Küreselleşme ve “yeni politika”

Emperyalist sermayenin sınırsız yayılabilmek ve engelsiz azami kâr elde etmek için geliştirdiği yöntemlerin ve kullandığı araçların son derece çeşitli, zengin ve etkili olduğu görülüyor. Çeşitlilik ve değişkenlik, pek çok alanı tutarlı bir biçimde kucaklayan bir sistemin içinde yer alıyor ve “Küreselleşme”yi, yalnızca ekonomik ve bu anlamda da “doğal”, “kendiliğinden” bir olay olarak göstermek isteyen propagandacıları da yalanlıyor. Küreselleşme plancılarının, önceki yönetim biçimlerindeki değişiklik de dâhil olmak üzere, buna ilişkin alışkanlıkları, kültürleri, ilişkileri de değiştirmeyi gündemine almamış olması düşünülemez. Türkiye, özellikle son on-yirmi yıllık uygulamalara bakarak söyleyecek olursak, uygulamanın laboratuarlarından biri. Öyle görünüyor ki, başlıca küreselleşme odakları, IMF, DB, AB gibi kurum ve kuruluşlar, eğer yıkılmaz da sağ salim yollarına devam edebilirlerse, gelecekte bütün dünyada uygulamayı düşündükleri modelleri, özel yapısı ve bağımlılık ilişkileri dolayısıyla önce Türkiye’de deniyorlar. Elde ettikleri sonuçları genelleştiriyor ve derinleştiriyorlar. Genelleştirmeyi, benzer ülkeleri aynı süreçlere sokmaya çalışarak, derinleştirmeyi ise Türkiye’deki uygulamaları incelterek ve kurumlaştırarak yapıyorlar. Politikadaki ve ekonomideki kriz, “küreselleşme odakları”nın yeni deneyleri için olağanüstü fırsatlar ve olanaklar sundu. Birkaç yıldır, yerel yönetimler üzerinden yapılan deneyler, şimdi daha genel düzeyde ele alınmak üzere planlanıyor; siyasal partiler bu işleyişin temel aracı olduğundan, partilerin “yeniden yapılandırılması” önem taşıyor.

YERELDEN MERKEZE
Politikayı, “halksız” bir etkinlik alanı haline getirmek, uzun süredir kilit öneme sahip bir aşama olarak kabul ediliyor. Gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin “popülist politikalar” yüzünden kaynakları israf ettiğini ileri süren propaganda, gerçekte kamu işlerine yapılan bütün harcamaları hedef alan, bunları gereksiz “israf” olarak damgalayarak, sosyal hakları, ücret düzenlemelerini, taban fiyat uygulamasını tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bir “küreselleşme” planının parçasıydı. Özellikle bizim gibi, devletçi politikalara bağlı olarak önemli bir “devlet sektörü” oluşmuş bulunan ülkelerde, özelleştirmelerin hemen ardından kurumların ve işletmelerin uluslararası yabancı sermayeye devrini hazırlayan bir yol izlenmesi, buna paralel gelişen bir siyasal rejim biçimi arayışını da getirdi.
’80’Ii yıllara kadar, ABD, özellikle Latin Amerika ülkelerinde ve Türkiye’de, siyasal rejim sorununu askeri darbelerle çözmüştü. Günümüzde değişmeyen hedeflere değişik araçlarla ulaşmaya çalışan emperyalizm, doğrudan askeri darbeler yerine, kendisine bağlı etkin “sivil” güçlerin siyasi kariyerlerini, medya desteklerini ve işbirlikçi burjuvazinin ekonomik gücünü kullanarak baskı oluşturuyor. Böylece bir darbenin bölebileceği burjuva klikleri aynı program ekseninde birleştirebiliyor ve diplomatik bakımdan da daha ucuza mal ediyor.
Ancak programın uygulanabilmesi, büyük halk yığınlarının muhalefetine yol açacağından, bunu zayıflatmak, doğmadan önünü kesmek, eğer doğarsa yönünü çevirmek, mümkün olduğu kadar boş hedeflere saldırmasını sağlayarak içini boşaltmak için, örgütleri, sendikaları denetim altına alıyor, emperyalizm tarafından hazırlanıp önlerine konulan programların ve taleplerin peşine takarak nefeslerini tüketiyor; yoruyor, bitkin düşürüyor. Kitlelerinin nezdinde sendikaların güçsüz, işlevsiz olduğu düşüncesinin yerleşmesini, yine bizzat sendika bürokratları aracılığıyla yapıyor.
Muhalif kitlelerin örgütsüzleştirilmesinin en önemli basamağı, bunları kendi tarihsel doğuş özelliklerinden kopararak yeni işlevlerle tanımlamak biçiminde göründü. Sendikalar, dernekler, siyasi partiler, meslek örgütleri, aynı kategori içinde “sivil toplum örgütü” biçiminde tanımlanarak, şimdi birkaç “pilot bölge”de yürürlüğe konulan “yönetişim mekanizmaları” içine çekiliyor.
Sendikalar, meslek örgütleri, odalar ve hatta siyasi parti temsilcilikleri, “katılımcı yönetim birimleri” olarak alacakları görevlere hazırlanıyor.

“DEVLETTEN TOPLUMA DEVREDİLEN YETKİ”
Kapitalist büyük sermaye ve finans merkezleri, yaklaşık yirmi yıldır yerel yönetimlerin büyük ve kârlı yatırım alanları olduğuna karar verdiklerinde, ilk önce belediye hizmetlerinin tanımında ve doğasında yer alan “kamu hizmeti” kavramına karşı bir mücadele başlattılar. Belediye işçilerinin her grevinde ya da örgütlenme girişiminde, belediye hizmetlerinin özel şirketlere devredilebileceği propagandası başlatıldı. Özellikle 1992-93’de İstanbul’da gerçekleştirilen büyük temizlik işçileri grevi, bu propagandanın zirveye çıktığı bir ortam yaratmıştı. Ancak yalnızca buna benzer “halkı sıkıştıran” fırsatlarda değil, su, elektrik, doğalgaz, yol yapımı gibi konularda da, kamu işlerinin şirketlere devredilmesi fikri sık sık işlendi. Buna uygun bir kamuoyu yaratılmasına çalışıldı. Belediyeler (artık bunun yerine, küreselleşme projelerine daha uygun bir terim olan “yerel yönetimler” kullanılıyor) kamu işlerini görmek üzere seçilmiş siyasi kurumlar olmaktan gittikçe çıkarak, bu işlerin ihale edildiği şirketler arasında koordinasyonla görevli kurumlar haline gelecektir. Bu yolda epeyce derlendiğini gösteren örnekler, Evrensel Kültür’ün 128. sayısındaki Dosya bölümünde Birgül Ayman Güler’in yazısında bulunabilir.
Uluslararası şirketler ve büyük tekeller için, bugüne kadar hep kamu hizmeti kavramı içinde tanımlanmış işler, kârlı yatırım alanları haline getirilirken, Belediyelerin kamu bankalarından kredi almasının ya da merkezi hükümet tarafından maddi olarak desteklenmesinin de önü kesiliyor. Buna, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” adı veriliyor. Böylece, güya gittikçe güçlenen “yerel yönetimler”, bir zaman sonra merkezi hükümetten tamamen bağımsız hale gelebilecekler ve böylece, “sivil toplum örgütlerinin” dolaysız olarak yönetimde ağırlıklarının bulunduğu bir “gerçek demokrasi”ye geçilecek! Şimdiden kimi mahallelerde “sokağı güzelleştirme inisiyatifi”, “ağaçlandırma sivil girişimi” gibi adlar altında, deneyler yapılıyor.
Her alanda yürütülen savaş, burada “merkezi hükümet yetkilerine karşı güçlendirilmiş yerel yönetimler” sloganıyla sürdürülüyor. “Sivil toplum” kavramı gibi, “küçültülmüş devlet” de, 12 Eylül askeri darbesinin izlerini silemeyen ülke aydınları için son derece cazip ve bu yüzden propagandacı olarak devşirilenlerin sayısı bir hayli fazla.
Bu sloganlar, programın ilk elden yürütücüleri olarak sosyal-demokratların seçilmesinin nedenini de açıklıyor. Böyle bir program, tekelci burjuva partileriyle lafta bile olsa aralarında bir fark kalmamasının sıkıntısını çeken sosyal-demokratlar için can simidi gibidir.
Ancak, AB söz konusu olduğunda, bu “reformcu” görüşlerin hepsinin tekelci partiler tarafından da hararetle savunulduğu ve tek başına bunu savunmanın bir fark yaratmadığı gözden kaçmıyor.

“YENİ POLİTİKA”
Yeni politikayı anlamak için, bu model üzerinden bazı kestirimlerde bulunabiliriz. Temel hedef, her ülkede uluslararası şirketlerin, büyük emperyalist tekellerin yerel ya da merkezi bütün yönetim aygıtlarında tam egemenliğinin sağlanmasıdır. Bu, hiç kuşkusuz, belki de önümüzdeki bir elli yılı kapsayacak biçimde planlanıyor ve işler tamamen yolunda gitse bile bugünden yarına gerçekleşemeyeceği biliniyor. Ancak Türkiye gibi, emperyalizm için olağanüstü fırsatlar ülkesi olan bir yerde, olanaklı görülen her alanda küçük-büyük deneyler yapmak, eğer olanaklıysa fazla ertelemeden uygulamaya geçmek neden olmasın?
“Yeni Türkiye” hareketinin küreselleşme süreçleri içindeki yerini anlayabilmek için, onu, yukarıda andığımız kimi kavramlar ve geliştirilmekte olan “yeni demokrasi” modeli üzerinden çözümlemek yararlı olacaktır.
“Yeni Türkiye” hareketi, kendisini parti olarak tanımlamakta epey çekingen davranıyor. Adında parti kelimesi yok. O yüzden gazeteciler, televizyoncular bunu nasıl söyleyeceklerini kestiremiyorlar. Zorunlu olarak YT’nin sonuna parti kelimesini ekliyorlar. Kuruluşu sürecinde hep “oluşum” kelimesi kullanıldı. Bunun bir rastlantı, ya da amaçsızca seçilmiş bir şey olmadığını, “küreselleşme mantığına uygun” bir model arayışının ilk sancılarından kaynakladığını saptamak zor değildi.
Her şeyden önce, emperyalist merkezler, Türkiye’de kurulacak yeni bir siyasal partinin, “sağ-sol ayrımı yapmadan büyük kitleyi kapsayacak” bir genişlikte olmasında ısrarlıydı. Bu yüzden, hemen DSP’den kopanlarla atılan ilk adımlarda kurulan çatıya “parti” demek, planın asıl gövdesinin önünü tıkayabilirdi. Ortalıkta Amerikan üniversitelerinden, Amerikan politika kulislerinden beslenmiş ne kadar muteber adam varsa, aynı planın etrafında birleştirilmeye çalışılıyor, Cem’in Avrupa Birliği aksanıyla konuşan girişimini, IMF-Dünya Bankası-ABD açısından denetlemeye yönelik girişimlerde bulunuyordu.
Parti kavramının kullanılmasını engelleyen öneriler, buradan geldi ve ortaya “parti olmayan parti” biçiminde, postmodern söyleme çok uygun bir “oluşum” çıktı. İhsan Çaralan 23 Temmuz Tarihli Evrensel’de, Türkiye’de ÖDP sayesinde bir hayli tanınmış olan bu kavramın, yeni oluşum için oldukça yerinde bir tercih olduğunu yazdı.
Deyim, çok ilginç bir biçimde, “sol içi” bir tartışmanın ürünü olarak ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. ÖDP kuruluş çalışmaları sırasında, “parti” lafından gına getirmiş solcu aydınlar, kendilerini herhangi bir “iktidar” sıkıntısına sokmayacak, “demir disiplin, öncü müfreze” gibi terimlerle ifade edilen iç işleyişten “kurtarılmış” bir “örgüt” arıyorlar, buna da Leninist parti modeline hiç bulaşmamış anlamına gelmek üzere, “parti olmayan parti” adını veriyorlardı.
Küçük burjuvazinin o deneyi hüsranla bitti.
Parti gibi örgütlenmeden politika yapabilmek için başka türden dayanakların olması gerektiğini, başka bir planın parçası halinde hareket etmek üzere yola çıkmış olmak gerektiğini öğrenmemizi sağlayan ise, uluslararası büyük burjuvazinin uzantısı YT oldu. Dünya çapında küreselleşme odaklarının öngördüğü politik örgüt modelinde, halkla ilişkiyi asgari düzeye getirecek bir yapı düşünülüyor. Halkı “tavlamak” için sosyal harcamalar yapamayacak, “israf” sayılabilecek destekler veremeyecek partilere ihtiyaç var. Bu, “ekonomiyle politikanın ayrılması” kavramında dile getiriliyor. İktidara gelen partiler, hiçbir biçimde ekonomik hayatla ilgilenmeyecek, yalnızca ekonomi merkezlerinin aldığı kararların uygulanabilmesi için gerekli ortamı yaratacak, gerekli yasaları çıkaracak ve uygulayacaktır. Türkiye’deki bütün askeri darbelerin gerekçeleri arasında, “oy avcılığı uğruna halka taviz veren politikacılar” kalıbıyla ifade edilen gerekçe mutlaka yer almıştır. Bu, devletin kaynaklarını yüksek taban fiyatı, yüksek ücret, görece iyi sosyal haklar vs. şeklinde, özellikle de seçim zamanlarında “ulufe dağıtır gibi” dağıtma sonucu ortaya çıkan ve söz konusu kaynakların kesintisiz kendilerine akmasını isteyen tekelci burjuva kesimlerin propagandasından ibarettir. Ve Türkiye’nin siyasi tarihi göstermiştir ki, hiçbir siyasal iktidar, bir kez daha seçim kazanmayı düşünüyorsa, “ulufe törenlerinden” vazgeçemez. Ancak asker gelir, bir daha oy alıp almayacağını düşünmeksizin her türlü kesintiyi yapar, direnişleri zorla kırar, kaynak dağılımını da egemen sınıfın istekleri doğrultusunda düzenleyebilmek için, partileri, sendikaları, dernekleri kapatır; böylece program uygulanır.
Şimdi ise, işi tersinden başlayarak ilerletmeye çalıştıkları görülüyor. Sendikaları, dernekleri işlevsiz hale getirmek için yıllardır süren çalışmalar, önemli ölçüde işçi sınıfının aleyhine sonuçlar verdi. Siyasi partiler, yaklaşık yirmi yıllık bir süreçte, birbirlerinden program farkları olmayan, hepsi aynı rejimi uygulamaya memur kılınmış örgütler haline geldiler. Şimdi, artık son perdeyi oynamak üzere, parlamento içinde ve dışında güçlü desteklere sahip, “küreselleşme ihtiyaçlarına tam uygun”, herhangi bir biçimde “popülizm” yapmayacak bir partinin kurulması gerekiyor.
Özetleyecek olursak, “yeni politika”nın ana çizgileri, esas olarak halk taleplerinin mümkün olduğu kadar etkisiz kılındığı, buna karşılık “eski” demokratik kitle örgütlerinin temsilî “sivil toplum örgütleri”ne dönüştürülerek yedeklendiği bir zeminde belirlenecek.
Derviş’in misyonu, böyle bir ortama katkıda bulunacak teknik kurumları, bu arada partileri de oluşturmak, kendisi işin başında olmasa bile başka türlü işleyemeyecek olan bir mekanizma yaratmaktır. Bunun ilk işaretini, hükümetten ayrılma olasılığının konuşulduğu bir sırada, Hazine Genel Müdürü’nü kendi yerine “teknik adam” olarak bırakabileceğini, çünkü zaten herkesin aynı politikaları uygulamak “zorunda” olduğunu söylerken gösterdi.

YAKIN VE UZAK HEDEFLER
“Küreselleşme” odaklarının Türkiye’den kısa ve orta vadede yapılmasını istediği düzenlemelerin; bağımlılık ilişkilerini pekiştirmek, zaten zayıf ve ikiyüzlü olan kimi burjuva direniş noktalarını tümüyle silmek, sendikaları, emekçi örgütlerini ve özellikle de Kürt halkını yedeklemek gibi bir işlevi olması bekleniyor.
“Uyum yasaları”, Kıbrıs sorunu ve ABD’nin bölgedeki operasyonları (Irak, Kafkasya), şu anda ABD ve AB’nin Türkiye’de siyasete başlıca müdahale noktalarını oluşturuyor.
ABD’nin bölgede tam egemenlik için girişeceği ve asıl hedefi, kuşkusuz, orta ve uzun vadede Kafkasya ve İran olacak olan “Irak Operasyonu”, Türkiye’deki siyasi operasyonla eşgüdümlü ilerliyor. Kemal Derviş’in Ecevit hükümeti içindeki konumunu olduğu kadar, Cem’in “Yeni Türkiye” hareketiyle olan ilişkisini de bu çerçevede ve ABD’nin bu açılımları açısından ele almak aydınlatıcı olabilir.
Irak operasyonu için olası tarih olarak Türkiye’de seçimlerin sonrasının belirlendiği söyleniyor. Eğer bu doğru ise, seçim sonrası hükümetten beklenenlerin şimdi görünenden daha fazla olacağı da tahmin edilebilir.
Seçim sonrasına ilişkin değişik koalisyon seçenekleri üzerine senaryolar yazılıyor. ABD için en iyi seçenek, Cem-Derviş birliğinin temsil ettiği bir küreselleşme hükümetinin iş başında bulunmasıdır. Ancak bu “olmazsa olmaz” bir koşul değildir. ABD ve AB, seçimle işbaşına gelebilecek bütün hükümet kombinasyonlarıyla planlarını uygulatabilecek konuma gelmişlerdir. Bununla birlikte, “ideal tertip”, Cem-Derviş-Yılmaz hükümeti olarak gösteriliyor. Bu, aynı zamanda ABD ile AB’nin ortak amaçlara ilerlemesini daha kolaylaştıracaktır. Yeterli güce ulaşabilmeleri için buna Tayyip’ten de destek gelecektir.
Ancak bu senaryoların ilginç tarafı, seçimden sonra, bir Saadet Partisi-CHP koalisyonu doğsa, ya da yine içinde MHP’nin bulunduğu bir başka koalisyon zorunlu olsa, uygulanacak çizginin değişmemesidir. Bütün analizciler, hükümet kombinasyonları üzerinden tahminlerini yaparken, herhangi bir hükümetin diğerinden ne bakımdan farklı bir yol izleyeceğini asla açıklamıyorlar. AB karşıtı güçlerin seçimlerden galip çıkmasını çok zayıf bir ihtimal olarak görüyorlar ve doğrusu bunu hesaba bile katmak istemiyorlar.
“Küreselleşme projesi”, kendiliğinden işleyen, kapitalizmin doğasından kaynaklanan “nesnel bir süreç” olarak gösteriliyor ve buna karşı koymaya çalışmanın olanaksız olduğu sağcı, “solcu” her egemen sınıf partisinin temel gerçeği haline gelmiş bulunuyor. Oysa en azından Türkiye’de yaşanan son siyasi gelişmelere bakınca, piyasalarda olup bitenden, hükümet içi ilişkilere kadar her yerde “görünmez bir elin” düzenlediği bir planın işlediğini saptamak zor değil. Ancak bu “gizli el”, kapitalizmin ilk çağlarındaki gibi, pazar ekonomisinin kendi kuralları içinde gerçekleşen ve bize piyasa olarak görünen, sayesinde düzeni gerçekleştiren bir “gizli el” değil. İstifalarla altı boşaltılarak düşürülmeye çalışılan Ecevit ve onun durumundan epeyce bir ibretli ders çıkaran Recai Kutan, uluslararası bir komplodan söz ettiler. Ama onların bir gün öncesinde, Evrensel gazetesi, “AB-ABD komplosu” saptamasını yapmış ve isim isim komplonun mimarlarını vermişti. Kısaca Cem-Derviş-Özkan üçlüsü, darbenin yürütücüleri olarak çabuk teşhis edilmişler, ama başta hükümet olmak üzere herkes eli kolu bağlı kalmıştı. Bu, devletlerin tarihinde fazla örneği olmayan bir durumdur. Hükümeti düşürmek üzere, yasa dışı bir düzenek kuruluyor, kurucuların kimler olduğu biliniyor ama bunlar hakkında en küçük bir soruşturma yapılamıyor. Bu yüzden, bir zamanlar 28 Şubat harekâtı için kullanılan ama çok da yerinde olmayan “postmodern darbe” tanımlaması, bu kez karşılığını bulmuş gibidir.
İşin doğrusu, emperyalist programların ağırlığına baktıkça, hangi hükümetin bunun altından kalkabileceğini kestirmek güçleşiyor. Belki Çiller, ABD’nin asıl istediğinin ne olduğunu en iyi bilen olduğu için, “Irak’a yapılacak operasyonun başbakanı olmak istiyorum” deyiverdi. Evet, ABD şimdi böyle “yürekli” bir başbakan istiyor. Ama yalnızca Irak’ta kendisine yol döşeyecek birini aramıyor; Kıbrıs meselesini de halledebilecek, IMF programlarından şaşmayacak ve AB’ye giden yolda da Irak’a girer gibi cesaretle girecek bir başbakan arıyor.
Adaylarımızın hepsi, canı gönülden, her buyruğu yerine getirmeye azmetmiş aslanlar gibi esas duruşta bekliyor.
“Küreselleşmenin politikası”, emperyalizmin iki yüz yıllık politikalarından özünde hiç farklı değil. Halklar için yokluk, yoksulluk ve kan, emperyalistler için daha çok kâr, daha çok toprak, daha çok pazar…
Emperyalizmin planları ile uygulama araçları, diğer yandan büyük bir iç çelişmeyi de içinde taşıyor. Şu anda ABD için olduğu kadar, AB için de Türkiye olağanüstü önem taşıyan bir ülke.
Başka bir deyişle, Türkiye elde olmazsa, planlarının yürütülebilmesi olanağı son derece kısıtlanacak. Bir de, Türkiye’nin bu politikalara karşı kökten karşı duran bir yol izleyebildiği durumu düşünürsek, bunun emperyalizmin yıkılışı için büyük bir olanak olduğu da görülür.
Emperyalizm, ilerlediği bütün yol boyunca kendi açmazlarını ve çelişkilerini büyüterek yürüyor. Bazen en güçlü göründüğü yer ve zamanda, en büyük darbeyi aldığı çok olmuştur. Türkiye’ye fazla musallat oldu ve belasını bulacağı toprakların burası olması kimseyi şaşırtmamalı.

Oha’e kılıf arayışı: güneydoğu müsteşarlığı

Kürt Sorununu terör sorunu olarak gören ve gösteren egemen sınıflar demokratik çözüme hâlâ direnmektedirler. Bu açıdan her hak talebi ve özgürlük arayışı zor ve baskı yöntemleriyle karşılanmakta, “çözüm” bu yönden aranmaktadır. Eşit haklar, özgürlük ve kardeşlik için yürütülen mücadelenin ve örgütlenmenin boyutuna bağlı olarak “yanıtlar” değişiklik gösterse de yaklaşım böyle olmakta ve sorunun demokratik-halkçı çözümünü tıkayan tutum egemen kılınmaktadır. “Ülkenin bölünmez bütünlüğü” gibi demagojik kavramlar, Kürt sorunu gündeme getirildiğinde piyasaya sürülmekte ve Kürtlerin demokratik haklarının karşısına çıkarılmaktadır. Eşit ve özgür koşullarda kardeşçe yaşama isteğinin karşısına konulan bu propagandif içerikli çaba ırkçı ve milliyetçi çevrelerin oy toplaması ve prim yapmasına tahvil edilmektedir. Türk işçi ve emekçileriyle diğer halkları şovenizmin zehriyle etkileyerek Kürtler ve talepleri karşısında bir tutuma sürüklemeyi marifet sayan bu tutum bugün de sürdürülmektedir.
İşçi ve emekçilerin demokratik Türkiye, eşit ve sömürüsüz bir ülke için verdikleri mücadeleyi her dönem “dış güçlerin kışkırtması” gibi göstererek zayıflatmak çabasında olan egemen sınıflar, Kürtlerin mücadelesini de “bölücülük ve terörizm” adına hedefe koymaktadır. Yıllarca, “Türkiye’de sosyal sınıflar yoktur, hak ve menfaatleri birbirine bağlı, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir millet, bir kitle vardır” demagojik propagandasının bir diğer ayağı da Kürtler için söylenegelmektedir. “Kürt yoktur, herkes Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur, onların konuştuğu da Türkçenin bir lehçesidir” yaklaşımının yaşamın gerçekleri karşısında anlamsızlığına rağmen olması gereken yapılmamaktadır. İfade edilen bu tutum, öncesi bir yana, on yıllardır yönetici güç odaklarının süregelen esas politikasıdır. Türk işçi ve emekçi halkının ve Kürtlerin özgür iradesiyle çözümlenecek olan sorun, işçi ve emekçilerin birleşmesini engellemek için kullanılmaktadır. Sorunun demokratik ve halkçı çözümüne olanak tanımayan, bunun yerine emperyalizmin ve işbirlikçi gerici egemen sınıfların çıkarları üzerinden “çözümü” dayatanlar, on yıllardır tekrarladıkları nakaratı tüm olup-bitene rağmen hala sürdürmektedirler.
Egemen sınıflar, bugüne değin baskıcı ve anti-demokratik tüm olanaklarını kullandılar, dahası her dönem değişik gerekçelerle “yeni” uygulamaların mimarı olageldiler. Osmanlı İmparatorluğu yıllarında başlayan, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Orta ve Batı Anadolu’ya sürgünlerle devam eden ve İstiklal Mahkemeleri, Mecburi İskân Kanunları, faşist Mussolini İtalya’sından alınmış yasalarla süren bir politika sorunun “çözümü” için uygulana-gelmiş oldu.
Kürtler bu gün de aynı mantığın ürünü olan yeni uygulamalarla karşı karşıya bulunmaktadırlar. 25 yıldır sıkıyönetim ve ardından OHAL’le sürdürülen koşullar devam ettirilmek istenmektedir. Koruculukla, özel tim ve diğer özel uygulama ve askeri yöntemlerle idare edilen bölgenin “özel statüyle” algılanması ve bunun sürekli kılınması kabul edilir bir durum değildir. OHAL uygulamasının yerine getirilmek istenen “Güneydoğu Müsteşarlığı” bu yaklaşımın bölgeye özel statü ve özel uygulamalar tutumunun sürdürülmesinden başka bir şey değildir. “Bölge Müsteşarlığı” Türkiye’de yaşayan milyonlar arasında ayrımcılığa vurgu yapan bir kurum olarak algılanmaya müsaittir. İş ve ekmek, toprak ve özgürlük talepleri bulunan halkın karşısına çıkarılan bir bastırma ve yönetme işlevi görecek olan bu yeni kurumlaşmadan vazgeçilmelidir. Bugün hala çözümsüz politikalarda ısrar eden, bölge halkının taleplerine sırt çeviren, onların özlemlerine set çekmeyi amaçlayan politikalarda ısrar eden bir tutumdur. Bir asra yakın süredir haklarından mahrum yaşayan Kürtlere yönelik yaklaşımda değişen bir şey yok. Bugün AB ve demokratikleşme demagojisinin at-başı gittiği koşullarda da tüm işçi ve emekçiler ve Kürtler için iyiye dair herhangi bir “emare” bulunmamaktadır. Böyle olunca Ağustos başında Hakkâri ve Tunceli’de kalkacak olan ve dört ay sonra da tamamen kaldırılacak olan OHAL’in yerine ikame edilenin “demokratikleşmeye dair bir gelişme” olduğunu düşünmek için hiçbir neden bulunmamaktadır. DGM’lerde askeri üyelerin yerine sivil üyelerin atanmasındaki biçimsel durum burada da karşımıza çıkmaktadır. Bu yaklaşım demokratikleşmenin önünde set oluşturma ve halkı bilinen tarzla hizaya getirme yöntemidir. AB tartışmalarının Kürtlerle ilişkilendirilerek bir yedekleme tuzağına dönüştüğü günümüzde “Güneydoğu Müsteşarlığı”nın gündeme getirilmesi ve devreye sokulmak istenmesi yıllardır süregelen uygulamaların devamında rol oynayacak bir organizasyon olduğu gerçeğini gizleyememektedir. Bölge halkı başta olmak üzere Türk halkının ve tüm dünya halklarının gözünde baskı ve anti-demokratik uygulamaların zırhı olarak bilinen OHAL’in yerine daha yumuşak ve ilk anda militarizmi çağrıştırmayan, daha çok sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarla ilişkilendirilen “Müsteşarlık” kavramı kim ne derse desin, çelik ele giydirilmiş kadife bir eldivenden öte bir şey değildir. “Güneydoğu” gibi Kürt sorunuyla algılanan bir bölge ismiyle birleştirildiğinde ne işlev göreceğine dair fikir yürütmek zor olmasa gerek. AB tuzağının Kürtlerin demokrasi taleplerinde kullanılmak istendiği günümüzde “Müsteşarlık” bölge halkının taleplerini karşılamaktan çok, bölgenin “özelliğine ve özgünlüğüne” işaret eden, bölgeyi olağanlaştırmaya karşı direnen bir çabanın adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çabayı ve 2003 yılı Ocak ayından itibaren yürürlüğe sokulması tasarlanan yeni uygulamayı bölge halkını özel yasa ve uygulamalarla baskı cenderesinin içinde tutmak olarak anlamak ve görmek gerek. Tahrip edilmiş ekonomik ve sosyal yaşamı onarmaya yönelik hiçbir adım atmayan gerici güç odakları, yıllardır devam ettikleri uygulamalardan dolayı bölge halkından özür dilemek ve Kürtlerin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel taleplerini karşılamak yerine olası toplumsal hareketleri ve demokratik mücadeleyi boğmak için özel harpçi yöntemlerle sürece müdahaleyi benimsemektedir. Bölge halkının uğradığı yıkımın telafisi ve tazmini için bir girişimde bulunmayan gerici ve baskıcı yönetici güç odakları binlerce köyün yakılıp yıkılması ve boşaltılması, doğanın ve yaşamın onulmaz derecede tahrip edilmesine neden olan koşulları düzeltmek bir yana, bu talepleri yok sayarak “tedbir”i önermektedirler. İşsizliğe, açlığa ve özgürlüksüzlüğe karşı biriken tepkiyi bastırmış ve bölgede halkın uğradığı faili meçhullerden diğer maddi ve manevi tüm kayıplarda perde olmuş, yaşanan acı ve dramı meşru göstermiş bir kurumun yerine ikame edilecek olan “Müsteşarlık”, egemen sınıfların terör ve sömürü aracı olarak işlev görecektir. Yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayacak ve statüyü sürdürmede kullanılacak yeni bir hükmetme aracı olacaktır. “Bölge Müsteşarlığının gündeme getirilmesindeki temel kaygı ve mantık budur.
MGK’de gündeme getirilen ve OHAL’in kaldırılmasından sonra devreye sokulacağı ilan edilen “Bölge Müsteşarlığı” özel harpçiliğin “yeni” bir yönetme tarzı olarak eskinin sürdürülmesinde değerlendirilecek komple bir organizasyondur. Hak ve özgürlük taleplerini boğma amaçlı bir militer organizasyonun cilalanarak sunulması durumu ile karşı karşıyayız. Sözüm ona sivil görüntü altında yeni argüman ve teknikle donatılacak olan “Müsteşarlık” tüm burjuva partilerinin de savunduğu ortak payda durumundadır. Müsteşarlığı savunmak Kürt sorununun demokratik ye halkçı çözümüne karşı olmak anlamındadır. Gerici güç odaklarının emperyalizme uşaklıkta yarıştıkları gibi Kürtlerin baskı altında tutulması politikasında da birleştikleri gerçeği bu oluşumlarda ortaya çıkmakla beraber bu organizasyonların niteliğini de ele vermektedir. Bölge halkının ekonomik, sosyal-kültürel ve siyasal ihtiyaçlarını yanıtlamaya yönelik bir girişim olarak gündeme getirilmemekte, ancak görece durağanlığın her an toplumsal bir tepki olarak gündeme damgasını vurabileceği veya “sosyal patlamalar”ın yaşanabileceği varsayımı üzerinden “tedbir” alınmaktadır. Dahası bölge halkı potansiyel suçlu olarak değerlendirilmekte ve onun gereği olarak “yeni araçlar” inşa edilmekte ya da ad değiştirerek uygulamaya sokulmak istenmektedir. Son üç yıllık uygulamalara ve yönelime bakıldığında gerici egemen sınıfların demokratikleşmeye dair ettikleri bir yığın lafa rağmen Kürtlerin talepleri karşısında gösterilebilecekleri tek iyileşme bulunmamaktadır. İşsizlik çığ gibi büyümektedir. Sağlık sorunları açısından bölge, geri bıraktırılmış bir Afrika ülkesini andırmaktadır. Bulaşıcı hastalıklar, şark çıbanı da dâhil olmak üzere salgın haldedir. Eğitim talebi baskıyla yanıt bulmakta, taşımalı eğitim komedisiyle köylerde eğitim içler acısıdır. Özelleştirmeyle kapatılan işyerlerine yenileri eklenmektedir. Tarım ve hayvancılık bitirilmiştir. Üretici köylülüğün ve yaşamını hayvancılıkla sürdürmek isteyenlerin desteklenmesi bir yana OHAL koşullarından kaynaklı olarak köyünden, tarımdan ve hayvancılıktan olan bölge halkına hiçbir destek sunulmamaktadır.
Olup-bitenler ve gelişmeler, esas tutumun ırkçı ve şoven yaklaşımın sonucu olarak mevcut durumun derinleşerek süreceği yönündedir. Kürtlerin sosyal-siyasal ve kültürel hak taleplerinin yanıtlanması değil, yok sayılması politikası devam etmektedir. Kürt işçi ve emekçilerinin bölge halkının istekleri, dile getirdikleri kulak ardı edilerek sözde çözümler önerilmek istenmektedir. Halkın büyük özveriyle ve büyük bedeller ödeyerek gündemde tuttuğu talepler konusunda tek bir adım bile atılmamaktadır.
Ancak birkaç yıldır sürdürülen oyalama ve etkisizleştirerek yedekleme politikasının miadı da dolmak üzeredir. Anadilde eğitim talebi için üniversitelerde öğrenciler tarafından verilen dilekçelerin nasıl terör estirme gerekçesi yapıldığı bilinmektedir. Hemen her üniversitede, uzaklaştırılmış, okuldan atılmış, cezalandırılmış, çeşitli baskı ve işkencelerle karşılaşmış ve tutuklanmış öğrenciler bulunmaktadır. Yine Kürtler çocuklarına Kürtçe isim verememektedirler. Bu yasağa rağmen direnenler ise baskı görmekte, kovuşturmaya uğramaktadırlar. Dahası nüfus memurları bile “görevini kötüye kullanmaktan” sanık sandalyesine oturmaktadırlar. “Berivan” isminde cisimleşen onlarca dava dosyası hala yargı aşamasındadır ve bundan böyle bir iyileşmenin olacağına dair bir belirti yoktur. Tek yol mücadeleye kalmaktadır. Değiştirilmiş ilçe, köy, mezra, dağ ve diğer özgün isimlerin düzeltilmesi de böyle sağlanacaktır. Bölgede ve bölgenin boşaltılmasından kaynaklı olarak Kürtlerin nüfus yoğunluğu altındaki güney illerinde sürgünler, kovuşturmalar durmadan devam ediyor. Köye dönüş talebi olanların burunları bir kez daha sürtülmek isteniyor. Onurları ayak altı ediliyor. Köylerin boşaltılması ve yaşanan vahşetin kaynağı gizlenmekte, köylülerin kendi aleyhlerine belge imzalamaları istenmektedir. Müsteşarlık bu uygulamaların sürmesinde bir yönetme ve uygulama merkezi olarak yerleştirilmek istenmektedir. Kürt sorununun terörle izah edildiği ve “güvenlik” tedbirleriyle çözülmeye çalışıldığı koşullar sürdükçe kurulacak her organizasyonun çaresiz kalması kaçınılmazdır. Kötü ünlü OHAL’in yerine geçirilmek istenen “yeni” organizasyonun bu olup bitenden bağımsız düşünülmesi olası değildir. Doğrudan Başbakan’a bağlanarak sivil bir görünüm verilecek olan Müsteşarlık bir koordinasyon merkezi olarak OHAL Valiliği gibi MGK’ye bağlı olacak ve düzenli olarak MGK’yi bilgilendirecek, yükümlülüklerin merkezi olacaktır. Bölgeyi bir kırmızı daire içinde değerlendirecek mantığın ürünü olan bu yaklaşım, OHAL ve Mücavir alan uygulamasının sürdürücüsü olarak zaten olağanüstü yetkilere sahip valilerin de üzerinde yetkilerle donatılmış olacak. İller İdaresi Yasası ile valilerin birer sıkıyönetim komutanı yetkileriyle donatılmışlığı bile yeterli bulunmayarak, bölge halkı potansiyel suçlu ve bölgedeki resmi ve sivil yetkililer de özel statüye sahip “özel görevli”ler olacaklar. Bölge halkının yedeklenemediğinin, HADEP’in saldırı hedefinden çıkarılmadığının Başbakan Ecevit tarafından ısrarla belirtildiği koşullarda Müsteşarlığa ve egemen sınıfların diğer çeşitli yaklaşım ve girişimlerine bel bağlamak ve iyi niyetle yaklaşmak ancak ahmaklık olabilir. İsminin ne olacağı da önemli değildir. “Ekonomik olağanüstü hal”, “koordinatör valilik”, “Güneydoğu Müsteşarlığı” gibi isimlerle bir süredir tartışılan yeni bölge organizasyonu dünün kirli işlerinin ve baskı koşullarının üzerine oturacaktır. OHAL’in tüm uygulamalarıyla yargıya açılmadığı, bölgedeki tüm karanlık işlerin aydınlığa kavuşmadığı, sorumlularının cezalandırılmadığı koşullarda kurulacak organizasyonun adı ne olursa olsun işlevi aynıdır. Kaldırmak zorunluluğu ve adının akıllarda bıraktığı iyi hiçbir izin bulunmadığı OHAL yerine ne koyabiliriz düşüncesinin ürünü olan bu yaklaşımdan vazgeçilmeli, halkın taleplerine kulak verilmelidir. Halka rağmen değil, halkın talepleri için adım atılmalıdır. Faili meçhullerin, yıkım ve sürgünlerin, yaşanan acıların üzerine sünger çekmeyi de amaçlayan Müsteşarlık, gericiliği temize çıkaracak bir “yeni model” olamayacaktır. Bölgenin sosyo-ekonomik gelişimi amaçlı olarak kurulacağı söylenen “Müsteşarlık” girişiminin bu amaca yönelik olacağını düşünmek için hiçbir neden bulunmamaktadır. Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi taleplerin karşılanması değil bastırılması ve bir daha gündeme getirilmemesi amaçlı bir refleksin sahibi olan sömürücü ve baskıcı egemen sınıflar bölge halkının taleplerinin yanıtlanmasını bırakın, yeni provokasyonlar ve saldırılar için hazırlıkları aralıksız sürdürmektedirler.
Bölgede işsizliğin ve sefaletin boyutları bilinirken özelleştirme kapsamında birçok işletmenin kapatıldığı ve sırada daha kapatılacak işletmenin bulunduğu ve yeni iş alanları açmaya yönelik bir projenin bulunmadığı, tarım ve hayvancılık alanında IMF planları kapsamında bir yıkımın yaşandığı bölgede iş bulanların da çok düşük ücretle çalıştıkları, sigortasız ve sendikasız çalışmanın yaygınlığı da bilinmektedir. İşbirlikçi Kürt sermaye çevrelerinin “Müsteşarlık” için övgü dolu sözler etmeleri bu bakımdan anlaşılır bir durumdur. Diyarbakır Sanayi ve İşadamları Derneği (DİSİAD) Başkanı’nın bir basın toplantısı düzenleyerek MGK’de ele alınan Müsteşarlığın derhal uygulamaya sokulması yönlü açıklamaları bölge halkının kaygılarıyla işveren çevrelerinin kaygılarının farklılığını da ortaya koymuş oldu. “Huzur ve refahın gelmesi için, gelişmiş sanayi, eğitim seviyesi yüksek, güvenli bir yaşam standardına ihtiyaç vardır. Bunların sağlanması amacıyla OHAL’den sonra Güneydoğu Ekonomik Kalkınma Müsteşarlığına ihtiyaç vardır” açıklamasını yapan DİSİAD Başkanı Şeyhmus Akbaş “Milli Güvenlik Kurulu’nda Güneydoğu’ya önem verilmesinin DİSİAD olarak kendilerini sevindirdiğini” de belirttikten sonra “Zira bu, devletin bölgemize olan ilgisini göstermektedir. Bölge Valiliği yerine kurulması düşünülen Güneydoğu Ekonomik Kalkınma Müsteşarlığının özel yasalarla donatılması gerektiği inancı içerisindeyiz. Çünkü bölgelerarası ekonomik dengesizliğe acilen çözüm bulunması gerekir.” Merkezi Diyarbakır’da olacak müsteşarlığın bölgeye kısa süre içinde büyük katkılar sunacağını sözlerine eklemeyi ihmal etmeyen DİSİAD başkanının, işbirlikçi sermayenin aç gözlülüğüyle harekat ettiğinden kuşku duyulamaz. Yeni bir kılıf olarak bölgedeki uygulamaların uyarlanacağı çerçeve olan müsteşarlıkta uygulamanın OHAL benzeri özel yasalarla bölgeyi yönetmek anlamına geldiğini bilmek gerekiyor. İl İdare Yasası gibi anti-demokratik, despotik uygulamalarla valileri donatan yasalarla bile yetinmeyerek bölgeye özgü özel yasalar uygulamaya konulmak istenmektedir. Refah-Yol Hükümeti zamanında bir süre tartışılan “Güneydoğu Müsteşarlığı”nın yeniden ve OHAL’in kalkmasının gündemde olduğu bir zamanda “iyi” kaygılarla izah edilmesi aldatmaya yöneliktir.

