Marksist siyasi analizin önündeki en yakıcı ve önemli görev, kapitalizmin işleyişiyle güncel siyaset arasında ilk bakışta görünmeyen, birçok farklı dolayım içeren bağlantıları kurabilmektir. Bu analizin yokluğunda, sosyalist muhalefetin belirli bir iktidara karşı verdiği mücadele soğurulma ve düzenin restorasyonuna yedeklenme riski içerir. Marksist analiz, pergelinin iğnesini modern demokrasinin temel çelişkisi olan sınıf tahakkümüne oturtarak, düzenin krizinin nasıl demokratikleşme yönünde değerlendirilebileceğini aydınlatır. Bunu yaparken, Marksist analiz, soyut bilimsel yasalardan tümdengelim yöntemiyle duruma özgü varsayımlar çıkarsamaz. Böyle bir analiz pozitivist bir yaklaşıma uygundur ve sonuçta, elimize, ancak deneysel ortamda test edilebilecek varsayımlar verir. Tersine, Marksist analiz, somut durumun somut tahlilinden yola çıkar. Başka bir deyişle, gündelik hayattaki olgu ve olaylarda sınıf tahakkümünü araştırarak ve teşhir ederek. Bunu yaptığı ölçüde, Marksist analiz, kapitalizmin çelişkilerini ve anti-demokratik karakterini kitlelere ifşa eden bir işlev görür; analiz ederken örgütler. Marksizmin klasikleri ve temel kuramları belirli siyasi ve toplumsal konjonktürlerde yapılmış müdahalelerdir. Bugün böyle bir müdahaleye her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Önünüzdeki yazı bu müdahaleye sınırlı bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.
*
Bu yazıdaki temel konumuz AKP ve Batı ilişkisidir. Gelinen noktada Batı’nın Erdoğan Hükümeti’ni gözden çıkardığı, verili koşullarda bu Hükümet’in iktidarını sürdürme olasılığının kalmadığı herkesin malumudur. Ancak bu noktaya nasıl ve neden gelinmiştir? An itibariyle Türkiye’de nasıl bir siyasi oluşum Batı’nın çıkarlarını tatmin eder? Bu sorular, Türkiye’de derin bir krize girmiş olan düzenin restorasyonunun ipuçlarını gösterecektir ve bunun için sosyalistlerin mutlaka üzerine kafa yorması gerekir.
BATI İTTİFAKI VE TÜRKİYE
Öncelikle Batı kavramıyla başlayalım. Batı’dan kastımız, sadece coğrafi bir mekan veya kültürel-tarihsel bir bütünlük değildir. Batı kavramı, bu analizde, Kuzey Amerika ve Avrupa coğrafyasına hakim olan siyasi iktidarların oluşturduğu bir stratejik ittifakı nitelemektedir. Soyut bir kavram olmanın aksine, NATO, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı, AB, ulus-devletler, yatırımcı birlikleri, düşünce kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, değişim programları, burslar, hibeler vesaire gibi somut kurumlar, kurallar ve öznelerin etkin olduğu somut bir ilişkiler bütünüdür. İttifakın temelinde, dünya çapında sermaye birikiminin sömürü ilişkisinin sürdürülmesi yatar. İttifakın üzerinde yükseldiği ve hizmet ettiği ortak çıkar budur.
Batı ittifakının önemli bir özelliği, onu devlet örgütlenmesinden ayıran yönüdür. Kapitalist devlet, burjuvazinin ortak ve uzun vadeli çıkarlarını ve kapitalizmin yeniden üretme işlevini görür. Ancak bu, tekil sermaye grupları ve burjuva klikleri arasında şiddetli çatışmaların olmayacağı anlamına gelmez. Sonuçta kapitalizm şu ya da bu kapitalistin ürünü değildir, onu oluşturan bireylerin ötesinde toplumsal bir ilişkidir. Dünya siyasetini iç siyasetten ayıran nokta, devlet benzeri bir örgütün olmamasıdır. Dolayısıyla sınıf tahakkümü, dünya çapında, temel olarak ulus-devletler ve onların oluşturduğu kurum ve kurallar üzerinden yeniden üretilir. Dünya çapında hammadde ve pazar için birbiriyle rekabet eden ulus-devletler, kapitalizmin ortaya çıkışında vazgeçilmez bir tarihsel işlev üstlenmişlerdir. Geldiğimiz noktada bu işlev azalmamış, tersine artmış, ancak kapitalizmin ihtiyacına yönelik farklı bir biçim kazanmıştır.
