Türkiye’nin bölgesel güç olma hevesi ve emperyalizm meselesi

Gündelik gelişmeleri takip edenler için ABD ve Türkiye arasındaki ilişkiler zaman zaman kafa karıştırıcı olabiliyor. Emperyalizmi kapitalizmin örgütlenişiyle ilgili yapısal bir olgu olarak kavramak yerine dünya politikasındaki bir hegemonun siyasi tercihlerine indirgeyen yaklaşımlar Türkiye’deki mevcut siyasi kampları tekrar üreterek, etkin bir muhalefeti olanaksız kılıyor. Bu yazıda öncelikle bu yaklaşımın kısa bir eleştirisini yapacak, sonra AKP dış politika söylemindeki izdüşümünü irdeleyeceğim. Son olarak, Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinden AKP hükümetlerinin siyasi tercihleri ve izledikleri politikaları ABD ve Batı İttifakı’yla arasındaki gerilimleri açısından değerlendireceğim. Temel tezim, bu gerilimlerin nedeninin AKP’nin anti-emperyalist bir politika izlemesinden değil, emperyalist sistem içinde bir statü rekabetine girmesinden kaynaklandığıdır.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI
İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Türk dış politikasının temel yöneliminin, Batı İttifakı’na, onun ne kadar stratejik ve vazgeçilmez bir müttefiki olduğunu kanıtlamak olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye, vazgeçilmez olduğu sürece, Batı’nın ekonomik ve siyasi kaynaklarını kendi bölgesel amaçları ve bölgesel rakiplerine üstünlük sağlamak için kullanabilecektir. Soğuk Savaş yılları boyunca bu politikanın başlıca hedefi, Türkiye’nin NATO içinde kendisine rakip olarak gördüğü Yunanistan’a karşı Batı İttifakı içinden destek kazanmaktı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi farklı dinamikleri harekete geçirdi.
Soğuk Savaş sonrasında Türk dış politikasının öncelikli kaygısı, ABD ve Batı İttifakı’na, stratejik vazgeçilmezliğinin devam ettiği, hatta daha da önemli hale geldiğinin anlatılmasıydı. Sovyetler Birliği çöktüğüne göre ona karşı kurulmuş olan NATO ittifakı ve çevreleme politikası anlamsız hale gelmiş ve Türkiye’nin rolü belirsizleşmişti. Dünya siyasetinde rakipsiz hale gelen ABD’nin müttefiklerine daha az ihtiyaç duyması, Soğuk Savaş boyunca onlara güvenliklerini sağlayacağı güvencesini veren ABD’nin bu sözünün arkasında durup durmayacağı müttefiklerini endişelendirmekteydi. ABD ise, taahhütlerinden vazgeçmeme, ancak müttefiklerinin güvenliğini sağlayacak hegemonyasının ekonomik ve siyasi maliyetini onlara ödetme niyetindeydi. Birinci Körfez Savaşı ve Özal’ın “bir koyup üç alma” formülasyonuyla özetlenen neo-Osmanlıcılığı bu konjonktürde ortaya çıktı. Daha sonra Davutoğlu’nun dile getireceği birçok fikrin kökenini bu dönemde görmek mümkün. Özal’a göre, Cumhuriyetin kurucu kadroları –bilhassa İsmet İnönü– Lozan’da başarısız bir diplomasi izlemiş, Musul ve Kerkük’ü kaybetmişti. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Ortadoğu’da yeni bir hareketlilik başlamıştı ve Türkiye bu fırsatı kullanabilirdi. AKP gibi, Türkiye’nin bölgesel olarak yayılabileceği fikri, Özal’ın Kürt sorununa yaklaşımının da temeline yatmaktaydı.
Özal’ın dış politikasının Ortadoğu’da beklediği sonucu vermemesi, Türk dış politikasının Batı’ya yönelik pazarlama çabalarını sona erdirmedi. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu, Türkiye’nin Batı İttifakı içindeki konumunu muhafaza etmek ve sağlamlaştırmak için yaptığı kayda değer hamlelerdi. Bunların yanında Orta Asya cumhuriyetleriyle kurulan ilişkiler Batı’ya pazarlanmaya çalışıldı. The Economist’ten apartılan “Çin Seddinden Adriyatik’e Türk Dünyası” sloganı Demirel döneminin temel söylemi haline geldi. Elbette bütün bu çabaların altında, 24 Ocak Kararları’yla geçilen ihracata yönelik büyüme döneminin palazlandırdığı ihracatçılara rekabet edebilecekleri pazarlar ve ucuz hammadde temin edebilme dürtüsü vardı. Başka bir deyişle, Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikası, temelde neoliberalizmin güçlendirdiği sermaye fraksiyonlarının siyasi ihtiyaçlarıyla belirlendi. Dış gezilerinde uçağında işadamlarıyla dolaşan Özal bu yeni dış politikanın modelini oluşturuyordu.
AKP öncesi Türk dış politikasının son markası İsmail Cem de, daha sonra Davutoğlu’nun sıkça tekrarlayacağı “medeniyetler köprüsü” söylemiyle Türkiye’nin stratejik önemini vurgulamaya çalışan politikayı devam ettirdi. 1990’lı yıllar boyunca Somali, Bosna, Kosova gibi bölgelerde Batı İttifakı’na Türkiye’nin faydası, vazgeçilmezliği vurgulandı. AKP’nin iktidara gelmesi ve Bush’un Ortadoğu savaşları Türk dış politikasının pazarlama stratejisine yeni bir boyut daha katacaktı: Ortadoğu’ya model olabilecek demokrasiyle uyumlu “ılımlı İslam”. Ne var ki, Arap isyanlarıyla ortaya çıkan bölgedeki gelişmeler modelin çekiciliğini kısa zamanda sona erdirdi. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” konseptinin yerini “değerli yalnızlık” konsepti alırken, Türk dış politikası, Soğuk Savaş sonrası dönemin en zorlu kavşağına girdi. Bölgede giderek yalnızlaşan Türkiye, Batı İttifakı tarafından ise, bölgesel güç olma yolunda desteklenmesi bir yana “tahammül edilmek zorunda” olan bir müttefike dönüştü. Suriye’de Rusya’nın desteklediği Esad’ı dış politikasının biricik önceliği haline getiren Erdoğan’ın Moskova’da Putin’e “bizi Şangay beşlisine dahil ederseniz Avrupa Birliği’yle oyalanmayız” mesajı, küresel ve bölgesel güçlerin arasındaki çelişkilerden faydalanmaya çalışan kurnaz bir diplomasi değil, Batı’dan istediğini alamamanın yol açtığı çaresiz bir öfke ve küskünlüğün ifadesi olarak okunabilirdi ancak. Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla Karadeniz’de temel belirleyici güç haline gelmesi karşısında Türkiye’nin güvenlik için NATO’ya mecbur olması bu ifadenin ironisini daha da açığa çıkarıyor, AKP’nin dış politikasını tam bir Grek tragedyasına dönüştürüyor.
Bir NATO müttefiki olarak Türkiye’nin ABD’yle ters düşmesi şüphesiz bir çelişki. Bu çelişki, emperyalizmi dünya çapında toplumsal bir ilişki veya yapısal bir olgu olarak değerlendiren diyalektik bir yaklaşım açısından kapitalist birikimin doğasından kaynaklanır. Çelişki mantıksal değil, gerçektir ve diyalektik analiz, çelişkiyi ortadan kaldırmayı değil, ortaya çıkarmayı, belirgin hale getirmeyi, açıklamayı amaçlar. İdealist ve kaba maddeci emperyalizm analizleri ise, bütünü parçanın iradesiyle açıklayarak, emperyalizmi ABD’nin politikasına indirger, anti-emperyalizmi de ABD karşıtlığıyla sınırlar. Bu, anti-kapitalizmi, en büyük holdingle mücadeleye indirgemeye benzer. AKP’nin izlediği politikanın ABD’yle çelişmesi, Erdoğan’ın ABD’yi eleştirmesi veya ABD basınında Erdoğan’a yönelik eleştirilerin çıkması AKP’yi anti-emperyalist yapar mı? Emperyalizmin kapitalizmin örgütleniş biçimi olduğunu gözardı edip sadece siyasi bir düzeye indirgediğimizde, anti-emperyalizmle, kendi emperyalist hedefleri için emperyalizmin mevcut hiyerarşisini değiştirmeyi zorlayan bir politika arasındaki ayrımı da muğlaklaştırmış oluyoruz. Başka bir deyişle, emperyalizmi bir düzen olarak ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadeleyle emperyalist statükoyu değiştirmeyi ve emperyalist hiyerarşide yükselmeyi hedefleyen bir mücadeleyi ayırt etmenin yolu, emperyalizmi onu oluşturan öznelerin ötesinde bir ilişkiler bütünü olarak anlayabilmekten geçiyor. Nasıl ki iç siyasette statükoya karşı her hareket demokratik değilse, uluslararası siyasette de her statüko karşıtı hareket anti-emperyalist değildir.

