Hegemonya mücadelesi ve uluslararası ceza mahkemesi

Merkezi Hollanda’nın Lahey kenti olan ve kuruluş amaçları “soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçu”yla ilgili davalara bakmak olarak açıklanan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 1 Temmuz 2002 tarihinden itibaren yürürlüğe girdi.
Dünyanın ilk daimi uluslararası savaş suçları mahkemesi olan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluşunu 74 ülke onayladı. ABD, İsrail, Rusya ve Çin gibi ülkeler ise muhalefet ediyorlar. UCM’yi destekleyenler arasında, AB’nin 15 üyesi, Nijerya, Sierra Leone, Bosna-Hersek, Ekvador gibi onlarca Avrupa, Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkesi bulunuyor. Anlaşmayı imzalamayan ülkeler arasında Türkiye, Pakistan ve Hindistan bulunurken, Ortadoğu’da ise Ürdün anlaşmayı onaylayan tek ülke oldu, İsrail anlaşmayı imzaladı ancak onaylamadı. George W. Bush yönetimi UCM’yi kesinlikle reddediyor. Washington en son BM Güvenlik Konseyi’nin Amerikan askerlerine, UCM karşısında dokunulmazlık garantisi vermemesi durumunda, BM barış gücü operasyonlarından çekilme tehdidinde bulundu.

“İNSAN HAKLARI” VE “ULUSLARARASI ADALET” KAVRAMLARI ETRAFINDA HEGEMONYA MÜCADELESİ
“Mahkeme” kelimesinin kendisinin bir yaptırımı içerdiği düşünüldüğünde, bunun bir de “Uluslararası” bir sıfatla tanınmış halinden söz edildiğinde, o zaman karşımızda duran şeyin, dünyaya hâkim olan uluslararası güçlerin birbirlerine karşı yürüttükleri hegemonya mücadelesinde, dünyadaki egemenlik ilişkileri içinde ele alınması kaçınılmazdır. Söz konusu kurumun amacının “insan haklarını” savunmak, “soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçlularını” yargılamak gibi insani ideallerle tanımlanmış olması bu gerçeği değiştirmez. Son yirmi yıl içinde, başta ABD olmak üzere, NATO güçlerinin, AB ülkelerinin başını çektiği, “çıbanbaşı” ülkeleri “dize getirme” operasyonlarının neredeyse tamamının insani gerekçelerle tanımlanmış olması bunun bir ifadesidir. “Ben emperyalist çıkarlarımın, kendi hegemonik hesaplarımın bir gereği olarak bu saldırıyı gerçekleştiriyorum” diyen bir emperyaliste bugüne kadar rastlanmamıştır, rastlanması da mümkün değildir. Bu “haydut’luğun baştan kabulü anlamına gelmektedir ki, “haydut’luğun da emperyalistlerin hedefe koydukları ülkelere ve onların liderlerine karşı kullandıkları bir tanımlama olduğu bilinmektedir. ABD’nin Ortadoğu’da kendi çıkarlarına aykırı konumda gördüğü ülkeleri “haydut” diye nitelendirdiği hatırlanacaktır. ABD’li bir kongre üyesinin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni de “haydut mahkeme” olarak nitelendirdiği basına yansımıştır. Dolayısıyla bir kavramın içerdiği çağrışımların değil, o kavramın hangi güçler tarafından, hangi amaca bağlanarak kullanıldığının önemli olduğu gerçeği, bu tartışma bakımından da kilit bir önem taşımaktadır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin ne gibi işlevler göreceği, sonunun nereye varacağını öngörmek için, tarihte kısa bir gezinti yapmak yararlı olacaktır.
Tekelci kapitalist düzenle birlikte, sermayenin girdiği yoğunlaşma ve merkezileşme süreci, mevcut devletlerin sınırlarını zorlayan bir gelişkinlik düzeyine ulaşarak, dünya yüzeyine yayılma eğilimi göstermiş, bu da emperyalist paylaşım mücadelelerini beraberinde getirmiştir. Tüm bu gelişme, dünya ölçeğindeki güç ilişkilerinin konjonktürel değişimine uyarlı olarak da yeni biçimler almış, karşılıklı güçlerin birbirleri ile mücadelelerinin düzeyinin oluşturduğu denge bu yeni biçimleri de doğrudan belirlemiştir.