Batı özelinde bu güncel biçimi Peter Gowan’ın analizi eksiksiz tarif eder. Gowan’a göre, Batı İttifakı’nın kurucu unsurları şunlardır (Gowan 2000: 13-19):
1. Ortak kapitalist çıkarlar: NATO’nun kuruluşu, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ve sonrasında Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun oluşumu ve Alman kapitalizminin canlandırılması ve dünya kapitalizmiyle bütünleştirilmesi için gerekli çerçeveyi sağlamıştır. Başka bir ifadeyle, Avrupa Birliği’ni oluşturan siyasi oydaşma transatlantik ittifakı sayesinde mümkün olmuştur ve bu ittifakın belkemiğidir.
2. Çatışan kapitalist çıkarlardan kaynaklanan içerideki gerilimler: Süveyş Krizi veya de Gaulle’ün Fransa liderliğinde bir Batı Avrupa ittifakı kurma girişiminin gösterdiği gibi, Batı Avrupa ve ABD arasındaki ilişkiler her zaman belirli gerginlikler içermiştir. (Ukrayna’da Almanya ve ABD arasındaki açı farkı, bunun başka bir tezahürüdür.) Ancak doların dünya ekonomisindeki hakimiyeti, dünya enerji kaynakları üzerindeki Amerikan kontrolü ve müttefiklerini birbirine karşı oynayabilme kapasitesi, ABD’nin bu ittifaktaki hegemonyasını sağlamakta ve devam ettirmektedir.
3. ABD hegemonyası: Bu hegemonya sadece ekonomik ve askeri kaynaklar üzerine kurulu değildir. NATO’yla beraber, ABD, Avrupa üzerinde kurumsallaşmış siyasi bir hakimiyet kurmuştur. Bu hakimiyetin temelinde ABD’nin “olağanüstü hal” ilan edebilme gücü yatmaktadır. Soğuk Savaş zamanında Sovyetler düşmanlığı temelinde gerçekleştirilen bu “olağanüstü” veya “kuraldışı” müdahaleler, Soğuk Savaş sonrasında da sürmektedir. Kosova, Afganistan, Irak, Libya bu olağanüstü hal rejimlerine örnektir. Bütün bu müdahalelerde temel karar mercii ABD olmakta ve böylece hakimiyetini sürdürmektedir.
4. “Çocukların önünde olmaz” ilkesi: NATO-AB oluşumunun en önemli unsurlarından biri kapalı bir devlet eliti ve kolektif bir siyasi sistemdir. Bu sistem kapitalistlerarası çatışmaları seçmenlerden gizli saklı çözmeyi amaçlar. Gowan’ın “NATO siyasasının aktif yurttaşları” adını verdiği elitler, NATO ve AB organlarında görev alırlar. (Bu siyasi elitlerin kariyerleri, üye devletler, NATO ve AB kurumları arasındaki geçişliliği gözönüne sermek için yeterlidir.) İttifaka üye devletler, kendi aralarındaki sorunları bu kurumların duvarları arasında çözme konusunda anlaşmışlardır. Diğer üyelere karşı görüşlerini, İttifak’ın diğer üyelerinin seçmenleri nezdinde dile getirmezler. Sadece ABD bu kuralın dışındadır, çünkü her konuda olduğu gibi, bu konuda da, kuralın istisnasına karar veren hakimiyeti elinde tutmaktadır. ABD, hegemonik lider olarak, siyasi hedefleri doğrultusunda İttifak’ın seçmenleri nezdinde siyasi kampanyalar yürütebilmektedir.
