalist dünyanın iktidar yapısına muazzam bir tehdit oluşturuyor. Oysa Negri ve Hardt aynı kavramları emeğin değiştiğini ve sermayenin devrimci dinamizmini hala kaybetmediğini göstermek amacıyla kullanmak istiyorlar. Bu halleriyle klasik burjuva iktisatçılarının dahi gerisine düştüklerinin farkındalar mı bilinmez ama, gerek İmparatorluk’ta gerekse Dionysos’un Emeği’nde komünizme dizdikleri övgülerin gerçekte timsah gözyaşları olduğu çok açık…

* Negri ve Hardt’ın kitaplarına ismini verdikleri Dionysos, Eski Yunan mitolojisinde yaşayan, canlı emeğin tanrısı olarak bilinir.

hardt ve negri’nin “çokluk” kitabı üzerine bir inceleme liberal sol devrimci öznesini arıyor!

Sosyalist, sol çevrelerde, küreselleşme tartışmaları söz konusu olduğunda, üzerinde uzlaşılamayan, politik ve ideolojik kamplaşmanın taraflarını belirleyen iki temel konunun bulunduğunu söylemek mümkün. Birincisi ulus-devlet mefhumu, yani ulus-devletlerin varlıklarını sürdürüp sürdürmediği, daha doğrusu ulus-devletlerin mevcut üretim biçimi üzerinde hâlâ hegemonik bir konumda bulunup bulunmadığı sorunu. Diğeri ise, emperyalizm ile küreselleşme arasındaki ilişki. Küreselleşmenin yeni ve daha kapsayıcı bir süreç mi, yoksa emperyalizmin yapısal bir eğilimini mi temsil ettiği tartışması. Her iki konuya yaklaşımın uzun süredir sol/sosyalist politikaların belirlenmesinde, taktik ve stratejilerin çizilmesinde temel birer dinamik olduğu muhakkak. Zira Irak’taki işgalden Avrupa Birliği tartışmalarına dek bir dizi aktüel gündem karşısında alınacak tavrın ne olacağı sorusu, küreselleşmeyi algılayış biçimiyle doğrudan ilintili. Dolayısıyla küreselleşme üzerine yürütülen tartışmalar, sadece hangi kavram veya kategorinin kimin tarafından, ne şekilde tanımlandığı meselesinin ötesine geçip, dünyanın nasıl algılandığına dair daha tarihsel bir tartışmanın unsuru haline geliyor. Bu da politikayı, politikanın öznesini, tarzını, araçlarını, dilini vb. dolaysız biçimde belirliyor.
Muhalif kesimler içinde yürütülen bu tartışmalar, çeyrek yüzyılda devasa bir teorik külliyat oluşturdu aslında. Ancak Michael Hardt ve Antonio Negri’nin ilgiyle karşılanan kitabı “İmparatorluk”, bu bağlamda büyük bir öneme haiz. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de yankı yaratan “İmparatorluk”ta, Hardt ve Negri, dönemin karakterine ve politik mücadelelere ilişkin iki temel tez ileri sürüyorlardı. Birincisi; küreselleşme ile birlikte emperyalizmin sona erdiği ve “İmparatorluk” olarak adlandırılan yeni bir dönemin başladığı iddiasıydı. Yazarlar, emperyalizm teriminin artık günümüz dünyasını açıklayamadığını, bunun yerine ulus-devletler kadar ulusüstü kurum, şirket ve sivil toplum kuruluşlarını da içeren, her yere yayılan bir “emperyal ağ”ın varolduğunu savunuyorlardı.
İkinci tezleri ise; bu yeni sisteme karşı mücadelenin nasıl olacağına dairdi. Onlara göre, “İmparatorluk” döneminde, yerel mücadeleler hiçbir sonuç veremezdi, mücadele, dolayımsız biçimde küresel olmak zorundaydı. Bu da, yeni bir enternasyonalizm perspektifi demekti. Bütün bunları, devrim adına, kitabın son cümlesinde ifade ettikleri gibi, “komünist olmanın dayanılmaz hafifliği ve sevinci” adına söylüyorlardı, Hardt ve Negri. Kimilerine göre “İmparatorluk”, yeni toplumsal hareketlerin devrimci eylem kılavuzuydu. Ünlü Sloven siyaset felsefecisi Slavoj Zizek içinse, bundan çok daha fazlasıydı. “İmparatorluk”u 21. yüzyılın “Komünist Manifestosu” olarak tanımlıyordu. Reklam sloganlarında da kullanılan bu yorumdan sonra kitap, küreselleşme karşıtlarının yeni manifestosu olarak anılmaya başlandı. Böylece politik arenada giderek daha fazla boy göstermeye başlayan küresel muhalefet, uzun süredir beklediği “kutsal metnine” de kavuşmuş oluyordu. (1)

İMPARATORLUK’UN SIRRI VE YENİ ÖZNENİN DOĞUŞU
Daha önce de benzer tezleri işleyen onlarca kitap yayınlanmasına rağmen, “İmparatorluk”u onlardan ayıran, bu denli etkili kılan, küreselleşme külliyatı içinde üst raflara yerleştiren sırrın, kitabın ideolojik arka planında ve denk düştüğü konjonktürde gizli olduğunu söylemek gerekir.