Faşist propaganda ve güncel bazı örnekleri

Enver Paşa, Türk burjuva siyaseti açısından karakteristik sayılabilecek özellikler taşıyordu. Daha doğrusu, onun temsil ettiği bir siyasi hareketin politik angajmanı, Türk burjuva siyasetine “karakteristik” olarak yerleşecek yönlere sahipti. 1908 devriminde kendisinin ve hareketinin mutlak monarşiye karşı oynadığı ilerici rolle birlikte Enver Paşa, çeşitlenmiş hevesleri, farklı alanlara yayılmış tutkuları ve içeriğiyle güdük ama biçimiyle sınırsız hayal-gücüyle bir Türk siyasetçi prototipi olarak öne çıkmıştı. Ama bir iktidar kliği haline geldiği andan başlayarak, Abdülhamit’e karşı yürüttüğü “radikal” muhalefetten 1915 dramlarına, bütün bir Birinci Dünya Savaşı sürecinden -fiziksel olarak sonu anlamına da gelecek olan- Orta Asya maceralarına dek, kendisinin ve hareketinin elinin değdiği her yerde, akıl kabuğuyla gizlenmiş bir akıldışılık, ilericilik ile örtülmüş bir koyu gericilik, ittihat adıyla kamufle edilmiş bir bozgunculuk görülüyordu. Yüzeyinde gezdiği siyaseti daima askeri bir fonksiyon olarak görmüş ve onu da yutan tufandan sonra Avrupa’ya -ve dolayısıyla dünyaya- “yepyeni” ve sapkın bir eğilim olarak görünecek olan faşizmi, belli belirsiz bir yönelim olarak yaşamıştı. Bir sınıfın, burjuvazinin hükmetme biçimlerinden birini, henüz olmayan bir sınıfın “yaratılması” gibi akıldışı bir tutkuyla hissetmiş ve Ermeni sorununun “çözümü” noktasındaki uygulamalarıyla ona ilham kaynağı olmuştu. Karizmatik önderin şahsında toplanmış politik tutkular, kitleler adına ve onların gönenci için alınmış katliam kararları, iradenin gücüne ve askeri hiyerarşinin toplumsal izdüşümlerine körü körüne bağlanmış düş-gücü, Enver Paşa’da kristalize olan İttihatçılığın özgün yanları olarak kalmayacak, kuruluş döneminden başlayarak yeni Türk devletinin ve burjuva siyasetinin fonunu oluşturan unsurlardan bazıları olarak kalıcılaşacaktı. Enver Paşa karikatürü, tarihsel olarak, kendisinden başka başka figürlerin türediği, yenilerinin türetilebileceği bir “lider” eskizidir.

* * *
Bir bilgiden değil de bir inanıştan hareket eden, tersinden giderek, bilgilere değil inançlara kaynaklık eden “kurtarıcı” figürü, mistik olmanın dışında burjuva rasyonelliğine de uygundur. İktidarla gericileşen burjuvazi, “toplum” ismini ve “toplumsal” sıfatını terk edeli beri, toplumun sorunlarının karşısına kurtarıcı mitoslarını sürmektedir. Toplumsal kurtuluşun bireylere, ‘lider’lere, en azından ‘kadro’lara havale edildiği burjuva siyaseti, zaten, aslında tek bir burjuva siyaseti olduğunun üstünü örten bir alan olarak örgütleniyor. Burjuva hizipleri, asla gerçekleştirmeyecekleri değişimin ve kurtuluşun formüllerini ayrı makamlardan söylerken aynı yanılsama alanının üzerinden hareket ediyorlar. “Kurtarıcı”, işte bu yanılsama alanının rasyonelliğine uyum gösteren bir figürdür. Kitlelerin, politikadan ve politik eylemden uzak durmaları ve ona en fazla yaklaştıkları anda da, bir kurtarıcının ya da kurtarıcılar örgütünün destekçileri olarak davranmaları esasına dayalı bir rasyonelliktir bu. Tüm geçerliliğini, birikmiş öfkeleri boş beklentilere çevirerek söndürmesinden alır. Kimi zaman da, o tersyüz edilmiş “kurtarma” iddiasının işlevlerinden yararlanarak, en koyu baskıların üzerinde yükselen iktidarlara zemin oluşturur. Hitler’in işsiz ve umutsuz bir aylak olmaktan bütün Almanya’nın führeri olmaya kadar giden sıra-dışı yolculuğu da, bir tesadüf değil, o işlevsel zeminin armağanıdır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, cesur ama yeteneksiz, gözü pek ama yaratıcılıktan uzak bir asker olarak “ıskarta”ya ayrılan Hitler, küçük bir sağcı partiye üye olduğu 1919 yılına kadar, yaşamdan neredeyse hiçbir beklentisi olmayan bir savaş küskünüdür. Ama o küçük parti içerisindeki baş döndürücü yükselişi, neredeyse bütün yakıtını da bu örselenmiş umutsuzluktan almaktadır. Bu gayrı-meşru hizmetçi çocuğunun acı ve başarısızlıklarla dolu, tüm kabuk kırma hamleleri olanaksızlıklarla sınırlanmış yaşamı, bu küçük ama ilk nefes borusundan, yanan bir gaz gibi fışkırır. Almanya, bir dünya paylaşımı yenilgisinin ağır yükü altında, neredeyse bütün bir ulus olarak acı çekerken, Hitler’in kötü kaderin intikamını alacağını ve bütün adaletsizliklerin üzerinde yükselen bir adaleti vaat eden söylemi bölük bölük taraftar toplayacaktır. Toplumsal olan sorunu, toplumsal bir ambalajın içine tıkıştırılmış bireysel yöntemlerle ‘çözme’ iddiasındaki faşist parti serpilip gelişir. Hitler’in buyurgan üslubunda, sadece geçmişe dönük intikamın tutkulu izi değil, kendilerine ait olmayan bir çıkarın peşinde sürüklenmesi istenen kitlelere dönük yanıltıcı bir ton da vardır. Sadece Hitler ve diğer faşist demagoglar için değil, tüm burjuva siyasetçiler için, kitlelere, onların çıkarlarıyla ilişkisi olmayan talepler ve ‘çözümler’ önermek ve bunlar üzerinde örgütlenmek gibi, ilk bakışta zor görünen bir görev düşmektedir. Bu tamamen ters çevrilmiş ilişki, burjuva politikacıdan, bir sihirbaz kadar ‘hünerli’ olmasını bekler: Kitleleri ya yanlış ve kendi çıkarlarının tersine olan bir alana örgütleyecektir ya da doğru talepleri mırıldanarak yanlış yönteme kazanacaktır. Emekçilere genel oy hakkı tanımak zorunda kalmış burjuva, siyasal meşruluğunu sürdürebilmek için bu sıkıntıya katlanmak durumundadır. Hitler, bu sıkıntıdan bir olanak yaratmayı başarmış bir burjuva politikacısıdır. Alman burjuvalarını, kitleler halinde peşinde sürüklediği Alman halkının görkemiyle partisine kazanmış ve halka, “geçmişin acılarını” unutturacak, gecikmiş bir adaleti tesis edecek “radikal’ projeler buyururken, burjuvaziye, dünyanın yeniden paylaşımı cesaretini aşılamıştır. Bütün psikopatik bireysel görüntülerinin ötesinde, dönemin en sığ ve en yüzeysel gerçeklik görüntülerinin üzerinde kasıtlıca ve özenle duran iyi bir demagogdur. Propaganda Bakanı Goebbels’in, faşist propagandacılara, “herkesçe bilineni ısrarla tekrar et” önerisi, basit bir demagoji anahtarı değildir. Naziler, kitleler karşısında uyuşturucu ve yanıltıcı propagandalarının gücünü karmaşıklıktan değil basitlikten alır. Üzerinde hemen herkesin birleştiği ve ortalama bir aklın dünyaya çarpık bakışının ürünü olan basit klişeler, faşistlerin elinde birer propaganda silahına dönüşür. Vatan, bayrak, ırk gibi kavramlar etrafında, en basit ama en keskin, en iç gıcıklayıcı sloganlar örülür. Alman emekçilerinin dolaysız çıkarlarının karşısına soyut bir “Almanya” imgesini çıkaran faşist parti, yıkımla sonuçlanmış bir savaşın korkunç ekonomik sonuçlarını, işsizlik, sürekli kriz, kontrolsüz enflasyon ve pahalılık gibi gündelik yaşamın en ağır sorunlarını, “disiplin” ve “düzen” gibi sözcüklerin, gerçekte kendi seslerinden ibaret olan kerametiyle aşmayı vaat eder.”Naziler, ekonomik ve toplumsal olarak kaosun hâkim olduğu Almanya’ya, otorite ve bu otoritenin en kristalize olmuş temsilcisi olarak güçlü devlet imgesini önerirler. Hitler’in buyurgan sesi, emir verir gibi konuşması; toplama kampları, genel tutuklamalar, siyasal şiddet ve pervasızlık gibi uygulamaları, devlet ve otoritenin açık görüntüleri olarak ortaya çıkarlar. Hitler, insanların acıları ve sorunların çözümü noktalarında, dayanışmacı bir iyimserliği değil, tehdit eden, itaate çağıran, bireylerden ve kitlelerden kişiliksizleşmeyi bekleyen olumsuz bir otoriter kimliği benimsemiştir. Ekonomik ve toplumsal krizin Almanya’da yarattığı genel ortamın cevap verdiği şey, bu olumsuz rolün yaydığı beklentidir. Gericiliği daha da gericileştirip, çözümsüzlükten çözüm, çaresizlikten çare olarak söz etmek; bütün bir ülkenin kaderini, en geri yurttaşın siyasal bilincini çoğaltıp örgütlemede görmek ve göstermek faşist paradigmanın temellerinden biridir. Bizim ülkemiz, bunun en tipik örneklerinden birini ’90’lı yıllarda yaşamış ve “Ya sev ya terk et” sloganı, bütün toplum açısından, şöyle ya da böyle bir “gündem” olan bir sorunun ‘çözümü’ olarak önerilmiştir. Sloganın basit, ikincil çağrışımlardan, siyasal bir derinlikten ve toplumsal sorumluluktan uzak karakteri, Kürt sorunu karşısındaki en geri tepkiyi kalkış noktası olarak alması taraftarlarını artırmıştır. Zaten problem olan şeye kaynaklık eden bir yaklaşımın, ‘çözüm’ olarak hatırı sayılır bir kabul görmesi, tam da o sığlıktan kaynaklanmaktadır. “Ya sev ya terk et”, son tahlilde “başarılı” bir faşist propaganda sloganıdır ve çözümsüzlüğün mekanizmasını çözüm olarak öneren ikiyüzlü demagojinin de tipik bir örneğidir.
Yeniden söyleyecek olursak, Almanya deneyiminin çok açıkça gösterdiği gibi, faşist propaganda ve örgütlenmenin dayandığı mekanizmalardan ikisi, otoriter bir kişilik ve o kişi etrafında örülmüş buyurgan örgütlenme ile söylemdeki sığlık ve tehdit havasıdır. Her ikisi de, politik olmalarının yanı sıra -hatta bundan daha çok- psikolojik bir yönelimi hedeflerler. Faşizmin, üslup olarak daima muhtaç olduğu demagoji de, zaten, psikolojik mekanizmaları harekete geçirerek nesnel gerçekliği gizleyen bir yönteme sahiptir. Özellikle bunalım dönemlerinin, “canı burnuna gelmiş” ama bir o kadar da siyasetin dışına itelenmiş kitleleri, umutsuzlukla bıkkınlık arasındaki çelişkinin ortasında, kof demagojilere, hiçbir derinliğe sahip olmayan, gerçekte apolitik ve pasif olan “siyasi” çağrılara daha kolay meylederler. Faşist tasarım, böylesi anlarda, karşısında tek tek bireylerin ve gerçek siyasal irade olarak toplumsal kesimlerin iradesini yitirdiği kişilikler uydurur. “Kurtarıcı” figürü, kurtuluş umudu ve enerjisini emip ertelemek üzere bir kez daha ortaya çıkarılmıştır. Kurtarıcı adayı, geniş kesimler arasında en fazla tepki çeken, en fazla nefret uyandıran geleneksel devlet kurumlarını dahi kolaylıkla ve şiddetle eleştirir (görünürken) bunların meşruiyetini yeniden inşa edecektir. En süslü, en kökten, en şiddet dolu sözlerinin arkasında bile, statükoyla yapılmış pespaye bir uzlaşmanın izlerini taşır. Burjuva
politikacı, eleştirdiği makinenin makinisti olmayı talep etmektedir.

* * *
Türkiye, geçtiğimiz aydan itibaren girdiği “seçim havası”nda, burjuva hiziplerin ‘çeşitliliği’ ve türediliği karşısında başı dönmüş bir siyasal gündemi izliyor. Fakat siyasal bunalım, “seçim kararı” ve havasının çok öncesine dayandığından siyasal “arayışlar” da daha eski bir tarihe dayanıyor. Bütün bu türedilerin arasında, benzer özellikleriyle dikkat çeken birkaç örnek var: Cem Uzan’ın, baraj görücüye çıkarmaları ve şarkıcı seremonileriyle başlayan ve “herkesçe beklenen” siyasete atılma kararı ile sonlanan ‘çıkışı’; geçen yılın yaz aylarında “Ermenileri telin” gibi ‘hassas’ bir konudaki miting çıkarmalarıyla gündeme gelen ve şimdilerde Büyük Türkiye Partisi’ni, çoğunlukla emekçi semtlerini hedefleyen “tanıtım ve katılım” toplantılarıyla örgütlenmeye girişen Haydar Baş vakası; Demokrat Parti’ye ‘büyük lider’ olarak atanan ve memleket sorunlarına el koyacağı iddiasıyla tasarlanmış fotoğraflarla duvarlarda boy gösteren Melih Gökçek; bir siyasal örgüt olarak partisi değil de, kendi adı önde yürüyen ve bu haliyle bir hayli popüler olan Tayyip Erdoğan; yarattığı bütün beklentileri bir bir boşa çıkardığı iktidar koltuğundan halkın üzerine doğru kıpırdanan MHP; hasta Türkiye’ye doktorluğunu öneren Çiller ve partisi vs. vs.
Tek tek hepsinde, yukarıda sözünü ettiğimiz türden ‘propaganda’ malzeme ve yöntemleri bulmak mümkün. Üstelik bunlar, burada saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok. Ama belli başlılarının üzerinde durmak, Türk burjuva siyasetinin tarihsel eğilimlerine güncel karşılıklar bulmak bakımından da anlamlı olacak.

ÇİLLER ECZANESİ!
Çillerle başlayalım. Tansu Hanım’ın ‘doktor’luğuna yapılan vurgu, toplumsal sorunun bireysel çözüme indirgenmesinin en karikatür örneği gibi görünüyor. Ülkenin ‘hasta’ olduğuna dair vurgu, herkesçe malum olan bir sorunun popülist bir söylemle tekrarından öteye gidemiyor. Ama parti, büyük ve zekice bir propaganda keşfiymiş gibi ısrarla vurguladığı, hasta-doktor-ilaç imgeleriyle, toplumun tüm kesimlerinde yeniden üretmeye çalıştığı ahmakça eleştiriden medet umuyor. Taksim’de, üzerinde DYP’nin ve Çiller’in adının yazdığı temsili ilaç kutularını dağıtarak gerçekleştirilen siyasal etkinlik, sadece, düşük zekâ ürünü bir propaganda çalışması olarak görülmemeli. Nitekim geri ve iradesiz bir ‘seçmenler topluluğu’ olarak tasarlanan kitleye dönük bir mesaj da taşımaktadır: İyileşmek için ilaç yutmak yeterli; şu gördüğünüz Çiller marka ilaçlar sizi şıp diye iyi ediverecek. Manzara, Amerika’nın kuruluş yıllarında “her derde deva” ilaçlar satarak kasaba kasaba gezen ve bir kısmı bu yolla hayli iddialı paralar kazanan ama bir kısmı da katran ve tüye bulanmaktan kurtulamayan şarlatan eczacıları hatırlatmaktadır. Çiller, tüm denenmişliğine ve bu bakımdan uyandırdığı kötü anılara rağmen “kurtarıcı” olarak önerilirken, hafızasını yitirmiş ya da önemsemeyen bir toplumun tercihine de seslenilmektedir. Çiller’in gerçekten ‘ilaç’ olarak görülebilmesi için, hafızasını yitirmiş ya da türlü numaralarla zihni bulandırılmış bir kitleye ihtiyaç vardır. Kendi iktidar deneyiminin başarısız sonuçları pozitif bir bilgi olarak ortada dururken, kurtarıcılığa soyunarak ilaç kutularıyla sokağa çıktığında taşlanmaması bile, indirgemeci propagandasının bir ‘başarısı’ olarak kabul edilmelidir!

HAYDAR BAŞ VE SÜRÜSÜ
Haydar Baş, geçtiğimiz ilkbaharda gürültüyle İstanbul’a geldiğinde, büyük bir tedirginlik yaratmamıştı. Ermeni sorununun Avrupa eksenli olarak gündeme getirildiği bir dönemde, Çağlayan’a topladığı birkaç bin kişiyle Ermenileri protesto etmiş ve yeniden suskunluğa gömülmüştü. Şimdilerde, bizzat kendi emri altındaki küçük televizyon kanalını saymazsak, medya kendisine hiç ilgi göstermese de, ülkenin çeşitli yerlerinde ve İstanbul’un emekçi semtlerinde salon toplantıları düzenleyerek ‘partisi’nin propagandasını yapıyor. Baş iki bakımdan dikkat çekici: Birincisi, tüm halinde ve tavrında, bütün macerasına birahane konuşmalarıyla başlayan Hitler’e belli belirsiz bir öykünme var. Hitler’i tanımasa ve macerasını bilmese dahi, o basık tavanlı düğün ve spor salonlarında, kendisini ‘saygıyla’ dinleyen kitleye mutlak bir otorite olarak davranmaya özen gösteriyor. Kullandığı jargon, bayrak, millet, din, Türk gibi kavramlar etrafında düpedüz ırkçı ve dinci bir söylem kuruyor. Bizzat Goebbels’in, “bilineni tekrar et” öğüdüne uymaktaymış gibi. En sıradan gerici lakırdıları birbiri ardına sıralayıp duruyor.
Baş’ta dikkat çekici ikinci yan ‘kitlesi’yle ilişkisinde. Yaban sazlıkları gibi bayrak sallayıp durmaktan öte hiçbir katılım göstermeyen kitle, Haydar Baş’a, artık bir an önce iktidara gelip kendilerini kurtarmasını istedikleri bir ‘baba’ gibi davranıyorlar. İsa’dan beri toplumsal karşılıklar bulan çoban ve sürü ilişkisi, Haydar Baş’ın “Büyük Türkiye Partisi”nde kimseyi gocundurmadan hüküm sürüyor. Baş, karşısında eriyen, gürültülü ve seremonik bir tablo oluşturmaktan başka hiçbir fonksiyon üstlenmeyen kitle ile acemi bir führer görünümünde.

CEM UZAN
Hepsinin arasında, faşist propaganda tekniklerini ve estetiği en açık haliyle kullanansa Cem Uzan’ın, ilk bakışta kendisinden ibaretmiş gibi görünen partisi. Cem Uzan, çok sayıda televizyon kanalının bir akşam yayınını satın alarak başlattığı “siyasi” çalışmalarında; otoriter, huysuz, öfkeli ve buyurgan bir ‘lider’ izlenimi yaratmak için, çoğunlukla gerçekçi olmaktan çıkıp teatralleşen bir üslup kullanıyor. Haydar Baş’ta olduğu gibi Cem Uzan’da da, kısa, kesik cümlelerle ‘hitap’ etme eğilimi, yine gerici bir psikolojik atmosferin hedeflenmesiyle ilişkilidir. Sandık, millet, devlet gibi klişe kavramların vurucu tonlamalarla hecelenerek ve buyurgan bir edayla tekrarlanması; dinleyici kitleyle, ahmakça sorular sorup cevap almaya dayalı bir ilişki kurulması, mesajın bilgiye ve politikaya değil, psikolojiye ve itaate dönük içeriğini ele veriyor. Devletle de pek çok ticari problem yaşayan bir işadamının, “devlet devlet olacak, vatandaş da vatandaş” parolasına sığdırmaya çalıştığı emir dolu nutukları, dayanışma ve işbirliği yerine seçtiği cezalandırma ve hükmetme pozisyonunu güçlendiren otoriter bir çerçeve çiziyor ve bu hava, abartılı, tehditkâr el-kol hareketleri ile destekleniyor.
Genç Parti’nin adında ve Cem Uzan’ın konuşmalarında tekrar eden “gençlik” vurgusu ise, yaşlılığı bir düşkünlük olarak gören faşist eğilime paraleldir. Halkın ve bizzat yaşlı burjuva politikacıların dilinde anlamsız bir tekerlemeye dönüşmüş olan, “bu memleketin başına çöreklenmiş ihtiyar politikacılar ve onların bireysel inadı” klişesine gönderme yaparak prim toplamaktadır. Kötü yönetimin, yaştan ve hatta niyetten bağımsız olarak, kendi sınıfları açısından bir zorunluluk olduğunu göstermemeye yarar.
Partiye, ‘özel olarak hazırlatılan’ amblem bile tedirgin edici bir sertlikte. MHP’nin, daima savaşı, çatışmayı, şiddeti hatırlatan üç hilali gibi, kışkırtıcı ve tehdit edici bir içeriğe sahip. İkinci bir hilalle desteklenmiş Türk bayrağı, kimin daha milliyetçi olduğu yarışına sunulmuş bir kanıt gibi kullanılıyor.

* * *
Halkı en geri olduğu noktada kavrayarak oraya sabitlemek, faşist propagandada süzülmüş olarak açığa çıkan, ama gerçekte tüm egemen sınıf politikasının temelini oluşturan bir eğilimdir. Ezilen sınıfların; çarpıtılmamış, yanılsamaya uğratılmamış haliyle berrak bilinci; politikanın, bir sınıfın çıkarlarını diğerlerine karşı savunmak şeklinde özetlenebilecek bir araç olduğunu öğretir. Tüm hizipleriyle düzen partileri; faşizmin, güdük burjuva demokrasisinin ve gerici geleneklerin etkisi altında; kimi zaman birini kimi zaman diğerini öne çıkartan temsilcileriyle aynı sınıfın propagandasını yapmaktadırlar. Emekçi sınıf, tüm öteki alanlarda olduğu gibi günlük politikada da, temsil ettiği yeni dünyanın ilericiliğini tek başına hayata geçirmektedir. Geriye kalanı, Enver Paşa’ya, yarattığı geleneklere rağmen, rahmet okutacak durumdalar.

Sermaye güçleri belirsizliği yüceltip, kararsızlığı teşvik ediyor

İnsanlar birbiriyle dil ile ilişki kurarlar. Seslerin sözcük olabilmesi için de anlamlı olması gerekir. Dolayısıyla birbiriyle konuşan iki kişi, seslere aynı anlamı veriyorlar, o sesten aynı şeyi anlıyorlarsa karşılıklı bir konuşma, bir ilişki de mümkün olur.
Bu yüzdendir ki; aynı dili konuşmak, sözcüklerden, sözcüklerden oluşan cümlelerden aynı şeyi anlamak, anlaşmak için de önkoşuldur.
Ancak; düşünce gelişip, bir sisteme kavuştukça sözcükler yetmez oldu. Ve düşünce sistemleri arasındaki ilişkide sözcükler yetmez hale gelince, sözcüklerin sözlük anlamlarından çok daha geniş anlamlar ifade eden “kavramlar” kullanılmaya başlandı.
En azından Marksizm öncesinde, bütün bir düşünce tarihi boyunca, düşünsel, felsefi alanda sürdürülen mücadele, kavramların anlam ve içerikleri üstüne olmuştur. Bu bakımdan da karşıt fikir odakları olarak “ekoller” oluşurken, düşünce akımları ortaya çıkarken, eski kavramlar yeniden tarif edilip, bir bakıma da kendi alanlarındaki dili yeniden kurmuşlardır.
Marksizm, felsefi mücadeleyi bir “kavram savaşı” olmaktan çıkararak; 2500 yıllık, hiç bitmez sanılan spekülatif tartışmalara son vermiştir. Bunu yaparken de Marksizm, kavramların ifade ettiği fikirleri doğada, sosyal yaşamdaki karşılıklarıyla birlikte ele almış, böylece kavramları “donmuş fikir tabletleri” olmaktan çıkarıp; canlı sosyal pratikle her gün yeniden zenginleşen, doğayı dünyayı değiştirme mücadelesindeki insanın eyleminde rol oynayan bir araca dönüştürmüştür.
Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından sonra da; karşıt fikir akımlarıyla mücadelesi, böyle içeriği az çok belirlenmiş kavramlar aracılığı ile sürmüş ve tartışmanın işin içinde olmayanlar tarafından da izlenmesi, bir fikir sahibi olması mümkün olmuştur.
Ancak, post-modernizmin burjuvazinin başat bir tarzı olarak popülerleştirilip piyasaya sürülmesiyle; sadece “bilinmezcilik”, “tekbencilik” yüceltilmekle kalınmamış, bilinçli olarak bir kavram kargaşası da yaratılarak; “alacakaranlık” ortamında bir düşünce dünyası idealleştirilip organize edilmiştir. Bu alacakaranlık ortamı; kavram kargaşası yüceltilerek; belirsizlik ortamı kışkırtılarak derinleştirilmiştir. Medya gücü kullanılarak, dil ve kavram disiplini bozulmuş, kavramlar popülerleştirilip yaygınlaştırılırken, bunlara herkesin kafasına göre anlam verebileceği bir belirsizlik kazandırılmış, böylece de aslında kavramlar bir iletişim, bir tartışma, fikirlerin karşılaştırılmasının aracı olmaktan çıkarılarak, uluslararası tekellerin ve propaganda merkezlerinin verdiği içeriğin taşıyıcısı haline getirilmişlerdir.

SIĞLIĞIN, BELİRSİZLİĞİN, ALACAKARANLIĞIN YÜCELTİLDİĞİ BİR DÖNEM
Fikir akımları arasındaki mücadele; son tahlilde, “Benim dünya görüşüm, dünyada olup biteni daha iyi açıklar ve benim dünya görüşüm doğrultusunda hareket edilirse insanlık gerçek mutluluğu yakalar” yarışıdır. Bu nedenle de ilerici, gerici bütün fikir akımları, karşı görüşün fikirlerini çürütmeye çalışmış; bunu tutarlı mantık içinde de başarmayı amaçlamışlardır.
Daha doğrusu post-modernizme kadar böyleydi demek doğrudur. Çünkü post-modernizm adı altında toplanan eğilimler, böyle bir “mertliği” bile benimseyemeyerek; belirsizliği, kafa karışıklığını, alacakaranlığı kendi mevzileri olarak kullanmayı esas alarak materyalizme ve diyalektiğe savaş açmışlardır.
Bilgisizlik, sığlık, belirsizlik üstünden şekillendirilen bu dil-kavram esnekliği; egemenlere karşı savaşırken, ideolojik, siyasi, her alanda kesin bir kararlılıkla hareket etmesi gereken işçi sınıfı ve müttefiklerine karşı bir saldırı kampanyası haline getirilmiş bulunmaktadır.
“Üretim”, “emek”, “kâr”, “değer”, “liberalizm”, “sosyalizm”, “demokrasi” gibi tüm kavramların içerikleri her anlama gelebilecek biçimde popülerleştirilip piyasalaştırılırken; bazı sözcük ve kavramlar ise; gündelik politika alanında kargaşa yaratmak için kullanılmaktadır.
Sermayenin propagandacıları ve onların eteklerine yapışmış bir kategori oluşturan “sol ideologlar” bir “kavram piyasası” oluşturanların en önemli destekçileri olmuşlardır. Onların üretip pazarladığı bu kavramları da sendikacılar, liberalizmin etkisi altındaki “emekten yana” pek çok siyasi çevre ve bilim dünyasının tanınmış isimleri de dâhil pek çok kişi “yenilik” adına kullanmaktadırlar.
Bu kavramların, sözcüklerin ve sözcük dizinlerinin tek özelliği; “cilalı”, ilk bakışta “aman ne hoş bir laf” intibaı uyandırması. Bu kavramlardan sık kullanılan bazıları şunlar: “solun birliği”, “özgür emek”, “küresel saldırı”, “küresel direniş”, “emeğin küreselleşmesi”, “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa”, “bir başka Türkiye”, “sivil toplum”, “üretici”, “tüketici”…
Örneğin; işçi sınıfının, emekçilerin mücadelesinden yana olduğunu söyleyen bir sendikacının, bir politikacının; “Onlar sermayenin küreselleşmesinden yana, biz de emeğin küreselleşmesinden yanayız” deyip, etrafa caka sattığı az rastlanır bir örnek olmadığı gibi; iki yıl önce Emek Platformu, özgürlük talebini dile getirmek için “özgür emek” kavramını kullanmıştır. Ya da bugün kendilerini “radikal sosyalist” diye ifade eden siyasi çevreler; bugünkü soygun ve sömürü düzeni, ülkenin emperyalizm tarafından her gün daha büyük oranda adeta sömürgeleştirilmesi karşısında; bağımsız ve demokratik bir Türkiye ile emperyalizm ve işbirlikçilerinin tasfiyesi yerine ne anlama geldiği belli olmayan ama herkesin de kendine göre anlam verebileceği “bir başka Türkiye mümkündür” gibi bir sloganla işin içinden çıkmaktadırlar.
Kuşkusuz; burada sermaye güçlerinin propaganda ve “ideoloji üreten merkezlerinin” düşün yaşamı üstünde bir hegemonya yaratmış olmalarının rolü vardır. Ve elbette işçi sınıfı mücadelesinin hareketinin bugünkü boyutu, temposunun düşüklüğü ve dünyanın gidişatına müdahalesinin etkisizliği sermayenin güç odaklarına düşünce yaşamı üstünde baskılarını artırmak için olağanüstü imkân tanımaktadır. Bu nesnel nedenlerden dolayı; bu alanda bozuşmanın daha da artması, kavramların, sloganların içeriklerinin bozuşturulmasında karşı taraftan yeni hamleler yapılması gayet normaldir. Ama olup biteni sadece bu nesnel nedenlere bağlamak doğru olmaz. Tersine, sorunun önemli bir yanı; emekten yana siyasi çevreler ve sendikal mücadele içindeki “sol”, “ilerici” bilinen kesimlerin; bilim dünyasında materyalizmi, diyalektiği, Marksizm’i savunmak iddiasındaki kesimlerin, emek ve sermaye arasındaki çatışmayı “sol liberal”, “liberal sosyalist” bir çizgiden kavramalarıyla ilgilidir.
Kuşkusuz ki; bu sözcükler, sloganlaştırılmış sözler ve kavramlar ve bunlarla “akraba” pek çok başka söz ve kavramlar tartışılabilir. Ama bilmek gerekiyor ki; sorun çok daha derindir ve bir bütün olarak bugün post-modernizm ve onun çeşitli versiyonlarına karşı; ideolojik alanda esaslı bir mücadeleyi zorunlu kılar. Hatta önümüzdeki dönem, 18. yüzyıl aydınlanmacıları gibi; bütün bir literatürün yeniden yazılması; içeriğinin yenilenmesi zorunlu bir dönem olacaktır denebilir.
Ancak burada son günlerde daha çok kullanılmaya başlanan bazı sözcüklerin ve sloganlaştırılmış bazı söz ve kavramların içeriklerine ilişkin kısa değinmeler yapacağız.