Gowan’ın analizi çerçevesinde Türkiye’nin Batı İttifakı konumunu “ortak kapitalist çıkarlar” temelinde açıklamak gerekiyor. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen “kurucu yıllarda” hem NATO hem de bugün AB olarak bilinen projeyle ilişkilenmiş, dünya sermaye birikimine eklemlenmiş ve bu doğrultuda bir işbölümünün parçası olmuştur. Ortak Pazar’a dahil olmaya ilişkin endişelerin aşıldığı 1980’lerden itibaren Türkiye burjuvazisinin ortak ve uzun-vadeli çıkarları, AB ve NATO tarafından belirlenen Batı İttifakı’yla beraber hareket etmektir. Bu ortak çıkarlar ve işbirliği zaman zaman çıkar çatışmalarına maruz kalsa da, ABD hegemonyasının işlevi tam da bu nokta da ortaya çıkmakta; gizli diplomasi ve gerekirse açık uyarı ve cezalandırmayla uyum tekrar sağlanmaktadır. Batı kamuoyunda AKP’ye yönelik ortaya çıkan tepki bu çerçevede değerlendirilmelidir.
AKP’NİN İFLASI
İttifak içinden AKP’ye yönelen ve giderek öfkesi artarak hiddetlenen tepkinin temel nedeni AKP’ye yapılan yatırımın batmış olmasıdır. Yıllarca AKP’yi İslam ve Ortadoğu dünyasına “model ülke” olarak sunan İttifak, modelin çökmesiyle, kendi inandırıcılığını, kendi kredisini batırmıştır. “Model” bir ülke nasıl bu hale düşebilir? Düşerse, bu, modelde bir hata olduğunu göstermez mi? NATO ve AB bir ülkenin demokratikleşme çıpasıysa, demek ki, bu çıpa AKP örneğinde işe yaramamış, işlevini yitimiştir. Türkiye içinde bu modelin pazarlamasını yapan başta sağ ve sol liberaller olmak üzere tüm çevrelerin inandırıcılığı ve işlevselliği tehlike altındadır. AKP’yle artık yürünemeyeceği ortaya çıkmış, ancak İttifak’ın ortak çıkarlarını yürütecek bir idareyi kurmadan hem NATO-AB hem de bu çıkarların Türkiye’deki savunuculuğunu yapacak çevrelerin itibarının tazelenmesi, diğer bir deyişle restorasyon elzemdir.
Batı’daki AKP eleştirisini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bu eleştiriler, AKP’nin iddia ettiği gibi, 1 Mart tezkeresiyle veya Mavi Marmara’yla başlamadı. Şüphesiz bu iki olay da AKP’nin Amerikan Yeni Muhafazakarlarıyla arasını açtı. Ancak Bush’un iktidarının sonlarına doğru Yeni Muhafazakarların Amerikan dış politikasındaki ağırlıkları azalmaya başlamıştı. Ocak 2009’da Obama’nın işbaşına gelmesiyle bu eğilim güçlendi. Nitekim Obama ilk Avrupa gezisinde Türkiye’ye iki günlük bir ziyaret gerçekleştirerek, AKP’ye verdiği önemi ve açtığı krediyi belli etti. Gerçekten de, ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekilme stratejisinde Türkiye’ye önemli bir rol düşmekteydi. 18 Aralık 2010’da başlayan Arap isyanları da Türkiye’nin İttifak açısından işlevselliğini pekiştirdi. 2001’den itibaren AKP’ye yapılan ve Nisan 2007’de sermayesi genişletilen yatırımın getirisini görme zamanı gelmişti. Model güncellendi ve tekrar piyasaya sürüldü
Obama dönemi ABD’nin Ortadoğu stratejisini uzun uzadıya bu yazıda ele almak mümkün değil. Ancak AKP’nin Amerikan stratejisiyle neden ters düştüğünü kısaca belitmekte fayda var:
1. Irak’tan çekilme, Türkiye’nin aynı anda hem Bağdat hem de Hewler’le iyi ilişkiler sürdürmesine dayanıyordu. AKP ise, bu gerekliliği, Özal’ın emperyalist iştahını aratacak bir şekilde yorumladı. İsminin defalarca reddedilmesine karşın neo-Osmanlıcılık tekrar tedavüle sokuldu. Buna göre, Ortadoğu’da zaten yapay olan sınırlar değişebilir, Sünni neo-Osmanlı kimliği üzerinden Türkiye nüfuz alanını Güney Kürdistan’a doğru genişletebilirdi. Hewler, enerjisini dünya piyasasına ulaştıran ve Kürdistan’a sermaye getiren bu yaklaşıma karşı çıkmadı; daha doğrusu, AKP’nin fantezilerini umursamadı. Bu, kendi çıkarları açısından da yanlış bir hamle sayılmazdı. Sonuçta, gelinen noktada, kendine meşruiyet sağlasın diye Barzani’yi Amed’e çağıran Erdoğan oldu.