ERDOĞAN’IN “ANTİ-EMPERYALİZMİ”: KİMSESİZLERİN KİMSESİ
Erdoğan’ın söylemi emperyalizme karşıtlığını sıkça dile getirir. 13 Ekim 2014’te Cumhurbaşkanı Erdoğan Marmara Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada dinleyicilere şöyle sesleniyordu:
“Yaklaşık 100 yıl öncesine kadar Bosna’dan Yemen’e, Gürcistan’dan Libya’ya kadar geniş bir bölge İstanbul’dan idare ediliyordu. Savaş sona erdiğinde ise idare ettiğimiz topraklar, bugün bile sahip olduğumuz topraklardan daha dar bir sınır içine hapsedilmek istendi. Özellikle Ortadoğu’da sınırların belirlenmesi bugün bile dikkate üzerinde durulması gereken konu. 20. yüzyılın başına kadar dünyada Ortadoğu diye bir coğrafi kavram yoktu. Ortadoğu kavramı bir coğrafi bölgeyi işaret etmek için değil petrol ve çatışma bölgelerini işaret etmek amacıyla icat edildi. Savaşın galibi olan egemen güçler Kahire’de bir masa etrafına oturdular, ellerine birer cetvel aldılar. Bu bölgede sancısı bugüne kadar devam eden sınırlar orada çizildi. Gerçekten sınırlara baktığınızda son derece keyfi, gerçeklikten uzak biçimde çizildiğini görürsünüz. Örneğin bölgedeki Şii halkı üç ayrı devlete, Türkmenler üç ayrı devlete dağıtılmıştır. Kürtler köylerinin dahi ortasından sınır geçirmek suretiyle üç ayrı ülkeye ayrılmıştır. Suriye, Irak gibi ülke isimleri 1. Dünya Savaşından sonra konulmuş isimlerdi.”
Erdoğan, bir yandan 1. Dünya Savaşı’nın galibi olan “egemen devletlerin” petrol kaynakları kontrol edebilmek için bölge halklarını bölerek Ortadoğu diye tanımladıkları coğrafyaya hakim olmalarını eleştiriyor. Diğer yandan, bütün bu coğrafyanın emperyalist müdahale öncesi İstanbul’dan idare edildiğini nostaljik bir özlemle dile getiriyor.
Kendi emperyal özlemlerine set çeken ve ulusal bütünlüğü tehdit eden bir faktör olarak emperyalizm karşıtlığı Türk milliyetçiliğinin başvurduğu temel anlatılardan biridir ve Erdoğan’ın siyasi söyleminde de sıkça karşımıza çıkar. 30 Eylül 2011’de Makendonya’nın başkenti Üsküp’te Uluslararası Balkan Üniversitesi’nin mezuniyet törenine katılan Erdoğan dinleyicileri emperyalizme karşı mücadeleye çağırıyordu:
“Emperyalist güçler arzularından hiçbir zaman vazgeçmiyorlar, vazgeçmeyecekler. Yani ezen ve ezilenler muhakkak olacak. İlk insanla başladı, sonuna kadar devam edecek. Mesele, bunun farkında olmak suretiyle bunu minimize edebilmektir, bu mücadeleyi verebilmektir.”
Ezen-ezilen ilişkisini kaçınılmaz, ebediyete kadar sürecek bir olgu olarak kabul eden bu söylemde, Erdoğan kendisini, tıpkı iç politikadaki “elit karşıtı” popülist söylemine benzer bir şekilde, ezenlerin karşısında ezilenleri temsil eden bir aktör olarak kurguluyor. 20 Temmuz 2013’te Kastamonu Havaalanı’nın açılışında yaptığı konuşmada Erdoğan, ezilenlere sahip çıkmayı Türk milletinin tarihi bir misyonu olarak tanımlıyor:
“Tarihimize bakınız. Nerede, hakkı yenen, ekmeği elinden alınan, dinine, inancına saldırılan, haksızlığa, zulme, gadre uğrayan varsa, bizim medeniyetimize sığınmıştır. Osmanlı, Hint Yarımadası’na zulme uğrayanlar için donanma göndermiştir. Biz, böyle bir ecdadın torunlarıyız. Bizim ecdadımız da inancına, diline, derisinin rengine bakmadan, hiçbir ayrım yapmadan, insana sadece insan olduğu, yaratılmışların en şereflisi olduğu için hiç tereddüt etmeden el uzatmış, yardımına koşmuştur.”
Alicenap bir imparatorluk olarak Osmanlı özlemi, insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerleri egemen aktörlerin çıkarlarını gizlemek için kullanan emperyalist bir söylemin Türk milliyetçiliğine özgü sembollerle ifade edilmesidir. Bu söylem, bir yandan “önce bölgesel sonra küresel bir güç olma” şeklinde formüle edilen emperyalist hedefleri ahlaki bir dille meşrulaştırırken, diğer yandan milliyetçiliğin azamet duygularını okşamaktadır. Aynı konuşmada Erdoğan, hükümetin izlediği dış politikayı kardeşlik, komşuluk ve dayanışma gereği olarak açıklıyor:
“‘Filistin ile neden bu kadar ilgilisiniz, Suriye ile Mısır ile Somali, Myanmar ile neden bu kadar ilgilisiniz? Tunus ile Libya ile neden bu kadar ilgilisiniz? Dünya mazlumlarıyla ilgilenmek size mi düştü? Hakkı söylemek, adaleti savunmak size mi kaldı?’ diyorlar. Biz, onlara işte biraz önce ifade ettiğim o temel ilkeyi hatırlatacağız; kardeşin, komşun zordaysa, sen refah içinde, huzur içinde, güven ve istikrar içinde olamazsın. Gözünü kapatarak, kulağını tıkayarak, sınırlarına duvarlar örerek, en önemlisi de kalbini, vicdanını örterek, kendi ülkeni de imar edemezsin, abad edemezsin.”
Kendi kısmi çıkarını evrensel bir çıkar olarak sunmak hegemonya peşinde koşmanın alameti farikasıdır. 19. yüzyıl sömürgeciliği, “beyaz adamın yükü” ve “medenileştirme misyonu”ydu. 20. yüzyıl emperyalizmi ulusların kendi kaderini tayin hakkını ve demokrasiyi savundu. 21. yüzyıl emperyalist müdahalelerinin tamamı insan hakları, soykırımı önleme ve demokrasi gerekçeleriyle yapıldı. Erdoğan’ın dış politika söylemi de, Türk dış politikasının bölgesel nüfuz elde etme çabasını ahlaki bir zorunluluk ve görev olarak sunarken, büyüklük iddiasının ancak bu yolla gerçekleşebileceğine işaret ediyor:
“Elindeki somunu yoksulla paylaşmayan, ihtiyaç sahibiyle paylaşmayan, yarın o somunu da bulamaz. Biz, paylaşarak büyüyen bir milletiz. Biz, ekmeğini de sevincini de tasasını da paylaştıkça büyümüş ve bu seviyelere ulaşmış bir milletiz”
Erdoğan’ın söylemini tek bir cümleye indirgemek mümkün: “ağalık vermekle olur”. Söylemini anti-emperyalist unsurlarla bezemesine rağmen, AKP’nin hedefi, emperyalist düzeni ortadan kaldırmak değil, hiyerarşide sınıf atlamak, işbölümünde merkeze yaklaşmaktır. Lakin, kelimenin tam manasıyla sermayesi yetmemektedir. Bu koşullarda AKP’nin bölgesel güç olma sevdası ABD’nin bölgesel politikalarıyla çelişmekte, ancak son kertede bu politikaları kabullenmeye zorlanmaktadır.