“İmparatorluk”u yeşerten ideolojik iklim, “küreselleşme karşıtı” harekette yansımasını bulan, ama ondan bağımsız bir tarzda da gelişen bir dizi paradigmayla sıkı sıkıya bağlı. Son yirmi otuz yılda, solda ister Marksist kavramlarla, ister Marksizmin açık biçimde reddi temelinde geliştirilmiş olsun, bütün “yeni teorileri” bir araya toplayan ve sistematize eden bir kitap niteliğinde. Referansları, eski Roma ve Helen dünyasından başlıyor, Spinoza, Machiavelli, Montesquieu ve Descartes’tan geçerek, günümüzde Carl Schmitt, John Rawls, Mouffe ve Laclau’ya dek uzanıyor. Ekonomiden uluslararası hukuka, psikanalizden felsefeye, bütün bir post-modernist yazına kadar oldukça geniş bir disiplinlerarası alanda geziniyor, zaman zaman ortodoks Marksizm’in kavramlarını sorumsuzca kullanmaktan da imtina etmiyor.
Bu ideolojik birikimin, “topyekun bir teori” olarak, karşımıza biraz da şanslı sayılabilecek bir konjonktürde çıktığını söylemek, abartı olmasa gerek. Nitekim İmparatorluk’ta küreselleşme karşıtı hareket kilit bir önemde. Hardt ve Negri’nin kitabı, Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) protestoları ile başlayan ve Cenova’da doruğa çıkan küreselleşme karşıtı hareketin yoğunlaştığı bir aralıkta kaleme alınmıştı. Seattle ve ardından gelen eylemler, bu eylemlerin örgütleniş biçimi, yaygınlığı ve etkisi, kitabın bazı tezlerinin gerçek dünyada doğrulandığı şeklinde yorumlandı.
“İmparatorluk”ta karşımıza çıkan ve belki de kitabın en çok tartışılan bölümünü oluşturan “çokluk”, yani Hardt ve Negri’nin “yeni öznesi” de, işte bu eylemlerden doğdu. Eylemlerde, işçi sendikalarından çevrecilere, Katoliklerden anarşistlere, eşcinsellerden emperyalist ülkelerin muhalif partilerine, “üçüncü dünya ülkeleri”nin köylü örgütlerinden öğrencilere kadar çok farklı yelpazeden protestocunun bir araya gelmesi, yeni bir enternasyonalizm arayışının da vesilesiydi. Ayrıca hareketin, görünüşte, hiçbir ulusal ayırım taşımaksızın, dolayımsız biçimde uluslararası bir karakter taşıması da, “İmparatorluk” perspektifine paralel bir gelişmeydi. Protestoların örgütlenmesinde merkezi yapıların var olmaması, düzenlemelerin neredeyse kaotik bir özellik taşıması, Hardt ve Negri’nin öne çıkarttığı şebeke (ağ) tarzı örgütlenmeye uygun düşüyordu.
Dolayısıyla “çokluk”, Hardt ve Negri’nin teorisinin üzerinde yükseldiği yegane kaide olarak baş köşeye oturdu. Ne var ki, “çokluk”, “İmparatorluk” kitabında pek de sağlam temellere dayanmıyordu. Zaten İmparatorluk’a yönelik eleştirilerin yoğunlaştığı başlıca konulardan birisi de, “çokluk”un nasıl bir şey olduğu, bu farklılıktan nasıl bütünleştirici bir politik öznenin doğabileceği sorusuydu. “İmparatorluk” kitabında oradan oraya savrulan, yerli yersiz karşımıza çıkan onlarca kavramın (biyopolitika, biyoiktidar, biyoüretim) gerçek dünyayla ilişkisi de, “çokluk”un açıklanmasına hayati derecede bağlıydı.