‘EMEĞİN KÜRESELLEŞMESİ’ ALDATMACASI
Bu kavramlardan birincisi; “emeğin küreselleşmesi” kavramıdır. Günlük mücadele içinde emekten yana bir tutum alma iddiasındaki kesimler ve hatta “mücadeleci” olarak bilinen sendikacılar bile; “Sermayenin küreselleşmesine karşı emeğin küreselleşmesini savunuyorum” diyebilmektedir. Oysa bu “karşı çıkış” ile sadece sermayenin küreselleşme gayretlerine meşruiyet kazandıran; “sermayenin küreselleşmesine emeğin de küreselleşmesine izin verilmesi şartıyla” bir itirazın olmayacağı sonucuna çıkan bir çizgiye varılmaktadır.
Oysa “küreselleşmeden “uluslararası olma” kastediliyorsa; emek de sermaye de bu anlamıyla en azından 200 yıldan beri zaten “küresel”dir. Bunun için birine taraf ötekine karşı olunması gibi bir şey aptalca bir şeydir. Çünkü bu nesnel bir veri, kapitalizmin olmazsa olmaz bir özelliğidir. Marx’ın Kapital’i onun için emeğin de sermayenin de vatanı olmadığı üstüne kurulmuştur; işçi sınıfı enternasyonalizmi de bu nesnel temelin üstünde anlam kazanır.
Bugünkü “küreselleşme” ise; sermayenin uluslararası planda hareketinin önüne, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile sosyalizmin ve işçi sınıfı mücadelelerinin getirdiği engellerin, sınırlamalarının kaldırılması için girişilmiş, tekellerin bir saldırısıdır. Ve uluslararası sermaye güçleri bu saldırıyı; dünya egemenliği statüsünü (devlete, onun baskı araçlarına ve sermaye gücüne sahip olma) kullanarak gerçekleştirmektedirler. Burada; “Öyleyse biz de emeğin küreselleşmesini savunuruz” demenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer “emeğin küreselleşmesi “nden; örneğin Türkiyeli işçilerin, emekçilerin Avrupa ve Amerika’da da “iş aramasının serbest olduğu” bir “küreselleşme” kastediliyorsa da, bunun aynı zamanda tekellerin en tatlı hayali ve “kapitalist küreselleşmeciler”in varmak istediği bir amaç olduğunu da burada söyleyebiliriz. Çünkü onlar için günde 100 Euro’ya çalışan Avrupalı işçiyle 10 Euro’ya çalışan Türkiye’li işçiyi, Türkiye’de de 10 Euro’ya çalışan Türkiyeli işçiyle 1 Euro’ya çalışan Bangladeşli işçiyi rekabete sokup ücretleri, sosyal hakları, çalışma koşullarını ve sosyal yaşam düzeyini Avrupa düzeyinden Bangladeş düzeyine “yöneltmek”ten daha güzel ne olabilir! (Kapitalistlerin egemen olduğu bir dünyada emeğin küreselleşmesinden, emeğin serbest dolaşımından da başka bir sonuç çıkamaz.) Bugün bunu yapamıyor, emekçiler ülke sınırı tanımadan serbestçe iş aramaya çıkamıyorsa, bunun sebebi henüz bu anlamdaki küreselleşmelerinin çok başında olmaları ve elbette kendi ülkelerinde işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarını henüz yeterince ortadan kaldıramamış olmalarıdır. Bu yüzden de bu “emeğin de küreselleşmesi” “dayatması” aslında bir “muhalefet” bile değil; kapitalist küreselleşmeye dolaylı bir destek olduğu kadar onun nihai amaçlarını da kutsamaktır.
Elbette burada; kuru, aptalca bir enternasyonalizm yorumu ile gelişmiş ülkelerin işçilerinin, yabancı işçi dolaşımına karşı çıkmalarını, bu anlamda “emeğin de küreselleşmesi”ne karşı çıkmalarını “milliyetçilik”, “dar çıkarcılık” olarak suçlayarak keskinlik taslama fırsatını da kaçırmamaktadırlar.
Elbette kapitalist ülkelerin işçileri içinde “yabancı düşmanlığına karşı mücadele, yabancı işçilerin haklarının savunulmasıyla sınıfın tümünün haklarının ayrılmazlığı savunulmalıdır; ama bundan, bütün diğer koşullar sabit kalmak koşuluyla bütün ülkelerin sınırlarının işsiz emekçi yığınlarına açılması ya da kaçak işçiliğin teşvik edilmesini anlamamak gerekir. Tersine kaçak işçiliğin ortadan kaldırılarak her çalışanın yasalar karşısında eşitliği savunulurken aynı zamanda sermayenin ucuz işçi göçünü teşvikine karşı mücadelenin işsizler ordusunun büyümesinin ve işçilerin kendi arasındaki rekabeti önlemenin bir yanı olarak değerlendirilmesi gerekir.
Örneğin bizim ülkemizde Doğu Avrupa, Asya ve Afrika’dan gelen kaçak işçilerin Türkiyeli işçilerden üç beş kat daha ucuza çalışmalarına karşı çıkmak, onların da aynı ücretle çalışmasını savunmak, ama aynı zamanda kaçak işçiliği önlemek için mücadele etmek de önemlidir. Zaten en aşağıda olan ücret düzeyini yukarı çekme mücadelesi bunun bir yanıyken, “efendim herkese sınırları açalım, emek küreselleşsin” gibi ütopik bir “işçiciliğin” de sadece yabancı düşmanlığını kışkırtmak anlamına geldiği ve bundan en çok işçileri, emekçileri parçalamak isteyenlerin, hiçbir hak talebinde bulunmayan köle işçi çalıştıran patronların çıkar sağladığı da bir gerçektir.

‘KÜRESEL SALDIRIYA KÜRESEL DİRENİŞ’ SLOGANI
“Küresel saldırı” ifadesi bazen tek başına ama daha çok da “küresel saldırıya karşı küresel direniş” gibi bir slogan olarak kullanılmaktadır. İlk bakışta çok güzel, hatta mücadeleyi kışkırtan bir slogan intibaı uyandırmaktadır. Ama sonuçta; bu kavramlar, gezginci, sınıf dışı unsurların kapitalizme karşı öfkesini anlatan bir slogan biçimine dönüşmüştür. Bu yüzden de; “küreselleşmeciler” denilen çeşitli emperyalist ülke liderlerinin “zirve toplantıları”nın olduğu kentlere taşınan otonomcu, anarşist, Troçkist “solcu” çevrelerin eylemlerini ifade etmektedir.
Bu eylemler bir yanıyla; emek hareketinin dağınık ve henüz yarım yüzyıllık konformist eğilimlerin etkisiyle rehavetten uyanmadığı bir dönemde emperyalizme, onun politikalarına karşı bir tepki, emekçilerin uyanışına yardımcı olacak bir eylem gibi görünürse de bu çok doğru değildir. Tersine bu tutum, asıl olarak; küreselleşmeyle emperyalizmi ayıran ve onu bir grup kötü niyetli kapitalistin marifeti sayan ve buna karşı da; sadece sosyalistlerin, anti-küreselleşmecilerin, çeşitli fraksiyonlar biçiminde organize olmuş politik, apolitik grupların eylemini esas alan bir mücadeleyi temsil eder. Bu nedenle de; “küreselleşmecilerin asi çocuklarının eylemi” olmanın ötesine geçemezler. Nitekim son dönemlerde, bu çizginin temsilcilerinin en önemli bölümünü oluşturanlar, “… sosyal forumu” (Latin Amerika, Avrupa, Asya, sosyal forumu gibi) adı altında örgütlenirken ortaya koydukları görüşler de, onların sistemin içinde ve onun sivriliklerine muhalefet etme çizgisini aşamadıklarını açıkça ortaya koymuşlardır.
Dahası bu anlayış ve onu benimseyenler çok değişik siyasi platformlarda, bir bölümü hiçbir siyasi platformda bile değilken bu formları oluşturanların ortak yanları; mücadeleyi işçi sınıfından ve ülkeler temelinden koparmasıdır. Esas mücadele edilmesi gereken yönü de budur. Elbette işçi sınıfının, emekçi mücadelesinin de uluslararası düzeyde sembolik “ortak gösterileri” olabilir. Ya da bazen sınıfın ileri güçleri, anlamı olan bir merkezde toplanarak daha kapsamlı bir mücadele için çağrılar yapabilirler. Ve bu eylemler, uluslararası tekellere karşı ortak grevlere; Örneğin Pirelli’ye karşı, İtalyan, Türk, İspanyol vb. ülke işçilerinin ortak grevi ya da Renault işçilerinin Belçika’daki mücadelesine bütün diğer ülkelerdeki Renault işçilerinin destek vermesi ya da, “sosyal güvenlik”, “daha kısa bir işgünü” için uluslararası sınıf eylemleri, ya da örneğin “Irak’a karşı bir Amerikan saldırısına karşı dünya ölçeğinde grevler, gösteriler” gibi eylemler elbette ki; bir yanıyla bugünden gündemdedir, bir yanıyla da dün olduğu gibi yarın da daha çok gündeme gelebilir. Ama aslolan birer birer ülkelerdeki işçilerin, emekçilerin yığınsal mücadelesidir ve bu uluslararası gösteriler, bu yığınsal, sınıfın ana gövdesini eyleme çekmeye yarayan girişimler olduğu ölçüde anlamlı olabilirler. Bunun içindir ki, ana fikri, “ana özellikleri sınıf-dışılık olan gezgin muhaliflerin plansız programsız eylemi” olan “anti-küreselleşmecilerin” mücadelesinin, bu mücadele anlayışı tarafından piyasalaştırılan “küresel saldırıya küresel direniş” sloganı, bütün hoşluğuna karşın “boş”, daha da kötüsü yanıltıcı, planlı, hedefli, sınıf mücadelesini reddeden bir mücadele anlayışının sloganı olması bakımından reddedilmesi gerekir.
Bu, sermayenin tekelci kapitalizmin sadece sivri yanlarına karşı çıkan grup ve çevrelerin bazı unsurları, bir yandan “küresel direniş” derken öte yandan, bir belirsizlik çizgisine geçip; “Bir başka dünya mümkündür”, “Bir başka Türkiye mümkündür” sloganı etrafında toparlanıyorlar.
Nedir “başka” olan?
Nedir “mümkün” olan?
Bir sosyalist dünya mı, yoksa kapitalizmin dizginlendiği bir dünya mı?
Bağımsız ve demokratik Türkiye mi, sosyalist bir Türkiye mi, yoksa örneğin; “sosyal devletçi bir Türkiye” mi?
Kuşkusuz ki, arkadaki niyetleri “hangi dünya”, “nasıl Türkiye” olursa olsun, sloganın sahipleri, “belirsizlik”ten medet ummaktadırlar. Ama günümüz dünyası bir stratejiye sahip olmayan, bu stratejiyi adım adım hayata geçiren taktik belirlemelerden yoksun bir mücadele hattıyla sermayenin büyük saldırısının püskürtülmesinin mümkün olmadığı bir dünyadır.
Çünkü bu yazı içinde çeşitli vesilelerle de belirtildiği gibi, sermaye güçlerinin işçi sınıfının ve sosyalizmin insanlık tarihine vurduğu damgayı silmek için giriştiği büyük saldırıda belirsizlik, sorunların etrafından dolanma, uluslararası ve ulusal çapta bir stratejiye bağlanmayan her hareket yenilgiye mahkûm olduğu gibi, emekçiler arasında belirsizlik, kargaşa, bölünme yaratmanın da vesilesi olur. Bu yüzdendir ki; örneğin Türkiye açısından bağımsız ve demokratik Türkiye şiarı, emperyalizme ve gericiliğe karşı bir mücadele çağrısı, aynı zamanda işçi sınıfının ve emek güçlerinin sosyalizme giden yolunun önünü açan bir aşamadır.

‘SOSYAL AVRUPA’ YA DA ‘EMEĞİN AVRUPASI’NA GİRMEK!
Benzer bir “abes” durum ise; “Biz tekellerin AB’sine karşıyız ama emeğin Avrupası’na katılmak için AB’ye girmeliyiz” tezi ile gündeme gelmektedir.
Oysa bugün “iki Avrupa” yoktur ve ne derseniz deyin, eğer Türkiye, günün birinde Avrupa Birliği’ne katılırsa; TÜSİAD üyeleri de, Adıyaman’ın küçük tütün üreticisi köylüsü de, fabrika işçisi Hasan da “aynı Avrupa “ya; tekellerin çıkarları uğruna yeniden yapılandırılan “tekellerin Avrupası”na katılacaktır. Bizdeki sendikacıların kafasına bu abuk subuk fikirleri sokan Avrupa Sendikalar Birliği de, zaten işçi çıkarlarını çoktan terk etmiş, tek faaliyetleri; işçileri, kapitalistlerin çıkarlarıyla aynı çıkarlara sahip olduklarına inandırmaya ayırmış, “tekellerin Avrupası’nın misyoneri olmuşlardır. Üstelik bu faaliyeti sadece açıkça ve açık faaliyetlerle de değil, bir ajan gibi, sendikal faaliyet adı altında sürdürürken, kimi çevrelere onları baştan çıkaracak ölçüde maddi çıkar sağlayarak, dezenformasyon yaparak da sürdürmektedirler.
“Emeğin Avrupası”nın bir başka versiyonu olan “Sosyal Avrupa” ise tam bir ‘hayali Avrupa”dır. “Sosyal Avrupa” lafı her anlamda, herkesin aklına geldiği gibi kullanılmaktadır ama ortak noktaları “sosyal hakların, demokrasinin, özgürlüklerin cenneti bir Avrupa”yı kastetmek olarak anlaşılmaktadır. Ama bırakalım böyle bir “sosyal Avrupa” filan gibi değerlendirmeleri, Avrupa, son çeyrek yüzyıldır, basit sosyal hakların merkezi olmaktan bile hızla (ve hızlanarak) çıktığı bir süreç yaşamaktadır. Ve sermaye güçlerini, işbirlikçi, reformcu sendikal merkezlerle de anlaştığı Avrupa planında sosyal haklar; “varlıkla yokluk arasında bir çizgiye” hızla indirgenmektedir. İşte 1475 Sayılı Yasa değişikliğinde tüm maddelerdeki esnek çalışma dayatmalarının gerekçesinin “AB Çalışma Yaşamı Sözleşmeleri”ne dayandırılması boşuna olmadığı gibi, Yunanistan’dan İspanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya işçiler, emekçiler, öğrenciler boşuna sokaklara dökülmemektedir.
Eğer, “sosyal Avrupa’ya katılalım” diyen sendikacılar; Avrupa işçi sınıfıyla birleşmek ve sosyal haklarda bir ilerleme sağlamayı gerçekten istiyorlarsa; bu lagalugayı bırakıp; Avrupalı işçilerle dayanışacak eylemlere girişmek, hadi onu da bir yana bırakalım; hızla ortadan kaldırılan sosyal haklar ve öteki kazanılmış haklar için mücadelede yer almak için koltuklarından kımıldamalıdırlar. Aksi halde her içeriği saptırılmış kavramlar üstünde tepinme; dönüp işçi sınıfını, emekçileri vurmaya devam edecektir.
“Emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” gibi kavramlar, bu yazının en başında belirtildiği gibi, kavram kargaşası üstünden; sadece kavramların “boşluğu” üstünden kafa karıştırmanın tipik örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. “Emeğin Avrupası” derken; gerçek yaşamdaki sermayenin en gerici güçlerinin her gün daha güçlendiği “tekellerin Avrupası” dışında bir “kavrama” girecek gibi propaganda yapmak, buradan bir kafa karışıklığı yaratmak elbette ki sermayenin propaganda merkezlerinin en çok kullandığı silahtır. Ama buna eski Marksistlerin, emekten yana olmak iddiasındaki “aydın çevrelerin”, hatta bugün bile sosyalizm davası güdüp, böylece “Avrupayı sosyalistleştirme” mücadelesine katıldıklarını iddia edenlerin trajedisi elbette ders alınması gereken bir şeydir. Kuşkusuz; bu zatlara sermayenin en vahşi temsilcisi Aydın Doğan grubunun rafine en liberal ve en radikal yayın organlarının sayfalarını açmış olması kendi başına bile kimin kime hizmet ettiğini gösterir. Yeter ki, kavramların kumpasından kurtulup bu kavramların yaşamda neye karşılık geldiğini, hangi sınıf ilişkileri içinde biçimlendiğini gözden kaçırmayalım.
Kuşkusuz burada; en önemli çarpıtmalardan birisi de, her düzenin önünde sonunda bir egemen sınıfın yönetimi olduğunun gözden kaçırma kurnazlığına dayanır. Ve bugün, “Avrupa’da hangi sınıfın egemenliği vardır ve AB projesi hangi sınıfın projesi olarak hayata geçmektedir; AB, kendi var oluşunu gerçekleştirirken Kopenhag, Maastrich kriterleri gibi, kriterlerle hangi izleri silip hangi kanalları büyütmektedir?” gibi soruların basit yanıtlarını vermek durumundadır.

‘ÜRETİCİ’ VE ‘TÜKETİCİ’NİN YER DEĞİŞTİRMESİ OYUNU!
Son yarım yüzyıl içinde (öncesi de var), “İşçi sınıfının tarihsel rolünün bittiği” üstüne, sermaye propaganda merkezleri tarafından yürütülen kampanya; Kruşçevizm, Euro-komünizm üstünden, Yeni Dünya Düzencileri’nin “tarihin sonuna gelindiği”, sınıf örgütleri yerine “sivil toplum örgütlerinin “, “siyasi kamplaşmaların yerine de sosyal ilişkiler, çevre, hayvan hakçılığı, gibi örgüt ve mücadele alanlarının anlamlandığı” dolayısıyla artık eski “sınıf kategorilerinin öneminin kalmadığı tezlerine kadar geldi.
Gerçi bu iddialar, birer birer ele alındığında sıkça yenilenip, sonra unutuldu gibi görünür; ama bu iddia tortularının yarattığı kargaşada; burjuva ideologları ve propaganda merkezleri; “üretici” ve “tüketici” gibi iki kavramın içeriğini koruyarak ama toplumda karşılık geldiği sınıfların yerini değiştirerek “yeni bir toplumsal hiyerarşi” oluşturdular. Ve TV kanallarından resmi eğitim kurumlarına kadar uzanan devasa propaganda aygıtı aralıksız bir kampanya ile bütün değerleri (mal ve hizmet olarak) yaratan işçileri, emekçileri, üretici köylüleri, sağlıkçıları, eğitimcileri, tornacıları, marangozları, elektrikçileri, öğretim üyelerini, mimarları, mühendisleri, öğrencileri, ev kadınlarını, … toplumdaki tüm emeği ile geçinenleri “tüketici” kategorisi altında topladı. (Edebi bir kitap okuyucusu bile “kitap tüketicisi”, “kültür tüketicisi” olarak adlandırıldı. “En büyük sivil toplum örgütleri” ilan edilen “tüketici örgütleri” kurulup teşvik edildi. “İnsan hakları” gibi “tüketici hakları” listeleri yapılıp ilan edildi. TV’ler gazeteler, bu hakları yücelten propagandalar yaptılar ve hâlâ yapıyorlar. Bütün gazetelerde; “bilinçli tüketici”nin köşeleri her gün kimin ne alıp ne yiyeceği konusunda akıl dağıtıyor, vs. vs.)
Peki bu milyarlarca “tüketiciyi” besleyen, barındıran, eğiten, sağlığını düşünen… “üreticiler” kim? Tabii ki, üretim araçlarının sahibi olanlar; bir avuç mülk sahibi burjuva! Elbette bu “üreticilerden” daha da kaymak bir burjuva tabaka var, bu kategorilendirme içinde. Bunlar da “tasarruf sahipleri”! Hani piyasalara bir müdahale olursa, ürküp de paralarını çekerler diye korkulan büyük para sahipleri. Eskiden bunlara tefeci, rantiye diye bakılırdı; ama piyasacıların terminolojisinde bunlar, piyasanın gözdeleri olarak toplumsal hiyerarşinin en başında, “saygın” ve isterlerse büyük spekülasyonlar yapıp kurulu düzeni kaosa sürükleyebileceklerinden korkulan bir kesimi oluşturuyorlar.
Sonuçta; klasik kapitalist düzende işçiler ve üretici köylüler tüm değerlerin yaratıcısı sayılır ve burjuvazi; üretilen değere el koyan müsrif tüketici bir sınıf sayılırken Yeni Dünya Düzeni’nin post-modern ideologları, tabloyu tersine çevirerek; burjuvaziyi üretici, işçileri, emekçileri, köylüleri tüketici ilan etmiştir.
Böylece sermaye kendisine; ideolojik bakımdan çok güçlü bir mevzi edinmiştir. Çünkü insanlık tarihi boyunca; üretenler, bütün değerlerin üreticisi olarak bir hak ve haklılık mücadelesi yürütmüşler; bu haklı temele dayanak olarak tüm diğer siyasi iddialarını (madem ki üretiyoruz öyleyse, bu başımızdakilerin işi ne, üretmeyenler nasıl yönetici olur; üretmeyen, üretilen zenginliklerden pay alamaz, burjuvazi insanlık için gereksizdir vs.) da sıralayarak; örneğin burjuvazi olmadan da toplumun hiçbir eksiği olmayacağı, onun gereksiz, insanlığın ilerlemesine bir katkısı kalmamış bir sınıf olarak ilan edebilmişlerdir. Ama şimdi burjuvazi, işçiyi, emekçiyi “tüketici” köşesine iterek; onları, gereksiz, kuru kalabalık, üretilenleri sadece paylaşan, devlet bütçesine yük, aç gözlü, üretmediği halde üretilenden pay alma kavgası yapan cahiller sürüsü olarak nitelerken, kendisini üreten ve tüm toplumu besleyen bir sınıf olarak ilan etmiş, bu fikre, aydınlar, demokratlar, dar görüşlü küçük burjuva okumuş çevreler içinde azımsanmayacak bir kesime bu yeni durumu, yeni kategorilendirmeyi, dolayısıyla kendi “toplum tasarımını” yutturmuştur.
Ne yazık ki, emekçilerin önemli bir kesimi, özellikle de okumuş yazmış emekçi kesimleri “tüketici” olmayı kendilerine pek yakışır bulmuş olmalı ki, “tüketici dernekleri” kurmuş, “tüketici olarak haklarını” aramaya başlamışlardır. Dahası işçi sendikaları; “grev”e grev demeye dilleri varmadığı için “üretimden gelen güç”ten söz etmeye yönelmişler, şimdiyse ondan da vazgeçerek, “tüketimden gelen güçten” söz etmeye başlamışlardır.
Üretimden gelen güçlerini kullanmaktan vazgeçip, aslında hiç olmayan bir gücü, tüketimden gelen gücü kullanacakları tehdidiyle patronları, hükümetleri tehdit etmeye başlamışlardır. Petrol-İş’in işyerlerindeki işçileri sendikadan istifaya zorlayan Shell’e karşı “tüketimden gelen gücü kullanma” çağrısı, yine son günlerde “sendikasız işyerlerinde üretilen malı almayın” çağrıları filan gibi.
Kuşkusuz bu olup bitene en çok sevinen patronlar ve onların temsilcileridir. Çünkü böylece emekçiler kendi sınıf örgütlerinde birleşip bir güç olmadıkça, üretici olarak kendi haklılıklarına duydukları özgüvene sahip olmadıkça, malların kalitesi, fiyatların ne olacağı üstünden yürütülecek mücadelelerin bir işe yaramayacağını, herkesten iyi patronlar bilir.
Sermaye güçleri, belirsizlik, bilinmezlik ortamını kışkırtarak, emekçiler içinde kararsızlık yaratırken, kendileri açısından tam bir kararlılıkla hareket ediyorlar. Özellikle son günlerde, “belirsizlik yaratıyor” diye Ecevit hükümetine karşı girişilen kampanya, kendi hatları bakımından belirsizlik değil tam bir belirlilik istediklerini kanıtlarken, emekçiler arasında belirsizliği teşvik eden, kararsızlığa kaynaklık edecek tutumları yaygınlaştırmayı amaçlıyorlar.
Bu yüzdendir ki, sınıf partisi emekçiler arasında ideolojik alanda belirsizciliğe, bilinemezciliğe karşı savaş açarken; gündelik hareketin ihtiyaçları bakımından da tam bir belirlilikle hareket etmesi son derece önemlidir.

Filistin ateşi sönmüyor

İnsanlık tarihinde önemli bir yeri olan Ortadoğu bölgesi, tüm dünya için ilgi odağı olma özelliğini arttırarak sürdürmektedir. Kimi zaman dinsel-ulusal nedenlerden, kimi zaman Doğu ve Batı uygarlıklarının buluşmasında önemli yeri olan İpek Yolu ticaretinin ana güzergâhı üzerinde olmasından, kimi zaman da jeostratejik konumundan dolayı, bitmek tükenmek bilmez savaşlara sahne olan bölge; kaynakları, kültürel birikimleri, muazzam tarihsel zenginliği ile dünyanın bu ilk uygar coğrafyası, aynı zamanda dünyanın en sorunlu bölgesidir de.
Emperyalist politikaların ve Siyonist gericiliğin güdümüne girmemesi noktasında, yalnızca emperyalistlerin ve Siyonistlerin değil, aynı zamanda Arap gericiliğinin de sürekli boy hedefi durumunda olan “verimli hilal” adı verilen, bugünkü Irak, Suriye, Lübnan topraklarını kapsayan bölge olması ve Afrika ile Asya arasındaki ilişkide coğrafik olarak önemli bir yer tutması nedeniyle beş bin yıllık tarihi boyunca otuz kez işgale uğrayan Filistin, İsa’dan önceki dönemlerden bugünlere kadar sürekli olarak büyük güçlerin üzerinde çekiştiği bir merkez olagelmiştir.

FİLİSTİN TARİHİNE ÇOK KISA BİR BAKIŞ
Filistin’e İsa’dan önce çölden gelen Kenan halkı, göçebeydi. Ülkelerine “Kenan” adını verdiler. Filistin sözcüğü Yunanlılardan kalmadır ve Filistinlilerin ülkesi anlamındadır. Filistinliler Kenan ili’nin sahilini İ.Ö. 1400 yıllarında fethetmişler ve ülkelerine Filistiya adını vermişlerdir. Filistin Arap egemenliğine geçmiş, Ürdün ve Lübnan’la birlikte Büyük Suriye’nin bir parçası olmuştur. 1948’de göçmen Avrupalı Yahudiler suni devletlerini kurduklarında Filistin’e İsrail adı verildi.

İSRAİL’İN ORTADOĞU’DA TUTTUĞU YER
1948’le birlikte kurulan İsrail devleti, emperyalizmin askeri, politik, iktisadi ve teknolojik desteğini sınırsız ölçekte alarak, uluslararası hukukun evrenselliğini ve BM kararlarını çiğneyip Arap topraklarını işgal ederek, buradaki mevzilerini güvence altına almaya devam ediyor. İsrail devletinin estirdiği terör; ne Filistin ulusal direnişine karsı kendini savunmak, ne de Arap tehdidine karşı kendi güvenliğini sağlama almak amacıyla gerçekleşiyor. Tersine, açıkça görülen, İsrail’in “yaşam alanını” genişletme politikasıdır. Bir başka deyişle işgal ettiği toprakları yeniden ve yeniden işgal ederek bölgedeki etki alanını genişletmek koşuluyla, Nil nehrinden Fırat’a kadar olan bölge üzerindeki emperyal hayallerini gerçekleştirme politikasıdır. Bu politika, emperyalist sermayenin küreselleşme politikasının bir uzantısı olduğu da kuşku götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
Eski ABD başkanlarından Reagan; “İsrail, Armageddon’un (İncil’de iyi ile kötü arasında geçeceği ve dünyanın sonunu getireceği bildirilen savaş), yani dünyanın sonunun geleceği bu bölgede güvenebileceğimiz tek istikrarlı demokrasidir. Sovyetler Birliği’ni; Ortadoğu’da engellemek zorundayız. İsrail orada olmasaydı, ABD bizzat kendisi orada olmak zorunda kalırdı” demiştir. Bu açıklama, ABD’nin İsrail’e biçtiği stratejik rolün neyi amaçladığına en iyi örnektir diyebiliriz. 1950’lerde ABD, İngiltere ve Fransa tarafından imzalanan üçlü deklarasyondan Bağdat Paktı’na (1955) kadar ve özellikle 1951’de kurulan “Müttefik Orduları Ortadoğu Konseyi” oluşumu da İsrail’i, Ortadoğu bölgesinde askeri güç olarak konumlandırma göreviyle yükümlü kılınmıştır.
Emperyalizm, değişik ülkelerde olduğu gibi, komünizm ve sosyalizme karşı mücadele konsepti ile oluşturduğu oluşumların bir benzerini ve tehlikelisini, Ortadoğu’daki askeri, siyasi ve ekonomik işbirliği adı altında İsrail ile gerçekleştirirken, aynı zamanda, İsrail’in İstihbarat Örgütü olan MOSSAD’ı da çeşitli ülkelerdeki devrimci demokratik mücadelelerin önünü kesme, provoke etme ve diğer gerici örgütlenmeleri kullanma (Lübnan’daki Falanjistler gibi) doğrultusunda yönlendirmiştir.
Yine ABD önderliğinde gerçekleştirilen İsrail-Mısır stratejik işbirliğinin amaçlarından birisi FKÖ’nün “aşırılıklarından” temizlenmesidir. 17 Eylül 1978’de gerçekleşen Camp David görüşmeleri ardından imzalanan barış antlaşmasında Filistin sorununa sözde “otonomi” ile çözüm bulunuyordu. Bu barış antlaşmasının arka planında, Filistin yerleşim alanlarının ve bütün kurumlarının imha planı olduğu fazla zaman geçmeden bütün yönleriyle açığa çıktı. Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında katliam gerçekleştirildi. İsrail savunma bakanı olan ve katliamlarda gerçek ismine kavuşan kasap Şaron önderliğinde “Galile Barışı” adı verilen işgal hareketiyle Lübnan’a girildi. FKÖ’yü çökertmek için her türlü vahşet yapıldı. Falanjistler, katliama taşeron olarak kullanıldı. Resmi makamlar, 19 bin ölü, 30 bin yaralı olduğunu açıkladı. Ancak şimdiye kadar kesin bilanço ne açığa çıkmış ne de bilinmektedir. Toplu mezarlar ise bilinçli müdahaleler sonucu bulunamamıştır.

VE İNTİFADALAR…
1929–39 sürecinde İngiliz sömürgeciliği ve Siyonist gericiğe karşı yürütülen savaşımda önemli mesafeler alınmasına karşın, doğru bir politik önderliğin olmayışı ve örgütsüzlüğün üstüne bir de Arap işbirlikçi yönetimlerin ihaneti eklenince önceleri duraksayan, daha sonra ise sömürgeci güçlerin, savaş mekanizmasını daha gelişkin ve ileri bir anlayışla devreye sokmasıyla birlikte yenilgiye uğrayan Filistin Devrimi, ancak 1965 Ocak’ında işgalci İsrail’e karşı, Arafat liderliğindeki El Fetih örgütü tarafından yapılan eylemle ayağa kalkabildi. Göçmen konumunda olup çeşitli Arap ülkelerinde yaşayanlarla birlikte tüm Filistinliler, yeniden ve büyük umutlarla hareketlendiler. Sosyalistinden milliyetçisine kadar her kesimden çok sayıda Filistin örgütü, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) çatısı altında toplanarak mücadele için seferber oldu.
Silahlı mücadele ve halk savaşı stratejisi izleyen FKÖ’nün yakın müttefikleri S.B ve müttefikleriyle ilerici Arap rejimleriydi. 1965–80 arasındaki Filistin Devrimi; hem ulusal, hem bölgesel hem de uluslararası bir karakter taşıyordu. Bu yönüyle de emperyalistlerin dikkatlerini tekrardan üzerine çekmekte gecikmedi.
1967’deki Arap-İsrail Savaşı Arap rejimlerinin tam bir yenilgisiyle sonuçlandı. İsrail, Gazze ve Batı yakasını işgale başladı. Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den ise Golan Tepeleri’ni işgal ve eski Kudüs’ü de ilhak ederek, işgal ettiği topraklarda Yahudi yerleşim birimleri oluşturmaya başladı.
Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, Filistin Devrimi coşkusundan hiç bir şey kaybetmeyerek olumlu anlamda yoluna devam etti diyebiliriz. Ancak, ülke içinde örgütlenme zorlukları, Ürdün, Suudi Arabistan gibi gerici ve işbirlikçi Arap rejimleriyle sürtüşmelerle ilgili bazı yanlış taktik kararlar ve diplomatik eğilimler pratik olarak mücadeleye darbe vuran ve onun kırılma noktalarını oluşturan etkenler haline geldi. 1970 Eylül (Kara Eylül) ayında gerici Ürdün rejimiyle çıkan çatışmada, yaklaşık 30 bin Filistinli katledildi. O zamana kadar devrimin karargâhını barındıran Ürdün, Filistinlilere mezar oldu. Bu ağır darbeden sonra mücadele, Lübnan topraklarında özellikle de İsrail’e sınır Güney Lübnan bölgelerinde, “Fatehland” adı verilen bir çeşit kurtarılmış genişçe bir alanda sürdürüldü.
Burada da ağır baskılarla karşılaşan ayaklanma buna rağmen 1974’e kadar yükselişini sürdürdü. Hatta FKÖ’nün o yıl BM’de gözlemci statüsü kazanmasıyla birlikte uluslararası alanda ilk büyük diplomatik zaferini kazanmış oldu.
Ancak gittikçe rehavete kapılan ve bürokratik eğilimlerle birlikte askeri ve politik reflekslerini kaybetmeye  başlayan FKÖ’nün silahlı mücadele yöntemini ikinci plana itmesiyle birlikte, Filistin devrimi gerilemeye başladı.
1975 Lübnan iç savaşında önce arabulucu ve sonra da taraf olan Filistinliler; İsrail’in, Lübnanlı Hıristiyanlarla ittifak kurarak Filistin mülteci kamplarında katliamlar yapması ve yaptırması sonucu, ağır yaralar aldı ve yine İsrail’in, Lübnanlı Hıristiyanların yardımıyla Güney Lübnan’ı işgal ederek Beyrut’u kuşatmasıyla birlikte FKÖ, Lübnan’ı terk ederek başka Arap ülkelerine gitti ve Lübnan’daki kampları dağıtıldı.
1965’te büyük umut, kararlılık ve coşkuyla başlayan ayaklanmanın ve onun askeri-politik önderi konumundaki FKÖ’nün geldiği nokta hiç de iç açıcı değildi. Yukarıda da değindiğimiz Camp David barış antlaşması (ya da kandırmacası), ve sonrasında yaşanan ağır yenilgi ve katliamlarla birlikte tüm bu olumsuz gelişmeler, Filistin halkında derin bir çaresizlik, yılgınlık ve ekonomik anlamda da yoksulluğa neden olmuştu. İşte Filistinlilerin bu en zor döneminde, Filistin Devrimi, 1987’de yeni bir intifadayla önemli bir tırmanışa geçti. Bu intifada’daki ana mücadele yöntemi; taşlı, sopalı, sapanlı molotof kokteylli direniştir. Dış dinamiklerini ve olanaklarını kaybetmiş bir anlamda yalnızlaşmış diyebileceğimiz Filistin halkının, kendi iç dinamikleriyle ve işgal altındaki topraklarda gerçekleştirdiği bu çıkışından bir yıl sonra 15 Kasım 1988’de bağımsız Filistin devletinin kuruluşu ilan edildi. İntifada 1992’ye kadar yükselen bir grafik çizdi ancak, 1992 yılında gelindiğinde, intifadada durgunluk, yorgunluk dahası önemli oranda bir geriye düşüş gözlendi. Ekonomik, sosyal ve siyasal olarak bazı olumsuzluklar açığa çıkmaya başladı.

KÖRFEZ SAVAŞİ VE PAX-AMERİCANA
Dünyanın çok büyük bir bölümünde olduğu gibi Ortadoğu’daki güç dengeleri de önemli oranda iki bloklu dünyaya göre biçimlenmişti. Ancak Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin dağılma ve çöküşünden sonra, bölgedeki dengelerde de önemli oranda oynamalar oldu ve emperyalistler, özellikle de sosyalist kampın dağılışından sonra kendisini karşı durulmaz bir süper güç ilan eden ABD, çevresinde güçlü bir ittifak oluşturarak Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek için harekete geçti.
Irak ile İran savaşını körükleyen bu savaşta Irak’ı açıkça destekleyen, İngiltere ve Almanya ile birlikte Irak’ı ve Ortadoğu’yu korkunç bir silah deposuna dönüştüren ABD, 1991 yılma gelindiğinde “Kahve Bahane” misali Irak’ın Kuveyt’i işgalini gerekçe gösterip Irak’a saldırarak, Körfez Savaşı’nı başlatmış oldu.
Irak’ın askeri gücüne önemli darbeler vurduktan ve bir türlü tam istediği gibi hizaya sokamadığı diğer bölge ülkelerine de gözdağı verdikten sonra, ABD ve İsrail için nimet, Filistin ve Ortadoğu halkları için ise külfet ve yıkım anlamına gelen bildik barış görüşmeleri ile Ortadoğu “barış” süreci yeniden başladı.
Ancak Körfez Savaşı, Filistin halkının son 45 yıl içinde üçüncü kez yerinden olmasına neden oldu. 1949 yenilgisiyle İsrail’in işgal ettiği yerlerden kaçan 900 bin dolayında Filistinli, diğer Arap ülkelerine sığınmış, 1967’deki 6 gün savaşından sonra da Golan Tepeleri Batı Şeria ve Gazze’yi terk etmek zorunda kalan 350 bin Filistinlinin büyük çoğunluğu Ürdün’e sığınmak zorunda kalmıştı. 1991 Körfez savaşında ise başta Kuveyt olmak üzere diğer Arap ülkelerinden 400 bin Filistinli onları kabul eden yegâne ülke olan Ürdün’e göçtü. Sonuç olarak, bugün 3 milyon civarında Filistinlinin Ürdün, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde sürgünde yaşadığı tahmin edilmektedir. Ayrıca gerek sürgünde gerekse kendi topraklarında olan Filistinlilerin ekonomik durumları günden güne bozulmaktadır. Yalnızca Körfez Savaşı’nda maddi kayıplarının Kuveyt’te bıraktıkları mallar hariç 10
Milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir.

VE 2000’li YILLAR
2000’li yıllara gelindiğinde, Körfez Savaşı ve ardından yapılan barış görüşmeleri sonucunda ABD’nin ve gitgide büyüyerek Ortadoğu’ya sığmaz hale gelen Yahudi sermayesinin Ortadoğu’yu şekillendirmekte yetersiz kaldığını görebilmekteyiz. Bu yetersizliğin başlıca nedeni olan bölgenin kendine özgü güçlü dinamikleriyle birlikte; artık dünya egemenliğine oynayan, en azından bunu ABD ile paylaşma yönünde güçlü ve önemli adımlar atan diğer emperyal güçlerin ortaya çıkışını gösterebiliriz.
28 Eylül 2000 tarihinde Ariel Şaron’un kontrgerilla çetesiyle birlikte Harem-Ül Şerifi ziyaret etmesi, zaten Oslo antlaşmasının yarattığı hayal kırıklığı ile kaynayıp duran Filistin halkı için bardağı taşıran son damla oldu. Ve bu koşullarda yeni bir intifada gerçekleşti. Böylece Oslo’da Pax-Amerikana çerçevesinde başlatılan “Barış süreci” askıya alınmış oldu. Aslında Filistin halkının birliğini bozmaya ve aykırı grupları özerk Filistin yönetimi adı altında kurulan Arafat hükümetine, onun polis gücüne ezdirmeyi planlayan bu emperyalist dayatma barışı, Arafat’ın bütün tavizlerine karşı çökmüştü.
Öncekilerle aynı özellikleri taşısa da; genel ve güçlü bir halk örgütlenmesinin yaratılmasındaki eksiklikler bakımından, önceki intifadalarda ayrılan bir özellik taşıyan bu intifadadaki önderliğin zayıflığı, kalkışmanın her aşamasında kendisini hissettirdi.
Çıkan çatışmalarda kendisi de önemli kayıplar veren İsrail, 11 Eylül saldırılarının ardından “ortak düşman, uluslararası terör” demagojik söylemiyle, Körfez Savaşı’nda olduğu gibi diğer emperyalist güçlerin en azından bir bölümünü yanında saflaştırmanın ve bununla birlikte gitgide zayıflayan dünya egemenliğini güçlendirmenin hesaplarını yapıp olanaklarını yaratmaya çalışan ABD’nin de onayıyla, Filistin tarihinin en kapsamlı işgal hareketini başlattı. Doğrudan Arafat’ın karargâhını ve Filistin özerk yönetimini hedef alan saldırı, kısa sürede tüm dünyanın tanık olduğu bir katliama dönüştü.