Ancak neo-Osmanlıcı diplomasi Bağdat’ta ve arkasındaki İran’da muazzam bir tepki yarattı. Erdoğan Hükümeti bu tepkiyi de doğru yorumlayamadı. ABD’nin İran müttefiği bir Bağdat’tansa kendini desteklemeye muhtaç olduğu, bu ihtiyacı da Arap Baharı sürecindeki liderlik rolüyle perçinleyeceğini düşündü ve yanıldı. ABD’nin bölgede hiçbir devletin liderliğine tahammülü olmadığını, bölge devletleri arasındaki rekabetin ABD’nin bölge hakimiyeti açısından işlevselliğini ve Obama yönetiminin İran’la diyalog seçeneğinin önemini hesaba katmadı.
2. Arap Baharı’nın ışığı çabuk söndü. Erdoğan’ın Arap isyanlarından sonra kurulan hükümetlere gerçekleştirdiği Kuzey Afrika ziyareti, AKP’nin bölgesel güç olma hayallerinin ne kadar boş olduğunu açıkça gösterdi. Mısır’da laiklik ve demokrasi dersi veren Erdoğan’a, Müslüman Kardeşler’den, kısaca “nasıl Müslüman olmayı senden mi öğreneceğiz” mesajı verildi. Mısır’ın İsrail’le 1978’de imzaladığı Camp David’i rafa kaldırmasa da, Müslüman Kardeşler, Haziran 2007’den beri Gazze şeridini kontrol eden Hamas’la ilişkileri, İran donanmasının Akdeniz’e girişine izin vermesi ve BRICS ülkelerinden gelen üyelik teklifi gibi örneklerde görüleceği üzere, Erdoğan’a ihtiyacı olmayan bir iktidardı. Uluslararası piyasalardan gelen sermaye sayesinde açtığı sınırlı kredi haricinde, Erdoğan’ın Mısır’a vaad edebileceği bir şey yoktu.
Müslüman Kardeşler iktidardan düşerken Erdoğan’ın Batı’ya karşı hırçın bir tavır sergilemesi ve Batı’yı ikiyüzlülükle suçlaması, AKP döneminde sıkça rastlanan bir kriz yönetimi fiyaskosuydu. Bir yandan bölgesel yalnızlaşmasını tetikleyen, diğer yandan Batı’nın kendisine verdiği desteğin koşulsuz olmadığını farkeden Erdoğan Rabia’nın el işaretini benimser ve kefenli AK gençlere seslenirken, kendisini iktidara getiren güçlere savaş açtığının herhalde farkındaydı. Ancak belli ki, on küsur senelik iktidarından sonra onlara ihtiyacı olmadığını düşünüyor; daha doğrusu, kendinden başka bir siyasal alternatif olmadığını hesaplıyordu.
3. AKP en büyük hatasını Suriye’de yaptı. Göçmenlere insani yardım ve Suriye’deki iç savaşı önleyici bir diplomasi izleseydi, sadece Batı açısından çok daha işlevsel bir dış politika izlemiş olmaz, aynı zamanda ülke güvenliğini de riske atmamış olurdu. Yeni neo-Osmanlıcılığın (ve Davutoğlu’nun “Büyük Stratejisi”nin) iflas ettiği yer Suriye oldu. Erdoğan’a göre 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesinin en önemli sonucu, “çuval olayı”nda görüldüğü gibi, Türkiye’nin Saddam sonrası Irak’tan açıkça kovulmasıydı. Davutoğlu 1 Mart tezkeresine karşıydı ve bu tavrını sonra da savundu, Libya’da NATO müdahalesi tartışmalarında da bu tutumunu sürdürdü. Kaddafi’yle iyi ilişkilere sahip Erdoğan da önce bu tutumdaydı. Ancak NATO’nun müdahale kararı vermesiyle, Erdoğan, Irak’ta başına gelenin tekrarlanmasından korkarak, dört elle müdahaleci bir siyasete sarıldı.