SOSYALİZMİN VARLIĞI İLE BELİRLENEN DÜNYANIN ETKİLERİ
1917 Ekim devriminin sonrasındaki gelişmeler, artık bu dengeleri sosyalist ve kapitalist olarak üzere, birbirine karşıt iki bloğun varlığıyla belirlemiştir. Lenin’in “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesi, kapitalist bloğun, tek tek ülkeleri kendisine bağımlı kılma üzerine kurulu emperyalist müdahalesine karşı açık bir tavrı içerirken, karşı blok da bunu dönemin koşulları içinde 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Wilson ve Churchill öncülüğünde doruğuna çıkarılan “self determinasyon” teziyle kendi çıkarları bakımından kesmeye çalışmıştır.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında da, iki blok arasındaki mücadelenin belirlediği dengenin seyri, bundan sonraki kurumlara rengini vermiştir. Görevi, “uluslararası barışı koruma” olarak açıklanan Birleşmiş Milletler (BM)’nin ilkeleri arasında, “güç kullanma ve güç kullanma tehdidinde bulunma yasağı”da vardır. Ancak BM Şartı’nın VII. Bölümü, bu kısıtlamaya önemli istisnalar oluşturmaktadır. “VII. Bölüm, ‘barışın tehdidi, bozulması ve saldırı eylemlerine karşı önlemler’ getirmekte ve Güvenlik Konseyi’ne ‘uluslararası barışı ve güvenliği korumak’ amacıyla harekete geçme yetkisini vermektedir. Bu yetkiler arasında Güvenlik Konseyi’nin güç kullanma yetkisi (m.42) de vardır. Şart ayrıca, üye devletlerden birinin silahlı bir saldırıya uğraması durumunda, Güvenlik Konseyi önlem alıncaya kadar, saldırıya uğrayan devletin tek başına veya kolektif olarak ‘öz-savunması’nı da tanımaktadır (m.51). Müdahale yasağı ilkesine BM Şartı’nın getirdiği bu istisnalar, soğuk savaş döneminden günümüze değin gerçekleştirilen askeri müdahalelerin meşrulaştırılmasında önemli rol oynamışlardır. Şart, her ne kadar self-determinasyon ilkesini ve müdahale yasağını tanımış olsa da, getirdiği ‘istisnai’ durumlarla bu ilkelerin ihlal edilmesinin temellerini de atmıştır.”(1)
Sovyetler Birliği’nin askeri gücü ve baskısı ABD’nin emperyalist yayılma girişimlerini önemli bir süre için engellemiş ve bu da yukarıda sözü edilen ‘istisnalar’ın ABD tarafından bir kaideye dönüştürülmesinin önünün alınmasında uzunca bir süre için etkili olmuştur. Kore ve Vietnam gibi bir dizi askeri müdahale ile ABD bunu delmiş olsa da, bu Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen soğuk savaş koşullarında daha çok ekonomik ve politik sömürgecilik araçlarını devreye sokarak emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır.

SOSYALİZMİN GERİYE DÜŞÜŞÜ VE BM’NİN ABD’NİN DİPLOMATİK AYGITINA DÖNÜŞMESİ
Sovyetler Birliği’ndeki rejimin “sosyalist” karakterini kaybetmeye başlama süreci, ABD’nin askeri operasyonlarının önündeki “uluslararası hukuk engellerini” tanımama sürecini hızlandırmıştır. Sovyetler Birliği’nin Doğu Bloğu sınırları dışına taşan ilk askeri müdahalesi ise, 1979’da Afganistan’a girişidir. Bu dönemde karşımızda olan Sovyetler Birliği, sosyal emperyalist bir karakter taşımaktadır.