İşte Hardt ve Negri’nin yeni kitabı “Çokluk – İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi”, hem bu eleştirilere bir cevap, hem de “İmparatorluk”un eksik kalan kısmını, yani “devrimci özneyi” anlatma iddiasıyla geçtiğimiz aylarda piyasaya çıktı. (2) Ama kitabın bu iddiaların sınırını aştığını da hemen belirtelim. Hardt ve Negri, tıpkı “İmparatorluk”ta yaptıkları gibi, “Çokluk”ta da, yeni politik öznelerini tarif ederken; sınıf, emek, üretim, bölüşüm, birikim gibi Marksizmin temel argümanları üzerine sürdürülen oldukça geniş bir tartışma külliyatını kendi paradigmalarında toplayıp yeniden sistematize ediyorlar. Bu nedenle kitabın ileri sürdüğü tezler, işçi hareketi içinde, sol/sosyalist kesimlerde, sendikal çevrelerde giderek yoğunlaşan “yeni” muhalefet arayışına da denk düşmüyor değil. Yani yine talihli sayılabilecek bir konjonktürel rüzgarı arkasına alıyor, bu kitap da…
Örneğin; referansını, sanayi proletaryasının hegemonik konumunu kaybettiği iddiasında bulan toplumsal hareket sendikacılığı, farklılıklara dayanan otonom örgütlenme modelleri, kimlik siyaseti, sivil toplumculuk; Hardt ve Negri’nin “yeni öznesi”nin pratiğinde anlamını buluyor. Daha doğrusu, bu “yeni özne”, bu siyaset tarzları içinde kendi ontolojik kuruluşunu tamamlıyor.
“Çokluk” kitabı da, bu pratiğin ve politika tarzının bir arkeolojisini sunma niyetinde zaten. Dolayısıyla Hardt ve Negri’nin tezlerinin anahtarı, “çokluk”un ne olduğunda düğümlenmiş durumda. Her ne kadar kendileri böyle bir iddia da bulunmasalar bile, henüz önsözde okuyucuya ilk elden acele bir tarif yapma gereğini duymaları, bu kanıyı güçlendiriyor:
“Çokluğu kavramsal düzeyde, halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi diğer toplumsal özne mefhumlarından ayırmalıyız. Halk, geleneksel olarak üniter bir kavramsallaştırma olmuştur. Nüfus elbette birçok farklılık tarafından belirlenir, ancak halk, bu çeşitliliği bir tekilliğe indirger ve nüfusa bir özdeşlik dayatır: Halk birdir. Çokluksa aksine çoktur. Çokluk, asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farktan müteşekkildir: Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların çoğulluğudur…” (sf. 12)
Burada çokluğun ne olduğundan ziyade ne olmadığını anlatan Hardt ve Negri, “çokluğu”, esas itibariyle işçi sınıfı kavramından özenle ayırma gereği üzerinde ısrar ediyorlar. İşçi sınıfı; onlara göre, dışlayıcı bir tanımlama ve sadece sanayide çalışan işçilere gönderme yapıyor. Mülk sahibi olan sınıfları dışladığı gibi, yoksullar, ücretsiz ev işçileri ve ücret almayan diğer herkesin dışarıda bırakıldığını savunan yazarlar, “çokluk”un ise, aksine daha kapsayıcı ve küresel ekonomideki yeni değişimlerin önemini yakalama çabasında olduğunu iddia ediyorlar. Böylece Hardt ve Negri, “çokluk”un her ne kadar farklılıklar temelinde oluştuğunu söylese de, asıl olarak onun izlerinin, yine de üretim biçiminde bulunduğunu ima ediyorlar. Bu nedenle, Hardt ve Negri’nin, bazen “küresel üretim” bazen “postmodern üretim”, ama çoğunlukla da “biyoüretim” olarak adlandırdıkları “yeni üretim biçiminin” ne olduğu üzerine odaklanmak, giderek kavramsal bir kaosa dönüşen “İmparatorluk ve Çokluk” teorisinin incelenebilmesinin elle tutulur yegane somut noktası gibi duruyor.
Hardt ve Negri, gerek “İmparatorluk”un gerekse “Çokluk”un muhtelif yerlerinde, üretim biçiminin köklü bir değişime uğradığını sık sık tekrar etme ihtiyacını hissetmişler. Bu iddiayı, kendilerine maletmekten çok, verili bir gerçeklik olarak kabul ettiklerini anlıyoruz. Zira genel olarak post-fordizmin kapitalist üretim biçimini yapısal bir değişime uğrattığı, esnekleşmenin de, klasik sömürü ilişkisine son verdiği yönünde egemen bir kanı hali hazırda mevcuttu. Üstelik yazarlar da, bu yöndeki tartışmaların bir dökümünü yapma gereği duymadıkları gibi, henüz üzerinde yoğun tartışmaların sürdüğü bir çok tezi de, olduğu gibi aktarma lüksünü kendilerine tanımışlar.