Suriye’deki olaylar çıktığında, Erdoğan, Libya’da Sarkozy’nin oynadığı rolü oynayabileceğini sandı. Bu yanılsama, ancak, Batı İttifakı’ndaki işbölümünde Türkiye’yle Fransa’nın aynı konumda olduğunu zannetmekle açıklanabilir. Sarkozy gibi davranmakla Fransa’nın statüsüne ulaşılmaz. Mevcut uluslararası siyasette statü değişikliği, mücadele ve savaşla mümkündür. AKP gibi, uluslararası piyasalardan sermaye ihracıyla değirmeni döndüren ve NATO ittifakıyla güvenliğini sağlayan bir aktör için, Suriye politikası tam bir çelişkiydi. Katar ve Suudi sermayesiyle dışarıdan alınan silahlarla, Türkiye, ancak Suriye’deki savaşın lojistik merkezi olabilirdi. Başka bir ifadeyle, dünya ekonomisindeki işbölümünde Türkiye’nin yeri neyse, Suriye savaşında da yeri oydu: aracılık, depoculuk, yan sanayii ve ulaştırma.
4. Mısır’daki darbe ve Batı İttifakı’nın bir yandan Cenevre II diğer yandan İran’la nükleer enerji görüşmeleri, AKP’nin diplomatik yalnızlaşmasını derinleştiren ögeler oldu. Suriye politikasına dair, ABD dış politika ve güvenlik çevrelerinde, açıkça ABD çıkarları ve Türkiye’nin politikalarının çatıştığı dile getirilir oldu. Amerikan stratejistlerine göre, Türkiye’nin “mezhepçi politikaları” (neo-Osmanlıcılık) hem Suriye’de savaşan tarafların uzlaşmasını engellemekte, hem Irak’ta ve Lübnan’da istikrarsızlığı beslemekte ve hem de tüm bu coğrafyada el-Kaideci ve Selefist unsurları güçlendirmekteydi. Bu aşamada, AKP’nin yalnızlığı bizzat kendi propaganda görevlileri tarafından açıkça ifade ediliyor ve hatta ahlaki bir vernikle parlatılarak, haklı gösterilmeye çalışılıyordu. Amerika doktoralı Başbakan danışmanı İbrahim Kalın’ın “değerli yalnızlık” kavramı bu bağlamda ortaya çıktı.
Yalnızlaşmanın en önemli yönlerinden birisi, Suudi Arabistan ve Katar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıktı. Önceleri Suudi el-Arabiya ve Katar el-Cezire yayın organlarının editöryel farklılıklarından sezinlenen bu anlaşmazlık, Mısır’daki darbe esnasında açık savaşa dönüştü. Suudiler ve Mısır’daki müttefikleri Selefi el-Nur Partisi Sisi’ye ve darbeye destek verirken, Katar Müslüman Kardeşleri desteklemeye devam etti. İran’ın Körfez’deki ağırlığına karşı bir arada duran Katar ve Suudi Arabistan, Mısır’daki meydan muharebelerinde birbirleriyle savaştılar. Son olarak, Mart 2014’te, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar’dan elçilerini çektiler. Bu çatışmanın boyutlarının nereye kadar büyüyeceğini göreceğiz. Ancak diplomatik iflasın ötesinde, AKP açısından önemli bir nokta, bu gelişmelerin inkar edilemez bir şekilde İslamcılığın çöküşüne işaret ettiğidir. AKP’nin belkemiğini oluşturan kadroların içinden geldiği bu geleneğin iflası, şüphesiz ideolojik bir buhranın habercisiydi. İslamcılık üzerine Mümtazer Türköne ve Ali Bulaç arasında 2012 yılında çıkan tartışma ve bu tartışmanın yayılma hızı, bu ideolojik krizin önemli bir göstergesiydi. 7 Şubat 2012, Gezi ve 17 Aralık 2013 gibi dönüm noktaları bu krizin siyasi önemini artırdı ve AKP iktidarının Cemaat ve Erdoğan bloklarının uzlaşmasını olanaksız kıldı. Bu noktada, Gezi’de ve Cemaat’le mücadelesinde Batı İttifakı’nı Türkiye’ye karşı komplo kurmakla suçlayan Erdoğan, artık kesinlikle İttifak’ın ortak çıkarlarını koruyan bir partner olmaktan çıktı, giderek bir güvensizlik unsuru olmaya başladı.
