Olağanlaşmış olağanüstü hal ve işçi sınıfının rolü

Herhangi bir olgunun, doğal bir sürecin, toplumsal bir fenomenin ya da bizzat toplumun kendisinin değişme ve yenilenme zorunluluğu, gelişebileceği son noktaya kadar gelişmiş oluşuna dayalıdır. Doğal süreçler bir yana bırakılır ve insani olmakla ondan ayrılan, dolayısıyla düşüncenin, bilinç ve örgüt süreçlerinin, kuşkusuz nesnelliğin yansımaları olarak doğrudan rol oynadığı toplumsal olay ve olgular söz konusu edilirse, değişme ve yenilenme zorunluluğu; belli başlı iki grupta toplanabilecek belirtileriyle giderek toplumun önemli bir çoğunluğu tarafından algılanmaya, kavranmaya başlar; değiştirici sancılı nesnellik birikiminin üzerinden ve onun ürünü olarak gerekli öznellik birikimi, belki daha sancılı olarak ama aynı kaçınılmazlıkla kendisini var etmeye koyulur; sonunda zorunluluk, çoğunlukla birkaç başarısız girişimin ardından, gerçeğe dönüşür.
Toplumlar üretmeden, giderek daha karmaşıklaşan çok yönlü bir üretim faaliyetini örgütlemeden ve kendileri bu faaliyetin süregitmesine dayalı olarak örgütlenmeden varolamazlar. Öyleyse, birinci grup değiştirici/dönüştürücü belirti bu alanda oluşur. Başlangıçta, üretim sürecinde insan ve insan gruplarının (sınıfların) birbirleriyle kurdukları ilişkilere dayalı olarak şekillenen toplumsal örgütlenme, üretimi, üretim sürecinin en hızlı gelişen ve devrimci öğesi olan üretici güçleri geliştiricidir. Bu koşullarda değişme ve yenilenme, aynı sürecin bir parçası olarak gerçekleşir ve henüz köklü bir alt-üst oluş halinde bir değişim ve yenilenme ihtiyacı oluşmaz, belirtileri de görünmez. Ancak üretici güçlerin gelişmesinin kat ettiği mesafeye, bir defa kurulduğunda az çok kurulduğu gibi kalan, niteliği değişmeyen üretim ilişkileri ve ona dayalı olarak oluşmuş toplumsal örgütlenme ayak uyduramaz. Sonunda, asıl unsuru mülkiyet ilişkileri olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin üretici güçlerle çelişmeli birliği olan üretim tarzı; üretici güçlerin gelişmesini önleyen, onu içine sıkıştırıp boğan bir “kabuk” haline gelir. Toplumun büyük çoğunluğunun, en başta üretici gücün asli unsuru olan üretken insan ve sınıfın (sınıfların) maddi yaşamlarını üretmekte ve kendilerini (asıl olarak işgüçlerini) yenilemekte zorlandıkları, hatta olanaksızlıklarla karşılaştıkları, hoşnutsuzluk ve öfkelerini tırmandıran koşullar oluşur. Bir kaç yıldır, Sabancı ve Koç gruplarının gelirlerinin yüzde yüzünden çoğunu, üretim dışı alanlardan sağladıkları rantların oluşturması örneğinde olduğu gibi, mülk sahipleri büyük ölçüde üretimden koparlar (rantiye). Genelleşmiş tüm yolsuzluk, rüşvet, vurgunculuk, spekülasyon, hortumculuk, hayalicilik vb. aşırılıkları ile birlikte paradan para kazanma, rantiye niteliği, mali sermayenin başlıca yönü haline gelmiştir. Aynı kopuş, yaşamlarını başka türlü sürdürme olanağı olmayan işçi sınıfının karşılaştığı kitlesel işsizliğin tırmanması ve konjonktürel olmaktan çıkmaya, genelleşmeye yönelmesiyle yaşanmaya başlar. Küçük mülk sahiplerinin, küçük üretici köylü, esnaf vb.’nin mülksüzleşmesi, çürümenin bir başka yönü olarak görünür. Alt sınıfların tümünü kapsayan sefaletin artması, giderek açlığın tehlike olmaktan çıkıp ölümlere neden olması, kapitalizmde onun kopmaz bir unsuru ve yol arkadaşı olan krizlerin bu süreci tamamen katlanılmaz kılmak üzere sürecin tüm olumsuz sonuçlarının tahrip ediciliğini birkaç misli artırması, yine değişme zorunluluğunun belirtileri olarak gündem oluşturur. Çürümenin, üretimdeki tıkanma ve üretimden kopuşların yanı sıra kendisini kapkaççılık, yolsuzluk, rüşvette tırmanma ile birlikte cehaletin, hastalıkların, hastane kapılarında ölümlerin, dilenciliğin, fuhuşun, serseriliğin, cinsel sapkınlıkların, intiharların vb. artışında açığa vurması, tabloyu tamamlar. Bu arada mülk sahiplerinin ellerinde biriktirdikleri zenginlikler devasa ölçülere varır. Ama mülklerine kattıkları her fazladan kuruş, yaşama ve çalışma koşullarının zorlaşıp kötüleşmesi, toplumsal emeğin kendisini ve sonuçlarını gerçekleştirmede daha elverişsiz bir konuma itilmesi, daha yıkıcı krizleri davet pahasınadır. Proletarya ve küçük mülk sahipleri yıkıma uğrarken büyük mülk sahipleri büyüdükçe büyürler. Ama yıkıma uğramakta olan kapitalist üretim tarzıdır, büyümelerinin kendi yıkımları demek olduğunu anlasalar bile bir şey değişmez. Çürümenin temel bir unsuru olan tekellerin, tüm dünyayı kapitalist mülklerine çevirme çabalarına bağlı olarak benzer bir tıkanma oluşur.
Özetlenen belirtileriyle kapitalist toplumun çürümesi, en çok üreten alt sınıfları etkileyen yıkım; şurada burada ve giderek genelleşme eğilimi göstermezlik edemeyecek hoşnutsuzluk, tepki ve yenilenme arayışlarının çoğalmasını da koşullayarak, kaçınılmazlıkla yeniye ve yenilenmeye çağrı olduğu kadar, eskinin, kapitalizmin çoktan “yoğun bakım “da yaşatılmakta olan bedeninden “Azrail’i uzaklaştırmak için canhıraş önlemlere de çağrıdır.
Burada işlev, sömürünün dış koşullarını garanti etmek üzere örgütlenmiş devletindir. Tıpkı kapitalizmin sömürü üzerine kurulmuş, işsizliğin, sefaletin ve diğer kötülük ve haksızlıklarının onun ayrılmaz bir parçası olması gibi, devlet de sömürünün devamının sağlanması, sömürülenlerin sömürü koşullarına boyun eğdirilmesi, karşı çıkışlarının ezilmesine yönelik zorun aygıtıdır. Ama nasıl çürüme ve kokuşmaya başladığında, sömürü, işsizlik, sefalet ve sair kötülük ve haksızlıkları olağan olanın ötesinde dayanılmaz bir ağırlık oluşturmaya yönelirse, devlet ve önlemlerinde ifadesini bulan siyasal zor uygulamaları da çığırından çıkarak tam bir pervasızlığa ulaşır. Toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilebilecek “makul gerekçelere” oturtulmakta giderek zorlanılan, anlamsızlaşmaya başlayan çıplak zor, toplumun, özellikle “alt” sınıflarının ve ezilen kesimlerinin gerginlik ve şiddetle “terbiye” edilmesini öngörür olur. Sömürü koşulları artık olağan biçimlerle garanti edilemez, toplum ve ülke olağan yöntemlerle yönetilemez olmuştur. Sıkıyönetimler, olağanüstü haller, darbeler, muhtıralar, “balans ayarları”, kriz yönetimleri, olağanüstü mahkemeler olan DGM’ler, özel (olağanüstü) cezaevleri olan F-tipleri vb, olağanüstü yönetim biçim ve araçları olarak, olağanlaşmaktan kaçınamaz. Kapitalizmin çürümesi arttıkça olağan yönetimlerin yerlerinde yeller eser, olağanüstülük olağanlaşır. Diğer kapitalist ülkeler bir yana, Türkiye’ye bir göz atmak yeterlidir: Sıkıyönetim altında yaşadığı yıllar sıkıyönetimsiz yıllarından hiç de az olmayan Cumhuriyet tarihi, OHAL altında yaşanmış son 26 yılı, DGM’lerin ’80 darbesi sonrası durumun -en azından suç ve ceza ve kaynağı olan sosyal siyasal kaotik durum açısından- hiç olağanlaşmadığının bir göstergesi olarak süreklilik kazanması, olağan karakol polisinin yerini önce “toplum polisi” ve ardından “çevik kuvvet” le “özel timler”in alması, “özel güvenlik birimleri”nin yanı sıra ona yakın özellikleriyle “koruculuk”un yaygınlaşması, yüze yakın insanın ölümle protesto etmesine karşın dayatılan F-tipi cezaevleri … olağanüstünün olağanlaşması ve ama ancak ülkenin böylelikle yönetilebilir hale gelmesi bakımından yeterince çarpıcı olgulardır. Tümü, artık olağan zorun yeterli olamadığının, ama yoğunlaşmış zorun ise olağanlık düzeyine yükseltildiğinin kanıtlarıdır.