ORTADOĞU’DA ABD VE TÜRKİYE ARASINDAKİ ÇELİŞKİ

Yukarıdaki tespitler ışığında ABD ve Türkiye’nin dış politikalarında diyalektik maddeciliğe dayanan bir emperyalizm kuramı açısından beklenilir çelişkiler ortaya çıkmaktadır. Bu çelişkilerin AKP dönemindeki ayrıntılı bir dökümünü yapmak bu yazının sınırları dışında kalır. Ancak özellikle son dönemde, AKP iktidarının Suriye’deki savaş ve Kobanê savunmasına yaklaşımını etkileyen iki kırılmadan söz edilebilir: 1 Mart 2003 Tezkeresi ve Libya müdahalesi.
ABD’nin Irak işgali sırasında Türkiye’yi operasyonel bir merkez olarak kullanmasına imkan tanıyan 1 Mart tezkeresinin TBMM tarafından reddedilmesi, gerek sebepleri gerek sonuçları bakımından hala çok tartışılan bir olaydır. Tezkerenin içeriği konusunda ABD’yle Türkiye adına müzakereleri yürüten diplomat Deniz Bölükbaşı, hükümetin kendisine verdiği talimatlara uygun bir pazarlık yürütmesine rağmen tezkerenin meclisten geçmediğini vurgular.  Davutoğlu üzerine övgüyle dolu iki kitap yazan gazeteci Gürkan Zengin, AKP’nin içinde tezkereye ilişkin bir ayırım olduğunu, Erdoğan’ın tezkerenin geçmesi için talimat vermesine rağmen, selefi Ecevit tarafından savaşa mutlaka karşı çıkması öğütlenen dönemin Başbakanı Gül’ün AKP Meclis Grubu’nu serbest bıraktığını ve Bülent Arınç’ın açıkça tezkereye karşı çıktığını bildiriyor. Zengin’in aktarımına göre, tezkerenin geçmemesi üzerine Erdoğan müthiş öfkelenmişti: “1 Mart, sadece Türkiye’nin değil, AKP’nin de en dar geçitlerinden biriydi. Erdoğan ve Gül ikilisi, bu dönemi parti gövdesinde bir hasar yaratmadan atlatmayı başardılar.”  Zengin’e göre Erdoğan’ın tezkereyi desteklemesinin nedeni, ABD tarafından işgal sonrası Irak’tan dışlanma korkusuydu.  Yani Erdoğan Özal’ın Birinci Körfez Savaşı’ndaki siyasetini izlemek istiyordu, ancak henüz başbakanlık koltuğuna oturamamış bir parti genel başkanı olarak, meclis grubuna hakim olamamıştı. Nitekim ikinci bir tezkereyi 19 Mart 2003’te Meclis’ten geçirmeyi başardı. O dönem başbakan danışmanı olarak görev yapan Davutoğlu ise, tezkereye karşı çıkan grupta yer almıştı.
1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesi kısa vadede Erdoğan’ın korktuğu gibi bir dışlanmaya yol açsa da, beklenmeyen bir etkisi, bilhassa Bush ve Neoconların dış politikasını eleştiren çevrelerde AKP’nin prestijini arttırmasıydı. Irak Savaşı’nın büyük bir hata olduğunu düşünen Amerikan ve Avrupa liberal ve sol çevrelerinde, AKP’ye, Gezi’ye kadar devam eden muazzam bir kredi açıldı. İlerleyen yıllarda AKP’nin özellikle Bağdat’taki Maliki Hükümeti’ne karşı Erbil’le yakınlaşması, ABD’nin kısa vadedeki dışlamasının maliyetini de ortadan kaldırmış oldu. Böylece Türkiye tezkereyi kabul etmemekle ABD işgalini engelleyemese de, uluslararası kamuoyunda prestijini arttırdı, bağımsız hareket edebilen bir aktör olduğu imajını yarattı ve kısa sürede tekrar Irak’a geri dönebildi.
Ne var ki, 1 Mart’tan çıkarılan dersler Suriye’de pek işe yaramadı. Öncelikle Türkiye ABD’nin askeri planlarında operasyonel boyutlarında değişiklik yaptırabilir, ancak bu planlara engel olamazdı. Türkiye’nin ABD’yi kendi rızası hilafına bir askeri operasyona zorlaması ihtimali ise neredeyse sıfırdı ve Erdoğan’ın ABD’yi Esad’a karşı bir harekata zorlamak için giriştiği tüm hamleler sonuçsuz kaldı. AKP, 1 Mart’ta kredi kazandığı liberal çevrelere hitap edeceğini düşündüğü ahlaki, insani söylemi ABD’yi Esad’a karşı müdahaleye zorlamak için kullandı. Ancak Amerikan kamuoyunun çoğunluğu Irak deneyiminden sonra savaşa girmekte isteksiz olduğu gibi, Suriye’ye karşı Obama’yı savaşa sokmak isteyen kesim AKP’ye 1 Mart’tan itibaren açık bir garez besleyen Cumhuriyetçilerin şahin kanadıydı. Söyleminin etkisizliği Erdoğan’ın eleştirisinin ahlaki dozunu giderek arttırmasına ve sonunda eleştirilerin giderek çaresiz bir serzenişe dönüşmesine yol açtı. ABD’nin Kobanê’ye silah yardımı yapmasından sonra Erdoğan’ın sarfettiği “Kobanê kendileri için niye bu kadar stratejik, onu anlamakta zorlanıyorum”  lafı bu çaresizliğin geldiği noktayı tarif ediyor.
AKP Hükümeti’nin Suriye politikasını ve reflekslerini şekillendiren ikinci önemli olay ise, Libya müdahalesiydi. Bu sefer jeostratejik konumu değil de NATO üyeliği aracılığıyla ABD üzerinde etkili olacağını hesaplayan Erdoğan, 28 Şubat 2011’de şöyle sesleniyordu:
“NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez.”
Ancak Fransa, 18 Mart 2011’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin uçuşa yasak bölge ilan eden 1973 sayılı kararı çıkar çıkmaz, 19 Mart’ta, Türkiye’yi dışlayarak, Batı ittifakıyla yaptığı görüşmelerin sonunda Libya’ya müdahale etti. Sonunda Türkiye, Fransa’nın NATO olanaklarından yararlanmasını engelleyecek bir veto tehdidiyle müdahaleye dahil oldu.  Başka bir ifadeyle, başta karşı çıktığı bir müdahaleyi engelleyemeyince, Türkiye müdahaleye dahil olabilmek için veto tehdidini kullandı. Hükümete yakın Sabah gazetesinin Dış Haberler Müdürü Nuh Yılmaz ise süreci Türkiye’nin – kendi deyimiyle – “Fransa klasmanına yükselmesi” olarak tarif ediyordu:
“Süreç sonunda Fransa’yı adeta saf dışı ederek, isteklerini NATO üzerinden kabul ettirebilen ve sürecin komutasında da söz sahibi olan Türkiye, Fransa ayarında bir ülke olduğunu kabul ettirmiştir. Bu krizle birlikte Türkiye, bundan sonra kendisini Fransa, İtalya gibi güçlü Avrupa devletleri ile aynı seviyede görmekle kalmayıp, bunu uluslararası topluma da kabul ettirmiştir.”
Bu tarif, Libya müdahalesindeki süreci tamamen çarpıtmakta, ama Türkiye’nin Suriye’de uygulamak istediği yöntemi ve hedeflerini gayet doğru bir şekilde tanımlamaktadır. Suriye krizi patlak verdiğinde, AKP’nin stratejisi, Libya müdahalesinde Fransa’nın yaptığı gibi bir oldubittiyle uçuşa yasak bölge ilan ettirip, NATO kaynaklarını kullanarak, bölgesel bir güç haline gelmekti. Ancak Suriye’deki durum çok farklıydı. Her şeyden önce, Libya’da aldatıldıklarını düşünen Rusya ve Çin, Suriye konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden benzer bir kararın çıkmasını engelledi. İkincisi, Libya’da Pentagon’un itirazlarına karşı Obama’yı ikna etmeyi başaran Hilary Clinton, Samantha Power ve Susan Rice kliği Suriye konusunda etkin hale gelemedi. ABD’nin Libya Büyükelçisi Christopher Stevens’ın 12 Eylül 2012’de Bingazi’de öldürülmesi, Obama’yı Suriye ve cihatçı gruplar konusunda dikkatli olmaya zorlayan önemli bir gelişmeydi. Üçüncüsü, Libya müdahalesinde öne atılan Fransa ve İngiltere’de siyasi hava Suriye’ye müdahaleyi desteklemiyordu. Dördüncüsü, Suriye’nin İran gibi önemli bir bölgesel müttefiki vardı. Beşincisi, Esad rejimi Kaddafi rejiminden çok daha kurumsal bir devlet aygıtına dayanmaktaydı ve kolay kolay devrileceğe benzemiyordu. Ancak bölgesel güç olma iddiasında olan Türkiye’nin komşusu olan bir ülkede, başka bir ülkenin veya ülkelerin – hele hele İran gibi Suriye’yle komşu olmayan bölgesel bir devletin – etkili olması kabul edilemezdi. Sonuçta AKP’nin karar vericileri, bölgesel güç olma iddialarını gerçekleştirecek bir politikayı tercih ettiler. Ne var ki, bu tercihleri, onların önce bölge ülkeleriyle sonra Batılı müttefikleriyle giderek artan bir şekilde ters düşmelerine yol açtı ve AKP’nin Kobanê’deki yalnızlığıyla sonuçlandı.
Suriye politikasında girdiği çıkmazda, AKP tekrar anti-emperyalist bir söyleme başvuruyor. Yeni Şafak gazetesinden İbrahim Karagül, ABD’nin PYD’ye yardımı ve Peşmerge kuvvetlerine koridor açmasını şöyle değerlendiriyor:
“Unutmayın, Kuzey Irak ile Akdeniz arasında böyle bir koridor açılması Türkiye’nin güneyinde bir tampon bölge oluşturulması anlamına geliyor. Peki bu tampon bölgeyi kim yönetecek? Kürtler veya Araplar mı sanıyorsunuz? Kesinlikle değil. Projenin mimarları kimse onlar yönetecek. Onların en önemli amaçlarından biri Türkiye ile Araplar arasındaki bağı koparmak. Türkiye’nin güneyle bağlantısını denetlemek ve geleceğin bölgesel denklemini şimdiden yönetmeye başlamak.”
Nedense Karagül kendi deyimiyle projenin mimarlarını hiçbir surette anmazken, Erdoğan bir “üst akıl”dan dem vurarak, “oyun içinde oyun olduğu”ndan yakınıyor.  Dış politikada hiçbir işlevi olmadığı gün gibi aşikar bu söylemlerin yegane hedefi, hükümetin dış politika tercihlerinin maliyetini giderek daha fazla hissedecek olan halk. Bu politikayı ve sonuçlarını halka teşhir etmek durumunda olan sosyalistlerin emperyalizm kavramını doğru bir şekilde kullanmaları her zamankinden daha çok önem kazanıyor.

Kaynakça:

Bölükbaşı, Deniz (2008) 1 Mart Vakası: Irak Tezkeresi ve Sonrası. İstanbul: Doğan Kitap.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Lawrence Çıkışı (2014) Sabah, 13 Ekim. http://www.sabah.com.tr/gundem/2014/10/13/cumhurbaskani-erdogan-konusuyor.
Emperyalizme Dikkat (2012) Hürriyet, 30 Mart. http://www.hurriyet.com.tr/planet/20235207.asp.
Erdoğan: Yanlış Olduğu Ortaya Çıktı (2014) NTV, 22 Ekim. http://www.ntvmsnbc.com/id/25545649/.
Erdoğan: Türkiye’nin Sınırında Oyun Oynanıyor (2014) Al Jazeera Turk, 26 Ekim. http://www.aljazeera.com.tr/haber/erdogan-turkiyenin-sinirinda-oyun-oynaniyor.
Erdoğan’ın Emperyalizm Teorisi Lenin’inkinden Biraz Farklı! (2011) Sol Haber Portalı, 30 Eylül. http://haber.sol.org.tr/postal/erdoganin-emperyalizm-teorisi-lenininkinden-biraz-farkli-46907.
Ezilenlerin Dili Oluyoruz (2013) AK Parti, 20 Temmuz. http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=2&ved=0CCMQFjAB&url=http%3A%2F%2Fwww.akparti.org.tr%2Fsite%2Fpdf%2Fezilenlerin-dili-oluyoruz%2F49713&ei=HUpNVKnXIJXtaOKlgagL&usg=AFQjCNHhsnXKIszNvXD206u-l3KPGGOdhg&sig2=297pZnDyFdvot23J2gOALA&bvm=bv.77880786,d.d2s&cad=rja.
Karagül, İbrahim (2014) IŞİD-PYD Vekalet Savaşı, K. Irak Akdeniz Koridoru. Yeni Şafak, 23 Ekim. http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/IbrahimKaragul/isid-pyd-vekalet-savasi-k-irak-akdeniz-koridoru/56560.
Karan, Ceyda (2011) Türkiye’nin NATO Manevrası. Habertürk, 25 Mart. http://www.haberturk.com/dunya/haber/613996-turkiyenin-nato-manevrasi.
NATO’nun Libya’da Ne İşi Var? (2011) NTV, 28 Şubat. http://www.ntvmsnbc.com/id/25187334.
Yılmaz, Nuh (2011) Türkiye’nin Libya Sınavı. Sabah, 26 Mart. http://www.sabah.com.tr/perspektif/2011/03/26/turkiyenin_libya_sinavi.
Zengin, Gürkan (2010) Hoca: Türk Dış Politikasında “Davutoğlu Etkisi”. İstanbul: İnkılap.

AKP ve Batı

Marksist siyasi analizin önündeki en yakıcı ve önemli görev, kapitalizmin işleyişiyle güncel siyaset arasında ilk bakışta görünmeyen, birçok farklı dolayım içeren bağlantıları kurabilmektir. Bu analizin yokluğunda, sosyalist muhalefetin belirli bir iktidara karşı verdiği mücadele soğurulma ve düzenin restorasyonuna yedeklenme riski içerir. Marksist analiz, pergelinin iğnesini modern demokrasinin temel çelişkisi olan sınıf tahakkümüne oturtarak, düzenin krizinin nasıl demokratikleşme yönünde değerlendirilebileceğini aydınlatır. Bunu yaparken, Marksist analiz, soyut bilimsel yasalardan tümdengelim yöntemiyle duruma özgü varsayımlar çıkarsamaz. Böyle bir analiz pozitivist bir yaklaşıma uygundur ve sonuçta, elimize, ancak deneysel ortamda test edilebilecek varsayımlar verir. Tersine, Marksist analiz, somut durumun somut tahlilinden yola çıkar. Başka bir deyişle, gündelik hayattaki olgu ve olaylarda sınıf tahakkümünü araştırarak ve teşhir ederek. Bunu yaptığı ölçüde, Marksist analiz, kapitalizmin çelişkilerini ve anti-demokratik karakterini kitlelere ifşa eden bir işlev görür; analiz ederken örgütler. Marksizmin klasikleri ve temel kuramları belirli siyasi ve toplumsal konjonktürlerde yapılmış müdahalelerdir. Bugün böyle bir müdahaleye her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Önünüzdeki yazı bu müdahaleye sınırlı bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.
*
Bu yazıdaki temel konumuz AKP ve Batı ilişkisidir. Gelinen noktada Batı’nın Erdoğan Hükümeti’ni gözden çıkardığı, verili koşullarda bu Hükümet’in iktidarını sürdürme olasılığının kalmadığı herkesin malumudur. Ancak bu noktaya nasıl ve neden gelinmiştir? An itibariyle Türkiye’de nasıl bir siyasi oluşum Batı’nın çıkarlarını tatmin eder? Bu sorular, Türkiye’de derin bir krize girmiş olan düzenin restorasyonunun ipuçlarını gösterecektir ve bunun için sosyalistlerin mutlaka üzerine kafa yorması gerekir.

