OHAL’in kaldırılması için iki seçenek: mücadele ya da beklenticilik

Emeğin Partisi (EMEP) “Eşitlik ve özgürlük için OHAL kalksın” kampanyasını açarak fiili anlamda 23, resmi olarak ise 15 yıldan bu yana süren olağanüstü yönetim koşullarının sona ermesinin yolunu açmak için ciddi bir girişim başlattı. Özel hukuk maddeleri ile çevrelenmiş, Türkiye’nin bir bölümü için normal yasal mevzuatı aşan uygulamalarla OHAL bugüne kadar sürekli gündemde yer alarak sıkça tartışıldı ve özellikle son dönemlerde yapılan tüm tartışmaların sonunda kaldırılmasının artık bir gereklilik olduğu söylendi. Ama bu kaldırılma gerekliliğinden söz edilmesine karşın önce Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantılarında, sonra ise Meclis’ten onay alarak uzatılmasına karar verildi ve OHAL Kürt emekçilerinin, yoksullarının yaşamlarının üzerindeki kısıtlayıcı ve baskıcı rolünü oynamaya devam etti.
OHAL gerçek bir hukuk devletinde olmaması gereken bir şekilde keyfiyeti, yasakçı anlayışı, hak ihlallerini, hak ve özgürlüklerin önüne koyduğu engelleri meşru göstermeye çalışan ve meşrulaştıran bir yönetim biçimi olarak uygulandı. Böylesi bir yönetim biçimine başvurmak, bu tür bir yönetimi sürdürme ısrarı, aslında halkın bu şekilde de yönetilebileceğini pratikte gösteren bir örnek olarak, Türkiye’nin karnesine işlendi ve yaklaşık son 25 yılın genel bir demokrasi tablosunu da ortaya koymuş oldu. Bu 25 yıl boyunca ise siyasal özgürlükler, demokrasi, insan hakları, ekonomi, sosyal ve kültürel yaşamın işçi ve emekçiler açısından ifade ettiği anlam ile karşılık bulduğu durum bütünüyle değerlendirildiğinde, OHAL mevzuatının gelişigüzel bir uygulama olmadığını görmek mümkündür. Çünkü sıkıyönetim, özel mahkemeler gibi yöntemler de OHAL’e fazlasıyla benzeyip, ciddi yaptırımları olan uygulamalardır ve bunlar egemen siyasal sistemin yönetme ve baskı altına alma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin siyasal tarihi boyunca da bu tür yönetme ihtiyacına çokça başvuruldu ve emekçileri zapt-u rapt altına almaya yönelik zor kullanmalar ise hiç eksik olmadı.
Türkiye’nin bir türlü çözümlenmeyen, çözümlenmesi için yapılan girişimlerin de şiddet yoluyla engellendiği bir Kürt sorunu vardır ve bu sorun halen tüm yakıcılığıyla sürmektedir. İşte, bu son 25 yıllık tablonun içinde Kürt sorunu fazlasıyla yer almış, OHAL de bu sorunla birlikte kendini kanunlarla daha fazla hissettirir hale gelmiştir. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinin yükselişte olduğu, emekçilerin örgütleriyle bütünleşmesinin yoğunlaştığı dönemlerde özel uygulamalar aracılığıyla bu mücadeleleri bastırma, sindirme ve yıldırma politikaları uygulandı ve buna çeşitli isimler verildi. Ama Olağanüstü Hal, (OHAL) adı verilen bir yönetim ve kanunlar ağı, 1987 yılında OHAL Valiliği olarak resmileşti. Ne var ki, bu resmileşme aynı zamanda o günden bugüne sürecek olan bir keyfiliğin, daha doğrusu hukuk adına yapılan hukuksuzlukların da resmi olarak savunulmasının başlangıcı olarak kabul edilebilir.
19 Temmuz 1987 tarihinde Turgut Özal’ın Başbakanlığındaki ANAP hükümeti tarafından, Diyarbakır, Mardin Siirt, Batman, Şırnak, Van, Adıyaman, Hakkâri, Bingöl, Muş, Tunceli, Bitlis ve Elazığ’da uygulamaya başlanan OHAL, yaygınlaşarak devam etti ve OHAL kapsamına alınmayan yerler de bundan etkilendi. Sonrasında 6 il OHAL’in dışında bırakıldıysa da, “mücavir il” statüsüyle olağanüstü işleyiş devam etti.

OHAL’DE OLUP BİTENLER BELİRSİZ
OHAL, bölgeye ne getirdi ne götürdü diye bir muhasebe yapılsa, karşımıza çıkacak tablonun getiri bölümünde hiç bir şeyin olmadığı ama Kürt yoksullarının yaşamlarından çok şey götürdüğünü söylemek mümkündür. Adı üzerinde olağanüstü bir uygulama olan bu yönetim biçiminin vatandaşın olup bitenler hakkında soru sorma hakkını tanımaması, kendini savunamaz şekilde bir karşı zırhla donatılmış olması bile başlı başına bir sorundur ve bu sorun OHAL’in aynı zamanda bir bilinmezler diyarı olduğu gerçeğini de gözler önüne sermiştir. Evet, sadece bir mülki idare amirinin sınırsız yetkilerle donatılması, uçan kuştan bile haberdar olacak biçimde yetkilendirilmesi OHAL hakkında yeterince fikir vericidir. Ama aynı zamanda bu yetkilendirmenin hukuk maddeleriyle donatılarak koruma altına alınması beraberinde bir bilinmezliği, karanlığı, derinliği de getirmiştir. Bugün hiç kimse OHAL Valiliğinin izni olmadan Diyarbakır, Tunceli, Şırnak ve Hakkâri sınırları içerisinden girip, burada nasıl bir yaşam sürdüğünü izleme imkânına sahip değildir. Bu abartılmış bir örnek olarak görülmemeli. OHAL’in sürdüğü bu dört ile giriş çıkışlar askerlerce kontrol altında tutulmakta, uygun görüldüğü takdirde buralara giriş izni verilmektedir. Böyle, nokta bir yerden, normal hukuku aşan maddelerle yönetilen yerlerde şeffaflık aramak en basit haliyle saflık olacaktır. Ve bu yüzden OHAL bölgesi bugüne kadar eşi benzerine rastlanmamış, akıl almaz keyfi uygulamalara, cinayetlere, faili meçhullere, yargısız infazlara, kayıplara, baskılara, göz altılara, işkencelere, köy boşaltmalara, köy yakmalara mesken olmuştur. Bu olaylardan nasibini almış, mağdur olmuş veya yakınının akıbeti hakkında bilgi isteyen herkes OHAL’in dokunulmaz ve karanlık duvarına çarpmış, dahası biri gözaltına alındığında başvuracak yetkili makam dahi bulamamıştır.
OHAL, bu şekliyle yeni suç üretme merkezleri oluşturarak, puslu bir hava yarattı ve kimin ne iş yaptığı belirsiz bir hal aldı. Asker, polis, itirafçı merkezli organize suç örgütlerinin uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, fidye isteme gibi onca çirkef işe bulaştığı ortaya çıkmış ve bazıları artık saklanamaz hale geldiğinden yargı önüne çıkmışlardır.
Bölgenin bir faili meçhuller ve gözaltında kayıplar mezarlığına dönüşmesinde bu karanlığın, işlerin soruşturulamaz olmasının payı büyük. Her şeye hâkim ve her şeyden haberdar olan OHAL yönetim merkezi, küçücük bir ilçede işlenen cinayetlerin faillerini bulamıyor ama en ücra bir köyde kimin neye yardım edip yataklık ettiğini eliyle koymuş gibi buluyor. Halen, OHAL kapsamında olan Şırnak-Silopi hattında rant çetelerinin cirit attığı, Habur Sınır Kapısı’nda, kömür ocaklarında türlü dolapların döndüğü kamuoyuna yansıyıp, bazı milletvekilleri tarafından Meclis gündemine getirilmesine rağmen OHAL Valiliği bugüne kadar en küçük bir açıklama yapmadı ve sanki böyle işlerden hiç haberi yokmuş gibi davranmayı sürdürdü.

TÜRK İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN SORUNA SAHİP ÇIKMASI ÖNEMLİDİR
OHAL, sadece bu tür baskıların kaynağı, onların bir aracı ve büyük bir sis perdesi olmadı. Çatışmaların yoğun olarak yaşandığı yıllarda ortalığı kaplayan toz bulutu özellikle Türk işçi ve emekçilerin bilinçlerinde bulanıklık yaratmış, şovenist politikaların değirmenine su taşımıştır. OHAL Valiliği’nin yaptığı yazılı açıklamalar dışında bir bilgi akışının olmadığı bölgede ne olup bittiğini öğrenmek isteyenlerin kapıdan çevrilerek, yapmak istediklerine yasaklar konulması, yıllar boyu tek taraflı, yanlı bir propagandanın sürmesini sağladı. Türk emekçiler aralarında hiçbir problem olmamasına rağmen, bu şoven propagandanın etkisinde kalarak, Kürtleri “bölücü, terörist” olarak gördüler. Yer yer ülkenin batısında politik amacı şovenizmi körüklemek olan bir takım siyasal hareketlerin özel çabalarıyla Kürtler ve Türkler arasında düşmanlık yayılmaya çalışıldı. Türk emekçiler “olağanüstü bölgede” neler yaşandığını sürekli ters yüz edilmiş haberlerden öğrenince, tehlikeli bir önyargı bu dönemde üst noktalara varmış oldu. Yukarıda örnek verdiğimiz puslu havanın etkisiyle, batıda “olağanüstü halin” gerçekten bir ihtiyaç olduğu fikrinin yaygınlaşmasını da beraberinde getirdi. Oysa OHAL’in ne demek olduğunu yaşamadığı için bilmeyen, yasalarından habersiz, Kürt emekçilerinin üzerindeki etkisini anlamayan Türk emekçileri olağanüstü bir yönetimin sürmesi karşısında haliyle sessiz kaldılar. Hâlbuki OHAL’in dışındaki yerlerde Türk ve Kürt işçi ve emekçiler fabrikalarda, işletmelerde, okullarda aynı sorunları, sıkıntıları birlikte paylaşıp yaşadılar ve birlikte çözümünü aradılar. Ama buna rağmen OHAL, Kürtlerin ayağındaki pranga olarak kaldı. Batı’da ise pek bilinmeyen bir durum olarak algılandı.
İşte, bu yüzden Emeğin Partisi’nin (EMEP) “Eşitlik ve özgürlük için OHAL kalksın” kampanyasının en önemli ayaklarından biri olağanüstü hali Türk işçi ve emekçilerin öğrenmesini sağlamaktır. Kampanya, Türk emekçilere Kürt kardeşlerinin yaşamlarının gerçekten bu olağanüstülük içinde çekilmez olduğunu göstermek açısından önemli olduğu kadar, şovenizmi kırmak, halkların kardeşliğini hayata geçirmek, aralarına düşmanlık tohumlarını ekenleri teşhir etmek bakımından da öğreticidir. Türk işçi ve emekçiler, bu kampanya ile birlikte OHAL’in ne olduğunu, neden OHAL gibi yönetim biçimlerine başvurulduğunu, Kürtlerin de kendileri gibi yararlanması gereken hakları olması gerektiğini kavrıyorlar. Bu da demek oluyor ki, bir yandan OHAL ve onun getirdiği uygulamalar Türkiye’nin dört bir yanında teşhir ediliyor, diğer yandan ise pratikte birlikte aynı talepler doğrultusunda mücadele etmenin temelleri sağlamlaştırılıyor.
Kampanya, İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da, Adana’da ve diğer şehirlerde siyasi partilere, sendikalara, kitle örgütlerine anlatıldı, destekleri istendi. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu bu kampanya çerçevesinde “Sacco ile Vanzetti” adlı oyununun gösterimini büyük bir hızla birçok yerde sergiledi. İşçi ve emekçilerle buluşan bu etkinlik, ilgi gördü. Emekçiler, tiyatro oyununun verdiği mesajın yanı sıra oyunun bu kampanya çerçevesindeki hedefleriyle de yüz yüze geldiler. Bu yüzden, OHAL’in o karanlık ve derin yüzündeki perde bu kampanya ile birlikte aralanmaya, halkın OHAL yönetimini anladıkça bölgenin ne büyük bir hapishane olduğunu öğrenmeye başlaması, belki de en önemli kazanımlardan biri olacak. Türk işçi ve emekçiler artık OHAL Valiliği’nin bölgeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yönettiğini ve bu kararnamelere dayanarak OHAL’de valinin ağzından çıkacak tek bir sözcükle sokağa çıkmanın sınırlanacağını veya yasaklanacağını biliyorlar. Bu KHK’larla örneğin kendilerinin izlediği “Sacco ve Vanzetti”nin Diyarbakır, Tunceli, Şırnak ve Hakkâri’de hiçbir gerekçe gösterilmeksizin yasaklanabileceğini de biliyorlar. Bunlar küçümsenmeyecek gelişmelerdir.

HUZUR VE GÜVENLİK VAR AMA OHAL SÜRÜYOR!
Şurası bir gerçek ki, OHAL, yıllardır Kürtleri büyük bir açık hava hapishanesine mahkûm etmiştir. Bölgede yaşayanların günlük yaşamdaki en temel insani ihtiyaçları bu yönetim biçiminin kuralları doğrultusunda kesilmiş, parçalanmış, bölünmüştür. Ülkenin bir yerinde yasak olmayan şey, OHAL sınırları içerisinde yasak ilan edilmiş, en basit istemler yine aynı gerekçelerle reddedilmiştir. Batı’da izlenilen bir filme, sahnelenen tiyatroya OHAL’de uygun bulunmayarak izin verilmiyor. Festivallere, şenliklere, kültür sanat etkinliklerine katılan aynı sanatçılar, aynı yazarlar olmasına ve bunlar aynı programla sunulmasına karşın OHAL Valiliği “huzur ve güvenlik” gerekçesini öne sürerek izin vermiyor. Adana’da, Bursa’da, İzmir’de, Antalya’da huzur ve güvenliği bozmayan etkinlikler, bölgeye gelince tehlikeli bir hal alıyor ve sözde çıkabilecek olayların önüne geçiliyor. Halbuki bunların hepsi başlı başına bir bölücülüktür. Batı’da yaşayanların yararlanabileceği şeyler, Doğu’daki halka reva görülmüyor. Zaten, başından yapılan bir ayrımcılık bu şekliyle daha da büyüyor ve genişliyor.
“Huzur ve güvenlik” bir yandan böyle yasaklamaların bahanesi yapılırken, öte yandan aynı söylem bölgede işlerin yolunda olduğunu göstermek için kullanılıyor. OHAL Valiliği başta olmak üzere, bölgedeki en küçük mülki idare amirinden, en büyüğüne kadar herkesin diline dolanan “huzur ve güvenlik” sözü giderek belirsiz bir hal almış, aslında kendilerinin bile savunamayacakları bir noktaya gelip dayanmıştır. Artık, “huzur ve güvenlikten” söz edip sonra da OHAL’i sürdürmek giderek anlamsızlaşan ve geçerliliği kalmamış bir durumdur. “Madem, bölgede huzur ve güven var o zaman niye OHAL sürüyor” diye sormak en başta bölge halkının hakkıdır. Hakkıdır, çünkü bu huzurdan söz edenler, halen kendilerinin ne yapıp, ne edeceklerine, nereye gidip, nereye gitmeyeceklerine hangi filmi izleyip izlemeyeceğine karar verip, ona göre hükümler getirmektedir. Kürtlerin huzursuz ve güvensiz bir yaşam sürmesi için bir neden yoktur. Onlar da Batı’daki kardeşleri gibi eşleri, dostları, yakınları ile dostluk ve komşuluk ilişkileri çerçevesinde barış içerisinde, kardeşçe ve huzurla yaşayabilir. Ama buna izin vermeyen bizzat OHAL’dir. Önü, arkası, sağı, solu polis, panzer, asker dolu olan bir yerde bu görüntüler bile başlı başına gerginlik yaratabilir.
Ne yazık ki, Kürtler, yıllardır yasaklarla çevrili bir ortamda “o yasak, bu yasak” denilerek bunaltıcı, sıkıcı, sorunlarını büyüten, yaşamlarını zorlaştıran yığınla sorunun içinde bir de OHAL’le uğraşmak zorunda kalıyorlar. Oysa normal bir yaşamı sürdürmek onların da en büyük istekleri, dahası haklarıdır.

DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN BİR PARÇASI
Kürt gençlerinin büyük bir bölümü henüz yaşamlarında normal hukukla tanışamadılar. Bugün neredeyse 25 yaşına gelmiş bu gençler, yasak ve baskıdan başka bir şey görmemişlerdir.
Siyasi partilerin çalışmaları, sendikaların eylem kararları, kitle örgütlerinin etkinlikleri sürekli OHAL duvarına çarpmış, bilinen sebeplerden dolayı her türlü yasakla karşılaşmışlardır. Kamu emekçilerinin mücadeleleri sürgün politikalarıyla etkisizleştirilmiş, en basit basın açıklamalarına izin verilmemiş, yapanlar hakkında anında soruşturmalar açılmış, mahkeme kapılarını aşındırmak zorunda bırakılmışlardır. Diyarbakır’da 1041 öğretmen OHAL yüzünden soruşturmaya uğradı. Tunceli’de 2. Munzur Doğa ve Kültür Festivali’ni özgürce ve barış içinde kutlamak isteyenler hakkında davalar açıldı. Mücadeleci sendikacılar sürgüne gönderildi. Gittikleri yerlerde bile OHAL sicilleri onları takip ederek, aynı baskılara maruz kaldılar. Aralarında Evrensel’in de bulunduğu bazı gazete ve dergiler halen OHAL bölgesine sokulmuyor. Basın özgürlüğü ayaklar altında. OHAL, açık bir şekilde bölge halkına “Bizim istediğimiz gazeteleri okuyacaksınız, radyoları dinleyip, televizyon kanallarını izleyeceksiniz” demektedir. Ve bunu bir şekilde kabul ettirmek istiyorlar.
Silahların susmasından sonra bölgede olup bitenler daha net görülmeye başlandı. Artık, iktidar partilerinin bölgedeki örgütleri bile “OHAL’e gerek kalmadığı” yönünde açıklamalar yapıyorlar. “OHAL kalksın” diyenlerin arasına bu parti ve örgütlerin bölge temsilcileri de katıldı. Şimdi ise EMEP’in başlattığı kampanya çerçevesinde OHAL’in kalkması için imza istendiğinde hiç tereddütsüz buna katılıyorlar ve desteklediklerini belirtiyorlar. Bölge halkının talebiyle ortaklaşma, onların gönüllerini ve güvenlerini kazanma, ileride bölgeye gittiklerinde söyleyecek birkaç sözleri, bakılacak bir yüzleri olsun diye düşünmelerinin yanı sıra bu durum artık OHAL’in kaldırılması için oluşan cephenin genişlediğini de gösterir.
EMEP’in kampanyası bu bakımdan OHAL’in sadece bölgenin, Kürtlerin değil Türkiye’nin sorunu olduğunu ortaya koymuştur. OHAL, Türkiye’nin ve demokrasinin bir sorunu durumundadır ve kaldırılması için verilen mücadele aynı zamanda demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Bu, önemlidir. OHAL’in böyle bir çalışmayla Türkiye’nin gündemine getirilmesi, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerini bir kez daha ortak bir noktada buluşturduğu gibi, birlikte bağımsızlık ve demokratikleşme mücadelesinin önemini de gözler önüne sermiştir.

TERÖR BAHANESİNİN BİÇİMİNİ DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞIYORLAR
Bununla birlikte bölgede OHAL’in sürmesine gösterilen gerekçeler ilginç, dahası dikkat çekicidir. Aslında, OHAL’in uzatılması sadece huzur ve güvenlik var söylemiyle çelişmiyor. Bir bakıma, son 3 yıldır olağanüstü yönetim için hiçbir neden yoktur, ama bu uygulamanın devam etmesinden çıkarları olanlar vardır. Çünkü, bölgede OHAL yönetiminden aldıkları güvenle rahat bir şekilde hareket eden irili ufaklı rant çeteleri oluşmuş, bölgenin zenginliklerine göz dikmişlerdir. Kömür ocakları, bakır rezervleri başta olmak üzere çeşitli maden yatakları üzerinde oyunlar oynanmaktadır. Ancak, OHAL zırhı burada neler olup bittiğinden kamuoyunun tam ve anlaşılır bir bilgi edinmesinin önüne geçmektedir. Sınır kapıları ise karma karışıktır. Habur’da dönen dolaplar her gün bir başka yerinden patlak verirken, Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Büyükanıt, ortaya çıkıp Habur’la ilgili bir rapor hazırlamakta ve Habur’da işlerin nasıl döndüğünü ortaya sermektedir! Büyükanıt’a göre, Habur’dan yapılan akaryakıt ticaretinden “bölücü örgüt” büyük kazançlar elde etmektedir ve bu musluğun vanası kapatılmalıdır! Oysa aylardır bölge halkı “Habur açılsın çünkü bu bizim ekmek kapımız” demiş, Genelkurmay ise halkın geçim kapısını “terör kapısı” ilan etmiştir.
Elbette, Genelkurmay, bu iddiayı öylesine ortaya atmadı. OHAL kapsamındaki en karanlık, neler olduğu konusunda devlet yöneticilerinin dışında hiç kimsenin bilgisi olmadığı Şırnak-Silopi’de olağanüstü bir yönetimin kalkması işlerine gelmeyecektir. OHAL kanunları yüzünden bugüne kadar Habur’la, akaryakıtı ticaretinin dağıtımını üstlenen şirketle, keyfi uygulamalar yapanlarla ilgili şikâyetlerde bulunan halkın bu talebi geri çevrildi ve Şırnak-Silopi hattında gerçekten de inanılması güç olaylar olmasına karşın herhangi bir soruşturma, dava açılmadı. Durum açıktır: OHAL’in sürmesi için ihtiyaç olan terör kavramı, silahlar susmuşken başka yönlere çekilerek açıklanmalı ve bir şekilde OHAL bahanesi yaratılmalıdır. “Şurada bu çatışma oldu, şu kadar insan öldü” denilebilecek olaylar gelişmediği için uzatma gerekçesi kalmayan OHAL, şimdi, “terör burada pusuya yatmış, başka işleri yapıyor” denilerek yine aynı bahaneler kullanılıp uzatılmaktadır.
“OHAL kaldırılsın” kampanyasının en geniş kesimlerle buluşmak zorunda olmasının başlıca gerekliliği de bundandır. Hiçbir demagojiye izin vermemek, bu tür kara propagandaların etkisiz hale getirilmesini sağlamak emekçilerin elindedir. Çünkü Türk ve Kürt işçi ve emekçiler bu kampanya ile birlikte OHAL’in uzatılmasını isteyen ve savunanlar üzerinde bir baskı kurup onlara rahatça yalan söyleme olanağı bırakmamış olacaklar. Kampanyanın kesin sonucundan ziyade, emekçiler arasında OHAL’in ne olup olmadığı noktasında bir bilinç oluşması, bunun Türkiye’nin bir demokrasi sorunu olarak görülmesi bakımından oluşacak etki alanı da önemlidir.

AB YA DA PATRONLARIN İSTEĞİ VE TEHLİKELİ BEKLENTİ
Avrupa Birliği’ne girilmesinden sonra zaten bu tür sorunların çözümleneceğini savunmanın ve halkı da böyle bir beklentiye sokmanın doğru olmadığı belki de en net bir şekilde OHAL üzerinden görülmektedir.
Dönem dönem TÜSİAD, TOBB vb. patron kuruluşlarının hazırladıkları ve “devrim” diye sunulan raporlarda OHAL’in kaldırılması da yer almış, bölgedeki yaşamın normalleştirilmesi istenmiştir. Gözünü, kulağını buraya dikenler bakımından, patronların ne kadar demokrat, ne kadar ilerici, halkı düşünen, onların sorunlarını anlayıp kavrayan kişiler oldukları yanılgısı yayılmaya çalışıldıktan sonra, hak ve özgürlüklerin, demokratik taleplerin ancak onlar aracılığıyla ve raporlar yoluyla ama bekleyerek kazanılacağına ilişkin bir ortam yaratıldı.
Ancak, bunun büyük bir çelişki olduğu açıktır. Çünkü OHAL gibi yönetimler zaten emekçilerin kendi talepleri doğrultusunda birleşmelerini, birlikte mücadele vermelerini engellemek ve politika yapmalarının önüne geçmek için uygulanıyor.
Patronların örgütlerinin yaratmak istediği yanılgıya benzer bir durumun da Avrupa Birliği’nden demokrasi bekleyen tutumda görüldüğünü söylemek mümkündür. Avrupa Birliği’nin Türkiye’de demokrasinin kırık çıkıklarını düzeltip, gereğini yerine getireceği beklentisi, tüm sorunlarda olduğu gibi, OHAL’de de kendini bir kez daha gösterdi. AB kriterlerine uyum gösterildiğinde sanki demokrasi bir anda tesis edilecek, insan hakları, idam, genel af gibi çözümlenmeyi bekleyen bir dizi sorundan eser kalmayacakmış gibi garip, garip olduğu kadar aslında bu sorunların üstesinden işçi, emekçi mücadelesinin geleceğine inanmayan bir anlayış içten içe gelişti. Bu, beraberinde başka yanlış eğilimleri ve tehlikeleri de doğurdu. Yukarıda saydığımız tüm sorunların çözümünde olduğu gibi OHAL için de böyle bir beklenticilik gelişti. Ve bu beklenti ister istemez belki de en çok Kürtlere zarar veriyor.
Yıllardır Kürt sorunu, çeşitli vesilelerle Avrupa gündemine taşınmış olsa da, hiçbir zaman OHAL uygulaması ciddi biçimde ele alınmamıştır. Bir kabullenmişlik ve Kopenhag yolunun Diyarbakır’dan geçmesini beklemek bugüne kadar hiçbir fayda getirmemiş, bölge halkında normal yaşamın özlemi daha fazla kendini hissettirir olmuştur.
Ancak, bu özlem, halkların birlikte mücadele etmesi yerine durgunluk, beklenticilik ve AB pazarlığı arasında sıkışmış, bir çıkış yapılmasının önüne geçmiştir. OHAL sorununa bir de bu yönüyle bakıldığında, kampanyanın, emekçilerin birlikte mücadelesinin önemi daha iyi anlaşılır olmaktadır. Kampanya, bu açıdan iyi değerlendirilirse, aslında halkın taleplerinin karşılanmasının ancak kendilerinin bahşetmeleri sonucunda mümkün olacağını zannedenlere karşı da iyi bir yanıt olacağı sonucuna varmamıza yol açacaktır.