Bu örgütlenme ve politika yapma biçimiyle “insan hakları” benzeri yatıştırıcı argümanlara süs olarak bile yer kalmamakta; insanla bu yönetme biçimleri arasındaki ilişki, hak inkâr ve gasplarına yönelik yasaklar, yetmediği yerde düzeyi değişebilen şiddet aletlerinin (coptan kurşun/bomba ve idam cezasına kadar) kullanılması tamamen olağan hale gelmektedir.
Artık sıradan haklar, örneğin grev hakkı, uygulamada hak olmaktan çıkarılmıştır; olağanüstü yönetim tarzında, grev hakkının kullanılması olağanüstü, ama ertelenerek yasaklanması ve pratikte kullanılmaz kılınması olağan kılınmıştır. Türkiye’de son yıllarda grev hakkına ilişkin pratiğin gösterdiği, emek düşmanlığının sıradanlaşmasının kanıtı olarak, kullanmanın değil ama yasağın neredeyse istisnasız egemenliğidir. Türkiye’nin, kapitalist ülkeler bakımından, bu alanda tek ya da istisnai bir örnek olmadığı; grev hakkında somutlanarak, sınıfın, emeğin, haklarının dışlanıp yasaklanmasının, uluslararası burjuvazinin genel yönelimi ve günümüz kapitalizmine özgü olduğu, “burjuva demokrasisinin beşiği” İngiltere pratiğiyle kanıtlıdır, İngiltere’de grev hakkı, ancak yasadışı olarak ve fiilen kullanılabilmektedir. Sadece Güney Kore değil ama tüm diğer kapitalist ülkeler bakımından, ya açık yasakçı uygulama geçerlidir ya da Türkiye benzeri yollarla, yasakçılık, değişebilen “zarar vericilik” ölçütlerine bağlı olarak fiilen yürürlüktedir.
Benzer gelişme, sendikal örgütlenme hakkına ilişkin yaşanmaktadır. Neredeyse istisnasız tüm sendikal örgütlenme girişimlerinin işten atma nedeni olması, hakkın hak olmaktan çoktan çıkarılmış olduğunun ifadesidir. Üstelik sendikalı olanların hatta açık yasa hükmüne karşın sendika yöneticileri ve işyeri temsilcilerinin bile işten atılması yoluyla sendikaların eritilmesinde kat edilen yol; sendikal örgütlenme hakkının değil ama sendikasızlaştırmanın olağan kılındığını ortaya koymaktadır. Örnekler çoğaltılabilir; ancak hepsi gelip tek bir paydaya oturacaktır: Sömürü koşullarının, işçi (ve emekçi) haklarının kabulü ve somut gerçekleşmesinin patronla işçiler arasındaki pazarlıklara bırakılması üzerine değil ama inkârı üzerine kurulu onaylanması, artık bu koşulların, kapitalizmin “yoğun bakımda” yaşatılması girişiminden başka bir şeye denk düşmeyen olağanüstü halinin politik bir zorunluluk haline getirdiği olağanlaşma halindeki olağanüstü burjuva politik müdahale ve örgütlenmeye ilişkin şekillenişlerin özüdür. Geriye sağ-sol, aşırı sağ, faşist, ırkçı, dinci, liberal vb. motiflerle işlenen görünüş kalır. Tekelci burjuvazi, şimdi bu motiflerle, ikna ediciliği en alt düzeye gerilemiş burjuva gerici politik tutumlara onay vermekte, ancak burjuva politik tutumlar ve programların aralarında silikleşen ayırımlar, işçi sınıfı ve diğer ezilenler karşısında, örneğin Fransa’da olduğu gibi, bir önceki dönemin “en keskin” politik farklılıkların bile birliğini mümkün kılabilmektedir. Hak inkârcılığı temel düstur olunca, farklı burjuva akımlar ve aralarındaki “kayıkçı dövüşü” anlamsızlaşmakta, burjuva platformları birbirinden farklılaştıracak görünüş motifleri dışında ayrım noktaları kalmamaktadır. Kapitalizmin olağanüstü hali ve kaçınılmazlaşan olağanüstü yönetim ihtiyacı, burjuvaziyi politik daralmaya, hatta çıkışsızlığa itmekte, manevra olanaklarını son derece kısıtlamaktadır. Bunun ise, bir yenilenme unsuru olarak muhalefetin radikalleşmesini kışkırttığı, burjuva barikatları aşan politik akım ve örgütlenmelerin önünü açtığı, burjuvaziye de savunma silahı olarak giderek çıplak zordan başka bir şey bırakmadığı ortadadır.
Burjuvazi, küreselleşme pervasızlığı koşullarında artık yalnızca hak ve özgürlükler karşıtı olmakla kalmamakta, eskiden bir kısmının varlığına katlanabildiği, hatta kendi çıkarlarına bağlamak üzere finanse etmekten kaçınmadığı hak ve özgürlüklere şimdi tahammülsüzlükle karakterize olmaktadır.
Tekellerle birlikte, gericilik ve çürümesi genelleşen kapitalizm, burjuvazi ve emperyalistler hak ve özgürlükleri olumlayan bir zemin ve dinamik oluşturmaktan tamamen çıkmıştır. Bir dönem sosyalizasyon politikası izlenmesi gibi “hak yanlısı” görünüşler, burjuvazi ve tekellerin hak ve özgürlüklerden yana tutumu, hak tanıyıcı, özgürlükçü karakteri nedeniyle değil, ama sosyalizm tehdidinin önünü alma, işçi ve emekçileri yedekleme amaçlı olarak, başka türlü varlığını koruyamayacak burjuvazinin bir dizi “haklar”a katlanması içeriğiyle oluşmuştur. Dayatıcı dinamiği, tıpkı demokrasi sorununda olduğu gibi, bu hak ve özgürlüklerin uygulanma şansı bulduğu ülkelerdeki işçi ve emekçilerin mücadelesinin yanında, Sovyetler Birliği ve ardından birkaç ülkede daha zafere ulaşan dünya çapındaki sınıf mücadelesidir. Şimdi sömürgen burjuvazi, uluslararası tekeller, emperyalizm, elini tamamen serbest hissederek, hak ve özgürlük düşmanı, işçi ve emek karşıtı karakterini tüm açıklığıyla dışa vurmakta, dizginsiz pervasızlığıyla hak hukuk tanımamaktadır.

***
Kuşkusuz çürümenin ve buradan gelen tam gericileşmenin kaynağı olan tekellerin hak inkârcılığı, işçi sınıfının haklarının inkârı, emek ve üretkenliğine dayalı oluşan hakların yok sayılması ile sınırlı değildir.
Burjuva gericiliğin, tekelci olağanüstü halciliğin temel çıkış noktası işçi düşmanlığıdır, emeğin ve değer yaratıcılığının her düzeyde inkârıdır. Üstelik bu inkâr, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve sınıf mücadelesindeki genel gerileyişle birlikte kapitalizm lehine oluşan elverişli koşullarda, küreselleşmeci neoliberal ekonomi politikalarına yönelişle birlikte, bir üst düzeye yükselmiştir. Alternatifsizlik iddiasında somutlanan, emek ve haklarına ilişkin inkârcılık, artık tüm sosyal, iktisadi, kültürel, ideolojik ve politik alana damgasını vurarak kural haline gelmiştir. Bu doğrudur.