BATI’NIN AKP ELEŞTİRİSİ
Gezi’de günlerinde The Economist dergisinin Erdoğan’ın yüzünü III. Selim’in resmine fotoşoplaması, CNN International’da Christian Amanpour’un İbrahim Kalın’ı “zamanınız doldu” diyerek yayından alması ve Taksim Meydanı’ndan polis saldırısını canlı yayınlaması, Erdoğan yatırımının iflas ettiğini tüm dünyaya duyuyordu. Erdoğan bunun farkına vardığı için, Rabia’da Batı’yı yerden yere vurdu. Bu noktada, bir yandan AKP iktidarında yapılan yolsuzluk, Suriye’de el-Kaide’ye destek ve Roboski Katliamı gibi suçların ağırlığı, diğer yandan bunların üstünü örtmek amacıyla yargı ve yasamaya gerçekleştirilen darbelerle anayasanın fiilen askıya alınması, hükümetin her adımında kendisini daha da dibe batırdı. Başka bir deyişle, AKP kendi kendini köşeye sıkıştırdı. NATO üyesi ve AB adayı olan bir “model ülke”de restorasyon Sisi gibi gelemezdi, önce Erdoğan kitleler nezdinde itibarını tamamen yitirmeliydi.
Bu bağlamda, Batı’nın Gezi sonrası dönemdeki AKP eleştirileri, rejimin günahlarını ve iflasının nedenini Erdoğan’ın üstüne yıkarak, hem Batı İttifakı’nın hem de Türkiye’de AKP’ye destek veren sermaye sınıfının itibarını kurtarmak üzerine kuruldu. Dolayısıyla eleştirilerdeki söylem, “model”in çöküşünü, dizayn değil, sürücü hatasına dayandırmalıydı. Bunun için, AKP’nin iktidara geliş sürecinin temel aktörlerinden olarak sunulan “orta sınıf” şimdi AKP istibdadına karşı “Gezi’nin öncüsü”, yaşam tarzı ve Twitter özgürlüğünün baş savunucusudur. Yükselen Anadolulu Müslüman burjuvazisinin timsali olarak dünyaya sunulan Boydak grubunun Erdoğan’a karşı Koç’un yanında saf tutması, bu açıdan kayda değerdir. Keza Koç’un da, Hürriyet gazetesinin başsayfasına verdiği röportajda tespih koleksiyonunu göstererek “Biz de Anadoluluyuz” mesajı vermesi, dikkatten kaçmamalıdır. Modelin temel aktörü suçtan ve günahtan arındırılmalı, İttifak’ın ortak çıkarları (yani burjuvazinin sınıf birliği) korunmalıdır. Kendisi, Osmanlı burjuvazisini fiziksel olarak ortadan kaldırarak onun yerini alan ve İstanbul’a yerleşen Türk-Müslüman burjuvazi, şimdi Anadolu’da yeni yetişen kardeşlerine ağabeylik yapmak gerektiğini anlamış, son TÜSİAD Genel Kurulu’nda İshak Alaton “1997’de hazırladığımız demokratikleşme raporunun destekleseydiniz bunlar hiç başımız gelmezdi” diyerek, sınıf hafızasına yer edecek bir eleştiri getirmiştir. Tabii ki bu eleştiriler, tıpkı Batı İttifakı’nda olduğu gibi, “çocuklar önünde” yapılmamaktadır.