TERÖR LİSTESİ VE KÜÇÜK BİR JEST
Dikkat edilecek olursa, “AB’ye girilecek mi, girilmeyecek mi?” sorularına yanıt aranıp bunun tartışmaları yapılırken, Milli Güvenlik Kurulu ve Meclis, sürekli OHAL’in kaldırılması için olumsuz tavırlar sergiledi. Bırakın kaldırılmasını, her toplantıdan sonra OHAL’in ne kadar isabetli bir yönetim biçimi ve bölge için biçilmiş bir kaftan olduğu üzerine açıklamalar yapıp durdular. Meclis oylamalarında parmaklar havaya kalktı ve OHAL’in sürekli dört ay daha uzatılmasına karar verildi. Artık, bu öyle bir hal aldı ki, sanki çok olağan bir iş yapılıyormuş, bir halkın yaşamı etkilenmiyormuş, bölgenin genel durumunu ilgilendirmiyormuş gibi uzatılma kararları rutinleşti. Rutinleşme tehlikesinin yanında AB beklenticiliği OHAL’in uzatılmasını kolaylaştırdı. Yönetenler, keyfi bir yönetim, hukuksuzluk için baskı görmediği, buralarda aldığı kararlar ve yaptıkları için rahatsız edilmediğinden dolayı rahat davrandı ve OHAL’in uzatılmasında hiç bir sakınca görmedi. Aynı yönetim, aynı konuda aynı rahatlıkta olduğu için de “OHAL bizim istediğimiz zaman kalkar” havasına girmiştir.
Ayrıca, Kürtlerin hakları ve özgürlükleri için mücadele ettiğini söyleyen Kürt siyasi hareketlerinin de hükümetin AB’nin uyum yasalarına ne kadar sadık kalacağını merakla beklediği de unutulmamalıdır.
Bir süre önce AB ile Türkiye arasında “yapay gerginlikler”e yol açan, “AB’ye rest çekildi”, “AB Türkiye’yi defterden sildi” gibi abartılı, işleri sosyal ve ekonomik boyutundan kopararak basit bir çekişme gibi gösteren değerlendirmelerin ardından ANAP çevresinin başlattığı ve hükümetin diğer ortaklarının da katıldığı “OHAL kaldırılabilir” açıklamaları ortalığı kapladı. AB, PKK ve DHKP/C’yi “terör listesine” aldığını açıkladıktan sonra bu açıklamaların yapılması, aslında OHAL’in kaldırılması için emekçi mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Çünkü hükümet terör listesine karşılık küçük bir jest yapacağını ve OHAL’in kaldırılmasını gündemine alabileceğini belirtiyor. Bir bakıma yıllardır olağanüstü koşullarda çekmedikleri eziyet kalmamış Kürtlerin ısrarlı talepleri, emek ve özgürlükten yana partilerin çalışmaları, sendikaların, kitle örgütlerinin dile getirdikleri bir yana koyuluyor, OHAL’in kaldırılması bir jeste bağlanmak isteniyor.
Ama hükümet zirvelerinde konuşulan Avrupa Birliği pazarlıkları sürekli başa dönerek ortaya işin içinden çıkılamaz gibi bir durum yaratılıyor. ANAP’ın ve DSP’nin AB’ye uyum kriterlerine sıcak baktığı ancak MHP’nin direttiği ve bu yüzden istenilen demokrasiye kavuşulamadığı anlatılıyor. Şimdi, Haziran ayının sonuna kadar AB ile ilgili tüm “pürüzlerin” ortadan kaldırılması gerektiği üzerine yapılan propaganda yoğunlaşmış durumda. Bunun için devreye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in girdiği ve çalışmalarını hızlandıracağı belirtiliyor. Sezer’in “hamlesi” kamuoyuna “AB için son umutlar” biçiminde pompalanıyor ve “bu ülke demokrasi istiyorsa AB’nin uyum yasalarını kabul etmeli” biçiminde bir dayatma yapılıyor. İşçi ve emekçiler, bu dayatmayla karşı karşıya.
“Demokrasi için son umutların” arasında Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük talepleriyle ilgili olanlar başı çekiyor. Kürtçe eğitim, yayın ve OHAL’in kaldırılması gibi aslında Kürtlerin yıllardır dile getirdiği istekler, şimdi AB’nin uyum kriterlerinin arkasından sürüklenerek, Sezer katkılı çalışma temposuna bağlanmak isteniyor.

DEMOKRASİ EMEKÇİLERİN MÜCADELESİYLE GELİŞECEK
OHAL’in uzatılmasındaki rutinlik ve kaldırılması için AB uyumlarına ilişkin beklentinin gelip dayandığı son nokta, AB kriterleri için sürdürülen çabaların yeniden bir toparlanma sürecine girmesi olmuştur.
Ancak, sorun bu değildir ve EMEP’in kampanyasının bu rutinliği, beklenticiliği, jesti ve AB çalışmaları çevresinde oluşturulmak istenen bir “demokrasi çemberi”ni kırması bu yüzden son derece önem kazanmıştır. Demokrasinin yığınların bir mücadelesi olarak kazanılacağı kabul ediliyorsa, hak ve özgürlüklerin ve demokratik taleplerin yine aynı mücadele içinde gelişip büyüyeceği ve halkın çıkarları doğrultusunda şekilleneceğine inanılıyorsa, OHAL’in AB pazarlıklarının bir unsuru olmasının fazla bir önemi yoktur. Çünkü Kürt ve Türk işçi ve emekçileri soruna sahip çıktıkça, OHAL’in kaldırılması için mücadele ettikçe tüm kazanımlar zaten kendi hanesine yazılacaktır. EMEP’in kampanyası, diğer koşul ve gelişmelerden bağımsız olarak bu kazanımları emekçilerin mücadelesine bağlaması bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Bugün bu kampanya etrafında çeşitli biçimlerle sürdürülen mücadele, aynı zamanda emekçilerin hak ve özgürlük taleplerini de yansıtıyor. OHAL’in kaldırılması sadece bölge halkının rahatlaması, normal bir yaşama kavuşması sonuçlarıyla sınırlı kalmayacak, Türkiye’de emekçilerin birlikte hareket etmesinin ne kadar önemli olduğunu da gösterecektir.
OHAL’in kalkması demokrasinin en acil sorunlarından biridir. Çünkü OHAL’in kalkması diğer sorunların çözümlenmesi açısından da önemli bir adım olacaktır. Kürtler, OHAL kaldırılarak normal bir yaşama geçmek istedikleri gibi, ihtiyaçları olan demokratik, ekonomik ve sosyal taleplerin karşılanmasını da istiyorlar. OHAL’in kalkması aynı zamanda Kürtçe eğitim, Kürtçe yayın ve diğer kültürel sorunların aşılmasına da yardımcı olacak, halka karşı baskı yapan zor örgütlerinin, rant çetelerinin açığa çıkarılıp dağıtılmasını da gündeme getirecek, koruculuk sisteminin kaldırılmasının ve köye dönüşlerde halkın çıkarı doğrultusunda hareket edilmesinin önünü açacaktır. Tüm bunlar imkânsız istekler ve bunları AB’den beklemeyi gerektirecek kadar yapılamayacak işler değildir. Türk ve Kürt emekçilerinin birliği bunları gerçekleştirecek güce sahiptir.

Olağanlaşmış olağanüstü hal ve işçi sınıfının rolü

Herhangi bir olgunun, doğal bir sürecin, toplumsal bir fenomenin ya da bizzat toplumun kendisinin değişme ve yenilenme zorunluluğu, gelişebileceği son noktaya kadar gelişmiş oluşuna dayalıdır. Doğal süreçler bir yana bırakılır ve insani olmakla ondan ayrılan, dolayısıyla düşüncenin, bilinç ve örgüt süreçlerinin, kuşkusuz nesnelliğin yansımaları olarak doğrudan rol oynadığı toplumsal olay ve olgular söz konusu edilirse, değişme ve yenilenme zorunluluğu; belli başlı iki grupta toplanabilecek belirtileriyle giderek toplumun önemli bir çoğunluğu tarafından algılanmaya, kavranmaya başlar; değiştirici sancılı nesnellik birikiminin üzerinden ve onun ürünü olarak gerekli öznellik birikimi, belki daha sancılı olarak ama aynı kaçınılmazlıkla kendisini var etmeye koyulur; sonunda zorunluluk, çoğunlukla birkaç başarısız girişimin ardından, gerçeğe dönüşür.
Toplumlar üretmeden, giderek daha karmaşıklaşan çok yönlü bir üretim faaliyetini örgütlemeden ve kendileri bu faaliyetin süregitmesine dayalı olarak örgütlenmeden varolamazlar. Öyleyse, birinci grup değiştirici/dönüştürücü belirti bu alanda oluşur. Başlangıçta, üretim sürecinde insan ve insan gruplarının (sınıfların) birbirleriyle kurdukları ilişkilere dayalı olarak şekillenen toplumsal örgütlenme, üretimi, üretim sürecinin en hızlı gelişen ve devrimci öğesi olan üretici güçleri geliştiricidir. Bu koşullarda değişme ve yenilenme, aynı sürecin bir parçası olarak gerçekleşir ve henüz köklü bir alt-üst oluş halinde bir değişim ve yenilenme ihtiyacı oluşmaz, belirtileri de görünmez. Ancak üretici güçlerin gelişmesinin kat ettiği mesafeye, bir defa kurulduğunda az çok kurulduğu gibi kalan, niteliği değişmeyen üretim ilişkileri ve ona dayalı olarak oluşmuş toplumsal örgütlenme ayak uyduramaz. Sonunda, asıl unsuru mülkiyet ilişkileri olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin üretici güçlerle çelişmeli birliği olan üretim tarzı; üretici güçlerin gelişmesini önleyen, onu içine sıkıştırıp boğan bir “kabuk” haline gelir. Toplumun büyük çoğunluğunun, en başta üretici gücün asli unsuru olan üretken insan ve sınıfın (sınıfların) maddi yaşamlarını üretmekte ve kendilerini (asıl olarak işgüçlerini) yenilemekte zorlandıkları, hatta olanaksızlıklarla karşılaştıkları, hoşnutsuzluk ve öfkelerini tırmandıran koşullar oluşur. Bir kaç yıldır, Sabancı ve Koç gruplarının gelirlerinin yüzde yüzünden çoğunu, üretim dışı alanlardan sağladıkları rantların oluşturması örneğinde olduğu gibi, mülk sahipleri büyük ölçüde üretimden koparlar (rantiye). Genelleşmiş tüm yolsuzluk, rüşvet, vurgunculuk, spekülasyon, hortumculuk, hayalicilik vb. aşırılıkları ile birlikte paradan para kazanma, rantiye niteliği, mali sermayenin başlıca yönü haline gelmiştir. Aynı kopuş, yaşamlarını başka türlü sürdürme olanağı olmayan işçi sınıfının karşılaştığı kitlesel işsizliğin tırmanması ve konjonktürel olmaktan çıkmaya, genelleşmeye yönelmesiyle yaşanmaya başlar. Küçük mülk sahiplerinin, küçük üretici köylü, esnaf vb.’nin mülksüzleşmesi, çürümenin bir başka yönü olarak görünür. Alt sınıfların tümünü kapsayan sefaletin artması, giderek açlığın tehlike olmaktan çıkıp ölümlere neden olması, kapitalizmde onun kopmaz bir unsuru ve yol arkadaşı olan krizlerin bu süreci tamamen katlanılmaz kılmak üzere sürecin tüm olumsuz sonuçlarının tahrip ediciliğini birkaç misli artırması, yine değişme zorunluluğunun belirtileri olarak gündem oluşturur. Çürümenin, üretimdeki tıkanma ve üretimden kopuşların yanı sıra kendisini kapkaççılık, yolsuzluk, rüşvette tırmanma ile birlikte cehaletin, hastalıkların, hastane kapılarında ölümlerin, dilenciliğin, fuhuşun, serseriliğin, cinsel sapkınlıkların, intiharların vb. artışında açığa vurması, tabloyu tamamlar. Bu arada mülk sahiplerinin ellerinde biriktirdikleri zenginlikler devasa ölçülere varır. Ama mülklerine kattıkları her fazladan kuruş, yaşama ve çalışma koşullarının zorlaşıp kötüleşmesi, toplumsal emeğin kendisini ve sonuçlarını gerçekleştirmede daha elverişsiz bir konuma itilmesi, daha yıkıcı krizleri davet pahasınadır. Proletarya ve küçük mülk sahipleri yıkıma uğrarken büyük mülk sahipleri büyüdükçe büyürler. Ama yıkıma uğramakta olan kapitalist üretim tarzıdır, büyümelerinin kendi yıkımları demek olduğunu anlasalar bile bir şey değişmez. Çürümenin temel bir unsuru olan tekellerin, tüm dünyayı kapitalist mülklerine çevirme çabalarına bağlı olarak benzer bir tıkanma oluşur.
Özetlenen belirtileriyle kapitalist toplumun çürümesi, en çok üreten alt sınıfları etkileyen yıkım; şurada burada ve giderek genelleşme eğilimi göstermezlik edemeyecek hoşnutsuzluk, tepki ve yenilenme arayışlarının çoğalmasını da koşullayarak, kaçınılmazlıkla yeniye ve yenilenmeye çağrı olduğu kadar, eskinin, kapitalizmin çoktan “yoğun bakım “da yaşatılmakta olan bedeninden “Azrail’i uzaklaştırmak için canhıraş önlemlere de çağrıdır.
Burada işlev, sömürünün dış koşullarını garanti etmek üzere örgütlenmiş devletindir. Tıpkı kapitalizmin sömürü üzerine kurulmuş, işsizliğin, sefaletin ve diğer kötülük ve haksızlıklarının onun ayrılmaz bir parçası olması gibi, devlet de sömürünün devamının sağlanması, sömürülenlerin sömürü koşullarına boyun eğdirilmesi, karşı çıkışlarının ezilmesine yönelik zorun aygıtıdır. Ama nasıl çürüme ve kokuşmaya başladığında, sömürü, işsizlik, sefalet ve sair kötülük ve haksızlıkları olağan olanın ötesinde dayanılmaz bir ağırlık oluşturmaya yönelirse, devlet ve önlemlerinde ifadesini bulan siyasal zor uygulamaları da çığırından çıkarak tam bir pervasızlığa ulaşır. Toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilebilecek “makul gerekçelere” oturtulmakta giderek zorlanılan, anlamsızlaşmaya başlayan çıplak zor, toplumun, özellikle “alt” sınıflarının ve ezilen kesimlerinin gerginlik ve şiddetle “terbiye” edilmesini öngörür olur. Sömürü koşulları artık olağan biçimlerle garanti edilemez, toplum ve ülke olağan yöntemlerle yönetilemez olmuştur. Sıkıyönetimler, olağanüstü haller, darbeler, muhtıralar, “balans ayarları”, kriz yönetimleri, olağanüstü mahkemeler olan DGM’ler, özel (olağanüstü) cezaevleri olan F-tipleri vb, olağanüstü yönetim biçim ve araçları olarak, olağanlaşmaktan kaçınamaz. Kapitalizmin çürümesi arttıkça olağan yönetimlerin yerlerinde yeller eser, olağanüstülük olağanlaşır. Diğer kapitalist ülkeler bir yana, Türkiye’ye bir göz atmak yeterlidir: Sıkıyönetim altında yaşadığı yıllar sıkıyönetimsiz yıllarından hiç de az olmayan Cumhuriyet tarihi, OHAL altında yaşanmış son 26 yılı, DGM’lerin ’80 darbesi sonrası durumun -en azından suç ve ceza ve kaynağı olan sosyal siyasal kaotik durum açısından- hiç olağanlaşmadığının bir göstergesi olarak süreklilik kazanması, olağan karakol polisinin yerini önce “toplum polisi” ve ardından “çevik kuvvet” le “özel timler”in alması, “özel güvenlik birimleri”nin yanı sıra ona yakın özellikleriyle “koruculuk”un yaygınlaşması, yüze yakın insanın ölümle protesto etmesine karşın dayatılan F-tipi cezaevleri … olağanüstünün olağanlaşması ve ama ancak ülkenin böylelikle yönetilebilir hale gelmesi bakımından yeterince çarpıcı olgulardır. Tümü, artık olağan zorun yeterli olamadığının, ama yoğunlaşmış zorun ise olağanlık düzeyine yükseltildiğinin kanıtlarıdır.
Bu örgütlenme ve politika yapma biçimiyle “insan hakları” benzeri yatıştırıcı argümanlara süs olarak bile yer kalmamakta; insanla bu yönetme biçimleri arasındaki ilişki, hak inkâr ve gasplarına yönelik yasaklar, yetmediği yerde düzeyi değişebilen şiddet aletlerinin (coptan kurşun/bomba ve idam cezasına kadar) kullanılması tamamen olağan hale gelmektedir.
Artık sıradan haklar, örneğin grev hakkı, uygulamada hak olmaktan çıkarılmıştır; olağanüstü yönetim tarzında, grev hakkının kullanılması olağanüstü, ama ertelenerek yasaklanması ve pratikte kullanılmaz kılınması olağan kılınmıştır. Türkiye’de son yıllarda grev hakkına ilişkin pratiğin gösterdiği, emek düşmanlığının sıradanlaşmasının kanıtı olarak, kullanmanın değil ama yasağın neredeyse istisnasız egemenliğidir. Türkiye’nin, kapitalist ülkeler bakımından, bu alanda tek ya da istisnai bir örnek olmadığı; grev hakkında somutlanarak, sınıfın, emeğin, haklarının dışlanıp yasaklanmasının, uluslararası burjuvazinin genel yönelimi ve günümüz kapitalizmine özgü olduğu, “burjuva demokrasisinin beşiği” İngiltere pratiğiyle kanıtlıdır, İngiltere’de grev hakkı, ancak yasadışı olarak ve fiilen kullanılabilmektedir. Sadece Güney Kore değil ama tüm diğer kapitalist ülkeler bakımından, ya açık yasakçı uygulama geçerlidir ya da Türkiye benzeri yollarla, yasakçılık, değişebilen “zarar vericilik” ölçütlerine bağlı olarak fiilen yürürlüktedir.
Benzer gelişme, sendikal örgütlenme hakkına ilişkin yaşanmaktadır. Neredeyse istisnasız tüm sendikal örgütlenme girişimlerinin işten atma nedeni olması, hakkın hak olmaktan çoktan çıkarılmış olduğunun ifadesidir. Üstelik sendikalı olanların hatta açık yasa hükmüne karşın sendika yöneticileri ve işyeri temsilcilerinin bile işten atılması yoluyla sendikaların eritilmesinde kat edilen yol; sendikal örgütlenme hakkının değil ama sendikasızlaştırmanın olağan kılındığını ortaya koymaktadır. Örnekler çoğaltılabilir; ancak hepsi gelip tek bir paydaya oturacaktır: Sömürü koşullarının, işçi (ve emekçi) haklarının kabulü ve somut gerçekleşmesinin patronla işçiler arasındaki pazarlıklara bırakılması üzerine değil ama inkârı üzerine kurulu onaylanması, artık bu koşulların, kapitalizmin “yoğun bakımda” yaşatılması girişiminden başka bir şeye denk düşmeyen olağanüstü halinin politik bir zorunluluk haline getirdiği olağanlaşma halindeki olağanüstü burjuva politik müdahale ve örgütlenmeye ilişkin şekillenişlerin özüdür. Geriye sağ-sol, aşırı sağ, faşist, ırkçı, dinci, liberal vb. motiflerle işlenen görünüş kalır. Tekelci burjuvazi, şimdi bu motiflerle, ikna ediciliği en alt düzeye gerilemiş burjuva gerici politik tutumlara onay vermekte, ancak burjuva politik tutumlar ve programların aralarında silikleşen ayırımlar, işçi sınıfı ve diğer ezilenler karşısında, örneğin Fransa’da olduğu gibi, bir önceki dönemin “en keskin” politik farklılıkların bile birliğini mümkün kılabilmektedir. Hak inkârcılığı temel düstur olunca, farklı burjuva akımlar ve aralarındaki “kayıkçı dövüşü” anlamsızlaşmakta, burjuva platformları birbirinden farklılaştıracak görünüş motifleri dışında ayrım noktaları kalmamaktadır. Kapitalizmin olağanüstü hali ve kaçınılmazlaşan olağanüstü yönetim ihtiyacı, burjuvaziyi politik daralmaya, hatta çıkışsızlığa itmekte, manevra olanaklarını son derece kısıtlamaktadır. Bunun ise, bir yenilenme unsuru olarak muhalefetin radikalleşmesini kışkırttığı, burjuva barikatları aşan politik akım ve örgütlenmelerin önünü açtığı, burjuvaziye de savunma silahı olarak giderek çıplak zordan başka bir şey bırakmadığı ortadadır.
Burjuvazi, küreselleşme pervasızlığı koşullarında artık yalnızca hak ve özgürlükler karşıtı olmakla kalmamakta, eskiden bir kısmının varlığına katlanabildiği, hatta kendi çıkarlarına bağlamak üzere finanse etmekten kaçınmadığı hak ve özgürlüklere şimdi tahammülsüzlükle karakterize olmaktadır.
Tekellerle birlikte, gericilik ve çürümesi genelleşen kapitalizm, burjuvazi ve emperyalistler hak ve özgürlükleri olumlayan bir zemin ve dinamik oluşturmaktan tamamen çıkmıştır. Bir dönem sosyalizasyon politikası izlenmesi gibi “hak yanlısı” görünüşler, burjuvazi ve tekellerin hak ve özgürlüklerden yana tutumu, hak tanıyıcı, özgürlükçü karakteri nedeniyle değil, ama sosyalizm tehdidinin önünü alma, işçi ve emekçileri yedekleme amaçlı olarak, başka türlü varlığını koruyamayacak burjuvazinin bir dizi “haklar”a katlanması içeriğiyle oluşmuştur. Dayatıcı dinamiği, tıpkı demokrasi sorununda olduğu gibi, bu hak ve özgürlüklerin uygulanma şansı bulduğu ülkelerdeki işçi ve emekçilerin mücadelesinin yanında, Sovyetler Birliği ve ardından birkaç ülkede daha zafere ulaşan dünya çapındaki sınıf mücadelesidir. Şimdi sömürgen burjuvazi, uluslararası tekeller, emperyalizm, elini tamamen serbest hissederek, hak ve özgürlük düşmanı, işçi ve emek karşıtı karakterini tüm açıklığıyla dışa vurmakta, dizginsiz pervasızlığıyla hak hukuk tanımamaktadır.