Ancak böyle bir inkâr, kuşkusuz, tüm diğer ezilenlerin haklarının inkârıyla birlikte bunca pervasız bir düzeye yükselebilirdi. Burjuvazinin, bir zamanlar kendisine can veren, kendi formüle ettiği ve en başta kendisinin savunduğu haklar söz konusu olduğunda da, pervasız bir inkârcılığa yönelmekten -tarih bilincine sahip olmamakla ilişkisiz olarak, sahip olduğu zenginliklerin, sermayesinin, ürününün doğrudan bir sonucu olarak biriktiği emeğin, işçi sınıfının haklarını inkârdan kaçınmazken- kaçınmayacağı, kaçınmadığı kuşkusuzdur. Bu, kendisini, artı-değerin gaspına dayanan sömürü ilişkilerinin temsilcisi olarak var etmiş ve örgütlemiş olan burjuvazinin, önce, kendisini burjuvazinin can düşmanı muhalifi konumuyla pratik olarak ortaya koymasından duyduğu korkuyla ve giderek tüm zenginlikler ve üreticilerinin emek ve haklarına el koymaya yönelerek içine girdiği tekelleşme sürecinde tamamen gericileşmesi ve çürümeye yönelmesinin sonucu olarak sahip olmadan edemeyeceği eğilimini şekillendirdi: gericilik eğilimi, kendi ürünü de olan demokrasiyi yok sayma, demokratik (karakteri itibarıyla burjuva) hak ve özgürlükleri inkâr eğilimi. (Bunun tersinden söyleyişle anlamı ise, açıktır: Kapitalizmin muhalifi olarak kapitalizmin bütün kötülük ve haksızlıklarına karşı çıkıp sona erdirilmeleri için mücadele etmeden kendisini kurtarması olanaksız olan işçi sınıfı, aynı kapitalist kötülükleri evrenselleştiren ve yanlarına yenilerini katarak geliştiren tekelci kapitalizmin, emperyalizmin kendisinin yanında hedef aldığı tüm ezilenlere yönelik kötülük ve haksızlıklarına karşı çıkıp sona erdirilmeleri için mücadele etmeden, bir başka deyişle tüm ezilenlerin hak ve özgürlük taleplerine sahip çıkıp onların sözcülüğünü üstlenmeden ücretli kölelikten kurtuluşunu gerçekleştiremez. Artık gericiliğin başlıca dayanağı olan kapitalist emperyalizm kaynaklı ya da ona bağlanmamazlık edemeyen tüm gericiliğe, tüm hak ve özgürlük inkârcılığına karşı çıkmadan ve tüm ezilenlerin eşitlik, özgürlük taleplerini sahiplenmeden, haklarını tanımadan ve tanınmasının kabulü için elinden geleni yapmadan, işçi sınıfı, kurtuluşu yolunda adım atamaz. Çünkü artık burjuva karakterli hak ve özgürlükler, burjuvazinin inkâr ve yasaklara konu ettiği, tanımadığı, tahammül edemediği, ancak kendisine karşı mücadeleyle elde edilebilir haklar ve özgürlükler durumundadır.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi kendi yükselişi sürecinde sarıldığı hakları tanımlayan şiarları ile tekelci kapitalizm koşullarında, özellikle günümüzde burjuvazinin ilişkisi tam da böyledir.
Toplumsal ilerlemeyi ve üretici güçlerin gelişmesini temsil ettiği devrimci döneminde de savunduğu sözü edilen bu haklarla burjuvazinin ilişkisi problemliydi. Burjuvaziyi, en devrimci olduğu koşullarda bile ilgilendiren, yalnızca görünüş ve biçimdi. Biçimsel eşitlik ve özgürlükle, gerçekçi olmayan, sınıf karşıtlığına dayalı kardeşlikle yetinen, ama bu hakların gerçek gerçekleşme koşullarının, iktisadi koşullarının tartışılmasına bile yanaşmayan, onların üzerini örten ve bu örtüş üzerinden iktidarını kuran burjuvazi açısından, hak ve özgürlüklerin, kardeşliğin tek anlamı; kendisinin ve ilişkilerinin gelişmesinin önünde engel olan feodal ayrıcalıkların kaldırılmasıydı. Burjuvazinin dilinde eşitlik, herkesin eşitliğinin gerçek koşulunu oluşturan sınıfların (ve kuşkusuz sömürünün) ortadan kaldırılmasını değil, sömürenlerle sömürülenlerin biçimsel eşitliğini, aynı anlama gelmek üzere, sınıf karşıtlığı ortamında mümkün olabilirmiş gibi, hak eşitliğini (hukuk önünde eşitliği), dolayısıyla siyasal (biçimsel) eşitliği ifade etmekteydi. Sınıf ayrıcalıklarının, feodal imtiyazların giderilmesi, burjuvazinin eşitsiz (ezilen) konumundan kurtulması; burjuva eşitlik fikrinin öngördüğü sınırı oluşturmaktaydı. Bu, kuşkusuz, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini olduğu kadar, sömürü ilişkilerinin üstünü örterek olumlayan bir “eşitlik” fikri olmaktan öteye varmıyordu, varmadı. Benzer durum, özgürlük şiarıyla ilgili olarak geçerliydi. Kendisini bütün toplumun temsilcisi, kendi çıkarlarını tüm halkın çıkarları sayan burjuvazinin dilinde özgürlük; kendisinin (dolayısıyla toplumun), toplumun geleceği saydığı kendi sömürü ilişkilerinin gelişmesinin önünde set oluşturan feodal sınırlamalardan, en başta aristokrasinin iktidarından kurtuluş olarak anlamlıydı ve onunla sınırlıydı. Feodal engeller ve parçalanmışlık, ticaretin gelişmesini, meta üretiminin ulusallaşmasını ve giderek evrenselleşmesini önlüyor ve sömürülen çoğunluğun yanında burjuvazinin de şiddetle karşı çıkışını hak ediyordu. Ama biçimsellikle sınırlı burjuva özgürlük anlayışı, bundan ötesini öngörmüyor, örtüyor ve üstelik üzerinden burjuvazinin iktidarını sağlıyordu: Feodal sınırlanmışlıktan kurtulmakla, sömürülenler, burjuvazi gibi özgürleşmeyecek, tersine sömürü devam edecek, emek ürünleri, biçimi değişmekle birlikte, gasp konusu olmayı sürdürecekti. Burjuva özgürlük fikri, iktisadi bakımdan özgürlük, sömürülmekten kurtulmaya dayalı olarak insanların kendilerini isteklerince gerçekleştirme özgürlükleri tartışmasını dışlıyor ve ancak ticaret özgürlüğü ile sınırlanıyordu. Tek bir metanın ticaretini yaptıklarından, işçiler bakımından anlamı; işgücünü kiralamak ya da açlıktan ölmeyi seçme özgürlüğünden ibaretti.
Ancak tutumlarının bu görmezden gelinemeyecek kökten problemli içeriğine rağmen, burjuvazi, karşısında bütünüyle inkârcı bir konumda olmadığı hak ve özgürlüklerin dinamiklerindendi. İşçi sınıfı ve köylü yoksulları başta olmak üzere toplumun sözcülüğünü ve feodalizme karşı mücadelenin öncülüğünü böylelikle kapabilmişti.
Burjuvazinin “toplumu” ulusa özdeşti, üzerinde mücadele ettiği zemini belirleyen yine ulustu. Başında burjuvazinin olduğu feodalizm karşıtı mücadele, ulusal ekonominin oluşturulmasının yanında, burjuva iktidarların siyasal formu olarak ulusal devletlerin kurulmasıyla taçlandı. Burjuva haklar, bu nedenle ulusal haklar olarak oluştu, burjuva hakçılık, ulusçuluk formu içinde gelişti.