BATI İTTİFAKI VE TÜRKİYE
Öncelikle Batı kavramıyla başlayalım. Batı’dan kastımız, sadece coğrafi bir mekan veya kültürel-tarihsel bir bütünlük değildir. Batı kavramı, bu analizde, Kuzey Amerika ve Avrupa coğrafyasına hakim olan siyasi iktidarların oluşturduğu bir stratejik ittifakı nitelemektedir. Soyut bir kavram olmanın aksine, NATO, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı, AB, ulus-devletler, yatırımcı birlikleri, düşünce kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, değişim programları, burslar, hibeler vesaire gibi somut kurumlar, kurallar ve öznelerin etkin olduğu somut bir ilişkiler bütünüdür. İttifakın temelinde, dünya çapında sermaye birikiminin sömürü ilişkisinin sürdürülmesi yatar. İttifakın üzerinde yükseldiği ve hizmet ettiği ortak çıkar budur.
Batı ittifakının önemli bir özelliği, onu devlet örgütlenmesinden ayıran yönüdür. Kapitalist devlet, burjuvazinin ortak ve uzun vadeli çıkarlarını ve kapitalizmin yeniden üretme işlevini görür. Ancak bu, tekil sermaye grupları ve burjuva klikleri arasında şiddetli çatışmaların olmayacağı anlamına gelmez. Sonuçta kapitalizm şu ya da bu kapitalistin ürünü değildir, onu oluşturan bireylerin ötesinde toplumsal bir ilişkidir. Dünya siyasetini iç siyasetten ayıran nokta, devlet benzeri bir örgütün olmamasıdır. Dolayısıyla sınıf tahakkümü, dünya çapında, temel olarak ulus-devletler ve onların oluşturduğu kurum ve kurallar üzerinden yeniden üretilir. Dünya çapında hammadde ve pazar için birbiriyle rekabet eden ulus-devletler, kapitalizmin ortaya çıkışında vazgeçilmez bir tarihsel işlev üstlenmişlerdir. Geldiğimiz noktada bu işlev azalmamış, tersine artmış, ancak kapitalizmin ihtiyacına yönelik farklı bir biçim kazanmıştır.
Batı özelinde bu güncel biçimi Peter Gowan’ın analizi eksiksiz tarif eder. Gowan’a göre, Batı İttifakı’nın kurucu unsurları şunlardır (Gowan 2000: 13-19):
1.    Ortak kapitalist çıkarlar: NATO’nun kuruluşu, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ve sonrasında Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun oluşumu ve Alman kapitalizminin canlandırılması ve dünya kapitalizmiyle bütünleştirilmesi için gerekli çerçeveyi sağlamıştır. Başka bir ifadeyle, Avrupa Birliği’ni oluşturan siyasi oydaşma transatlantik ittifakı sayesinde mümkün olmuştur ve bu ittifakın belkemiğidir.
2.    Çatışan kapitalist çıkarlardan kaynaklanan içerideki gerilimler: Süveyş Krizi veya de Gaulle’ün Fransa liderliğinde bir Batı Avrupa ittifakı kurma girişiminin gösterdiği gibi, Batı Avrupa ve ABD arasındaki ilişkiler her zaman belirli gerginlikler içermiştir. (Ukrayna’da Almanya ve ABD arasındaki açı farkı, bunun başka bir tezahürüdür.) Ancak doların dünya ekonomisindeki hakimiyeti, dünya enerji kaynakları üzerindeki Amerikan kontrolü ve müttefiklerini birbirine karşı oynayabilme kapasitesi, ABD’nin bu ittifaktaki hegemonyasını sağlamakta ve devam ettirmektedir.
3.    ABD hegemonyası: Bu hegemonya sadece ekonomik ve askeri kaynaklar üzerine kurulu değildir. NATO’yla beraber, ABD, Avrupa üzerinde kurumsallaşmış siyasi bir hakimiyet kurmuştur. Bu hakimiyetin temelinde ABD’nin “olağanüstü hal” ilan edebilme gücü yatmaktadır. Soğuk Savaş zamanında Sovyetler düşmanlığı temelinde gerçekleştirilen bu “olağanüstü” veya “kuraldışı” müdahaleler, Soğuk Savaş sonrasında da sürmektedir. Kosova, Afganistan, Irak, Libya bu olağanüstü hal rejimlerine örnektir. Bütün bu müdahalelerde temel karar mercii ABD olmakta ve böylece hakimiyetini sürdürmektedir.
4.    “Çocukların önünde olmaz” ilkesi: NATO-AB oluşumunun en önemli unsurlarından biri kapalı bir devlet eliti ve kolektif bir siyasi sistemdir. Bu sistem kapitalistlerarası çatışmaları seçmenlerden gizli saklı çözmeyi amaçlar. Gowan’ın “NATO siyasasının aktif yurttaşları” adını verdiği elitler, NATO ve AB organlarında görev alırlar. (Bu siyasi elitlerin kariyerleri, üye devletler, NATO ve AB kurumları arasındaki geçişliliği gözönüne sermek için yeterlidir.) İttifaka üye devletler, kendi aralarındaki sorunları bu kurumların duvarları arasında çözme konusunda anlaşmışlardır. Diğer üyelere karşı görüşlerini, İttifak’ın diğer üyelerinin seçmenleri nezdinde dile getirmezler. Sadece ABD bu kuralın dışındadır, çünkü her konuda olduğu gibi, bu konuda da, kuralın istisnasına karar veren hakimiyeti elinde tutmaktadır. ABD, hegemonik lider olarak, siyasi hedefleri doğrultusunda İttifak’ın seçmenleri nezdinde siyasi kampanyalar yürütebilmektedir.
Gowan’ın analizi çerçevesinde Türkiye’nin Batı İttifakı konumunu “ortak kapitalist çıkarlar” temelinde açıklamak gerekiyor. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen “kurucu yıllarda” hem NATO hem de bugün AB olarak bilinen projeyle ilişkilenmiş, dünya sermaye birikimine eklemlenmiş ve bu doğrultuda bir işbölümünün parçası olmuştur. Ortak Pazar’a dahil olmaya ilişkin endişelerin aşıldığı 1980’lerden itibaren Türkiye burjuvazisinin ortak ve uzun-vadeli çıkarları, AB ve NATO tarafından belirlenen Batı İttifakı’yla beraber hareket etmektir. Bu ortak çıkarlar ve işbirliği zaman zaman çıkar çatışmalarına maruz kalsa da, ABD hegemonyasının işlevi tam da bu nokta da ortaya çıkmakta; gizli diplomasi ve gerekirse açık uyarı ve cezalandırmayla uyum tekrar sağlanmaktadır. Batı kamuoyunda AKP’ye yönelik ortaya çıkan tepki bu çerçevede değerlendirilmelidir.

AKP’NİN İFLASI
İttifak içinden AKP’ye yönelen ve giderek öfkesi artarak hiddetlenen tepkinin temel nedeni AKP’ye yapılan yatırımın batmış olmasıdır. Yıllarca AKP’yi İslam ve Ortadoğu dünyasına “model ülke” olarak sunan İttifak, modelin çökmesiyle, kendi inandırıcılığını, kendi kredisini batırmıştır. “Model” bir ülke nasıl bu hale düşebilir? Düşerse, bu, modelde bir hata olduğunu göstermez mi? NATO ve AB bir ülkenin demokratikleşme çıpasıysa, demek ki, bu çıpa AKP örneğinde işe yaramamış, işlevini yitimiştir. Türkiye içinde bu modelin pazarlamasını yapan başta sağ ve sol liberaller olmak üzere tüm çevrelerin inandırıcılığı ve işlevselliği tehlike altındadır. AKP’yle artık yürünemeyeceği ortaya çıkmış, ancak İttifak’ın ortak çıkarlarını yürütecek bir idareyi kurmadan hem NATO-AB hem de bu çıkarların Türkiye’deki savunuculuğunu yapacak çevrelerin itibarının tazelenmesi, diğer bir deyişle restorasyon elzemdir.
Batı’daki AKP eleştirisini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bu eleştiriler, AKP’nin iddia ettiği gibi, 1 Mart tezkeresiyle veya Mavi Marmara’yla başlamadı. Şüphesiz bu iki olay da AKP’nin Amerikan Yeni Muhafazakarlarıyla arasını açtı. Ancak Bush’un iktidarının sonlarına doğru Yeni Muhafazakarların Amerikan dış politikasındaki ağırlıkları azalmaya başlamıştı. Ocak 2009’da Obama’nın işbaşına gelmesiyle bu eğilim güçlendi. Nitekim Obama ilk Avrupa gezisinde Türkiye’ye iki günlük bir ziyaret gerçekleştirerek, AKP’ye verdiği önemi ve açtığı krediyi belli etti. Gerçekten de, ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekilme stratejisinde Türkiye’ye önemli bir rol düşmekteydi. 18 Aralık 2010’da başlayan Arap isyanları da Türkiye’nin İttifak açısından işlevselliğini pekiştirdi. 2001’den itibaren AKP’ye yapılan ve Nisan 2007’de sermayesi genişletilen yatırımın getirisini görme zamanı gelmişti. Model güncellendi ve tekrar piyasaya sürüldü
Obama dönemi ABD’nin Ortadoğu stratejisini uzun uzadıya bu yazıda ele almak mümkün değil. Ancak AKP’nin Amerikan stratejisiyle neden ters düştüğünü kısaca belitmekte fayda var:

1.    Irak’tan çekilme, Türkiye’nin aynı anda hem Bağdat hem de Hewler’le iyi ilişkiler sürdürmesine dayanıyordu. AKP ise, bu gerekliliği, Özal’ın emperyalist iştahını aratacak bir şekilde yorumladı. İsminin defalarca reddedilmesine karşın neo-Osmanlıcılık tekrar tedavüle sokuldu. Buna göre, Ortadoğu’da zaten yapay olan sınırlar değişebilir, Sünni neo-Osmanlı kimliği üzerinden Türkiye nüfuz alanını Güney Kürdistan’a doğru genişletebilirdi. Hewler, enerjisini dünya piyasasına ulaştıran ve Kürdistan’a sermaye getiren bu yaklaşıma karşı çıkmadı; daha doğrusu, AKP’nin fantezilerini umursamadı. Bu, kendi çıkarları açısından da yanlış bir hamle sayılmazdı. Sonuçta, gelinen noktada, kendine meşruiyet sağlasın diye Barzani’yi Amed’e çağıran Erdoğan oldu.
Ancak neo-Osmanlıcı diplomasi Bağdat’ta ve arkasındaki İran’da muazzam bir tepki yarattı. Erdoğan Hükümeti bu tepkiyi de doğru yorumlayamadı. ABD’nin İran müttefiği bir Bağdat’tansa kendini desteklemeye muhtaç olduğu, bu ihtiyacı da Arap Baharı sürecindeki liderlik rolüyle perçinleyeceğini düşündü ve yanıldı. ABD’nin bölgede hiçbir devletin liderliğine tahammülü olmadığını, bölge devletleri arasındaki rekabetin ABD’nin bölge hakimiyeti açısından işlevselliğini ve Obama yönetiminin İran’la diyalog seçeneğinin önemini hesaba katmadı.