SONUÇ OLARAK
Bu gelişmeler oluyorken uzun bir süredir Arafat’ın devre dışı kalması gerektiğini ve “daha yumuşak” liderlerle muhatap olmak istediğini sıklıkla beyan eden İsrail ile bu yılın Nisan ayında J. W. Bush’un İngiliz ITV televizyonuna yaptığı açıklamada Arafat’ın “Ortadoğu da bir anlaşma sağlayacak durumda olmadığını söylemesi hatta daha ileri giderek Arafat Oslo’da terörizme karşı mücadele sözü vermişti. Ateşkesi sağladığını düşünüyorduk. Ancak intihar saldırısıyla karşılaştık. Arafat her şeyden önce otoritesinin olduğunu kanıtlamalıdır. Arafat halkını yüzüstü bırakmıştır.” türünden provokatif söylemleri, “Arafat’tan daha makul” liderlerle masaya oturmak istemesi, bununla da sınırlı kalmayarak Filistinlileri de dışta tutup, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’ın liderlerinin adını verip “bölgede otoritesini kullanabilecek başka liderler vardır. Suudi veliaht prensi Abdullah ilk planda rol almaktadır. Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek, Ürdün Kralı Abdullah gibi liderler vardır. Colin Powell, bu liderlerle kalıcı bir barış süreci başlatmak için Ortadoğu’ya gidiyor” diyen Bush; yine Haziran ayındaki açıklamalarında ise, meşru Filistin liderinin adını ağzına almadan, onun devrilmesi gerektiğini söyleyip ardından da Filistin devletini bugün kabul etmediklerini ilan ederek baklayı ağzından çıkararak Filistin sorununa ilişkin temel politikayı ortaya koymuştur.
Siyasal planda demeç ve açıklamalarla askeri planda ise kurşun, bomba ve katliamlarla sürüp giden bu saldırıların amacı, Filistin halkının gözünde teslimiyetçi tutumu ve verdiği tavizlerden ötürü siyasal ve sosyal karizmasını önemli oranda yitirse de alternatifsizliğinden dolayı hala birleştirici özelliğini koruması nedeniyle Filistin halkı nezdinde liderliği devam eden Arafat’ın, tam olarak tasfiyesi ile birlikte, Filistin halkının örgütlü ve birleşik mücadelesini sekteye uğratıp, Filistin topraklarını küçük parçalara ayırarak ve yerine gelecek çok daha güvenilir, ABD ile İsrail’in politikalarına zerrece itiraz etmeden secde edecek Afganistan’daki gibi bir yönetim ile birlikte Filistin devrimini nihayetlendirmektir.
Bunlar başarıldığında, ABD emperyalizmi ve ülküdaşı İsrail Siyonizm’i, bölgede kendileri için her dönem istikrarsızlık unsuru haline gelmiş ve bu yönüyle de Ortadoğu halklarına “kötü örnek” olan bölgenin bu anti-emperyalist ve direngen unsurunun bertaraf etmiş olarak rahat bir nefes alacak! Ortadoğu’daki ekonomik ve politik geleceklerine daha güvenle bakabileceklerdir.
Tüm bunlar oluyorken Filistin ve Ortadoğu halklarının, devrimci dinamiklerini harekete geçirip anti-emperyalist bir mücadeleyle birlikte emperyalistlerin ve bölge gerici yönetimlerinin planlarını bozmaları; bugünkü Filistin’e yapılan saldırıları püskürtmek ve olası bir Irak saldırısını önlemek yoluyla da emperyalistlerin bölgedeki etkinliğini ve yükselişini kırmaları, bağımsız demokratik bir Filistin Devleti’nin kuruluşu ve bölge haklarının kendi gerici-işbirlikçi yönetimlerinden kurtuluşu için başlangıç adımları olacaktır.

Hegemonya mücadelesi ve uluslararası ceza mahkemesi

Merkezi Hollanda’nın Lahey kenti olan ve kuruluş amaçları “soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçu”yla ilgili davalara bakmak olarak açıklanan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 1 Temmuz 2002 tarihinden itibaren yürürlüğe girdi.
Dünyanın ilk daimi uluslararası savaş suçları mahkemesi olan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluşunu 74 ülke onayladı. ABD, İsrail, Rusya ve Çin gibi ülkeler ise muhalefet ediyorlar. UCM’yi destekleyenler arasında, AB’nin 15 üyesi, Nijerya, Sierra Leone, Bosna-Hersek, Ekvador gibi onlarca Avrupa, Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkesi bulunuyor. Anlaşmayı imzalamayan ülkeler arasında Türkiye, Pakistan ve Hindistan bulunurken, Ortadoğu’da ise Ürdün anlaşmayı onaylayan tek ülke oldu, İsrail anlaşmayı imzaladı ancak onaylamadı. George W. Bush yönetimi UCM’yi kesinlikle reddediyor. Washington en son BM Güvenlik Konseyi’nin Amerikan askerlerine, UCM karşısında dokunulmazlık garantisi vermemesi durumunda, BM barış gücü operasyonlarından çekilme tehdidinde bulundu.

“İNSAN HAKLARI” VE “ULUSLARARASI ADALET” KAVRAMLARI ETRAFINDA HEGEMONYA MÜCADELESİ
“Mahkeme” kelimesinin kendisinin bir yaptırımı içerdiği düşünüldüğünde, bunun bir de “Uluslararası” bir sıfatla tanınmış halinden söz edildiğinde, o zaman karşımızda duran şeyin, dünyaya hâkim olan uluslararası güçlerin birbirlerine karşı yürüttükleri hegemonya mücadelesinde, dünyadaki egemenlik ilişkileri içinde ele alınması kaçınılmazdır. Söz konusu kurumun amacının “insan haklarını” savunmak, “soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçlularını” yargılamak gibi insani ideallerle tanımlanmış olması bu gerçeği değiştirmez. Son yirmi yıl içinde, başta ABD olmak üzere, NATO güçlerinin, AB ülkelerinin başını çektiği, “çıbanbaşı” ülkeleri “dize getirme” operasyonlarının neredeyse tamamının insani gerekçelerle tanımlanmış olması bunun bir ifadesidir. “Ben emperyalist çıkarlarımın, kendi hegemonik hesaplarımın bir gereği olarak bu saldırıyı gerçekleştiriyorum” diyen bir emperyaliste bugüne kadar rastlanmamıştır, rastlanması da mümkün değildir. Bu “haydut’luğun baştan kabulü anlamına gelmektedir ki, “haydut’luğun da emperyalistlerin hedefe koydukları ülkelere ve onların liderlerine karşı kullandıkları bir tanımlama olduğu bilinmektedir. ABD’nin Ortadoğu’da kendi çıkarlarına aykırı konumda gördüğü ülkeleri “haydut” diye nitelendirdiği hatırlanacaktır. ABD’li bir kongre üyesinin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni de “haydut mahkeme” olarak nitelendirdiği basına yansımıştır. Dolayısıyla bir kavramın içerdiği çağrışımların değil, o kavramın hangi güçler tarafından, hangi amaca bağlanarak kullanıldığının önemli olduğu gerçeği, bu tartışma bakımından da kilit bir önem taşımaktadır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin ne gibi işlevler göreceği, sonunun nereye varacağını öngörmek için, tarihte kısa bir gezinti yapmak yararlı olacaktır.
Tekelci kapitalist düzenle birlikte, sermayenin girdiği yoğunlaşma ve merkezileşme süreci, mevcut devletlerin sınırlarını zorlayan bir gelişkinlik düzeyine ulaşarak, dünya yüzeyine yayılma eğilimi göstermiş, bu da emperyalist paylaşım mücadelelerini beraberinde getirmiştir. Tüm bu gelişme, dünya ölçeğindeki güç ilişkilerinin konjonktürel değişimine uyarlı olarak da yeni biçimler almış, karşılıklı güçlerin birbirleri ile mücadelelerinin düzeyinin oluşturduğu denge bu yeni biçimleri de doğrudan belirlemiştir.

SOSYALİZMİN VARLIĞI İLE BELİRLENEN DÜNYANIN ETKİLERİ
1917 Ekim devriminin sonrasındaki gelişmeler, artık bu dengeleri sosyalist ve kapitalist olarak üzere, birbirine karşıt iki bloğun varlığıyla belirlemiştir. Lenin’in “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesi, kapitalist bloğun, tek tek ülkeleri kendisine bağımlı kılma üzerine kurulu emperyalist müdahalesine karşı açık bir tavrı içerirken, karşı blok da bunu dönemin koşulları içinde 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Wilson ve Churchill öncülüğünde doruğuna çıkarılan “self determinasyon” teziyle kendi çıkarları bakımından kesmeye çalışmıştır.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında da, iki blok arasındaki mücadelenin belirlediği dengenin seyri, bundan sonraki kurumlara rengini vermiştir. Görevi, “uluslararası barışı koruma” olarak açıklanan Birleşmiş Milletler (BM)’nin ilkeleri arasında, “güç kullanma ve güç kullanma tehdidinde bulunma yasağı”da vardır. Ancak BM Şartı’nın VII. Bölümü, bu kısıtlamaya önemli istisnalar oluşturmaktadır. “VII. Bölüm, ‘barışın tehdidi, bozulması ve saldırı eylemlerine karşı önlemler’ getirmekte ve Güvenlik Konseyi’ne ‘uluslararası barışı ve güvenliği korumak’ amacıyla harekete geçme yetkisini vermektedir. Bu yetkiler arasında Güvenlik Konseyi’nin güç kullanma yetkisi (m.42) de vardır. Şart ayrıca, üye devletlerden birinin silahlı bir saldırıya uğraması durumunda, Güvenlik Konseyi önlem alıncaya kadar, saldırıya uğrayan devletin tek başına veya kolektif olarak ‘öz-savunması’nı da tanımaktadır (m.51). Müdahale yasağı ilkesine BM Şartı’nın getirdiği bu istisnalar, soğuk savaş döneminden günümüze değin gerçekleştirilen askeri müdahalelerin meşrulaştırılmasında önemli rol oynamışlardır. Şart, her ne kadar self-determinasyon ilkesini ve müdahale yasağını tanımış olsa da, getirdiği ‘istisnai’ durumlarla bu ilkelerin ihlal edilmesinin temellerini de atmıştır.”(1)
Sovyetler Birliği’nin askeri gücü ve baskısı ABD’nin emperyalist yayılma girişimlerini önemli bir süre için engellemiş ve bu da yukarıda sözü edilen ‘istisnalar’ın ABD tarafından bir kaideye dönüştürülmesinin önünün alınmasında uzunca bir süre için etkili olmuştur. Kore ve Vietnam gibi bir dizi askeri müdahale ile ABD bunu delmiş olsa da, bu Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen soğuk savaş koşullarında daha çok ekonomik ve politik sömürgecilik araçlarını devreye sokarak emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır.

SOSYALİZMİN GERİYE DÜŞÜŞÜ VE BM’NİN ABD’NİN DİPLOMATİK AYGITINA DÖNÜŞMESİ
Sovyetler Birliği’ndeki rejimin “sosyalist” karakterini kaybetmeye başlama süreci, ABD’nin askeri operasyonlarının önündeki “uluslararası hukuk engellerini” tanımama sürecini hızlandırmıştır. Sovyetler Birliği’nin Doğu Bloğu sınırları dışına taşan ilk askeri müdahalesi ise, 1979’da Afganistan’a girişidir. Bu dönemde karşımızda olan Sovyetler Birliği, sosyal emperyalist bir karakter taşımaktadır.
1990’ların başında sosyalist sistemin biçimsel varlığının da son bulması ile birlikte, insan hakları” kavramına dayalı yeni bir müdahalecilik güç kazanmaya başlamıştır. Başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler, kendilerini sınırlayan sosyalizm engelinin ortadan kalkması ile askeri operasyonlarını yoğunlaştırmış ve bunun ideolojik meşruiyet araçlarını da insani ideallerle tanımlamaya başlamışlardır. Körfez Savaşı ile birlikte ABD emperyalist saldırılarını “insani müdahale” argümanıyla meşrulaştırmaya çalışmıştır. “Körfez Savaşı ile NATO’nun Kosova’ya müdahalesi arasında geçen dönemde, kimi zaman Güvenlik Konseyi’ni de arkasına alan ABD’nin pek çok müdahalesine tanık olunmuştur. Irak’a 1998 Aralık ayında başlayan son saldırı ile Kosova Savaşı’nda Güvenlik Konseyi’nin bariz biçimde ‘by-pass’ edilmesi ise 1945 sonrası dünya düzeninin egemenlerinin bileşiminde meydana gelen değişikliklerin doğrudan sonuçlarıdır.”(2)
ABD, savaş gemilerinin Körfez’e dayanması ile Saddam’a geri adım attırıldığı bir dönemde, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, bu durumu “Silah destekli diplomasinin bir zaferi” olarak tanımlaması ise, tüm bu gerçekliğin birinci elden itirafıdır. Sosyalizmin olmadığı koşulların belirlediği bugünün BM’si, ABD ve İngiltere’nin elinde oyuncağa dönüşmüştür. “Dünyanın korunması” gibi bir idealle ortaya çıkan bir kurumun en yetkili makamında oturan kişinin, “silah destekli diplomasi” tanımı, “uluslararası hukukun” emperyalist müdahalelerin meşrulaştırıcı şemsiyesine dönüştüğünde başkaca bir anlama gelmemektedir.
Bu ilişkinin ekonomi politiğine örnek olması bakımından başka bir çarpıcı alıntıyı da, New York Times’in başyazarı ve ABD medyasının önde gelen yorumcularından birisi olan Thomas L. Friedman’dan yapabiliriz. Friedman, son Yugoslavya bombardımanının başlamasından birkaç gün sonra, 28 Mart 1999’da New York Times’ta “Bir hızlı dünya manifestosu” başlığı ile yayımlanan makalesinde, “Küreselleşmenin sürdürülmesi ulusal çıkarlarımıza uygundur… Küreselleşme ABD’dir” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Piyasanın gizli eli, gizli yumruk olmadan asla işlemez: F-15’in yapımcısı McDonnell Douglas olmadan McDonald’s gelişemez. Ve Silikon Vadisi teknolojileri için dünyayı güvenli hale getiren bu gizli yumruğa, ABD ordusu, Hava Kuvvetleri, Donanması ve Deniz Piyadeleri denilir.”(3)
New York Times’in başyazarının, piyasanın gizli elini garantileyen güç olarak anlattığı ABD’nin silahlı gücü, BM Genel Sekreteri Annan’ın “başarılı diplomasinin çekirdeği olarak kabul ettiği güçten başka bir şey değildir.
BM’nin kuruluşundan bugüne kadarki seyrinde nasıl dünya ölçeğindeki güç ilişkilerindeki değişimler etkili oldu ise, aynı gelişmeleri ona göre henüz çok kısa bir tarihe sahip olan “Uluslararası Ceza Mahkemesi” konusunda da gördük.
ABD Başkanı Clinton, Eski Yugoslavya Başkanı Milosevic için kurulan, Savaş Suçları Mahkemesi’ni destekledi. Bu mahkeme, ABD ve onun müttefiklerinin Balkanlar’da gerçekleştirdikleri emperyalist saldırı ve işgale “uluslararası” düzeyde bir “hukuksal” meşruiyet sağlamanın aracı olarak kullanıldı.
Uluslararası Ceza Mahkemesi fikri, bu düzeyde pratikleştiğinde, ABD’nin de işine yarıyor ve onun saldırılarına “hukuksal” bir dokunulmazlık da kazandırıyordu. Ve 1998’de Roma’daki uluslararası konferansta, soykırım ve insanlığa karşı suç davalarına bakacak bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasına ilişkin anlaşma imzalandığında, Clinton da o dönemin dengeleri içinde, bunun ABD’nin “insani müdahale” bahanesiyle gerekçelendirdiği saldırılarında hedefe koyduğu ülkenin liderlerinin, ya da bir biçimde kendi çıkarlarına ayak bağı olanların yargılanacağı bir mahkeme olacağını düşünmüştü. Miloseviç’in yargılandığı, yarın belki becerilebilirse Saddam’ın, Kaddafi’nin ve diğerlerinin yargılanmasının hesaplandığı bir mahkeme.

EN BÜYÜK EMPERYALİSTLER UCM’NİN YETKİLERİNİ ASKIYA ALABİLECEK
Ancak Pentagon ve Beyaz Saray, böylesi bir mahkemenin, dünyanın bir dizi bölgesinde operasyonlara sürekli “gerek” duyan ABD açısından bir ayak bağına dönüşebileceğini, ABD’ye bağlı hareket eden güçlerin, bu mahkemede yargılanma ihtimalinin doğabileceğini düşünerek, Clinton’ın attığı imzayı onaylamamayı uygun buldu. Kararını geçtiğimiz Eylül ayında açıklamayı düşünen Bush yönetimi, 11 Eylül saldırılarının ardından “terörle mücadele” bahanesiyle başlattığı savaşta uluslararası destek aradığı, “Uluslararası Ceza Mahkemesi” gibi bir oluşuma, uluslararası desteğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde karşı çıkmasının kendisini zayıflatacağını düşünerek kararını açıklamayı bir süre erteledi.
Bush yönetimi, Afganistan’ı yerle bir edip, orada kendi çıkarlarına uygun bir şekillenmeye gittikten sonra ise UCM’yi tanımayacağını açıktan söylemeye başladı. ABD Başkanı George W. Bush, “Bu mahkeme barış için çalışsa bile, diplomatlarımız ve askerlerimizin bu mahkemeye çıkma riski bulunmaktadır.” diyerek bu mahkemeyi tanımayacaklarını ilan etti. Buna rağmen 1 Temmuz günü, bu mahkemenin kuruluşunun, Roma Anlaşması’nı imzalayan 139 ülkeden 74’ünün imzası ile onaylanıp ilan edilmesi üzerine çileden çıkmış bir ABD yönetimi gördük.
ABD, Bosna’da görev yapan BM barış misyonunun görev süresinin uzatılmasını veto etti. ABD yönetimi, Barış Gücü’ne yönelik yaptırımlarla da yetinmedi. Temsilciler Meclisi yaptığı oylamayla, UCM tarafından tutuklanan herhangi bir ABD’liyi kurtarmak için, Başkan Bush’a kuvvet dâhil her türlü imkânı devreye sokması için tam yetki verdi.
Karar tasarısının mimarı Cumhuriyetçi Parti’nin Teksas temsilcisi Tom DeLay, ülkesinin bir ABD askerinin veya seçilmiş bir liderinin bu mahkemeye çıkarıldığını asla görmek istemediğini belirterek, UCM’yi, “haydut mahkeme” diye niteledi.
Ve ABD bu mahkemenin, kendisine rakip durumdaki AB ülkeleri başta olmak üzere diğer güçlerin çıkarları ekseninde, ABD’nin uluslararası yayılımını “insan hakları” gerekçesi ile denetleme yönünde kullanılacağından endişe ederek başlattığı karşı kampanyada etkili oldu. Bu baskı, “Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin daha doğarken sakat doğmasını getirdi.
Ulusal mahkemelerin yerine geçmeyecek, ancak sadece bu mahkemeler ağır suçları soruşturma ve yargılamada yetersiz kaldığında devreye girecek olan, 1998’de imzalanan Roma Anlaşması ile kurulan UCM, çalışmalarına başlamasından sonra işlenen suçlarla ilgili yargılama yapacak.
Lahey’deki 16 katlı binasında göreve başlayan UCM’de, 2003 yılı başına kadar başsavcı ve 18 yargıcın belirlenmesi çalışmaları yürütülecek. UCM’de, Roma Anlaşması’nı onaylayan devletler, BM Güvenlik Konseyi ve mahkeme savcıları tarafından üç yargıcın onayıyla dava açılabilecek. ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’den oluşan BM Güvenlik Konseyi’nin ise, “uluslararası barış ve güvenlik çabalarını tıkadığına inandığı” zaman UCM’nin soruşturma ve yargılama gücünü “askıya alma” yetkisi bulunuyor.
Yani, gücü yeten ve BM Güvenlik Konseyi’nde bu gücü diğerlerine göre daha baskın olarak kullanmaya başaran emperyalist güç, “uluslararası barışın tesisi” ve “insani müdahale” gibi gerekçeleri gerçekleştirdiği emperyalist saldırılarda, “Uluslararası Ceza Mahkemesi”nin yaptırımından kurtulmuş olacak. Bunun yanında, böylesi bir mahkemenin varlığı koşullarında gerçekleşen emperyalist bir saldırının, “uluslararası hukukun” onayı ve şemsiyesi altında gerçekleşmiş olma payesi kazanacağı da düşünüldüğünde, bu mahkeme daha kuruluşu ile birlikte ilan ettiği amaçların tersine bir işlevi üstlenmiş oluyor.
Bu mahkemelerin önemli bir eksikliği de, “savunmanın” kurumsal olarak bulunmaması. Hukukçular bunun önemini tespit ederken şu gerçeklere dikkat çekiyorlar: Kurumsal olarak savunma bu kurumlarda yok. Buna en çok bizim Türkiye’deki sistem sevinir. Çünkü bizde de yok. Bütün demokratik kurumlarda savunma kurumsal olarak yerini alıyor. Önemli bir yere sahip. Çünkü başka türlü yargılama yapılmaz. Savunmanın yargının içinde olup olmaması bir demokratik çizginin ana noktalarıdır, ayraçlarıdır. Yargıyı sadece savcı ve yargıçtan ibaret gören despotik bir anlayış var. Bununla 200 yıl mücadele edildi. Demokratik ülkelerde bu siyasi çizgi kırıldı, yerine yargıyı iddia, savunma ve hükümden ibaret gören bir başka anlayış geldi. Çünkü başka türlü yargının diyalektiğini sağlayamazsınız. Doğaya da aykırı. Tez ve anti-tezin olmadığı, onların çatışmasından senteze ulaşılmadığı bir doğa döngüsü olmaz. Zıtların çelişkisi olmadığı sürece bir diyalektiği, bir enerjiyi, değişimi sağlayabilmeniz, bir şeyi yaratmanız mümkün değil. Yargıda da bu çelişki ve çekişme vardır.” (4)
Ayrıca, daha UCM’nin kuruluşunun üzerinden on gün bile geçmeden, ABD’nin BM’den UCM karşısında, dış görev yapan askerleri için bir yıl süre boyunca dokunulmazlık alması da, bu mahkemenin “ölü doğduğunun” bir başka kanıtını oluşturdu.
BM’nin, ABD’nin “Diplomatik meşrulaştırıcı” aracına dönüştürülmesinde gönüllü davranan BM Genel Sekreteri Annan, ABD’nin UCM’den aldığı 1 yıllık dokunulmazlığın muhtemelen sürekli hale geleceğini de açıklayarak, kuruluş amaçları ile karşılaştırıldığında bu mahkemenin sonunu daha baştan ilan etmiş oldu. Önümüzdeki dönemde, İngiltere başta olmak üzere, diğer birçok etkin emperyalist gücün bu türden muafiyetler isteyecek olmasına da şaşırmamalı.
UCM’nin tüzüğüne bakıldığında, aslında ABD’nin “endişelerinin” ve itirazlarının önemli ölçüde dikkate alındığı da görülüyor. Örneğin; bir kişi kendi ülkesinde yargılanmaya başladığı an, UCM’nin onu yargılama yetkisinin bitmesi ve BM Güvenlik Konseyi’nin toplanarak UCM’deki herhangi bir yargılamanın bir yıl ertelenmesine karar verebilmesi -bunu daha sonra yine ertelemek de mümkün- zaten başta ABD olmak üzere BM’de etkin güçlerin işini kolaylaştıran bir nitelik taşıyor. Ancak, ABD siyasetine yön veren, şu an iktidarda olan ve “şahin” olarak adlandırılan kanat, ABD’li bir yetkilinin, askerin, ya da adı ABD politikaları ile cisimleşmiş bir ABD işbirlikçisinin uluslararası bir mahkeme tarafından yargılama tehdidi altına sokulmasını bile ABD’nin “ulusal çıkarları” açısından bir tehdit olarak görüyor. ABD yönetimi, yargılama tehdidi altına sokulmayı bile dünya yüzeyindeki hegemonya mücadelesinde kendi işini güçleştirici bir pürüz olarak görüyor ve en küçük bir engel bile istemiyor.
Bu haliyle bakıldığında, UCM’nin daha çok gücü yetenin etki göstereceği bir mahkemeye dönüştüğü ve giderek, Miloseviç için kurulan “uluslararası mahkeme”nin sürekli kılınması gibi bir işleve oturacağı söylenebilir.
Bu da, önümüze şu gerçeği çıkarıyor. Sosyalizmin baskısından kurtulan kapitalist bir dünyada, bu dünyanın çeşitli emperyalistlerin “insan hakları” ve “adalet” kavramlarını birbirine karşı bir hegemonya aracı olarak kullanmalarının, dünyanın ezilen haklarının adalete duyduğu ihtiyacı gidermesi mümkün değil. Büyük iddialarla ortaya konulan ve emperyalist savaşların mağduru durumundaki ülke ve halkların desteğini kazanmaya çalışan UCM’nin, daha kuruluşundan bugüne kadar geçen kısa süre içinde, dünyanın en büyük savaş suçlusu ABD karşısında işlevsiz hale gelmesi, sosyalizmsiz bir dünyada bu türden oluşumların iddia hükmünün bile ne kadar kısa ve kırılgan olduğunu göstermektedir. BM, sosyalizmin güçlü bir karşı blok olarak kapitalizmi, onun emperyalist saldırganlığını dizginlediği için, UCM’ye göre çok daha uzun bir süre kuruluş iddialarını koruyabilmişti. UCM’nin yaşadığı süreç, daha kuruluşundan kısa bir süre içinde geldiği nokta, hem onu şekillendiren güçlerin niyeti ve “kudretinin” ölçüsünü göstermekte, hem de insanlığa gerçek adaleti getirecek ve bunu uluslararası düzeyde gerçekleştirecek gücün, dünyanın işçi ve emekçilerinin, ezilen halklarının mücadeleleri üzerinde yükselen, onlara dayanan bir güç olması gerektiğini göstermektedir. Tarihin hiçbir döneminde sınıflar-üstü bir karakter taşımamış olan hukuk ve adalet, bugün de insanlıkla uluslararası düzeyde buluşabilmek için, ya da bir anlamda insan içine çıkabilmek için işçiler ve dünyanın tüm ezilen halklarının örgütlü müdahalesini beklemektedir.

Dipnotlar:
(1) Yasemin Özdek, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yay, Nisan 2000, sayfa 74-75
(2) a.g.y, s.88
(3) Ellen Meiksins Wood, “Kosova ve Yeni Emperyalizm”, Derleyen Tarık Ali, Evrenin Efendileri Om Yay, 2001, s.271
(4) Hacer Yücel’in Yücel Sayman’la söyleşisi, Günlük Evrensel, 15 Temmuz 2002, sayfa 2
36 özgürlük dünyası / ağustos 2002

Tanilli’nin kitabı üzerine notlar

Prof. Server Tanilli’nin “Değişimin Diyalektiği ve Devrim-Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler” başlıklı kitabının yayınlanmasının üzerinden birkaç ay geçti. Tanilli, bu kitabında, kabaca bir göz atışın uyandırdığı ilk kanıya göre, “Marksizm’in yeni bir savunusu”nu yapar görünmektedir. Yazar’ın,”Toz-dumanın bir parça dindiği andan başlayarak fark ediyoruz ki, çağımıza bakıp onun sorunlarına tutarlı çözümler getirebilecek tek yetkin dünya görüşü, bugün de Marksizm’dir”(39) biçimindeki sözleri bu yargıyı güçlendirici özelliktedir. “Marx ve Engels’e, iktisadi olayların açık seçik açıklanışını, özellikle kapitalist ekonominin yapısı ve çelişkilerinin ortaya konuşuna borçluyuz. Bütün bunlar, ‘tarihsel maddecilik’ adı verilen bir tarih felsefesi girişiminde yerli yerine oturtulmuşlardır. Söz konusu kuram, eksiklikleri ne olursa olsun, bir bilimsel sosyoloji örneğidir de” der Tanilli. (46) Tanilli, Marksizm’in “modern dünyayı, onun çelişme ve sorunlarını dile getiren ve onlara akılcı çözümler öneren bir dünya görüşü olarak kendisini sunduğu”nu belirtiyor ve bu “akılcı çözümler”den yana tutum alır görünüyor.
Ancak sayfalar çevrilip, peş-peşe sıralanmış iddialar okununca, Tanilli’nin, Marksizm’in bilimsel ve devrimci teorisini yüzeyselleştirip eklektik bir karmaşa içinde anlaşılmaz kılmaya yöneldiği, somut sorunlara ilişkin tartışmaya giriştiği her yerde liberal reformist “çözümler” önerdiği ortaya çıkıyor. Tanilli’nin kitabında ileri sürdüğü düşünceler dikkatle irdelendiğinde, O’nun Marksizm “savunusu”nun, eklektik ve esas olarak da, Marx’ın teorisini bozuşturucu özellikte olduğu görülmektedir. Dikkatli bir okur, onun kitabında Marx’ın temel önermeleri üzerine söylenenlerin, Marksist teorinin yüzeyselleştirilmesine ve önemli oranda “yanlışlığı”nın sözde kanıtlanmasına denk düştüğünü görmekte zorlanmaz. Yalnızca “Marksizm üstüne doğrular ve yanlışlar” bölümünde değil, kitabın bütününde ileri sürülen düşünceler bu yargımızı destekler ve doğrular niteliktedir. Tanilli’nin “akılcı” eklemeleri ve “savları” bölümler halinde birbirini izler. Tekelleşme ve “giderek demokratikleşme” çelişkisini, Tanilli, uzlaşır biçimde bir araya getirir; birey ve halk yararına kazanılmış hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesini, bu haklar için mücadeleye ve emekçilerin kararlılığına değil, “ulus-devlet”in koruyuculuğuna bağlar; tekelleşmenin en üst düzeyde gerçekleştiği bir dönemde devletin “git gide demokratikleşmesi”ni mümkün görür ve bekler. Burjuva demokrasisine aşırı iyimser anlamlar yükleyerek, onun halkın mutluluğu ve özgürlüğünü öngördüğü türünden burjuva, burjuva liberal görüşle birleşir. “Demokrasi”yle tekelleşme arasındaki zıt ilişkinin, “tekelci konuma gelen çok uluslu firmaların ‘sosyal refah’a -kural gereği- öncelik tanımak zorunda olan demokrasi ile örtüşmesi”nde problemler olduğunun farkındadır. Buna karşın, “Demokrasi, geniş halk kitlelerinin ve ulusun mutluluğu, ekonomik gönenci için değil midir?” diye sorar ve “Hiç kuşkusuz öyledir!” biçiminde cevaplar.
Tanilli’nin, çağımızın sorunlarının ancak tarihsel materyalist ve diyalektik yöntemle anlaşılabileceğinden ve bu yöntemi geliştirip insanlığın hizmetine verenin Marx olduğundan söz etmesi kuşkusuz, uğraş alanı sosyal bilimler olan bir profesör için namusluca bir davranış sayılmalı. Sorun bu sınırlar içinde ele alındığında, birçok konuda anti-Marksist görüşler savunmuş Jan Paul Sartre’nin bir dönemler Marksizm’i “zamanımızın aşılmaz felsefesi” olarak tanımlamasından da söz edilebilir pekâlâ. Ama sorun “aşılamaz”ın önünde saygıyla eğilmekten daha boyutludur ve görülen o ki, Sartre’nin, Marksizm’in “hakkını bir ölçüde teslim etmiş olmak”la birlikte, Marksizm’in Marksist olmayan yorumuna başvurması Tanilli tarafından da bir yöntem olarak benimsenir. Hemen her temel soruna ilişkin “Marksist görüşler”den söz edip, güya onları aktarırken, hemen ardından kuşkuyla “ama hatırlatalım” diye araya girerek, “uygulamadaki yanlışlar”a dikkat çekme adına, yüzeyselleştirilmiş formülasyonları “özgür yorumlar” olarak sunması; sosyalizme ilişkin “öngörülerin” uygulamada doğrulanmadığını ileri sürmesi bundandır.