“Model”in önemli bir diğer ayağı, orta sınıfların doğal ve içkin özelliği olduğu varsayılan “Batı değerleri” ve liberal demokrasidir. AKP, tam da Batı değerleri ve kurumlarının temsilcisi olarak, Batı tarafından desteklenmiş ve pazarlanmıştı. Şimdi Batı modelinin vazgeçilmezliği, ancak, “Erdoğan’ın hırsı”, “otoriter zihniyeti”, “Türkiye’deki devlet geleneği” ve “AKP’nin devletleşmesi” gibi anlatılarla inandırıcı kılınabilir. Sorun, Batı İttifakı’nın Türkiye ve Kürdistan halklarına sunduğu “demokratik model”in niteliğinde değil, bu modeli uygulayamayan hükümetin iradesinde aranır. Böylece, AKP eleştirisi ve AKP’ye muhalefet düzenin restorasyonuna yakıt olabilir. Restorasyon, tıpkı Jiu Jitsu sporu gibi, karşısındaki gücün enerjisini ona karşı kullanarak, hasmını alteder. HDP’nin etkisizleştirilip, CHP-MHP-Cemaat ittifakının AKP’ye karşı tek gerçekçi ittifak olarak sunulması, şüphesiz bu restorasyon döneminin temel dayanak noktasıdır. Batı açısından soru, bu ittifakın Batı modeliyle uyumlu bir hatta nasıl oturacağıdır.
ALTIN VURUŞ: AVRASYACILIK
CHP-MHP-Cemaat koalisyonunun Batı İttifakı için bir seçenek haline gelmesi, AKP’yi anti-emperyalist bir pozisyona mu iter? Eğer “One Minute”ün, Mavi Marmara’nın veya Erdoğan’ın Batı ittifakına karşı izlediği Suriye siyasetinin anti-emperyalist olduğunu düşünüyorsanız, evet! Böyle bir yaklaşım, emperyalizmi, bir içsel bağıntılar bütünü olarak değil de, Düvel-i Muazzama’nın iradi ve öznel hareketleri olarak algılar. Bu, Antik Yunan mitolojisinde doğa olaylarını insan biçimli Tanrıların irade ve eylemleriyle açıklamaya benzer. Emperyalizm, bir ilişkiler bütünü olarak, onu oluşturan öznelere indirgenemez. Bu anlamda, Gowan’ın analizinde göze çarpan en önemli özellik, Batı İttifakı’nın, Atlantik’in iki kıyısındaki farklı ülkelerin sınıflarının çıkarlarının ortaklaştığı bir ilişkiler bütünü olmasıdır. Başka bir deyişle, İttifak, üyelerinin arasında içsel bağıntıların bir ürünüdür, üye ülkelere dışsal bir güç değildir. Türkiye’deki Ulusalcı-Avrasyacıların, Sol Kemalistlerin ve Kemalist-Solcuların gözden kaçırdığı nokta budur. Daha önce, Özgürlük Dünyası’ndaki bir yazımda, Kemalist-Ulusalcı olarak tanımladığım bu yaklaşımın yetersizliğini somut bir soru üzerinden ifade etmiştim: “AKP ABD-AB bloğunun projesi ise, bu proje neden Türkiye’nin bu bloktan uzaklaşmasını öngören bir eksen kaymasına yönelmiştir?” (Birdal 2013: 10) Kemalist-Ulusalcı yaklaşımın analitik yetersizliği, içinde bulunduğumuz konjonktürde önemli bir siyasi savrulmaya gebedir. Gelinen noktada, AB ve ABD’nin güçlenen Türkiye’ye (kendisine diye okuyunuz) karşı bir komplo içinde olduğunu iddia eden Erdoğan, Suriye’de karşı saflarda kıyasıya mücadele ettiği Rusya’dan, Şangay Beşlisi’ne girmek için yardım talep etmektedir. Askeri okullardan öğrencilerin artık ABD’de West Point’a değil, Çin’e ve Güney Kore’ye gönderileceği haberleri çıkmakta, füze alımı konusunda belirsizlik sürmektedir. Tıpkı eksen kayması tartışmalarında olduğu gibi, şimdi de, emperyalizm tahlilini “ulusal egemenlik” ekseninde yapan Kemalist-Ulusalcılık, AKP’nin iç ve dış siyasetinin muhtevasını kavramaktan acizdir. O halde, yıllardan beri AKP’nin en azılı düşmanı olan Ulusalcı-Avrasyacı kesim, bugün emperyalizme karşı Erdoğan’a “Dik Dur Eğilme!” diye alkış mı tutacaktır?