2.    Arap Baharı’nın ışığı çabuk söndü. Erdoğan’ın Arap isyanlarından sonra kurulan hükümetlere gerçekleştirdiği Kuzey Afrika ziyareti, AKP’nin bölgesel güç olma hayallerinin ne kadar boş olduğunu açıkça gösterdi. Mısır’da laiklik ve demokrasi dersi veren Erdoğan’a, Müslüman Kardeşler’den, kısaca “nasıl Müslüman olmayı senden mi öğreneceğiz” mesajı verildi. Mısır’ın İsrail’le 1978’de imzaladığı Camp David’i rafa kaldırmasa da, Müslüman Kardeşler, Haziran 2007’den beri Gazze şeridini kontrol eden Hamas’la ilişkileri, İran donanmasının Akdeniz’e girişine izin vermesi ve BRICS ülkelerinden gelen üyelik teklifi gibi örneklerde görüleceği üzere, Erdoğan’a ihtiyacı olmayan bir iktidardı. Uluslararası piyasalardan gelen sermaye sayesinde açtığı sınırlı kredi haricinde, Erdoğan’ın Mısır’a vaad edebileceği bir şey yoktu.
Müslüman Kardeşler iktidardan düşerken Erdoğan’ın Batı’ya karşı hırçın bir tavır sergilemesi ve Batı’yı ikiyüzlülükle suçlaması, AKP döneminde sıkça rastlanan bir kriz yönetimi fiyaskosuydu. Bir yandan bölgesel yalnızlaşmasını tetikleyen, diğer yandan Batı’nın kendisine verdiği desteğin koşulsuz olmadığını farkeden Erdoğan Rabia’nın el işaretini benimser ve kefenli AK gençlere seslenirken, kendisini iktidara getiren güçlere savaş açtığının herhalde farkındaydı. Ancak belli ki, on küsur senelik iktidarından sonra onlara ihtiyacı olmadığını düşünüyor; daha doğrusu, kendinden başka bir siyasal alternatif olmadığını hesaplıyordu.

3.    AKP en büyük hatasını Suriye’de yaptı. Göçmenlere insani yardım ve Suriye’deki iç savaşı önleyici bir diplomasi izleseydi, sadece Batı açısından çok daha işlevsel bir dış politika izlemiş olmaz, aynı zamanda ülke güvenliğini de riske atmamış olurdu. Yeni neo-Osmanlıcılığın (ve Davutoğlu’nun “Büyük Stratejisi”nin) iflas ettiği yer Suriye oldu. Erdoğan’a göre 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesinin en önemli sonucu, “çuval olayı”nda görüldüğü gibi, Türkiye’nin Saddam sonrası Irak’tan açıkça kovulmasıydı. Davutoğlu 1 Mart tezkeresine karşıydı ve bu tavrını sonra da savundu, Libya’da NATO müdahalesi tartışmalarında da bu tutumunu sürdürdü. Kaddafi’yle iyi ilişkilere sahip Erdoğan da önce bu tutumdaydı. Ancak NATO’nun müdahale kararı vermesiyle, Erdoğan, Irak’ta başına gelenin tekrarlanmasından korkarak, dört elle müdahaleci bir siyasete sarıldı.
Suriye’deki olaylar çıktığında, Erdoğan, Libya’da Sarkozy’nin oynadığı rolü oynayabileceğini sandı. Bu yanılsama, ancak, Batı İttifakı’ndaki işbölümünde Türkiye’yle Fransa’nın aynı konumda olduğunu zannetmekle açıklanabilir. Sarkozy gibi davranmakla Fransa’nın statüsüne ulaşılmaz. Mevcut uluslararası siyasette statü değişikliği, mücadele ve savaşla mümkündür. AKP gibi, uluslararası piyasalardan sermaye ihracıyla değirmeni döndüren ve NATO ittifakıyla güvenliğini sağlayan bir aktör için, Suriye politikası tam bir çelişkiydi. Katar ve Suudi sermayesiyle dışarıdan alınan silahlarla, Türkiye, ancak Suriye’deki savaşın lojistik merkezi olabilirdi. Başka bir ifadeyle, dünya ekonomisindeki  işbölümünde Türkiye’nin yeri neyse, Suriye savaşında da yeri oydu: aracılık, depoculuk, yan sanayii ve ulaştırma.

4.    Mısır’daki darbe ve Batı İttifakı’nın bir yandan Cenevre II diğer yandan İran’la nükleer enerji görüşmeleri, AKP’nin diplomatik yalnızlaşmasını derinleştiren ögeler oldu. Suriye politikasına dair, ABD dış politika ve güvenlik çevrelerinde, açıkça ABD çıkarları ve Türkiye’nin politikalarının çatıştığı dile getirilir oldu. Amerikan stratejistlerine göre, Türkiye’nin “mezhepçi politikaları” (neo-Osmanlıcılık) hem Suriye’de savaşan tarafların uzlaşmasını engellemekte, hem Irak’ta ve Lübnan’da istikrarsızlığı beslemekte ve hem de tüm bu coğrafyada el-Kaideci ve Selefist unsurları güçlendirmekteydi. Bu aşamada, AKP’nin yalnızlığı bizzat kendi propaganda görevlileri tarafından açıkça ifade ediliyor ve hatta ahlaki bir vernikle parlatılarak, haklı gösterilmeye çalışılıyordu. Amerika doktoralı Başbakan danışmanı İbrahim Kalın’ın “değerli yalnızlık” kavramı bu bağlamda ortaya çıktı.
Yalnızlaşmanın en önemli yönlerinden birisi, Suudi Arabistan ve Katar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıktı. Önceleri Suudi el-Arabiya ve Katar el-Cezire yayın organlarının editöryel farklılıklarından sezinlenen bu anlaşmazlık, Mısır’daki darbe esnasında açık savaşa dönüştü. Suudiler ve Mısır’daki müttefikleri Selefi el-Nur Partisi Sisi’ye ve darbeye destek verirken, Katar Müslüman Kardeşleri desteklemeye devam etti. İran’ın Körfez’deki ağırlığına karşı bir arada duran Katar ve Suudi Arabistan, Mısır’daki meydan muharebelerinde birbirleriyle savaştılar. Son olarak, Mart 2014’te, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar’dan elçilerini çektiler. Bu çatışmanın boyutlarının nereye kadar büyüyeceğini göreceğiz. Ancak diplomatik iflasın ötesinde, AKP açısından önemli bir nokta, bu gelişmelerin inkar edilemez bir şekilde İslamcılığın çöküşüne işaret ettiğidir. AKP’nin belkemiğini oluşturan kadroların içinden geldiği bu geleneğin iflası, şüphesiz ideolojik bir buhranın habercisiydi. İslamcılık üzerine Mümtazer Türköne ve Ali Bulaç arasında 2012 yılında çıkan tartışma ve bu tartışmanın yayılma hızı, bu ideolojik krizin önemli bir göstergesiydi. 7 Şubat 2012, Gezi ve 17 Aralık 2013 gibi dönüm noktaları bu krizin siyasi önemini artırdı ve AKP iktidarının Cemaat ve Erdoğan bloklarının uzlaşmasını olanaksız kıldı. Bu noktada, Gezi’de ve Cemaat’le mücadelesinde Batı İttifakı’nı Türkiye’ye karşı komplo kurmakla suçlayan Erdoğan, artık kesinlikle İttifak’ın ortak çıkarlarını koruyan bir partner olmaktan çıktı, giderek bir güvensizlik unsuru olmaya başladı.

BATI’NIN AKP ELEŞTİRİSİ
Gezi’de günlerinde The Economist dergisinin Erdoğan’ın yüzünü III. Selim’in resmine fotoşoplaması, CNN International’da Christian Amanpour’un İbrahim Kalın’ı “zamanınız doldu” diyerek yayından alması ve Taksim Meydanı’ndan polis saldırısını canlı yayınlaması, Erdoğan yatırımının iflas ettiğini tüm dünyaya duyuyordu. Erdoğan bunun farkına vardığı için, Rabia’da Batı’yı yerden yere vurdu. Bu noktada, bir yandan AKP iktidarında yapılan yolsuzluk, Suriye’de el-Kaide’ye destek ve Roboski Katliamı gibi suçların ağırlığı, diğer yandan bunların üstünü örtmek amacıyla yargı ve yasamaya gerçekleştirilen darbelerle anayasanın fiilen askıya alınması, hükümetin her adımında kendisini daha da dibe batırdı. Başka bir deyişle, AKP kendi kendini köşeye sıkıştırdı. NATO üyesi ve AB adayı olan bir “model ülke”de restorasyon Sisi gibi gelemezdi, önce Erdoğan kitleler nezdinde itibarını tamamen yitirmeliydi.
Bu bağlamda, Batı’nın Gezi sonrası dönemdeki AKP eleştirileri, rejimin günahlarını ve iflasının nedenini Erdoğan’ın üstüne yıkarak, hem Batı İttifakı’nın hem de Türkiye’de AKP’ye destek veren sermaye sınıfının itibarını kurtarmak üzerine kuruldu. Dolayısıyla eleştirilerdeki söylem, “model”in çöküşünü, dizayn değil, sürücü hatasına dayandırmalıydı. Bunun için, AKP’nin iktidara geliş sürecinin temel aktörlerinden olarak sunulan “orta sınıf” şimdi AKP istibdadına karşı “Gezi’nin öncüsü”, yaşam tarzı ve Twitter özgürlüğünün baş savunucusudur. Yükselen Anadolulu Müslüman burjuvazisinin timsali olarak dünyaya sunulan Boydak grubunun Erdoğan’a karşı Koç’un yanında saf tutması, bu açıdan kayda değerdir. Keza Koç’un da, Hürriyet gazetesinin başsayfasına verdiği röportajda tespih koleksiyonunu göstererek “Biz de Anadoluluyuz” mesajı vermesi, dikkatten kaçmamalıdır. Modelin temel aktörü suçtan ve günahtan arındırılmalı, İttifak’ın ortak çıkarları (yani burjuvazinin sınıf birliği) korunmalıdır. Kendisi, Osmanlı burjuvazisini fiziksel olarak ortadan kaldırarak onun yerini alan ve İstanbul’a yerleşen Türk-Müslüman burjuvazi, şimdi Anadolu’da yeni yetişen kardeşlerine ağabeylik yapmak gerektiğini anlamış, son TÜSİAD Genel Kurulu’nda İshak Alaton “1997’de hazırladığımız demokratikleşme raporunun destekleseydiniz bunlar hiç başımız gelmezdi” diyerek, sınıf hafızasına yer edecek bir eleştiri getirmiştir. Tabii ki bu eleştiriler, tıpkı Batı İttifakı’nda olduğu gibi, “çocuklar önünde” yapılmamaktadır.
“Model”in önemli bir diğer ayağı, orta sınıfların doğal ve içkin özelliği olduğu varsayılan “Batı değerleri” ve liberal demokrasidir. AKP, tam da Batı değerleri ve kurumlarının temsilcisi olarak, Batı tarafından desteklenmiş ve pazarlanmıştı. Şimdi Batı modelinin vazgeçilmezliği, ancak, “Erdoğan’ın hırsı”, “otoriter zihniyeti”, “Türkiye’deki devlet geleneği” ve “AKP’nin devletleşmesi” gibi anlatılarla inandırıcı kılınabilir. Sorun, Batı İttifakı’nın Türkiye ve Kürdistan halklarına sunduğu “demokratik model”in niteliğinde değil, bu modeli uygulayamayan hükümetin iradesinde aranır. Böylece, AKP eleştirisi ve AKP’ye muhalefet düzenin restorasyonuna yakıt olabilir. Restorasyon, tıpkı Jiu Jitsu sporu gibi, karşısındaki gücün enerjisini ona karşı kullanarak, hasmını alteder. HDP’nin etkisizleştirilip, CHP-MHP-Cemaat ittifakının AKP’ye karşı tek gerçekçi ittifak olarak sunulması, şüphesiz bu restorasyon döneminin temel dayanak noktasıdır. Batı açısından soru, bu ittifakın Batı modeliyle uyumlu bir hatta nasıl oturacağıdır.