BİR LİBERAL-DEMOKRATTAN MARX’A “EKONOMİST” SUÇLAMASI
“Ne var ki, Marx ve Engels’in yaklaşımında yetersizlikler de vardı” diyor Tanilli. İddia ettiğine göre Marx ve Engels, “modern burjuva sanayi uygarlığı üstüne yetersiz bir eleştiri ortaya koymuşlar; “Avrupa merkezli” bir bakış açısıyla sorunlara eğilmişler; “Batı’nın sömürgeci egemenliğinden burjuvaziye ‘uygarlaştırıcı’ bir tarihsel rol” biçmişler; “serbest mübadeleci” bir iyimserlik ve oldukça ekonomist bir tavırla, hiç de doğru olmayarak, ‘burjuvazinin gelişmesi, ticaret serbestliği, dünya piyasası, sanayi üretimi ile yaşam koşullarının tek biçimli hale gelmesi sayesinde, ulusal farklılıkların ve halklar arasındaki zıtlıkların gitgide kaybolacağını’ da söylemişler”; ve “XX. yüzyılın tarihi, ne yazık ki, bu öngörüyü doğrulama”mış, “İki dünya savaşı ve uluslararasında yığınla uyuşmazlık” onları “yanlışlamıştır” vb.
“Oldukça ekonomist” olmayan Tanilli, sanırsınız militan devrimci bir işçi partisinin üyesi ya da bu partiye bağlı çalışan kararlı bir proletarya aydını! Deyim yerindeyse, bol keseden atıp-tutuyor; ama kanıtlamak için irdelemeye yanaşmıyor. Yüzeyselliğin sığ sularında yürüyerek ummanı “aşma”ya kalkışıyor. Bir yandan Marx ve Engels’i, feodal köleliğin ve ortaçağ karanlığının aşılmasında tarihsel olarak devrimci bir rol oynadığı için burjuvazinin “uygarlaştırıcı rolü”nden söz etmeleri nedeniyle “Batı’nın sömürgeci egemenliği”ni savunmuşlar gibi gösteriyor ve sermaye hareketinin bir dünya piyasası yaratacağını söyledikleri için “yanlış yapmak’la suçluyor; diğer yandan savaşların ve “yığınla uyuşmazlıkların “sermayenin dünya çapında yayılmasının bir sonucu” olduğunu söylüyor; küreselleşmeyle “kimlik kaçışları ve milliyetçilikler”in bir arada olmasını, Marx ve Marksistlerin “yanlışlarını ortaya koyan olgular olarak göstermeye çalışıyor. Marx ve Engels’i, “burjuvazinin üretici güçleri geliştirmedeki -emsalsiz- yeteneğine bakıp ‘doğa güçlerine egemen olma’yı ve ‘bütün kıtaları tarıma açma’yı … sevinçle karşıladıkları” için, “sermayenin üretici güçlerinin sınırsız gelişmesinin ne türlü çevresel sorunlara yol açacağını hesaplayamamakla” suçlamaya kalkışacak kadar uygarlığın, iktisadi hareketin gelişme yasalarının, insan ve emek-gücü üretimiyle “doğaya hakim olma” ilişkisinin “ayırdında” olmayan bir eleştiri ve eleştirmen ile karşı karşıyayız. “Bilim adamı” Tanilli, sermayenin genişleyen yeniden üretiminin, feodal kapalı ekonomiyi parçalayıp bir dünya pazarına doğru tüm ulusları ve bütün toprakları kapsamak üzere, kapitalist ilişkilerin insanlığın tarihsel yürüyüşü bakımından hem kaçınılmaz ve hem de toplumsal kurtuluş için gerekli maddi koşullar ve maddi üretici güçlerin oluşturulmasını sağladıkları için, “uygarlaştırıcı bir gelişme” sayılmasını “yadırgamaktadır! O belirtmektedir ki, bu gelişme “uygarlaştırıcı”, “birleştirici” olmamış, ulusal farklılıkları kaldırmamış, “zıtlıkların git gide kaybolması”nı sağlamamış, çatışmalara, ulusal çelişkilere, savaşlara yol açmıştır vb.
Peki, Marx ve Engels, zıtlıkları, çelişki ve çatışmaları, rekabeti, ulusal sınırlılık ve farklılıkları, geri düşüş ve sıçramaları içermeyen “dümdüz” bir gelişmeyi mi öngörmüşlerdi? Böyle olmadığını biliyoruz. Ama bir kez daha “görmek ve göstermek” için, önce, iktisadi-toplumsal hareketin nesnel gelişmenin seyrine ilişkin “vargı” ya da yeni toplumsal sisteme ilişkin “öngörü”ye bakalım: Marx, “ekonomik kategorileri, belli bir tarihsel gelişmeye, üretken güçlerin belli bir gelişme düzeyine ait tarihsel yasalar olarak değil de, varlıklarını ebedi olarak sürdüren kategoriler olarak gören” burjuva iktisatçılarına karşı, bunların tarihsel ve geçici olduklarını, bizzat toplumların kendi tarihlerine ve ekonomik kategorilerin irdelenmesine dayanarak ortaya koymuştu. Araştırmalarından söz ederken, vardığı sonuçlara ilişkin olarak şöyle yazıyordu: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar” diyordu, “aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatin üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağımda çiçek açmadan, asla geliş yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar…” (Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı-Önsöz, sf. 23–24, Sol yayınları, abç)
Marx’ın “ekonomistliği”ne kanıt olarak gösterilen söz ve öngörüleri arasında denebilir ki, bu bölüm en önemlisini oluşturur. Ama bu “vargı”nın olumsuzlanması, doğrudan doğruya tarihsel materyalizmin; toplumların ve toplumsal hareketin gelişme ve değişmesinin yasalarının reddi olacaktır. Tanilli’nin çelişkilerinden biri buradadır. Onun tarihsel süreçlere ilişkin Marksist tahlillere bakarken ortaya koyduğu mantığa göre, kapitalizm, emek-gücü sömürüsüne dayanan sınıflı toplum olması nedeniyle, ilerici-uygarlaştırıcı herhangi bir özellik taşımamaktadır; ya da onun, insanlığın tarihsel ilerleyişinde “uygarlaştırıcı” bir işlev gördüğünden de söz edilirse, sömürü ve sömürgecilik savunulmuş olur!
Marx ve Engels başta olmak üzere Marksistleri, kapitalist gelişmenin sancısız, kırıp dökmesiz, savaşsız ve çelişkisiz, doğayı tahrip etmesiz gerçekleşebileceğini iddia etmişler gibi gösterip, basit ve yüzeysel mantık yürütmelerle suçlamalarda bulunan Tanilli, burjuva liberal ve reformist solcu aydınlarla bazı sözde sosyalist yazarların birkaç on yıldır tekrarlayıp durdukları “ekonomizm”, “determinizm” suçlamasına yeniden baş vurmakta, “Marx ve Engels, burjuvazinin düşüşü ile proletaryanın zaferini de ‘kaçınılmaz’ olgular olarak görürler… Peki, öznel etkenin, bilincin, örgütlenişin, devrimci girişimin yeri ne olacaktır? Her şey güneşin doğuşu kadar kesinse, niçin siyasal bir parti kurmalı, mücadele etmeli, bir dava için yaşamı tehlikeye atmalı?” (143–44–45) diye sormaktadır!
Eski toplumun bağrında doğan yeni üretici güçler ile eski toplumun üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmazlığın yol açtığı çelişki ve çatışmanın yeni toplumsal sisteme giden yolu açtığını ve yeniyi doğuran bir rol oynadığını söyledikleri; ve insanlık tarihi baştan başa bunu doğrulayan bir süreç olarak yaşandığı halde, Marx ve Engels’i, “kaçınılmazlık” tespitleri nedeniyle eleştirmenin; tarihsel materyalist ve diyalektik yöntemi benimseyen, toplumların gelişme yasalarının ya da temel gelişme yasasının bilincinde olan bir “bilim adamı”nın aklına gelmesi olağan mı? Bu hayli ilginç olmalı ve Marksist olmayan ama sorunları bilimsel yöntemle ve materyalist tarih anlayışı çerçevesinde irdelediği iddiasında olan Tanilli’nin aklına gelmiş! Marx ve Engels’i, her şeyin kendiliğinden hareketin ürünü olarak gerçekleşeceğini iddia etmişler gibi göstermek oysa onların, tarihi “sınıf mücadeleleri tarihi” olarak irdeleyip tanımlamalarını, “tarihi yapan insandır” vurgulamalarını ve yeniyi kuracak üretici güçler eski toplumun bağrında doğup gelişmeden, yeni kurulamaz ve bu nedenle insanlık önüne çözebileceği sorunları koymalıdır yönlü dikkat çekmelerini görmezden gelmedir. Tanilli, sanki Marx ve Engels değil de, kendisi, proletaryanın parti olarak örgütlenmesi ve kıta çapında, giderek uluslararası alanda örgütlü enternasyonalist bir güç olarak burjuvazi ve sermayeye karşı mücadelesinin gelişmesi için çaba göstermiş; bu hareketin pratik örgütlenmesi için ter dökmüş, koşturmuş gibi konuşmaktadır. Atıp tutmalarına bakılırsa, “siyasal devrimci” Tanilli, “ekonomist Marx’a” ders vermektedir!
Marx ve Engels, işçi sınıfı devriminin, burjuvazi ile birlikte proletaryayı yaratan ve örgütleyen kapitalist ekonomik sistemin çelişkilerinin ürünü olup, ancak örgütlü proletaryanın eylemiyle gerçekleşebileceğini; sosyalizmin iyi niyetli bireylerin eylemiyle kurulacak bir sistem ya da hayalcilerin bir icadı olmayıp modern toplumdaki üretici güçlerin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olduğunu gösterdiler. Toplumsal tarih bunu doğruladı. Gelecekteki “ekonomizm” suçlamalarına yanıtı, kendi öğretilerinin tek başına ekonomik etmenin belirleyiciliğine dayandığını düşünenleri söz konusu ettiği mektubunda, Engels, henüz hayattayken vermişti. Bu suçlama ya da bilinçli çarpıtma bugün de döne dene yinelendiğine göre, Engels’in, J. Bloch’a yazdığı 21–22 Eylül 1890 tarihli mektup’tan bölümleri buraya almakta yarar olacak. Şöyle diyor Engels:
” … Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonu belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etmenin biricik belirleyici öğe olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama üstyapının çeşitli öğeleri -sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani; başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler ve hatta bu gerçek savaşımların bunlara katılanların beyinlerinde uyandırdığı yansımalar, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların bir dogmalar sistemi halinde gelişmeleri- de, tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde baskın rol oynarlar. Bütün bu öğeler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır;…”
“Tarihimizi kendimiz yaparız ama her şeyden önce çok belirli ön olaylar ve koşullar altında. Bunlar arasında en sonu belirleyici olan ekonomik olanlardır. Ancak, politik olanlar vb. ve hatta insanların uslarına yerleşip kalan gelenekler bile, belirleyici olmasalar da bir rol oynarlar…” Engels devamla, olayların gelişme sürecine işaret eder ve devletlerin kuruluşundan örnek vererek, “Tarih” der,”şimdiye kadar işte böyle doğal bir süreç biçiminde ilerlemiştir ve aslında aynı hareket yasalarına tabi olmuştur. Ancak, bireylerin istençleri her biri kendi fiziksel yapısı ve dış, son kertede ekonomik koşullarca (ya kendi kişisel koşullarınca ya da genel olarak toplumun koşullarıyla) -itildikleri arzularına ulaşamayıp-, genel bir ortalamada, ortak bir bileşkede buluşurlar; ama bütün bunların sıfıra eşit olduğu sonucu da çıkarılmamalıdır. Tam tersine, bu istençlerin her biri bu bileşkeye katkıda bulunurlar ve bu ölçüde de bileşkede yer alırlar.” (Seçme Mektuplar, sf 101–103, Evrensel Basım Yayın)
Engels, “ekonomik yana gereğinden fazla ağırlık verilmesi”nde kendilerinin, “hasımlar” karşısında, “onların yadsıdıkları ana ilkeyi boyuna vurgulamak zorunda kalmaları”nın etkisinin de olduğuna dikkat çekmekte ve “yeni yetme Marksistleri” hataya düşmeme yönünde uyarmaktadır. Marx ve Engels’in modern toplumun ayrıntılı tahlilinden ulaştıkları fikre göre, “şimdiye değin bütün yazılı tarih, belli toplumsal sınıfların diğer sınıflar üzerinde, birbirini izleyen egemenlik ve zaferlerinin tarihi olmuştur. Ve bu, sınıf savaşımları ve sınıf egemenliğinin temeli olan özel mülkiyet ve anarşik toplumsal üretim yok oluncaya kadar sürecektir. Proletaryanın çıkarları bu temellerin yıkılmasını gerektirir; bu nedenle, örgütlü emekçilerin sınıf bilinçli sınıf savaşımı bunlara karşı yöneltilmelidir. Ve her sınıf savaşımı bir politik savaşımdır. ” (Lenin)
Marx ve Engels, “Kurtuluş zihinsel değil, tarihsel bir iştir” vurgusunu da gerekli gördükleri her durumda yinelemekten kaçınmamışlardı. İnsanlar önce üretim sürecindeki yerlerini görmekte, bununla birlikte sömüren-sömürülen ilişkilerini yargılamaya başlamaktadırlar. “Çevresindeki duyumsal dünyanın nasıl sonsuzluktan bu yana hiç değişmeden kalan bir şey olmayıp, sanayinin ve toplumun durumunun ürünü, hem de tarihsel anlamda ürünü olduğunu, her biri kendinden önceki kuşağın omuzları üzerinde yükselen, onun sanayini ve karşılıklı ilişkilerini yetkinleştiren ve gereksinmelerdeki değişikliklere uygun olarak toplumsal düzenini değiştiren bir dizi kuşağın faaliyetinin sonucu olduğunu idealist materyalizm görmez.” (Alman İdeolojisi, sf. 46)
Toplumların tarihi, birbirleriyle uzlaşmaz karşıtlık içindeki sınıfların gizli açık mücadeleleriyle sürmüş; bu mücadele “ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” Kapitalizmin bundan azade olmadığını son yüz elli yıllık tarih kanıtlamış durumda. Kapitalizmin aşılmaya mahkûm tarihsel bir uğrak ve bağrındaki proletarya-burjuvazi; emek-sermaye çelişkisi nedeniyle yıkılmaya ve yerini proletarya devrimiyle sosyalizme terk etmeye “yazgılı” bir sistem; sınıflı ve sömürüye dayalı sistemlerin sonuncusu ve devrim ve sosyalizmin kuruluşunun “kaçınılmaz” olduğunu söyledikleri için, Marx ve Engels’i, mücadeleye “gerek olmadığını söylemiş olmak”la suçlamak, ancak Tanilli gibilerinin “grad”ına uygun düşer. Tanilli, materyalizmi ve hareketin diyalektiğini benimsediğini söylediğine göre, kesintisiz varoluş ve yok oluş süreci içinde, aşağıdan yukarıya doğru gelişen hareketin birçok değişikliği içerdiğini; çatışma ve mücadelenin sınıf farklılıkları ve sömürünün olduğu toplumların kaçınılmazlıkları arasında bulunduğunu; bunun da önünde sonunda, çatışmanın araç ve yöntemlerini doğurarak, -bunlar arasında proletaryanın politik örgütü ve onun öncülüğündeki/yönetimindeki mücadelesi de var- dönüşümü ve yeniden kuruluşu kaçınılmazlıkla sağladığını da “anlamış” olmalı!

PROLETARYANIN NİTELİĞİ Mİ DEĞİŞTİ YA DA “YENİ SOSYALİST TASARI” NEYİN NESİ
Marx’a     “ekonomist” suçlamasında bulunan Server Tanilli, “yeni tipte bir sosyalist tasarının, bütünüyle yeni temeller üzerinde ele alınması imkânı”ndan söz etmektedir. Teori düzeyinde, işçi sınıfının, toplumsal yeniden kuruluşu sağlamak üzere, toplumsal kurtuluş tasarısı; sınıfsız ve sömürüsüz toplumu inşa programı ve bilimsel dünya görüşü olarak da ifade edilebilecek “sosyalist tasarı”nın üzerinde gerçekleşeceği maddi “temel”i, bizzat kapitalizm, proletaryayı üreterek ve onu makine-fabrika sistemi altında disipline edip burjuvaziye karşı mücadeleye sürükleyerek yaratıp olgunlaştırır. “Devrim ve Marksizm Üzerine Yeni Tezler”in yazarı ise, sosyalizmin bu maddi ve sınıfsal temelinin “bilişim ve iletişim devrimi” ve öteki gelişmelerle “aşındığı” ve parçalandığı; oluşan “yeni temeller”in “yeni tipte bir sosyalist tasarıyı gerekli kıldığı iddiasındadır.
Bu yeni temeller hangileridir? Tanilli, “yeni tipte bir sosyalist tasarı”yı gereksinir kılan değişmeyi, kitabının 32. sayfasında şöyle ifade ediyor:
“Böylece emekçi sınıf daha parçalanmış, çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmıştır. Bu sınıf, bir yandan demir çelik sanayisinde olduğu gibi birçok sektörde daha kalifiye olmuş; bir yandan da birçok sektörde kalifiye olmaktan çıkmış ve iğretileşmiştir. Örneğin otomobil sanayinde böyledir; nitelik denetleyicilerini bir yana atmadan söylemiş olalım bunu, doğaldır ki madencileri, dok işçilerini, deniz inşaat işçilerini de… Bir yandan, azınlıkta, olacak biçimde, ‘değişik işlev ya da görevlere bakan’ (polvalent) işçi yaratılırken; öte yandan kalifiye olmayan ve bugün yapısal işsizliğe uğramış iğreti bir kitle yaratıldı. Bu değişiklikler, eskiden olduğundan daha fazla farklılaştırmıştır emekçilerin oluşturduğu bir sınıfı…”
Bu kadarıyla ortada henüz temel önemde bir terslik görünmüyor gibidir; “yeni tipte tasarı” için gerekçe arkadan gelmektedir, şöyle:
“İşçi sınıfı, Marx ve Engels’in söylediklerinin tersine, çoğunlukta bir sınıf haline gelmedi ve görünüşe bakılırsa öyle olmayacak da. Gerçekten, Sanayi Devrimi ve maşinizmin gelişmesi, ta XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar proletaryayı sayıca büyüttü; sermaye-emek ilişkilerinin koşulları, onlara bağlı sosyal uzlaşma ve savaş sonrasının dengeleri buna imkân verdi. Ne var ki, bilişim devrimi, fikri görevleri makinede nesnelleştirirken, üretim sürecini de değiştirir ve emeğin üretkenliğini de umulmadık ölçüde artırır. Emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişi değişmiştir; maddi emekle fikri emek, üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki sınırlar altüst olmuştur. Meslekler gelişiyor ve yaşam biçimleri farklılaşıyor; ücretliler arasında, dahası öteden beri işçi sınıfını oluşturan kategoriler içinde yeni bölünmeler yaratıyor. Ücretliliğin biçimi bile bunalım içine girmiştir. Sermayenin mantığının yönlendirdiği bütün bu gelişmeler, sömürüyü, çeşitli biçimlerde, git gide çoğalan ve çeşitlenen sosyal tabakalara doğru yaygınlaştırıyor. Vaktiyle tek devrimci sınıf olarak işçi sınıfından kaynaklanan örgütleniş ve işbirliği ilişkileri, yeni içerikler kazanarak bütün topluma yayılmaktadır. Böylece, yeni sosyal değişimi ve onun oyuncularını işte bu yeni koşullarda ele alıp düşünmeli. Gerçekten de kapitalizmin sömürü, egemenlik ve yabancılaşma biçimlerindeki farklılaşmalar, mücadeleleri de yeni biçim ve içerikleriyle yaygınlaştırmıştır. Yalnız işletmede değil, bunalım içindeki kapitalizmin damgasını vurmak istediği bütün kategoriler, bütün sorunlarıyla ortaya dökülmüşlerdir: Gençlerin, feministlerin, ırkçılığa karşı olanların, çevrecilerin mücadeleleri, konut, sağlık, kültür için mücadeleler; barış, demokrasi, eşitlik, insanın saygınlığı için mücadeleler, üstelik yalnız ulusal boyutlarda değil dünya çapındadırlar da. Hepsi de, sermayenin egemenliğine karşı çıkan temel öğeler olmuşlardır ve her biri, kendi üslubunca, insanın kurtuluşu, giderek yeni bir topluma doğru bir yol açmak istiyor.
“… Böylece, siyasetle ilişkiyi, bir sınıfın politikası doğrultusunda değil, kapitalist sınıfa karşı mücadele içinde düşünmeli ‘demokrasinin kurulması’na, ‘işçi devriminin ilk adımı’ olarak değil, sermayenin iktidarını git gide gerileten bir sürekli gelişme sürecinin anahtarı gözüyle bakmalı…” (74–75)
Araya girmeden, yazarın kendi düşünce ve mantık bütünlüğü içinde, neyi anlatmaya çalıştığını ve “varış noktası”nı anlamak üzere, alıntılamaya devam edelim. Tanilli, “nasıl değerlendirmeli bu görüşü?” diye bir soruyla devam ediyor; “pek aykırı görülecek olsa da söylemeli” diyor, ve söylüyor:
“Sanayi devrimi’nin ilk sonucu işçi sınıfının zayıflaması; giderek tarihsel bir yenilgiye uğraması olmuştur. Ancak çok sonraları, modern sendikacılığın doğuşu ve ilk sosyalist partilerin kuruluşu sonucunda işçi hareketi güçlendikten sonradır ki, gericilik, yeni devrimci başkaldırılar karşısında boyun eğmiştir. Onu izleyen yüzyıl, işçi hareketinin bu deneyimine pek bağlı kaldı.
“Ama bütün bu deneyimlerin ışığında, bizleri gözetleyen -pek tehlikeli- iki yanlış vardır: birincisi, emekçiler ve ideologları, her teknolojik ya da sanayi gelişmenin kendi durumlarını güçlendirdiğine inanmışlardır; ikinci olarak, sosyalist ya da komünist, reformcu ya da devrimci bütün bu insanlar, tarihe, daha ‘ileri’ sosyal örgütleniş biçimlerine giden düz çizgili bir süreç olarak bakıyorlardı. Gericiliğin güçleri ise, emekçilerin kazanımlarını kökünden yok edemeseler de, bu süreci hiç kuşkusuz geciktirebiliyorlar.
Bu iki tavrın temelsizliği 1990’lı yılların içinde ortaya çıktı. Sol’un bu dönem boyunca uğradığı yenilgiler, XX. yüzyılda daha önce yediği darbelerden daha çok daha ciddi ve moral kırıcı idi. Şu açıkça ortaya çıktı: Tarih, düz bir çizgi üstünde ilerlemiyor. Sol’un ve işçi hareketinin tarihsel hayallerinin yıkılışına, bir örneği daha önce görülmemiş bir değerler bunalımı ile kendine güven kaybı eşlik etti.” (79–80)
Yazarın üretim süreci, üretici güçler ve üretim araçlarına ilişkin olarak sözünü ettiği değişme ve gelişmeler günümüzde ortaya çıkmış yepyeni olgular mıdır? O, bu gelişme ve değişmelerden hangi sonuçlara ulaşmaktadır ve bu sonuçlar Marksist teoriyle bağdaşmakta mıdır? Bunun açıklık kazanması için ve Tanilli’yi hiddetlendirme pahasına da olsa, bir kez daha “Marx’ın teorisi”ne; onun bu konuda söylediklerine başvuracağız. Ama önce birkaç “küçük ayrıntı “ya; “kapitalist sınıfa karşı mücadele”nin “sınıf politikası” sorunu olup-olmadığına ve sınaî gelişmenin yol açtığı gelişmelerin Marksistler tarafından nasıl irdelediklerine bakalım.
Tarihsel süreç ve onun geçici bir “uğrak noktası” olan kapitalist toplumsal gelişmenin ortaya çıkardığı çeşitli olguları, Marx’ın temel tezlerinin “zaman aşımı”nı sözde kanıtlamak üzere kullanma çabasındaki Tanilli’nin, “kapitalist sınıfa karşı mücadele”yi bir ” sınıf politikası” sorunu saymaması; ‘aradaki’ kesimlerin -diyelim ki, köylülük ve küçük burjuvazinin diğer kesimlerinin- mücadelesinin önemine işaret etme amacıyla ilişkilendirilebilinir mi? Ama bu, “iyi niyet” sınırlarını zorlamak ve kapitalizmin ana ürünü proletaryanın “siyasetle ilişkisinin “bir sınıf politikası doğrultusunda” olması zorunluluğunu önemsiz bir sorun derekesine düşürmek olurdu. Bu, proletaryanın kapitalizme karşı, toplumsal kurtuluş mücadelesinin öncülüğünü üstlenme yükümlülüğü sorununun, emekçilerin “genel demokratik” taleplerinin sınırlarına çekilerek, “demokratik kapitalizm”e kurban edilmesi demektir. Oysa proletarya, kapitalizmin, sürekli yeniden üretilen ve güçlenen tek sınıfıdır ve onun kapitalist sınıfa karşı mücadelesi, bir sınıf politikası doğrultusunda gelişmeksizin, toplumun diğer kesimlerinin kapitalist sınıfın baskısından kurtarılması sağlanamaz ve bu “fikir”in bulanıklaştırılmasına götüren her “düşünce yürütme biçimi”, önünde sonunda, burjuvazi yararına sonuçlar doğuracaktır. Tanilli, “kapitalist sınıfa karşı mücadele”nin “bir sınıf politikası doğrultusunda” olmaması önermesiyle -ki bu ikisi, kapitalist sınıfa karşı olmanın bir sınıf politikası olması ölçüsünde aynı anlama da gelmektedir-, bunu yapmaktadır. Tanilli, diğer iddialarına, “emekçiler ve ideologları” “her teknolojik ya da sanayi gelişmenin kendi durumlarını güçlendirdiğine inanmışlardır”, ve “ikinci olarak, sosyalist ya da komünist, reformcu ya da devrimci bütün bu insanlar, tarihe, daha ‘ileri’ sosyal örgütleniş biçimlerine giden düz çizgili bir süreç olarak bakıyorlardı” biçiminde olan ikisini de eklemektedir. En hafif deyişle, bu bir ‘bühtan’dır; yalana dayalı yakıştırma ya da çarpıtma da denilebilir veya Marksizm’i ve Marksistleri hiç tanımamak ve anlamamaktır, ama ve her iki iddia da dayanaksızdır. Sınaî gelişmenin, nesnel olarak proletaryanın saflarını, dolayısıyla da onun sınıf örgütünün nesnel sosyal dayanağını ve toplumsal sınıf olarak konumunu güçlendirdiğine, tüm değişme ve parçalanma gerekçeli itirazlarına karşın, yazar da yer yer işaret ettiğine göre, itirazının ‘bilinç ve örgüt sorunu’yla ilgili olabileceği sanılabilir. Ancak, “sanayi gelişme” gibi nesnellikle ilgili bir sorundan hareketle, işçi sınıfının toplumsal rolünü inkâr ya da en hafif söyleyişle azımsama düşüncesine sahip yazar için, bu “varsayım” geçersizdir. Tanilli, “bilinç ve örgüt” gibi, öznel alana ilişkin -kuşkusuz bunların da nesnel durum ve sosyal sınıf dayanağıyla ilişkili ‘nesnel’ özelliklerinden söz edilebilir- “olgusal değişme” ya da “veri”leri dayanak edinerek, gerçekte kapitalist üretim tarzı ve üretim ilişkileriyle ilişkili sınıf gelişmesi ve onun yol açtığı -önlenemez- mücadeleyi -başka yerde ne derse desin- yadsımaktadır.
Marksistlerin, sürekli “daha ‘ileri’ sosyal örgütleniş biçimlerine giden düz çizgili bir süreç” öngördükleri iddiası da bir çarpıtmadan ibarettir. Üretici emekçilerin yaratılarının üzerinde şekillenen tarihsel birikimin, ileriye, daha ileri sosyal-ekonomik örgütlenmeye doğru yol aldığı inkâr edilemez bir gerçek olmakla birlikte, bunun “düz çizgili bir süreç” olarak yaşanacağının öngörüldüğü yakıştırması, Tanilli gibilerinin kurgulamasından ibarettir. Ekonomik sosyal süreçlerin, esasen insan iradesinden bağımsız olarak geliştikleri; toplumun sınıflara ayrıştığı ve sınıf çıkarlarının çatıştığı koşullarda, sınıf örgütleri ve güçlerinin karşılıklı ilişkilerinin, politik mücadeleler ve araçlarının da, süreçler ve değişimin ivmesi, aldığı biçimler ve izleyeceği yol üzerinde, etkenler olarak rol oynadıkları, bilinen bir gerçektir. Bu da, burjuvazinin, egemen sınıf konumu ve egemenliğin politik-ideolojik araçlarını kullanarak, işçi sınıfının saflarında parçalanma, rekabet ve örgütsüzlüğü hâkim kılma ve ama onun “kendisi için sınıf olarak gelişip, hareketini, karşıt politik bir parti olarak örgütlemesini gündeme getirmektedir. Sermaye egemenliği koşulları, burjuvaziye, işçi sınıfının örgüt ve politika olarak zayıflatılması; egemen düşüncelerin tüm topluma hâkim kılınması ve proletarya dâhil emekçilerin iktidar mücadelesini engelleme olanağı sağlamaktadır.
Ancak, süreç hiçbir zaman yalnızca burjuvazi yararına sonuçlar doğuracak biçimde gelişmez. Yeni üretici güçlerin -burada öncelikle proletarya- gelişmesi ve hâkim üretim ilişkileriyle mücadeleye girişmesi, kapitalist iktisadi gelişmenin, “yasa hükmünde”, engellenemez esas olgusudur. Toplum, proleterler ve burjuvalar olarak, iki ana sınıf etrafında bölünürken, kapitalist rekabet ve sermayenin genişleyen yeniden üretimi -ki bu olmaksızın kapitalizm olmaz-, proleterleşmeyi durmadan ve yeniden üretmekte, burjuvazi ve tüm sermaye güçleriyle çatışmasında, proletarya, bilinç ve örgüt durumuna göre, “zayıflık” ve “güçlülük” dönemlerini yaşayabilmektedir. Sanayi ve teknolojik gelişmenin, burjuva egemen sınıf tarafından emekçiler aleyhine kullanılması, sermaye egemenliği koşullarında öncelikle bunun gerçekleşmesi, deyiş yerindeyse “işin doğası”na uygundur. Kapitalist üretimin ana hedefinin kâr ve daha fazla kâr olması, kapitalistin, öteki kapitalistlerin de meta sürdükleri pazara daha fazla meta sürümü yaparak daha fazla kâr elde etmeyi hedeflemesi, ama bunu, ancak ürün maliyetini ucuza getirdiği oranda gerçekleştirme olanağı bulması; bunun için, daha ucuza mal etmek üzere makineyi kullanıma koyması ve makinenin teknik yenilenmesi için yeni buluşlardan yararlanması, daha fazla işçiyle yapılan üretim yerine ucuz işgücü ve daha az sayıdaki işçiyle üretimi gerçekleştirmesi; kapitalistlerin bu ihtiyacı, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla birlikte daha da acımasız “bir yasa” gibi işler; egemenlik koşullan ve konumu, burjuvaziye, bu olanağı sağlar. Sanayi ve teknolojik gelişme, diğer yandan işçi sınıfının, kendini çevreleyen ayak bağlarından kurtulmasının koşullarını oluşturur; güçlerinin bir araya gelmesi ve örgütlenmesinin olanaklarını yaratır. Öyleyse, tarihin ve sınıflı toplumlarda sosyal-politik örgütlenme ve mücadelenin “düz bir çizgi izlemediği”ne sözüm ona dikkat çekmekle, Tanilli, yeni hiçbir şey söylemiş olmuyor.
Tanilli, “yeni sosyalist tasarı” “gereksinimi”ni, işçi sınıfının “vaktiyle tek devrimci sınıf olma” durumunun “değişmesi” ve burjuvazinin, özellikle “bilişim devrimi”yle, onun bu “konum” ve rolünü, “üretim sürecinin değişmesi”ne bağlı biçimde “değiştirmesi” ve “zayıflatması”yla izah etmektedir. Sanayileşmenin, işçi sınıfının konumunu zayıflattığını, “maddi emekle fikri emek, üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki sınırları altüst” ettiğini, “emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişini değiştirdiğini ileri süren Tanilli, “sınıf aidiyetine dayalı” proletarya partilerinin ve proletarya devriminin olanaklarının “daraldığı”nı; işçi sınıfının örgütlenmesine bağlı sosyal ve politik eyleminin niteliğinin değiştiğini; ama “bütün bir toplumun” devrimin gücü olarak iş görmesinin koşullarının oluştuğunu iddia etmekte, “yeni sosyal değişim”i ve “onun oyuncularının ortaya çıkmasını buna kanıt olarak göstermekte, bunu, proletarya devriminin değil “sermayenin iktidarını git gide gerileten bir sürekli gelişme”nin, “evrimci bir demokratikleşme”nin olanağı olarak değerlendirmektedir. Oysa, toplumsal sistemler, biçimlerden ve biçimsel değişmelerden önce, öze, içeriğe ilişkin özellikleriyle irdelenmeyi gereksinirler. Temel soru şudur: Kapitalist sömürünün ve kapitalistin, emek-gücünü, belli bir asgari karşılığı, artı-değer üretmek üzere satın alması biçimindeki emek-sermaye ilişkisinin niteliği değişmiş midir? Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, tekelci rekabet, bilimsel teknik buluşların tekeller tarafından tekel hâkimiyeti ve tekel kârı için kullanılması, işyerlerinin ve fabrika komplekslerinin bölünmesi, bazı bölümlerin başka bölgelere taşınması, bazı ürünlerin farklı parçalarının değişik bölge ya da ülkelerde üretilip bir araya getirilmesi, tekele bağlı yan ve alt küçük işletme sayısının artması, böylece işçiler arasında bölünme-parçalanma ve işsizliğe sürüklenme durumunun daha büyük boyutlar kazanması vb. – bütün bunlar, fabrika işçilerinin ve üretim sektörünün kapitalizm için önemini ve kapitalist toplumdaki konumunu olumsuzlamış mıdır? Ya da örneğin üretken emekle üretken olmayan emek, maddi emekle fikri emek arasındaki sınırların “altüst oluşu”; maddi ve üretken emeğin, kapitalizm ve kapitalist üretim için önemini, dahası olmazsa olmaz işlevini ve bunun önemini yok mu etmiştir? Kafa emeğiyle kol emeği arasındaki ilişki, gerçekte hangi yönde ve nasıl değişmiştir? Kapitalist üretim ilişkileri ve onun yol açtığı yabancılaşma, sömürülen sınıf aleyhine olmak üzere devam etmemekte midir? Tanilli, ya da diğerleri, tartışacaklarsa, biçimsel değişmelere dikkat çekme yerine öncelikle bunları tartışmalıdırlar. Ayrıca, madem ki, “vaktiyle tek devrimci sınıf olarak işçi sınıfından kaynaklanan örgütleniş ve işbirliği ilişkileri, yeni içerikler kazanarak bütün bir topluma yayılmaktadır”, -işçi sınıfının sınıfsal özelliklerinin ‘bütün bir topluma yayılması’ iddiası doğru değildir; kapitalizm, toplumun büyük nüfus yoğunluklarını sürekli olarak proleterleşmeye zorlamasına, bu yönde gelişmesine karşın, burjuvalar dâhil “bütün bir toplum”u işçileştirmesi mümkün değildir; ya da kapitalistsiz kapitalizm yoktur-, o halde, işaret edilen gelişme, Marksizm’in dayanaklarını güçlendirici özellikte ve yöndedir. Böyle bir gelişme -Tanilli’nin söylediği ‘doğru’ kabul edildiğinde de-, devrim için koşulların olgunlaşmasına ilişkin Marksist tahlile haklılık kazandırır; fakat Tanilli’yi doğrulamaz. Kapitalizme karşı mücadele eden güçlerin daha yaygın olmalarından güç alacak ve üretim sürecinin asıl öznesi ve temel üretici gücü olarak, kapitalizm tarafından sürekli üretilerek güçlendirilen proletarya, dünden de daha güçlü dayanaklarına güvenerek, sermayeye karşı mücadelesinde başarıya gidecektir. Marksizm de, toplumsal sistemlerin, -ağırlıklı olarak kapitalizmin-, olgu ve gelişmelerin irdelenmesinin bilimsel yöntemi ve teorisi olarak, “çağımızın aşılmayan felsefesi, siyaset ve sosyoloji bilimi” olarak, “yeni tipte sosyalist tasarı” vaazlarına karşın, her tür liberal reformist saçmalığa karşı durmaya ve sorunların çözüm yöntemini sunmaya devam edecektir.