***
Kuşkusuz çürümenin ve buradan gelen tam gericileşmenin kaynağı olan tekellerin hak inkârcılığı, işçi sınıfının haklarının inkârı, emek ve üretkenliğine dayalı oluşan hakların yok sayılması ile sınırlı değildir.
Burjuva gericiliğin, tekelci olağanüstü halciliğin temel çıkış noktası işçi düşmanlığıdır, emeğin ve değer yaratıcılığının her düzeyde inkârıdır. Üstelik bu inkâr, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve sınıf mücadelesindeki genel gerileyişle birlikte kapitalizm lehine oluşan elverişli koşullarda, küreselleşmeci neoliberal ekonomi politikalarına yönelişle birlikte, bir üst düzeye yükselmiştir. Alternatifsizlik iddiasında somutlanan, emek ve haklarına ilişkin inkârcılık, artık tüm sosyal, iktisadi, kültürel, ideolojik ve politik alana damgasını vurarak kural haline gelmiştir. Bu doğrudur.
Ancak böyle bir inkâr, kuşkusuz, tüm diğer ezilenlerin haklarının inkârıyla birlikte bunca pervasız bir düzeye yükselebilirdi. Burjuvazinin, bir zamanlar kendisine can veren, kendi formüle ettiği ve en başta kendisinin savunduğu haklar söz konusu olduğunda da, pervasız bir inkârcılığa yönelmekten -tarih bilincine sahip olmamakla ilişkisiz olarak, sahip olduğu zenginliklerin, sermayesinin, ürününün doğrudan bir sonucu olarak biriktiği emeğin, işçi sınıfının haklarını inkârdan kaçınmazken- kaçınmayacağı, kaçınmadığı kuşkusuzdur. Bu, kendisini, artı-değerin gaspına dayanan sömürü ilişkilerinin temsilcisi olarak var etmiş ve örgütlemiş olan burjuvazinin, önce, kendisini burjuvazinin can düşmanı muhalifi konumuyla pratik olarak ortaya koymasından duyduğu korkuyla ve giderek tüm zenginlikler ve üreticilerinin emek ve haklarına el koymaya yönelerek içine girdiği tekelleşme sürecinde tamamen gericileşmesi ve çürümeye yönelmesinin sonucu olarak sahip olmadan edemeyeceği eğilimini şekillendirdi: gericilik eğilimi, kendi ürünü de olan demokrasiyi yok sayma, demokratik (karakteri itibarıyla burjuva) hak ve özgürlükleri inkâr eğilimi. (Bunun tersinden söyleyişle anlamı ise, açıktır: Kapitalizmin muhalifi olarak kapitalizmin bütün kötülük ve haksızlıklarına karşı çıkıp sona erdirilmeleri için mücadele etmeden kendisini kurtarması olanaksız olan işçi sınıfı, aynı kapitalist kötülükleri evrenselleştiren ve yanlarına yenilerini katarak geliştiren tekelci kapitalizmin, emperyalizmin kendisinin yanında hedef aldığı tüm ezilenlere yönelik kötülük ve haksızlıklarına karşı çıkıp sona erdirilmeleri için mücadele etmeden, bir başka deyişle tüm ezilenlerin hak ve özgürlük taleplerine sahip çıkıp onların sözcülüğünü üstlenmeden ücretli kölelikten kurtuluşunu gerçekleştiremez. Artık gericiliğin başlıca dayanağı olan kapitalist emperyalizm kaynaklı ya da ona bağlanmamazlık edemeyen tüm gericiliğe, tüm hak ve özgürlük inkârcılığına karşı çıkmadan ve tüm ezilenlerin eşitlik, özgürlük taleplerini sahiplenmeden, haklarını tanımadan ve tanınmasının kabulü için elinden geleni yapmadan, işçi sınıfı, kurtuluşu yolunda adım atamaz. Çünkü artık burjuva karakterli hak ve özgürlükler, burjuvazinin inkâr ve yasaklara konu ettiği, tanımadığı, tahammül edemediği, ancak kendisine karşı mücadeleyle elde edilebilir haklar ve özgürlükler durumundadır.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi kendi yükselişi sürecinde sarıldığı hakları tanımlayan şiarları ile tekelci kapitalizm koşullarında, özellikle günümüzde burjuvazinin ilişkisi tam da böyledir.
Toplumsal ilerlemeyi ve üretici güçlerin gelişmesini temsil ettiği devrimci döneminde de savunduğu sözü edilen bu haklarla burjuvazinin ilişkisi problemliydi. Burjuvaziyi, en devrimci olduğu koşullarda bile ilgilendiren, yalnızca görünüş ve biçimdi. Biçimsel eşitlik ve özgürlükle, gerçekçi olmayan, sınıf karşıtlığına dayalı kardeşlikle yetinen, ama bu hakların gerçek gerçekleşme koşullarının, iktisadi koşullarının tartışılmasına bile yanaşmayan, onların üzerini örten ve bu örtüş üzerinden iktidarını kuran burjuvazi açısından, hak ve özgürlüklerin, kardeşliğin tek anlamı; kendisinin ve ilişkilerinin gelişmesinin önünde engel olan feodal ayrıcalıkların kaldırılmasıydı. Burjuvazinin dilinde eşitlik, herkesin eşitliğinin gerçek koşulunu oluşturan sınıfların (ve kuşkusuz sömürünün) ortadan kaldırılmasını değil, sömürenlerle sömürülenlerin biçimsel eşitliğini, aynı anlama gelmek üzere, sınıf karşıtlığı ortamında mümkün olabilirmiş gibi, hak eşitliğini (hukuk önünde eşitliği), dolayısıyla siyasal (biçimsel) eşitliği ifade etmekteydi. Sınıf ayrıcalıklarının, feodal imtiyazların giderilmesi, burjuvazinin eşitsiz (ezilen) konumundan kurtulması; burjuva eşitlik fikrinin öngördüğü sınırı oluşturmaktaydı. Bu, kuşkusuz, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini olduğu kadar, sömürü ilişkilerinin üstünü örterek olumlayan bir “eşitlik” fikri olmaktan öteye varmıyordu, varmadı. Benzer durum, özgürlük şiarıyla ilgili olarak geçerliydi. Kendisini bütün toplumun temsilcisi, kendi çıkarlarını tüm halkın çıkarları sayan burjuvazinin dilinde özgürlük; kendisinin (dolayısıyla toplumun), toplumun geleceği saydığı kendi sömürü ilişkilerinin gelişmesinin önünde set oluşturan feodal sınırlamalardan, en başta aristokrasinin iktidarından kurtuluş olarak anlamlıydı ve onunla sınırlıydı. Feodal engeller ve parçalanmışlık, ticaretin gelişmesini, meta üretiminin ulusallaşmasını ve giderek evrenselleşmesini önlüyor ve sömürülen çoğunluğun yanında burjuvazinin de şiddetle karşı çıkışını hak ediyordu. Ama biçimsellikle sınırlı burjuva özgürlük anlayışı, bundan ötesini öngörmüyor, örtüyor ve üstelik üzerinden burjuvazinin iktidarını sağlıyordu: Feodal sınırlanmışlıktan kurtulmakla, sömürülenler, burjuvazi gibi özgürleşmeyecek, tersine sömürü devam edecek, emek ürünleri, biçimi değişmekle birlikte, gasp konusu olmayı sürdürecekti. Burjuva özgürlük fikri, iktisadi bakımdan özgürlük, sömürülmekten kurtulmaya dayalı olarak insanların kendilerini isteklerince gerçekleştirme özgürlükleri tartışmasını dışlıyor ve ancak ticaret özgürlüğü ile sınırlanıyordu. Tek bir metanın ticaretini yaptıklarından, işçiler bakımından anlamı; işgücünü kiralamak ya da açlıktan ölmeyi seçme özgürlüğünden ibaretti.
Ancak tutumlarının bu görmezden gelinemeyecek kökten problemli içeriğine rağmen, burjuvazi, karşısında bütünüyle inkârcı bir konumda olmadığı hak ve özgürlüklerin dinamiklerindendi. İşçi sınıfı ve köylü yoksulları başta olmak üzere toplumun sözcülüğünü ve feodalizme karşı mücadelenin öncülüğünü böylelikle kapabilmişti.
Burjuvazinin “toplumu” ulusa özdeşti, üzerinde mücadele ettiği zemini belirleyen yine ulustu. Başında burjuvazinin olduğu feodalizm karşıtı mücadele, ulusal ekonominin oluşturulmasının yanında, burjuva iktidarların siyasal formu olarak ulusal devletlerin kurulmasıyla taçlandı. Burjuva haklar, bu nedenle ulusal haklar olarak oluştu, burjuva hakçılık, ulusçuluk formu içinde gelişti.
Burjuvazi, en başından itibaren iktisadi ve siyasal çerçeve olarak ulusu öngördü; onu ve onun örgütlenmesi olan “vatan”ı sömürü ilişkilerinin gerçekleşme ve örgütlenme zemini saydı. Buna bağlı olarak, burjuva iktisadının, kapitalizmin dayanağı olarak ulus kapitalizmin şafağında ve feodal parçalanmışlığın burjuva alternatifi olarak doğdu ve bu iktisadın siyasal çerçevesi olarak ulusal devlet, burjuvazinin kendisi ve çıkarlarıyla özdeş kıldığı bu dayanağın sınırlarını belirledi. En son noktasını ulusal devletini kurma hakkının oluşturduğu burjuva haklar, daima ulusal çerçevesiyle, burjuva ilişkilerinin gelişmesinin ihtiyacı olan haklar olarak ortaya çıktı. Özgürlük şiarında dile gelen ticaret özgürlüğü, ulusal birliğin ve dolayısıyla tek bir burjuva iktisadi birimin oluşmasına ket vuran feodal siyasal parçalanmışlık karşısında anlam kazandı. Örgütlenme, seyahat vb. özgürlükleri; hep çıkarları, dert ve duyguları ortak varsayılan ulusal toplum üzerinde, burjuva ilişkilerin serbestçe gelişebileceği tek bir iktisadi birimi amaçlamaktaydı. Önceleri uluslaşmaya, ardından ulusa yönelik baskılar, burjuva ulusal hak taleplerine yol açtı. Ulusal birlik hedefti; iktisadi birlik bunun başlıca dayanağı olduğu kadar, burjuva iktisadının gelişmesi ulusal birliği gereksiniyordu. Ortak kaygılara ve duygudaşlığa, kültürel birliğe olanak sağlayan ortak tarihsel şekillenmenin yanı sıra feodal parçalanmanın unsuru olan toprak bölünmesi ve dil farklılıkları karşısında toprak ve dil birliği, tümüyle birlikte ve tümüne kalıcılık ve dayanıklılık sağlayan iktisadi birlik, ulusu var eden unsurlar oldu; ve bu niteliğiyle ulus ve ulusal birlik, burjuvazi tarafından tepe tepe kullanıldı.
Öylesine kullanıldı ki, ardından sıra, farklı ulusların, kuşkusuz farklı ulusların burjuvazilerinin ulusal kavgalarına geldi. Feodalizmin egemenliğine karşı tüm ulusun temsilcisi olarak görünen ve kendi çıkarlarını, kendisiyle birlikte ulusu oluşturan geri kalan yığınların (şehir ve kır emekçilerinin) çıkarı olarak sunup kabul ettiren burjuvazi, farklı uluslardan ezilenleri, birbirlerine karşı ama kendi peşinde çatışmalara sürükledi. Ulusal çatışmalar, farklı uluslardan burjuvazinin arasında pazar kavgası olarak ortaya çıktı ama neredeyse feodal dönemin türünden kutsallık (“vatan”, “bayrak” vb.) zırhına bürünmüş haliyle sunuldu. Oysa tıpkı eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi, ulus da tarihsel bir kategoriydi; tek farkı, hak talepleri, içerikleriyle, burjuvazi tarafından çarpıtılıp sınırlandırılmıştı, onun çarpıttığının ötesinde gerçek içeriklere sahipti, ancak ulus, tamamen burjuva bir kavram olarak ayrıca onun dışında ve ötesinde gerçek bir içeriğe sahip değildi. Kapitalizme özgüydü; onunla birlikte ortaya çıkmıştı, kalıtsal olarak, tıpkı kapitalizmin kalıntıları gibi, sosyalizm koşullarında da daha bir süre yaşam bulacak olsa bile, onunla birlikte tarih sahnesinden çekilecekti. Ancak burjuvazinin ulusa ihaneti olmayacak şey değildi. Bu tür ihanet koşullarında, işçi sınıfı tarafından da temsil edilebilir geçmişin güne aktarılmış hali ve henüz tarihsel ömrünü tamamlamamış oluşuna (bu, aynı zamanda burjuvaziye rağmen kapitalizmin de tarihsel bakımdan ömrünü tamamlamamış olması demektir) bağlı olarak, ulus ve ulusa ilişkin talepler, sınıf mücadelesinin, sosyalizmin ön açıcı dayanaklarını, bu yönüyle kaldıraçlarını oluşturabilirdi: İşçi sınıfı öncülüğünde demokratik devrim, demokratik devrimden sosyalizme geçiş, kesintisiz devrim tezinin hareket noktası burasıdır. Öte yandan ulus ve ulusal karakterin, enternasyonalist içeriğiyle muhalefetini gerçekleştirdiği koşullarda, işçi sınıfının bu muhalefetine rengini veren geçici özelliğinden söz edilebilirdi. Bu söylenenlerden, ulusun ya da ulusal mücadelenin önemsizliğine ilişkin sonuç çıkarılamaz; ama tarihselliğine, burjuva karakterine ve ulus ve ulusallıkla yetinmenin burjuvaziye özgülüğüne ilişkin her şey anlaşılabilir. Ama buradan asıl anlaşılması gereken, ulus ve ulusal taleplerin giderek işçi sınıfının eline kalması ve tarihsel açıdan hâlâ ilerici ve ilerletici rol oynayabilmesine bağlı olarak, onun tarafından sahiplenilmesidir.
Nitekim tekellerin ortaya çıkmasıyla birlikte, burjuvazinin ulusa ihaneti ya da daha genel bir ifadeyle ulustan kopuşu genelleşme eğilimi içine girmiştir. Tekelci kapitalizm, emperyalizm bu eğilimin iki yönden dışa vurmasına götürmüştür.
İlk olarak, kapitalizm, ulusun bir tarihsel kategori oluşunun da açıklamasını vermek üzere, “gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin yaratılmasıdır, ikincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.
“Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemendir, ikinci eğilim olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf. 22–23, Sol Yay. 8. Baskı)
Marksizm’in ulusal soruna yaklaşımının, ulusal programının, ulus ve ulusal talepler karşısındaki tutumunun dikkate almamazlık edemeyeceği kapitalizmin bu iki çelişik eğilimi; hem kapitalizmin hem de ulusun tarihselliğini yansıtmanın ötesinde, farklı yönleriyle kapitalizmin bugününü de ifade etmektedir.
Sermaye ve kapitalizm, feodalizm karşısında kendisini bir kez ulusal devlet halinde örgütledikten sonra, donup kalmaz. Gelişmesinin dayanağı olan ulus-devlet formu, gelişmesini sürdüren sermaye ve kapitalizm açısından yetersizdir, yetersizliği, kısa sürede açığa çıkar: Daha büyük üretici güçleri seferber etme ve pazar ihtiyacı, sermayeyi, yalnızca kendi ulusuyla tarihsel gelişme benzerlik ve yakınlıklarına sahip olan uluslarla değil ama sermayenin kurmadan edemeyeceği ticari ilişkiler üzerinden, mümkün olan tüm uluslarla ilişkiye yöneltir, bu ilişkiler giderek çoğalır. Bu ilişkilerin çoğalması, dolaysız olarak sermayenin çoğalmasına, sermaye birikiminin büyümesine bağlıdır. Ulusal pazarın darlığıyla oluşan ürün fazlasının baskısı, genel olarak ve üretim maliyetini düşürmeye hizmet edecek hammadde ihtiyacı, ikisi de, sermaye birikimi ve kapitalizmin gelişmesinin sonuçları olarak, uluslar, kuşkusuz temelinde ulusal pazarlar arasında kurulan ilişkilerin gelişmesini koşullar. Kapitalizm, ulusal pazardan hareketle koyulduğu yolunda dünya pazarını fethetmeden edemez. Ticaret evrenselleşir. iktisadi alandan hız alan uluslararası ilişkiler, tüm diğer alanları kapsayarak ilerler.
Ancak bu, sancısız, çatışmasız bir süreç oluşturmaz; sürece, değişik ulusların burjuvazileri arasındaki pazar kavgası, pazarların ele geçirilmesi mücadelesi damgasını vurur. Ulusal savaşlar eşliğinde kapitalizmin gelişmesi, ulusal baskıyı da koşullamaya başlar. Kapitalizmin ulusal ve uluslararası iki eğilimi birlikte rolünü oynamaktadır.
Üretim ve sermayenin gelişmesinin tekellere varması ve kapitalizmin tekelci kapitalizm halini alması, değişiklikleri beraberinde getirir. Mali sermaye egemenliği olan tekelci kapitalizm, artık, önceki dönemden, yalnızca ticaretin değil ama sermayenin de uluslararasılaşması, yalnızca meta ihracı değil ama sermayenin de ihraç metaı olmasıyla ayrılır. Dünya pazarlarını zaten fethetmiş olan sermaye, tekelci döneminde, üretime ve birikime yöneldiği dünya ölçeğinde kendi ilişkilerini geliştirmeye yönelir. Ulusal devlet formu; artık kesin olarak yetersizleşmiştir. Yeni uluslararası ilişkiler üzerinden yeni uluslararası örgüt biçimleri doğmaya başlar. Bu, aynı zamanda burjuvazinin ulusallığını tükettiği süreçtir: Tekelci burjuvazi, kendi ulusundan kopar, çoktandır alınıp satılır değerler olarak “borsa”da işlem görmeye başlamış ulusal değerler, tekellerin elinde artık sağladığı kâr ve rantların ötesinde bir anlam ifade etmez olur. İçinden çıktığı ulusun geri kalanı, tarihten kalma tüm ulusal değerlerle birlikte, tekelci burjuvazi açısından, başka ülkelerin tekelleriyle kapışmasında ardına takacağı, ordusunda asker olarak kullanacağı ve bu kullanımı mümkün kılacak istismar nesnesine dönüşmüştür. “Kendi” ulusu ve “kendi” ülkesi ya da vatanı, rakip tekellerle sürdürdüğü dünya pazarlarının paylaşımı çatışmasında üstlenip yaslanacağı başlıca “alanlar” olmanın ötesinde anlam taşımaz. “Ulusal” devlet, artık ulusal çıkarların bekçiliğinden kopar ya da tekelci burjuvaziye ulusal çıkarlar değil ama dünya ölçeğinde gerçekleştirdiği kendi çıkarları, tekel kârı yön verir olmuştur. Bu devlet, eskiden olduğu gibi ulusun aşağı sınıfları karşısında burjuvazinin bekçiliğini yapmaya devam etmesinin yanında, tekellerin çıkarları gereği, dünyanın toprak olarak ele geçirilmesinin (paylaşılmasının) gerçekleştiricisi bir siyasal-askeri aygıta dönüşür. Buradan bir diğer bekçilik ya da jandarmalık ihtiyacı doğar: Tekellerin egemenliğinin yayılmasına paralel gerçekleşen işgal, müdahale ya da başka özel yollarla sağlanan ama tümü uluslararası ilişkilerin yaygınlığı üzerinden oluşmuş hegemonya ve denetim biçimleriyle emperyalist devlet (emperyalizmin işbirlikçilerini ve onların yönetimlerinde olduğu ulusal devletleri de kendine bağlamaya ve seferber etmeye yönelerek), rakip emperyalist devletlerle ilişkiler çerçevesinde değişkenlikler gösterebilen (periferi, hinderland, arka bahçe vb. gibi adlarla anılan) etki alanlarında ve giderek tüm dünyayı kapsayan bekçiliğe soyunur. Bu bekçilik, hem ele geçirilen ülkelerin halklarına hem de bu alanlara göz dikmiş ve dikebilecek rakip emperyalistlere karşı bekçiliktir. Dolayısıyla emperyalist devlet, kendi “ulusundan” gelme “kendi” halkı karşısında olduğu kadar başka uluslardan halklar karşısında da işlevseldir ve bu yönüyle de ulusal devletten farklılaşır ve ama bir yeniliğin kanıtı haline de gelir: Artık ezilen ulusların mücadelesi, emperyalizme yönelmeden edemez; ulusal baskının asıl kaynağını emperyalizm oluşturmaktadır.
Emperyalist burjuvazinin ulusla bağlantısı, yalnızca, 1) biriktirilmiş zenginliklerin tarihsel şekillenişiyle “ulusal” topraklar ve “ulusal” devletin tekellerin “ana üssü” oluşuna ve 2) -başka ulusların yedeklenmesine göre tarihsel şekillenmenin daha çok olanaklı kıldığı- ulusun geri kalanını -artık ulusal değerlerle çok az ilişkili sorunlar üzerinden- istismar edip aldatarak peşine takma ihtiyacına indirgenmiştir. Bu, sermaye ve kapitalizmin uluslararasılaşma eğiliminin götürmekte olduğu ulustan tam kopuş sürecini ifade eder. Ulusla bağlantı, söylendiği gibi, hâlâ vardır; ancak artık emperyalist tekellerin çıkarları ve bunların gerçekleşme ölçeği, tıpkı tekelci kapitalist ilişkilerin ölçeği gibi, ulusal değil, dünyasal, pek moda deyimiyle küreseldir. Kapitalizm başlıca ulusal ölçeklere sahip bir kapitalizm olmaktan çıkmış, uluslararasılaşmış, bir dünya sistemi haline gelmiştir. Artık genel olarak ulusal kapitalizmden söz açılamaz, uluslararası kapitalist ekonomi, çoktandır birbirine bağlanmış kapitalist ülke ekonomilerinin tek bir zincirin halkalarını oluşturmasıyla tanımlanabilir. Eskiden kendine yeterli bütün, ulustu, ulusal ekonomiydi. Kapitalizm, birbirleriyle ilişkilere sahip olsalar da, tek tek kapitalist ülke ekonomilerinde var olmakta ve kendisini üretmekteydi; uluslararası ilişkiler, ulusal ekonomiden hareketle ele alınabilir ve çözümlenebilirdi. Artık kendine yeterli bütün, kapitalist dünya ekonomisidir ve buradan hareket etmeden, tek tek ülke ekonomileri ele alınıp anlaşılır kılınamaz, çözümlenemez ve değiştirilemez. Evet, burada ulusa ve ulusal taleplere hâlâ bir yer vardır; ancak tüm ulus ve ulusa ilişkin sorunlar, bütün ulusal talepler, artık eski sınırlılığı içinde ele alınamaz, kapitalist dünya, uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin odağında olduğu genel çerçevesi göz ardı edilerek ulus ve ulusa ilişkin hiçbir sorun çözülemez.
Burjuvazinin ulusa ihanet ya da ulustan kopuş eğiliminin ikinci yönü ya da görünümünü oluşturan emperyalizmle girilen işbirliği ilişkileri içinde şekillenen ihanet ya da kopuş da, ulusa ve ulusa ilişkin sorunların ele alınışında etken durumundadır.
İlişkilerini dünya ölçeğinde yayan ve egemen sömürücü sınıflardan işbirlikçiler edinen tekeller; başlangıçta kapitalizm öncesi sınıflardan devşirdikleri işbirlikçilerini, kapitalist ilişkilerin yayılmasıyla, kendileriyle birleşmeye can atan (başka çareleri de pek olmayan) yerli kapitalistler içinden sağlamışlardır. Kendi çıkarlarını ulusal çıkarlarla değil ama süfli kârları ve bunu olanaklı kılmak üzere bir parçası olmaya yöneldikleri ve oldukları dünya kapitalizminin çıkarlarıyla tanımlayan, uluslararası tekellerle girdikleri işbirliği içinde kendilerine düşecek pay peşinde olan bağlı/bağımlı/sömürge ülke burjuvazilerinin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin, varlığı, üzerine kurulmuş olduğu ulusal değerlerin emperyalizme satışa sunulmasına bağlanmıştır. Emperyalist ulusal yağma çarklarının genel işleyişi içinde ve bu süreçte işlevsel olan ezilen/bağımlı/sömürge ulusların bu burjuvazisinin de, kuşkusuz hâlâ ulusla bir bağlantısı vardır. İçinden çıktığı ve tüm maddi ve manevi değerlerinin emperyalizme satışına aracılık ettiği ulusla bağlantısı, sermayesinin birikim süreci, uluslararası mali sermayenin birikim sürecine bağlanmış ve onun bir parçası haline gelmiş bu burjuvazinin, kendisi adına istediği payı büyütmek üzere, ulusunun değerleri ve gücü (üzerinde var olduğu ulusal pazarın mali ya da ekonomik gücü, askeri varlığı, ülkenin jeostratejik konumu vb.) üzerinde tepinmesidir. Ulusal değerlerin emperyalizme pazarlanmasında “pazarlık gücü”nün yüksekliği ya da “payı”nın büyüklüğü, “ulusunun” ve ulusal değerlerin üzerinde kurmuş olduğu egemenlik ve kontrol gücünün, ulusun geri kalanını peşine takma yeteneğinin büyüklüğüne bağlıdır. Bu nedenle ulusun temsilcisi gibi davranmak, “ulusal dava” güdüyor gibi görünmek, çelişkili görünse de, pazarlık gücü ve payını yükseltmek bakımından gereklidir. Üstelik kendi kârını da gerçekleştireceği böyle bir pazarlamanın nesnesi kıldığı değerlerin, kendisinin hükmetmekte olduğu ulusal topraklarda (ve dünya kapitalizmine bağlanmış olsa da, burada kurulmuş ilişkiler çerçevesinde) üretilen ya da üretilmiş ya da doğal haldeki ulusal değerler olması bakımından da, bu sınıf, tümüyle olumsuz pozisyonu ile ama hâlâ ulusla bağlantılıdır. Buradan, ulus ve ulusa ilişkin taleplerin, artık bağlantılı olduğu kadarıyla da, tamamen karşısında yer almakta olan bu egemen sınıfa bırakılıp bırakılamayacağı tartışmasının ötesinde, bütünüyle işçi sınıfına kaldığı, kendisi de ulusun -hem de en devrimci- parçası olan işçi sınıfı tarafından sahiplenilmek durumunda olduğu sonucu çıkar. Bu, kuşkusuz, ulusal talepleri başka herhangi sınıfların sahiplenemeyeceği, sahiplenmediği anlamına gelmez; ama egemen burjuvazinin karşısında yer aldığı ve başlıca yağmacı zorbayla (emperyalizmle) birleşmiş oluşunun çıkardığı çağrı, “savaş alanı”nı belirleyen kapitalizm ve onun özel bir aşaması olan emperyalizmle sonuna kadar boğuşma ve onu alt etme yeteneğinde olan işçi sınıfına yöneliktir.
Bu, burjuvazinin, kendi içinden çıktığı ulus kadar, farklı uluslarla ilişkini de, tamamen, üzerinde tepindiği ulusal değerleri değişim değeri ve kârının başlıca koşuluna dönüştürmesini de kapsayarak, pazar ve pazarlama sorunu belirler. Emperyalistler ve onların egemenliğindeki ezen uluslar karşısında boynu kıldan ince olan, kârının gerçekleşme koşulunu boyun eğme ve her isteneni vermede gören ezilen, bağımlı/sömürge ülke burjuvazisi, pazarlık marjını yükseltici unsur olarak, tarihten kalma tüm toprak/sınır vb. anlaşmazlıkları da (Türkiye ile ilgili örnekler arasında, kıta sahanlığı, Kıbrıs, Hatay sorunları sayılabilir) içinde olmak üzere ulusal sorunları ileri sürerek, en başta bölge ülkeler burjuvazisi karşısında “aslan” kesilir. Emperyalistlerin de, sorunlara taraf olan ülkeleri içinden çıkılmaz durumlara itip kendisine daha çok muhtaç ve daha fazla bağımlı kılmak amacıyla kışkırttığı çeşitli bölgesel çekişmeler, “bölge gücü” olma özlemleri, sonunda gelip, ulusal değerler üzerinden emperyalizmin taşeronluğu kapışmasına bağlanır. Pazar kavgası içeriğiyle, bağımlı/sömürge ülkelerin egemen burjuvazisinin (işbirlikçi tekelci burjuvazi) elinde ulusal sorunun emperyalist pazar paylaşımına bağlanması, ulusal sorunu da, emperyalizme karşı mücadele ve emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüştürür. Pazarlamacı ya da taşeron konumundaki işbirlikçiler, bu konumları nedeniyle, çoktan, böyle bir mücadelenin hedefi haline gelmişlerdir.
Farklı uluslarla ilişkili olarak bağımlı/sömürge ülke burjuvazisinin aslan kesildiği bir başka alan, egemenliği altında tuttuğu değişik uluslarla ilişkilerdir. Tüm ulusal değerlerin emperyalizme pazarlanmasında eli hiç titremezken, “çakıl taşı”nı bile gözeten edebiyat, bu alana özgü gelişmiştir. Şimdi artık emperyalist pazar paylaşımına bağlanmış, tekel öncesi dönemde ulusal sorunların üzerinde yükseldiği zemin olan pazar kavgaları, önemini yitirmemiştir. Tek farkla ki, artık tekelci ilişkiler çerçevesinde, emperyalizm koşullarında şekillenmektedir. Burjuvazinin en devrimci dönemlerinde de uzlaşmazlığı, tam yasakçılığı, çatışma ve savaşları, oluk oluk kan akıtılmasını koşullayan burjuvazi egemenliğindeki farklı uluslar arasındaki ilişkilere, pazar kavgasına dayanan ulusal sorun, emperyalizm döneminde, bir de burjuvazinin egemenliği altındaki toprakların tüm ulusal değerlerinin pazarlanma tekeli bakımından önem kazanmıştır. Egemen burjuvazinin, pazar paylaşımını olduğu kadar, toprakların bir kısmının farklı bir elden pazarlanmasını ya da ezilenlerin elinde pazarlanma konusu olmaktan çıkarılmasını da uzlaşmazlıkla reddetmesi, genel kural durumundadır. Şimdi artık, eskiden ulusal baskıyı ve ulusal baskıya karşı mücadeleyi koşullayan burjuva egemenliği ve bu egemenlik altında kaçınılmaz olan pazar kavgası, pazarlama tekeli kavgasıyla beslenip büyüyerek daha zorlu ulusal baskı ve ulusal baskıya karşı mücadeleleri zorunlu kılar. Ulusal baskı, bir önceki dönemde, kapitalizmin ve demokrasinin gelişmesine bağlı olarak kimi ülkelerde gerçekleşmiş ulusal çözümlerin, emperyalist tahriklerin de etkisiyle, neredeyse tümüyle olanaksız kılınışını kapsayarak, dil özgürlüğü gibi tamamen insani olanları dâhil, tüm ulusal talepleri dışlayarak tam bir zorbalığa ulaşır. Ne eğitim hakkı tanır ve hatta ne de çocuğuna istediği ismi koyma hakkı. “Resmi” olan dışında hiçbir şeye hak tanımaz. Ulusal baskının ulusal hareketleri koşullaması, artan zorbalık karşısında, ulusal uyanış ve hareketlerin zorunun artışına götürür.
***
İşçi ve diğer ezilen sınıflara yönelik inkârcılık, tarıma, hayvancılığa ve hizmet alanlarına yönelik, tüm haklarıyla birlikte üretici emekçileri hedefine alan tekelci el koyuculuk, ulusal sorun açısından, dünya ölçeğinde tüm ulusal değerleri yok etmeye ve iktisadi alandan başlayarak her yönüyle ülkeleri ele geçirmeye yönelik tekelcilik, tek tek ülkelerde farklı uluslara yönelik yok sayıcılık, hak tanımazlık; tümünün kaynağı kapitalizmde olan ve daha tekel öncesi dönemde uç verip belirli bir yol kat eden haksızlık ve zorbalık, emperyalizmle birlikte, kapitalizmin genel karakteri olarak kendisini ortaya koydu. Emperyalizmle birlikte, egemen burjuvazi, tekeller, hak-hukuk tanımadan tüm ülkelerde ve dünya ölçeğinde saldırıya geçti. Her şeye, tüm zenginliklere el koyma ve kendi egemenliği dışında hiçbir hak tanımama, tekelci burjuvazinin düsturuydu. Çürüyen kapitalizm olan ve bu özelliğiyle sosyalizme dönüşmenin arifesini belirten emperyalizm, aslında kapitalizmin olağandışına ulaşmasıyla olağan görüntüsüne büründü. Rahatlıkla söylenebilir ki, emperyalizmin olağanlığı, onun olağan dışılığı ve olağanüstülüğündedir. Üzerinde tepişilen “demokrasi”, emperyalizm koşullarında, tekeller tarafından, kendisini rahatsız etmediği sürece katlanılan ve ona yönetme rahatlığı sağlayan bir yönetsel biçim olabildi. Ama emperyalistlerin (ve işbirlikçilerinin) örneğin her ciddi grevi polis ve asker gücüyle bastırmaya girişmesini, ciddileşen her durumda denetim dışı sınıf örgütlerini dağıtmaya, toplantılarını yasaklamaya yönelmesini, sıkıyönetimler vb. ilan etmesini dışlamadı. Demokratik haklar, bedelini ödeyen “aşağı” sınıflardan halkın mücadelesinin ürünü olduğu gibi, ancak “aşırı” (burjuvazinin egemenliğini tehdit edici) kullanımları gündeme girmediği koşullarda uygulanma şansı bulabildi. Burjuva demokrasisi, ne iki büyük dünya savaşında sömürülen yığınların kırımını, ne NAZİ ve faşist hak tanımazlığını ne de sömürgelere yöneltilmiş yağma ve tarifsiz zorbalığı reddetmedi, tersine içerdi. Kapitalizmin olağanüstü hali olan emperyalizm, gericilikten, demokrasi ve özgürlük tanımazlıktan, saldırı ve yağmadan, yasakçılık ve hak tanımazlıktan başka bir şey olmadı. Çürümekte olan, tekelci, yağmacı, el koyucu kapitalizmin, olağanüstü yönetimlerin olağanlaşmasına ihtiyacı tartışmasızdı.
Emperyalizmin ilk birkaç on yılı içinde gerçekleşen Sovyet Devrimi ve ardından Çin ve Doğu Avrupa’da olup bitenler, yeni bir olağanüstülük oluştururken, uluslararası tekelci burjuvazinin, emperyalizmin eğilimlerinin gerçekleşme koşullarının tüm çehresini etkiledi. Emperyalistlerin karakteri kuşkusuz değişmedi; ancak, tamamen ciddiyet kazanan devrilme ihtimalini göze almadan gerçekleştiremedikleri/gerçekleştiremeyecekleri eğilimlerini dizginlemek, kendi egemenlikleri bakımından elverişsizleşen koşulları tersine çevirmek için ezilenlere tavizler vermek durumunda kaldılar. SSCB’nin temsil ettiği sosyalizm ve dünya işçileri ve halklarının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi, demokratik hakları az-çok kayda bağlamayı başarmıştı. Bu, emperyalizmin hak tanımazlığı karşısında, haklara kavuşmanın tek yolunu (devrimler) gösterdiği kadar, kapitalizm koşullarında “devrimci mücadelenin yan ürünü olarak reformlar”ın, burjuvazinin vermek zorunda bırakıldığı tavizlerin örneğini oluşturmaktadır. Kapitalizm altında ya da onu devirerek, hak ve özgürlüklerin elde edilmesi, yalnızca sömürülen ve ezilen yığınların mücadelesine bağlıdır. Gerisi; pervasız hak tanımazlık, yasakçılık, zorbalıkla karakterize olan kapitalistlerin olağanüstü halciliğinden ve bu yöndeki uygulamalarından ibarettir. Emperyalizm aşamasında kapitalizmin dayattığı budur.
Süreç, sosyalizm ve demokrasi mücadelesi ve dayanaklarının elde ettikleri tavizleri de kullanarak son zaferi kazanamaması, ama burjuvazinin, tekellerin verdikleri tavizleri, nefes alma ve yeni saldırılar düzenleme olanağı olarak kullanıp -yine bir olağanüstü halcilik olan- “Soğuk Savaş” vb. yolundan yürüyerek, işçi sınıfı ve halkların ileri yürüyüşünü kesintiye uğratması ve yeniden başa dönmeyi başarmasıyla gelişti. Şimdi, yeniden, tavizlere yer olmayan bir süreç işlemektedir. Geçici de olsa galip gelen, bundan aldığı güçle kendisine güveni artan burjuvazi, eskisinden de büyük bir hırsla ve gericiliği bilenerek saldırı halindedir. Moral kaybının da etkisiyle gerileyen yenilmiş ve henüz yeni yeni toparlanmakta olan işçi ve ezilenlerin hareketinin bugünkü durumu, emperyalist pervasızlığın bugünkü düzeyinin etkenidir.
Artık eli serbest kalan tekelci burjuvazinin, vaktiyle geriye ittiği tüm pervasız saldırganlık ve zorbalığı, bunun örgütlenmesi olan hak-hukuk ve kural tanımaz aygıtları, yönetim yöntemleri yeniden devrededir. Bu pervasızlığın temelini, neoliberal küreselleşme, uluslararası tekellerin dünya ölçeğindeki sömürü ve yağmasının önündeki tüm engellerin kaldırılmasına yönelik (ekonominin, maliyenin, ticaretin, hizmetlerin vb. tam liberalizasyonunu içeren) ekonomi politikaları oluşturmaktadır. Bu temel üzerinde gerçekleşenler herkesin gözü önündedir: Körfez Savaşı’ndan sonra, Yugoslavya’nın parçalanması ve ulusların birbirine kırdırılması, 11 Eylül’ün tamamen bahane olarak kullanıldığı, bu tarihten önce planlanmış Afganistan barbarlığı, Gürcistan, Özbekistan, Tacikistan’da emperyalist üsler kurulması, Filistin soykırımı, Irak’a operasyon dayatması, İran’ın “terörist” ilan edilişi, ABD’nin nükleer tehditleri, Pakistan’la Hindistan arasında topçu ateşlerini de kapsayan nükleer diplomasi, Kolombiya’da kokain baronunun başkanlığı, Venezüella’da geri tepen darbe girişimi… Örnekler çoğaltılabilir; ancak burada ne ulusal ne de uluslararası hukuka, haklara yer bulunabilir.
Dört bir yana yöneltilmiş saldırganlık, hak tanımazlık, hukuksuzluk ya da bileği güçlü olanın hakları ve hukukunun üstünlüğü, şurada başka burada başka hukuk ve ilkeleri, gözlerimizin önünde çürüyen kapitalizmin özelliğidir.
Çürüyen kapitalizm, tüm toplumları da çürüterek, artık daha öteye gidemeyeceğini kanıtlamaktadır. Bush’Iar, Blair’Ier, Putin’ler, Şaron’lar, Ladinler, Dostum’lar vb. eliyle düzenlemekte olduğu, çoğuna “savaş” adı takılan katliamlar; hem bu kanıtlanmanın altının çizilmesidir, hem de artık yıkılıp değişmeden edemez hale gelmiş kapitalizmin kendisini tamamen olağandışı tutumlar ve politika edinilmiş pervasızlıklarla ayakta tutmaya çalışmasından başka bir şey değildir.
Artık kapitalistler egemenliklerini ancak olağanüstü yönetme biçimleriyle sürdürebilir olmuşlardır. Kapitalizmin reva gördüğü aşağılanmalara katlanacak halklar olamayacağı gerçeği ve patlak veren ya da potansiyel haldeki tepkisel ve dönüştürücü eylemlerin bastırılması ihtiyacı bir yana, uluslararası tekeller, emperyalist kapitalistler, en basit yönetsel işlerini bile, olağan yol ve yöntemlerle yürütemez hale gelmişlerdir. Kendi aralarındaki tepişmeleri de bu ihtiyaçlarını pekiştirmektedir. Artık “insan hakları”, “demokrasi”, “barış” gibi o eski propaganda malzemelerini bu nedenle kullanamaz durumdadırlar. AB ve başta Alman ve Fransız emperyalistleri gibi hâlâ bu argümanları kullanarak yayılmaya çalışanlar, paylaşımda pay dayatıcı -başlıca askeri- güç eksiklikleri nedeniyle, örneğin Anglo-Sakson emperyalizmiyle dişe diş kapışmayı göze alacak pozisyona sahip olmadıkları ve halkları yedekleme ihtiyacında oldukları için bunu yapıyorlar. Ancak hem emperyalist nitelikleri hem de en başta Amerikan emperyalistlerinin açtığı pervasızlık yolunda şöyle ya da böyle yürümeye zorlanmaları yüzünden, bu argümanlar ellerinde pek eğreti duruyor. Pek gönüllü görünmemelerine karşın Afgan işgal gücüne asker veriyorlar; Filistin’in inşasını üsleneceklerini söylüyorlar, ama uyguladığı soykırım süresince İsrail’e silah sevkıyatını durdurmadılar; çıkarları gereği olası Irak operasyonuna yakın durmuyorlar, ama dışlanmamak için 1. Körfez Savaşı’nda az “sorti” yapmamışlardı!
Artık emperyalistler ciddi tepki toplayacağını ve topladığını bile bile Filistin’de soykırıma yönelmeden edememektedirler. Tıpkı Bin Ladin’e sadece tahammül etmeden değil ama onu beslemeden edemedikleri gibi. Tıpkı Afganistan’ı hallaç pamuğu gibi atmadan edemedikleri ya da Venezüella’da henüz koşullarını bile hazırlamadan darbe girişiminden kaçınamadıkları gibi.
Çin Tienanmen’de kıyıma girişen olağanüstü yönetiminden zaten hiç vazgeçmedi. Putin, Gorbaçov’un dağıtıp işlemez hale getirdiği sistemi yeniden organize edip toparlanma olağanüstü ihtiyacının ürünü olarak, şimdi ülkeyi olağanüstü yetkilerle donatılmış 6–7 askeri vali ile yönetiyor.
ABD ve İngiltere yeni bir Mac Chartizm dönemine çoktan girdi. Üniversitelerden öğretim üyeleri sadece düşünceleri nedeniyle atılıyor. İki ülke de yabancılara, kuşkusuz en başta yabancı işçilere ilişkin olarak yaşanmaz topraklar haline çoktan getirilmiştir. Suçlamasız süresiz gözaltı, askeri mahkemeler, (ABD’de bu mahkemelerce verilecek idam cezalarının yalnızca Bush’un onayına sunulması ama temyizinin olmaması), yabancıların toplumdan dışlanmasına yönelik her türden aşağılayıcı uygulama vb., bu ülkelerde, dar savaş kabineleri ve kriz yönetimleri gibi olağanüstülüklerin yanı sıra, olağanüstü yönetimin unsurları olarak, şimdiden sıradanlaşmıştır.
IMF, DB ve özellikle DTÖ, uluslararası tekeller ve emperyalistlerin olağanüstü yönetim aygıtları olarak, çoktan olağan yönetim aygıtlarına dönüşmüş bulunmaktadırlar. İşaret ettikleri gerçek, kapitalizmin kendisi ve ihtiyaçlarının, olağanüstü hal ve yönetimin artık olağan sayılacak kadar olağandışılaşmış olmasıdır. Kapitalizm, hiçbir yönüyle artık olağan bir yaşam sürdüremez çizgidedir. Bir bütün olarak kendisini “alt” sınıflara kabul ettirebilmesi kadar emperyalist odaklarının aralarındaki ilişkinin düzenlenmesi de olağanüstü normları, örgüt ve politikaları zorunlu kılmaktadır. Kuruluş amacı ortadan kalkmasına rağmen, üstelik genişlemeye yönelerek NATO’nun pekiştirilmesi de, bu çerçevede anlam kazanmaktadır.
Pervasızlık; hak ve hukuk tanımayış; hakları, genel olarak bölüşümü, kapitalistlerin kendi aralarındaki “pasta” paylaşımını da, güç ve ilişkilerin, buradan kaynaklı dayatmaların belirleyişi, kendi çıkarından başka çıkar tanımayış, inkârcılık, uygulamada zorun rolünün kabul edilmez yükselişi, politika ve diplomasinin giderek daha fazla şiddete dayalı olarak, askeri araçlarla sürdürülmesi- evet, bunlar, kapitalizmin genel eğilimleridir. Ancak, piyasa ve serbest rekabetin orman kanunlarının belirleyicilikleri açısından, tekelci dikte ve zorbalık koşullarında kat edilen mesafe ve günümüzün pervasız küreselleşme ve yeni bir paylaşıma koşma koşullarında kazandıkları özel anlam, tüm kıyaslanabilirliklerin ötesindedir.
Yalnızca işbirlikçiliğinin değil egemenliğinin koşulunu da gericiliğinin oluşturduğu bağımlı/sömürge ülkelerin egemen burjuvazisi; parçası olduğu uluslararası burjuvaziden gelen eğilimlerle beslendiği kadar, kendi ülkesini yönetme zorluğu ve amaçladığı bölgede taşeronluk işlevinin ihtiyaçları bakımından da, ancak gericiliğin zirvesinde tutunabilmektedir. Bunun tek istisnası, ülkesinde gelişkin bir işçi ya da halk muhalefetinin üstesinden taviz vermeden gelemeyecek olmasıdır; ancak bu da, Venezüella örneğinin gösterdiği gibi, dünyanın genel gidişatı içinde, kolay değildir.
Küreselci pervasızlık, emperyalistler tersi eğilim içinde olup eski Yugoslavya ya da Rusya örneğinde olduğu gibi ezilen uluslar üzerinden politika geliştirmedikleri (egemen burjuvaziyi gözden çıkarmadıkları) durumda, bağımlı/sömürge ülkelerin işbirlikçi burjuvazi, egemenliği ve hak tanımazlığı açısından elverişli koşul oluşturmaktadır. Neoliberal küresel tekelci yönelim, bu ülkeler burjuvazisinin egemenliğini uluslararası tekeller lehine kemirse ve onları basit acente ve taşeronlara dönüştürme eğilimi olarak gelişse bile, bu, kesinlikle gericilik ve hak tanımazlığı zayıflatıcı rol oynamamaktadır. Uluslararası tahkimle adalet ve hukukunu bile emperyalistlere pazarlayan bağımlı/sömürge ülke egemen burjuvazisi, Türkiye örneğinde olduğu gibi, 3 yaşındaki “Berivan”ı mahkemelerde süründürmekten kaçınmamaktadır. AB üyeliğinin göstermelik “demokrasi” koşulu olan “idamın kaldırılması”na, “demokrasi havarileri” tarafından “daha çok acı verici, daha büyük ceza” olduğu savunularak “ağırlaştırılmış müebbet hapis” çözümü oluşturulmaktadır. Yine “demokrasi” ölçütü olarak “anadilde eğitim” sorununun, “resmi dil” tartışmasına bile yanaşılmadan, devlet denetiminde kurslarla “çözümü” gündeme getirilebilmektedir. Jest olarak OHAL’in kaldırılmasına ilişkin eğilimlerin gündeme gelişi de aynı çerçevededir. Ancak örneğin EMEP’in “OHAL kaldırılsın” afişleri bile yasaklanıp bu yönde faaliyeti engellenmektedir. Bir siyasi partinin kaldırılmasını talep etmesinin bile yasak olduğu OHAL, tıpkı Öcalan’ın idamının ancak Anayasa’ya “hiç affedilemez” hükmünün değiştirilemez bir madde olarak eklenmesiyle “ağırlaştırılmış müebbet’e çevrilmesi “çözümü” gibi, yönetim biçimi olarak olağanüstü halin olağanlaşmış oluşundan başka bir şeyin kanıtı değildir.
Tek tek ülkelerdeki özel “OHAL”ler, ancak kapitalizmin dünya ölçeğindeki olağanüstü halciliği genel çerçevesi içinde ele alınır ve buradan karşı çıkılırsa, yerli yerine oturtulabilir.
Buradan, örneğin, tüm hukuksuzluğu ve olumsuzluk ve haksızlıklarıyla, Türkiye’de 4 ilde uygulanan OHAL gerçeğinin ve kaldırılması için yürütülmesi gereken mücadelenin özel öneminin küçümsendiği sonucu çıkarılamaz. Tersine, ülkenin demokratikleşmesinin önünde temel bir engel olan OHAL’in kaldırılması için mücadele, demokrasi mücadelesinin başlıca bileşenlerindendir. Sorunun ele alınışına ilişkin söylenenlerden amaç, hem kaldırıldığında bölge insanını, örneğin “kriz yönetimleri”, OHAL yönetimleriyle aynı yetkiye sahip “süper valileri” ile “İller İdaresi Yasası” türünden bugün ülke çapında geçerli olan olağanüstülüklerin, grev, örgütlenme vb. yasaklarının beklediğine dikkat çekmektir; hem de özel olarak OHAL’in kaldırılması mücadelesinin, dünya ve ülke çapında olağanüstü halcilik ve kaynağını oluşturan emperyalist kapitalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyle birleştirilmesinin, OHAL ve olağanüstülüklerden kurtuluşun gerçek kapsamını oluşturduğunu belirtmektir.
Buradan en başta çıkarılması gereken sonuç ise, olağanüstücülüğe karşı mücadelenin kapitalist zorbalığa karşı mücadele, öyleyse en başta işçi sınıfının mücadelesi olması zorunluluğudur. İşçi ve emekçiler, grev yasağı ve sendikal özgürlüklerinin inkârından tutun, esnek çalışmaya, işsizlik ve açlığa kadar, kapitalizmin kendilerine dayatılmış kötülük ve haksızlıklarından ve kuşkusuz ücretli kölelikten kurtulma yolunda adım atmak için, en başta en basit haklarını yok sayan ve kendi kurtuluşlarının yolunu kesen olağanüstü yönetimlere ve tüm olağanüstü uygulamalara karşı çıkmak zorundadırlar. OHAL’in, özellikle Türk işçileri açısından anlamı; ona karşı çıkmadan, ne kendilerine yönelik onca haksızlık ve zulümden ne de tümünün kaynağı olan kapitalizmden kurtulmak için adım atamayacak oluşlarıdır. OHAL’e karşı çıkmadan, işçi sınıfı kendisine yönelik olağanüstü uygulamalar ve bu uygulamaları ihtiyaç haline sokan haksızlık ve kötülüklerden kurtulamaz. İşçi sınıfı, tüm ezilenlerle de birleşmek üzere, onlara yönelik haksızlıklar ve zorbalıklara karşı çıkarak, kurtuluşu yolunda ilerleyebilir. Birleşme zemini kadar, OHAL’e karşı mücadele ihtiyacını da belirleyen, tüm ülkeleriyle dünya çapında olağanlaştırılan olağanüstü yönetim biçimlerinin emperyalist kapitalizm kaynaklı oluşudur.