Burjuvazi, en başından itibaren iktisadi ve siyasal çerçeve olarak ulusu öngördü; onu ve onun örgütlenmesi olan “vatan”ı sömürü ilişkilerinin gerçekleşme ve örgütlenme zemini saydı. Buna bağlı olarak, burjuva iktisadının, kapitalizmin dayanağı olarak ulus kapitalizmin şafağında ve feodal parçalanmışlığın burjuva alternatifi olarak doğdu ve bu iktisadın siyasal çerçevesi olarak ulusal devlet, burjuvazinin kendisi ve çıkarlarıyla özdeş kıldığı bu dayanağın sınırlarını belirledi. En son noktasını ulusal devletini kurma hakkının oluşturduğu burjuva haklar, daima ulusal çerçevesiyle, burjuva ilişkilerinin gelişmesinin ihtiyacı olan haklar olarak ortaya çıktı. Özgürlük şiarında dile gelen ticaret özgürlüğü, ulusal birliğin ve dolayısıyla tek bir burjuva iktisadi birimin oluşmasına ket vuran feodal siyasal parçalanmışlık karşısında anlam kazandı. Örgütlenme, seyahat vb. özgürlükleri; hep çıkarları, dert ve duyguları ortak varsayılan ulusal toplum üzerinde, burjuva ilişkilerin serbestçe gelişebileceği tek bir iktisadi birimi amaçlamaktaydı. Önceleri uluslaşmaya, ardından ulusa yönelik baskılar, burjuva ulusal hak taleplerine yol açtı. Ulusal birlik hedefti; iktisadi birlik bunun başlıca dayanağı olduğu kadar, burjuva iktisadının gelişmesi ulusal birliği gereksiniyordu. Ortak kaygılara ve duygudaşlığa, kültürel birliğe olanak sağlayan ortak tarihsel şekillenmenin yanı sıra feodal parçalanmanın unsuru olan toprak bölünmesi ve dil farklılıkları karşısında toprak ve dil birliği, tümüyle birlikte ve tümüne kalıcılık ve dayanıklılık sağlayan iktisadi birlik, ulusu var eden unsurlar oldu; ve bu niteliğiyle ulus ve ulusal birlik, burjuvazi tarafından tepe tepe kullanıldı.
Öylesine kullanıldı ki, ardından sıra, farklı ulusların, kuşkusuz farklı ulusların burjuvazilerinin ulusal kavgalarına geldi. Feodalizmin egemenliğine karşı tüm ulusun temsilcisi olarak görünen ve kendi çıkarlarını, kendisiyle birlikte ulusu oluşturan geri kalan yığınların (şehir ve kır emekçilerinin) çıkarı olarak sunup kabul ettiren burjuvazi, farklı uluslardan ezilenleri, birbirlerine karşı ama kendi peşinde çatışmalara sürükledi. Ulusal çatışmalar, farklı uluslardan burjuvazinin arasında pazar kavgası olarak ortaya çıktı ama neredeyse feodal dönemin türünden kutsallık (“vatan”, “bayrak” vb.) zırhına bürünmüş haliyle sunuldu. Oysa tıpkı eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi, ulus da tarihsel bir kategoriydi; tek farkı, hak talepleri, içerikleriyle, burjuvazi tarafından çarpıtılıp sınırlandırılmıştı, onun çarpıttığının ötesinde gerçek içeriklere sahipti, ancak ulus, tamamen burjuva bir kavram olarak ayrıca onun dışında ve ötesinde gerçek bir içeriğe sahip değildi. Kapitalizme özgüydü; onunla birlikte ortaya çıkmıştı, kalıtsal olarak, tıpkı kapitalizmin kalıntıları gibi, sosyalizm koşullarında da daha bir süre yaşam bulacak olsa bile, onunla birlikte tarih sahnesinden çekilecekti. Ancak burjuvazinin ulusa ihaneti olmayacak şey değildi. Bu tür ihanet koşullarında, işçi sınıfı tarafından da temsil edilebilir geçmişin güne aktarılmış hali ve henüz tarihsel ömrünü tamamlamamış oluşuna (bu, aynı zamanda burjuvaziye rağmen kapitalizmin de tarihsel bakımdan ömrünü tamamlamamış olması demektir) bağlı olarak, ulus ve ulusa ilişkin talepler, sınıf mücadelesinin, sosyalizmin ön açıcı dayanaklarını, bu yönüyle kaldıraçlarını oluşturabilirdi: İşçi sınıfı öncülüğünde demokratik devrim, demokratik devrimden sosyalizme geçiş, kesintisiz devrim tezinin hareket noktası burasıdır. Öte yandan ulus ve ulusal karakterin, enternasyonalist içeriğiyle muhalefetini gerçekleştirdiği koşullarda, işçi sınıfının bu muhalefetine rengini veren geçici özelliğinden söz edilebilirdi. Bu söylenenlerden, ulusun ya da ulusal mücadelenin önemsizliğine ilişkin sonuç çıkarılamaz; ama tarihselliğine, burjuva karakterine ve ulus ve ulusallıkla yetinmenin burjuvaziye özgülüğüne ilişkin her şey anlaşılabilir. Ama buradan asıl anlaşılması gereken, ulus ve ulusal taleplerin giderek işçi sınıfının eline kalması ve tarihsel açıdan hâlâ ilerici ve ilerletici rol oynayabilmesine bağlı olarak, onun tarafından sahiplenilmesidir.
Nitekim tekellerin ortaya çıkmasıyla birlikte, burjuvazinin ulusa ihaneti ya da daha genel bir ifadeyle ulustan kopuşu genelleşme eğilimi içine girmiştir. Tekelci kapitalizm, emperyalizm bu eğilimin iki yönden dışa vurmasına götürmüştür.
İlk olarak, kapitalizm, ulusun bir tarihsel kategori oluşunun da açıklamasını vermek üzere, “gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin yaratılmasıdır, ikincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.
“Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemendir, ikinci eğilim olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf. 22–23, Sol Yay. 8. Baskı)
Marksizm’in ulusal soruna yaklaşımının, ulusal programının, ulus ve ulusal talepler karşısındaki tutumunun dikkate almamazlık edemeyeceği kapitalizmin bu iki çelişik eğilimi; hem kapitalizmin hem de ulusun tarihselliğini yansıtmanın ötesinde, farklı yönleriyle kapitalizmin bugününü de ifade etmektedir.
Sermaye ve kapitalizm, feodalizm karşısında kendisini bir kez ulusal devlet halinde örgütledikten sonra, donup kalmaz. Gelişmesinin dayanağı olan ulus-devlet formu, gelişmesini sürdüren sermaye ve kapitalizm açısından yetersizdir, yetersizliği, kısa sürede açığa çıkar: Daha büyük üretici güçleri seferber etme ve pazar ihtiyacı, sermayeyi, yalnızca kendi ulusuyla tarihsel gelişme benzerlik ve yakınlıklarına sahip olan uluslarla değil ama sermayenin kurmadan edemeyeceği ticari ilişkiler üzerinden, mümkün olan tüm uluslarla ilişkiye yöneltir, bu ilişkiler giderek çoğalır. Bu ilişkilerin çoğalması, dolaysız olarak sermayenin çoğalmasına, sermaye birikiminin büyümesine bağlıdır. Ulusal pazarın darlığıyla oluşan ürün fazlasının baskısı, genel olarak ve üretim maliyetini düşürmeye hizmet edecek hammadde ihtiyacı, ikisi de, sermaye birikimi ve kapitalizmin gelişmesinin sonuçları olarak, uluslar, kuşkusuz temelinde ulusal pazarlar arasında kurulan ilişkilerin gelişmesini koşullar. Kapitalizm, ulusal pazardan hareketle koyulduğu yolunda dünya pazarını fethetmeden edemez. Ticaret evrenselleşir. iktisadi alandan hız alan uluslararası ilişkiler, tüm diğer alanları kapsayarak ilerler.
Ancak bu, sancısız, çatışmasız bir süreç oluşturmaz; sürece, değişik ulusların burjuvazileri arasındaki pazar kavgası, pazarların ele geçirilmesi mücadelesi damgasını vurur. Ulusal savaşlar eşliğinde kapitalizmin gelişmesi, ulusal baskıyı da koşullamaya başlar. Kapitalizmin ulusal ve uluslararası iki eğilimi birlikte rolünü oynamaktadır.