ALTIN VURUŞ: AVRASYACILIK
CHP-MHP-Cemaat koalisyonunun Batı İttifakı için bir seçenek haline gelmesi, AKP’yi anti-emperyalist bir pozisyona mu iter? Eğer “One Minute”ün, Mavi Marmara’nın veya Erdoğan’ın Batı ittifakına karşı izlediği Suriye siyasetinin anti-emperyalist olduğunu düşünüyorsanız, evet! Böyle bir yaklaşım, emperyalizmi, bir içsel bağıntılar bütünü olarak değil de, Düvel-i Muazzama’nın iradi ve öznel hareketleri olarak algılar. Bu, Antik Yunan mitolojisinde doğa olaylarını insan biçimli Tanrıların irade ve eylemleriyle açıklamaya benzer. Emperyalizm, bir ilişkiler bütünü olarak, onu oluşturan öznelere indirgenemez. Bu anlamda, Gowan’ın analizinde göze çarpan en önemli özellik, Batı İttifakı’nın, Atlantik’in iki kıyısındaki farklı ülkelerin sınıflarının çıkarlarının ortaklaştığı bir ilişkiler bütünü olmasıdır. Başka bir deyişle, İttifak, üyelerinin arasında içsel bağıntıların bir ürünüdür, üye ülkelere dışsal bir güç değildir. Türkiye’deki Ulusalcı-Avrasyacıların, Sol Kemalistlerin ve Kemalist-Solcuların gözden kaçırdığı nokta budur. Daha önce, Özgürlük Dünyası’ndaki bir yazımda, Kemalist-Ulusalcı olarak tanımladığım bu yaklaşımın yetersizliğini somut bir soru üzerinden ifade etmiştim: “AKP ABD-AB bloğunun projesi ise, bu proje neden Türkiye’nin bu bloktan uzaklaşmasını öngören bir eksen kaymasına yönelmiştir?” (Birdal 2013: 10) Kemalist-Ulusalcı yaklaşımın analitik yetersizliği, içinde bulunduğumuz konjonktürde önemli bir siyasi savrulmaya gebedir. Gelinen noktada, AB ve ABD’nin güçlenen Türkiye’ye (kendisine diye okuyunuz) karşı bir komplo içinde olduğunu iddia eden Erdoğan, Suriye’de karşı saflarda kıyasıya mücadele ettiği Rusya’dan, Şangay Beşlisi’ne girmek için yardım talep etmektedir. Askeri okullardan öğrencilerin artık ABD’de West Point’a değil, Çin’e ve Güney Kore’ye gönderileceği haberleri çıkmakta, füze alımı konusunda belirsizlik sürmektedir. Tıpkı eksen kayması tartışmalarında olduğu gibi, şimdi de, emperyalizm tahlilini “ulusal egemenlik” ekseninde yapan Kemalist-Ulusalcılık, AKP’nin iç ve dış siyasetinin muhtevasını kavramaktan acizdir. O halde, yıllardan beri AKP’nin en azılı düşmanı olan Ulusalcı-Avrasyacı kesim, bugün emperyalizme karşı Erdoğan’a “Dik Dur Eğilme!” diye alkış mı tutacaktır?
Bu bağlamda, Erdoğan’ın son dönemde Avrasyacılığı keşfetmesini, anti-emperyalizm değil, iktidardan düşme belirtisi olarak yorumlamak gerekir. Erdoğan’ın Moskova çıkışı, NATO’da en uzun süre görev yapmış general olan Tuncer Kılınç’ın, Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri olarak, Mart 2002’de, icabında Türkiye’nin Batı İttifakı yerine Rusya ve İran’la ittifak yapabileceğini açıklamasına benzemektedir. 1000 yıl süreceğini sanan 28 Şubat rejimi gibi, Erdoğan da, Türkiye’nin Batı İttifakı içindeki rolünü kendi iktidarını süreklileştirecek (2071 vizyonu!) şekilde yorumlamış ve bu yüzden elini yanlış oynamıştır. Ne Sarkozy, ne Bush, ne Merkel İttifak’ın vazgeçilmez unsuru değildir, Erdoğan da olmayacaktır. Ancak Erdoğan, izlediği dış politikayla, hem kendisini Batı İttifakı açısından vazgeçilmez, hem de iç politikada rakipsiz bir hale getirmeye çalıştı. Türkiye’yi önce bir “bölgesel güç”, sonra da bir “dünya gücü” haline getireceğini iddia eden Davutoğlu Doktrini’ni benimseyerek, Batı İttifakı açısından ifa edebileceği tek işlevi de yerine getiremez oldu. Oysa Türkiye’nin bölgede oynaması beklenen rol aracılıktır, başka bir ifadeyle güç simsarlığıdır. Bu rol, aşağı yukarı Orhan Kemal’in Hanım’ın Çiftliği romanındaki kahya karakterine benzer: temel işlevi, Hanım (yani Batı İttifakı) adına bölgedeki işlerin idaresine nezaret ve vekalet etmektir. Bazen çiftlik kayhasının güç gösterisine göz yumulur, bazen herkesin önünde kahya azarlanarak kimin iktidar sahibi olduğu hatırlatılır (Kerry’nin, Davutoğlu’yla ortak basın toplantısındaki “Ahmet sen mi açıklarsın ben mi söyleyeyim içişlerinize karışmadığımızı” lafı böyle bir andır!). Hele hele kahyanın Hanım’ın kızına göz dikmesi (yani sınıf atlama hevesi) asla ve asla hoş karşılanmaz, mutlaka cezalandırılır. Benzer bir şekilde Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin sınıf atlama –yani Batı İttifakı içindeki statüsünü yükseltme– hevesi hoş karşılanmamıştır. Erdoğan-Davutoğlu stratejik aklının hatası, ekonomik, askeri, toplumsal kaynakları ve sağlam ittifakları olmadan, bölgesel hegemon olabileceklerini hayal etmekti. AKP’nin Batı’yla ilişkisini doğru değerlendiren Türkiye’deki sosyalistler, anti-emperyalizmi kahyalıkla karıştırmamalı, marabayla saf tutmalıdır. Sınıf atlamak yerine, sınıfını seçen bir dış politika eleştirisi, Türkiye’deki demokratikleşmeyi moda dergilerinden model kalıbı kesen zihniyetten kurtaracak, halkların inşa ettiği bir süreci başlatacaktır.

Kaynaklar

Birdal, Sinan (2013) AKP Dış Politikası Üzerine Tezler. Özgürlük Dünyası 248: 8-13.
Gowan, Peter (2000) The Euro-Atlantic Origins of NATO’s Attack on Yugoslavia. Masters of the Universe, Tariq Ali (Der), Londra: Verso, ss. 3-45.

AKP dış politikası üzerine tezler

AKP’nin izlediği dış politikanın niteliği konusunda iki rakip tez öne çıkıyor: 1) Kemalist-ulusalcı tez, AKP’nin ABD ve AB bloğunun politikalarını takip eden bağımlı bir politika izlediğini öne sürüyor; 2) Liberal-muhafazakar tez ise, AKP’nin Cumhuriyet tarihinde Özal’dan sonra ilk defa aktif, özgüvenli ve bağımsız bir politika izlediğini iddia ediyor. Her iki tez de ifade ettikleri ideolojik ayırımı yeniden üretiyor ve böylece Türkiye’deki mevcut ideolojik yapının ötesinde bir siyaseti kurgulamayı anlamsız hale getiriyor. Başka bir deyişle, Kemalist-ulusalcılık ve liberal-muhafazakarlık bir madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlayan, iki kutup dışında başka bir alan bırakmayan, kendi varlıklarını doğal ve tarihsel olarak kaçınılmaz olarak dayatan bir ikilik oluşturuyor. Böylece her iki pozisyon, bir arada, kapitalist hegemonya diye tabir edebileceğimiz bir etki alanı oluşturuyorlar.
Bu hegemonya altında kendini bu ikiliğin dışında tanımlamaya çalışan her aktör reelpolitik açısından anlamsız, anlamlı olsa da ütopik bir yere düşüyor. Suriye’ye müdahaleden barış sürecine, anayasa müzakerelerinden İstanbul’daki yerel seçimlere kadar, oyu yüzde bilmem kaça bile varmayan, marjinal muhalefet, ya onun ya da bunun yanında hizaya gelmeye çağrılıyor. İşte hegemonyanın rıza üretme ve ikna edemediği muhalefeti etkisizleştirme mekanizması böyle işliyor. Reel sosyalizmi ve Sovyetler’in Machiavellici siyasetini eleştiren “ahlaki sosyalizm” erbabı, bir bakıyorsun, TV programlarında, gazete köşelerinde, siyaset kulislerinde reelpolitika ahkamı kesiyor; kendini eleştirenlere karşı esnekliğin, siyasi manevra kabiliyetinin erdemlerinden dem vuruyor. İdeal peşinde koşan profesyonel devrimci tipine karşı reelpolitik kazanım peşinde koşan profesyonel siyasetçi, bir yandan kendisinin hegemonik ikiliğe alternatif bir ahlak ve ilkeler bütünü sunduğunu iddia ederken, diğer yandan kendi güçsüzlüğünü veri alıp “yeni solu” muktedirler arasındaki rekabetten nemalanmaya çağırıyor.
Mevcut toplumsal düzene siyasi bir alternatif sunabilmek için öncelikle hegemonik ikiliğin ve bu ikiliğin kavramlarının eleştirisiyle yola koyulmak şart. Bu açıdan, bu yazıdaki temel amacım, kısaca AKP’nin dış politikasına ilişkin Kemalist-ulusalcı ve lberal-muhafazakar tezleri ortaya koymak ve bunların eleştirisinden dış politika analizi için bazı önermeler çıkarmak olacak.