PROLETARYANIN GELİŞMESİ, KALİFİYE VE “İĞRETİ” İŞGÜCÜ SORUNU
Marx’ı “yanlışlama”ya soyunan Tanilli’nin “yeni tipte bir sosyalist tasarıya dayanak gösterdiği “altüst oluş”a; emekçi sınıfın parçalanması ve çeşitlenmesine; “emekçilerin oluşturduğu sınıfın “farklılaşması”na; “fikri görevlerin makinede nesnelleşmesine; “emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişinin değişmesi ve üretken emekle üretken olmayan emek “arasındaki sınırların altüst oluşu” sorununa yeniden dönelim ve sorunun karmakarışık ve çarpıtılmış kılınmasına da cevap olmak üzere, -değişmenin biçimi ve niteliğini de gözeterek-, kapitalist gelişme sürecinde işçi sınıfının durumunu ve bunun gösterdiği değişimi, Marx’a başvurarak irdelemeye çalışalım.
Yazarın iddiası, işçi sınıfını oluşturan kategoriler içinde “yeni bölünmeler yaratıldığı”, işçi sınıfının “çoğunlukta bir sınıf haline gelmesinin, “bilişim devrimi” ve “fikri görevlerin makinede nesneleşmesi” nedeniyle mümkün olmaktan çıktığı; sömürünün “gitgide çoğalan ve çeşitlenen sosyal tabakalara yayıldığı”, bunun da “vaktiyle devrimci sınıf olarak işçi sınıfından kaynaklanan örgütleniş ve işbirliği ilişkilerinin “yeni içerikler kazanarak bütün topluma yayılmasını olanaklı kıldığı; “gençlerin, feministlerin, çevrecilerin mücadelesi, … barış, demokrasi, eşitlik ve insan saygınlığı için mücadeleler” içindeki kesimlerin “sermayenin egemenliğine karşı çıkan temel öğeler” haline geldikleri; böylece “siyaset”e ilişki”nin de, “bir sınıf politikası doğrultusunda” gelişmesinin önemsizleştiği vb. biçimindeydi.
Yazarın, “yeni gelişmeler”e ilişkin bu “durum tespiti”, “üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki sınırların altüst oluşu”; “bilişim devrimi” ve teknik buluşların üretken emek ve işçiler aleyhine, örneğin “iğreti” durumu güçlendirdiği; hizmet işkolu emekçilerinin çoğaldığı vb. “anımsatma” ve “dikkat çekmeleriyle birlikte değerlendirildiğinde ve başka yazarlardan aktarıp karşı çıkmadığı, sanayi işçilerinin, makinenin teknik yenilenmesiyle ve teknik buluşların üretime uygulanmasıyla azaldığı; “ağırlığın hizmet işkolunda çalışanlara geçtiği”; sağlık ve eğitim emekçilerinin işçileştiği, öyleyse sanayi proletaryasının devrime öncülüğü fikrinin, devrimin maddi sınıf dayanağını darlaştıracağı ve olumsuz etkileyeceği biçimindeki görüşlerle birlikte değerlendirildiğinde, ortaya çıkan sonuç, işçi sınıfının devrimci rolüne yapılan vurguya itiraz ettiğidir. “Değişme”ye dikkat çekmesinin en önemli nedeni, “emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişinin, öyleyse işçi sınıfının değiştiği; “vaktiyle” ona ait olan özelliklerin başka kesimlere, dahası “tüm topluma yayılmakta” olduğudur. Yazarın tüm iddialarını üzerine “inşa ettiği” “maddi süreçlerdeki” bu değişmenin gerçekte nasıl olduğunu, biraz geriye dönerek irdelemek bu bakımdan zorunlu olmaktadır.
Bilindiği gibi, kapitalist üretim, giderek artan sayıda emekçinin üretim sürecine çekilerek, emek-gücünün kapitalist yararına sömürülmesi ve artı-değer üretilmesiyle gerçekleşmektedir. Bu süreç, toplumun; bir yanda sayıları giderek artan işçiler ve diğer yanda, zorunlu olarak azınlık bir kesimi oluşturan burjuvalar halinde, esas olarak iki ana sınıf biçiminde bölünmesi, toplumun diğer kesimlerinin, bu iki ana sınıf arasında yer almakla birlikte, bunlara bağlanması ve giderek bunlar arasında erimesi biçiminde ilerlemektedir. Makineyle birlikte bu süreç daha hızlı gelişmeye başlamıştır. Makinenin “kapitalistçe uygulanması”; insanın günlük yaşam zorluklarının hafifletilmesi amacıyla değil, emeğin üretkenliğinin artırılması, işçinin kapitalist için çalıştığı artı-emek zamanının uzatılması, daha az sayıda işçiyle daha fazla, daha ucuza ve daha çabuk üretimin gerçekleştirilmesi ve artı-değerin artırılması içindir. Makine, kapitaliste, “günlük ürününün daha küçük bir parçası ile emek-gücünün değerini yerine koyabilme olanağı sağlayarak”, işsizleştirmenin yolunu açmış; “yerini aldığı emek-gücü”nü “gereksizleştirir”ken, emek üretkenliğinde artış sağlayarak; işçi sayısının azalmasına karşın, artı-değer oranının artırılmasını olanaklı hale getirmiştir. İşbölümü ve makine kullanımı, aynı zamanda, maddi ve entelektüel üretimin birbirlerinden daha fazla ayrılmasına, üretim dallarının birbirlerine bağlanmasına ve pazarın daha fazla genişlemesine yol açmıştır.
Bu gelişmenin, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine, tekellerin ortaya çıkıp ekonomik harekete hakim olmasına, rekabetin ve pazar kavgasının tekelci hakimiyete bağlanmasına, tekel egemenliğinin rantiye bir tabakanın üretimin riskli-can sıkıcı işlerinden kurtularak hisse payları üzerinden sermayeyi çekip çevirme ve kupon kesme yoluyla asalak yaşamını olanaklı hale getirmesine bağlı olarak, hızlandığı bir gerçektir. Tekellerin egemenliği ve tekelci rekabet, üretimin ve sermaye hareketinin tekel yararına denetimini, küçüklerin boğularak/yutularak yok edilmesini; bilimsel teknik buluşların, rekabet ve pazar kavgasında üstün çıkmak üzere, tekel egemenliği için etkin kullanımını ve azami tekel kârının sağlanmasını da olanaklı kılmaktadır.
Büyük tekelci işletmeler, üretim teknolojisini geliştirerek, bilimsel teknik buluşları üretimin, verimliliğin ve kârlılığın artırılması amacıyla kullanarak, klasik sanayi dallarında, önemli bir işçi kitlesini “yedek sanayi ordusu”nun saflarına itmişlerdir. İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve ABD’de maden, metal, otomotiv işkollarında görülen kitlesel işten çıkarmalar ve işyeri tasfiyeleri ya da fabrikaların işgücünün bol olduğu ülkelere taşınması; bilimsel teknik buluşların üretimde etkin kullanımının da katkısıyla sağlanan aşırı üretim ve meta stokunun yol açtığı bunalım; sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin “devasa” boyutu ve özeleştirme türünden konjonktürel gelişmeler; üretim sektörü işçilerinin emperyalist kapitalist ülkelerde ve ana sanayi dallarında “azalmasına yol açmıştır. Bunun bir diğer nedeni, bu birincisiyle de bağlı olarak, teknolojik gelişmenin, işin yalnızca daha az sayıda işçiyle yapılmasını değil, daha kısa sürede, yani gerekli emek-zamanının daha da daraldığı bir sürede yapılmasını olanaklı hale getirmiş olmasıdır.
Makine sanayindeki ve teknolojik alandaki gelişme, işçileri fabrikalardaki işlerinden uzaklaştırırken, fabrikalardaki nicel büyüme ve yeni iş alanlarıyla üretim dallarının ortaya çıkması, işinden atılanları emmenin ötesinde, yeni işçilere de iş alanı yaratmaktadır. İşçilerin karşı karşıya oldukları şey; durmadan işten atılmak, işe alınmak, oradan oraya sürülmek, sürekli bir değişim içinde olmaktır. Öyleyse, artma ve eksilme, güçlenme ve zayıflama sorunu, sadece konjonktürel gelişmeler üzerinden değerlendirilemez değil, daha uzun vadeli süreçler bakımından ele alınmak zorundadır.
Örneğin ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada, Hollanda vb. ülkelerde, yüzyılın başından bu yana, işçi “sirkülasyonu”nun izlediği yol da aşağı-yukarı böyledir.(1) Kapitalizm, bir kez ortaya çıktıktan sonra, gelişmesi sınırlanan; ya da emperyalizm koşullarında çürümeye mahkum olduğu için, gelişmesi duran bir sistem olmadığı gibi, yol açtığı işsizlik ve herhangi somut bir işletme ya da işkolunda ve belli dönemlerde sanayi işçisi sayısındaki azalma da, kapitalizmi belirleyen temel bir özellik değildir. Daha az sayıda işçiyle üretme olanağı gerçeğin bir yanıysa; büyüyen etkinlik alanı nedeniyle, kaçınılmaz olarak daha fazla işçiyi çalıştırma zorunluluğu ve gereksinimi de gerçeğin diğer yanını oluşturur. Proletarya, yalnızca “üçüncü dünya ülkelerinde endüstrinin gelişmesi ve uluslararası sermayenin buralarda yeni yatırımlara girişmesiyle değil, gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerde de nüfusun “çoğalma”ya ve güçlenmeye aday tek sınıfı olmaya devam ediyor.
Biliyoruz ki, makinanın kullanımıyla, kapitalistler, işgücü maliyetinin düşürülmesini amaçlarlar. Onlar için, deneyimli ve yetenekli işçi yerine “dikkatli gözlere ve çevik parmaklara sahip çocuklar”ın çalıştırılması artık daha kolaydır. Makina, toplumsal işbölümünün büyümesine, insanların daha fazla parçalanmasına, insanlar arasındaki rekabetin daha acımasız hale gelmesine, sermayenin, daha fazla ve daha gelişkin makina kullananlar yararına, yoğunlaşmasına yol açmıştır. Kapitalist işbölümü ve makina, işlerin birbirlerinden ayrılmasına, işçinin makinanın bir parçası haline gelerek, yeteneklerinin büyük kesiminin sınırlanmasına, işlerin basit bir işlem düzeyine ve herkesin yapabileceği bir duruma gelmesine yol açarken, işçiler arası rekabeti de körüklemiş; büyük sanayi “ulusal toprağından kopmuş”, uluslararası değişime, “uluslararası işbölümüne dayanır” duruma gelmiş; üretimin, makinanın gelişimi sonucu uluslararası bir nitelik kazanması, daha fazla gelişmiş ülkelerin ve işkollarının, daha geri olanlar üzerinde ekonomik hâkimiyetine yol açmış; dünya pazarı, yeni teknik buluşları ellerinde bulunduran ve durmadan daha fazla geliştiren ülke ve tekellerin sömürüsüne daha fazla açılmıştır. Böylece, üretken sermaye daha da büyümüş -bu, üretici emeğin büyümesiyle de ilişkili bir durumdur-, sermaye birikimi ve yoğunlaşması artmış, merkezileşme, işbölümü ve makina kullanımını daha da geliştirmiş, “sanayi kapitalistlerini durmadan çoğalan araçlarla çalışmaya zorlayan üretici güçlerdeki büyüme”, küçük sanayilerin yıkılmasına ve proletaryanın saflarına daha fazla katılmaya neden olmuştur.
Diğer yandan bu gelişme, makinanın “işçinin rakibi olarak iş görmesine yol açmış, rekabeti ve işten atılmayı artırmıştır.
“Ama aslında” diyor Marx, Kapital’de, “bu nispi aşırı işçi nüfusunu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla işçi nüfusunu, bu yüzden de bir fazla nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğüyle doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir.” Ve ayrıca, “Fazla işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu fazla nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu fazla nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu fazla nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda da değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır bir insan malzemesi kitlesi yaratır.” (Marx, Malthus ve Nüfus Sorunu sf.102, -Kapital’den parça-, Sol Yay.)
“Kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesi” zorunlu olarak sermayenin genişleyen yeniden üretimini, o da proletaryayı üretirken; üretici güçlerin büyümesi ve dünya pazarının oluşması, makinanın teknik yenilenmesiyle artan kapasitede kullanımı, kapitalist birikim ve “hatta” bu üretim biçiminin “varlık koşulu” olarak, yedek sanayi ordusunu ortaya çıkarmakta, işsizlerden kurulu bu yedek sanayi ordusunun varlığı, “fazla üretim anları için” ucuz işgücüne ihtiyaç duyan burjuvaziye, bu olanağı sağlamaktadır.
Bu gelişmeleri “emeğin içeriği, biçimleri ve örgütlenişinin değişmesinin ve sanayi proletaryasının ve üretken emeğin rolünün “küçümsenmesi”nin gerekçesi saymaya kalkışanlar, özellikle iki “olgu”yu, işçi sınıfı ve onun devrimci rolüne karşı kullanmaya çalışıyorlar. Birincisi; tekelci sermayenin ve tekel hakimiyetinin büyük sermaye tarafından artı-değerden pay verilerek beslenen menajerler, planlama ve muhasebe görevlilerinin, aristokratik ve asalak bir tabaka oluşturarak, işçilere karşı bir güç olarak ortaya çıkması; sermaye fazlalığı ve spekülatif hareketin büyümesiyle rantiyeci bir tabakanın “nasiplenmesinin daha fazla olanaklı hale gelmesidir. İkincisi ise, bilimsel teknik gelişmelerin ve makinanın teknik yenilenmesinin işinden ettiği işçilerin, -sayıları ne olursa olsun-, işçi sınıfının unsuru olma durumunun devam etmesidir. Bu işçiler, deyiş yerindeyse “bir yere gitmemektedir”. Bir bölümü, tekelin başka bölgelerdeki ve bağlı alt işletmelerindeki işyerlerinde yeniden iş bulmakta, diğerleri, işsizlerin safına katılmakta; bazı diğerleri de, başka sektörlerde çalışmakta ve bir kısmı “memurlaştırılmak”tadır.
Kuşkusuz, üretimin ve sermayenin muazzam gelişmesi, toplumsal hizmetler alanında çalışan ücretli emekçilerin sayısının artmasına yol açmakta; kapitalistlerin özel hizmetlerinde, bürolarında çalışanlarla muhasebe ve kayıt işlemlerini yapanlar arttığı gibi; sağlık, eğitim ve iletişim alanında çalışanların sayısı da artış göstermektedir. Ancak bu durum, ne üretim sektörünün ne de üretken emeğin toplumsal işlevini önemsizleştirici bir sonuç doğurmamıştır.
Üretici sektörün, üretken emeğin ve işçi sınıfının, emperyalist kapitalizm koşullarında, “hizmet işkolu” ve bu alanda çalışan “ücretli emekçiler” karşısında “giderek önemsizleştiği” safsatası; kapitalist üretim sisteminin temel niteliğinin ve işleyişinin göz ardı edilmesine götürmektedir.
Oysa kapitalist üretim ve kapitalizm her şeyden önce, pazarda değişilebilir meta üretimi sistemidir. Spekülatif hareket ve rantiyeciliğin gelişmesi, tekelci sermayenin mali-spekülatif bir karakter kazanması; burjuvazinin en üst azınlık kesiminin kupon keserek rantiye yaşam olanağını artan biçimde bulması, meta üretimine ve üretken emeğe ihtiyacı ortadan kaldırmadığı gibi, azaltmaz da. Marx, üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki ayrışmanın “bütün burjuva ekonomi politiğinin değişmez bir temeli” olduğunu belirtir ve devamında şunları yazar:
“Smith, üretken emeği, doğrudan doğruya sermaye ile değişilen emek olarak tanımlıyor; yani onu, emeğin üretim koşullarıyla, ister para, ister meta olsun, genel olarak değerin, ilkin sermayeye (bilimsel anlamıyla, emeğin ücretli emeğe) dönüştüğü mübadeleyle tanımlıyor.
“Böylelikle, üretken olmayan emeğin de ne olduğu kesin saptanmış oluyor. Üretken olmayan emek; sermaye ile değil, doğrudan doğruya gelirle, yani (faiz ve rant gibi kapitalistin karma ortak olarak ondan pay alanların çevirdikleri dalavereler dahil) ücretlerle ve kârla değişilen emektir. (…) Bu tanımlamaya göre örneğin bir oyuncu, hatta bir soytarı, ücret biçiminde aldığından daha fazla karşılığında emek verdiği kapitalistin (organizatörün) yanında çalışmaktaysa, üretken bir emekçidir; buna karşılık, kapitalistin evine gelip pantolonlarını yamayan, kapitalist için sırf bir kullanım değeri yaratan bir terzi, üretken olmayan bir emekçidir. İlkinin emeği sermaye ile değişiliyor, ikincinin emeği gelirle. İlki bir artı-değer yaratıyor, ikincisi bir gelir tüketimi oluyor.
Üretken emek ile üretken olmayan emek burada hep paranın sahibi açısından, kapitalistin açısından düşünülüyor, emekçinin açısından değil; para kazandıran şey oruspunun, uşağın vb. emeği midir, gördüğü hizmet mi, yoksa gördüğü işlev mi diye soracak kadar meseleden az buçuk anlayan Ganilh’in, vs. yazdığı saçmalıklar buradan ileri geliyor. Bir yazar da üretken bir emekçidir, ama düşünce üretisiyle değil, eserlerini basan yayımcıyı zengin edişiyle, ya da kapitalistin yanında ücretli bir emekçi olarak çalışıyorsa.” (Marx, Artı-değer Teorileri’nden aktaran Sanat ve Edebiyat, sf. 92, Aziz Çalışlar)
Marx, açıklamaya devam eder ve bir kitabı belli bir ücret karşılığı yazan bir kişinin “üretken olmayan bir emekçi”, ancak “yayımcısına fabrikasyon iş çıkaran yazar”ın ise “üretken bir emekçi” olduğunu belirtir. Bir kitabı yazıp belli bir miktar para karşılığı satan kişi üretken emekçi olamazken, yayımcının yanında “kitap imal eden (sözgelişi İktisat Klavuzu) Leipzig’li bir edebiyat işçisi üretken bir emekçidir; çünkü ürünü daha işin başında sermayenin sultası altındadır ve ancak o, sermayeyi artırdığı oranda varlığını kazanır. Kendi yazdığı şarkısını satan şarkıcı bir kadın, üretken olmayan bir emekçidir. Ama bu aynı şarkıcı kadın, eğer bir organizatör tarafından, kendisine para kazandırsın diye şarkı söylemesi için işe alınmışsa üretken bir emekçidir; çünkü sermaye üretmektedir.” (Aynı yerde)
Ve “Üretim, üretme eyleminden ayrı tutulamaz; iş yapan bütün sanatçılarda, konuşmacılarda, oyuncularda, öğretmenlerde, hekimlerde, rahiplerde, vb. durum böyledir. Burada da kapitalist üretim tarzı daracık uzantıda, durumun kendi gereği, ancak birkaç planda yer alır. Örneğin eğitim merkezlerinde çalışan öğretmenler, eğitim merkezi sahibi için ücretli emekçilerdir sadece; İngiltere’de birçok böyle eğitim fabrikası vardır. Öğrenciler karşısında bu öğretmenler üretken emekçi konumunda olmadıkları halde, iş sahibi karşısında üretken emekçilerdir. İş sahibi, sermayesini onların emek gücüyle değiştirmekte ve bu süreç içinde kendini zenginleştirmektedir. Tiyatrolar, eğlence yerleri, vb. gibi işyerlerinde de durum böyledir. Oyuncunun izleyici kitlesiyle ilintisi tıpkı sanatçınınki gibidir, oysa iş sahibiyle ilintisi içinde, oyuncu üretken bir emekçidir. Kapitalist üretimin bu alandaki bütün belirtileri, üretimin tümüne kıyasla o denli önemsiz kalır ki, hiç hesaba katılmasa da olur.” (Aynı yerde, sf. 93)
“Ama bazı öyle bağımsız sanayi kolları vardır ki, üretken sürecin ürünü, yani bir maddi ürün, bir meta değildir. Bunlar arasında, mal ve yolcu taşımasıyla ilgili olanlar olsun, salt iletişim, mektup, telgraf vb. ile iletimler olsun, yalnızca ulaştırma sanayi ekonomik bakımdan önemlidir.” (Kapital Cilt 2, sf.62)
“Üretimin tümü bakımından” “hesaba katılmasa da olur” alanlardaki ücretli emekçiler, neredeyse üretimin tümüne damgasını vuran üretken emekçilerin konumunu sarsacak bir duruma mı gelmiştir? Yazarın “zincirleme” iddiaları böyle de yorumlanabilir. Ancak bu iddia, ister üretken sürecin ürünü maddi bir ürün -ki ağırlıkta olan budur- olsun isterse olmasın, üretken emeğin ve üretken emekçinin; dolaysız meta üreticisi emekle, ürünün kullanılabilir duruma gelmesine kadar geçen süreçteki emeğiyle -yararlı etki vb.-, artı-değer sağlanmasına katılan emeğin durumunun göz ardı edilmesinden başka bir şey olmaz.
Sermaye ile değişilen ve üretim sürecine artı-değer üretmek üzere katılan emek, üretici emektir. Kapitalistin yanında ücretli emekçi olarak çalışan bir emekçi, eğer üretici bir iş yapıyor, değişim değeri yaratıyorsa, üretken emek sahibi, üretken bir emekçidir.
Server Tanilli ise, bugün eskisine göre sayıları daha da artmış olmalarına karşın, “üretimin tümü bakımından” hesaba katılmasalar da, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolü bakımından sonucu değiştirmeyecek kesimlere aşırı bir rol ve yer vererek, üretimin tümü bakımından olmazsa olmaz olan üretken emeğin ve üretken emekçilerin devrimci rolünü ‘olumsuzlama’ eğilimindedir.
Tanilli’nin çıkardığı sonuçların ne menem şeyler olduğunu görmek bakımından sorunu biraz daha açmak yararlı olacaktır.
Üretken sürecin ürünü maddi bir ürün olmasa da, ekonomik bakımdan önemli olan ulaştırma sektörü gibi alanlarda ise, emek ürününün niteliği doğrudan belirleyici olmamaktadır. Örneğin ulaştırma işinin kendisi bir maddi ürünün üretimini ifade etmemekle birlikte, burada, daha önceki üretken sürecin devamı söz konusudur ve ulaştırma işi tamamlanmaksızın, ürünün kullanılması mümkün olamamaktadır.
Ulaştırma sektöründe herhangi yeni bir ürün yaratılmaz, ancak mal ve insan taşınır, taşıma işi bittiğinde hizmetler de biter. “Bununla birlikte ulaştırma sanayinin sattığı şey, yer değiştirmedir. Yararlı etki, ulaştırma süreci ile yani ulaştırma sanayinin üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır. İnsan ve eşya ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk, bu hareket ve bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararlı etki ancak, bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir şey gibi bir varlığa sahip değildir. Bu süreçten farklı bir yararlılık, bir ticaret malı gibi işlev yapmayan, bir kullanım şeyi olarak varolamaz ve üretilene kadar bir meta olarak dolaşmaz. Ama bu yararlı etkinin değişim değeri, herhangi bir meta gibi, kendinde tüketilen üretim öğelerinin (emek-gücü ile üretim aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan emekçilerin artı-emeğinin yarattığı artı-değerin toplamı ile belirlenir. Bu yararlı etki de, diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine tabidir. Eğer bireysel olarak tüketilirse, değeri, üretim sırasında ortadan kaybolur; yok eğer taşınan metaların üretiminde, kendisi de bir aşama oluşturacak biçimde tüketilirse, onun değeri de ek bir değer gibi metaya geçmiş olur. …çünkü karşılığı ödenen ve tüketilen şey, üretim sürecinden ayrı ve ondan farklı bir şey olmayıp, bu sürecin kendisidir.” (Marx, Kapital, C. 2, sf. 63, abç)
Anlaşılacağı gibi, çoğu kez, ‘hizmet sektörü’ içinde ele alınan ulaştırma işkolu, üretken sermayenin işlev gördüğü ve artı-değer üretimi sürecinin “yer değiştirme” ve bunun sağladığı “yararlı etki” ile devam ettiği bir işkoludur. “Üretken ikmalin depolanması, büro vb. aygıtlar”, üretken sürecin parçalarıdır ve bu işlevin kendisi de artı-değer üretir. Çünkü üretken emek sürecinin bir parçasını oluşturur.
“Üretken sermayenin işlev yapmadığı aralıklar ne değer, ne de artı-değer üretirler.” (Cilt. 2, sf. 134, abç)
Üretimin kapitalist niteliğinin bir zorunluluk olarak en belirgin biçimde görüldüğü alan, artı-değerin ya da artı-ürünün yaratılmasının “sermayenin işlevi” olduğu üretken sermaye alanıdır.
Örneğin tüccar sermaye, “üretken sermaye şekline hiç girmeyen” ve daima dolaşım alanında kalan, tüccar tarafından yatırılmış para sermayedir. Dolaşım süreci; “toplam yeniden üretim sürecinin bir evresidir.” Ancak dolaşım sürecinde hiçbir değer, dolayısıyla hiçbir artı-değer üretilmez. Burada aynı değer kitlesinin biçim değişiklikleri söz konusudur. “Ticari sermaye demek ki -depolama, taşıma, ulaştırma, toptan ve perakende dağıtım gibi kendisiyle bağıntılı olabilecek bütün heterojen işlevlerden sıyrılmış ve asıl işlevi satmak için satın almak işiyle sınırlandırılmış durumda- ne değer, ne de artı-değer yaratır, ama bunların gerçekleşmelerinde ve böylece aynı zamanda metaların fiili değişiminde, yani elden ele geçmesinde, toplumsal metabolizmada aracı olarak hareket eder.” (Age, sf. 295)
“Polisi de”, “subayı da” “çalışan emekçiler” kategorisi içine almaya eğilimli burjuva reformist ve liberal teorisyenlere hatırlatmak gerekiyor ki, tüccar sermaye faaliyetiyle meşgul olanlar da üretilmiş malların tüketiciye ulaştırılmasının aracıları olarak, “toplumsal bir hizmet” görmektedirler. Ne var ki, ticari sermaye, herhangi bir değer yaratmamaktadır.
Tüccar sermayesinin kendisi artı-değer üretmediği halde, tüccar, toplam üretken sermaye tarafından üretilen artı-değerin bir kısmını, ortalama kâr biçiminde cebe indirmektedir. Artı-değer kitlesinden pay alması için ticari kapitalistin ücretli işçi çalıştırması gerekmez. Çalıştırıldıkları durumlarda da, bunlar, doğrudan herhangi bir değer üretmez, üretken emek kategorisi içinde yer almazlar, “… ticari emek, bir sermayenin ticari sermaye olarak iş görmesi, metaların paraya ve paranın metalara çevrilmesine yardımcı olmak için, genellikle gerekli olan emektir. Bu değerleri gerçekleştiren, ama kendi değer yaratmayan bir emektir.” (Age, sf. 311)
Üretken emekle üretken olmayan emek arasındaki sınırların altüst olmasından söz eden Tanilli, kendileri değer ve artı-değer üretmeyen, ancak emekleri gelirle değişilen kesimlerin nicel büyüklüklerini, sermaye ile ilişkilerinin niteliğine; üretim sürecine bir biçimde katılan, ancak artı-değer yaratmayan emekçinin rolünü üretken emekçiye tercih etmektedir.
Yazarın, proletaryanın toplumsal devrimci rolünü önemsizleştirici saydığı “etkenler”den biri de, “iğreti” işçiliğin kitlesel boyutunun giderek büyümesidir. Peki, vasıfsız emek bir olumsuzlama etkeni olarak alınabilinir mi? Bakalım:
Makinalaşmanın gelişmesi ve makinanın teknik yenilenmesinin, bilimsel teknolojik gelişmeler sonucu daha fazla olanaklı hale gelmesi, emek-gücünün genel bir vasıfsızlaştırılması, ancak yine de sınıf kitlesi içinde küçümsenemez oranda kalifiye işçinin varlığını gereksinmesi, kapitalist üretimin ve sermayenin (birikmiş emek) değer yaratmak üzere genişleyen yeniden üretiminin kaçınılmaz kıldığı bir durumdur. İşçinin makinanın bir parçasına dönüşmesi, özel becerilerinin önemsizleşmesi; onun makinayı yönetmesi yerine; merkezi bir yönlendirici mekanizmanın “emriyle” dönen makinanın bir uydusu, eklentisi, makinanın emirlerine bağımlı bir “dişli” durumuna gelmesi sonucu, emeğinin özel bir vasfa sahip olması gereksizleşmekte, vasıflı emek vasıfsızlaşmakta, emeğinin özel bir ayrıcalığı ve önemi kalmamaktadır. Tarihsel eğilim budur ve işçinin payına, genel anlamda tek düze, bedensel çalışmadan başka bir şey düşmemektedir. Özel yetenek gerektiren işler, yani kafa emeği giderek dar bir sınır içinde yer alan özel bir kesimin (mühendisler, bilim adamları, teknikerler ve diğerleri) sahip oldukları imtiyaz haline gelmekte, kol ve kafa emeğinin birbirlerinden ayrılması giderek netleşmekte, bilim emekten ayrılarak sermayenin hizmetine daha fazla girmektedir. Bilimin, sermayenin hizmetinde, emekten farklı bir üretken güç haline gelmesi, işçinin zihinsel yeteneklerinin sınırlanması ya da geçersizleştirilmesi, kafa emeğiyle kol emeğinin birbirinden ayrılmasının kesin bir hal alması demektir. İşçinin özel becerileri; bilimsel gelişme, fabrikanın dev fizik gücü ve fabrika işçi kitlesinin büyük birleşik gücü karşısında iyice etkisiz kalıp yok olur.
Marx, bu duruma işaret ettiği yerde, William Thompson’dan şu alıntıyı yapar: “Bilim adamı ve üretken işçi, birbirlerinden çok uzaklaşmış hale geldiler ve bilim, işçinin elinde, üretken gücünü artırmasına hizmet eden bir araç olarak kalmak yerine, … hemen her yerde emeğin karşısında yer aldı…. adale güçlerini tamamıyla mekanik ve boyun eğici hale sokmak için sistemli olarak onları (işçileri) yanlış yollara saptırdı ve ayarttı.” (Kapital Cilt. 1, sf. 375)
Ancak, gelişme bundan ibaret değildir ve emek-gücü bütünüyle vasıfsız emek haline dönüşmemektedir. “İşçilerin becerisi, işini yapa yapa gelişir. Sonra, gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini vb. pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar.” (Cilt. 3, sf. 314)
Bir başka yerde de Marx’tan şu cümleleri okuyoruz: “Makinalardaki her tür arızanın hemen giderilmesi büyük önem taşıdığı için, nispeten büyük her fabrika, normal fabrika gücüne ek olarak, mühendis, marangoz, mekanikçi, çilingir vb. gibi özel personel de istihdam eder. Bunların ücretleri değişen sermayenin bir kısmı olup, emeklerinin değeri ürüne katılır.” (Cilt. 2, sf. 188)
Bu “özel personel” vasıflı bir güçtür. Makinanın, daha önce az sayıda kişi tarafından yapılabilir işi “herkes” tarafından yapılabilir hale getirme olanağı yaratması ve vasıfsızlaştırma yönündeki tarihsel eğilime karşın, makinaların kullanımının teknik bilgisine sahip, özel yetenek gerektiren işleri yapan işgücü gerekliliği ortadan kalkmıyor.
Otomotiv sanayinde, beyaz eşya üretiminde, elektrik ve telekomünikasyon alanında çalışan işçiler, kaçınılmaz biçimde belli yetenekler geliştirebilmekte, kendileriyle “düz işçi” arasında zihni ve bedensel beceri bakımdan bazı farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Teknik ve tarım okullarının varlığı, işçilere iş gereği teknolojik bilgi gerektiren alet kullanımının öğretilmesi, belli yetenek ve becerilerin gelişmesini sağlamaktadır.
İşçiler aleyhine tüm özelliklerine karşın, büyük sanayi, üretimin temel yasası olarak, işin niteliği ve çeşitliliğinde değişime yol açmış, bunu geliştirmiş, işçileri de bu çeşitlilik ve gelişmişliğe uyum göstermeye ve kendilerini ve yeteneklerini geliştirmeye zorlamıştır. Bu, fabrika sürecinin birbirinden koparılamayan ikili yanıdır. İşçiyi tek yanlılığa mahkûm eden ve makinanın parçası, onun hareketleriyle uyumlu bir “robot’a çeviren sanayideki gelişme, diğer yandan, onu gelişen teknikten öğrenmeye, fabrika ve makina sisteminin ve otomasyonun yapısı ve çalışma tekniği hakkında bilgilenmeye, hareketlerini ve becerilerini, işini sürdürme amacıyla geliştirmeye zorlamakta ve bunun olanaklarını da kaçınılmaz biçimde yaratmaktadır. Kapitalizm, sosyalizmin maddi toplumsal güçlerini kaçınılmazlıkla ürettiği gibi, bu güçlerin teknik vb. eğitimini de gerçekleştirmektedir.
Büyük makineli sanayi (fabrika üretimi), sermayenin genişleyen yeniden üretimine bağlı olarak, makinalarda, kimyasal süreçlerde ve uygulanan çalışma yöntemlerinde değişime ihtiyaç duyar. Bu değişim ihtiyacı, üretim tekniklerinin değişimine, üretimin teknik temelinde yenilenme ve değişikliklere yol açar. Emek araçları makina biçimini alınca, el alışkanlığı ve bunun gereksindiği yetenek yerine geçen ya da onun üzerinde yer alan, bilimin bilinçle uygulanmasıdır. Bu, bir yandan zanaatkâr ustalığının özel değerini yitirmesi, emeğin vasıfsızlaşması; ama diğer yandan, kaçınılmaz biçimde değişime uygun bir kalifiye işgücü oluşmasına yol açar. Böyle olmaksızın, üretim süreci ve makineli sanayi kendi kendine otomatik olarak yürüyemez. Aksi durumda, kapitalizmde özel yetenek ve beceri isteyen hiçbir işin işçilerce yapılmadığı ve yapılamayacağı gibi, gerçek durumla ilişkisiz bir sonuca ulaşılmış olunur. Kapitalizm, genel eğilim olarak, işçinin yeteneklerini sınırlar ve onun zihni ve bedensel gelişmesini engeller.
Makineli üretim, teknik bir işbölümünü de sağlayarak, işçilerin büyük kesimini, sıradan farika işçilerine ve tekdüze çalışmanın unsurlarına dönüştürürken; asıl görevleri makinaların bakımı, onarımı, kurulması, çalışma sistemindeki aksaklıklara müdahale etmek olan ve aralarında bilimsel eğitim görmüş mühendis, tekniker, makinist, marangoz gibi görevlilerin olduğu ve işçilerden ayrışmış ve onlara eklenmiş bir teknik elemanlar kesiminin (‘üst tabaka’) oluşmasına yol açar. Ancak, geniş proleter yığınların vasıfsızlaştırılmalarına bağlı olarak kalifiye emeğin ayrıcalıklarının artması ve vasıflı emek sahibi olanların giderek daralması da tarihsel bir eğilimdir.
Bu türden bir ayrışma, tekelci aşamada, sermaye ve üretimin muazzam yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle artmakla birlikte, kalifiye ve vasıfsız -Tanilli’nin deyişiyle “iğreti”- işçi sayısındaki değişme, sınıfın devrimci konumu ve rolü bakımından esasa ilişkin bir değişime yol açmaz, açmamıştır. Tanilli, “mübadele değerlerinin yaratılışında temel bir rol oynayan emek kesimleriyle; üretim eyleminde kenarda kalmış ama iğreti koşullar yüzünden sermayeye ve onun sosyalizasyondan soyutlayan biçimlerine potansiyel olarak direnip karşı koyan kesimler” gibi iki ayrı kesimin varlığından söz ederek; üretim sürecinde değişim değeri yaratan emek-gücüyle onun yaratılmasının çeşitli süreçlerinde yararlı faaliyet yürüten kesimler arasındaki ilişkiyi, işçi sınıfının konum ve rolüyle ilgili bir olumsuzlama unsuru olarak değerlendiriyor; parçalanmışlık durumunu, Marx’ın proletaryanın devrimci rolüne vurgu ve saptamasına karşı kullanıyor.
Tanilli’nin iddiasına yeniden dönelim. Tanilli, “bilişim ve iletişim devrimi”nin başlıca, işçi sınıfının saflarında dağınıklık ve istikrarsızlık yaratarak, onu kararsız sınıf konumuna sürüklediğini, böylece onun eski işlevini aşındırdığını; ikinci olarak, onun sınıf niteliğiyle ilişkili özelliklerin “tüm topluma yayılmasına yol açtığı”nı iddia etmektedir. Gelişmelere dikkat çeken Tanilli, tüm ücretli çalışanların, işçilerin sahip oldukları “örgütleniş ve işbirliği ilişkileri” türünden özelliklere sahip ve öyleyse devrimin temel gücü konumuna “yükseldikleri” iddiasını, işçinin ve “işçileşen” diğer emekçilerin üretim araçlarıyla; sermaye ile ilişkilerinin niteliğini göz ardı ederek, ancak ücretli emekçi olma ve “kapitalist sınıfa karşı mücadele”ye katılmalarına dayandırmaktadır. İşçi sınıfına ait “örgütleniş ve işbirliği ilişkileri”nin “yeni içerikler kazanarak bütün topluma yayılmakta olduğu” iddiasını, yeni bir tür işçi tanımı üzerinden; emeği gelirle değişilen emekçi ile emeği sermaye ile değişilen ve artı-değer yaratan emekçiler arasındaki “ayrım”ı da “silme” pahasına ileri sürmektedir. Kapitalist sınıfla ücret ilişkisi içindeki herkesi, ayrım gözetmeden “işçi” kategorisi içine almakta, proletaryanın sınıf niteliğiyle ilgili unsurları “tüm topluma” genişleterek, onun devrimci sınıf özelliğini ve rolünü bulanıklaştırıp emekçilerin kapitalizm koşullarındaki genel konumuna indirgemekte; işçinin emek-gücü olarak sermaye ile ilişkilerinin niteliğini göz ardı etmektedir. Bütün bu reformist-liberal vaazların proletaryanın mücadelesine zarar verdiği açıktır. Burjuva liberalleri ve sözde sosyalist gerçekte reformist burjuva, küçük burjuva aydınlarının iddialarının aksine, “hizmet sektörü”nde çalışan yönetici memur, müdür, şef, menajer vb. ile, ana sanayi dallarında çalışan işçiler ve “hizmet sektörü”ndeki teknisyen, temizlikçi, ray döşeyicisi (düpedüz işçidir), bulaşıkçı vb.’nin üretime katılma biçimi; bunun belirlediği mücadelede yer alış biçimi ve bunun nihai hedef için anlamıyla ilgili farklılık ortadan kalkmış değildir. Kamu emekçileri, öğretmen ve sağlıkçılar, işçilerle birlikte üretim alanında çalışan teknik elemanlar vb.nin, emek harcamalarına, değişik biçimde sömürülmelerine ve baskı görmelerine karşın, üretim araçları karşısındaki konumları ve toplumsal rolleri, işçilerinkiyle bire bir aynı değildir. Tümü de ücretli emekçi olan bu kesimlerin işçi sayılıp sayılmayacaklarının en genel ölçütü, artı-değer üretip üretmedikleri ve sermaye ile ne türden ilişkiye girdikleridir. Kuşkusuz işçi sınıfı, üretken emekçilerle, yalnızca üretken sektörde çalışanlarla sınırlanamaz; dolaşım ve ticaret alanında, doğrudan doğruya artı-değer üretmeyen, ancak kapitalistle ücretli emekçi ilişkisine sahip olan ticari vb. işçi de bulunmaktadır. Ancak kamu emekçilerinin, eğitimci ve sağlıkçıların kitlesel olarak işçi kategorisi içinde değerlendirilmeleri olanaklı değildir. Aynı nedenle, sosyalizm, öncelikle ve esas olarak proletaryanın sorunudur. Üretim, toplumsal varoluşun temel eylemi ve proletarya onun başlıca öğesi olduğundan, o, üretimin toplumsal karakterine uygun olarak üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyet biçimine son verip onların kolektif toplumsal mülkiyete dönüştürülmelerini sağlamayı başarabilecektir. Diğer emekçi ve ezilen kesimlerin onunla birlikte burjuvaziye karşı mücadeleye atılmalarının önünde herhangi bir engel yoktur, ama bu kesimlerin “işin merkezine geçtikleri” iddiaları, temelsiz ve dayanaksız olmaya devam etmektedir. Bize Seattle, Genova, Porto Allegre gösteri ve protestolarını örnek gösterenlerin, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Yunanistan, Türkiye, Venezüella, Arjantin vb. ülkelerdeki işçi eylemlerinden; milyonlarca fabrika işçisinin üretimi durdurması ve sokaklara çıkmasından söz etmeye yanaşmamaları; ısrarla bunları görmezden gelerek, deyim yerindeyse “gezginci gruplar”ın eylemini “kurtuluş projesiyle ilişkilendirmeye çalışmaları, proletarya ve onun tarihsel eylemine karşı bir tutumu ifade etmektedir. Böylelerinin “sosyalizm” ve “toplumsal kurtuluş” üzerine sözleri bu nedenle önem taşımamaktadır.
Şimdi bir an durup Tanilli ve diğerlerine soralım; proleter olarak tanımlanacak, “iğreti” hale gelenlerini de kapsamak üzere, sanayi işçilerinden “daha önde gelen” ve ondan önce adı anılması gereken bir kesim var mıdır? Örneğin, bir özel dershanede çalışan öğretmen, bir hemşire ya da “çevreci”, “feminist”, “insan hakkı savunucusu”, “en az işçi kadar” toplumsal bir role mi sahiptir?
Proletaryayı, fabrika işçileri, ya da ‘ağır sanayi işçileri’yle sınırlamanın yanlışlığından söz ederken, fabrika koşullarının, işçi sınıfının mücadelesi bakımından taşıdığı önemin; fabrika işçilerinin, sınıfın mücadelesinden öncü konumunun reddi mi gerekiyor? Tersine, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde, fabrika koşullarında örgütlenmiş, disipline edilmiş ve birlikte mücadele deneyimi edinmiş sanayi işçilerinin varlığı ve bu mücadelenin başında yürümeleri, kapitalizme karşı mücadelenin başarısı için en önemli koşullardan biridir. Büyük ölçekli üretimin -ve elbette fabrika işçisinin-, küçük ölçekli üretim karşısındaki üstünlüğü görmezden gelinemez ve hafifsenemez.
Üretim araçları mülkiyetine sahip olmayan ve geçimi ve yaşamını, işgücünü, kapitaliste belli bir asgari karşılığı satarak sürdüren proletaryayı, kapitalizmin ürünü tüm diğer sınıflardan ayıran temel özellik, üretim araçları mülkiyetine sahip olmaması ve emek-gücünü kapitaliste kiralayarak yaşamını sürdürebilmesi; gereksinim duyduğu geçim araçlarını ancak böylelikle temin edebilmesidir. İşçi, esas olarak artı-değer üreten kimsedir ve açıktır ki, en başta ve dolaysız olarak maddi meta üretimini gerçekleştirenler olarak sanayi işçileri, artı-değer üreten emekçilerin başında yer alırlar. Kuşkusuz, artı-değer üretimi yalnızca sanayi işçileri tarafından gerçekleştirilmemektedir. Böyle bir düşünce işçi sınıfını, sanayi işçileri düzeyine düşürür. Ancak, toptancı bir anlayışla, çalışanların sermaye ile ilişkilerinin niteliğini dikkate almadan; ulaşım, eğitim, sağlık ve iletişim emekçilerinin tümünü proletaryaya dâhil eden anlayışlar da, işçi sınıfının sınıf özellikleri ve sınıfın tarihsel eyleminin maddi dayanaklarını oluşturan üretim araçlarıyla ilişkilerinin niteliği hakkındaki bilimsel devrimci görüşü bulanıklaştırma gibi tehlikeli bir işlev görür. Hizmet işkolunun toptancı anlayışla, “bir tek kategori” içinde değerlendirilmesi ve bu sektörde istihdam edilen herkesin proleter sayılması ise, sorunu “içinden çıkılamaz” duruma getirmiştir. Üretim sektörüyle, hizmet sektörü arasında hiçbir ayrım gözetilmeden, “sermayedara meta üretiminde bulunmak için işgüçlerini satanlar”ın tümü, tüm “ücretli çalışanlar”, işçi kavramı içine alınıp, eğitim, sağlık ve diğer hizmet sektörlerinde çalışanların da “proleter olduğu” ileri sürüldüğünde -bunu iddia edenler güya sınıfın gücünün arttığını kanıtlama çabasındadırlar- kapitalist üretim tarzı ve kapitalist üretim ilişkileri koşullarında sınıf uzlaşmazlıklarının merkezinde duran proletarya-burjuvazi çelişkisi bir tür “yumuşama”ya çekilmiş olunur. Kapitalizmin; proletaryayı yaratarak, yok oluşunun maddi güçlerini biriktirip örgütlemesi ve yıkılışının koşullarını olgunlaştırması, varlığını sürdürmeye yönelik değişikliklere gitmesini -teknik temelinde-, yeni üretim teknikleri ve araçlarını geliştirmesini ve içine düştüğü krizleri atlatabilecek unsurları oluşturması olanağını ortadan kaldırmamakta; bu yönüyle de kaderini proletaryanın eylemine bağlı hale getirmektedir.
“Üretken ve üretken olmayan emek”, kalifiye ve “iğreti” işgücü arasındaki sınırların altüst olduğu iddiasıyla ortaya çıkan Tanilli, Marx’ın işaret ettiği durum ve gelişme doğrultusundan “esaslı” bir farklılıkla; işçi sınıfının “vaktiyle sahip olduğu” sınıfsal devrimci özelliklerin “tüm topluma yayıldığı” iddiasını kanıtlama yerine, önceden başka liberal ve reformist eleştirmenler tarafından dile getirilmiş vaazları yinelemekte, bir tür ‘ezbere konuşmakta’, sorunların üzerinden “geçip gitmekte”dir.