1990’ların başında sosyalist sistemin biçimsel varlığının da son bulması ile birlikte, insan hakları” kavramına dayalı yeni bir müdahalecilik güç kazanmaya başlamıştır. Başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler, kendilerini sınırlayan sosyalizm engelinin ortadan kalkması ile askeri operasyonlarını yoğunlaştırmış ve bunun ideolojik meşruiyet araçlarını da insani ideallerle tanımlamaya başlamışlardır. Körfez Savaşı ile birlikte ABD emperyalist saldırılarını “insani müdahale” argümanıyla meşrulaştırmaya çalışmıştır. “Körfez Savaşı ile NATO’nun Kosova’ya müdahalesi arasında geçen dönemde, kimi zaman Güvenlik Konseyi’ni de arkasına alan ABD’nin pek çok müdahalesine tanık olunmuştur. Irak’a 1998 Aralık ayında başlayan son saldırı ile Kosova Savaşı’nda Güvenlik Konseyi’nin bariz biçimde ‘by-pass’ edilmesi ise 1945 sonrası dünya düzeninin egemenlerinin bileşiminde meydana gelen değişikliklerin doğrudan sonuçlarıdır.”(2)
ABD, savaş gemilerinin Körfez’e dayanması ile Saddam’a geri adım attırıldığı bir dönemde, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, bu durumu “Silah destekli diplomasinin bir zaferi” olarak tanımlaması ise, tüm bu gerçekliğin birinci elden itirafıdır. Sosyalizmin olmadığı koşulların belirlediği bugünün BM’si, ABD ve İngiltere’nin elinde oyuncağa dönüşmüştür. “Dünyanın korunması” gibi bir idealle ortaya çıkan bir kurumun en yetkili makamında oturan kişinin, “silah destekli diplomasi” tanımı, “uluslararası hukukun” emperyalist müdahalelerin meşrulaştırıcı şemsiyesine dönüştüğünde başkaca bir anlama gelmemektedir.
Bu ilişkinin ekonomi politiğine örnek olması bakımından başka bir çarpıcı alıntıyı da, New York Times’in başyazarı ve ABD medyasının önde gelen yorumcularından birisi olan Thomas L. Friedman’dan yapabiliriz. Friedman, son Yugoslavya bombardımanının başlamasından birkaç gün sonra, 28 Mart 1999’da New York Times’ta “Bir hızlı dünya manifestosu” başlığı ile yayımlanan makalesinde, “Küreselleşmenin sürdürülmesi ulusal çıkarlarımıza uygundur… Küreselleşme ABD’dir” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Piyasanın gizli eli, gizli yumruk olmadan asla işlemez: F-15’in yapımcısı McDonnell Douglas olmadan McDonald’s gelişemez. Ve Silikon Vadisi teknolojileri için dünyayı güvenli hale getiren bu gizli yumruğa, ABD ordusu, Hava Kuvvetleri, Donanması ve Deniz Piyadeleri denilir.”(3)
New York Times’in başyazarının, piyasanın gizli elini garantileyen güç olarak anlattığı ABD’nin silahlı gücü, BM Genel Sekreteri Annan’ın “başarılı diplomasinin çekirdeği olarak kabul ettiği güçten başka bir şey değildir.
BM’nin kuruluşundan bugüne kadarki seyrinde nasıl dünya ölçeğindeki güç ilişkilerindeki değişimler etkili oldu ise, aynı gelişmeleri ona göre henüz çok kısa bir tarihe sahip olan “Uluslararası Ceza Mahkemesi” konusunda da gördük.
ABD Başkanı Clinton, Eski Yugoslavya Başkanı Milosevic için kurulan, Savaş Suçları Mahkemesi’ni destekledi. Bu mahkeme, ABD ve onun müttefiklerinin Balkanlar’da gerçekleştirdikleri emperyalist saldırı ve işgale “uluslararası” düzeyde bir “hukuksal” meşruiyet sağlamanın aracı olarak kullanıldı.