Bu ön kabullerden hareketle, Hardt ve Negri, üretimin niteliğinin, asli olarak, maddi üretimden manevi üretime doğru bir seyir izlediğini ortaya atıyorlar. Onlara göre, burada hegemonik bir değişim sözkonusu:
“Günümüzde emek ve üretim sahnesi, maddi olmayan emeğin, yani enformasyon, bilgi, fikir, imaj, ilişki ve duygulanımlar üreten emeğin hegemonyasına dönüşüyor. Bu sav, nasırlı elleriyle makineleri çalıştıran endüstriyel işçi sınıfı ortadan kalktı demek değil. Hatta, bu tür işçilerin küresel planda azaldığı anlamına bile gelmiyor. Aslında maddi olmayan üretimle uğraşan işçiler, küresel bütün içinde bir azınlık. Bu savın asıl anlamı, maddi olmayan üretimin niteliklerinin diğer emek biçimleri ve de toplumun bütününü dönüştürmekte olduğudur.” (sf. 83)
Üretilen şeyin sadece maddi mallar değil, gerçek toplumsal ilişkiler ve yaşam biçimleri olduğundan hareketle de, bu yeni üretim biçimine “biyopolitik üretim” adını veriyorlar. Burada bir parantez açıp, Hardt ve Negri’nin argümanlarının şifrelerini çözmenin son derece faydalı olacağını söylemek gerekir. Çünkü yazarların teorisinin esbab-ı mucibesi, biraz da, teorilerini “kavramsal bir karadeliğin” tam ortasına yerleştirmelerinden ileri geliyor.

HARDT VE NEGRİ’NİN KAVRAMSAL ŞİFRELERİ
“İmparatorluk” kitabında ilk defa rastladığımız “biyo” önekli kavramlar (biyopolitika, biyoiktidar, biyoüretim), ilk bakışta ne kuramsal bir bütünlük arzeden ne de gerçek hayatla bir bağlantısı bulunan “laboratuvar çıktısı” hissini uyandırsa da, gerçekte, Hardt ve Negri’nin niyetini ele veren kilit argümanlar aslında. Örneğin; “İmparatorluk”un “biyoiktidar” özelliği, sermayenin pürüzsüz ve bütünleşmiş bir dünya yaratma arzusuna ulaştığını ifade eder. Buna göre, küreselleşmeye dahil olmamak ekonomik olarak ne derece imkansızsa, politik açıdan da, imparatorluğun dışına çıkmak o derece imkansızdır. Sonuçta, sistemin egemenlik alanı bakımından, “dışarısı” denilebilecek bir yer artık bulunmaz. Dolayısıyla sistemden kaynaklanan krizlerini kendi sınırlarının ötesine seferler düzenleyip yeni kaynaklar bularak çözmeye çalışan, bunun için gerektiğinde birbiriyle ve elbette başkalarıyla çatışmaktan kaçınmayan emperyalist devletler de artık yoktur. “İmparatorluk”un iktidarı, dışsallaştırılamaz olduğu için de, onun bir zayıf halkasını aramak hayaldir!
Bu tezler, şüphesiz, doğrudan Lenin’in emperyalizm teorisini hedef alıyor. Ama aynı zamanda, Hardt ve Negri’nin hayranlıkla karşılanan “büyük teorisi”nin çapını da gösteriyor. Emperyalizm çağı sonrasında yeni bir dönem açıldığını söylerken hiçbir somut kanıta başvurmamak, “enformatikleşme”, “bilgi toplumu” vb. gibi spesifik argümanlara atıflar yaparak, yeni bir çağa girdiğimizi ilan etmek ne derece kuramsal bir sorumluluk, elbette tartışılır. Üstelik bu iddialı sözler, komünizm adına söyleniyorsa! (3)
Hardt ve Negri’nin bu kavramsal oyunlarını, belki de “İmparatorluk”tan daha iddialı oldukları “Çokluk” kitabında da yoğun biçimde görmek mümkün. Bütün bir teoriyi üzerine inşa ettikleri “çokluk”un doğumhanesi olarak işaret ettikleri “biyoüretim”, tıpkı “biyoiktidar” gibi son derece ideolojik mahiyette bir kavramsallaştırma. Bilimsel olması bir yana, amprik olarak dahi elle tutulur hiçbir somut kanıta dayanmayan “biyoüretim”i şöyle tarif ediyor Hardt ve Negri:
“Genel olarak maddi olmayan emeğin hegemonyası, üretimin örgütlenişini bant sistemindeki doğrusal ilişkilerden dağınık ağlardaki sayısız ve belirsiz ilişkilere doğru dönüştürme eğiliminde. Enformasyon, iletişim ve işbirliği, üretimin normları haline geliyor ve ağ da üretimin başat örgütleniş tarzı oluyor. Dolayısıyla üretimin teknik sistemi üretimin toplumsal bileşimine büyük ölçüde tekabül ediyor: Bir yanda teknolojik ağlar, diğer yanda çalışan toplumsal öznelerin işbirliği. Bu mütekabiliyet emeğin yeni topolojisini çiziyor ve aynı zamanda yeni sömürü pratikleri ve yapılarını şekillendiriyor… üretken işbirliğinin temel yapıları artık kapitalist tarafından ve emeği örgütleme amacıyla yaratılmıyor, bizzat emeğin üretken enerjilerinin içinde doğuyor. Maddi olmayan emeğin kilit özelliği de bu: İletişim, toplumsal ilişkileri ve işbirliğini üretmek.” (sf. 128)
Bu uzun pasajda, üretimin yapısı ve emeğin karakteri üzerine oldukça iddialı sözler mevcut. Her bir cümlesi ciddi bir tartışma konusu. Ama bu ciddiyet, Hardt ve Negri’nin tezlerinin derinliğinden ileri gelmiyor; işçi sınıfının devrimci özne konumuna dair yarım yüzyıldır sol liberal cepheden gelen ısrarcı saldırıların neredeyse tamamını, sadece bir pasajda ifade etmeyi başarmalarından kaynaklanıyor. Bu bakımdan, Hardt ve Negri’nin performansı hiç de yabana atılır değil doğrusu!