KEMALİST-ULUSALCI TEZ: ULUSAL BAĞIMSIZLIK VE KAPİTALİZM ÇELİŞKİSİ
Kemalizmin uluslararası ilişkiler ve dış politika analizindeki temel ilkesi ulusal bağımsızlıktır. Uluslararası siyasette devletler kendi ulusal çıkarlarını korumak ve hayatta kalmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet ederler. Bu anlamda Kemalizm ana hatlarıyla realizm veya siyasi gerçekçilik olarak bilinen uluslararası ilişkiler yaklaşımıyla benzerlik gösterir. Nitekim, sınıfsal ayrımları reddedip tek millet vurgusu yapan Kemalizm gibi, realizm de, uluslararası ilişkilerde sadece devletlerarası ilişkiler ve ulusal çıkarlarla ilgilenir, devletlerin içindeki toplumsal ayrımların reelpolitik açısından bir değeri yoktur.
Kemalist tezin temel varsayımları ise, devleti sınıflar arasındaki tahakküm ilişkisi olarak tanımlayan Marksist analiz açısından sorunludur. Marksizm, gerek Kemalizmin, gerekse realizmin veri kabul ettiği ulusal çıkar kavramını sorgular. Sınıflı toplumlarda sınıf çıkarından masun bir çıkar olamaz. Ulusal çıkar diye tabir edilen şey aslında muktedir sınıfın hegemonyasını ifade eder. Başka bir ifadeyle, burjuvazi, kendi çıkarını diğer toplumsal sınıfların da çıkarlarını temsil eden genel ve ortak bir çıkar olarak kabul ettirebildiği ölçüde hegemoniktir. Tarihsel olarak ulus kavramının kendisi de burjuvazinin iktidar mücadelesinde başat bir konuma gelmiş, hem anayasa hukukunda hem uluslararası hukukta ulusal egemenlik temel bir varsayım olmuştur. Burjuva hukukunun temel dogması ulusal egemenlik ve ulusal çıkar, hem Kemalizm hem de realizm için sorgulanmaz kavramlardır. Sorgulanmadıkları ölçüde sınıf iktidarını gizler ve doğallaştırırlar.
Uluslararası ilişkilerde realizm ve Kemalizm, hukuki dogmaya dayanarak, görüntüde tüm devletlerin eşit olduğu bir sistem varsayar. Bu sistemde güç dağılımı tabii ki daha güçlü ve daha güçsüz devletleri ortaya çıkarır, ancak hegemonik devlete karşı birleşen diğer devletlerin oluşturduğu güç dengesi sayesinde her devlet egemenliğini korumayı başarır. Dolayısıyla, her devletin öncelikli amacı ulusal egemenliğinin ifadesi olan bağımsızlığını korumaktır. Marksism açısından ise, ulusal egemenlik, ancak gerçek uluslararası güç ilişkilerini gizleyen hukuksal bir kurgudur. Nasıl ki iç hukukta yurttaşların biçimsel eşitliği sınıflar arasındaki maddi eşitsizliği gizliyorsa, uluslararası hukukta da ulusal egemenlik ve içişlerine karışmama ilkelerinin ifade ettiği biçimsel eşitlik küresel tahakkümü gizlemektedir.
Kemalizmin sağ ve sol versiyonları kapitalizme ilişkin farklı tutumlar sergiler, ancak ulusal egemenlik ve ulusal çıkar konusunda ortaklaşır. Güncel siyasette Sözcü gazetesinden Cumhuriyet, Yurt ve Aydınlık gazetesine kadar Kemalist olarak tanımlayabileceğimiz cenahın AKP’nin dış politikasına yönelttiği temel eleştiri, ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık ve ulusal çıkar temelindedir. Bu eleştirilerdeki ortak özellik, AKP’nin siyaset arenasına çıktığı koşullar, yola koyulurken destek aldığı çevreler ve siyasi programı itibarıyla ABD-AB bloğuna hizmet eden bir aktör olduğudur. Bu yaklaşıma göre, AKP, ABD-AB bloğunun kurguladığı bir senaryo mucibince iktidara getirilmiş ve bağımsızlıkçı kadrolar tasfiye edilmiştir. Hükümetin bütün dış politika girişimleri, Kıbrıs’ta çözüm, Ermenistan’la diyalog, Kürt siyasi hareketiyle müzakere vb. hep AKP’nin bu dış mihraklara hizmetinin sonucudur. Çeşitli komplo teorileri, bu yaklaşımın bolca kullandığı bir yöntemdir.
Ne var ki, burjuva ideolojisinin dogmasını analizin çıkış noktası yapan bir yaklaşım, elbette Türkiye’nin dünya kapitalizmi içindeki konumunu ve kapitalist ilişkiler içinde dış politika oluşumunu anlamakta ve açıklamakta zorluk çekecektir. Bu açıdan AKP’nin İsrail politikası güzel bir örnektir. One Minute ve Mavi Marmara olayları, Kemalist çevreler tarafından, AKP’nin gerçekleştirdiği “eksen kaymasına” örnek olarak sunuldular. Klişe ifadeyle, “yüzünü Batı demokrasilerinden Ortadoğu bataklığına dönen” AKP Cumhuriyet’in temel yönünden sapmıştır. Ancak Kemalist yaklaşım burada önemli bir çıkmaza girer: AKP ABD-AB bloğunun projesi ise, bu proje neden Türkiye’nin bu bloktan uzaklaşmasını öngören bir “eksen kaymasına” yönelmiştir? Bu noktada, tabii ki orjinal açıklamada olmayan bazı geçici açıklamalar bulunur: Erdoğan başına buyruk davranmaya başlamıştır veya çok asabidir, sinirlerine hakim olamıyordur; ABD Yeşil Kuşak ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ılımlı İslam’a destek vermektedir vb. Ancak bu açıklamalar, AKP’nin dış politikasını kuramsal olarak açıklamakta yetersizdir. Lider düzeyinde getirilen her açıklama, liderin siyasi sistem ve uluslarararası sistemdeki öznelliğinin sınırlarını belirlemek durumundadır. Öte yandan, ABD’nin ılımlı İslam projesi Ortadoğu ülkelerini İsrail’le bozuşturmayı değil barıştırmayı, transatlantik bloğundan uzaklaştırmayı değil yakınlaştırmayı amaçlar. Aksini düşünmek mantıksız olur.