Özgürlükleri savunmak

İşçi sınıfı, iktidar mücadelesinde özgürlüklere ihtiyaç duyar. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, grev hakkı vb. hak ve özgürlükler; işçi sınıfının ideoloji ve politikasının geniş kitlelere yayılması, bu politik hedeflere ulaşmak amacıyla örgütlenme ve eylem yapabilme için gereklidir. Bu yüzden, siyasal iktidarı ele geçirme mücadelesinde, yukarıda bazılarını saydığımız siyasal hak ve özgürlükleri kazanmak ve korumak büyük önem taşır.
Siyasal hak ve özgürlüklerin elde edilmesi mücadelesi ile işçi sınıfının siyasal iktidarının kurulması mücadelesi arasında diyalektik bir ilişki mevcuttur. Her iki mücadele birlikte ve iç içe yürümelidir. Bazı “sol” çevrelerin, hak ve özgürlükler için sürdürülen mücadele sonucu elde edilen küçük kazanımların işçi ve emekçi kitleler bakımından rehavete ve iktidar mücadelesine ilgisizliğe neden olduğu; emekçi kitleler üzerindeki baskı ve zulmün arttığı koşullarda kitlelerin daha da devrimcileştiği ve iktidar mücadelesine dört elle sarıldığı gibi, dünya pratiğinde örneği olmayan teorileri ciddi olarak savunduğu görülmüştür. Elbette, ezilen ve sömürülen emekçi kitlelere yönelik baskı ve şiddet, baskıcı siyasi iktidarlara yönelik nefreti ve bu iktidarlara karşı mücadele azmini arttırır, fakat bu tepkinin siyasal bir bilince ve örgütlülüğe dönüşmemesi koşullarında, tepki ve nefret bir burjuva kliğin peşine takılma, hatta faşizme taban oluşturma ile sonuçlanabilir. Devrim ve işçi sınıfının iktidarı örgütlü kitlelerin eseri olacaktır. İşçi ve emekçilerin sınıf iktidarı için örgütlenmesi ve mücadele etmesi ise, belli bir siyasi bilinci zorunlu kılar.
Siyasal hak ve özgürlükleri parça parça ve aşamalı olarak elde ederek, zamanla özgürlüklerin tümünün kazanılabileceği, siyasal iktidarın dahi bu şekilde elde edilebileceği tezi ise, bir başka yanlış yoldur. Egemen sınıflar ile yönetilen sınıflar arasındaki siyasal hak ve özgürlükler ilişkisi, halat çekme yarışına benzer: bir taraf için kazanım, diğer taraf için kayıptır. Bu mücadelede hem ezen, hem de ezilen sınıflar için kazanım olmaz. Ezilen ve yönetilen kitlelerin her kazanımı, egemen güçler için bir geri adım, taviz demektir. İktidardaki ezen sınıf, iktidarının yok olma tehlikesi ortaya çıkıncaya kadar taviz vermez, geri adım atmaz. Durum, iktidarını kaybetme noktasına kadar geldiğinde, ezen sınıflar için ölüm kalım kavgasından başka çıkar yol yoktur. Genellikle bir iç savaş olarak ortaya çıkan son hesaplaşmadan önce, askeri darbeler, faşist diktatörlükler, kitle katliamları ezen sınıfların iktidarının başvurduğu yöntemlerdendir.
İşçi ve emekçiler, uzun mücadeleler sonunda, bedeller ödeyerek kazandıkları hak ve özgürlükleri kendi sınıf iktidarlarını kurmadan sonsuza dek koruyamayacaklarını bilmelidir.
Siyasal hak ve özgürlüklerin sözde ve kâğıt üzerinde varlığından çok fiili olarak kullanılması önemlidir. Fakat hak ve özgürlüklerin hukuk alanında bir dizi kural olarak da düzenlenmesi, yasalarla korunması ihmal edilemeyecek bir kazanandır.
Ezen, egemen sınıflar iktidarına karşı ezilen sınıfların sürdürdüğü hak ve özgürlükler mücadelesinin önemli bir kazanımı da, kazanılan hak ve özgürlüklerin yasa ile düzenlemesi ve yasal güvenceye kavuşturulmasıdır. Anayasa hukuku ya da insan hakları hukuku denilen haklar manzumesinin ortaya çıkması ve günümüzde en gerici ve ilkel devletlerde bile bazı anayasal hakların yasalarla düzenlenmesinin nedeni, yüzyıllardır süren bu mücadeledir. Burjuva demokrasilerinde varlığıyla övünülen İnsan Haklan Sözleşmeleri, Evrensel Beyannameler, Sosyal Şartlar vb. işçi sınıfının uzun mücadeleleri sonucu yasal düzenlemeler halini almış ve bu yasalara dayanarak işçi sınıfı bazı haklarını kullanmıştır. Şimdi, SSCB’nin dağılması ve sosyalizmin geçici yenilgisi koşullarında, burjuvazi, ulusal ve uluslararası yasalar ve sözleşmelerle korunan siyasal, ekonomik ve sosyal hak ve özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmak için atağa geçmiştir. Sosyalizme karşı alternatif olarak sunulan sosyal demokrasi ve sosyal devlet olgularından, yüz yıl önceki vahşi kapitalizm koşullarına yönelmiştir burjuva iktidarlar.
Bu koşullarda, yeni hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesinin yanı sıra, kazanılmış hak ve özgürlüklerin kıskançlıkla korunması için mücadele önem kazanmaktadır.

SİYASAL ÖZGÜRLÜKLERİN KAZANILMASINA İLGİSİZLİK
57. Hükümet Dönemi, TBMM’nin adeta fabrikasyon serilikte yasalar çıkardığı, milletvekillerinin gece gündüz çalıştığı yıllar oldu.
Yangından mal kaçırırcasına yasalar çıkarıldı. Meclis gece yarıları, sabahlara kadar çalıştı. Siyasi partiler arasında, kamuoyunda, hatta hukuk çevrelerinde çok fazla tartışılmadan, bir biri ardına onlarca yasa yürürlüğe girdi.
Bu yasaların hemen hiçbiri, halkın bir takım taleplerini karşılamak için yapılmış yasalar değildi. Emperyalistlerin ve işbirlikçisi egemen güçlerin ihtiyaçları nedeniyle gündeme getirilmişti. Yasaların büyük kısmı, yaşanan ekonomik kriz sonucu, ekonomik sistemin dibe vurması ile ekonominin iplerinin IMF’ye teslim edilmesi; IMF, Dünya Bankası ve emperyalist odakların dayatması sonucu çıkarılan yasalardı.
IMF yasaları olarak da adlandırılan yasalar: uluslararası tahkim, uluslararası tekellere imtiyazlar tanınmasına olanak tanıyan yasal düzenlemeler, emperyalist tekellerin ülkemizi daha pervasız sömürmesine engel teşkil eden yasal düzenlemelerin yürürlükten kaldırılması, uluslararası tekellere “ekonomik bölge”, “serbest bölge”, “endüstri bölgesi” gibi adlarla oluşturulan alanlar yaratmak için düzenlenmiş yasalar vb. ile ilgili idi.
Ayrıca, Türkiye tarımını iflasa sürükleyecek ve ülkeyi tarımda tamamen emperyalizme bağımlı kılacak yasal düzenlemeler de (Tütün Yasası, Şeker Yasası vb. yasalarla) gerçekleştirildi.
Kamu işletmelerinin, madenlerin özelleştirilmesi ve yabancı şirketlere peşkeş çekilmesine olanak sağlayan yasal düzenlemeler ihanet çemberini tamamladı.
Ekonomi ile ilgili yasal düzenlemeler yanında, AB üyeliğine kabul edilmek için, AB’ye verilmiş sözler çerçevesinde çıkarılması kısa, orta ve uzun vadelere göre planlanmış yasalar da “uyum yasaları” diye adlandırılarak gündeme geldi.
Uyum yasaları adı verilen ve demokratikleşme adımları olarak tanıtılan yasalar, esas olarak, siyasal hak ve özgürlüklerin özünde bir değişiklik getirmeyen, Türkiye halkının demokratikleşme istemlerini istismar eden ve AB standartlarına uyum sözünü yerine getiriyormuş görünmek için AB’nin de adeta “danışıklı dövüş” misali onayladığı, göstermelik yasalardı.
Nitekim AB’ye uyum yasaları, “demokrasi paketleri” pratikte halkın hak ve özgürlüklerinin genişlemesine yol açmadı.
TBMM’nin “yoğun” yasama faaliyeti sırasında, Meclis gündemine gelen ve alelacele yasalaşarak yürürlüğe giren yasalar kamuoyunda pek tartışılmadı. Gerek TBMM dışındaki siyasi partiler, gerek hukuk çevreleri ve işçi sendikaları ya da meslek örgütleri yasa tasarılarını Meclis gündemine geldikten sonra öğrendiler. Ve bütün bu örgütler yasama faaliyetinin (yasa tasarılarını tartışma anlamında dahi) fiilen dışında kaldılar.
Muhalif örgütlerin, yasama faaliyetine müdahale edememesinin nedenlerinden biri, siyasi iktidarın anti-demokratik, yangından mal kaçırma tutumu idi ise, diğeri de, muhalif örgütlerin yasama faaliyetine ve yasa değişikliklerine ilgisiz kalması idi.
İşçiler ve sendikal örgütleri, daha çok “mezarda emeklilik”, işsizlik sigortası, sendikalar yasasında yapılmak istenen değişiklikleri vb. gündemlerine aldı.
Aydınlar ise, düşünce özgürlüğü, cezaevleri sorunları, sanat eserlerine getirilen sansür gibi konularda etkinlikte bulundular.
Üniversite çevrelerinin hukuk alanındaki en çok ilgilendiği sorun ise YÖK Yasası ve bu yasada sık sık yapılan değişiklikler idi.
Genel olarak yasal alanda yapılan yeni düzenlemelere karşı, muhalif aydın ve emekçi kitlelerinin ortak bir tavrı ve mücadelesi söz konusu olmadı.
Aydınlar, üniversite ve hukuk çevreleri ile emekçilerin hukuk alanındaki mücadeleye ya da yasama faaliyetine ilgisizliğinin nedenleri farklı olabilse de, siyasi mücadelenin bir parçası olan hukuk alanındaki mücadelenin öneminin kavranmaması ortak yöndü.
Kimi çevreler, hukukun bir üst yapı kurumu ve mevcut ekonomik, sosyal ve siyasi sistemin ürünü olduğu, sistem değişmedikçe yeni bir hukuk sisteminin de mümkün olamayacağı gerçeğinden yola çıkarak; hukuk mücadelesini, ekonomik, demokratik, siyasi hakların ve özgürlüklerin kazanılması ve korunması mücadelesini küçümsedi.
Kimi çevreler ise, ekonomik, demokratik, siyasi vb. bütün mücadele alanlarında faaliyetlerini yasalar çerçevesi ile sınırladılar. Her iki tutum da yanlıştı.
Hukuk bir üstyapı kurumudur, devlet gibi tarihsel bir olgudur. Hukuk, insanların sosyal üretimi sürdürmek için giriştikleri ilişkilerin oluşturduğu toplumun ekonomik temeli üzerinde yer alır. Devlet her ne kadar sınıflar üstünde olduğu inancını yaratmaya çalışsa da, hukuk, özellikle medeni hukuk, bunu hiçbir zaman yapmaz. Çünkü medeni hukuk, kendi çerçevesi içinde temel sosyal ilişkileri dile getirmek zorundadır. Örneğin, mülkiyet ilişkileri, var olan üretim ilişkilerinin hukuksal yansımalarıdır. Sosyal sınıflar, belirli mülkiyet biçimlerine sahip olup olmadıklarına göre tanımlanırlar. Fakat sosyal bilincin siyasi ve hukuki biçimleri, ekonomik temellerden ayırt edilmektedir. Bunlar, ekonomik temellere bağımlılıklarını sürdürürken, kendileri de, bağımsız bir yaşama sahiptirler. Böylece, belli bir dönemdeki mülkiyet ilişkileri ve en çok da genel karakteri sömürüye dayanmak olan bu ilişkilerin olumlayıcısı hukuki normlar (örneğin Roma Hukuku), diğer dönemleri etkileyebilir. Ancak hukuk, hiçbir zaman toplumun var olan ekonomik yapısının ve dolayısıyla kültürel gelişiminin ötesinde olamaz. Fakat o dönemin ekonomik yapısının gerisinde kalabilir, genellikle de böyle olur. Eski biçimler, sosyal amaçlardaki değişiklikler için kullanılmadıkça veya yeni gereklere uygulanmak üzere yeniden yorumlanmadıkça, toplumun gelişmesine karşı büyük engeller ortaya çıkarır. Ve dolayısıyla politik mücadele, bu çelişmeyi çözümlemek üzere gerekli olur.
Hukukun da içinde bulunduğu üstyapının doğrudan doğruya ekonomik koşulları yansıttığı doğru değildir. Üstelik hukuk, yalnız ekonominin baskısı altında değildir. Hukuk, aynı zamanda, ekonomik yaşama hukuktan daha uzak olan din ve felsefe gibi sosyal bilincin türlü bölümlerinden etkilenir. Öte yandan kuşkusuz, sosyal yaşamın türlü bölümlerinin bu etkileşmesinde, ekonomi, hâkim unsurdur.
Hukuk da devlet gibi, sınıflar mücadelenin ürünüdür ve egemen sınıflarca koşullandırılır. Bundan dolayı, hukuk, bu sınıfların ekonomik çıkarları ile birlikte gelişir ve ona hizmet eder. Karakteristiği, varolan üretim ilişkilerini onaylayıp olumlamaktır.
Yasa yapıcılarının içinde bulunmak zorunda oldukları çalışma alanına biçim veren şey, ekonomik sistemin ihtiyaçları ve bu ihtiyaçların giderilme zorunluluğudur.
Medeni hukuk, ticaret hukuku, sigorta hukuku, borçlar ve miras hukuku gibi disiplinlerin, sömürü ilişkileri ve ekonomik sistem ile ilişki ve bağı daha kolay kurulur ve kavranabilirken; ceza hukuku, idare hukuku ve anayasa hukuku gibi alanlarda sosyal sistemle bağ konusunda burjuvazinin demagojik itirazları artar. Bu alanlarda “hukukun üstünlüğü”, “yasa önünde eşitlik” vb. gibi aldatıcı argümanlar daha geniş bir hareket alanı bulur.
Doğrudan ekonomik ilişkileri düzenleyen yasal düzenlemeler dışındaki sosyal ilişkileri düzenleyen yasalar da, esas olarak ekonomik düzenin olumlanmasına, korunması ve sürdürülmesine hizmet eder. “İnsanın doğal hakları”, “hukukun insanın doğasından kaynaklanan sosyal bir kurum olduğu”, “ahlak ve bilginin seviyesinin bir göstergesi olarak hukuk” vb. tartışmaları bu alandan gündeme getirilir.
Sonunda şuraya gelinir ki, geçmiş sömürü ilişkileri ve sistemleri gibi zorunlu olarak değişmek ve yerini sosyalizme bırakmak durumunda olan kapitalist ilişkilerin ortadan kaldırılışına bağlı olarak, onun olumlayıcısından başka bir şey olmayan bütün bir hukuk sistemi de müzelik olacaktır. Ancak buradan, bu köklü değişikliğe kadar hukuksal alanda yapılacak bir şey olmadığı ve olamayacağı sonucu çıkarılamaz.