Uluslararası Ceza Mahkemesi fikri, bu düzeyde pratikleştiğinde, ABD’nin de işine yarıyor ve onun saldırılarına “hukuksal” bir dokunulmazlık da kazandırıyordu. Ve 1998’de Roma’daki uluslararası konferansta, soykırım ve insanlığa karşı suç davalarına bakacak bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasına ilişkin anlaşma imzalandığında, Clinton da o dönemin dengeleri içinde, bunun ABD’nin “insani müdahale” bahanesiyle gerekçelendirdiği saldırılarında hedefe koyduğu ülkenin liderlerinin, ya da bir biçimde kendi çıkarlarına ayak bağı olanların yargılanacağı bir mahkeme olacağını düşünmüştü. Miloseviç’in yargılandığı, yarın belki becerilebilirse Saddam’ın, Kaddafi’nin ve diğerlerinin yargılanmasının hesaplandığı bir mahkeme.

EN BÜYÜK EMPERYALİSTLER UCM’NİN YETKİLERİNİ ASKIYA ALABİLECEK
Ancak Pentagon ve Beyaz Saray, böylesi bir mahkemenin, dünyanın bir dizi bölgesinde operasyonlara sürekli “gerek” duyan ABD açısından bir ayak bağına dönüşebileceğini, ABD’ye bağlı hareket eden güçlerin, bu mahkemede yargılanma ihtimalinin doğabileceğini düşünerek, Clinton’ın attığı imzayı onaylamamayı uygun buldu. Kararını geçtiğimiz Eylül ayında açıklamayı düşünen Bush yönetimi, 11 Eylül saldırılarının ardından “terörle mücadele” bahanesiyle başlattığı savaşta uluslararası destek aradığı, “Uluslararası Ceza Mahkemesi” gibi bir oluşuma, uluslararası desteğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde karşı çıkmasının kendisini zayıflatacağını düşünerek kararını açıklamayı bir süre erteledi.
Bush yönetimi, Afganistan’ı yerle bir edip, orada kendi çıkarlarına uygun bir şekillenmeye gittikten sonra ise UCM’yi tanımayacağını açıktan söylemeye başladı. ABD Başkanı George W. Bush, “Bu mahkeme barış için çalışsa bile, diplomatlarımız ve askerlerimizin bu mahkemeye çıkma riski bulunmaktadır.” diyerek bu mahkemeyi tanımayacaklarını ilan etti. Buna rağmen 1 Temmuz günü, bu mahkemenin kuruluşunun, Roma Anlaşması’nı imzalayan 139 ülkeden 74’ünün imzası ile onaylanıp ilan edilmesi üzerine çileden çıkmış bir ABD yönetimi gördük.
ABD, Bosna’da görev yapan BM barış misyonunun görev süresinin uzatılmasını veto etti. ABD yönetimi, Barış Gücü’ne yönelik yaptırımlarla da yetinmedi. Temsilciler Meclisi yaptığı oylamayla, UCM tarafından tutuklanan herhangi bir ABD’liyi kurtarmak için, Başkan Bush’a kuvvet dâhil her türlü imkânı devreye sokması için tam yetki verdi.
Karar tasarısının mimarı Cumhuriyetçi Parti’nin Teksas temsilcisi Tom DeLay, ülkesinin bir ABD askerinin veya seçilmiş bir liderinin bu mahkemeye çıkarıldığını asla görmek istemediğini belirterek, UCM’yi, “haydut mahkeme” diye niteledi.
Ve ABD bu mahkemenin, kendisine rakip durumdaki AB ülkeleri başta olmak üzere diğer güçlerin çıkarları ekseninde, ABD’nin uluslararası yayılımını “insan hakları” gerekçesi ile denetleme yönünde kullanılacağından endişe ederek başlattığı karşı kampanyada etkili oldu. Bu baskı, “Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin daha doğarken sakat doğmasını getirdi.
Ulusal mahkemelerin yerine geçmeyecek, ancak sadece bu mahkemeler ağır suçları soruşturma ve yargılamada yetersiz kaldığında devreye girecek olan, 1998’de imzalanan Roma Anlaşması ile kurulan UCM, çalışmalarına başlamasından sonra işlenen suçlarla ilgili yargılama yapacak.