Yazarlar, öncelikle, üretim biçiminde hegemonik bir değişimi tarif ediyorlar. Yani maddi üretimden maddi olmayan üretime doğru bir geçişin olduğunu, dolayısıyla da maddi emekten ziyade maddi olmayan emeğin üretimin temel karakterini belirlemeye başladığını, bu üretim biçiminin de fikirler, imajlar, duygular, enformasyon, ilişkiler vb. gibi “maddi olmayan mallar” ürettiğini, bunun da, “biyoüretim” adını verdikleri yeni bir üretim biçimine geçtiğimizin kanıtı olduğunu savunuyorlar. Bu, tekerleme gibi önermenin sonucunda ulaştıkları ilk teorik düzey, artık tüm emek biçimlerinin üretken olduğu; son teorik düzey ise, işçi sınıfının asli üretken sınıf olma özelliğini yitirmesinden dolayı, sermayeye karşı koyacak tek özne olma konumunu da yitirdiği. Şimdi bu büyük sözlerin kanıtlarının nasıl sunulduğuna bir göz atalım:
“Birinci kanıt: İstihdamdaki eğilimler. Hakim ülkelerde istatistiklere göre en hızlı büyüyen mesleklerin merkezinde maddi olmayan emek var: Yemek servisi yapanlar, satış elemanları, bilgisayar mühendisleri, öğretmenler, sağlık çalışanları gibi. (Yazarlar, burada, istatistiki kanıt olarak, bize, ABD Çalışma Bürosu’nun 2000-2010 yılları arasında en hızlı büyüyecek mesleklerle ilgili tahminlerinin yayınlandığı bir internet adresini referans veriyorlar!)…
“İkinci kanıt: Diğer emek ve üretim biçimlerinin maddi olmayan üretimin niteliklerini benimsemeye başlaması. Mesele sadece bilgisayarın her tür üretime entegre olmasıyla bitmiyor; daha genel olarak da, iletişim mekanizmaları, enformasyon, bilgiler ve duygulanım, geleneksel üretim pratiklerini dönüştürüyor.
“Üçüncü kanıt: Maddi olmayan emeğin merkezi konumunun bir yansıması, onun ürettiği maddi olmayan mülkiyet biçimlerinin artan önemi. Patent, telif hakkı ve çeşitli maddi olmayan malların özel mülkiyet olarak korunması.
“Dördüncü kanıt: Son olarak en soyut ve en genel kanıt, maddi olmayan üretime özgü dağınık ağ biçiminin, beyinsel fonksiyonlardan terörist örgütlere kadar her şeyi anlamak için bir yöntem olarak kullanılması ve toplumsal yaşamın her yerine yayılması. Bir hegemonik üretim biçiminin nihai rolü de budur: Yani tüm toplumu kendi imajına göre dönüştürmek, ki hiçbir istatistik bu eğilimi yakalayamaz.” (sf. 129)
Bu uzun alıntıyı yapmamızın nedeni oldukça basit aslında: üretimin değiştiğine dair Hardt ve Negri’nin elinde somut herhangi bir kanıtın olmadığını göstermek! Hiçbir zaman sunmadıkları, istitastiki verilerin yakalayamayacağı bir eğilim olarak bahsettikleri “ağ örgütlenmesini” anlatırken, El Kaide’yi örnek verecek kadar basit bir analiz bu, çünkü. (4) Ne var ki, Hardt ve Negri’nin amprik verilere dayanan bilimsel bir analiz yapmaya niyetli olmamaları, onların ortaya attığı fikirlerin ideolojik gücünü hafife almamızı gerektirmiyor. Bu nedenle, maddi/maddi olmayan üretim üzerine yürüttükleri tartışmanın ideolojik peçesini aralamak bakımından, yazarların nereye ulaşmaya çalıştıklarını araştırmaya devam edelim.