Üretim ve sermayenin gelişmesinin tekellere varması ve kapitalizmin tekelci kapitalizm halini alması, değişiklikleri beraberinde getirir. Mali sermaye egemenliği olan tekelci kapitalizm, artık, önceki dönemden, yalnızca ticaretin değil ama sermayenin de uluslararasılaşması, yalnızca meta ihracı değil ama sermayenin de ihraç metaı olmasıyla ayrılır. Dünya pazarlarını zaten fethetmiş olan sermaye, tekelci döneminde, üretime ve birikime yöneldiği dünya ölçeğinde kendi ilişkilerini geliştirmeye yönelir. Ulusal devlet formu; artık kesin olarak yetersizleşmiştir. Yeni uluslararası ilişkiler üzerinden yeni uluslararası örgüt biçimleri doğmaya başlar. Bu, aynı zamanda burjuvazinin ulusallığını tükettiği süreçtir: Tekelci burjuvazi, kendi ulusundan kopar, çoktandır alınıp satılır değerler olarak “borsa”da işlem görmeye başlamış ulusal değerler, tekellerin elinde artık sağladığı kâr ve rantların ötesinde bir anlam ifade etmez olur. İçinden çıktığı ulusun geri kalanı, tarihten kalma tüm ulusal değerlerle birlikte, tekelci burjuvazi açısından, başka ülkelerin tekelleriyle kapışmasında ardına takacağı, ordusunda asker olarak kullanacağı ve bu kullanımı mümkün kılacak istismar nesnesine dönüşmüştür. “Kendi” ulusu ve “kendi” ülkesi ya da vatanı, rakip tekellerle sürdürdüğü dünya pazarlarının paylaşımı çatışmasında üstlenip yaslanacağı başlıca “alanlar” olmanın ötesinde anlam taşımaz. “Ulusal” devlet, artık ulusal çıkarların bekçiliğinden kopar ya da tekelci burjuvaziye ulusal çıkarlar değil ama dünya ölçeğinde gerçekleştirdiği kendi çıkarları, tekel kârı yön verir olmuştur. Bu devlet, eskiden olduğu gibi ulusun aşağı sınıfları karşısında burjuvazinin bekçiliğini yapmaya devam etmesinin yanında, tekellerin çıkarları gereği, dünyanın toprak olarak ele geçirilmesinin (paylaşılmasının) gerçekleştiricisi bir siyasal-askeri aygıta dönüşür. Buradan bir diğer bekçilik ya da jandarmalık ihtiyacı doğar: Tekellerin egemenliğinin yayılmasına paralel gerçekleşen işgal, müdahale ya da başka özel yollarla sağlanan ama tümü uluslararası ilişkilerin yaygınlığı üzerinden oluşmuş hegemonya ve denetim biçimleriyle emperyalist devlet (emperyalizmin işbirlikçilerini ve onların yönetimlerinde olduğu ulusal devletleri de kendine bağlamaya ve seferber etmeye yönelerek), rakip emperyalist devletlerle ilişkiler çerçevesinde değişkenlikler gösterebilen (periferi, hinderland, arka bahçe vb. gibi adlarla anılan) etki alanlarında ve giderek tüm dünyayı kapsayan bekçiliğe soyunur. Bu bekçilik, hem ele geçirilen ülkelerin halklarına hem de bu alanlara göz dikmiş ve dikebilecek rakip emperyalistlere karşı bekçiliktir. Dolayısıyla emperyalist devlet, kendi “ulusundan” gelme “kendi” halkı karşısında olduğu kadar başka uluslardan halklar karşısında da işlevseldir ve bu yönüyle de ulusal devletten farklılaşır ve ama bir yeniliğin kanıtı haline de gelir: Artık ezilen ulusların mücadelesi, emperyalizme yönelmeden edemez; ulusal baskının asıl kaynağını emperyalizm oluşturmaktadır.
Emperyalist burjuvazinin ulusla bağlantısı, yalnızca, 1) biriktirilmiş zenginliklerin tarihsel şekillenişiyle “ulusal” topraklar ve “ulusal” devletin tekellerin “ana üssü” oluşuna ve 2) -başka ulusların yedeklenmesine göre tarihsel şekillenmenin daha çok olanaklı kıldığı- ulusun geri kalanını -artık ulusal değerlerle çok az ilişkili sorunlar üzerinden- istismar edip aldatarak peşine takma ihtiyacına indirgenmiştir. Bu, sermaye ve kapitalizmin uluslararasılaşma eğiliminin götürmekte olduğu ulustan tam kopuş sürecini ifade eder. Ulusla bağlantı, söylendiği gibi, hâlâ vardır; ancak artık emperyalist tekellerin çıkarları ve bunların gerçekleşme ölçeği, tıpkı tekelci kapitalist ilişkilerin ölçeği gibi, ulusal değil, dünyasal, pek moda deyimiyle küreseldir. Kapitalizm başlıca ulusal ölçeklere sahip bir kapitalizm olmaktan çıkmış, uluslararasılaşmış, bir dünya sistemi haline gelmiştir. Artık genel olarak ulusal kapitalizmden söz açılamaz, uluslararası kapitalist ekonomi, çoktandır birbirine bağlanmış kapitalist ülke ekonomilerinin tek bir zincirin halkalarını oluşturmasıyla tanımlanabilir. Eskiden kendine yeterli bütün, ulustu, ulusal ekonomiydi. Kapitalizm, birbirleriyle ilişkilere sahip olsalar da, tek tek kapitalist ülke ekonomilerinde var olmakta ve kendisini üretmekteydi; uluslararası ilişkiler, ulusal ekonomiden hareketle ele alınabilir ve çözümlenebilirdi. Artık kendine yeterli bütün, kapitalist dünya ekonomisidir ve buradan hareket etmeden, tek tek ülke ekonomileri ele alınıp anlaşılır kılınamaz, çözümlenemez ve değiştirilemez. Evet, burada ulusa ve ulusal taleplere hâlâ bir yer vardır; ancak tüm ulus ve ulusa ilişkin sorunlar, bütün ulusal talepler, artık eski sınırlılığı içinde ele alınamaz, kapitalist dünya, uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin odağında olduğu genel çerçevesi göz ardı edilerek ulus ve ulusa ilişkin hiçbir sorun çözülemez.
Burjuvazinin ulusa ihanet ya da ulustan kopuş eğiliminin ikinci yönü ya da görünümünü oluşturan emperyalizmle girilen işbirliği ilişkileri içinde şekillenen ihanet ya da kopuş da, ulusa ve ulusa ilişkin sorunların ele alınışında etken durumundadır.
İlişkilerini dünya ölçeğinde yayan ve egemen sömürücü sınıflardan işbirlikçiler edinen tekeller; başlangıçta kapitalizm öncesi sınıflardan devşirdikleri işbirlikçilerini, kapitalist ilişkilerin yayılmasıyla, kendileriyle birleşmeye can atan (başka çareleri de pek olmayan) yerli kapitalistler içinden sağlamışlardır. Kendi çıkarlarını ulusal çıkarlarla değil ama süfli kârları ve bunu olanaklı kılmak üzere bir parçası olmaya yöneldikleri ve oldukları dünya kapitalizminin çıkarlarıyla tanımlayan, uluslararası tekellerle girdikleri işbirliği içinde kendilerine düşecek pay peşinde olan bağlı/bağımlı/sömürge ülke burjuvazilerinin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin, varlığı, üzerine kurulmuş olduğu ulusal değerlerin emperyalizme satışa sunulmasına bağlanmıştır. Emperyalist ulusal yağma çarklarının genel işleyişi içinde ve bu süreçte işlevsel olan ezilen/bağımlı/sömürge ulusların bu burjuvazisinin de, kuşkusuz hâlâ ulusla bir bağlantısı vardır. İçinden çıktığı ve tüm maddi ve manevi değerlerinin emperyalizme satışına aracılık ettiği ulusla bağlantısı, sermayesinin birikim süreci, uluslararası mali sermayenin birikim sürecine bağlanmış ve onun bir parçası haline gelmiş bu burjuvazinin, kendisi adına istediği payı büyütmek üzere, ulusunun değerleri ve gücü (üzerinde var olduğu ulusal pazarın mali ya da ekonomik gücü, askeri varlığı, ülkenin jeostratejik konumu vb.) üzerinde tepinmesidir. Ulusal değerlerin emperyalizme pazarlanmasında “pazarlık gücü”nün yüksekliği ya da “payı”nın büyüklüğü, “ulusunun” ve ulusal değerlerin üzerinde kurmuş olduğu egemenlik ve kontrol gücünün, ulusun geri kalanını peşine takma yeteneğinin büyüklüğüne bağlıdır. Bu nedenle ulusun temsilcisi gibi davranmak, “ulusal dava” güdüyor gibi görünmek, çelişkili görünse de, pazarlık gücü ve payını yükseltmek bakımından gereklidir. Üstelik kendi kârını da gerçekleştireceği böyle bir pazarlamanın nesnesi kıldığı değerlerin, kendisinin hükmetmekte olduğu ulusal topraklarda (ve dünya kapitalizmine bağlanmış olsa da, burada kurulmuş ilişkiler çerçevesinde) üretilen ya da üretilmiş ya da doğal haldeki ulusal değerler olması bakımından da, bu sınıf, tümüyle olumsuz pozisyonu ile ama hâlâ ulusla bağlantılıdır. Buradan, ulus ve ulusa ilişkin taleplerin, artık bağlantılı olduğu kadarıyla da, tamamen karşısında yer almakta olan bu egemen sınıfa bırakılıp bırakılamayacağı tartışmasının ötesinde, bütünüyle işçi sınıfına kaldığı, kendisi de ulusun -hem de en devrimci- parçası olan işçi sınıfı tarafından sahiplenilmek durumunda olduğu sonucu çıkar. Bu, kuşkusuz, ulusal talepleri başka herhangi sınıfların sahiplenemeyeceği, sahiplenmediği anlamına gelmez; ama egemen burjuvazinin karşısında yer aldığı ve başlıca yağmacı zorbayla (emperyalizmle) birleşmiş oluşunun çıkardığı çağrı, “savaş alanı”nı belirleyen kapitalizm ve onun özel bir aşaması olan emperyalizmle sonuna kadar boğuşma ve onu alt etme yeteneğinde olan işçi sınıfına yöneliktir.