KAZANILMIŞ HAK OLARAK YASA
Yasaların birer birer değiştirilmesi ile ekonomik, sosyal sistemin değişmeyeceği bilinse de, yasalar, işçi sınıfı ve emekçiler için hem bir kelepçe, hem de kelepçenin anahtarı rolünü birlikte oynayabilir. Her yasa bazı kısıtlamalar, kayıtlamalar getirir, hak ve özgürlüklerin çerçevesini, sınırını belirler. Burjuva kapitalist sistemde işçilerin haklarını kısıtlayan, sömürülmelerinin biçimini belirleyen kurallar getiren yasalar, aynı zamanda burjuvaziyi de kayıtlar. Her ne kadar burjuvazi, egemen güçler kendilerini yasalarla bağlı hissetmezler ve yasalara rağmen işlerini yürütürlerse de, burjuvaziyi de bağlayan yasalar, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde bir tutunma çivisi, bir atlama taşı görevi görebilir. İşçi sınıfının mücadele ederek kazandığı hakların korunması için bir mevzi rolü oynayabilir. “İnsan hakları”, “Anayasal haklar” da denilen ve demokrasi mücadelesinde dayanak alınan haklar, esasen egemen sınıflara karşı ezilenlerin mücadelesiyle kazandığı mevzilerin yasa olarak tescil edilmiş halidir.
Bergama Köylülerinin mücadelesi emekçilerin mücadelesi içinde hukuk alanındaki mücadelenin rolünü gayet güzel bir biçimde göstermiştir.
Son yılların en militan mücadelelerinden biri olan, Bergama Köylülerinin Eurogold (daha sonra Normandy) şirketinin siyanürle altın arama faaliyetinin durdurulması mücadelesi; işgal eylemleri, yürüyüşler, medyaya yönelik gösteriler, çatışmaların vb. yanı sıra, mevcut yasalara dayanarak açtıkları çok sayıda davayı kazanmaları sayesinde de başarılı olmuştur.
İzmir İdare Mahkemelerine ve Danıştay’a yapılan hukuki başvurular Bergama Köylüleri lehine sonuçlanmıştır.
Mevcut yasaları mücadelelerinin bir unsuru olarak kullanmak, bu yasalardaki haklara sahip çıkmak, yargı alanını siyasal mücadelenin bir parçasına dönüştürmek konusunda Bergama Köylülerinin başarıları gibi pek çok örnek de verilebilir.
Metin Göktepe Davası da bu örneklerden biridir. Göktepe’den önce çok sayıda işkence sonucu ölüm ve gazeteci ölümü yaşanmışken, ilk defa Göktepe Davası’nda politik ve hukuki sonuç alınabilmiştir. Bu sonuçta belirleyici olan, Göktepe’nin yoldaşları ve gazetesinin politik tavrıdır ve bu politik tavır içinde hukuk alanında mücadeleye verilen değer somut hukuki sonuçların elde edilmesini sağlamıştır.
89 Bahar eylemlerinde, diktatörlüğün yoğun baskısını kırarak sınıf mücadelesini ilerletmenin adımlarını atan işçiler, çok basit denebilecek bazı hakları; örneğin vizite eylemlerinde, doktora çıkma hakkı gibi vb. kullanarak, ilerideki daha büyük ve kitlesel eylemlerin yolunu açmıştır.
Yasaları kullanmanın yanı sıra, yasalardaki bazı hakları korumanın işçi sınıfının iktidar mücadelesinde yerini gösteren en iyi örneklerden biri de, 15–16 Haziran eylemleridir.
İşçi sınıfının sendikal alandaki bazı kazanımlarını ortadan kaldırmak, sendika bürokrasisine, sarı sendikacılığa karşı mücadeleci sendikacılık iddiası ile ortaya çıkan DİSK’i tasfiye etmek amacıyla yapılmak istenen bir yasa değişikliğine karşı ayağa kalkan işçi sınıfının görkemli eylemi, burjuvaziye geri adım attırdı. Yasa değişikliğinden vazgeçmek zorunda kaldılar. İşçi sınıfı, 15–16 Haziran eylemi ile sadece kazanılmış haklarını korumakla kalmadı, hazine değerinde mücadele deneyleri de elde etti. 15–16 Haziran eylemi, birleşik eylemin gücünü, işçi sınıfının bir sınıf olarak burjuvaziye karşı mücadele olanaklarını, sonuç alıcı eylemde kitleselliğin rolünü ve benzeri çok sayıda tecrübeyi işçi sınıfının bilincine kazıdı.
DİSK’in DGM’lere karşı yürüttüğü mücadele ve bu mücadele sonunda yetmişli yıllarda DGM’lerin kapatılması da, yasal mevzilerin savunulmasının iyi bir örneği idi.
Mezarda emeklilik yasasına karşı işçi sınıfının giderek büyüyen eyleminin bir 15–16 Haziran’a dönüşmemesi ise, önderlik ettikleri işçi kitlelerini satmakta 1970’lerdeki öncellerinden daha atik davranan sendika bürokratları sayesindedir.
Bir hakkın kazanılması için yürütülen hukuk mücadelesinin son yıllardaki en güzel örneklerinden biri ise, kamu emekçilerinin sendikal haklar için yürüttüğü mücadeledir. Kamu emekçileri, bırakın sendika kurmak, dernek kurmanın bile yasalarla yasaklandığı koşullarda, önce dernek, sonra sendikalar kurarak ve iktidarın bu sendikaları tanımamasına karşın yıllarca fiilen kongreler yaparak, toplu iş sözleşmeleri imzalayarak sürdürdükleri mücadeleyi, kamu emekçilerinin sendika kurabileceğinin yasalarla düzenlenmesi hakkını kazanarak bir başka aşamaya taşıdılar.
KESK’in peşinden, onu örnek alan Tür-Köy Sen de bu alandaki çalışmalarını başarılı bir şekilde sürdürmektedir.
Elbette, kamu emekçileri sendikası yasasının yürürlüğe girmesi kamu emekçilerine sınırlar, kısıtlamalar, kayıtlamalar getirmiştir. Kamu emekçileri, bir sendika yasaları olmadığı zaman belki çok daha rahat ve kendi istedikleri gibi hareket edebiliyordu. Aynı durum, son yasal düzenleme yapılmadan önce, özel radyo ve televizyon yayını alanında hiçbir yasal düzenleme olmadığı için daha serbest olan radyo ve televizyoncuların elini kolunu bir yerlerden bağlamaya çalışan RTÜK Yasası örneğinde de görülmektedir. İnternet yayını ve haberleşmesi için bir yasal düzenleme yapıldığında da bu alanın sınırları ve sınırlarla birlikte yasakları ortaya çıkacaktır.
Televizyon yayınlarının günlerce kesilmesi, radyolara, yayınlarının bazen bir yıl gibi fiilen kapatmaya denk düşen yayın kesme cezaları uygulanması RTÜK Yasası ile mümkün olmuşken, aynı yasa ile İdare Mahkemelerine itiraz hakkı, haksız cezalara karşı tazminat hakkı gibi haklar da elde edilmiştir.
Kamu emekçileri gibi görece siyasi bilinçli kitlelerin eyleminin yanı sıra, salt ekonomik talepler için mücadele eden kitleler açısından da, siyasal hak ve özgürlüklerin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Topraklarında siyanürle altın arandığında insanların ve topraklarının yavaş yavaş zehirlenerek öleceğini bilen Bergama Köylüleri; her eylemlerinde karşılarına çıkan jandarma ve polisi görerek, sık sık gözaltına alındıklarında en haklı talepleri için bile eylem yapmanın yasalarla nasıl zorlaştırıldığını yaşayarak, haklarında açılan çok sayıda davada yargılandıklarında yargının kimin için ve nasıl çalıştığını anlayarak, yüzde yüz haklı oldukları bir davayı başkalarına anlatmaya çalıştıklarında karşılarına çıkan ceza ve basın yasalarını tanıyarak, siyasal hak ve özgürlüklerin önemini öğrendiler. Artık, Bergama Köylülerine örgütlenme özgürlüğünün, basın özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün, toplantı ve gösteri yapma hakkının, adil yargılanma hakkının ne kadar gerekli olduğunu kimsenin anlatmasına gerek yok. Onlar, bu hak ve özgürlükleri herkesten daha kararlı savunur duruma gelmişlerdir. Ekonomik, demokratik haklar için mücadelenin, demokrasi mücadelesi ile birlikte yürümesi gerektiğini yaşayarak öğrenmişlerdir.
Tabii, Bergama Köylüleri ve KESK’li kamu emekçileri gibi eyleme giren emekçiler demokratik ve siyasal hak ve özgürlüklerin önemini yaşayarak kavrayacaktır. Eylem içinde, yaşayarak öğrenmek en iyi öğrenme biçimlerinden biridir. Fakat hak ve özgürlüklerin gerekliliğini kavramanın tek yolu, eyleme girmeyi beklemek değildir. Devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerin, aydınların, devrimci işçi partisi militanlarının yapacağı propaganda ve ajitasyon, işçi ve emekçilerle her gün yüz yüze konuşma ve onlarla Türkiye’nin bütün sorunlarını tartışırken, yukarıda anlatmaya çalıştığımız hukuk alanındaki mücadeleyi de anlatmaları yararlı olacaktır.
O zaman, belki, uyum paketleri çıkarken, Anayasa değiştirilirken, Kürtçe eğitim ve yayın hakkı, idam cezasının kaldırılması tartışılırken, daha fazla emekçi tartışmalara katılacak ve yapılmak istenen yasal düzenlemelere kendi sınıf çıkarı doğrultusunda müdahale edebilmek için harekete geçecektir.

Tarımda yasalar sonrası durum

İçinde bulunduğumuz yıl ülke tarımı ve üreticileri açısından dönüm noktası niteliği taşıyor. IMF’ye verilen niyet mektupları, içinde bulunduğumuz 2002 yılında destekleme alımlarına ve taban fiyatı açıklamalarına son verileceğine, tarımsal KİT’lerin hızla özelleştirileceğine dair taahhütlerle dolu. Bu taahhütlerin yerine getirilebilmesi için bugüne kadar yapılan ve “altyapının” hazırlanması niteliği taşıyan çalışma ve uygulamalar (çıkarılan yasalar, oluşturulan kurullar, düşük taban fiyat uygulaması vb.) bile, sürecin sonundaki “acı meyveleri” göstermeye başladı. Tabii ki, sürecin sonuçları açığa çıktıkça üretici tepkileri de yoğunlaşmaya başladı. Bugüne kadar tepkilerini alanlarda eylemle ifade etmelerine tanık olmadığımız illerde bile sokak eylemleri ve protesto gösterileri yapılıyor. 10 Mart 2002 tarihinde Yozgat’ın Boğazlayan ilçesinde üreticiler tarafından gerçekleştirilen miting, böylesi tepkilere verilebilecek örneklerden sadece biri.
Tarımsal dönüşüm süreçleri hızla ilerliyor; şeker ve tütün yasaları çıkarıldı, özelleştirmeler sürüyor, destekler ortadan kaldırılarak Doğrudan Gelir Desteği uygulamasına geçildi, birliklerin tasfiyesine yönelik düzenlemeler yapıldı vs. Tarımsal yapıyı dönüştürmeye yönelik bu uygulamaların amacının ve doğuracağı sonuçlarının doğru tespit edilmesi, üreticilerin yürüteceği mücadelenin doğru bir hatta ilerlemesinin önemli adımlarından birini teşkil edecek. Niyet mektupları ve ekonomi politikalarının direksiyonun başında bulunan “ithal bakan” Kemal Derviş tarafından hazırlanan “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nda, Tarım Bakanı ve hükümet sözcülerinin söylemlerinde tarımsal dönüşümün amacı şu şekilde ifade ediliyor: “Ekonomik etkinliğin artması için tarımdaki verimliliğin artırılması, üretim fazlası olan ve destekleme alımları nedeniyle bütçe yükü getiren ürünlerin alanlarının daraltılarak üretim açığı olan ürünlerin üretimine yönelinmesi” vb.
Tarımda verimliliğin ve kalitenin artırılmasına yönelik bunca söyleme rağmen, verimliliği artırmaya yönelik herhangi bir yatırım yapılmadığı gibi, verimliliği teşvik edici uygulamalar da bir bir ortadan kaldırılıyor.
Kaliteli pancar üretimini teşvik amacıyla, şeker oranı (polarite) yüksek olan (yüzde 16’nın üzerinde) şeker pancarına polar adı altındaki ödemelerin bu yıl yapılmayacak olması örneğinde görülebileceği gibi… Uygulamalar, amacın, tarımsal verimlilik ve bütçe zararlarının ortadan kaldırılmasından farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Sadece şeker ve tütün yasalarına bakılarak, tarımsal alanda gerçekleştirilmek istenen dönüşümünün amacını ve doğuracağı sonuçları görmek mümkün.

ŞEKER PAZARININ DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ!
Son dönem IMF’ye verilen her niyet mektubunda mutlaka şeker pancarının fiyatına, üretim miktarına, olmadı işlendiği fabrikalara ilişkin bir madde yer aldı. “Şeker piyasası reformunu sağlayacak Şeker Kanunu’nun mutlaka çıkarılması ve 2002 yılı sonuna kadar şeker fabrikalarının özelleştirilmesi” maddesinin yer aldığı 18 Aralık 2000 tarihli niyet mektubu ise, uzun süredir altyapısı oluşturulan operasyonun sonuna gelindiğini gösteriyordu. Meclis taahhüdünü yerine getirdi ve Şeker Kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre Şeker Kurulu oluşturuldu. Oluşturulan bu kurul şeker piyasasında tek yetkili organ kılındı. Artık devlet, 2002–2003 üretim döneminden itibaren fiyat açıklamayacak. Kurul piyasayı düzenleyecek. Şeker pancarı üretimine istediği kadar kota getirecek. Böylece kurul, “ihtiyaç fazlası” şeker üretimine son verecek ve “devleti zarardan” kurtaracak!
Bu ülkede stok ne kadardır? İhtiyaç fazlası stok var mıdır? Evet, bu ülkede stok fazlası oluşmuştur. Ama bu fazlalık asla ülkede çok fazla pancar ekildiğinden oluşmadı. 1993 yılında Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde maliyeti bin 450 lirayı bulan şeker pancarına bin lira fiyat verilince, birçok üretici pancar ekmemiş ve açık oluşmuştu. Oluşan açık, 1995–1996 yıllarında yapılan ithalat ile karşılanmıştı. Fakat yapılan ithalat, ülke gereksiniminin çok çok üzerinde bir miktardı. 1 milyon tonun üzerinde yapılan şeker dışalımı, ülkenin neredeyse iki yılda ürettiği toplam şeker pancarı miktarından elde edilebilecek kadar çoktu. Karar vericileri yargı karşısında mahkûm olmuşlardı, ama sonuçta bu bir şeyi değiştirmedi ve ülke şeker sektörünün dengeleri bu gereksiz ithalat fazlası sonucu alt üst oldu. Bugünkü stokların oluşumunda bu dışalımın payı oldukça yüksektir.
Bu ithalat izni tesadüf olmadığı gibi, oluşan stokların eritilmesi için kotaların düşürülerek üretim miktarının azaltılmasının tercih edilmesi de masum bir yaklaşım değildir ve son derece bilinçli bir tercihtir. Şu anki stok fazlalığındaki önemli etkenlerden bir tanesi de, dahilde işleme rejimi kapsamında izin belgesi alıp, dışarıdan ucuza aldığı şeker pancarını işleyip yurtdışına satması gereken ve izin belgesi sayesinde (ithalat vergileri ile kota, anti damping vergisi vb.) ticaret önlemlerine tabi tutulmayan ithalatçıların ürettikleri şekeri, yasadışı yollarla, iç piyasaya yönlendirmeleridir. Bir diğer önemli etken ise, gümrüklerdeki yasal boşluklardan yararlanarak ülkeye kaçak olarak sokulan şekerlerdir. Kaçak olarak iç piyasaya giren şeker miktarının yıllık 300 bin ton civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu şekilde oluşan stok fazlasını engellemek yerine üretime kota getirilmesi, varılmak istenen hedefin “üzüm yemek değil bağcı dövmek” olduğunu ele veriyor.
Bir yandan stok fazlalılığı gerekçe gösterilerek şeker pancarı üretimine kota getirilirken, diğer yandan da şekerleme, geleneksel tatlılar gibi şekerli ürünler sanayinde girdi olarak kullanılan ve doğrudan tüketilmeyen nişasta bazlı şeker üretiminin ise yaygınlaşmasına izin veriliyor. Hammaddesi mısır olan nişasta bazlı şeker üretiminin ülkedeki 5 üretici firmasından biri de uluslararası dev tarım tekeli Cargill. Dünya Ticaret Örgütü içerisinde etkin bir yeri olan Cargill, yıllık 292 bin tonluk tatlandırıcı üretimi yaptığı Türkiye’de, doğal olarak şeker fabrikalarının kapatılması için lobi faaliyetlerini sürdürüyor. Nişasta bazlı şeker üretimi yapan firmaların 2005 yılındaki hedefleri 600 bin ton. Bu rakam, Türkiye’de kurulu bulunan şeker fabrikalarının şeker üretme kapasitelerin dörtte birine denk düşüyor.
Çıkarılan şeker yasası ise tam da Cargill’in istediği gibi pancar şekeri sektöründeki fabrikaların tümünün özelleştirilmesinin yolunu açıyor. Fakat özelleştirilen fabrikaların tahminen yüzde 10’u kadarının üretime devam edeceğini, geriye kalanların ise kapatılacağını şimdiden görmek mümkün. Çünkü bu fabrikaları satın alacak ve amaçları kârlarını maksimize etmek olan şirketler, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için öncelikle şu kriterleri arayacaklar:
— Fabrikanın günlük işleme kapasitesinin 6 bin tonun üzerinde olması;
— Fabrikanın pancar kalitesi ve verimi yüksek olan ve aynı zamanda da üretilen şekerin en az masrafla pazara ulaştırabileceği bir bölgede kurulmuş olması.
Bu kriterlere en uygun olan fabrikalar ise, İç Anadolu Bölgesi’nde bulunuyor ve bu nedenle de, özel şirketler bu bölgedeki fabrikaları tercih edecekler. Bu bölgenin dışında tercih yapan şirketlerin şeker üretimi dışında amaçlarının olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fabrikalar üretimden çekildikçe de, şeker pancarı üretimine getirilen kotalar daha da artırılacak. Süreç, yüz binlerce pancar üreticisinin üretimden çekilmesine, birkaç milyon dekarlık alanın, kendisinden sonra tarlaya ekilen tüm ürünlerin verimliliğini artıran bir üründen mahrum olmasına doğru hızla ilerliyor. Bu, aynı zamanda, taşımacılık sektörünün, yıllık yaklaşık 15 milyon tonluk bir yük potansiyelini, hayvancılık sektörünün ise (şeker pancarının posasından yem üretildiği için) önemli bir girdisini kaybetmesi demek. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, şeker fabrikalarında çalışan 30 bin işçi de işini kaybedecek.
Böylesi ağır sonuçlar doğuracak uygulamalar, ülke ekonomisini “etkin ve verimli kılmak” adına yapılıyormuş. Oysa Türkiye, şeker pancarı üretimi düştükçe piyasada yoğunlaşacak olan nişasta bazlı şekerin girdisi olan mısırın üretiminde kendine yetemeyen bir ülke. Kendi ürettiği pancarı işleyerek şeker elde etmek yerine, ithal ettiği mısırla üretim yapmayı tercih eden, tarıma dayalı sanayinin en iyi örneğini teşkil eden şeker fabrikalarını kapatarak yabancı tekellerin ithalatla üretim yapmasını tercih eden bir ekonominin, Derviş’in iddia ettiği gibi, “güçlenmeye” yöneldiğini söylemek tek kelimeyle imkânsız. Böylesi bir ekonomi politikası, “güçlenmeye” değil, sektörü dışa bağımlı hale getirmeye, pancar üreticisine verilmeyen kaynakları, AB’li, ABD’li çokuluslu şirketlere aktarmaya yöneliktir.

TÜTÜNDE ADIM ADIM YAKLAŞILAN SON!
Ülke ekonomisini “etkin ve verimli kılmak” adına el atılan ürünlerden biri de, Türkiye için sosyo-ekonomik açıdan çok önemli bir yeri olan tütün. Ülkenin birçok bölgesinde 300 bin hektarın üzerinde bir alanda yaygın olarak üretilen tütün; 500 bin üretici ailenin yanında, taşıma, pazarlama, işleme alanlarında çalışanlarla birlikte, 3 milyon civarında bir nüfusu yakından ilgilendiriyor. 1980 sonrasında uygulanan politikaların bugün geldiği nokta, tütün sektöründeki bunca insanı temelden sarsacak. Tütünde bugüne kadar hayata geçirilen politikaların sonuçlarına bakarak, son hükümet döneminde hayata geçirilen yasaların sonuçlarını söylemek mümkün.
1980 sonrası tütün alanında hayata geçirilen ilk uygulama, 1984 yılında sigara ithal yasağının kaldırılması oldu. Ardından 1986 yılında tütünde tekel kaldırıldı. Süreci, 1989 yılında tütün dışalımının tamamen serbestleştirilmesi izledi. Tütün sektöründe bir dönüşümü ifade eden bu kararların ardından, hızla yurda kaçak giren Amerikan tipi sigaraların ithalatı arttı. Yılda ortalama 500 milyon dolar tütün ihraç eden Türkiye, sigara ithalatına izin verildiği 1984’te 1,8 milyon kilo sigara ithal etti, 28 milyon dolar ödedi. Bu meblağ, altı yıl içinde 300 milyon doların üstüne çıktı.
Aynı dönem, kalitesi tüm dünya tarafından tanınan yerli tütünden üretilen Samsun, Harman, Bitlis, Bafra gibi sigaraların işleme tekniklerinin gelişimi engellenerek, bu sigaraların pazar payı iyice daraltıldı. Sigara alımının yanında tütün dışalımının da serbest bırakılmasıyla birlikte, tütün ithalatında da bir patlama yaşandı ve tütün ithalatı Türkiye’deki toplam üretimin beşte birine kadar yükseldi. Buradaki bir diğer çarpıcı gerçek ise, TEKEL’in elinde tütün stokundan bahsedilmesine rağmen, bu ithalatın yüzde 80’inin TEKEL tarafından yapılmış olmasıdır. Virginia ve Burley tipi tütün ithaline izin veren kararnameden bir kaç yıl sonra da, Türkiye’de fiili üretimde 2 bin tona ulaşacak olan yabancı sigara şirketlerine fiyatlandırma, satış, dağıtım ve ithalat serbestîsi getirildi. Yabancı sigaraların, yabancı ortaklı özel sektör tarafından üretilmesine izin verilmesiyle birlikte, Türkiye’de üretilen sigaralarda kullanılan yabancı tütün miktarı da hızla arttı. Şu an kullanılan tütünün neredeyse yarısı yabancı. TEKEL de, kendi ürettiği sigaralarda yabancı menşeli tütün kullanarak yabancı tütün kullanımındaki artış oranının büyümesine sürekli “katkı” sundu.
Amerikan sigaralarının alışkanlık yapıcı etkisinin, spor-tiyatro-konser gibi etkinliklere sponsor olunarak yapılan yoğun reklam kampanyaları ile birleşmesiyle Türkiye’de sigara tüketimi hızla arttı. 1980’de 63 milyon kilo olan sigara satışı, 2000 yılında 120 milyon kiloya ulaştı. Kısacası 1980’lerin ikinci yarısından bu yana sektörde uygulanan politikalar, Türkiye’nin tütün ve sigara dış ticaretinden elde ettiği döviz gelirini hızla azalttı, buna karşılık ithalatını hızla arttırdı. Ülke ekonomisi açısından yüz milyonlarca dolar kayba yol açan bu gelişmeler, bir yandan da sigara tüketimini yoğunlaştırdı. Adım adım pazarı ele geçiren uluslararası sigara tekelleri bununla yetinmiyor. Ülke tütününü tamamen bitirip pazarın tümünü ele geçirmek istiyor. Ölümcül olaylar ve hastalıklar sonrası yargının tüketiciler lehine karar vermesi, yoğun sigara karşıtı kampanyalar vb. ABD’li tekellerin kendi ülkelerindeki pazarı hızla daraltıyor. ABD’de 1980’lerde 634 milyar adet olan sigara tüketimi, şu an 480 milyar adet düzeyine gerilemiş durumda. Avrupa’da da durum farklı değil ve pazar gittikçe daraltılıyor. Avrupa Birliği’nde alınan kararla reklâm yasağı gelecek yıldan itibaren, dünya düzeyinde olanlar dışında, tüm etkinliklerde sigara promosyonun yasaklanmasını kapsayacak şekilde genişletildi. Üstelik AB’de 2006’nın 30 Temmuzu’nun ardından dünya çapında organize edilen etkinliklerde de sigara firmalarının sponsor olması yasak olacak. ABD ve Avrupa’dan boşalan ve promosyon yasağının ardından daha da boşalacak olan potansiyel pazarın, Türkiye vb. ülkelerden karşılanması hedefleniyor.