MARX’I BAŞAŞAĞI ÇEVİRMEK
“Marx’ın tarihsel materyalizminin özü, toplumsal teorinin güncel toplumsal gerçekliğin ana hatlarına uygun şekillendirilmesi gerektiğidir” diyor yazarlarımız ve devam ediyorlar: “Yöntem ve töz, biçim ve içerik birbirine tekabül etmelidir. Bu da, tarih ilerleyip toplumsal gerçeklik değişince, eski teorilerin yetersiz kalacağı anlamına gelir. Yeni gerçeklik karşısında yeni teorilere ihtiyacımız olur. Demek ki, Marx’ın yöntemine uymak istiyorsak, Marx’ın eleştirdiği kapitalist üretim değiştiği ölçüde, Marx’ın teorilerinden uzaklaşmamız gerekir.” (sf. 157)
Böylece Hardt ve Negri’nin niyetini bir nebze olsun anlamış oluyoruz. Sosyalist hareket içerisinde Marksizme yönelik en bayağı eleştiriler, bizatihi Marx’ın söylediklerini tepe-taklak ederek yapılanlar olsa gerek. Hardt ve Negri’nin Grundrisse’den aldıkları bir cümle ile tarihsel materyalist yöntemi tahrif etmeleri de, kendi öncülleri olan Bernstein ve Kautsky’nin yaptıklarından bir adım ileri gidemiyor. Bu küçük kurnazlık, ideolojiyi tanımlarken, Marx’ın kullandığı harikulade metaforu anımsatıyor bize, Rumen Cacus mitini. Cacus, çaldığı sığırları sakladığı mağaranın bulunmaması için, sığırları geri geri yürütürmüş. Marx da, burjuva ideolojisinin, tıpkı Cacus’un yaptığı gibi, toplumsal gerçekliği baş-aşağı algılamamıza neden olduğunu söyler. Hardt ve Negri de, benzer bir ideolojik mistifikasyonu, Marx’ın yöntemine karşı uyguluyorlar ve klasik ekonomi politik teorisinin aşıldığını, bunun da bizzat tarihsel koşullar tarafından gerçekleştirildiğini savunuyorlar. Referans olarak da Marx’ı işaret ediyorlar tabii ki..
Yazarların temel iddiası, Marksizmin emek değer teorisinin artık hükmünü yitirdiği yönünde. Maddi olmayan üretimin hegemonyası altında şekillenen “ağ tipi üretim” biçimi içinde (burada tam da internet ağları kastediliyor), kendi ontolojik kuruluşunu tamamlayan yeni bir öznenin, yani “çokluk”un, bu üretim biçimine denk düşen yeni bir toplumsal yapının –yani “biyoiktidar, biyopolitika vb.” – yükseldiğini ileri sürüyorlar. Tüm bu tezlerini, yeni bir emek-değer yasası üzerine inşa ediyor, Hardt ve Negri. Bunun için, öncelikle, Marx’ın soyut emek ve değer arasındaki kurduğu ilişkinin değiştiğini kanıtlama çabasındalar:
“Marx’ın soyut emek kavramını ve onun değer ile ilişkisini alır almaz, Marx’ın dönemiyle günümüz arasındaki önemli bir fark göze çarpar. Marx, emek ile değer arasındaki ilişkiyi birbirine denk nicelikler arasındaki bir ilişki olarak koyar: Belirli bir miktar soyut emek belirli bir miktar değere denktir. Başka bir biçimde söylersek, kapitalist üretimi belirleyen bu değer yasasına göre, değer, emek zamanının ölçülebilir, homojen birimlerinde ifadesini bulur. Marx, daha sonra da bu düşüncesini çalışma günü ve artıkdeğer ile ilgili analizlerine bağlar.” (sf. 161)
Marx’ın bu analizinin geçerliliğini kaybettiğini ileri süren yazarlar, artık emeğin ölçülebilir bir değere sahip olmadığını, zamansal niteliğini kaybettiğini iddia ediyorlar. Kanıtlayıcı örnekleri ise, çalışma günlerinin ve üretim zamanının ciddi biçimde değişikliğe uğraması! Yani “çalışma günü” diye bir tabirin sonuna geldiğimizi, iş ile yaşam arasındaki 19. yüzyıla ait katı sınırların hükmünü yitirdiğini savunuyorlar. Elbette Hardt ve Negri, bundan daha fazlasını da söylüyor; onlara göre, maddi olmayan emek, fikirler, imajlar, duygular üreten emek, kapitaliste bağımlılığı da kalmayan bir karaktere sahip. Çünkü bu mantığa göre, maddi emek yaşam araçlarını üretiyorsa, maddi olmayan emek doğrudan doğruya yaşamın kendisini yaratıyor! Böylece, kendi varoluşunu sürdürmek için kapitaliste emeğini satmaktan doğan zorunluluk ilişkisi (biz buna sömürü diyoruz), yaşamı ürettiği için doğal bir ilişki (Hardt ve Negri de buna “sömürü” diyor) haline dönüşüyor.