Bu bağlamda, Erdoğan’ın son dönemde Avrasyacılığı keşfetmesini, anti-emperyalizm değil, iktidardan düşme belirtisi olarak yorumlamak gerekir. Erdoğan’ın Moskova çıkışı, NATO’da en uzun süre görev yapmış general olan Tuncer Kılınç’ın, Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri olarak, Mart 2002’de, icabında Türkiye’nin Batı İttifakı yerine Rusya ve İran’la ittifak yapabileceğini açıklamasına benzemektedir. 1000 yıl süreceğini sanan 28 Şubat rejimi gibi, Erdoğan da, Türkiye’nin Batı İttifakı içindeki rolünü kendi iktidarını süreklileştirecek (2071 vizyonu!) şekilde yorumlamış ve bu yüzden elini yanlış oynamıştır. Ne Sarkozy, ne Bush, ne Merkel İttifak’ın vazgeçilmez unsuru değildir, Erdoğan da olmayacaktır. Ancak Erdoğan, izlediği dış politikayla, hem kendisini Batı İttifakı açısından vazgeçilmez, hem de iç politikada rakipsiz bir hale getirmeye çalıştı. Türkiye’yi önce bir “bölgesel güç”, sonra da bir “dünya gücü” haline getireceğini iddia eden Davutoğlu Doktrini’ni benimseyerek, Batı İttifakı açısından ifa edebileceği tek işlevi de yerine getiremez oldu. Oysa Türkiye’nin bölgede oynaması beklenen rol aracılıktır, başka bir ifadeyle güç simsarlığıdır. Bu rol, aşağı yukarı Orhan Kemal’in Hanım’ın Çiftliği romanındaki kahya karakterine benzer: temel işlevi, Hanım (yani Batı İttifakı) adına bölgedeki işlerin idaresine nezaret ve vekalet etmektir. Bazen çiftlik kayhasının güç gösterisine göz yumulur, bazen herkesin önünde kahya azarlanarak kimin iktidar sahibi olduğu hatırlatılır (Kerry’nin, Davutoğlu’yla ortak basın toplantısındaki “Ahmet sen mi açıklarsın ben mi söyleyeyim içişlerinize karışmadığımızı” lafı böyle bir andır!). Hele hele kahyanın Hanım’ın kızına göz dikmesi (yani sınıf atlama hevesi) asla ve asla hoş karşılanmaz, mutlaka cezalandırılır. Benzer bir şekilde Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin sınıf atlama –yani Batı İttifakı içindeki statüsünü yükseltme– hevesi hoş karşılanmamıştır. Erdoğan-Davutoğlu stratejik aklının hatası, ekonomik, askeri, toplumsal kaynakları ve sağlam ittifakları olmadan, bölgesel hegemon olabileceklerini hayal etmekti. AKP’nin Batı’yla ilişkisini doğru değerlendiren Türkiye’deki sosyalistler, anti-emperyalizmi kahyalıkla karıştırmamalı, marabayla saf tutmalıdır. Sınıf atlamak yerine, sınıfını seçen bir dış politika eleştirisi, Türkiye’deki demokratikleşmeyi moda dergilerinden model kalıbı kesen zihniyetten kurtaracak, halkların inşa ettiği bir süreci başlatacaktır.
Kaynaklar
Birdal, Sinan (2013) AKP Dış Politikası Üzerine Tezler. Özgürlük Dünyası 248: 8-13.
Gowan, Peter (2000) The Euro-Atlantic Origins of NATO’s Attack on Yugoslavia. Masters of the Universe, Tariq Ali (Der), Londra: Verso, ss. 3-45.