Bu, burjuvazinin, kendi içinden çıktığı ulus kadar, farklı uluslarla ilişkini de, tamamen, üzerinde tepindiği ulusal değerleri değişim değeri ve kârının başlıca koşuluna dönüştürmesini de kapsayarak, pazar ve pazarlama sorunu belirler. Emperyalistler ve onların egemenliğindeki ezen uluslar karşısında boynu kıldan ince olan, kârının gerçekleşme koşulunu boyun eğme ve her isteneni vermede gören ezilen, bağımlı/sömürge ülke burjuvazisi, pazarlık marjını yükseltici unsur olarak, tarihten kalma tüm toprak/sınır vb. anlaşmazlıkları da (Türkiye ile ilgili örnekler arasında, kıta sahanlığı, Kıbrıs, Hatay sorunları sayılabilir) içinde olmak üzere ulusal sorunları ileri sürerek, en başta bölge ülkeler burjuvazisi karşısında “aslan” kesilir. Emperyalistlerin de, sorunlara taraf olan ülkeleri içinden çıkılmaz durumlara itip kendisine daha çok muhtaç ve daha fazla bağımlı kılmak amacıyla kışkırttığı çeşitli bölgesel çekişmeler, “bölge gücü” olma özlemleri, sonunda gelip, ulusal değerler üzerinden emperyalizmin taşeronluğu kapışmasına bağlanır. Pazar kavgası içeriğiyle, bağımlı/sömürge ülkelerin egemen burjuvazisinin (işbirlikçi tekelci burjuvazi) elinde ulusal sorunun emperyalist pazar paylaşımına bağlanması, ulusal sorunu da, emperyalizme karşı mücadele ve emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüştürür. Pazarlamacı ya da taşeron konumundaki işbirlikçiler, bu konumları nedeniyle, çoktan, böyle bir mücadelenin hedefi haline gelmişlerdir.
Farklı uluslarla ilişkili olarak bağımlı/sömürge ülke burjuvazisinin aslan kesildiği bir başka alan, egemenliği altında tuttuğu değişik uluslarla ilişkilerdir. Tüm ulusal değerlerin emperyalizme pazarlanmasında eli hiç titremezken, “çakıl taşı”nı bile gözeten edebiyat, bu alana özgü gelişmiştir. Şimdi artık emperyalist pazar paylaşımına bağlanmış, tekel öncesi dönemde ulusal sorunların üzerinde yükseldiği zemin olan pazar kavgaları, önemini yitirmemiştir. Tek farkla ki, artık tekelci ilişkiler çerçevesinde, emperyalizm koşullarında şekillenmektedir. Burjuvazinin en devrimci dönemlerinde de uzlaşmazlığı, tam yasakçılığı, çatışma ve savaşları, oluk oluk kan akıtılmasını koşullayan burjuvazi egemenliğindeki farklı uluslar arasındaki ilişkilere, pazar kavgasına dayanan ulusal sorun, emperyalizm döneminde, bir de burjuvazinin egemenliği altındaki toprakların tüm ulusal değerlerinin pazarlanma tekeli bakımından önem kazanmıştır. Egemen burjuvazinin, pazar paylaşımını olduğu kadar, toprakların bir kısmının farklı bir elden pazarlanmasını ya da ezilenlerin elinde pazarlanma konusu olmaktan çıkarılmasını da uzlaşmazlıkla reddetmesi, genel kural durumundadır. Şimdi artık, eskiden ulusal baskıyı ve ulusal baskıya karşı mücadeleyi koşullayan burjuva egemenliği ve bu egemenlik altında kaçınılmaz olan pazar kavgası, pazarlama tekeli kavgasıyla beslenip büyüyerek daha zorlu ulusal baskı ve ulusal baskıya karşı mücadeleleri zorunlu kılar. Ulusal baskı, bir önceki dönemde, kapitalizmin ve demokrasinin gelişmesine bağlı olarak kimi ülkelerde gerçekleşmiş ulusal çözümlerin, emperyalist tahriklerin de etkisiyle, neredeyse tümüyle olanaksız kılınışını kapsayarak, dil özgürlüğü gibi tamamen insani olanları dâhil, tüm ulusal talepleri dışlayarak tam bir zorbalığa ulaşır. Ne eğitim hakkı tanır ve hatta ne de çocuğuna istediği ismi koyma hakkı. “Resmi” olan dışında hiçbir şeye hak tanımaz. Ulusal baskının ulusal hareketleri koşullaması, artan zorbalık karşısında, ulusal uyanış ve hareketlerin zorunun artışına götürür.
***
İşçi ve diğer ezilen sınıflara yönelik inkârcılık, tarıma, hayvancılığa ve hizmet alanlarına yönelik, tüm haklarıyla birlikte üretici emekçileri hedefine alan tekelci el koyuculuk, ulusal sorun açısından, dünya ölçeğinde tüm ulusal değerleri yok etmeye ve iktisadi alandan başlayarak her yönüyle ülkeleri ele geçirmeye yönelik tekelcilik, tek tek ülkelerde farklı uluslara yönelik yok sayıcılık, hak tanımazlık; tümünün kaynağı kapitalizmde olan ve daha tekel öncesi dönemde uç verip belirli bir yol kat eden haksızlık ve zorbalık, emperyalizmle birlikte, kapitalizmin genel karakteri olarak kendisini ortaya koydu. Emperyalizmle birlikte, egemen burjuvazi, tekeller, hak-hukuk tanımadan tüm ülkelerde ve dünya ölçeğinde saldırıya geçti. Her şeye, tüm zenginliklere el koyma ve kendi egemenliği dışında hiçbir hak tanımama, tekelci burjuvazinin düsturuydu. Çürüyen kapitalizm olan ve bu özelliğiyle sosyalizme dönüşmenin arifesini belirten emperyalizm, aslında kapitalizmin olağandışına ulaşmasıyla olağan görüntüsüne büründü. Rahatlıkla söylenebilir ki, emperyalizmin olağanlığı, onun olağan dışılığı ve olağanüstülüğündedir. Üzerinde tepişilen “demokrasi”, emperyalizm koşullarında, tekeller tarafından, kendisini rahatsız etmediği sürece katlanılan ve ona yönetme rahatlığı sağlayan bir yönetsel biçim olabildi. Ama emperyalistlerin (ve işbirlikçilerinin) örneğin her ciddi grevi polis ve asker gücüyle bastırmaya girişmesini, ciddileşen her durumda denetim dışı sınıf örgütlerini dağıtmaya, toplantılarını yasaklamaya yönelmesini, sıkıyönetimler vb. ilan etmesini dışlamadı. Demokratik haklar, bedelini ödeyen “aşağı” sınıflardan halkın mücadelesinin ürünü olduğu gibi, ancak “aşırı” (burjuvazinin egemenliğini tehdit edici) kullanımları gündeme girmediği koşullarda uygulanma şansı bulabildi. Burjuva demokrasisi, ne iki büyük dünya savaşında sömürülen yığınların kırımını, ne NAZİ ve faşist hak tanımazlığını ne de sömürgelere yöneltilmiş yağma ve tarifsiz zorbalığı reddetmedi, tersine içerdi. Kapitalizmin olağanüstü hali olan emperyalizm, gericilikten, demokrasi ve özgürlük tanımazlıktan, saldırı ve yağmadan, yasakçılık ve hak tanımazlıktan başka bir şey olmadı. Çürümekte olan, tekelci, yağmacı, el koyucu kapitalizmin, olağanüstü yönetimlerin olağanlaşmasına ihtiyacı tartışmasızdı.