TEKELLERİN PARMAK İZLERİNİ TAŞIYAN YASA NE GETİRECEK?
Kendilerine pazar arayan tütün tekellerinin Türkiye’de edindikleri payı yeterli görmeyerek, pazarın tümünü ele geçirme girişimlerinin bir sonucu olarak, kamuoyunda Tütün Yasası olarak bilinen yasa Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in haklı veto gerekçelerine rağmen çıkarıldı. Meclis tarafından çıkarılan yasanın tüm maddeleri tekellerin parmak izlerini taşıyor. Yasa çıkmadan önce, Dış Ticaret Müsteşarlığı’ndaki hazırlık toplantılarına Philip Morris ve RJ Renolds (Japon Tobacco) temsilcilerinin katıldığı bilinen bir gerçek. Bir başka gerçek ise, tütün sektörüne ilişkin yapılması gereken düzenlemelerin genişçe yer aldığı 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın Tütün Mamulleri Alt Komisyonu Başkanı, raportörü ve iki üyesi ile Özel İhtisas Komisyonu üyelerinin de Philip Morris-Sabancı ortaklığının görevlilerinden oluştuğu. Yıllardır lobi faaliyetleri yürüten tütün tekellerinin bu emeklerinin boşa gitmediği çıkan yasayla açıkça görülüyor.
Yasanın taşıdığı hükümlerden önemli olanlarını ve doğuracağı sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:
— Yasanın gereği olarak Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu ve kurumun karar organı Kurul oluşturuldu. Son derece geniş yetkiler verilen bu Kurul, sigara üretim ve pazarlanmasında özel kuruluşların taleplerinin belirleyici olması için oluşturuldu. Hükümet ve işveren ağırlıklı oluşturulan Kurul, tütün ekim belgesinden üretim, satış ve uygunluk belgesine, personel atamalarından ithalata izin vermeye kadar sektörle ilgili her türlü belirleme yetkilerine sahip olacak. İç pazarı tekellerin inisiyatifine bırakan Kurul üyeleri, “En yüksek devlet memurunun her türlü ödemeler dâhil aylık net kazancının iki katını geçmemek şartıyla “Bakanlar Kurulu”nca belirlenecek yüksek maaş alacaklar. Milyonları yoksulluğa ve açlığa sürükleyecek olan Kurul, ülke ekonomisine milyarlarca liralık yük getirecek.
— Yasaya göre, tütün üretimi ancak gösterilen ilçelerde, yönetmelikle belirlenen menşe ve tipte olmak kaydıyla yapılabilecek. Böylece hem mekân hem de tür sınırlamasına gidilirken, “ekim belgesi” gibi idari müdahalelerle, ayrıca alan ve miktar sınırlamaları getirilmektedir. Yani ekim belgesi olmadan ve ekim belgesinde belirtilen miktarın üzerinde üretim yapılamayacak.
Kısacası, tekeller ne kadar izin verirse o kadar üretilecek.
— Üretici tütünleri, yazılı sözleşme esası veya açık artırma yöntemiyle alınıp satılacak. Sözleşmeli üretimde tütün fiyatı üretici ile tüccar arasında varılan uzlaşmaya göre saptanacak. Yazılı sözleşme dışındaki üretici tütünleri, açık artırma merkezlerinde açık artırma yöntemiyle alınıp satılacak.
Açık artırmaya başlangıç fiyatından başlanacak. Açık artırma başlangıç fiyatı, her kalite tütün için son beş yılda Kurul’ca seçilecek üç yılın ihraç fiyatı ortalamasının yüzde 50 eksiği olacak. Tütün Kanunu’nda öngörülen tütün alım satım sözleşmesi, üreticilerle alıcılar arasında eşit koşullar içermiyor. Üretici “ırgat gibi” görülüyor. Yasa, ürününü pazara sunma şansı yok denecek kadar az olan (Doğu Anadolu üreticisi gibi) üreticileri, maliyetine sözleşme imzalamaya mahkûm ediyor.
— Yasa, bundan böyle tütün için kamu tarafından destekleme alımı yapılmasını ortadan kaldırırken, bir taraftan da cezaları beraberinde getiriyor. Yaprak tütün üretim bölgesinde, ekim belgesi almadan veya belirtilen yer ve miktardan fazla üretim yapanların ürünlerine el konulacak. Bu kişiler hakkında 2 aydan bir yıla kadar hapis ve el konulan ürünün kilogram başına 5 milyon lira idari para cezası verilecek.
— TEKEL’in KİT statüsünden çıkarılarak İktisadi Devlet Teşekkülü statüsüne sokulmasını öngören yasa, bu kurumun özelleştirilmesi sürecini de başlatıyor. TEKEL’in özelleştirilmesiyle, Türkiye ekonomisi, kurumlar vergisinde ve ihracatta birinci, dönem kârında ve verimlilikte ikinci, üretimden satışlarda üçüncü olan bir kurumunu tütün tekellerine değerinin çok altında bir fiyatla teslim edecek. Bunun sonucu olarak bütçe gelirleri azalacak, katma değer yabancı ülkelere gidecek, tütün üreticisi gelir kaynağını kaybedecek, TEKEL’de çalışan işçi ve memurlar işinden olacak.
— Yasaya göre, Türkiye’de marka bazında sigara üretimi için yıllık en az 2 milyar adet, diğer tütünler için yıllık en az 15 bin ton üretenler, aynı markadan olmak üzere serbestçe ithalat yapabilecek, fiyatlandırabilecek ve satabilecekler. Kurul tarafından bu şartları yerine getirenlere “uygunluk belgesi” verilecek. Bu, yabancı sigara şirketlerinin yasa gücüyle tekel haline getirilmesidir. Daha açık bir ifadeyle: Hem üretilen sigara sayısı belirtilerek bazı firmalar gözetilmekte hem de firmalara ürün belirleme olanağı tanınmaktadır. Amaçlanan, yok edilecek devlet TEKEL’i yerine uluslararası tekelci sermayeyi hâkim kılmaktır. Küçük üretici ve ithalatçıların piyasaya girişleri yasa hükmüyle yasaklanmış durumdadır. Yasa düzenlenirken tütün ve tütün mamulleri piyasasının Philip Morris-Sabancı ortaklığı ile RJ Reynolds (Japon Tobacco) egemenliğine girmesi için adeta özel bir çaba harcanmış.
— Yasayla, sigarada 2 milyar adet, diğer tütün ürünleri için 15 bin ton olarak belirlenen fiili üretim miktarı ölçüsü, beşinci takvim yılı sonuna kadar belirli oranda düşürülüyor. Altıncı yıldan itibaren ise tamamen sıfırlanması söz konusu. Bu, beş yıl boyunca piyasaya hâkim olan şirketlerin, piyasa egemenliklerinin garantilenmesinden sonra, hiç üretim yapmasalar bile, diledikleri kadar ithalat gerçekleştirip, diledikleri fiyattan satabilmeleri anlamına geliyor. Böylesi bir durumda, ülkede hiç tütün üretilmesine gerek kalmayabilir.
Ülkede tütün üretilmemesini pek önemsemeyen hükümet, tepkileri bertaraf etmek için, üreticilere tütün ekilmeyen alanlarda, tütün yerine alternatif ürüne yönelmelerini öğütlüyor. Oysa Avrupa Birliği Tarım Komisyonu tarafından bile, tütün üretilen arazilerde alternatif tarımsal üretimin mümkün olmadığı, bu nedenle AB ülkelerinin tütün ekimini desteklemesi gerektiğini belirtiyor. Türkiye’nin kıraç topraklarında yetiştirilen tütüne karşı ekonomik açıdan mümkün bir alternatif bulunmamaktadır.

YOKSULDAN ZENGİNE ÜLKEDEN DIŞARIYA
Şeker ve tütünde şimdiden görülen ve hissedilen “acı” gerçekler, ülkede üretilen tüm ürünler için geçerli. İhracat karşısında ithalat hızla artıyor. Uygulanan politikalar sonucunda, “Türkiye, tarımda kendine yeten yedi ülkeden biri” söyleminin yerini büyük hüsrana bıraktığını, artık Tarım ve Köyişleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp dahi itiraf ediyor. Türkiye’nin, yıllık 3,7 milyar dolarlık tarım ürünü ihracatına karşılık 4,1 milyar dolarlık ithalat yaptığına dikkat çeken Gökalp, geleneksel ihracat ürünleri arasında yer alan buğday, mercimek, pirinç, kuru fasulye ve ayçiçeği yağının artık ithal edildiğini vurguluyor.
Türkiye’nin iç talebi karşılayabilmek için en son Bakan Gökalp tarafından itiraf edilen ithalat rakamları ve ürünleri şöyle: Kanada, ABD ve Avustralya’dan 140 bin ton kırmızı mercimek; Kanada’dan 50–55 bin ton yeşil mercimek; Arjantin, Çin, İran Bulgaristan ve ABD’den 10 bin ton kuru fasulye; Kanada, ABD, Çin, İran ve Azerbaycan’dan 25 bin ton barbunya; Meksika’dan 40 bin ton nohut; ABD’den bakla; ABD, Ukrayna, Bulgaristan, Brezilya ve Arjantin’den 600 bin ton ayçiçeği; İran’dan ceviz; ABD, Kanada, Brezilya ve Arjantin’den buğday; Hindistan’dan susam, ABD ve Arjantin’den mısır… Daha birçok ülkeden ithal edilen pirinç, pamuk, tütün vb. ürünlerle liste uzayıp gidiyor.
Türkiye üreticisinin yoksulluğunu derinleştirecek hızla onu üretimden koparacak olan bu sürecin amacı, tabi ki üreticilere zulmetmek (Sonuçları üreticiler açısından zulüm olsa da) değil. Sürecin amacı, bölüşüm ilişkilerinde ülke içerisinde tarımdan sermaye kesimine; ülke dışında ise, Türkiye’den merkez emperyalist ülkelere kaynak aktarımı sağlamak. Bu kaynak aktarımı sürecinde oluşturulan, Şeker, Tütün Mamulleri vb. kurullara “önemli” işlevler yükleniyor. Türkiye, tarıma ilişkin, sanayiye ilişkin, hizmetlere ilişkin kamusal denetim ve yönetimi bir bir üst kurullara devrediyor. Tekellerin yeni iktidar formülü olan bu duruma “yönetişim” adı veriliyor. Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında Nuray Sancar tarafından tüm ayrıntıları ile ele alınan yönetişim, küreselleşme sürecinin tüm dünyada geleneksel kamu yönetimi yerine ikame etmeye çalıştığı bir sistem olarak tanımlanabilir.
Devleti temsil eden bürokrasi, sermaye kesimini temsil eden özel sektör ve sivil toplum örgütleri olarak adlandırılan kurumlar olmak üzere üç “eşit” ortaktan oluşan yönetişimin asıl hedefi, kamu iktidarını sermayenin çıplak karar verme gücüne dönüştürme formülüdür. Katılımcı demokrasinin bir aracıymış gibi sunulan yönetişimin işlevi ise, küreselleşmenin öngördüğü politikaların, ulusal bir takım engellere takılmadan uygulanma etkinliğinin artırılmasıdır.
Yönetişim çerçevesinde oluşturulan kurullar aktif göreve başladıkça, hükümetin elindeki yetkiler sınırlanıyor. Bu durumu içine sindiremediğini iddia eden Başbakan Bülent Ecevit tepkisini şu sözlerle dile getirmişti: “Özerkleştirme alanında itiraf ederim ki ölçüyü kaçırdık. Pazar ekonomisinin, demokrasinin, gereğidir, IMF’nin isteğidir dendi. Birçok kamu kurumu, devletin ve hükümetin etki alanı dışında, denetim alanı dışında başına buyruk kuruluşlar haline geldiler. İşadamlarımız Ankara’ya geldikleri vakit sorunlarıyla ilgileneceğimizi biliyorlar ama yetkilerin de elimizden kaçıp gittiğini de biliyorlar, ama karşılarında devleti görmek istiyorlar.” Ecevit’in yetkisizlik itirafı, uluslararası sermeyenin yönetişim uygulamasıyla hayata geçirmeye çalıştığı, “anahtar oyuncuları değiştirmek suretiyle oyunun kurallarını değiştirmek” planının Türkiye’de başarılı olduğunun göstergesidir.

ÜRETİCİ SENDİKASININ ARTAN ÖNEMİ
Sadece Başbakan Ecevit değil, değişen kuralların, geniş halk yığınlarının yararına bir sürecin motoru olmadıkları, uygulamaların yakıcı sonuçlarını yaşamlarında hisseden kesimler için de anlaşılır olmuştur. Kamuoyuna yazılı bir açıklama yapan Ege Bölgesi’ndeki tütün tarım satış kooperatifleri, Tütün Kanunu’nda öngörülen tütün alım satım sözleşmesini adaletsiz bulduklarını ilan etmişlerdi. Çeşitli tütün tarım satış kooperatifi yöneticilerinin imzasıyla yayımlanan kamuoyu duyurusunda, şunlar kaydedilmişti: “Alıcılar tarafından hazırlanan, üreticilere sorumluluk yüklerken hak öngörmeyen, alıcılara ise haklar dışında hiçbir yükümlülük getirmeyen sözleşme metni kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Aşağıda imzası olan bütün tütün tarım satış kooperatifleri olarak bizleri tütün üreticisi değil ırgat olarak gören bu sözleşmeyi kabul etmeyeceğiz. Buna karşılık taraflara eşit hak ve sorumluluklar yükleyen bir sözleşme metnini kamuoyuna sunduğumuzu ifade eder, bu bağlamda Türk tütüncülüğüne katkısı olacağına ve sektördeki boşluğu dolduracağına inandığımız Tütün Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’ni kurma kararı aldığımızı ve bu konuda yasal süreci başlattığımızı kamuoyuna duyururuz.”
Üretici adına hareket edecek bir birliğin kurulması elbette önemlidir, fakat buradaki can alıcı soru, Tütün Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin, Tütün Yasası’nın saldırılarını “püskürtme” noktasında yeterli olup olamayacağıdır. Ülkede tütün üretimini tamamen bitirebilecek kadar bütünlüklü bir saldırı programının varlığı göz önüne alındığında, kurulacak olan birliğin bu sürece barikat kurabilmesi olası gözükmemektedir. Bu noktada, tarımsal kesimden ulusal ve uluslararası sermayeye kaynak aktarmak adına, tütün ve şeker başta olmak üzere, bir biri ardına yaşama geçirilen “saldırı” yasalarına var olan üretici örgütlerinin karşı koyup koyamayacağı, tarımın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.
Varolan üretici örgütlerinin niteliği ve neler yapabilecekleri belirleyici olmaktadır. Tarımsal alanda, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’ndan Ziraat Bankası’na, Toprak Mahsulleri Ofisi’nden KİT’lere, Ziraat Odası’ndan GAP Bölge Kalkınma İdaresi’ne, birliklerden DSİ’ye kadar çok sayıda kurum ve kuruluş bulunmaktadır. Tarımda yer alan kuruluşlardan ekonomik amaçlı olarak kooperatifler ve birlikler gösterilirken, Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) ve meslek odaları ise baskı gurubu olarak nitelendirilmektedir. Bunların yanında, bir de, üreticilerin öz örgütü olarak ortaya çıkan ve örgütlülüğünü gittikçe yaygınlaştıran Türkiye Üretici Köylü Sendikası (Tür Köy-Sen) bulunmaktadır. Tür Köy-Sen dışında, var olan örgütlerin (Türkiye Ziraat Odaları Birliği, satış ve kredi birlikleri vb.) hemen hepsi, devlet eliyle kurulan, onun denetiminde, desteğinde, yönlendirmesinde olan kurumlardır. Özerk ve demokratik olmayan bu kurumların yönetim kademelerine, sermayenin çıkarlarını gözeten “icazetçi” kişiler getirilmektedir. Kısa bir süre önce görevden alınan TZOB eski başkanı Faruk Yücel’in, görevden alınmasının, Tarım Bakanlığı’nın bir operasyonu olduğunu söylemesi ve “Kongre’de iş başına gelemeyenler şimdi yönetimi ele geçirdi” sözleriyle operasyonu hükümet ortaklarından MHP ile ilişkilendirmesi, bu örgütlerin özerk olmadığının ve devletin müdahalesiyle sürekli karşı karşıya olduğunun en somut kanıtıdır.
Baskı gurubu olarak nitelendirilen Ziraat Odaları’nın, aynı zamanda sınıfsal karakteri de, aile işletmesine dayanan küçük üretici köylülüğü temsil etmekten uzaktır. Kendisini köylü örgütü olarak koyan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin yönetim ve denetim kurulları, zengin köylüler, büyük toprak sahipleri ve toprak ağalarının elindedir. Bu yapısıyla Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nden, köylü mücadelesinde etkin olmasını beklemek gerçekçi olmaktan oldukça uzaktır. Ziraat Mühendisleri ve benzeri meslek odaları da, çok önemli kuruluşlar olmalarına rağmen, sınıfsal karakteri itibariyle, üretici köylüye en az TZOB kadar uzaktır.
Tarım sektöründe, üreticilerin ekonomik yönden örgütlenmesindeki en yaygın biçim olan kooperatifçilik, hiçbir şekilde bütünlüklü bir mücadele yürütülmesini sağlayamayacak kadar parçalıdır. Türkiye’de halen kurulu bulunan 10.095 adet Tarım Kredi, Tarım Satış, Tütün Tarım Satış, Tarımsal Kalkınma, Pancar Ekicileri, Sulama ve Su Ürünleri kooperatiflerinin üye sayısı 4 milyon 813 bin 735’tir. Kooperatiflerin, milyonlarca üretici üyesine rağmen, ortak hareket etmekten uzak, parçalı halinin, dalga dalga gelen oldukça büyük saldırıları göğüsleyerek, üyelerinin varlığının devamını sağlaması, mümkün gözükmemektedir.
Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri (TSKB) ise, devletin yönlendirmesi altında olmasının ötesinde, IMF’nin istekleri doğrultusunda çıkarılan “Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Hakkında Kanun”la birlikte, tasfiye sürecine girmiş bulunuyor. Yasanın getirdiği hükümler arasında, TSKB Yeniden Yapılandırma Kurulu’nun oluşturulması, işleme tesislerinin, AŞ’ye dönüştürülmesi, önemli tüm konuların Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nca hazırlanacak “örnek ana sözleşmeler”le düzenlenmesi vb. maddelerin yer alması, tasfiye niyetini açıkça ortaya koyuyor. Sonuç olarak yasa, istikrar programları metinlerindeki “TSKB’leri özerk ve bağımsız bir yapıya kavuşturmak” tezinin aksine, birlikleri, Dünya Bankası ve IMF düzenlemelerine koşulsuz uyarlayacak ve süreç içerisinde de tasfiye edecek. Dolayısıyla, birliklerin de, üreticiler için bir mücadele ve haklarını koruma örgütü olduğundan söz etmek imkânsız.
Üreticilerin kendileri tarafından kurulan ve her kademesinde kendilerinin söz sahibi olduğu Tür Köy-Sen ise, üreticileri tek bir çatı altında toplama ve ortak harekete geçirebilme niteliğine sahip tek üretici örgütüdür. Tür Köy-Sen, aynı zamanda, köylülerin, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesinin durdurulmasından IMF ile yapılan anlaşmaların iptal edilerek ülkenin sosyo-ekonomik gerçeklerine göre tarım politikalarının belirlenmesine kadar bir dizi, acil ve politikleşmiş taleplerinin mücadelesini yürütebilecekleri bir çatıdır. Tür Köy-Sen, bu özellikleriyle, küreselleşme sürecinin üretici köylülüğü yok oluşa doğru hızla sürüklediği bir dönemde, üreticilerin elinde iyi değerlendirilmesi gereken, etkili bir silahtır.

EMEP İstanbul İl Örgütü konferans sonuç raporu

Emeğin Partisi İstanbul İI Örgütü’nün, ileri parti militanlarının katılımıyla düzenlediği İI Konferansı tartışmaları ve sonuçlarını özetleyen sonuç raporunu, deney aktarımı amacıyla yayınlıyoruz.

Düzen partileri, emekçi yığınlar nezdinde güvenilirliklerini büyük oranda yitirmiş durumda. Sermaye cephesi, burjuva siyasetin halkın gözünde umut tazelemesi için, yeni partiler üzerinden seçenekler yaratmaya uğraşıyor. Sosyal demokrasi cephesinde ise “birleşelim” diye diye, ayrı ayrı partiler kurarak piyasaya çıkan yeni aktörler var.
HADEP, açıktan Avrupa Birliği’nden yana çözümler peşinde sürüklenirken, ÖDP yaşadığı bozgun ve iç sorunlarla uğraşıyor. TKP (eski adıyla SİP) ise “miras üstünden” parsa toplama peşinde.
Egemen sınıfların ve alternatif siyaset cephesinin böyle bir tablo sergilediği, işçi hareketinin sermayenin saldırıları karşısında geri bir mevziiye çekildiği koşullarda partimiz, belli başlı sanayi kentlerinde yerel parti konferansları yapma kararı aldı. Konferanslarda, başta fabrika ve işyeri çalışmalarının ve yönetici organların işleyişinin değerlendirilmesi olmak üzere, parti örgüt çalışmamız bir bütün olarak gözden geçirildi. İşçi, emekçi hareketi ve parti örgütlülüğümüzü ilerletecek taktik örgüt platformumuzun daha ileri düzeyde kavranması-kavratılması hedeflendi.
Bu çerçevede, İstanbul İl Konferansımız, 25 Şubat 2002 Pazartesi günü, il yönetimimizin belirlediği 80 ileri parti kadrosunun katılımıyla toplandı. İl Konferansında, üç ay boyunca ilçe ve birim örgütlerinde yapılan konferansların sonuçları ve bu sonuçlardan hareketle, il çalışmamızda yaşanan eksiklikler tartışılarak, yeni döneme ilişkin il planı ortaya konuldu. Konferans irade birliğiyle tamamlandı.

Birim ve yerel konferanslar hakkında teknik bilgiler:
– İlçe yönetimleri     :18 ilçede 96 kişi
– İşyeri birimleri    :33 birimde 148 kişi
– Gençlik        :13 ilçede 67 kişi
– Kadın            :8 ilçede 35 kişi
– K. Emekçileri     :12 birim 84 kişi
– Semtler        :36 birim 165 kişi
– Mühendis        :34 kişi
– Muhasebeci         :13 kişi
– Avukatlar komitesi    :8 kişi
– TOPLAM        :105 birim 650 kişi

A- YÖNETİCİ ORGANLARIN ÇALIŞMA TARZI ÜZERİNE
Parti konferanslarımız sürecinde yaptığımız değerlendirmede, il yönetimimiz ve ilçe yönetimlerimizin iç yaşamı ve örgüt çalışmalarına günlük katılımındaki eksiklikler, nedenleriyle birlikte ortaya konmuştur. Değerlendirmelerde öne çıkan eksiklikleri ve eksikliklerin giderilmesi için atılacak adımları şöyle özetleyebiliriz.
1) GYK ve Merkez Sekretarya kararlarının veya il örgütü olarak aldığımız kararların, ilçe ve birimlere aktarılmasıyla sınırlı bir yönetim tarzının etkileri bugün de varlığını sürdürüyor. Alınan kararların hayat bulmasında yapılacak işleri organlarla birlikte planlamak, durum ve koşullara göre planların bir parçası olmak bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Bu temelde, konferanslar sürecinde il yönetimimiz, örgüt çalışmasına katılımını daha ileri bir düzeye taşımıştır. Bu da örgüt çalışmasının verimine olumlu yönde doğrudan yansımıştır.
Konferans süreci, sadece il örgütümüz açısından değil, bütün örgüt ve birimlerimizin çalışmaları açısından ilerletici olmuştur. Kuşkusuz ki bunun daha da artarak sürmesi, konferans sürecindeki temponun devam etmesiyle olacaktır.
Başta fabrika ve işyerleri olmak üzere, gençlik, kadın vb. alanlara ilişkin planlarımızın takibi, yeni durumlar karşısında planlarımızın yenilenmesi ve zenginleşmesi, birimlerimiz ve üyelerimizin bu planlara yeniden ve yeniden kazanılmasında il örgütümüz de dâhil yönetici organlar olarak, sabırlı, inatçı, öğretici ve istikrarlı bir yönetici tutumu çalışmaya egemen kılmadaki kararlılığımızı devam ettirmeliyiz.
2) Parti çalışmamızın “teknik yanları”yla uğraşmakla sınırlı bir çalışma tarzını hızla terk etmeliyiz. Elbette ki çalışmanın “teknik sorunları”nın en az eksikle çözülmesi şarttır. Ancak yönetici organın çalışması, bunu da içeren çok daha kapsamlı bir çalışmadır. Yönetici organlar ve tek tek yöneticiler olarak, işçi hareketinin sorunlarına ileri düzeyde yaklaşma ve müdahale etmeyi temel alan, disiplinli, öğrenen ve öğreten bir tarzı çalışmamıza hâkim kılmalıyız.
3) Üyelerimize bilgi, yetenek ve koşullarına uygun görevler verme noktasında isabetsiz kararlar şu veya bu oranda varlığını sürdürüyor. İyi niyetli ve ilerleme hedefiyle de olsa, yaptığımız bazı görevlendirmelerde arkadaşlarımıza altından kalkamayacağı sorumluluklar veriyoruz ve bu geriletici oluyor.
Özel zorunluluklar -ki bunlar istisna durumlardır- olmadığı sürece, ilçe organlarının seçim ve görevlendirilmesi de dâhil yaptığımız görevlendirmelerde arkadaşlarımızın bilgi, beceri, parti platformunu kavrayışı vb. özelliklerine özel önem vermeliyiz. Yönetici komitelerimizin oluşturulmasında gereksiz genişlemelerden sakınılması, organlardaki istikrarsızlığın aşılmasına hizmet etmektedir. Bu gerçekten hareket ederek, konferanslar sürecinde ilçe yönetimlerinde bir dizi yeni düzenleme yapılmıştır. Yapılan düzenlemeleri, yukarıda sözü edilen eksiklikleri gidermek ve parti çalışmamızın profesyonellik düzeyini yükseltmek amacıyla atılmış ileri adımlar olarak görmek gerekir.
4) Başta il yönetimimiz olmak üzere, ilçe ve temel alanlardaki örgütlerimizin gerek organ düzeyinde gerekse bireysel düzeyde eğitimine özel bir önem vermek, en önemlisi de bunu planlı bir şekilde yapmak zorundayız.
İşçi sınıfının bilimsel ideolojisini kavramak, dünya ve ülkedeki gelişmeler doğrultusunda sosyalizmin tarihsel birikimini yeniden ve yeniden edinmek bu eğitimin temelini oluşturuyor. Bilindiği gibi, bu birikim, aynı zamanda günlük çalışmanın sorunları üzerinden kendimizi yenilemenin de devrimci dayanağıdır.
İşçi sınıfı ve onun bilimsel teorisi olan sosyalizmin kültürü, sanatı, tarihi ve teorisine ilişkin sürekli öğrenme tutumu içerisinde olmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Çalışmamızı bugünkünden daha üretken ve inisiyatifli bir düzeye çıkarmada bunun reddedilemez bir önemi vardır.
5) Parti çalışmamızdaki liberal etkilerin panzehiri, proletarya partisinin bilimsel dünya görüşü ve onun yarattığı çelikten gönüllü birliğidir. Daha önce değinildiği gibi, organ üyelerini yetenek, beceri, koşul ve birikimine göre görevlendirdikten sonra, bütün iş parti disiplinine uygun bir sorumluluk bilinciyle hareket etmektir.
Konferanslarımız, alınan kararlar, yapılan planlar ve dönemsel taktiklerimize uygun atmamız gereken adımlar karşısında parti organlarının ya da üyelerimizin gevşek, ‘önemli değil, sonra yaparım’ gibi ertelemeci ve liberal tutumlarına karşı köklü bir savaş açmıştır.
Konferanslarımızda dikkat çekilen hususlar ışığında il çalışmamızda hızla gidermemiz ve üzerinde titizlikle durmamız gereken yönleri şöyle özetleyebiliriz:
Çalışmanın merkezileşmesinde yaşanan zayıflıklarımızı gidermeli, planlarımızı organlara mal ederek hayata geçirmeyi ilke edinmeli, liberal, eğilim ve tutumlara karşı devrimci örgüt normlarını yerleştirmeli, organ işleyişi ve organ yaşamında disiplini elden bırakmamalı, işi tarif etmekten çıkıp çalışmada doğrudan sorumluluk almalı, parti çalışmasını, boş zamanların meşgalesi olmaktan çıkarıp birincil iş haline getirmeli, çalışmayı toplantıdan toplantıya izleyen değil günlük olarak takip eden bir tarzı benimsemeli, üyelik kriterlerimizi devrimci bir partinin iddialarına uygun hale getirmeli, yönetici organlarla üyeler arasındaki ilişkinin düzeyini yükseltmeli ve üyelerimizin olanaklarını partiye sunmalarını sağlamalıyız.