Lahey’deki 16 katlı binasında göreve başlayan UCM’de, 2003 yılı başına kadar başsavcı ve 18 yargıcın belirlenmesi çalışmaları yürütülecek. UCM’de, Roma Anlaşması’nı onaylayan devletler, BM Güvenlik Konseyi ve mahkeme savcıları tarafından üç yargıcın onayıyla dava açılabilecek. ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’den oluşan BM Güvenlik Konseyi’nin ise, “uluslararası barış ve güvenlik çabalarını tıkadığına inandığı” zaman UCM’nin soruşturma ve yargılama gücünü “askıya alma” yetkisi bulunuyor.
Yani, gücü yeten ve BM Güvenlik Konseyi’nde bu gücü diğerlerine göre daha baskın olarak kullanmaya başaran emperyalist güç, “uluslararası barışın tesisi” ve “insani müdahale” gibi gerekçeleri gerçekleştirdiği emperyalist saldırılarda, “Uluslararası Ceza Mahkemesi”nin yaptırımından kurtulmuş olacak. Bunun yanında, böylesi bir mahkemenin varlığı koşullarında gerçekleşen emperyalist bir saldırının, “uluslararası hukukun” onayı ve şemsiyesi altında gerçekleşmiş olma payesi kazanacağı da düşünüldüğünde, bu mahkeme daha kuruluşu ile birlikte ilan ettiği amaçların tersine bir işlevi üstlenmiş oluyor.
Bu mahkemelerin önemli bir eksikliği de, “savunmanın” kurumsal olarak bulunmaması. Hukukçular bunun önemini tespit ederken şu gerçeklere dikkat çekiyorlar: Kurumsal olarak savunma bu kurumlarda yok. Buna en çok bizim Türkiye’deki sistem sevinir. Çünkü bizde de yok. Bütün demokratik kurumlarda savunma kurumsal olarak yerini alıyor. Önemli bir yere sahip. Çünkü başka türlü yargılama yapılmaz. Savunmanın yargının içinde olup olmaması bir demokratik çizginin ana noktalarıdır, ayraçlarıdır. Yargıyı sadece savcı ve yargıçtan ibaret gören despotik bir anlayış var. Bununla 200 yıl mücadele edildi. Demokratik ülkelerde bu siyasi çizgi kırıldı, yerine yargıyı iddia, savunma ve hükümden ibaret gören bir başka anlayış geldi. Çünkü başka türlü yargının diyalektiğini sağlayamazsınız. Doğaya da aykırı. Tez ve anti-tezin olmadığı, onların çatışmasından senteze ulaşılmadığı bir doğa döngüsü olmaz. Zıtların çelişkisi olmadığı sürece bir diyalektiği, bir enerjiyi, değişimi sağlayabilmeniz, bir şeyi yaratmanız mümkün değil. Yargıda da bu çelişki ve çekişme vardır.” (4)
Ayrıca, daha UCM’nin kuruluşunun üzerinden on gün bile geçmeden, ABD’nin BM’den UCM karşısında, dış görev yapan askerleri için bir yıl süre boyunca dokunulmazlık alması da, bu mahkemenin “ölü doğduğunun” bir başka kanıtını oluşturdu.
BM’nin, ABD’nin “Diplomatik meşrulaştırıcı” aracına dönüştürülmesinde gönüllü davranan BM Genel Sekreteri Annan, ABD’nin UCM’den aldığı 1 yıllık dokunulmazlığın muhtemelen sürekli hale geleceğini de açıklayarak, kuruluş amaçları ile karşılaştırıldığında bu mahkemenin sonunu daha baştan ilan etmiş oldu. Önümüzdeki dönemde, İngiltere başta olmak üzere, diğer birçok etkin emperyalist gücün bu türden muafiyetler isteyecek olmasına da şaşırmamalı.