Hardt ve Negri, ayrıca, Marx’ın değer teorisine dayandırdığı sömürü kavramının, değer teorisi değiştiği için, geçersiz kaldığı görüşünde. Onlara göre, ne değerin ne de sömürünün merkezine tek bir sınıf yerleştirilemez. Dolayısıyla da devrimci özne konumu, sömürü ve değer yaratma kavramları bağlamında anlaşılamaz. Başından beri ulaşmaya çalıştıkları mutlak sonucun özeti bu. (5)

TEORİDEN GERİYE NE KALDI…
Hardt ve Negri, hem “İmparatorluk”ta hem de “Çokluk”ta, bize, işçi sınıfının tarihsel rolünün bittiğini müjdeliyorlar ve onun yerine kendimize yeni bir devrimci özne bulmamızı öğütlüyorlar. Kitaplarında birer tekerleme gibi tekrarlayıp durdukları, “maddi olmayan üretimin hegemonyası”, “ağ tipi örgütlenmiş üretim biçimi”, “biyoiktidar”, “çokluk” vb. argümanlar hakkında en küçük bir somut kanıtı bizden esirgeyen yazarlar, oldukça bulanık bir teorik yığın dışında, geriye pek bir şey bırakmıyor aslında. Hardt ve Negri’nin teori ile gerçek hayat arasında bir bağ kurma çabasında olmadıkları aşikar, ve belki de, yaptıkları şeyi, teorilerin üzerinde bir teori inşa etme çabası, veya bir bakıma, içinde yaşadığımız dünyanın değil, “teorilerin teorisini yapma” iddiası olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. (6)
Zira “İmparatorluk” ve “Çokluk”tan geriye kalan yegane “büyük fikrin”, “merkezin” tamamen yok edildiği yatay bir kapitalist-egemen yapının içinde “çokluk”un sömürüsünün yeni bir biçiminin yaratıldığı “iktidarın küresel ağ temelinde dağıtımı” olarak özetlenebilir. Çünkü yazarlar, çeşitli emperyalist ülkelerin, birbirleriyle savaşmak yerine, kendi çıkarları doğrultusunda, “İmparatorluk” içinde birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri yeni bir döneme inanmaktadırlar.
Bu kulağa hoş gelen düşüncelerin Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisiyle birçok yönden benzeşmesi dikkatlerden kaçmıyor elbette. Nitekim Kautsky, Hardt ve Negri’den çok önce, salt ekonomik açıdan, kapitalizmin artık yeni bir evreye, tekellerin yöntemlerinin uluslararası politikaya damgasını vurduğu bir tür “ultra-emperyalizm” evresine girmesinin imkansız olmadığını söylemişti. Ve devamında Kautsky, tüm dünya emperyalizmlerinin birbirleriyle savaşmak yerine, birleşerek, emperyalist ülkelerin uluslararası mali sermaye koalisyonunun çıkarına, dünyanın kolektif sömürüsüne kendilerini adayacakları bir kapitalist rejim altında, savaşsız bir döneme gireceğimizi iddia etmişti.
Bu benzerlik karşısında şu soruyu sormak pek de mantıksız olmasa gerek: “Ultra-emperyalizm” teorisi birkaç yıl içerisinde 1. Dünya Savaşı’na çarparak dağılan Kautsky’i bile aşamayan bir “İmparatorluk”, küreselleşme ile öngörüleri daha da pekişen Lenin’in emperyalizm teorisinin aşıldığına bizi nasıl ikna edebilir ki?
Gelelim “çokluk” fikrine… O denli bulanık bir kavram ortaya atıyorlar ki Hardt ve Negri, ne ilk ne de son kitaplarında “çokluk” konusunda tek bir berrak, açık, net bir paragrafa rastlamak mümkün. Yazarlara göre, genel zekanın ortaya çıkışı (bilim, iletişim ve dilin, hiçbir dolayım olmadan, bizzat üretici güce katılarak, yeni bir soyut emek türü oluşturması), emek gücünde radikal değişikliklere yol açmıştır. Emek gücünün, onlara göre yeni olan bu niteliğinin, aslında yeni olmadığını biliyoruz. Marx’ın, daha o zaman, makineyi, birikmiş sermaye ve cansız emek olarak analiz etmesi, bize, Kapital’de toplumsal ilişki içinde analiz edilen emek gücü ve emeğin, bu nitelikleri taşıdığını gösterir. Sadece tek fark, Marx bu nitelikler üzerinden kapitalist birikim rejiminin özgül yasalarını çıkartırken, Hardt ve Negri, bunu, kapitalizmin aşıldığının bir kanıtı sayıyorlar.