B – İL PLANI VE HEDEFLERİMİZ
a) Öncelikli alanlar
Emperyalist tekeller ve ülkemizdeki işbirlikçilerinin saldırılarını püskürtme, kazanılmış hakları koruma ve yeni haklar elde etme mücadelesinde başarılı olmak için daha kapsamlı, somut ve gerçekleşebilir bir çalışma planına ihtiyaç duyduğumuz açıktır.
Bu ihtiyaçtan kalkarak konferansımız il düzeyindeki çalışmamızın ana eksenini, öncelikli merkezlerini 5 işçi havzası olarak tespit etmiştir. (…) Bu öncelikli alanlardaki çalışmanın temel birimleri, çalışmayı yürütmekle görevli organ ve üyelerimizle birlikte tespit edilmiş, gerekli görevlendirmeler yapılmıştır.
Partimizin politik-taktik platformu doğrultusunda, fabrika ve işyerlerindeki örgütlenmelerimizi güçlendirmede temel önceliklerimizi bu alanlar oluşturuyor. Süreç içerisinde bir dizi bölgedeki çalışmalarımızın güçlenmesine bağlı olarak işçi çalışmamızın öncelikli alanlarının artacağı açıktır. Dahası, bu öncelikli alanlar dışında kalan ilçe örgütlerimizin, birim gruplarımızın ve tek tek üyelerimizin sürdürdükleri çalışmalar, bu öncelikli merkezlerdeki parti faaliyetimizi güçlendirme temelinde ele alınacaktır. Bu plan kapsamında, öncelikli olarak saydığımız alanların dışında kalan bölgelerin önemsiz olduğu gibi bir yanılgıya düşülmemelidir. Aksine, temel alanlardaki çalışmalarımızda amacımıza ulaşabilmek için; bütün parti örgüt faaliyetimizin bu plan kapsamında, dünden daha fazla bir enerji ve ataklıkla sürdürülmesini zorunlu kılmaktadır.
Önceliklerden kastedilen; il düzeyinde işçi hareketinin kalbini oluşturan alanlardaki çalışmamızın ilerletilmesi için parti kadrolarımızın ve bütün parti olanaklarımızın buralara seferber edilmesi, diğer alanlardaki çalışmalarımızın da bu temelde sürdürülmesidir.
Bu plana uygun bir çalışmayı işçi sınıfının iktidarı hedefiyle sürdürmek; bunun heyecanı, coşkusu ve iddiasını taşımak, hedefe ulaşmak açısından hayati önemdedir.
b) İşyeri-fabrika çalışması
Konferans öncesinde ve konferans süreci boyunca il örgütümüz mevcut kadro gücünü ve olanaklarını, işyeri-fabrika çalışmamızın ve örgütlenmemizin ilerletilmesi için seferber etmiştir.
Konferans süresince, işyeri-fabrika çalışmasının ya da bir başka ifade ile işçi sınıfı içerisindeki parti çalışmamızın değerlendirilmesiyle ortaya çıkan bir dizi sonucu şöyle özetleyebiliriz.
1) Fabrika ve işyeri çalışmasının temeli, işçi sınıfını “kendisi için sınıf olma” yolunda aydınlatmak ve örgütlemektir. Bu ise, işçi sınıfı içerisindeki çalışmanın doğrudan politik bir çalışma olduğunu gösterir.
İşyeri-fabrika merkezli sorunların ve taleplerin bu çalışmada önemli bir yer tutması bu gerçeği değiştirmez. Dahası, ekonomik-sendikal sorun ve talepler karşısında işçilerin duyarlılığının daha fazla olması, politik çalışmayı zorlaştırmaz. Aksine, işçilerin politik mücadeleye-bilince kazanılmasının vazgeçilmez dayanağını oluşturur. Bu ise, işyeri-fabrikalarda yaşanan güncel sorunlara bağlı olarak ortaya çıkan taleplerin, ülke ve dünya genelinde yaşanan sorunlar ve taleplerle olan bağlantısının çarpıcı, zengin ve öğretici bir temel kurulması anlamına gelir.
Bu açıdan önemli zayıflıklar yaşanmaktadır. İçeriden veya dışarıdan işçilere seslenişte ve günlük ilişkilerde; emek ve sermaye arasındaki mücadelenin uluslararası düzeyde ve ülke koşullarında almış olduğu seyir, bunun ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yönleriyle işçilere kavratılması, bu temelde geniş ya da dar toplantıların olabildiğince sıklıkla düzenlenmesi, kısacası aydınlatma faaliyetinin süreklilik-istikrar kazanması temel işimiz durumundadır.
2) Buna bağlı olarak mevcut parti birimlerimiz ya da üyelerimizin, günlük işçi basınını ve diğer parti yayınlarını temel politika-propaganda araçları olarak kullanma düzeylerini artırmak zorundayız. İleri, doğal işçi önderlerinin, bütün geriliklere ve zorluklara rağmen parti yayınlarımızı izlemelerini sağlamak ve bu yayınların uygun biçimlerde düzenli olarak işçilere ulaştırılması için girişimde bulunmaktan vazgeçemeyiz. Yaşanan zorlukları “sıkıntı” ya da “sorun” olarak görmeyip, yakın ve uzak hedeflerimize ulaşmak için sabırlı, inatçı ve aydınlatıcı bir tutumu çalışma tarzımız, örgütçü özelliğimiz yapmak durumundayız. Dahası; işyeri-fabrika hayatını, sınıf mücadelesinin buralarda aldığı şekillenişi bütün yönleriyle günlük işçi basınına yansıtmak da bunun vazgeçilmez bir parçasıdır. Kaldı ki, bunlar yapıldığında, işçilerin işçi basınına olan ilgisinin arttığı, bunun da işçileri mücadeleye kazanmanın olanaklarını genişlettiği, çalışmayı yürüten arkadaşlar başta olmak üzere bütün parti örgütlerimizin pratik olarak gördüğü olgudur.
Günlük işçi basının merkezinde olmadığı bir işyeri-fabrika çalışmasının, politikadan yoksun bir çalışma olduğunu, yaşadığımız birçok örnekte somut olarak gördüğümüz gerçeğini de buna eklemek gerekir.
3) Emperyalist sistemin son 20 yıldır güçlü bir şekilde propaganda ettiği, “yeni dünya düzeni”, “globalleşme”, “küreselleşme” safsataları işçi sınıfı ve emekçiler arasında ciddi bir kafa karışıklığı yarattı. İşçi sınıfı kendi kültürüne sahip çıkmak, geliştirmek ve ona uygun tutum almak yerine sermayenin dayattığı kültürden etkilendi. İşçi hareketindeki bu durumun bizim üyelerimizi etkilemediğini söyleyemeyeceğimize göre, parti örgütleri olarak bu etkilere karşı, devrimci bir tutum ve kararlılıkla mücadele yürütmemiz gerekiyor.
Sosyalizmin, işçi hareketinin tarihsel birikimi, partimizin programı ve taktik mücadele platformu doğrultusunda, yukarıda ortaya konan çalışma tarzı ve örgütçülüğe bağlı olarak, fabrika ve işyeri örgütlerimiz başta olmak üzere parti üye kitlemizi yeniden ve yeniden eğitmek bu mücadelenin önemli bir parçasıdır.
Yine bu çerçevede, yazar, şair vb. kültür insanlarını, aydın, sanatçı ve akademisyenleri işçilerle yüz yüze getirmek, bunu genel etkinliklerin yanı sıra, doğrudan fabrika-işyeri temelinde gerçekleştirerek, karşılıklı bir etkilenme ve öğrenme sürecini örgütlemek, işyeri, fabrika çalışmalarımız açısından ilerletici olacaktır. Bugüne kadar gerçekleşen az sayıdaki örnek bunun göstergesidir. Bu örnekleri çoğaltmak, işyeri-fabrika çalışmasının bir parçası haline getirmek, Nazım Hikmet yılı kapsamındaki etkinlikleri bu yönde daha yaygın değerlendirmek önümüzde duran somut işlerdir.
Konferanslarımız bunun gerekliliğine dikkat çekmiş ve önemini bir kez daha ortaya koymuştur.
4) Konferanslarımızın altını çizdiği bir diğer önemli husus; işyeri-fabrika çalışmamızda, parti üyelerimiz veya onların çevresindeki az sayıdaki işçi ile görüşmekle sınırlı bir örgütsel çerçevenin, darlığın aşılmasının zorunluluğu olmuştur.
Bunun tersi, olumlu örneklerin varlığının yanı sıra birçok fabrika ve işyerinde parti üyelerimiz ve görevli parti kadrolarımızın, birbirleriyle ve partisiz bir kaç işçi ile görüşmekle yetinen, yeni işçiler tanımak için girişimlerde bulunmaktan şu veya bu nedenle imtina eden tutumları hızla terk etmeliyiz. Bunun yerine, olanaklarımızı iyi değerlendirip, çalışma yürütülen fabrika işçilerinin bütününe ulaşan bir aydınlatma ve onun içerisinde en geniş işçi kitlesiyle yüz yüze gelmeyi, tanışmayı iş edinen bir tutumu benimsemeliyiz. Gerek fabrika-işyerinde çalışan partililerimiz gerekse dışardan görevlendirilen kadrolarımız; “patronun adamı” konumundaki (bunların sayısının az olduğu ve kimler olduğu genel olarak bilinir) işçiler hariç, hangi politik ya da geleneksel etkilenme içerisinde olursa olsun her işçiyle açık ve öğretici bir politik bağ kurmak hedefiyle hareket etmekten vazgeçmemelidir.
5) İşçilerle partimizi buluşturma ve işçileri partili mücadele kazanmayı ise sığ ve kaba bir yaklaşımla ele alamayız. İşçilere, “partimiz iyi parti, güzel parti, gel üye ol” demekle sınırlı, politik çalışma değil, “övücülük ve reklâmcılık” anlamına gelen bir particilik kazandırıcı değil, itici ve kaybettirici olmaktadır.
İşçileri partiye kazanmak sadece üye yapmak değil, işçi sınıfını politik mücadele bilincine kazanmak demektir. Bu ise, partimizin politikalarını, taktik mücadele platformunu, partimizin birikiminin bütün zenginliğiyle işçilere kavratılması demektir. Bunun özgüveni ve rahatlığıyla hareket etmeliyiz.
Dış politikadan iç politikaya, ekonomik sorunlardan Kürt sorununa kadar, sınıf mücadelesinin bütün kapsayıcılığı içerisinde haklı, meşru, aydınlatıcı ve açık bir tutum, partili işçilerimiz ve görevli parti kadrolarımızın temel özelliği, karakteri olmalıdır. Partimizin işçi hareketi içerisindeki genel otoritesi küçümsenemez ve bu bize dünden daha fazla olanak sunuyor.
6) İşyeri-fabrika çalışmalarımızda açıklıkla kavranması gereken önemli bir konuda, işyeri işçi örgütlerinin oluşturulması konusudur. Sendikalı sendikasız bütün temel işletme ve fabrikalarda işyeri örgütünün oluşturulmasında temel kriter; doğal işçi önderlerinin, ileri işçilerin, birbirinden kopuk, her biri kendi çevresinde etkin olan konumdan çıkıp, fabrikanın-işyerinin günlük hayatına örgütlü bir şekilde müdahale eden konuma gelmelerinin sağlanmasıdır.
Her fabrika ve işyerinde işçiler tarafından sevilen ve basitinden karmaşığına sorunların çözümde sözü dinlenen doğal işçi önderleri vardır. Bunların kimisi ileri, sınıf bilinçli işçilerden, kimisi de “geri-ilkel” kabul edebileceğimiz sosyal kümelenmelerin doğal önderlerinden oluşur. Bunların mücadele temelinde kazanılması, eğitilmesi ve örgütlü hale getirilmesi sabırlı, uzun soluklu ve özenle yürütülen bir çalışmayla mümkündür.
Böyle bir çalışmayı yürütmenin ve bu çalışma içerisinde işyeri-fabrika örgütü oluşturmanın yerine, tanıdığımız bir kaç partili ya da partisiz işçiyi gelişi güzel bir araya getirerek komite ya da örgüt kurduk demek, en azından kendimizi kandırmak ya da görev savmak anlamına gelir. İşyeri örgütü ya da işyeri komitesinden kastedilenin bu olmadığı açıktır.
Partili-partisiz, doğal işçi önderi, sınıf bilinçli, ileri işçilerin örgütlü yapısı işyeri örgütü ya da komitesinin temel dayanağı olmalıdır. Dolayısıyla birçok şeyin bilincinde olan ancak işçiler üzerinde hiçbir otoritesi olmayan (bunlar parti üyemiz de olabilir) kişilerden işyeri örgütü kurulamaz.
İşyeri örgütü ya da komitesi oluşturulmasına sınıf mücadelesinin konusu olan herhangi bir sorun ya da talep veya sorunlar ve talepler kaynaklık eder. Dolayısıyla, bir kez oluşturulduktan sonra, dağılmaz, bozulmaz ya da zayıflamaz bir örgütlenme değildir bu. Aksine canlı, mücadelenin seyri doğrultusunda kendini yeniden ve yeniden örgütlemesi gereken bir örgüttür.
Verili koşullarda en uygun kişilerden oluşan bir işyeri örgütü ya da komitesi: TİS’lerden mesailere, işçi çıkarmadan, sendikalaşmaya, sendikalı olan işyeri ve fabrikalarda, sendikanın üzerine düşeni yapmasından sendika seçimlerine, kendi fabrikasında ve çevre fabrikalardaki işçilerin bilinçlenip, örgütlenmesine kısacası, güncel, ekonomik sorun ve taleplerden, IMF ve işbirlikçilerinin saldırılarına kadar, emek ve sermaye çatışması temelinde yaşanan bütün sorunlara karşı işçilerin en geniş birliğini, inisiyatifini ilerletme hedefiyle çalışır.
c) İşçi basını ve diğer yayınlar
Parti çalışmalarımızın, partimizin politik-taktik mücadele platformuna uygun olarak sürdürülmesinin ve örgütlülüğümüzün yaygınlaştırılmasının temel aracı günlük işçi basınıdır.
Güncel gelişmeleri partimizin politikalarına uygun olarak emekçilere anlatmak aydınlatma çalışmamızı zengin ve çok yönlü bir temelde sürdürmek, partimizin yeni emekçi çevrelerle buluşmasını sağlamak, günlük işçi basınının çalışmalarımızın merkezinde yer almasıyla mümkündü:
Fabrika ve işyeri çalışmalarımız başta olmak üzere, parti çalışmamızın bütün alanlarındaki deneyler, günlük işçi basınına ne ölçüde değer veriyorsak o oranda ilerlediğimizi gösteriyor.
Bunun için günlük işçi basının okunması ve okutulması, sürekli ve değişmez bir parti görevi ve üye sorumluluğu olmaya devam ediyor. Bu görevi ne kadar yerine getirdiğimizi yeniden ve yeniden tartışmak, yeni planlar, ileri doğru hamleler yapmak durumundayız. Çalışmamızın düzeyinin somut göstergelerinden birinin okunan ve okutulan gazete sayısı olduğunu bilerek hareket etmeliyiz. Bu, sadece günlük işçi basını için değil, diğer bütün yayınlar içinde geçerlidir. Özgürlük Dünyası, Evrensel Kültür ve Evrensel Basım Yayın’ın çıkardığı kitaplar da bunların başında gelmektedir.
Parti örgüt ve üyelerimiz, gençlik örgütlerimiz ve üyeleri arasında yayınların satışı konusunda ortaya çıkan geri ve partimize yakışmayan tutumlar, “yıpratıcı oluyor” gibi sızlanmalar, yakınmalar az karşılaştığımız bir durum değildir. Bunları hiçbir gerekçeyle açıklayamaz ya da savunamayız. Partimizin iddialarıyla bağdaşır, sebatkâr, inatçı ve kendini yenileyen bir tutumu rehber edinmek, konferanslarımızın da altını çizdiği tek çözümdür.
Herhangi bir fabrika, işyeri, kadın veya gençlik birimimizin ya da grubumuzun, günlük gazeteyi merkezine alan bir çalışma yürütmeden büyümesinin, ilerlemesinin mümkün olmadığı açıktır.
“Gazetenin girmediği yere politikanın da girmediği” gerçeğini burada bir kez daha vurgulamak gerekiyor. Bütün parti kitlemizin hemfikir olduğu politik düzeyimizi ilerletme ihtiyacını ancak parti yayınlarımıza gerekli önemi vererek giderebiliriz. Bu gerçeklerden kalkarak, il örgütü olarak parti yayınlarımızın okunması ve satışı için yeni bir pratik düzenleme içerisine girdik.
Yapılan hafta sonu satışları bugün için Cumartesi 1300, Pazar ortalama 2500 civarındadır. Bu oran, iade düzeyine göre değişmektedir.
Hafta sonu satışlarının istikrarlı artması, iade oranın düşürülmesi ve hafta içi satışların profesyonelce, özel görevlilerle yeniden organize edilmesi için başlangıç sayılacak adımları konferanslarımızdan sonra atmış durumdayız.
Bugüne kadar gazete satışları büyük oranda belirli ve sınırlı bir çevreye yönelik olarak yapıla-geldi. Atılan adımlar bu durumu değiştirmeyi hedefliyor. Mahalle mahalle, çalınmadık kapı bırakmayacak şekilde gerçekleştirdiğimiz oranda bu düzenleme sonuç verecek; faaliyet yürüttüğümüz alandaki gazete okur potansiyeli de artacaktır.
d) Sendikal alan
KESK’e bağlı sendikalarda yeni yasa gereği başlayan kongreler sürecinde ilimizde yapılan şube seçimlerinde yeni mevziler edindik. Düne oranla daha ileri ve önemli bir noktadayız. İşçi ve kamu emekçileri sendikalarında çeşitli kademelerde yer alan 37 yönetici arkadaşımız var.
İstanbul’daki işçi hareketine müdahale etmek ve sendika bürokrasisinin ihanetini kırmak için sendikal alandaki olanaklarımızı daha iyi kullanma hedefiyle çalışıyoruz.
Sendika yönetimlerindeki arkadaşlarımız, partimizin ortaya koyduğu mücadeleci sendikacılık temelinde bir çalışmaya en başta örgütlü oldukları işyeri ve fabrikalardan başlayarak hayata geçirmek için çalışacaklar. Bu çalışma, işyeri ve fabrikada, bütün işçilerin katılımıyla işyeri komitelerinin seçilmesi, sınıf bilinçli, ileri işçilerin, doğal işçi önderlerinin, mücadelede daha fazla inisiyatif almasının önünün açılması, bunun sadece yönetimde olduğumuz yerlerde değil, sendikalı bütün işyerlerinde hayat bulması perspektifiyle sürdürülüyor.
Partili sendikacılarımızın, bir yandan örgütlü oldukları yerlerdeki işçi ya da kamu emekçilerini mücadeleye hazırlarken, öte yandan az çok mücadele etmek isteyen sendikacılarla yukarıda sözünü ettiğimiz temelde, yerel sendikal platformun yeniden inşasını sağlayarak, il düzeyinde birleşik bir işçi emekçi hareketinin çekim merkezini oluşturmak, sendikal alandaki önemli hedeflerimizden biridir. Bu, aynı zamanda işyerlerinde, fabrikalarda yürüttüğümüz parti çalışmasıyla, karşılıklı birbirini güçlendiren temelde ele alınan bir çalışmadır.
Yaygın işyeri eylemlerinin yanı sıra çeşitli merkezi eylemlerle işçi hareketindeki geriye çekilme tutumunu değiştirme ve yeni bir mücadele dalgasını işyeri-fabrika temelinde yeniden yükseltmenin yolu buradan geçiyor.
e) Gençlik çalışması
1- Üniversite gençliği
Her şeyden önce üniversitelerde entelektüel hayata yön verecek bir çalışmanın yürütülmesi, bu kapsamda yapılan etkinliklerin zenginleştirilerek ve yaygınlaştırılarak sürdürülmesi için çalışıyoruz. Çalışmamızın propaganda yönünü de burjuva liberal ‘fikir akımları’ ve tezlerine karşı üniversiteli gençlik yığınlarının aydınlatılması; üniversitenin, bilimin ve insanlığın geleceğinin sosyalizmde olduğu bilimsel gerçeğinin bir mihrak olarak örgütlenmesi oluşturmaya devam edecektir.
İçinde bulunduğumuz eğitim-öğretim döneminde YÖK Yasa Tasarısı başta olmak üzere, parasız, bilimsel, demokratik eğitim talebi kapsamında düzenlenen bütün önemli etkinliklerde üniversite örgütlerimiz etkin rol oynamıştır. Tasarı çalışması doğrultusunda yapılan etkinliklerin kapsamı genişlemekle birlikte bu çalışmaya katılan gençlerin sayılarını artırmakla yetinmeyip bu gençlerin mücadeleye gençlik örgütümüzün saflarında katılmalarının sağlanması konusundaki çabalarımızı artırmamız, gençlik çalışmasının öncelikleri arasındadır.
Üniversite örgütlerimizi yeni katılımlarla güçlendirmek ve kitleselleşmek konusundaki sıkıntılarımız çalışmalarımızın diğer yönleri de düşünüldüğünde sürmektedir. Bu konudaki atıllığı, cesaretsizliği ve darlığı aşma yönündeki çabalarımız sürecektir. İstanbul’daki üniversiteli gençlik hareketinin merkezi durumundaki üniversite ve fakülteler, aynı zamanda, örgütsel çalışmamızın da aynı doğrultudaki öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır. Bu yüzden 5 kişiden oluşan ve tümü profesyonel çalışan il gençlik yönetimimiz, öncelikli üniversitelerde çalışmaya doğrudan katılmaktadırlar.
2- İşçi gençlik çalışmamız
2001 Ekimi’nde gerçekleştirdiğimiz gençlik konferansımızın kararları arasında yer alan işçi gençlik çalışmamızın güçlendirilmesi, işçi gençlik yığınlarının yoğun olarak çalıştığı belli başlı sanayi sitelerinde istikrar ve sürekliliği olan bir çalışmanın yeniden örgütlenmesi doğrultusunda adımlar atılmıştır. (…) yapılan görevlendirmeler, gazete satışları ve bildiri dağıtımları ile bu alanlarda önemli bir genç işçi çevresiyle buluşuldu. Bir yandan, bu alanlardaki çalışmanın istikrar kazanması ve örgütlü işçi gençlik gruplarının oluşturulması, bir yandan da gençlik örgütümüzün buralarda yeni üyelerle genişlemesi hedefiyle çalışmalar sürüyor.
Şüphesiz işçi gençlik çalışmamız bu alanlarla sınırlı değildir. Birçok ilçede özellikle genç tekstil işçileri içerisinde de çalışmalar yürütülüyor ve önemli bir gençlik potansiyeli bulunuyor.
İşçi gençlere yönelik, düzenlenen panel, söyleşi, film gösterimi vb. etkinlikler bugün için zaman zaman olan ve kesintiye uğrayan bir durumda. Bunlara istikrar kazandırmak; işçi gençlerin mücadele ve örgüt bilincini ilerletme, geniş yığınlarını aydınlatma ve yeni işçi gençlik grupları oluşturmada önemli rol oynayacaktır. Gençlik örgütümüzün pratik deneyimleri bunu göstermektedir.
Gerek adı geçen iki temel alanda gerekse tekstil işçisi gençler arasında ve belli başlı sanayi sitelerinde Emek Gençliği gruplarının artması ve genç işçi yığınları arasındaki çalışmamızın kapsamının genişlemesi, başta il gençlik yönetimimiz ve ilçe gençlik örgütlerimiz olmak üzere parti örgütlerimizin doğrudan katılımı ve takibiyle olacaktır.
3- Gençlik merkezleri ve evleri
Mahallelerde işçi, işsiz emekçi gençler arasındaki çalışmalarımızda son süreçte Pendik ve Sarıgazi’de Gençlik Evi ve Gençlik Merkezi örgütlenmeleri öne çıktı. Olumlu örnekler oluşturan bu çalışmaların istikrar kazanması ve güçlenmesi, yaşanan eksikliklerin darlaşmaya neden olmaması, çalışmanın politik açıdan derinlik kazanması ve kalıcılaşmasına bağlıdır.
İşçi, işsiz ve liseli gençleri kapsayan bu gençlik örgütlerinin çalışmaları ağırlıklı olarak sosyal, kültürel etkinlikler gerçekleştiriyor. Şüphesiz bunlar olacak. Ancak, bu örgütlerin ülke ve dünya gündemindeki sorunlara ilişkin gençliği aydınlatan, eğiten, dahası işçi, işsiz, emekçi gençliğin sorun ve talepleri etrafında eylemler örgütleyen, gençliğin sisteme karşı olan tepkisini açığa çıkaran işler yapması, geri plana itilecek bir husus değildir. Gençlik Evi, Genç Merkezi vb. hangi ad altında kurulursa kurulsun bu örgütlerin gençliğin mücadele örgütü olması başka türlü mümkün olamaz. Dahası bu örgütlerde bir araya gelen gençlerin anti-emperyalist mücadeleye ve sosyalizme kazanılması ihmal edilecek ya da ertelenecek bir görev değildir. Aksine işin özünde bunun başarılması yatmaktadır.
Gençlik Evi ve Gençlik Merkezi gibi örgütlerin kurulmasında ve kalıcı olmasında belirleyici bir başka önemli husus; kurulduğu alanlardaki gençliği kapsayan, bunun için mahalle mahalle, giderek sokak sokak gençlik grupları-komiteleri olarak bulunduğu alana dal budak saran bir yaygınlık ve kitleselliğe sahip olmalarıdır. Bir grup gencin bir araya gelir gelmez yasal bir statü, bina vb. gibi sorunları işin merkezine koyup sonra da dağılmaların, daralmaların, umutsuzlukların yaşanmaması için sözü edilen hususlar bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır.
Bu çalışmaların parti basınımıza yansımasıyla, bazı ilçelerdeki gençlik gruplarımızda gündemlerine benzer çalışmaları almıştır. Pendik ve Sarıgazi’deki deneyler ışığında başlayan yeni girişimlerin, emekçi gençliğin mücadele ve örgüt düzeyini ilerleten bir zeminde sürmesi sürekli gündemimizde olacaktır. Hedefimiz, İstanbul’un işçi, işsiz, yoksul halk gençliğinin kitlesel mücadele ve örgütlenmesini sağlamaktır.
Sarıgazi Gençlik Merkezi ve Pendik Gençlik Evi çalışmaları, işçi, işsiz emekçi semt gençliğinin taşıdığı mücadele ve örgütlenme potansiyelinin göstergesi olma açısından da önemlidir. Somut adımlar atılıp, takipçisi olunduğunda, gençlerin inisiyatif almalarının önü açıldığında, çalışma gençler tarafından sahiplenilmekte ve çağrılar karşılık bulmaktadır. Bütün bunlar, gençlik çalışmamızda iddialı olmanın ve gençliğe güvenen bir yaklaşımla açık ve cesur çağrılar yapmanın maddi temelinin varlığına işaret ediyor.
Konferanslarımız bir kez daha göstermiştir ki, gençlik çalışmasının yukarıda ortaya konan plan ve hedefler doğrultusunda ilerlemesinin yolu; parti örgütlerimizin gençlik çalışmasını parti çalışmasının olmazsa olmaz bir parçası olarak ele almalarından ve parti örgütü olarak üzerimize düşeni en iyi şekilde yapmaktan geçiyor. Çalışma içinde öne çıkan gençlerimizin, parti kadroları olarak eğitimi ve yetiştirilmesi sorumluluğu, gençlik çalışması karşısında parti örgütü olarak en önemli işlerimizden biri olmaya devam ediyor.
f) Kadın çalışması
Bu alandaki çalışmalarımızın zayıflığı biliniyor. Bunun nedeni, bu alanda bir potansiyelin olmayışı değildir. Tam tersine ciddi bir potansiyel var ve bunu doğru planlayıp üzerinde dursaydık, bu alandaki çalışmamızın daha ileri düzeyde olmasını sağlayabilirdik.
Zayıflığımızın asıl nedeninin, il organı olarak kadın çalışmasına, parti çalışmamızın temel yanlarından biri olarak -her ne kadar teorik olarak bunu ortaya koysak da- gerekli pratik önemi vermemek olduğunu söylemeliyiz.
Bugüne kadar kadın gruplarımızın oluşturulduğu ve çeşitli etkinliklerin gerçekleştiği ilçelerde, emekçi kadınların mücadelesi açısından örnek teşkil edecek işler yapılmıştır. Baz istasyonlarına ve zamlara karşı yapılan eylemler, paralı eğitime karşı yapılan imza kampanyası vb. çalışmalar, çeşitli konularda eğitim amaçlı yapılan salon ve ev toplantıları, şenlikler yüzlerce emekçi kadınla bir araya gelmemizi sağlamıştır. Bu tür etkinlikler önümüzdeki süreçte de devam edecektir.
Ancak, çalışma yürüten partili kadın gruplarımızın çok çabuk dağılması, heyecanla işe koyulup sonra da peşinin bırakılması, bu durumda kadın gruplarımızın yeniden oluşturulmasında yaşanan atalet, duruma müdahaledeki gecikmeler, emekçi kadınların mücadele ve örgütlülüğünde kalıcı sonuçlar elde edilememesine neden oluyor. Bu durum, kendisini emekçi kadınların mücadele ve örgütlenmesini ilerletmeye adamış partili kadınlarımızın yok denecek kadar az olması gibi önemli bir eksikliği yakıcı bir şekilde gündeme getiriyor. Partili kadınlarımız, kadın çalışmamızın pratiğinden çıkan sonuçları aynı zamanda, durumu değiştirmek için yapılmış bir çağrı olarak düşünmelidirler. Kendisini bu işe hasretmiş partili kadınlara ihtiyacımız var ve bu ihtiyacı elbirliğiyle giderebiliriz.
Yine özellikle ev kadınlarıyla sınırlı bir perspektiften kurtulup, belirlenmiş temel alan ve fabrikalardaki işçi kadınları kazanmak ve işin dinamik gücü haline getirmek, bu alandaki zayıflıkları aşmamızın temel dayanağı olacak. Bu gerçek büyük oranda unutulabiliyor ve istikrarsızlığın kaynağını oluşturuyor.
Bu konuda bir başka önemli gerçek de aydınlatma çalışmamızın ufkunun darlığıdır. Emekçi kadınlara kendi öznel sorunları ve talepleriyle sınırlı bir seslenişle yetinemeyiz. Günlük işçi basını ve diğer parti yayınlarında ortaya konan politik-taktik platformumuz ışığında, emekçi kadınların ülke sorunlarına duyarlılığını artıran, sermaye ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin konusu olan bütün sorunlarda onları kazanmayı hedefleyen, politik açıdan zengin bir aydınlatma ve örgütlenme faaliyeti emekçi kadınların mücadeleye çekilmesinde etkili oluyor ve olacaktır. Ülke gerçeklerinin emekçi kadınlar üzerinde yarattığı duyarlılığın bugün çok daha ileri düzeyde olduğu gerçeği, başta bu alanda çalışma yürüten arkadaşlarımız olmak üzere bütün parti örgütlerimizin pratik çalışmalarında gördüğü ve dile getirdiği bir gerçektir.
Ortaya koyduğumuz bu değerlendirmeye uygun olarak; bundan sonraki çalışmayı daha derli toplu hale getireceğiz.
Bütün ilçelerimizde özel olarak kadın çalışması yürütmenin olanakları var. Ancak işyeri, fabrika ve gençlik çalışmamızda olduğu gibi, bu alanda da öncelikli yerler tespit edilmiştir. (…) Buralarda partili kadınlarımızın dışına çıkan; mahallelerde, fabrika ve işyerlerindeki emekçi kadınları kendi talepleri ve dünya, ülke gündemindeki sorunlar temelinde bir araya getirmeyi, kazanmayı ve yerel düzeylerde emekçi kadın örgütleri oluşturmayı hedefleyen bir anlayışla çalışmalar sürüyor.
Ancak bu çalışmaların parti örgütlerimizin katılımı ve yönlendiriciliği olmadan ilerlemesi mümkün değildir. Çünkü temel sorun gelip, parti örgüt çalışmamızın düzeyine dayanıyor. Bütünlüklü, her alanlardaki çalışmayı yönetici düzeyde, önceliklere göre planlayan, buna uygun bir pratik katılım ve takibi gerçekleştiren, profesyonel bir örgüt çalışması bu alandaki ilerlemenin de ana dayanağını oluşturuyor.
Bu anlayışla, önümüzdeki dönemi iyi değerlendirip, il yönetimi ve ilçe yönetimleri olarak planımıza uygun bir katılımla eksiklikleri aşabiliriz.
g) Aidat ve mali durum
İl düzeyindeki toplam parti üyelerimizin sayısı bir yana, konferanslara katılan üye sayısının 650 olduğunu belirtmiştik. Ocak ayında aidat ödeyen üyelerimizin sayısı ise 500. Bu rakam bile parti yönetici ve üyeleri olarak üzerimize düşen görev ve sorumluluklarımızı ne kadar yerine getirdiğimizin somut göstergesidir.
Bir parti üyesi için aidat sorununun üyelik kriterlerinin temel koşullarından biri olduğunu bildiğimize göre, bu koşula uygun davranmayan organ ya da üyelerimizin bu durumuna kendilerinin ve bizlerin seyirci kalması kabul edilemez.
Organlarımızı her sorunda olduğu gibi, bu sorun karşısında da eğitmek ve doğru tutuma kazanmanın, en başta il yönetimi ve ilçe yönetimlerimizin işi olduğu bilinciyle hareket etmek zorundayız.
Her şeyden önce aidat konusunda her üyemiz asgari olarak aylık kazancının bir gününü partiye aidat olarak ödemelidir. Her üyemiz sadece kendi aidatıyla sınırlı kalmamalı, çevremizdeki işçi ve emekçilerin katkı ve desteğini almak için özel bir çalışma yürütmelidir. Bütün parti örgütlerimizde işi bu şekliyle planlayıp; planlarımızda ısrar ederek, işçi sınıfına yaraşır bir parti tablosunu hep birlikte yapacağız.
Bunun için ilçe örgütlerimiz, kendi ihtiyaçlarını karşılamayla sınırlı geri ve liberal anlayışı terk etmek zorundadır.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi her ayın 1 ve 5’i arasında ilçe örgütlerimiz ayrıntılı mali raporlarını verecekler.