LİBERAL-MUHAFAZAKAR TEZ: KÜRESEL YÖNETİŞİM VE KATILIMCILIK HAYALİ

Liberal-muhafazakar tez, kuramsal olarak liberalizm ve muhafazakarlık arasındaki çelişkilere rağmen, köklü bir ideolojik hatta dayanmaktadır. Öncelikle, liberal-muhafazakarlık da, günümüzde (ve bu yazıda) Kemalizm olarak tanımladığımız yaklaşım gibi, Cumhuriyet’in kurucu bir akımıdır.  Bu akımın güncel versiyonu, Celal Bayar’ın 27 Mayıs eleştirisine dayanır. Bu yaklaşıma göre, Türkiye Cumhuriyeti, yüzlerce yıllık bir “güçlü devlet geleneğini” devam ettirmektedir. Bu gelenekte bir yanda bürokrasi tarafından temsil edilen güçlü bir devlet, diğer yanda halk vardır. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra bürokrasi iktidarı tekrar ele geçirmiş ve ulusal egemenliği vesayet altına almıştır. Demokrat Parti ulusal egemenliği tekrar tesis etmişse de, asker-sivil bürokrasi tarafından darbeyle uzaklaştırılmıştır. Türk sağının temel siyasi tezini ifade eden bu yaklaşım, 1960’ların sonlarına doğru ve özellikle 12 Mart’tan sonra solda da yankı bulmuş. İdris Küçükömer’den Çağlar Keyder’e kadar birçok soysal bilimciyi etkilemiş, dahası Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’ın “Orta’nın Solu” projesinin kuramsal çerçevesini oluşturmuştur.
Bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerdeki liberalizm gibi, devletin içindeki toplumsal grupların aralarındaki ilişkilerin ve siyasi rejimin dış politikaya etkisi olacağını varsayar. Ancak liberalizmin toplumsal grupları, zaman zaman adına sınıf dense de, Marksist analizin sınıf ve toplumsal grup tanımına denk düşmez. Liberalizm, toplumsal sınıfları, tek tek bireylerin sahip oldukları üretim faktörleri (sermaye, toprak, emek) üzerinden tanımlar. Aynı üretim faktörü donanımına sahip bireylerin toplamı toplumsal sınıfları oluşturur. Markist analiz ise, üretim faktörlerinin, kendi başına, bir nesneden öte anlamlarının olmadığını; ancak toplumsal ilişkiler içinde bunların üretim faktörüne dönüştüğünü ileri sürer. Özetle ifade etmek gerekirse, sınıf ilişkileri ve üretim ilişkileri analiz edilmeden, üretim faktörlerinin hangi sınıfsal oluşumlara yol açacağı anlaşılamaz. Liberal yaklaşıma göre, bir ülkede bolca bulunan üretim faktörlerinin sahibi olan sınıflar dışa açılmayı ve ticaret serbestliğini savunur. Buna mukabil, kıt olan üretim faktörü sahipleri, dışa açılmaya karşı çıkar. Bu minvalde, güncel liberal-muhafazakarlık, ekonomik dışa açılmayı tüketicilerin daha ucuz ve kaliteli mal tüketme hakkı üzerinden savunur, devlet beslemesi ve ithal-ikameci burjuvaziyi eleştirir.
Uluslararası ilişkilerde liberalizm, liberal demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmayacağını ve dolayısıyla liberal demokrasinin dünya barışı için şart olduğunu iddia eder. Liberal demokrasinin en büyük güvencesi olarak ise, güçlü bir orta sınıfın varlığı gösterilir. Bu tez, AKP döneminde, “yükselen Anadolu sermayesi” ve “İslamcı Calvinistler” gibi kavramlarla ifade edilmiştir. Böylece, AKP bürokrasinin halk üzerindeki egemenliğine karşı büyüyen orta sınıfın demokratikleşme özlemlerini somutlaştıran bir siyasi özne olarak tanımlanır. Dolayısıyla, “değişimin motoru” olan AKP, elbette dış politikada da bürokratik vesayet dönemiyle önemli bir kırılma yaratır.
Davutoğlu doktrini, bu yaklaşımın güzel bir örneğini sunar. Temel iktidar kavgasının halkla bürokrasi arasında meydana geldiği Türkiye’de, Cumhuriyet’in elitleri, halka yabancı bürokratlar olagelmiştir. Bu bürokratlar, kendi değerlerine yabancı oldukları ve halk egemenliğine dayanmadıkları için özgüven sahibi değildirler. O yüzden, bürokratik elitler, Ortadoğu başta olmak üzere “Osmanlı bakiyesine” sırtını dönmüş, içe dönük ve pasif bir politika izlemiştir. Oysa AKP halk egemenliği ve değerlerine dayandığından, özgüveni tamdır ve aktif ve dışa dönük bir strateji izleyebilir. Liberal-muhafazakarlığın “Kemalist pasiflik” tezi ise, tarihsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Kurucu Kemalist kadroların Ortadoğu’dan çekilme sebebi kültürel yabancılaşma değil, bölgedeki cephelerde savaşı kaybetmeleridir. Nitekim ellerine geçen her fırsatta Hatay, Musul ve Kerkük’te devlet sınırlarını genişletme konusunda girişimde bulunmuşlardır. Kemalizme Ortadoğu’da manevra alanı tanımayan etkenler, önce İngiltere-Fransa, daha sonra ABD-Sovyetler Birliği’nin etkisidir.
Liberal-muhafazakarlığın temelindeki sağ popülizm, AKP’nin dış politikasında özgüven faktörünün önemini, 1 Mart tezkeresi, One Minute, Mavi Marmara, Suriye ve Mısır politikası üzerinden vurgulamaktadır. Erdoğan’ın son dönemdeki popüler deyişiyle “diklenmek değil, ama dik durmak” olarak özetlenebilecek bu yaklaşım, ahlaki değerler ve siyasi ilkeler adına, icabında ABD-AB ittifakına zıt bir şekilde bağımsız davranan bir dış politika çizgisinin varlığını iddia ediyor. Ancak “eksen kayması” tezine karşı dile getirilen tüm kanıtlar, Türkiye’nin ABD-AB ittifakına ters bir şekilde hareket etmediğini ortaya koyuyor. 1 Mart tezkeresini, Erdoğan’ın hükümetin başında olmadığı, AKP yöneticileri arasında görüş ayrılıklarının olduğu, AKP grubunun oylamada serbest bırakıldığı ve böylece özellikle Barzani’ye yakın AKP milletvekillerinin elinin rahat olduğu bir ortamda gerçekleştiğinden, AKP’nin dış politikasının bir ifadesi saymak doğru olmaz. Nitekim, Erdoğan’ın Başbakanlık koltuğuna oturmasından sonra Meclis’e ikinci bir tezkere getiren hükümet bunu geçirmeyi başarmıştır. İsrail’le ilişkilerin seyrine rağmen NATO çerçevesinde İsrail savunmasıyla senkronize bir füze savunma sistemine entegre olmuştur.
Liberal yaklaşım, 1970’lerden beri ülkelerin karşılıklı bağımlı hale geldiğini ve uluslararası ve ulusötesi aktör ve örgütlerin öneminin arttığını ileri sürer. Gerçekten de, son çeyrek yüzyılda uluslararası ve küresel örgütler ve kurallar tarihte görülmemiş şekilde artmış ve etki kazanmıştır. Bu süreç, iç politikada bilhassa ekonomi ve sosyal politika alanının giderek bağımsız kurullara devredilerek teknikleştirilmesine paralel işlemiştir. Yönetişim adı verilen bu idari modelde, bağımsız uzmanlık kurullarına devredilen alanlar depolitize edilmekte ve esasında siyasi içerikli kararlar doğallaştırılmakta ve meşrulaştırılmaktadır. 1990’lı yıllarda bu modelin siyasi meşruiyet sağlamada aciz kaldığı (örneğin IMF karşıtı Endonezya ayaklanmasında) ortaya çıkmıştır. Buna karşı, aslında toplumsal temsil yeteneği olmayan, ancak belli bir çıkar grubu oluşturan sivil toplum kuruluşlarının karar alma ve uygulama süreçlerine dahil edilmesiyle meşruiyet krizinin aşılacağı düşünülmüştür.
AKP’nin dış politikası da bu dönüşüme uyum sağlamış, Davos toplantıları, G-20 zirveleri ve çeşitli kamu diplomasisi teknikleriyle küresel karar alma mekanizmalarına katıldığını ileri sürmüştür. Davutoğlu’nun deyimiyle, Türkiye’nin yeni siyasi mimaride “oyun kurucu” bir rol oynamaya başladığı iddia edilmiştir. Bu toplantılarda liderler fotoğrafına girmek, hükümetler için bir reklam vesilesi olurken, bu toplantılardaki kararlar için de bir meşruiyet mekanizması sağlıyor. Ancak bütün bu teşrifat ve biçimsel usül, kararların nasıl ve kimin tarafından alındığını değiştirmiyor. Keza Türkiye’nin bu platformlardaki varlığı ve etkinliği, ülkenin küresel işbölümündeki işlevini değiştirmiyor, aksine pekiştiriyor.

MARKSİST TEZ: KAPİTALİST İLİŞKİ VE ÖZNE
Ne Kemalist ne de liberal-muhafazakar tezler AKP’nin dış politikasını anlamamıza yardımcı olabilir. Her ikisi de güncel sürecin ancak bir tarafını yansıtmaktadır. Yazının bu son bölümünde, kısaca, bu iki teze alternatif bir yaklaşımın çıkış noktaları ve temel tezlerine değinmek istiyorum. Bu kuramsal noktalar şüphesiz geliştirilmeye muhtaçtır, ancak geleceğe yönelik bir araştırma programı oluşturmaktadırlar.
1)    Hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık iki farklı anlatıyı birleştiren bir ideolojik söylem oluşturmaktadır. İlk anlatı Türkiye’nin biricikliği üzerinedir. Hem Kemalizme hem de liberal-muhafazakarlığa göre, Türkiye dünya tarihinde biricik bir yere sahiptir. Diğer toplumlara uygulanan sınıf analizi buraya uygulanamaz. Türkiye’de halk ve devlet karşıtlığından söz edilebilir. İkinci anlatı ise, özgün çıkış koşullarına rağmen Türkiye tarihinin varacağı evrensel bir noktayı işaret etmektedir: Kemalizme göre muasır medeniyetler seviyesi, liberal-muhafazakarlığa göre piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi. Dolayısıyla her iki ideolojik set de, hem Oryantalist hem de teleolojik anlatıların kombinasyonundan oluşan bir söyleme dayanır.
2)    Böyle bir tarihyazımı güdük ve hukuki dogmayı yeniden üreten bir devlet kuramıyla tamamlanır. Hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık açısından devlet ya bir kurum, bir tüzel kişilik ya da liderlerin şahsında vücut bulan bir canavardır (Leviathan). Her iki yaklaşım da, devleti, bir toplumsal ilişki olarak değil, insan biçimli bir siyasi özne olarak kavramsallaştırır. Bunu yaptığı ölçüde, devletin toplumsal sınıflar tarafından belirlendiğini gözden kaçırır.
3)    Uluslararası ilişkiler ve dış politika analizinde Kemalist ve liberal-muhafazakar tezler, uluslararası siyasetteki güç dağılımını veri alırlar. Ancak güç dağılımı bir sonuçtur, neden değil. Herhangi bir anda gücün neden belli bir şekilde dağıldığını açıklamak için gücü üreten yapıya bakmak gerekir. Dünya siyasetinde gücün hangi toplumsal ilişkiler içinde üretildiği anlaşılmadan, dış politikayı yönlendiren hükümetlerin özgürlüklerinin sınırını anlamak mümkün değildir. Bu çerçevede, bir dış politika öznesi olarak devlet, hem küresel hem de ulusal düzeyde toplumsal bir ilişki olarak anlaşılmalıdır.
Bu bağlamda Türkiye’nin dış politikası, ülkenin küresel kapitalizm içindeki konumu, işlevi ve bunun ülke içinde yarattığı toplumsal dönüşüm çerçevesinde anlaşılmalıdır. Neoliberal dönüşüm, Kemalist tezin varsaydığı gibi Türkiye’ye mekanik bir şekilde dışarıdan dayatılan bir dış politika komplosu değil, Türkiye’nin de dahil olduğu küresel kapitalizmin organik bir sürecidir. Başka bir deyişle, neoliberalizm, ABD’de ve Türkiye gibi ülkelerde aynı anda ortaya çıkmış, bu farklı coğrafyalardaki toplumsal yapıların hem kendi içlerindeki ilişkilerde hem de birbirleriyle ilişkilerinde dönüşüm yaratmıştır. Dönüşüme direnenlere icabında şiddet uygulanmış, ayak uyduramayanlar tasfiye edilmiştir. Bu bağlamda,
1)    Davutoğlu Doktrini ve AKP dış politikası, Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren devam eden stratejik arayışın tarihsel bir devamıdır.
2)    Bu devamlılığın en merkezi unsuru, Türkiye’nin ABD-AB bloğu için stratejik açıdan çok önemli olduğunun vurgulanması ve Türkiye’nin ulusal çıkarının bu yönde tanımlanmasıdır.
3)    Bu anlamda, özellikle ABD-AB bloğuna yönelik kimi zaman serzenişler ve ufak tehditler gündeme gelse de, hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık, özünde Türkiye’nin kapitalist düzen içinde yer almasına itiraz etmemekte, ancak nasıl yer alacağına dair farklılaşmaktadır. İkisi de sonuçta kapitalizmi yeniden üreten ideolojiler olduğu içindir ki, bu iki kutbun oluşturduğu bir siyaset anti-kapitalist muhalefeti marjinalize etmektedir.
4)    Türkiye’nin dış politikasında gerçekten bağımsız ve hegemonya karşıtı bir dış politika izlemesi dünya kapitalizmine ilişkin hükümetlerin alacağı siyasi ve ideolojik tutuma bağlıdır. Türkiye’yi mevcut kapitalist düzen açısından işlevsel kılan hiçbir politika bağımsız olamaz.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