Emperyalizmin ilk birkaç on yılı içinde gerçekleşen Sovyet Devrimi ve ardından Çin ve Doğu Avrupa’da olup bitenler, yeni bir olağanüstülük oluştururken, uluslararası tekelci burjuvazinin, emperyalizmin eğilimlerinin gerçekleşme koşullarının tüm çehresini etkiledi. Emperyalistlerin karakteri kuşkusuz değişmedi; ancak, tamamen ciddiyet kazanan devrilme ihtimalini göze almadan gerçekleştiremedikleri/gerçekleştiremeyecekleri eğilimlerini dizginlemek, kendi egemenlikleri bakımından elverişsizleşen koşulları tersine çevirmek için ezilenlere tavizler vermek durumunda kaldılar. SSCB’nin temsil ettiği sosyalizm ve dünya işçileri ve halklarının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi, demokratik hakları az-çok kayda bağlamayı başarmıştı. Bu, emperyalizmin hak tanımazlığı karşısında, haklara kavuşmanın tek yolunu (devrimler) gösterdiği kadar, kapitalizm koşullarında “devrimci mücadelenin yan ürünü olarak reformlar”ın, burjuvazinin vermek zorunda bırakıldığı tavizlerin örneğini oluşturmaktadır. Kapitalizm altında ya da onu devirerek, hak ve özgürlüklerin elde edilmesi, yalnızca sömürülen ve ezilen yığınların mücadelesine bağlıdır. Gerisi; pervasız hak tanımazlık, yasakçılık, zorbalıkla karakterize olan kapitalistlerin olağanüstü halciliğinden ve bu yöndeki uygulamalarından ibarettir. Emperyalizm aşamasında kapitalizmin dayattığı budur.
Süreç, sosyalizm ve demokrasi mücadelesi ve dayanaklarının elde ettikleri tavizleri de kullanarak son zaferi kazanamaması, ama burjuvazinin, tekellerin verdikleri tavizleri, nefes alma ve yeni saldırılar düzenleme olanağı olarak kullanıp -yine bir olağanüstü halcilik olan- “Soğuk Savaş” vb. yolundan yürüyerek, işçi sınıfı ve halkların ileri yürüyüşünü kesintiye uğratması ve yeniden başa dönmeyi başarmasıyla gelişti. Şimdi, yeniden, tavizlere yer olmayan bir süreç işlemektedir. Geçici de olsa galip gelen, bundan aldığı güçle kendisine güveni artan burjuvazi, eskisinden de büyük bir hırsla ve gericiliği bilenerek saldırı halindedir. Moral kaybının da etkisiyle gerileyen yenilmiş ve henüz yeni yeni toparlanmakta olan işçi ve ezilenlerin hareketinin bugünkü durumu, emperyalist pervasızlığın bugünkü düzeyinin etkenidir.
Artık eli serbest kalan tekelci burjuvazinin, vaktiyle geriye ittiği tüm pervasız saldırganlık ve zorbalığı, bunun örgütlenmesi olan hak-hukuk ve kural tanımaz aygıtları, yönetim yöntemleri yeniden devrededir. Bu pervasızlığın temelini, neoliberal küreselleşme, uluslararası tekellerin dünya ölçeğindeki sömürü ve yağmasının önündeki tüm engellerin kaldırılmasına yönelik (ekonominin, maliyenin, ticaretin, hizmetlerin vb. tam liberalizasyonunu içeren) ekonomi politikaları oluşturmaktadır. Bu temel üzerinde gerçekleşenler herkesin gözü önündedir: Körfez Savaşı’ndan sonra, Yugoslavya’nın parçalanması ve ulusların birbirine kırdırılması, 11 Eylül’ün tamamen bahane olarak kullanıldığı, bu tarihten önce planlanmış Afganistan barbarlığı, Gürcistan, Özbekistan, Tacikistan’da emperyalist üsler kurulması, Filistin soykırımı, Irak’a operasyon dayatması, İran’ın “terörist” ilan edilişi, ABD’nin nükleer tehditleri, Pakistan’la Hindistan arasında topçu ateşlerini de kapsayan nükleer diplomasi, Kolombiya’da kokain baronunun başkanlığı, Venezüella’da geri tepen darbe girişimi… Örnekler çoğaltılabilir; ancak burada ne ulusal ne de uluslararası hukuka, haklara yer bulunabilir.
Dört bir yana yöneltilmiş saldırganlık, hak tanımazlık, hukuksuzluk ya da bileği güçlü olanın hakları ve hukukunun üstünlüğü, şurada başka burada başka hukuk ve ilkeleri, gözlerimizin önünde çürüyen kapitalizmin özelliğidir.
Çürüyen kapitalizm, tüm toplumları da çürüterek, artık daha öteye gidemeyeceğini kanıtlamaktadır. Bush’Iar, Blair’Ier, Putin’ler, Şaron’lar, Ladinler, Dostum’lar vb. eliyle düzenlemekte olduğu, çoğuna “savaş” adı takılan katliamlar; hem bu kanıtlanmanın altının çizilmesidir, hem de artık yıkılıp değişmeden edemez hale gelmiş kapitalizmin kendisini tamamen olağandışı tutumlar ve politika edinilmiş pervasızlıklarla ayakta tutmaya çalışmasından başka bir şey değildir.
Artık kapitalistler egemenliklerini ancak olağanüstü yönetme biçimleriyle sürdürebilir olmuşlardır. Kapitalizmin reva gördüğü aşağılanmalara katlanacak halklar olamayacağı gerçeği ve patlak veren ya da potansiyel haldeki tepkisel ve dönüştürücü eylemlerin bastırılması ihtiyacı bir yana, uluslararası tekeller, emperyalist kapitalistler, en basit yönetsel işlerini bile, olağan yol ve yöntemlerle yürütemez hale gelmişlerdir. Kendi aralarındaki tepişmeleri de bu ihtiyaçlarını pekiştirmektedir. Artık “insan hakları”, “demokrasi”, “barış” gibi o eski propaganda malzemelerini bu nedenle kullanamaz durumdadırlar. AB ve başta Alman ve Fransız emperyalistleri gibi hâlâ bu argümanları kullanarak yayılmaya çalışanlar, paylaşımda pay dayatıcı -başlıca askeri- güç eksiklikleri nedeniyle, örneğin Anglo-Sakson emperyalizmiyle dişe diş kapışmayı göze alacak pozisyona sahip olmadıkları ve halkları yedekleme ihtiyacında oldukları için bunu yapıyorlar. Ancak hem emperyalist nitelikleri hem de en başta Amerikan emperyalistlerinin açtığı pervasızlık yolunda şöyle ya da böyle yürümeye zorlanmaları yüzünden, bu argümanlar ellerinde pek eğreti duruyor. Pek gönüllü görünmemelerine karşın Afgan işgal gücüne asker veriyorlar; Filistin’in inşasını üsleneceklerini söylüyorlar, ama uyguladığı soykırım süresince İsrail’e silah sevkıyatını durdurmadılar; çıkarları gereği olası Irak operasyonuna yakın durmuyorlar, ama dışlanmamak için 1. Körfez Savaşı’nda az “sorti” yapmamışlardı!
Artık emperyalistler ciddi tepki toplayacağını ve topladığını bile bile Filistin’de soykırıma yönelmeden edememektedirler. Tıpkı Bin Ladin’e sadece tahammül etmeden değil ama onu beslemeden edemedikleri gibi. Tıpkı Afganistan’ı hallaç pamuğu gibi atmadan edemedikleri ya da Venezüella’da henüz koşullarını bile hazırlamadan darbe girişiminden kaçınamadıkları gibi.
Çin Tienanmen’de kıyıma girişen olağanüstü yönetiminden zaten hiç vazgeçmedi. Putin, Gorbaçov’un dağıtıp işlemez hale getirdiği sistemi yeniden organize edip toparlanma olağanüstü ihtiyacının ürünü olarak, şimdi ülkeyi olağanüstü yetkilerle donatılmış 6–7 askeri vali ile yönetiyor.
ABD ve İngiltere yeni bir Mac Chartizm dönemine çoktan girdi. Üniversitelerden öğretim üyeleri sadece düşünceleri nedeniyle atılıyor. İki ülke de yabancılara, kuşkusuz en başta yabancı işçilere ilişkin olarak yaşanmaz topraklar haline çoktan getirilmiştir. Suçlamasız süresiz gözaltı, askeri mahkemeler, (ABD’de bu mahkemelerce verilecek idam cezalarının yalnızca Bush’un onayına sunulması ama temyizinin olmaması), yabancıların toplumdan dışlanmasına yönelik her türden aşağılayıcı uygulama vb., bu ülkelerde, dar savaş kabineleri ve kriz yönetimleri gibi olağanüstülüklerin yanı sıra, olağanüstü yönetimin unsurları olarak, şimdiden sıradanlaşmıştır.