UCM’nin tüzüğüne bakıldığında, aslında ABD’nin “endişelerinin” ve itirazlarının önemli ölçüde dikkate alındığı da görülüyor. Örneğin; bir kişi kendi ülkesinde yargılanmaya başladığı an, UCM’nin onu yargılama yetkisinin bitmesi ve BM Güvenlik Konseyi’nin toplanarak UCM’deki herhangi bir yargılamanın bir yıl ertelenmesine karar verebilmesi -bunu daha sonra yine ertelemek de mümkün- zaten başta ABD olmak üzere BM’de etkin güçlerin işini kolaylaştıran bir nitelik taşıyor. Ancak, ABD siyasetine yön veren, şu an iktidarda olan ve “şahin” olarak adlandırılan kanat, ABD’li bir yetkilinin, askerin, ya da adı ABD politikaları ile cisimleşmiş bir ABD işbirlikçisinin uluslararası bir mahkeme tarafından yargılama tehdidi altına sokulmasını bile ABD’nin “ulusal çıkarları” açısından bir tehdit olarak görüyor. ABD yönetimi, yargılama tehdidi altına sokulmayı bile dünya yüzeyindeki hegemonya mücadelesinde kendi işini güçleştirici bir pürüz olarak görüyor ve en küçük bir engel bile istemiyor.
Bu haliyle bakıldığında, UCM’nin daha çok gücü yetenin etki göstereceği bir mahkemeye dönüştüğü ve giderek, Miloseviç için kurulan “uluslararası mahkeme”nin sürekli kılınması gibi bir işleve oturacağı söylenebilir.
Bu da, önümüze şu gerçeği çıkarıyor. Sosyalizmin baskısından kurtulan kapitalist bir dünyada, bu dünyanın çeşitli emperyalistlerin “insan hakları” ve “adalet” kavramlarını birbirine karşı bir hegemonya aracı olarak kullanmalarının, dünyanın ezilen haklarının adalete duyduğu ihtiyacı gidermesi mümkün değil. Büyük iddialarla ortaya konulan ve emperyalist savaşların mağduru durumundaki ülke ve halkların desteğini kazanmaya çalışan UCM’nin, daha kuruluşundan bugüne kadar geçen kısa süre içinde, dünyanın en büyük savaş suçlusu ABD karşısında işlevsiz hale gelmesi, sosyalizmsiz bir dünyada bu türden oluşumların iddia hükmünün bile ne kadar kısa ve kırılgan olduğunu göstermektedir. BM, sosyalizmin güçlü bir karşı blok olarak kapitalizmi, onun emperyalist saldırganlığını dizginlediği için, UCM’ye göre çok daha uzun bir süre kuruluş iddialarını koruyabilmişti. UCM’nin yaşadığı süreç, daha kuruluşundan kısa bir süre içinde geldiği nokta, hem onu şekillendiren güçlerin niyeti ve “kudretinin” ölçüsünü göstermekte, hem de insanlığa gerçek adaleti getirecek ve bunu uluslararası düzeyde gerçekleştirecek gücün, dünyanın işçi ve emekçilerinin, ezilen halklarının mücadeleleri üzerinde yükselen, onlara dayanan bir güç olması gerektiğini göstermektedir. Tarihin hiçbir döneminde sınıflar-üstü bir karakter taşımamış olan hukuk ve adalet, bugün de insanlıkla uluslararası düzeyde buluşabilmek için, ya da bir anlamda insan içine çıkabilmek için işçiler ve dünyanın tüm ezilen halklarının örgütlü müdahalesini beklemektedir.

Dipnotlar:
(1) Yasemin Özdek, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yay, Nisan 2000, sayfa 74-75
(2) a.g.y, s.88
(3) Ellen Meiksins Wood, “Kosova ve Yeni Emperyalizm”, Derleyen Tarık Ali, Evrenin Efendileri Om Yay, 2001, s.271
(4) Hacer Yücel’in Yücel Sayman’la söyleşisi, Günlük Evrensel, 15 Temmuz 2002, sayfa 2
36 özgürlük dünyası / ağustos 2002

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