Bunun dışında Marx, pek çok eserinde sınıfı ve üretim içinde bulunduğu konumu gayet açık bir dille tanımlamıştı. İşçi sınıfının neden devrimci bir özne olduğunu, en başta da sınıf çatışması temeline oturtarak analiz etmişti. Oysa Hardt ve Negri, bir yandan ateşli devrim çağrıları yaparken, diğer yandan, “hiçbir zayıf halkası bulunmayan İmparatorluk”la, nasıl bir konumda bulunduğu belli olmayan bir “çokluk”un başa çıkabileceğini iddia ediyorlar! Üstelik “çokluk”un ne olduğu sorularına verdikleri yanıt, daha da kafa karıştırıcı. Örneğin; bütün bir kitap boyunca “çokluk”un ne olduğunu okuyucularına tanımlamaya çalışırlarken, kitabın sonunda, asıl önemli olanın, “çoklukun ne olduğu” değil, “neye dönüşmesi gerektiği” sorusu olduğunu söylüyorlar. Bu da “çokluk”un maddi bir güç olmaktan ziyade, bir olanaklar dizisi, daha doğrusu bir ilişkiler bütünü olduğunu ima ediyor.
Elbette Hardt ve Negri’nin ortaya attıkları tezler üzerine çok fazla şey söylenebilir. Burada sadece ana argümanlarını incelemeye çalıştık. “İmparatorluk” ve “Çokluk”ta, her ne kadar, sadece bir dizi “kavramsal oyun” ile karşı karşıya bulunduğumuzu hissetsek de, bu fikirlerin, toplumsal muhalefet üzerinde dikkate değer bir etkiye sahip liberal solun ideolojik cephaneliğini güçlendirdiği muhakkak. Bunu AB tartışmalarında, sendikal hareketteki “toplumsal hareket sendikacılığı” eğilimlerinde, küreselleşme karşıtı otonom hareketlerde görmek mümkün. Hardt ve Negri’nin de, zaten bu rüzgarları dikkate alarak teorilerini geliştirdiğini unutmamak gerekiyor.

DİPNOTLAR
1- M.Hardt ve A.Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yay., 2001, çev: Abdullah Yılmaz. Kitap üzerine, çıktığı dönemden bu yana, hemen her ülkede kapsamlı tartışmalar yapıldı. Kitabın tezlerine dair ayrıntılı eleştiri yazıları daha önce Özgürlük Dünyası’nda da yayınlandığı için, burada sadece temel tezleri hatırlatmakla yetindik.
2- M. Hardt ve A. Negri, Çokluk, Ayrıntı Yay., 2004, çev: Barış Yıldırım
3- Hardt ve Negri’nin “kuramsal sorumluluğu”nu anlamak için, aşıldığını iddia ettikleri Lenin’in emperyalizm üzerine yaptığı çalışmanın titizliğini hatırlamak, sanırız yeterli. 1. Dünya Savaşı’nın başladığı bir dönemde, o kadar politik yoğunluğunun arasında, aylar boyunca kütüphanelere kapanarak, dönemin iktisatçılarının ciltler dolu eserlerinden tek tek istatistiki veriler topluyor. Ardından tezlerini kanıtlamak için amprik verilere başvuruyor, bu da yetmiyor; bankaların, tekellerin bilançolarından, sermaye ihracı eğilimini kanıtlayacak hesaplamalar yapıyor. Ve belki de en önemlisi, kendinden önceki çalışmaları yok saymıyor, büyük bir dikkatle Hobson’un, Hilferding’in, Buharin’in emperyalizm üzerine yaptıkları çalışmaları inceliyor. Kapitalizmin tespit ettiği yeni eğilimlerinin felsefi yönlerini kaçırmamak için ise, tekrar dönüp Hegel külliyatını baştan sona eleştirel bir süzgeçten geçiriyor. Peki Hardt ve Negri ne yapıyor?
4- Hardt ve Negri, ne “İmparatorluk” ne de “Çokluk”ta hiç bir istatistiki veri vermiyorlar. Oysa kendi teorilerinin öncülleri olarak kabul ettikleri ve kitaplarında atıflar yaptıkları birçok çalışma, küreselleşmenin yol açtığı değişimi tartışırken, iktisadi ve istatistiki verileri daima göz önünde bulunduruyorlardı.
5- Marx’ın emek-değer teorisine yönelik her dönem eleştiriler olmuştur. Hardt ve Negri de, aslında kendilerinden önceki eleştirilerden çok farklı bir yaklaşım sergilemiyorlar. Benzer biçimde, işçi sınıfının devrimci konumu da, aynı eleştirilerin hedefi olmuştur. Değer yasası ve sınıfın devrimci konumu üzerine bir tartışma, bu yazının sınırlarını bir hayli aşacağı ve ayrı bir yazı konusu olduğu için burada yer verilmemiştir.
6- Burada kastettiğimiz “teorilerin teorisi”, elbette yeni bir teori inşa ettikleri anlamına gelmiyor. Söylenen, daha çok, Hardt ve Negri’nin kitaplarının, kendilerinden önce yapılan küreselleşme, sınıf, siyaset vb. üzerine tartışmaların bir araya toplandığı bir “katalog” görünümünde olmasıdır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