IMF, DB ve özellikle DTÖ, uluslararası tekeller ve emperyalistlerin olağanüstü yönetim aygıtları olarak, çoktan olağan yönetim aygıtlarına dönüşmüş bulunmaktadırlar. İşaret ettikleri gerçek, kapitalizmin kendisi ve ihtiyaçlarının, olağanüstü hal ve yönetimin artık olağan sayılacak kadar olağandışılaşmış olmasıdır. Kapitalizm, hiçbir yönüyle artık olağan bir yaşam sürdüremez çizgidedir. Bir bütün olarak kendisini “alt” sınıflara kabul ettirebilmesi kadar emperyalist odaklarının aralarındaki ilişkinin düzenlenmesi de olağanüstü normları, örgüt ve politikaları zorunlu kılmaktadır. Kuruluş amacı ortadan kalkmasına rağmen, üstelik genişlemeye yönelerek NATO’nun pekiştirilmesi de, bu çerçevede anlam kazanmaktadır.
Pervasızlık; hak ve hukuk tanımayış; hakları, genel olarak bölüşümü, kapitalistlerin kendi aralarındaki “pasta” paylaşımını da, güç ve ilişkilerin, buradan kaynaklı dayatmaların belirleyişi, kendi çıkarından başka çıkar tanımayış, inkârcılık, uygulamada zorun rolünün kabul edilmez yükselişi, politika ve diplomasinin giderek daha fazla şiddete dayalı olarak, askeri araçlarla sürdürülmesi- evet, bunlar, kapitalizmin genel eğilimleridir. Ancak, piyasa ve serbest rekabetin orman kanunlarının belirleyicilikleri açısından, tekelci dikte ve zorbalık koşullarında kat edilen mesafe ve günümüzün pervasız küreselleşme ve yeni bir paylaşıma koşma koşullarında kazandıkları özel anlam, tüm kıyaslanabilirliklerin ötesindedir.
Yalnızca işbirlikçiliğinin değil egemenliğinin koşulunu da gericiliğinin oluşturduğu bağımlı/sömürge ülkelerin egemen burjuvazisi; parçası olduğu uluslararası burjuvaziden gelen eğilimlerle beslendiği kadar, kendi ülkesini yönetme zorluğu ve amaçladığı bölgede taşeronluk işlevinin ihtiyaçları bakımından da, ancak gericiliğin zirvesinde tutunabilmektedir. Bunun tek istisnası, ülkesinde gelişkin bir işçi ya da halk muhalefetinin üstesinden taviz vermeden gelemeyecek olmasıdır; ancak bu da, Venezüella örneğinin gösterdiği gibi, dünyanın genel gidişatı içinde, kolay değildir.
Küreselci pervasızlık, emperyalistler tersi eğilim içinde olup eski Yugoslavya ya da Rusya örneğinde olduğu gibi ezilen uluslar üzerinden politika geliştirmedikleri (egemen burjuvaziyi gözden çıkarmadıkları) durumda, bağımlı/sömürge ülkelerin işbirlikçi burjuvazi, egemenliği ve hak tanımazlığı açısından elverişli koşul oluşturmaktadır. Neoliberal küresel tekelci yönelim, bu ülkeler burjuvazisinin egemenliğini uluslararası tekeller lehine kemirse ve onları basit acente ve taşeronlara dönüştürme eğilimi olarak gelişse bile, bu, kesinlikle gericilik ve hak tanımazlığı zayıflatıcı rol oynamamaktadır. Uluslararası tahkimle adalet ve hukukunu bile emperyalistlere pazarlayan bağımlı/sömürge ülke egemen burjuvazisi, Türkiye örneğinde olduğu gibi, 3 yaşındaki “Berivan”ı mahkemelerde süründürmekten kaçınmamaktadır. AB üyeliğinin göstermelik “demokrasi” koşulu olan “idamın kaldırılması”na, “demokrasi havarileri” tarafından “daha çok acı verici, daha büyük ceza” olduğu savunularak “ağırlaştırılmış müebbet hapis” çözümü oluşturulmaktadır. Yine “demokrasi” ölçütü olarak “anadilde eğitim” sorununun, “resmi dil” tartışmasına bile yanaşılmadan, devlet denetiminde kurslarla “çözümü” gündeme getirilebilmektedir. Jest olarak OHAL’in kaldırılmasına ilişkin eğilimlerin gündeme gelişi de aynı çerçevededir. Ancak örneğin EMEP’in “OHAL kaldırılsın” afişleri bile yasaklanıp bu yönde faaliyeti engellenmektedir. Bir siyasi partinin kaldırılmasını talep etmesinin bile yasak olduğu OHAL, tıpkı Öcalan’ın idamının ancak Anayasa’ya “hiç affedilemez” hükmünün değiştirilemez bir madde olarak eklenmesiyle “ağırlaştırılmış müebbet’e çevrilmesi “çözümü” gibi, yönetim biçimi olarak olağanüstü halin olağanlaşmış oluşundan başka bir şeyin kanıtı değildir.
Tek tek ülkelerdeki özel “OHAL”ler, ancak kapitalizmin dünya ölçeğindeki olağanüstü halciliği genel çerçevesi içinde ele alınır ve buradan karşı çıkılırsa, yerli yerine oturtulabilir.
Buradan, örneğin, tüm hukuksuzluğu ve olumsuzluk ve haksızlıklarıyla, Türkiye’de 4 ilde uygulanan OHAL gerçeğinin ve kaldırılması için yürütülmesi gereken mücadelenin özel öneminin küçümsendiği sonucu çıkarılamaz. Tersine, ülkenin demokratikleşmesinin önünde temel bir engel olan OHAL’in kaldırılması için mücadele, demokrasi mücadelesinin başlıca bileşenlerindendir. Sorunun ele alınışına ilişkin söylenenlerden amaç, hem kaldırıldığında bölge insanını, örneğin “kriz yönetimleri”, OHAL yönetimleriyle aynı yetkiye sahip “süper valileri” ile “İller İdaresi Yasası” türünden bugün ülke çapında geçerli olan olağanüstülüklerin, grev, örgütlenme vb. yasaklarının beklediğine dikkat çekmektir; hem de özel olarak OHAL’in kaldırılması mücadelesinin, dünya ve ülke çapında olağanüstü halcilik ve kaynağını oluşturan emperyalist kapitalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyle birleştirilmesinin, OHAL ve olağanüstülüklerden kurtuluşun gerçek kapsamını oluşturduğunu belirtmektir.
Buradan en başta çıkarılması gereken sonuç ise, olağanüstücülüğe karşı mücadelenin kapitalist zorbalığa karşı mücadele, öyleyse en başta işçi sınıfının mücadelesi olması zorunluluğudur. İşçi ve emekçiler, grev yasağı ve sendikal özgürlüklerinin inkârından tutun, esnek çalışmaya, işsizlik ve açlığa kadar, kapitalizmin kendilerine dayatılmış kötülük ve haksızlıklarından ve kuşkusuz ücretli kölelikten kurtulma yolunda adım atmak için, en başta en basit haklarını yok sayan ve kendi kurtuluşlarının yolunu kesen olağanüstü yönetimlere ve tüm olağanüstü uygulamalara karşı çıkmak zorundadırlar. OHAL’in, özellikle Türk işçileri açısından anlamı; ona karşı çıkmadan, ne kendilerine yönelik onca haksızlık ve zulümden ne de tümünün kaynağı olan kapitalizmden kurtulmak için adım atamayacak oluşlarıdır. OHAL’e karşı çıkmadan, işçi sınıfı kendisine yönelik olağanüstü uygulamalar ve bu uygulamaları ihtiyaç haline sokan haksızlık ve kötülüklerden kurtulamaz. İşçi sınıfı, tüm ezilenlerle de birleşmek üzere, onlara yönelik haksızlıklar ve zorbalıklara karşı çıkarak, kurtuluşu yolunda ilerleyebilir. Birleşme zemini kadar, OHAL’e karşı mücadele ihtiyacını da belirleyen, tüm ülkeleriyle dünya çapında olağanlaştırılan olağanüstü yönetim biçimlerinin emperyalist kapitalizm kaynaklı oluşudur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