OLGULARA TERSTEN BAKMAK, TARİHİ TERSTEN OKUMAK
Tanilli, yapabildiğince, Marx’ın görüşlerini çarpıtmakta ve “olgular”a tersten bakmaktadır. Saptırdığı sorunlardan biri, proletaryanın tarihsel rolünün, proleterleşme süreciyle ilişkili bir sorun olmaktan çıkarılarak “çoğunlukta bir sınıf” haline gelmeye dönüştürülmesidir.
Tanilli, Marx’ın, proletarya devrimiyle ilgili öngörülerinin doğrulanmadığını iddia ederek; Marx’ta bir koşul olarak öne sürülmeyen, ancak iktisadi-toplumsal hareketin yasalarının gelişme yönüne ve bunun kaçınılmaz kıldığı proleterleşme olgusuna işaret etmek üzere dikkat çekilen “çoğalan” proleterleşme düşüncesini saptırıyor ve proletaryanın “çoğunlukta bir sınıf” haline gelerek devrimi gerçekleştireceği biçiminde bir “formülasyon”a dönüştürüp, bunun parçalanma sonucu gerçekleşmediğini, “gelecekte de” gerçekleşemez göründüğünü ileri sürüyor.
Tarihin kanıtladığı şudur: Büyük sanayinin gelişmesiyle, “burjuvazinin üretim yaptığı ve ürünü sahiplendiği kendi temeli”nin “ayağının altından çekilmesi”nin koşulları olgunlaşmıştır. O, kendi mezar kazıcısını artan biçimde üretmiş ve böylece, kendi yıkılmasının koşullarını olgunlaştırarak proletaryanın zaferini de “aynı oranda kaçınılmaz” kılmıştır. Sanayi gelişimin ve işbölümünün genişleyerek yeni sektörlerin ortaya çıkmasını, proletaryanın saflarında dağınıklık yaratması gerekçesiyle, işçi sınıfının eski konumunun zayıflamasına yoran Tanilli; Engels’in, Manifesto’nun 1890 tarihli Almanca Baskısının önsözünde dile getirdiği şu sözleri, kuşku yok biliyordur. Engels orada, ”’Manifesto’da konan esasların nihai zaferi için Marx yalnız işçi sınıfının, birleşik eylemden ve tartışmalardan zorunlu olarak ortaya çıkması gereken entelektüel gelişimine güveniyordu. Sermayeye karşı mücadelenin yarattığı olaylar ve değişkenlikler olsun, başarılardan çok yaşanan yenilgiler olsun, bu mücadeleyi verenleri, bugüne kadarki gibi tüm dünyanın derdine merhem bulmaya yeterli olmadıklarını açıkça fark etmekten ve işçilerin kurtuluşunun gerçek koşullarını temellice görmek için zihinlerini daha açık tutmaktan alıkoyamazdı” demektedir. Bu sözleri Tanilli’nin “hani iradi yan”, “her şey kendiliğinden mi olacak?” sorusuna cevap olarak da sayabiliriz.
“Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz” diye, dikkat çeken Manifesto’nun yazarları, burjuvazinin “dünya pazarını sömürmek yoluyla” “ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdiğini”; “eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine, “ulusların her yöndeki hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı”nın geçmekte olduğunu; “tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazinin “en barbar ulusları da uygarlığa çektiğini belirtirlerken; daha o zamandan, bugün kimilerinin “küreselleşme şarkıları” üzerinden inkârcı olduğu denli liberal ve reformist görüşlere gerekçe edindikleri bir gelişmeye işaret etmişlerdi. Tarih onların haklılığını kanıtlayan gerçek bir “deney” oldu. Elbette bu gelişme, diğer yandan, makinalaşmanın ve uluslararasılaşmanın gelişmesi sonucu, proleterlerin yaptığı işin “her çeşit özel karakterini ve dolayısıyla her çeşit çekiciliğini yitirmesine de yol açmış; neredeyse her işin herkes tarafından, makina sayesinde ya da onunla birlikte yapılabilir duruma gelmesini sağlamıştır. “Makinalaşmanın artan hızla gelişmesi ve sürekli daha iyileşmesi, işçilerin bütün yaşamsal konumlarını güvensizleştir”mesine karşın; proletaryanın ülkeler bazında ve uluslararası alanda çoğalmasını ve “kitleler halinde yoğunlaşmasını” engelleyememiş, aksine bu eğilimi güçlendirici bir işlev görmüştür. Bugün yaşanan işsizleştirme ve fabrika bölümlerinin ayrılması üzerinden işçilerin birliği ve birlikte eylemlerinin engellenmesi tutumu, genel olarak işçi sınıfının kapitalizmle birlikte gelişmesi ve artan biçimde birleşmesinin koşullarının olgunlaşması gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Tanilli’nin iddialarının aksine, proletarya “büyük sanayinin kendi ürünü olması” nedeniyle, diğer sınıflardan farklı olarak, “çöküp gitme”yen tek sınıf durumundadır.
Marksist teoride, kapitalist üretim sisteminde proletaryanın üretici eylemiyle tüm toplumsal yaşamın esas ve aktif öğesi olmasına, sermayenin genişleyen yeniden üretimi sürecinde çözülen toplumun ana kitlesinin proleterleşmeye yol almasının kaçınılmazlığına yapılan vurguya “başvuran” Tanilli, “çoğunluğunu oluşturma”yı bir devrim koşuluna dönüştürüyor ve “bakın gerçekleşmedi” diye, “buluşunu” açıklıyor! Sorunun bu tür çarpıtılması bir yana; başlıca kapitalist ülkelerde klasik sanayi dallarında çalışan işçi sayısında -makinalaşma ve teknolojik buluşların üretime daha fazla sokulması sonucu- ‘görülen azalma’, proletaryanın tekelci kapitalizmde ve özellikle “küreselleşme” vurgusuyla tanımlanan koşullarda, tek tek ülke ekonomilerinin, kapitalist dünya ekonomisinin bütünleyici parçalarına dönüşmelerine bağlı olarak, kapitalizmin asıl ölçeği haline gelen uluslararası ölçekte artmaya devam ettiği gerçeğini değiştirmemiştir.
Sermayenin genişleyen yeniden üretim süreçlerinin, bilimsel teknik alandaki gelişmelerle birlikte işçi sınıfının bileşimi ve niteliğinde değişime yol açtığını; sanayi proletaryasının üretimdeki ve toplumdaki belirleyici rolünde aşınmaya ve temel özellikte değişime neden olup, onun fabrika temelini önemsizleştirdiğini; “onun gibi sömürülen” başka toplumsal kesimlerin, dahası Tanilli’nin deyişiyle “bütün bir toplumun rolünü önemli hale getirdiğini; öyleyse proletaryanın sanayi toplumunda üstlendiği devrimci rolün bundan böyle “çokluk” (Negri), “çalışanlar” (Euro-komünistler, ÖDP vb.) tarafından yerine getirileceğini ileri sürenler de öteden beri azalmamış ama “çoğalmıştır”. Bu tür görüşler kapitalizmin iki ana sınıfı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve bunun üzerinden gelişecek sosyalizm mücadelesini bozuşturmaya hizmet etmektedir. Fabrikanın ve sanayi proletaryasının işlevinin hizmet sektörünün gelişimi ve yeni sanayi ve hizmet dallarının ortaya çıkmasıyla aşındığını ileri sürmek; nesnel koşulların ve gelişmelerin çelişkileri keskinleştirici, sömürülen sınıfın konumunu güçlendirici özelliklerini görmezden gelmek ya da bu gelişmeleri burjuvazinin konumunu güçlendirici biçimde değerlendirmek demektir. Oysa yeni sanayi dallarının kurulmasıyla sanayi işçilerinin sayılarının artmasının yanı sıra sağlık, eğitim, turizm, ulaşım ve iletişim vb. alanlarda çalışanların artması; hizmet sektörünün genişleyerek gelişmesi, fabrikaların ve büyük sanayi komplekslerinin daha ucuz işgücü ve ucuza mal etme amacıyla parçalanarak başka alanlara taşınması ya da küçük bölümlere ayrılması; bütün bunlar ne proletaryanın üretme faaliyetinin özünü; ne de onun üretim araçları karşısındaki toplumsal konumu ve bunun getirdiği devrimci rol üzerinde temel özellikte değiştirici; özellikle de bu rolü ortadan kaldırıcı bir etkide bulunmamışlardır. Aksine, proletaryanın safları yeni katılımlarla genişleyip güçlenirken, üretimin ana dallarında kapitalizmin “ruhu”nu elinde tutan işçilerin, nüfusun tüm diğer emekçi kesimlerini etrafında toplayıp burjuvaziye karşı seferber etmesi için koşullar daha da olgunlaşmıştır. Proletaryanın kapitalizmin ürünü olması, yeni sektörlerin, yeni sanayi ve üretim dallarının ortaya çıkmasıyla “üretilme”ye devam etmesini getirmekte, bu da -parçalanmışlık bir olumsuzluk etkeni olsa bile-, onun konumunu zayıflatıcı değil, güçlendirici bir rol oynamaktadır. İşçi sınıfının “en devrimci çekirdeğini oluşturan sanayi işçilerinin -konjöktürel durumlar, örneğin son yirmi yıllık süreçte giderek hızlanan özelleştirme türü operasyonlarla gerçekleştirilen işsizleştirme ve hızlı sirkülasyon bir yana bırakıldığında-, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına; makinenin teknik yenilenmesi ve otomasyona bağlı olarak, şu ya da bu işletmede fiili çalışanlar olarak azalsa bile, genel olarak uluslararası alanda ve mutlak biçimde artıp-güçlendiğinin en belirgin kanıtı, başlıca demir-çelik, otomotiv, kimya ve elektronik tekellerinin her birinin yüz binlerce işçiyi istihdam etmesidir. Gerek ana sanayi dallarında, gerekse yan sektörlerde çalışanlarıyla, büyük işsizler kitlesiyle ve hizmet sektöründeki kesimleriyle birlikte proletarya artışını sürdürmüş, toplumun sınıf olarak en güçlü ve büyük kesimini oluşturur duruma gelmiştir. 2.5 milyar işçinin varlığı; proletaryanın “azalma” iddialarını yalanlar biçimde artışını sürdürdüğünü, yüzyılın başında yüz yirmi milyonluk bir kitle iken, bugün milyarlarla ifade edilecek düzeye geldiğini göstermektedir. Bu somut durum ve gelişme doğrultusu, sözleri tahrif edilmesine karşın Marx’ın söyledikleri, bu somut durum ve gelişme doğrultusuna işaret eden olgular tarafından da doğrulanmıştır.
Tanilli, Marx ve Engels’in eserleri üzerine saptırıcı görüşlerini “olgulara dayanarak” kanıtlama çabasındadır. Ancak, -yukarıda da belirtildi- sorunun özüne inmemekte ısrarlıdır. Örneğin Tanilli, Fransa’yı örnek göstererek, 30’lu-50’li yılların başlarına kadar “ücretli sınıfa egemen olan”ın “sayı olarak da ideolojik olarak da işçi kesimi” olduğunu; sonraki yıllarda ise “tersine, yeni bir ücretli tipinin hızla çoğalması”ndan söz ederek şöyle demektedir: “Çeşitli hizmetlerin, özellikle eğitim, araştırma, sağlık ve iletişim kesiminde çalışanların, bu arada banka ve ticaret hizmetlilerinin oluşturduğu” yeni “tür ücretli” ortaya çıkmıştır. “Zaten, 68 olayları da, bu yeni birikimlerin birinde, bir bilgi ve bilişim ocağında, Üniversite’de patlak vermişti.” (104)
Bu “yeni tür ücretlinin ortaya nasıl çıktığını Marx, yukarıda görüleceği üzere, yeterince açıklıkta ve detaylı olarak göstermişti; yani bu hiç de yeni bir durum değildir. Buna karşın, bu özel vurgu ve “belirleme”den ne anlaşılmalıdır? Tanilli, bir biçimde, onu da söyler! “Yani neydi olan?” diye sorarak devam eder. “Kendi içinde alabildiğine farklılaşmış bir ‘ücretli sınıfı’ (salariat) doğmuştu; bildiğimiz anlamda işçi sınıfının egemenliğinden de söz edilemezdi. Sonra, ücretli emekçiliğin nitelikleri toplumun bütününe yayılmıştı. Son olarak, özellikle bilgiye kavuşma ve eğitime girişte, statülerde ve sosyal durumlarda derin bir farklılaşma ortaya çıkmıştı. Çeşitli hizmetlere yayılmış bir ücretlilerin, özellikle de diplomalı ücretlilerin bu ayrışıklığı, bu benzeşmez öğelerden oluşmuşluğu, onun, proletarya tipiyle, XIX. yüzyılda işçi sınıfında somutlaşmış biçimiyle, kitlesel bir özdeşlik kurmasına engel olacaktır.
Böylece, XIX. yüzyıl boyunca gelişmiş ve XX. yüzyılda da sol parti ve sendikalara damgasını vurmuş bir ‘rollerde bölüşüm tipi’ni, bugünkü duruma alıp nakletmek pek gerçekçi olmasa gerek. Öyle olunca, içinde bulunduğumuz ekonomik bunalımın derinliği, sendikacılığın, geleneksel sınırlarının dışına çıkmasını istiyor; özelikle toplumlarımızın beklediği temel değişiklikler, -teknik kadrolar da dâhil- ücretli kitleler ile bir ‘teknokratik seçkinler’ arasındaki kopukluk üstüne inşa edilemez. Hatırlatmalı da: Alabildiğine güçlü olan bu teknokratik seçkinler, kendilerini her şeye yetkili görürken, ekonomik ve siyasal yönetime ilişkin her türlü tartışmaya da kapalılar. Buradan kalkarak, insanların, kendi emek ve yaşamları üstüne doğrudan müdahale etmeleri söz konusudur; sendikaları ve siyasi partileri, yapılarında olduğu kadar görüşlerinde de, gerçekten sarsacak olan budur.” (105–106)
Tanilli, “Marx’ı özgürce yorumlama” adına, Marx’ın eserini yüzeyselleştirmekte, bu “özgürce yorumlama”yı, “geleneksel yolları yürümeme”, “akıp giden gerçekliğe uyarak hep yeni yorumlara” gitme çabası olarak göstermektedir. Kırk yıldan beridir Avrupalı sosyal reformist ve liberal burjuva yazarlarının yineleyip durdukları, “Marksizm’in özgürce yorumuna set çekilen Stalin dönemi”ni ‘yerden yere vuran’ Tanilli, şöyle yazıyor: “Lenin döneminin sonlarına doğru sarsılmaya başlayan” demokratik merkeziyetçilik “sistemi”, “Stalin iktidarında (1929–1953) rayından saptırılarak ‘bürokratik merkezcilik’e dönüştürülür; giderek parti ve devlet birleşir, parti yönetimi de halktan kopar. Bu olurken, Marksizm de ‘resmi’leşir, giderek klişeleşir, fetişleşir, yaratılıcılığını kaybeder. Hemen bütün Marksist rejimler, bu dramı yaşamışlardır. Marksizm’in yaratıcılığı ise, o rejimlerin dışında Batı’da sürer; orada bile, çoğu kez komünist partilerin dışında yorumlama özgürlüğünden yararlanır.” (66)
“Bütün bu gelişmeler içinde Marksizm de -deyim yerindeyse- ‘tarihsel bir yenilgi’ye uğradı. Ama bu, ilk kez 1980’li yılların sonunda ve Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla olmuş değil. Daha önceye, Doğu’da Stalinci Marksizm-Leninizm’in kuruluşuna, Batı’da da 30’lu yıllardan başlayarak üniversite çevrelerinde sığışıp kalmaya ve kimi komünist partilerin söyleminde -genel formüller halinde- donup dogmatikleşmeye kadar gider çözülmenin başlangıcı. Bir bakıma kuramın hareketten kopuşudur bu! Marksizm! gözden geçirmek, en başta işte bu küf ve yosunlardan temizlemek anlamına gelir.” (82)
Stalin dönemine ilişkin sözde Marksist eleştirilerle (saldırılar) bunlara yönelik cevaplar ciltleri dolduracak kadar çok olduğundan bu konu burada yeniden ele alınmayacak. Marksizm’in yaratıcılığını “özgür yorumunda” arama ve onu “Batı”da ve “komünist partilerin dışında”ki kesimlerde bulmaya çalışma ise, kişiyi ancak Marksizm dışı görüşlere ulaştırır. Böyledir çünkü “Marksizm’in özgür yorumu” adına, Batıda ve belli bir gecikmeyle Doğu’da, Marksizm’in temel tezlerinin; en başta da proletarya devrimine ve sosyalizmin kuruluşuna ilişkin olanlarının tahrifatına girişilmiş, devrimci özü boşaltılarak reformist bir teorik yığıntıya dönüştürülmek istenmiştir. Browderciler ve Euro-komünistler de dâhil olmak üzere, “Batı”lı reformist teorisyenler Marksizm’i “özgür yorumlama” adına burjuvazi için kabul edilir reformist sosyal teoriye dönüştürmüşler; bunu Marksizm olarak “satma”ya çalışmışlardır. Prof. Tanilli de, “Marksist miras”tan söz eden Fransız felsefeci ve iktisatçılarına atıfta bulunmakta, felsefeci Jacques Derrida’nın sözleriyle “güzel de, neyi alacağız o mirastan?” diye sorarak, güya özgür bir yorum getirmekte ve “mirasçı olmak seçmek demektir” sözüyle de buna sözde felsefi bir açıklık getirmektedir! “Komünist partilerin dışında yorumlama özgürlüğü”nü, Marksizm’e karşı küçük burjuva, burjuva ideologları tepe tepe kullanmışlar; sermayenin olanaklarından yararlanarak ve burjuvazi yararına yorumlar getirerek işçi hareketini sermayeye karşı mücadele silahlarından yoksun kılmaya çalışmışlardır. Gerçek işçi partileri dışında Marksist teorinin geliştirilmesine hizmet eden çalışmalar yapmak ise, sadece bir iddia olarak kalmıştır.
El atmadık konu ve alan “bırakmayan” Tanilli, “son olarak, yaşadığımız yıllarda patlak vermiş bilişim ve iletişim devrimiyle siyasal devrim arasındaki ilişkiye de değinmeli” diyerek şöyle devam etmektedir. “… Lenin, sosyalizme geçişi, fabrika disiplini ve maşinizmden doğan düzenle bir tutuyordu; daha da açık olarak, siyasal devrimi, birbirine zıt ikiyüzlü bir süreç olarak anlıyordu: Bir yandan, merkeziyetçi ve devletleştirilmiş otoriter bir sistem söz konusu idi ve orada şefe itaat, sosyalist akliliğin yolunda gitmesi için tek güvence idi; öte yandan, kitleler, tartışmalar, özgür siyasal söylem söz konusu idi. Ne var ki, bir örgüt (tek parti) ve bir makina (hükümet) bir başka şeyin yerine geçer: Marx’ın Paris Komünü’nde dile getirdiği ‘özyönetimci’ vasiyetin, Lenin açısından devletçi okunuşu idi bu.” (109)
Maşinizm ile ilgili olarak: Makinalar sisteminin emek üretkenliğini artıracak biçimde teknik örgütlenmesi ve yenilenen bir teknik ilerlemeyle sanayi ve tarımsal alanda gitgide mükemmelleşecek biçimde düzenlenen üretim örgütlenmesi olarak tanımlayabileceğimiz maşinizmi Tanilli, üretim ilişkileri ve sınıf egemenliğinin niteliği sorunundan soyutlayarak kullanmaktadır. Böylece Lenin tarafından sosyalist altyapı inşasının sağlamlaştırılması ilintisi içinde sözü edilen ve insanın kurtuluşunun aracı olarak kullanılması; bunun olanaklarını genişletmesi, emek-gücü kullanım süresinin azaltılmasına hizmet etmesi hedeflenen maşinizm ile kapitalist emperyalizm koşullarında, emek-gücünün ve genel olarak insanın daha fazla sömürülmesinin aracı kapitalist maşinizm ve otomasyonu aynileştirerek, Lenin’in maşinizmden söz ediş amacını bulanıklaştırıp çarpıtıyor. Tanilli, “bilişim ve iletişim devriminin günümüzde “merkeziyetçilikten arınmış şebekeler halinde bir sistemi” mümkün kıldığını, bunun da “Sanayi Devrimi’ne damgasını vuran şeyin, yani fabrikalarda ve dev kentlerde merkezileştirilmiş ve bürokratikleştirilmiş dev örgütlenişlerin bütünüyle zıddı” bir gereksinmeyi doğurduğunu söylüyor. Bu görüşler, ortalama bir okur için hiç de yabancı sayılmaz. Diğerleri bir yana, dergimizin çeşitli sayılarında, irdelenip eleştirilen “bilişim ve iletişim devrimi” gerekçesine dayandırılan sosyal değişim ve onun “zorunlu kıldığı” söylenen “yenilenmiş görüşler”, ya da “Marksizm’in klasik tez ve kavramlarının günümüzü açıklamada yetersiz kaldığı” üzerine reformist, yarı Troçkist görüşler oldukları; dahası, Tanilli’nin de esinlendiği Fernando Claudin’den Antonio Negri’ye kadar “Marksist teorisyenler”in görüşleriyle çakıştığını Ö. Dünyası okurları bilebilecek durumdadırlar. Prof. Tanilli “öze ilişkin” yeni hiçbir fikir ortaya koymadığı gibi, söylenmişleri, daha da darlaştırıp yüzeyselleştirilen bir “Marksizm-Leninizm eleştirisi” zemininde yinelemekten ibaret bir “yeni düşünceler” getirmektedir.
Örnek olmalı, şunların hiçbir yeniliği yoktur: “Bunun gibi, bilişim ve iletişim devriminin yeni olanakları, bir aydın öncüler grubunun başını çektiği -şiddete dayanan- bir siyasal devrim anlayışını da yeniden tartışılır duruma getirmiştir; ‘Kışlık Saray’ın zaptı’, ne denli saygı duyarsak duyalım, sadece bir tarihsel anıdır şimdi. İletişim devrimi, yeni tartışma ve fikir alışverişi kültürü gibi, yalnız Sovyet modeli değil Blanquist modele dayalı devrimlerin yapısıyla da zıtlaşıyor: ‘Bir Önce ve Bir Sonra'(Cennete kavuşma) fikri, bir kopuş düşüncesi yerine, fikirlerin -git gide ilerleyen bir süreç içinde- demokratik fethi, çok daha gerçekçi görünüyor artık; düşüncelerin karşılaşması ise, birbirine zıt iki kamptaki karşılaşmayı, bir tür savaş durumunu giderip yok edebilir. Bu anlamda, Habermas’ın ‘tartışmanın kamusal mekânı’ diye adlandırdığı ütopya, demokrasinin ve barışçı yoldan bir devrimci değişimin modern biçimine dönüşebilir pekâlâ.” (111)
İşte, tüm düşüncelerinin ‘ana fikri’ni söylemiş oldu Prof. Tanilli. Ama bütün bunları, on yıllar öncesinden beri, revizyonist Sovyet bürokratlarıyla Batı Avrupa’nın eski “Komünist Partileri”nin (Euro-komünistlerin) liberal reformist şefleri gündeme getirip, yaygınlaştırmak için, -sermayenin olanaklarını da kullanarak- mümkün her şeyi yaptılar. Haydar Kutlu/Nabi Yağcı, eski Dev-Yol şefleriyle ÖDP yöneticilerinin de aralarında bulunduğu düzinelerce “devrimci ve Marksist politikacı” ve “örgüt yöneticisi”, “şiddete dayanmayan barışçıl dönüşüm” ve “barışçıl geçiş” üzerine liberal vaazları, bir araba yükü kâğıdı da kirleterek, tekrarlayıp durdular. Bu fikirlerin ortak özelliğini, proletarya ve ezilenlerin kurtuluş devrimi için devrimci kalkışmasını “tarihe gömmek” oluşturuyordu. Sermayenin sözcüleri de “bilişim ve iletişim devriminin sınıf mücadelesini ve devrimleri olanaksız ve gereksiz duruma düşürüp, “izmlerin sonunu getirdiğini” söylemiyorlar mıydı?
Burada bir parantez açıp belirtelim ki, Doğu Avrupa’daki “komünist rejimlerin sona erişini, “yeni tipte bir sosyalist tasarının, bütünüyle yeni temeller üzerinde ele alınması imkânını yarattığı iddiasıyla olumlayan Tanilli’nin bu görüşünü de onlar öncelemişlerdi. Sovyetler Birliği dışında ve Doğu Avrupa’da “komünistler rejimler” kurulup kurulamadığı tartışmasına burada girişmeyeceğiz. Ancak, eğer herhangi bir yerde kurulup -burjuvazi tarafından- yıkılmışsa, “komünist rejimler”in yıkılışı, proletarya ve emekçiler açısından herhangi bir kazanca değil, maddi ve moral kayba neden olmuştur. Komünizm değil, ama onun, “kapitalist toplumdan çıkıp gelen” ilk (birinci) ya da alt aşaması olarak adlandırılabilecek olan sosyalizmin yıkımının işçi ve halk hareketinin sermayeye karşı mücadelesinde yarattığı büyük ve kapsamlı tahribatı, komünist olmasalar da, Doğu ülkelerinin Batı emperyalizmi karşısındaki konumlarının kapitalist emperyalizmle entegrasyon yönünde değişmesi, uluslararası alanda büyük bedellerle kazanılmış emekçi mevzilerinin dağıtılmasına hizmet etmiştir. Bu ülkelerin işçi sınıfı ve halklarının, bürokratik yeni burjuva devletlerini, kapitalizme karşı mücadeleleriyle yıkarak halkın gerçek devrimci demokrasisini ve sosyalizmi inşa etmeleri zorunluluğuyla, emperyalistlerin ve örnek olsun Yeltsin- Walesa türünden işbirlikçilerin oynadıkları karşı-devrimci ve uğursuz rol; bütünüyle farklı ve birbirleriyle uzlaşmaz özellikte sonuçlar doğuracak bu iki şey, aynılaştırılıyor. Ama Server Tanilli bir ya da birkaç ülkede devrim ve sosyalizmin inşa olanağına ilişkin Leninist tezi ve Lenin’in devrimci partisinin eylemini, Rusya işçi ve emekçilerinin büyük bedeller ödeyerek inşa etmeyi başardıkları “tek ülkede sosyalizmi” “Stalinci tez” ve “olumsuz sonuçları” saydığından olacak, bu yıkımı “yeni tipte bir sosyalist tasarı” için hayırlı saymaktadır. Sosyalizmin maddi koşullarının ve sosyal dayanaklarının olgunlaşması; emek sermaye çelişkisinin keskinleşmesi, proletaryanın toplumun tüm ezilen kesimlerini -taleplerini sahiplenerek- etrafında toplaması; emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin, işleri eski tarz götüremez ve eskisi gibi yönetemez bir krize doğru sürüklenmeleri; emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi vb. bütün bunlar, sosyalizmin maddi koşullarının olgunlaşmasına hizmet etmektedir. Proletaryanın konumu, iddia edilenin aksine, genel olarak daha da güçlenmiştir.
“Bilim adamı” Tanilli, işçi hareketinin, devrimci işçi partilerinin güç kaybetmesi ve sosyalizmin kurulduğu ülkede tasfiye edilmesinden hareketle Marksizm’in “tarihsel bir yenilgiye” uğradığını söylemektedir. Batı’da 30’lu yıllarda komünist partilerin en önemlilerinin işçi sınıfı ve emekçilerin büyük desteğine sahip olmalarını görmezden gelmeye, “üniversite çevrelerinin de etkilenmesini gerekçe gösterir bir “küçümseme”ye, “Marksist olma”ya sonradan “karar verme”nin hak kazandırdığını düşünür gibidir. Marksizm’i “dogmatikleşme”den, “küf ve yosunlardan temizleme” görevini üstlenmiş “kibirden uzak” biri olduğuna inanılmasını bekleyen Tanilli, örnek olsun İtalyan “teorisyen” A. Negri kadar irdeleyici olamıyor. Belgelere baksa, başka hiçbir şeyi değilse bile, -yaşadığı Fransa’da- Komünist partisinin bir dönemler ve Marksizm’e sadık bir ideolojik-politik çizgide kaldığı sürece işçi ve emekçilerin büyük desteğini gördüğünü, milyonlarca emekçinin oyunu alarak parlamentoya milletvekili gönderdiğini, 800-900 bin tirajlı bir gazete çıkardığını görebilirdi oysa. Aynı şeyi Almanya, İtalya ve İspanya için söylemek de mümkündür. Tanilli’nin, kendinden önce de ileri sürülmüş dayanaksız varsayım ve nitelendirmelerine karşın, Marksizm’in kitle desteğinin azalmasının ya da aynı anlama gelmek üzere komünist partilerin güç kaybetmelerinin nedeni, Marksizm’in “dogmatik bir biçimde sahiplenilmesi” değil, kapitalizm ve burjuvazi için giderek artan biçimde kabul görebilir yönde liberal-reformcu bir deformasyona uğratılmasıdır. Bu partiler, işçi sınıfı ve emekçilerin sınıf iktidarı için mücadele hedefinden; kapitalizm ve burjuva iktidarını tasfiye amacından uzaklaştıkları oranda sermaye tarafından kucaklanmışlar, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin desteğini de yitirmişlerdir. Batı ülkelerinin komünist partilerinin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlayarak Marksizm’i “sulandırma”ya yöneldikleri, sınıf mücadelesi ve proletaryanın iktidar hedefli sınıf kavgasından geri bastıkları bilinmektedir.
Tanilli’nin iddiaları yüzeysel varsayımlardan öteye gitmiyor. Onun sınıf kavgaları üzerine sözleri, sınıfların toplumsal rollerine ve konumlarına ilişkin burjuva liberal, küreselleşmeci ve “emperyal” safsataların sınırlarını geçemiyor. Şöyle diyor Tanilli: “Öte yandan, sosyal yaşamın zenginlik ve çeşitliliğinin bilincinde kimseler olarak unutmamalıyız ki, toplumda önemli değişiklikler oldu ve oluyor. Batı’da birçok sosyologun gözlemi odur ki, sınıflar, ne toplumda ne de insanların yaşamında vaktiyle oynadıkları rolü oynamıyorlar. İnsanların kendi sosyal durumlarını, üretime değil tüketime göre tanımladıkları bir gerçek. Emekçiler katında pek yaygın bir ‘sınıf dışında görme’ ve kitlelerde bir ‘atomlaşma’ olgusu açık. Bununla beraber, tüketim üretim olmadan; sınıf dışına çıkma da sınıflar olmadan mümkün değil. Emekle sermaye zıtlığı temel olmayı sürdürüyor; ama yığınla yeni sorun da karşımızda.” (83)
Tanilli devam ediyor: “Öte yandan, sınıf aidiyeti üzerine kurulu işçi partilerinin çöküşünün kaçınılmaz olduğu, çoğu incelemecilerce bugün de savunuluyor. Yeni ‘beyaz yakalılar’ın onlara oylarını esirgeyeceği -yanlış ya da doğru- üstünde durulan konulardan biridir.
Şu da önemli: Az çok türdeş ve bağdaşık işçi topluluk ve mahallelerinin gitgide kaybolması da, yerel dayanışmacı kültürleri zayıflatmıştır; bunlar, sosyal demokratları ve sendikaları desteklemekte pek önemli öğeydiler. İngiltere’de ve Birleşik Devletlerde, 80 ve 90’lı yıllarda Margareth Thatcher ve Ronald Reagan’ın sürdürdükleri saldırı sendikaları pek yıprattı ise de, sendikalar Avrupa politikasında çok daha önemli bir öğe olarak yerlerini koruyorlar. Yaşlı Kıta’da siyasal ve yasal cephede sendikaların desteğiyle kazanılan yığınla zafer gösterilebilir.
Özetle, sosyal demokratların demokrasi için önemi hiçbir zaman göz ardı edilmemeli; herhalde liberal tutucular ya da Hıristiyan demokratlardan çok onlara güvenmeli.” (86)
“Sınıf aidiyeti üstüne kurulu işçi partilerinin çöküşünün kaçınılmaz olduğu” liberal burjuva görüşüne herhangi bir itiraz getirmeyen Tanilli, bu liberal reformist safsatanın “hayli yaygın olması”ndan söz ederken, bu görüşten yana eğilim gösterdiğini de açıklamış oluyor. Tarihin “sınıf mücadeleleri tarihi olması”ndan söz eden yazar, sınıf mücadelelerinin ‘son kerte’de sınıf partileri aracılığıyla sürdürüldüğünü, işçi partilerinin “çöküşü”nün sınıf aidiyetinde ısrarla değil ama bundan vazgeçmeyle ilişkilendirilebileceğini; sınıf partilerinin sınıfın çıkarlarına bağlılık gösterip taleplerinin kararlıca savunulması üzerinden sürdürecekleri iktidar mücadelesinin, halkın tüm diğer ezilen kesimlerinin talep ve çıkarlarının sahiplenilip savunulmasıyla çelişmediği, aksine onu da tutarlıca üstlenerek; polis ve jandarma baskısının her türüne karşı tutarlı mücadeleyle görevini yerine getirebileceğini, yazar ve Profesör Tanilli, görmek ve kabullenmek istemiyor. Tanilli, -daha önce de belirtildi- yeni bir şey söylemiş olmamakla birlikte, onun söylediklerine uygun hareket edildiğinde, bırakalım burjuvazinin siyasal iktidarının yıkılarak işçilerin devrimci sınıf iktidarının kurulmasının başarılması; kapitalizm koşullarında tutarlı bir demokrasi mücadelesinin dahi yürütülmesi olanaksızlaşacaktır. Çünkü baştan aşağı örgütlü siyasal-askeri bir güç olan burjuvaziye karşı; onun baskı ve yasak zincirini kırarak özgürlüklerin kazanılması için dahi olsa, işçi sınıfı sermaye ve gericilikten bağımsız ve ona karşı bir parti olarak örgütlenmek zorundadır. Bu örgütlenmenin ‘sınıf aidiyeti’ üzerine kurulacağı kesindir ve bundan taviz vermek, bütün zenginliklerin ve tüketim nesnelerinin yaratıcısı emek-gücünü kendi adına ve toplumsal kurtuluş hedefi güderek politika yapamaz duruma düşürmek olacaktır. Tanilli ise, olgulara tersten bakmakta, tarihi tersten okumaktadır. Tanilli’nin “çöktüler” dediği Batı komünist partilerinin çöküş nedeni de, sınıf partileri olmaları değil, aksine sınıfın devrimci partileri olmaktan çıkmaları, bunu gerekli görmeleri, Marksizm-Leninizm’in savunulmasını, “güncel gelişmeler ve değişiklikler” gerekçesiyle bir yana bırakarak, sözde nüfusun tüm ezilen kesimlerinin partisi olmaya yönelmeleri olmuştur. Ama onlar, bununla da kalmamışlar, sınıf mücadelesinin ve bunun gerektirdiği görevleri yerine getirecek sınıf partileri olmanın “ömrünü doldurduğu” üzerine reformist-liberal bir vaaz geliştirmişler, burjuva kurumları ve partileriyle uzlaşmacı bir çizgi üzerinden sisteme bağlanmışlar ve -evet doğrudur- çökmüşlerdir! Revizyonist Fransız Komünist Partisi’nin bugünkü durumu en canlı ve somut kanıtı; ancak Tanilli’nin görüşlerine karşı bir kanıtı göstermektedir.
Tanilli’nin “bütünüyle yeni temeller”e ilişkin dikkate alınır herhangi bir şey söyleyebilmesi için, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi çelişkisi başta olmak üzere, kapitalizm ve kapitalist emperyalizmin temel özelliklerinin “değiştiği” ve “yeni” ilişkilerin hâkim hale geldiğini ortaya koyması, doğa ve toplum olaylarını tarihsel materyalizme dayanarak irdeleme gücü göstermesi gerekmiyor mu? Kitabı irdelendiğinde ve eylemiyle söyleminin “bütünlüğü”ne bakıldığında, Tanilli hakkında böyle düşünmek için herhangi bir neden bulunmuyor. Onun bütün yaptığı, bu alanda kendinden önce aynı iddialarla kitap çıkaran yazar ve ders hocalarının izini sürerek “fabrikada yoğunlaşmış el emekçilerinin sayısının azaldığı”, “sözleşmesiz çalışmanın sonucu iğretiliğin çeşitli biçimlerinin arttığı, “orta sınıflara mensup ücretlilerin sayılarının “alabildiğine yaygınlık kazandığı”, genç ve yaşlı işçilerin “temel kapitalist ülkelerde emek piyasasından dışlandığı”, “göçmen el emeği” ve “yapısal işsizliğin yaygınlaştığı iddialarını tekrarlamaktan ibarettir. Yukarıda bunu göstermeye çalıştık.

“KÜÇÜK SAPTIRMALAR”
Prof. Tanilli, işçi sınıfı ve Marksistler için herhangi bir güncelliği ve gerekliliği olmayan bir “tartışma”yı da kitabında gündeme getiriyor. Ona göre; “Marksizm’in bir dünya görüşü ve bütün sorunlarıyla modern dünyanın dile getirilişi olarak, böyle geniş bir tanımlaması kabul edilince, açıktır ki onu, Karl Marx’ın eserine indirgemek mümkün değil; ‘Marx’ın eseri’ ya da ‘Marx’ın felsefesi’ olarak bakamayız ona.” (44)
Peki, nasıl bakılmalı? Tanilli, Marx’ın görüşlerinin “eksik” olduğu ve devrime ilişkin olanları başta olmak üzere, “doğrulanmadığı”; devlet vb. konularda Lucas, Luxemburg gibi “Marksist teorisyenler”in katkılarının gözetilmesi gerektiğini salık veriyor.
Daha kitabının başlarında Tanilli’nin böyle bir vurguya gereksinim duymasının nedeni ilerleyen sayfalarda daha açık olarak ortaya çıkıyor. Marksizm’in bilimsel bir dünya görüşü olması ve toplum yaşamının yasalarının işleyişini hareket noktası alması, kuşku yok onu değişmez dogma olmaktan çıkarır, yaşayan, sürekli yenilenen bir eylem kılavuzu yapar. Marksizm hazinesine Lenin başta olmak üzere, katkıda bulunan teorisyenler de olmuştur. Tanilli’nin Lenin’i değil, Lucas ve Luxemburg’ un adlarını anması da, kuşkusuz tercih edilen ya da yakınlık duyulan görüşlerle ilgilidir. Marksizm, yenilenerek canlılığını korur ve sürdürür, bu yönüyle Marx’ın söyledikleriyle sınırlı kalmaz. Ama salt bu nedenle -Tanilli’yi tenzih ederek söyleyelim- hiçbir Marksist’in aklına onu, “Marx’ın eseri” sayıp saymamak gibi bir “ikilem” gelmez. Marksistler bilirler ki, Marksizm’in kuramı, temeli ve bilimsel yöntemiyle Marx tarafından ve Engels’le birlikte oluşturulmuştur. Sosyalizmin biliminin Marx’ın adıyla anılmasının anlamı buradadır. Marx ve Engels’in eserinin kapitalizmin emperyalist aşamasının tahlilini gerçekleştiren ve kuramın derinleştirilip geliştirilmesine katkılarda bulunan Lenin’in adıyla birlikte anılması, Marksizm’in, kendinden önceki düşünce akımlarının ve toplumsal sistemlere ilişkin açıklanmış felsefi-sosyal fikirlerin irdelenmesi ve kapitalizmin derinlikli tahlili üzerinden geliştirilmesi; bir tarih diyalektiği sistemi olması, geleceğin toplumu üzerine kestirimlerde bulunmasını da olanaklı kılmış ve “gelecek tasarımının bilimsel yöntemini, bu “tasarımı” gerçekleştirecek sosyal ve devrimci özelliklere sahip sınıf olan proletaryanın eline bir silah olarak vermiştir. Marksizm’in ya da Marksizm-Leninizm’in gelişmeler karşısında geride kalmamasının, derinleşip gelişip kendini ileri doğru “aşması”nın dayanağı buradadır. Bütün bunların Marx’a “borçlu olunması”nın nedeni de, kuramı oluşturanın esas olarak o büyük deha olmasıdır. Marksizm, “bilimle felsefeyi kendisinde birleştirir”ken, nesnel gerçeği veri almıştır ve onu her yanıyla irdeleyerek, insana, insanca yaşamı sağlamak için gerekli ve “insanlık tarihinin tek geçerli yorumu”nun anahtarını vermiştir. Bu bakımdan Marksizm’i, “Marx’ın eseri”, “Marx’ın felsefesi”ne indirgemek; böyle bir tartışma ihtiyacı Marksistler için söz konusu olmamıştır ve değildir. Tanilli’nin “yeni düşünceler” arasında böyle bir tartışmaya girişmesi, işçi hareketi “içinden” bir ihtiyaca karşılık düşmemekte; ‘sorumluluğu bulunmayan aydın’ın bir fantazyası olarak kalmaktadır.
“Marx’ın eseri” üzerinden sürdürdüğü “tartışma”da birçok saptırmaya girişen Tanilli, … okuru “duyarlılığa” çağırma adına ve ancak liberal reformist görüşlerine alan açmak üzere “küçük” tahrifatlara da ihtiyaç duymuştur. Bunlardan biri “Engels’in rolü”ne ilişkindir. Şöyle: “Engels’e haksızlığa” karşı çıkarak şöyle demektedir: “Son olarak şunu da unutmamalı ki, Marksizm kelimesiyle bir tür haksızlık da yapılıyor: Daha baştan, Marksizm, tam bir birlikte çalışmadan doğdu ve Marx’ın dehası da onun içinde açılıp serpildi. Friedrich Engels’in katkısı, sessiz geçiştirilemez ve ikinci plana itilemez. Örneğin Marx’ın dikkatini, iktisadi olayların önemine, proletaryanın durumuna çeken, Engels olmuştur.” (45)
Bu konudaki spekülasyonların henüz sağ iken yapıldığını gören Engels’in, o mütevazı ama engin ve çok yanlı bilim adamının, kendi söyledikleri ortadayken, birilerinin onu “Marx’a karşı savunma”yı iş sayması, eski bir deyişle “abesle iştigal”den öte bir anlam taşımaz.
“Sosyalizme ve dolayısıyla tüm emek hareketine ilk kez bilimsel bir temel kazandıran”ın Karl Marx olduğunu Engels’in kendisi belirtir ve Lenin, “Engels, daima -ve bütünüyle alındığında haklı olarak- kendisini Marx’tan sonraya koymuştur” der. “Marx hayattayken, ben ikinci keman oldum” diyen (J. F. Bekker’e 15 Ekim 1884 tarihli mektup) ve bundan hiçbir rahatsızlık duymadığını her tutumuyla ortaya koyan Engels, yüzyılı aşkın bir süre sonra birilerinin, kendisiyle Marx’ı “kıyaslama”ya kalkışacağını nasıl bilecekti. Sınıf bilinçli işçiler, ne Karl Marx’ın adıyla “sosyalizme ve dolayısıyla emek hareketine ilk kez bilimsel bir temel kazandırma” arasındaki bağı unuttular, ne de Marx’ın en önemli eserlerinden Kapital’i, “bu iki insanın, Marx ile Engels’in yapıtı” olarak görmekten kaçındılar. Ama açıktır ki, “Marksizm, Marx’ın görüşlerinin ve öğretilerinin sistemidir.” (Lenin)
Lenin’in deyişiyle, “Marx, kapitalist ekonominin karmaşık olgularını analiz ediyor; Engels, yalın bir dille yazılmış ve çoğu kez bir polemik havası taşıyan yapıtlarında daha genel bilimsel sorunları ele alıyor, geçmişin ve günün farklı olgularını, materyalist tarih anlayışı ile Marx’ın ekonomi teorisinin ışığı altında inceliyordu.” Ama Engels, “yalnız proletaryanın ıstırap çeken bir sınıf olduğunu söylemekle yetinmemiş, gerçekte, proletaryanın bu utanç verici ekonomik koşulunun onu dayanılmaz bir biçimde ileri doğru ittiğini ve nihai kurtuluşu için savaşım vermeye zorladığını da ilk kez söyleyen kimse olmuştur.” (Marx-Engels Anıları, Lenin, sf. 77)
Tanilli enternasyonalizm üzerine de konuşmakta ve enternasyonalizmin “Stalinli yıllarda Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına uyarlandığı” yollu Claudin iddialarını yinelemektedir. Ona göre, “o tür enternasyonalizmler ölmüştür” ve yeni bir enternasyonalizm gelişmektedir. Bu, “devletlerden bağımsız yeni bir enternasyonalizmin tohumları, orada burada görülüyor. Mücadeleci sendikacılar, sosyalistler, Stalincilikten arınmış komünistler, dogmatik olmayan Troçkistler ve sekter olmayan anarşistler, proleter bir enternasyonalizmin geleneğini yenileştirmenin yollarını arıyorlar. Dünyanın bir tek bölgesiyle sınırlı kalsa da, ilginç bir girişim örneği Sao Paulo Forumu’dur; 1990’da kurulmuştur ve Latin Amerika’nın belli başlı sol güçlerinin tartışma ve eylem merkezidir; amacı da yeni liberalizme karşı mücadele ve halkların büyük çoğunluğunun çıkar ve ihtiyaçları ile ilişkili olarak seçenek yollar araştırmaktır.” (147–48)
Tanilli, kendisinden önce yazan yüzlercesi gibi, burjuva liberal ve reformist “cenahtan “Stalincilik” eleştirileri üzerinden Marksistlere ders vermeye kalkışıyor; ancak söyleyip önerdikleri, işçi sınıfı ve emekçileri, kapitalist sömürü sisteminin sınırlarının ötesine taşıyacak mücadele yol yöntem ve araçlarından yoksun bırakmaya hizmet etmekten öteye geçmiyor. Tanilli’nin “doğrularına göre hareket edilirse, proletarya; a) parti olarak örgütlenmeye kalkışmamalı ve tüm ezilip sömürülenlerin “cephe örgütü” gibi; hatta daha da belirsiz bir “çalışanlar topluluğu” olarak hareket etmeli; böylece’ ‘sınıf aidiyeti’ni bir kenara bırakarak ‘kaçınılmaz çöküş’ten kurtulmanın yollarını aramalı ve b) “tek parti yönetimine olanak tanımayan bir tür liberal çoğulculuk sistemini esas almalı, böylece burjuvazinin de serbestçe örgütlenip, “demokratik yoldan” iktidar olabilmesine alan açılmalı; proletaryanın sınıf iktidarı türünden “diktatörlük”ten kaçınılmalıdır! Hem bunları söyleyip, hem de “madem devrim kaçınılmazdır”, politik mücadeleye ne gerek var, diye, “ölü” Marx’a ders vermeye kalkışan da odur.

BURJUVA DEMOKRASİSİNE ÖVGÜ VE MARKSİST DEVLET TEORİSİNİN ÇARPITILMASI
Tanilli, devletin ortaya çıkma gerekirliğini “Egemen sınıfın sömürdüğü sınıfı yok etmesini, böylece kendi egemenlik koşullarını yok etmesini önlemek; ezenlerin kimi aşırılıklarına karşı ezilenleri korumak, bireyler ve gruplar arasındaki uyuşmazlıklarda hakemlik etmek”le izah eder. (61–62)
Devletin toplumun üstünde görünmesinden, bir sınıfın egemenliğini dile getirmesinden söz etmesi, durumu değiştirmez. “Bireyler ve gruplar arasında hakemlik etmek için” var olan bir devleti, hele de bu devlet, “ezilenleri ezenlerin kimi aşırılıklarına karşı korumak” gibi bir işlevi de yerine getiriyorsa, sahiplenecek çok kişi bulunacaktır. Ama diğer sorunlarda olduğu gibi, Marksizm’in genel olarak devlet, özel olarak burjuva devleti üzerine söylediklerini böyle yüzeyselleştirmek, Marksizm “savunusu” iddiasına aykırı düşer.
Tanilli, iktisadi irdelemeler alanında yaptığı gibi, politik alanda da Marksizm’in teorik “vargılarını” daraltma yöntemine başvuruyor; “Marx ve Engels, yeni devlet tipiyle ilgili, ‘gerçekten demokratik’ nitelemesinden başka bir şey söylemezler. Sonunda da, proletaryanın devrimci diktatörlüğü fikri yeterli görülür” (94) diyerek, onların düşüncelerini, sözüm ona kendilerini dayanak göstererek, bozuşturuyor. Marx ve Engels’in proletaryanın devrimci diktatörlüğü fikrini yeterli gördüklerini söyleyen Tanilli, Engels’in de “bürokratikleşmeden arındırılmış demokratik cumhuriyetin, ilk Fransız Cumhuriyeti tipinin proletarya diktatörlüğü için uygun bir biçim olduğunu” söylediğini, ancak “bu cesur tavrını yaşamının son yıllarında sürdüremediği”ni belirtmektedir.
Marx ve Engels’in, proletarya demokrasisi (diktatörlüğü) ve devletin “sönüp gitmesi”, üzerine, onun demokratik olacağından başka bir şey söylemediklerini iddia etmek için, kişinin Komünist Manifesto, Fransa’da Sınıf Savaşları, Gotha ve Erfurt Programı’nın Eleştirisi kitapları başta olmak üzere, Marksizm’in devlet üzerine literatüründen habersiz olması gerekir ve Tanilli, “haberdar biri” olarak konuşuyor. Geriye politik ve ideolojik tutum ve anlayış kalıyor ve Tanilli’nin esas sorunu da buradadır.
Marx ve Engels’i, devlet ve burjuva demokrasisi üzerine görüşlerini “serbestçe yorumlayarak” burjuva demokrasisini savunan burjuva demokratları derekesine düşüren Tanilli, şöyle diyor: “Marx ve Engels’in temel fikri hep şu idi: Modern temsili devlet kurumları, proletaryanın sınıf olarak oluşumuna, yani siyasal örgütlenişine pek uygundur. Söz konusu olan, temel özgürlüklere sahip bir liberal rejim, bir demokratik rejimdir. Bir demokratik cumhuriyet, onlara göre, proletaryanın, burjuvazi ile nihai çatışmasına en iyi koşullarda hazırlanacağı bir alandır.” (93)
Marksistlerin, en başta da Marx ve Engels’in kendilerinin ve onların devlet üzerine düşüncelerini daha ileri düzeyde geliştiren Lenin’in, siyasal mücadele alanında, demokratik burjuva kurumlarının oluşmasını, örnek olsun, geri feodal toplumsal yapılara ve onların üstyapı kurumlarına, krallık ve monarşiye “tercih ettikleri”; bunu, proletaryanın siyasal olgunlaşması ve düşmanlarını doğru biçimde tanıyarak onlarla, kurtuluşa götürecek bir hesaplaşmanın içine girebilmesi için, yol üzerindeki engellerin temizlenmiş olmasına uygun bir politik toplumsal ortam sağlayacağı için istedikleri doğrudur. “Genel oy” ve “halk egemenliği” üzerine söylenenlerin “özlenen demokrasinin kriterleri” olarak öne çıkarılmasından ancak bu kapsamda ve bu sınırlar içinde söz edilebilir. Burjuva egemenliği koşullarında proletarya, eğer bir “tercih”le karşı karşıyaysa, kuşkusuz “genel oy”, “parlamenter sistem”, “kuvvetler ayrılığı”, “temsili kurumlar” vb. üzerine oturan bir “demokratik biçim”i bunlara dahi yer vermeyen biçimlere “tercih edecek”tir. Gerisi, Marksist devlet teorisinin burjuvazi yararına kabul edilebilir derekeye çekilmesi olacaktır ki, Tanilli, bir biçimde bunu yapmaktadır. Evet, “halk egemenliğine dayanan kurumlar”, halkın baskı altında tutulmasının son bulmasına hizmet eden, deyim yerindeyse ‘alternatif oluşumlar’a götürmek için istenebilirler; ama bundan anlaşılması gereken, Tanilli’nin göstermek istediği gibi, burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarının sözde halk oylamasıyla ve her seferinde, “halk adına” halkı baskı altında tutmak üzere, “genel oy”a başvurması; halkı figüran olarak kullanarak, kapitalistlerin çıkarlarını sürdürmesi değildir. Tanilli, genel oy ve halk egemenliği üzerine sözler etmekte, ancak devrimci demokrasinin ruhunu oluşturan bütün temsili kurumların seçimle oluşturulup, tüm toplum hizmetlilerinin işçi ücreti karşılığı çalışmasını ve istendiği zaman, “yönetme görevi”ni kendilerine verenler tarafından herhangi bir bürokratik barikatla karşılaşmaksızın görevden alınmasını, düzenli ordu ve bürokrasinin lağvedilip, halkın genel silahlandırılmasıyla asalak bir kurumlaşmanın önlenmesini; bütün gereksinmelerin karşılanmasının ötesinde, toplumsal artı-değerin toplumun ortak hizmetlerinin daha iyi görülmesi ve ihtiyacı olanların ihtiyaçlarının karşılanması için yedek fon olarak değerlendirilmesini; böyle bir “siyasal kurumlaşma”nın, tüm toplumsal üretim araçlarının kolektif-toplumsal mülkiyetine dayanan iktisadi gelişme üzerinde, herkesten yeteneğine ve herkese ihtiyacına göre ilkesinin geçerliliğini sürdüreceği; kafa ve kol emeği arasındaki farklılıkların ortadan kalkacağı bir gelişme aşamasında “devlet” ve onun bir biçimi olarak “demokrasinin gereksizleşeceği üzerine düşüncelere”girmiyor”!
Marx ve Engels, siyasi iktidarın, “bir sınıfın diğerini ezmek için kullandığı örgütlü gücünden başka bir şey” olmadığını söylüyorlardı. Engels, “Gerçekte” diyordu, “devlet, bir sınıfın bir diğeri tarafından ezilmesi için bir cihazdan başka bir şey değildir, gerçekten de bu husus demokratik cumhuriyette, monarşide olduğundan daha az geçerli değildir; … ” (Fransa’da İç Savaş’a önsöz)
Burjuva demokratik devlete Marx ve Engels’in “taraftar” gösterilmeleri, düşünce ve amaçlarının saptırılmasına hizmet eden bir anlayışın ürünüdür. Burjuva propagandasının “kuvvetler ayrılığıyla burjuva demokrasisini “en iyi ve en demokratik siyasal sistem” olarak reklâm etmesi anlaşılır bir durumdur. Tanilli, liberal reformist görüşlerini, ‘Marksist görüş açısı’ iddiasıyla izaha çalışırken burjuva devletinin gerçek yürütme gücünün parlamento ve yasama-yürütme organları olduğu yönündeki burjuva liberal görüşü yinelemekte; bürokratik askeri gücün, polis ve ordu kuvvetlerinin, bütün bu kurumlarla toplumu bir ağ gibi saran burjuva aygıtın aklanması, savunularak benimsetilmesi fikri ve çabasına destek vermektedir. Burjuva demokrasisi ve siyasal iktidar hakkında fikir sahibi herkes biliyor ki, temsili kurumlar burjuva devlet örgütlenmesinde biçimsel bir işlev görürler ve devlet işleri esas olarak karargâh odalarında, kulislerde görüşülüp kararlaştırılarak işler kotarılır. Burjuva devlet örgütlenmesi altında toplumsal yapının düzenlenmesinde, yasama ve yürütmenin işlevi burjuvazinin dönemsel ve uzun erimli çıkarları tarafından belirlenir; düzenleme ve “düzen”in sürdürülmesinde, ordu, polis ve sair yürütücü bürokratik kurumlar esasa ilişkin rol oynarlar. Parlamentolar ise, görünüşü kurtarma, uygulamalara yasal meşruluk sağlayarak işe demokratik bir görünüm verme işleviyle yükümlüdürler. Burjuva yargı kurumunun üretim ve mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olmadığını ve burjuva sınıfın çıkarları tarafından yönlendirildiğini Tanilli de bilmektedir. Sermaye, özellikle de tekelci sermayenin çıkarları yargı sisteminin genel çerçevesinin çizilmesini sağlar ve hukuksal ilişkileri biçimsel eşitlikçi hale getirir. Mali sermaye ve mali oligarşi tekelinin sınırsız egemenliği koşullarında bu “demokrasi” daha da darlaşmış, başta üretim olmak üzere tüm süreçlerin esnekleştirilmesi hukuk alanını da kapsamış ve biçimsel eşitlikten geriye pek az şey kalmıştır. Kuvvetler ayrılığı, burjuva demokrasisinin muhtevası bakımından şekli bir oluşum olmakla birlikte,”en demokratik” işleyişe sahip ülkelerde dahi, tekellerin çıkarlarının korunmasını esas alır; özü ve esası budur.
İddialarını “Marksist saflardan biri” görünümünde sıralayan Tanilli ise, burjuva liberalizmi ve demokratizmini övmeyi ihmal etmiyor; sosyal demokratlara güvenmemizi salık veriyor; onların “demokrasi için önemi”nin “hiçbir zaman göz ardı edilmemesi”ni istiyor. Buna gösterdiği gerekçe şudur: “Demokrasi günümüzde dünya çapında bir meşruluk içinde. Tek partili otoriter komünist sistemin yenilgisi pek açık; ancak kapitalizmin ve liberal demokrasinin dünya çapındaki zaferine bakıp tarihin kesinlikle sona erdiğini söylemek de doğru değil. Her ikisinin de varlığı, en azından işleri düzgün giden bir piyasaya bağlı.
Ne olursa olsun, bütün sanayi toplumlarının demokratiklik iddiası, bugün en azından bir bölümüyle yerindedir. Çoğunda az çok düzgün seçimler, yarışma içinde bir partiler düzeni, yürütmeden ve yasamadan bağımsız bir yargı sistemi, sendikalar ve kolektif iş uzlaşmaları, çok şey anlatıyor. Hemen hepsinde, -araçlarının mülkiyetinde dev bir temerküz yaşansa da- medyanın özgürlüğü de göze çarpıyor.
Bunlara denecek yoktur.” (87)
Prof. Tanilli’nin “bunlara denecek” sözü olmayabilir; hakkıdır! Ama allayıp pulladığı tekelci burjuva demokrasisine, “denecek” bir şeyi, bir itirazı yoksa “bilim insanı” olarak da konuşan ve yazan Tanilli, “meşruluk”tan ne anlıyor? Örneğin bu “demokrasi”, işçi ve emekçiler için de meşru mudur? “Günümüzde dünya çapında meşruluk içinde” saydığı kimler, hangi sınıf ya da sınıflar için demokrasidir? Sistemin egemen ve yönetici sınıfları ve onların ideologları, onun tüm kesimler ve bütün sınıflar için eşit haklar sağladığı ve onlar tarafından benimsendiği üzerine vaazlarda bulunsalar da, bu demokrasinin burjuvazi için demokrasi ve fakat işçi ve emekçiler için baskı ve diktatörlük olduğunu, yalnızca en gerici ve faşist hükümetlerin uygulamaları değil; burjuva parti ve kurumlarıyla “en demokratik olan” devletlerin benimseyip uygulamaktan kaçınmadıkları baskı ve yasaklar zinciri de ortaya koyuyor. Peki eğer böyleyse; yargı, yasama ve yürütme erklerinin birbirlerinden ayrı ve bağımsız oldukları üzerine burjuva demagojisini emekçilere “doğrulama” çabasına girişmek nasıl bir “demokratlık” ve hele de “Marksistlik”tir? Tanilli, nasıl oluyor da, ekonomiyle politika, altyapıyla üstyapı; bütün bunların kültür ve egemen düşüncelerle ilişkilerini bilen bir “bilimci” ve devlet üzerine kitaplar yazmış bir “ders hocası” olarak, burjuva propagandasının yat-kalk tekrarlamaktan bıkmadığı bu vaazı yerinde görerek, olumlayabiliyor?
Her seferinde, emekçilerin kapitalist parti fraksiyonlarından hangileri tarafından yönetileceği ve baskı altına alınarak sömürü sisteminin sürdürüleceğine karar vermeyi olanaklı kılan genel oy ve burjuva seçim sisteminin varlığı ve işleyişi; burjuva kurumlar, faşist diktatörler ve diktatörlükler tarafından lağvedilmedi diye, burjuva demokrasisini allayıp pullamak Marksistlerin işi değildir. Onu görev edinenler, halk kitlelerinin mevcut sömürü sistemine bağlı kalması için çaba gösteren burjuvazinin çeşitli fraksiyonları ve özellikle de, Tanilli tarafından güvenilmesi istenen sosyal demokratlardır. O sosyal demokratlar ki, faşist hareketin ve diktatörlüklerin işçi ve emekçi hareketini tehdit ettiği ve siyasal gericiliğin tekellerin çıkarları yönünde yoğunlaştığı ülkelerde, proletarya partilerinin antifaşist mücadele cephesi çağrılarını, hemen her defasında reddetmişler; buna karşı, siyasal gericiliğin yoğunlaştırılmasının aracı olarak sermayenin çıkarları yönünde, onun “dar günlerinde göreve koşmuşlar; emekçiler arasında bozguncu faaliyet yürütmekten öte, emekçilere karşı politikaların bizzat uygulayıcısı olarak hareket etmekten geri durmamışlar ve bu işlevlerini bugün daha da gericileşerek sürdürmektedirler. Tanilli’nin “hakkını teslim etmek” gerekir; o, burjuva demokrasisi üzerine övgülerine aykırı görüşler de ortaya koyuyor; örneğin Amerikan siyasal sisteminin ‘tam bir demokrasi’ olarak gösterilmek istenmesine karşın, devleti en zenginlerin en zenginler için yönettiğini belirterek, “böyle bir düzende yurttaşların özgür oldukları söylenebilir mi?” diye soruyor.
Ama burjuva demokrasisini onca allayıp, sosyal demokratlara güven telkininde bulunduktan sonra, yurttaşların özgür olmayabileceği üzerine sorular sormak, kişiyi, özellikle de o bir yazar ve “bilimci” ise, “suçlu olmak”tan kurtarmaz.
Tanilli, kapitalistlerin işlerini görmekle görevli “komite”den, ulusal gelirin “adil biçimde dağılışını sağlama”, “toplumu derinden derine değiştirme”, -bu değiştirme nasıl ve hangi yöne olacak sorusunu açıkta
bırakarak-, “toplumları ve dünyayı daha insanca kılma”yı beklemektedir. Profesör Tanilli, “yeni liberalizmi”, “demokrasinin ve demokratik burjuva devletinin bu rolünü görememek”le eleştirir. (21) Böylece “hoca” Tanilli, “piyasa demokrasisi” anlayışını eleştirirken yarı yolda çelişkiye düşer, ancak dünya ve toplum kavrayışı ve anlayışından kaynaklı engellere takılır, burjuva diktatörlüğünün bütün düzenlemelerinin tekelci kapitalizmin “yağmacı güçleri” lehine, onlar adına ve onlar için olduğunu; böyle bir yükümlülükle işleyen bir makine-aygıtın “adil bir dağılış” ve “demokrasiyle bir arada varolamayacağı gerçeğine göz yumar ya da önemsemez.
“Buradan kalkarak diyeceğiz ki” diye devam ediyor Tanilli; “bütün küreselleşme şarkılarına karşın, ulus devlet gerçeği sona ermediği gibi, birey ve halk yararına XX. yüzyıl boyunca kazanılmış hak ve özgürlük mevzilerine en iyi göz-kulak olacak olan, yine de ulus-devlettir. Demokratik kuramın bir görevi, onu bir yana atmak değil, tersine git gide demokratikleştirmektir. Aslında, gerek ulusal gerekse uluslararası alanda olan da budur. Gitgide demokratikleşen devlet, demokrasinin derinleştirilmesinde daha olumlu bir rol oynayacaktır.” (22)
Yukarıda belirtildi, kuşkusuz işçi sınıfı ve partileri, burjuva devletinin “burjuva demokratik”, faşist vd. biçimleri karşısında hayırhah bir tutum içinde olamazlar; ‘hangisi olursa olsun’ türünden sekter politik tutumu benimsemezler ve “devletin demokratikleşmesi” mücadelesini, devrimci mücadelenin yan ürünü ve reformlar sorunu olarak, burjuvazinin sınıf iktidarının sosyal-ekonomik dayanaklarıyla birlikte tasfiye mücadelesiyle bir arada değerlendirirler. Tanilli ise, demokrasi mücadelesini, ya da “git gide demokratikleşme”yi, burjuva “ulusal” devlete havale eder, bu devletin “hak ve özgürlüklere göz kulak olacağını vaaz eder. Burjuva devletin, bir azınlık için demokrasiyi ifade etse bile, toplumun geniş emekçi kesimleri için sermayenin çıkarlarına işleyen bir baskı aygıtı-makinası olduğu “es” geçilmeyecekse, bu aygıtın demokratikleşmesi için yürütülen mücadelenin, onu “bir yana atma”dan da öte, bu demir cendereyi kırıp tümüyle tasfiye etmeyi temel bir hedef olarak belirlemesi ve öngörmesi zorunludur ve sorunu devrimci bir konumdan irdeleyen kişi, bu konuda karmaşa görüşlerden uzak durmalıdır.
Tanilli, burjuva devleti ve onun bir biçiminden başka bir şey olmayan burjuva demokrasisini savunarak şöyle devam ediyor: “Ayrıca demokrasi, tutunabildiği yerlerde düşmanlarınca alt edilmesini önlemek için, kendi değerlerini de saydırmak zorundadır; onun, şu ya da bu düşüncenin iktidara taşınmasında sıradan bir araç olmadığını, insanların insanca yaşayacakları bir dünyanın hem yaratılmasında hem de sürdürülmesinde bir öğe olduğunu adım başında hatırlatması gerekir. Bunun için de bir yerde ‘militan’ olmalıdır. Başta ırkçılığa ve her tür ayrımcılığa karşı olmak üzere, ondan hoşgörülü olmasını bekleyemeyiz. İnsan soyunun özellikle XX. yüzyılda edindiği deneyimler, onu bu yolda -ister istemez- daha dikkatli olmaya götürecektir. Geçmişindeki büyük hümanist gelenek onu, her zaman ‘insansal’ olandan yana tavır takınmaya zorluyor. Böylece, her toplumda -vazgeçilmez- bağlaşıkları olan, ilerici ve demokrat güçlerle beraber, ezilenin, horlananın, kadın ve çocuk haklarının, doğanın, bu arada hayvan haklarının yanında olacaktır. Jules Michelet’nin bir yüzyıldan fazla bir zaman önce söylediği şu sözler hep hatırlanmalıdır: ‘Hayvan haklarının tanınıp korunmadığı bir toplumda, demokrasi olamaz’. Demokrasi, toplumun ve doğanın nimetleri kadar güzelliklerini de adilce bölüşme düzenidir.” (22)
Tarif edilen “güzellikler düzeni” kapitalist dünyanın “düzeni” değil midir? Prof. Tanilli bu “düzen”in demokrasisinden “ırkçılığa ve her tür ayrımcılığa karşı” edimler ve gerçek yaptırımlar beklemektedir. Ama bu, sermaye sistemi ve onun siyasal kurumlarına taraflılıklarını, ayrıcalıklarını ve bunlar olmazsa, olmazlıklarını unutturmak gibi bir şey olur. “Onu, her zaman ‘insansal’ olandan yana tavır takınmaya” kendiliğinden götüren ve götürecek olan bir hümanizm var mıdır ki, ya da insanı ve insansal olanı bunca aşağılayıp metalaştıran “o” değil mi ki, Tanilli, “o”na böylesi güzellikler “reva görüyor”? Burjuva demokrasisi biçimindeki burjuva devleti de dâhil olmak üzere, burjuvazinin tüm siyasal sistemi, bırakalım “insanların insanca yaşayacakları bir dünyanın yaratılması”nın öğesi olmayı, tamamen bu amaç için mücadele eden işçi sınıfına karşı katı ve düşmanca politikalar izlemiyor da, onunla birlikte kurtuluş için mi çalışıyor?

* * *
Tanilli’den daha bir dizi alıntı yaparak, kendisinin ve görüşlerini aktardığı benzeri liberal burjuva demokratlarının iddialarına yer vererek sorunu uzatmak mümkündür. Ancak buraya kadarı bile, onun “Marksizm üzerine yeni düşünceler” alt başlıklı kitabının ne tür bir kurgu ve suçlamalar manzumesi olduğunu göstermeye yeterlidir. Tanilli Marksist değildir, ancak burjuva liberal görüşlerini Marksist görüşlerle sarmalayıp eklektik biçimde ve “Marksist olma” iddiasıyla “sol piyasa”ya sürebilmekte; dahası “piyasacı sol”un ilgisini çekebilmektedir. Bütün diğer söylenecekler bir yana, Tanilli’nin Marksizm üzerine düşünceleri, özellikle de “eleştirileri” isabetsiz, yüzeysel, mekanik ve bilimsel irdeleme yöntemini gereksinmez bir “el yordamı”nı akla getirir özelliktedir. İçerikleri bakımından hiçbiri “yeni” değildir; temel özellikleriyle basit tekrarlardır ve dayanakları gösterilemez türdendirler.

Dipnotlar:
(1)    Kapitalist ekonomik sistemin temel özelliklerinin en belirgin biçimde ilk kez ortaya çıktığı İngiltere’de işgücü değişimi yıllara göre özetle şöyledir: 1900 yılında toplam çalışan işgücü 18,020 milyon iken; tarım ormancılık ve balıkçılık alanında 2,420 milyon, imalat sanayinde 5,990 milyon; madencilik-kum-taş çıkarma 1,020 milyon; inşaatta 1,090 milyon; gaz-elektrikte 100 bin; taşımacılık ve iletişimde 1,450 milyon; dağıtım ticaret 1,990 milyon; diğer hizmetler 3,590 milyon; kamu yönetimi ve savunma 880 bin. 1950 yılı itibariyle toplam çalışan nüfus ise, 23,257 milyon. Bunun, 806 bini tarım, ormancılık ve balıkçılık; 357 bini madencilik, taş çıkarma ve kumculuk; 8,520 milyonu imalat sanayi; 1,325 milyonu inşaat, 360 bini gaz, elektrik ve su işleri; taşımacılık ve iletişimde 1,769 milyon; dağıtım ve ticaret 2,130 milyon; diğer hizmetler alanında 3,573 milyon, kamu yönetimi ve savunma 1,402 milyon; serbest meslek alanında 1,802 milyon kişi istihdam ediliyordu. Bu durum, 1995’te şöyle değişmişti: Toplam çalışan işgücü 25,097 milyon. Madencilik, kum-taş çıkarma alanında 352 bin; imalat sanayi 3,863 milyon; inşaat alanında 823 bin; gaz elektrik ve suda 226 bin; taşımacılık ve iletişim alanında 1,299 milyon, dağıtım, ticaret 3,586 milyon; diğer hizmetler alanında 9,819 milyon; kamu yönetimi ve savunma alanında 1,313 milyon ve serbest mesleklerde 3,252 milyon kişi çalışıyordu.
Fransa’da 1990 itibariyle toplam çalışan 22,322 milyon; işsiz 2,228 milyon; işçi 7,182 milyon (4,120 milyon kalifiye, 3,062 milyon kalifiye olmayan); memur 6,806 milyon iken, 2000 yılı itibariyle toplam çalışan 23,759 milyon; işçi 7,224 bin (4,462 milyon kalifiye, 2,762 milyon kalifiye olmayan); işsiz 2,285 bin; memur 7,759 bin kişi.
Almanya’da toplam çalışabilecek nüfus, 1980 yılında 27,640 milyon, 1990 yılında 31,305 milyon ve iki Almanya’nın birleşmesinin ardından 1991’de 40,088 milyon, 2000 yılında 40,326 milyona çıkmıştır. 1980 yılında 11,640 milyon kişi işçi olarak çalışırken 9,350 milyon emekçi hizmet işkolunda, 1,665 milyon emekçi parça başı iş alarak çalışıyordu. 1990 yılında 11,301 milyon işçi, 11,067 milyon hizmet işkolu emekçisi, 2,396 milyon parça başı çalışan bulunuyordu. 2000 yılında ise, 9,775 milyon işçi, 13,058 milyon hizmet işkolunda ve 3,304 milyon parça başı çalışan işçi bulunuyordu. İşsiz sayısı ise, 1980 yılında 889 bin (% 3,8), 1990 yılında 1,883 milyon (% 7,2), iki Almanya’nın birleşmesinin ardından ise, 1991 yılında 2,602 milyon (% 7,3), 2000 yılında 3,889 milyon (% 10,7). Almanya’da bu işsizlerin yanı sıra devlet yetkilileri “sessiz yedekler” diye adlandırdıkları işsizlerden söz etmekteler. Bunların sayısı, Federal Çalışma Dairesi tarafından 2000 yılında 2,900 milyon olarak veriliyordu. Bu anlamda gerçek işsizlik rakamı 6,789 milyon idi. Doğru bir kıyaslamanın, işçi, işsiz, parça-başı çalışan ve ulaşım sektörü işçilerinin toplamı üzerinden yapılabileceği açıktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