Sonuç olarak; il, ilçe ve birim konferanslarımız, parti çalışmalarımızın olumluklarını ve zayıflıklarını bütün açıklığıyla gözler önüne sermiştir. Dahası konferanslarımızın kendisi, parti örgüt çalışmamız açısından ilerletici bir rol oynamıştır. Abdi İpekçi’de gerçekleştirilen Nazım Hikmet gecesine, işçilerin damgasını vurması, parti konferanslarımız ve il planımız doğrultusunda çalışmalarımızı sürdürmenin önemini ve daha da ileri adımlar atmanın yolunu pratik olarak göstermiştir.
Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, yapılacak iş, konferanslarımızda ortaya koyduğumuz performans ve çalışma tarzını terk etmeden ilerlemektir. Bunun sorumluluğu da en başta il yönetimi olarak bizlerin omuzlarındadır. Ancak, il yönetimimizin bu gerçeği ortaya koyması sorunların çözümü, zayıflıkların giderilmesi ve başarı için bizlerin çabasının yeteceği anlamına gelmiyor. Başta konferanslarımızı gerçekleştirdiğimiz birimler ve il konferansımıza katılan arkadaşlarımız olmak üzere bütün parti örgütü ve üyelerimizin görev ve sorumluluklarını dünden daha ileri bir düzeyde sahiplenmesi sınıf hareketinin ve partimizin ilerlemesinin temel koşuludur.
İlerleme ve başarı hepimizin eseri olacaktır.

TMMOB genel kongresine giderken

TMMOB’un son Genel Kongre’sinde “Emek Hareketi” adına dağıtılan broşür, gerek mühendislik mesleğinin tarihsel değerlendirilmesi, gerekse günümüzde mesleğin ve odanın işlevleri hakkında önemli saptamalar içermektedir. Broşürün kongre sürecinden bağımsız olarak tartışılabilecek önemli bölümlerini özetleyerek sunuyoruz.

TMMOB’nin kuruluşunun üzerinden 48 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen, gerek mühendislerin ve mimarların, gerekse TMMOB’nin durumu, yaşanan olguları algılamakta ve gerekli çözümlemeleri üretmekte yetersiz kaldığını göstermektedir. Her geçen gün mühendisler ve mimarlar hak kayıplarına uğrarken, TMMOB güçsüzleşmekte, üyesinden, mesleki alanıyla ilgili toplumu yönlendirici çalışmalar yapmaktan uzaklaşmaktadır.
Yaşanan sürece çözüm üretmesi gereken genel kurullar, statükonun korunması ve seçilecek kişiler ekseninde yapıldığı için yaşanan sorunlara çözüm üretme potansiyeli oluşturamamaktadır.
Hak alma mücadelesinin örgütlenmeden geçtiği ve TMMOB’nin mühendislerin ve mimarların örgütlülüğü olduğu bilinciyle yaşanacak olumsuzluklara ve hayal kırıklıklarına rağmen her genel kurulun yeni bir umut yeşerteceği düşüncesiyle bu çalışma kaleme alınmıştır.

MÜHENDİS KİMLİĞİ VE DEĞİŞİM
Teknolojinin gelişimi, üretim araçlarının mülkiyetinin biçimine bağlı olarak, toplumsal yapılarda değişime neden olur. Sanayileşmenin gereği olarak, toplumsal bir kategori biçiminde ortaya çıkan mühendisler, teknolojinin gelişimine değil, teknolojik gelişimin kullanılış tarzına bağlı olarak konum değiştirirler. Yani mühendislik mesleği veya konumu, bununla ilgili argümanların ve teknolojinin kullanımı, doğrudan egemen sınıfların amaç ve hedefleriyle sıkı sıkıya bağlıdır.
17. yüzyıldan itibaren, özellikle çıkrığın bulunuşu ve ip eğirmede elle yapılan teknolojiden aletle yapılan teknolojiye geçilmesiyle birlikte, ilk otomasyon teknolojisi başlar. İngiliz mühendisi Fulton’un buhar makinesini icat etmesi büyük sanayiye; atölye üretiminden içinde yüzlerce, binlerce kişinin çalıştığı fabrikalara geçiş için yol açar. Bu aynı zamanda mühendisliğin bir meslek olarak yaygınlaşmasının da başlangıcıdır. Bu gelişim, ardı arkası kesilmeyen buluşlarla sanayi devriminin de başlangıcıdır. Sanayi devriminin ilerlemesi; işçilerin birer çevre olmaktan çıkıp bir sınıf olarak ülke çapında birleşmesinin de yolun açar. Buluşların, sanayiye uygulanması; bu yolla üretimin hızla artması, mühendislerin üretimdeki rolünü artırır: Buhar gücüyle çalışan makinelerin her gün daha çok sayıda devreye sokulması, hem bir arada çalışan işçilerin sayısını artırır hem de üretim sürecine yeni ve çok sayıda değişik görevler yapan makinaların girmesiyle mühendislerin fabrikalardaki görevleri ve etkinliği artar.
17. yüzyıl ve izleyen yıllarda hızla gelişme seyri gösteren kapitalist rekabet; yeni icatları ve bu icatların hızla sanayiye uygulamasını kışkırttı. Ekonomideki gelişme; ticaretin hızla yaygınlaşması hizmetlerin de yaygınlaşmasını zorladı. Ve 19. Yüzyıldan itibaren İngiltere’den başlayarak hükümetler ve yerel yönetimler tarafından; elektrik, yol, su, kanalizasyon, posta, vs gibi hizmetler yaygınlaştırıldı. Bunların “kamusal hizmet” olarak halk için kamu hizmetleri yaygınlaşmaya başladı. Örneğin, mimarlar, toplu konutlar, çok yönlü hizmet verecek hizmet binaları kompleksleri, büyüyen ölçekte üretime uygun fabrika binaları, konut, okul, hastane, yemekhane, konfeksiyon veya diğer imalata ait işletmelerin tasarımında, sosyal modeller geliştirmeye giriştiler. Mühendislik harikası garlar, limanlar, köprüler, geçitler. Makine tasarımları sadece görev bakımından değil, ama tasarım bakımdan da estetik kurallarına uygun bir biçimde üretilmeye geçildi. İmalat ve işletmecilik, kompleks yapıda büyüyen üretim teknolojisine uygun olarak geniş alana ihtiyaç duyularak, daha çok mühendis ve teknokrat istihdam edilerek, maliyetlerin düşürülmesi ve teknolojinin geliştirilmesi yönünde ilerledi. Ama bu aşamada henüz, sadece sosyal ihtiyaçlar ve halkın temel taleplerinin ucuza karşılanması gibi bir devlet yapılanması olmadığı için, ticaret ve genişleyen pazarlara açılma, artarak emperyalist bir yayılmacılığa dönüşen pazar arama ihtiyacı ile birlikte sosyal alanda üretim yapılır.
Sanayileşme ve makinanın tüm dünya ülkelerinde üretime sokulmasının getirdiği kalkınma ile ülke ekonomilerindeki kapitalist gelişim, az çok toplumsal ihtiyaçlara uygun bir modernleşme ve kalkınma politikalarının oluştuğu bir gelişme içindeydi. Amerika’da Ford fabrikalarında bant sistemi olarak bilinen teknolojik gelişim ve ardından bunun diğer sektörlere yaygınlaşan teknolojideki benzerlikleri, artan oranda mühendis ihtiyacını ortaya çıkarıyordu. Otomasyon teknolojisi ve bu teknolojinin fabrikalara uygulanışı, büyüyen ölçekte ve seri üretime zorlayan bir üretim modeli olan Fordist üretimle, kitlesel olarak büyüyen bir işletmecilik, mühendise olan ihtiyacı her gün artıran bir etken olarak rol oynuyordu.
20. yüzyıl politik ekonomi ve süreçlerin ayırımını yaparken, iki kategorik yapılanma ve model üstünde ayrıntılı durmadan, günümüz teknolojisinin kullanımına ve emek süreçlerindeki ortaya çıkan değişime ilişkin bir şey söylemek mümkün değildir. Çünkü siyasal otorite ve egemen sınıfların emek sürecine müdahalesinin amaçları, birçok açıdan, teknolojinin kullanımını da etkiler. Teknolojik gelişimin yönünü de etkileyici bir rol oynar. Teknolojinin üretimi ve bunun üretim sürecine uygulanmasının aracı olan mühendisler, bu açıdan, üretim araçlarına ve sermayeye egemen olan sınıfların yanında ve yönetim mekanizmasında yardımcı bir rolle ortaya çıkarlar.
Üretim teknolojisindeki gelişim, sanayileşme döneminin ve kalkınma süreçlerinin ülke ekonomi-politikalarına yansıması, artan bir mühendis kitlesine ihtiyaç duyurur. Bu bakımdan 20. Yüzyıl bir “mühendisler yüzyılıdır” denebilir. Ama son 20–30 yıllık süreçte, sanayisizleşme ve giderek teknolojinin merkez ülkelerdeki merkez sermaye gruplarının tekelinde toplanması ve birkaç gelişmiş kapitalist ülke dışındaki ülkelerde sanayileşme, kalkınma, planlama çabalarına son veren politikaların egemen hale gelmesi, artık, mühendislik ve mimarlık gibi mesleklerin pazarlamacılık, komisyonculuk, turizmcilik gibi mesleklerin gerisine düşmesini getirdi. Çünkü sanayileşmenin terk edilerek, üretimin sadece başka ülkelerde üretilmiş malların “marka” olarak ithaline indirgenmesi, mühendisliği basit bir taklitçilik ve kontrol işine indirgerken; mühendise duyulan ihtiyacı da meslekler hiyerarşisi içinde çok gerilere itti. Çünkü 20. Yüzyıla damgasını vuran sanayileşme; makinalaşma ve elektrifikasyon merkezi kapitalist ülkeler dışında terkedilmişti. Böylece, mühendis ve mimarların, sadece, merkezi ülkeler ve tekellerin merkezleri için ihtiyaç duyulan bir meslek olması; aynı zamanda mühendis ve mimarların kitlesel olarak işsizler ordusuna katılmasını getirdi. Çünkü merkezde üretilen teknoloji; öteki ülkelerde ve sanayi kollarında kopyalandığı için bu ülkelerde ve iş kollarında “mühendislik hizmetleri” kopyacılık ve denetçilik biçimine indirgenmiş bulunmaktadır. Burada olup biten, artık sanayileşme, ülkelerin kendi orijinal imkânları ve kendi kaynaklarına dayanarak kalkınması değil, dünya ekonomisine egemen olan ülkelerin ve tekellerin denetimine geçen bilginin, teknolojinin satın kullanılmasıdır. Mühendisler böylece, merkezi kapitalist ülkeler ve tekel merkezlerinde üretilen teknolojinin pazarlanması, ticareti ve denetleyici fonksiyonlarını yerine getiren ve kalkınma değil, ekonomilerin geriye gitmesini yaratan bir gericiliği, üretimsizliği ve yoksullaşmayı tekel merkezlerinin yönetiminde yürütücüsü konumuna itilmiş olmaktadır. Oysa mühendislik, gerçek anlamda bilgi üretici bir alan olarak ve sanayide, kalkınmada bunu kullanmayı amaçlayan bir ekonominin ihtiyacı olarak gelişmiş ve yaygınlaşmıştır.
Bu yeni dünya projesi içinde mühendis kimliği, mühendis etiği, mühendis yeterliliği ve diploması, yeni dünya politikasının birer argümanı olarak tarif edilmeye ve giderek de bunun izdüşümü içinde sınırlanmaya mahkûm edilmiştir. Dolayısıyla, günümüzde mühendislik mesleğinin tartışılması, Fordizm-Postfordizm olarak ayrımı yapılan teknolojinin iki ayrım noktasında kalınarak açıklanamaz. Böyle bir açıklamayı dayatan mantık, ideolojiden, politikadan, sınıflar arası ilişkiden ve toplumsal gelişim sürecinden koparılmış, sadece gelinen yerdeki üretim sürecindeki yerini bulamayarak, kaosa itilen bir karmaşık fikirler ortamında yolunu bulamayarak düzene tabiiyeti zorlar. Ki bu zorlama, mühendis kimliğine ters düşen rollerde çalışan binlerce mühendis ve işsiz mühendis için sadece kendini kandırmaktan ve rolünü benimsemeye çalışmaktan başka bir şey düşünmemeyi getirir.

MÜHENDİSLER-MİMARLAR VE ETİK
20. yüzyıldaki gelişmeler, mühendislik ve mimarlığın üretim ve toplumdaki yerini önemli ölçüde etkilemiştir. Özellikle yüzyılın ilk üççeyreğinde mühendislik, “yükselen değerleri” (sanayileşme, kalkınma, elektrifikasyon vb.) temsil eden bir alan olarak; kalkınmacılık, planlamacılık, hizmetlerin yaygınlaştırılıp toplumsallaştırılması mühendisliğin temeli olurken, yüzyılın son çeyreğinde “piyasa değerleri” pek çok başka alan gibi mühendisliği de piyasa malı haline getirip “denetçilik” durumuna “geriletmiş”tir.
20. Yüzyılın başı; kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesinin de eşiği olmuştur. Ama dönem aynı zamanda üretim bilgisini birikimi yanı sıra, kapitalist pazarın hızla yayılacağı yolların, limanların gelişmesi, elektrik motoru, dizel motordaki gelişmeler yanı sıra; otomobilin kitlesel üretimi, elektrifikasyonun yaygınlaşması ile ulaşım ve iletişimin görülmemiş bir hızla öneminin artması; hizmetlerin kamu eliyle planlanmasını dolayısıyla da; bu hizmetlerin teknik bilgisinin taşıyıcıları ve uygulayıcılarının bu hizmetlerdeki rollerini artırmıştır. Bunun pratikteki anlamı ise; gerek üretimde ve planlamada, gerekse kamu hizmetlerinin çeşitli kademelerinde çalışan mühendis sayısının hızla artması olmuştur. Daha önceki yüzyıllarda; üretim merkezlerine sıkışan ve az sayıda kişinin; patronun temsilcisi, danışmanı bir kimlikle mühendisin görev yaptığı dönemin aksine 20. yüzyılda mühendislik artik “kitleselleşen” bir karakter göstermiştir.
İşçi sınıfının mücadelesi ve sosyalizmin SB’de zaferiyle sonuçlanan gelişmeler, kamu hizmetlerinin en liberal kapitalist ülkelerde bile yaygınlaşmasını, pek çok hizmetin “kamu hizmeti” haline gelmesini hızlandırırken; gerek kapitalist ülkelerin kendi arasındaki çatışmalar gerekse sosyalizmin varlığından yararlanarak ortaya çıkan sömürge ve yarı sömürge ülkelerin kurtuluş mücadeleleri ve bu ülkelerin sanayileşerek bağımsızlıklarını kazanmaları için giriştikleri çabalar; mühendisliğin yaygınlaşmasını olduğu kadar onun; bağımsızlık ve emperyalizme karşı mücadelede önemli bir dayanak olarak görülmesine dair yeni bir “mühendislik etiği”nin gelişmesine de temel olmuştur.
Kuşkusuz ki, burada sosyalizmin somut bir olgu olarak ortaya çıkması yeni bir mühendislik anlayışının gelişmesini de sağlamıştır. Halka hizmet, ülkeye hizmet, bilgi ve teknolojinin insanlığın ilerlemesinde kullanılması, doğa güçlerinin kontrol altına alınması ve insan ihtiyaçlarının karşılanmasının sorunlarını çözmesi, yoksulluğun, yokluğun, doğa karşısındaki insanın acizliğinin yenilmesi ilke edinilmiştir. Mühendislik, bu eylemlerin öncü kuvveti olarak anlaşılmıştır. SB’deki çok kısa zamana sığdırılan dev eserler; büyük mühendislik harikaları, işte bu yeni mühendislik gücüyle başarılabilmiştir.
Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde ise, neoliberal politikalara yöneliş ve küreselleşme politikalarıyla tekelci kapitalizmin zincirlerinden boşanmasıyla, pek çok alanda olduğu gibi, mühendislik ve mimarlık alanındaki biriken değerlere, “mühendislik-mimarlık etiği” olarak nitelenen değerlere karşı da savaş açılmış, mühendislik-mimarlık hizmetleri bir “piyasa malı” derecesine indirgenerek kişisel çıkarın öne çıkarıldığı bir “yeni etik” oluşturmaya yönelinmiştir. Burada sermaye güçlerinin elindeki silah; işsizlik, düşük ücret, mühendisliğin üretimdeki rolünün önemsiz hale getirilerek bir denetçi düzeyine düşürülmesi olmuştur. Ve daha üniversitelerden başlayarak; “piyasa fikri” egemen kılınmış, mühendis ve mimar, bu fikrin gerektirdiği “fikri-kültürel-sosyal” biçimlenmeye sürüklenmiş, yurtsever, emek dostu, insanlığın ilerletilmesi ideali etrafında şekillenen mühendislik etiğine karşı savaş açılmıştır.
Gerek birer birer her mühendisin şahsına, gerekse TMMOB’ye yönelik sermaye güçlerinden gelen saldırının kaynağı budur.
Tarihsel sıralama bakımından “piyasanın bir uzantısı olarak oluşturulmak istenen “yeni mühendislik etiği” daha “sonra” gözükür ama bu “mühendislik etiği”nde bir ilerlemeye değil, bir sapmaya, bozuşmaya, yozlaşamaya karşılık gelir. Gelişim açısından ise bu bir 100–150 yıl geriye dönüştür. Çünkü 100–150 yıl önce de; mühendislik, bireyin bir teknik bilgiyi anlayıp uyguladığı, bireysel, herhangi bir toplumsal çıkarla bağdaştırılmayan bir “iş” durumundaydı. Şimdi de; aradan geçen 100–150 yıllık mücadelenin kazanımları ortadan kaldırılarak, insanlığın dünyada olup bitenler ve bu olup bitene müdahale etme bilinci geriye döndürülmek istenmektedir. Tıpkı ekonomik liberalizmin bir ilerleme olarak gösterilmeye, böylece işçilerin ve halkların kazanımlarının yok edilmesinin, ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalanmasının bir “ilerleme” olduğunun yutturulmaya çalışılması gibi.
Parçalanan ve küçültülen üretimin, tüm dünya ülkelerinde hızla yaygınlaşarak KOBİ’leşme süreçlerinden geçerken, bu üretimin tekel merkezlerinde yönetimini sağlayan mekanizmaların oluşturulması, bilgisayar teknolojisinin yaygınlaşmasına bağlı olarak geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bu teknoloji ile küçük üretimin bilgisinin belli sektörel tekellerin bilgi bankalarında toplanarak, tekrar yönetim teknolojisi olarak işletmelere yayılması için ortaya konan sistem olarak Toplam Kalite Yönetimi devreye sokulmaktadır.
Toplam Kalite Yönetimi, ileri bir teknolojik gelişim olarak lanse edilerek, özellikle sanayileşme ve kalkınma modellerinin terk edildiği ve üretimin azaltılmaya devam edildiği bir süreçte kitleleri aldatmanın ve illüzyona dayalı bir propagandanın aracı olarak kullanılmasıdır. Bu yönetimin etkin araçlarından biri olan İSO’nun kuralları ile üretimin yönetimi ve yönlendirilmesi, dağıtım ve denetim mekanizmalarının oluşturulması olarak gelişen bu yapılanma modeli, esnek üretim teknolojisi olarak, bir yenilik gibi sunuluyor. Oysa, pazar tarafından belirlenen üretimin plansız ve başıbozuk gelişimini kışkırttığı gibi, işsizlik ve yoksullaşmanın da tetikleyicisi olarak rol oynamakta, toplumsal ilişkileri dejenere eden ve toplumun çıkarlarını hiçe sayan bir üretimsizliği, sanayisizliği hedeflemektedir.
Bunun içindir ki; sadece rekabeti kutsayan, birbirini çiğneyerek ayakta kalmayı, sermayenin çıkarı ve egemenliğinin devamından başka hiç bir değer tanımamayı, “işyerine bağlılık”ı her şeyin üstüne görerek ona tapınmayı ifade eden “piyasa etiği”nin parçası olacak bir mühendislik fikri, elbette ki geriye doğru büyük bir çöküştür. Mühendisi, 100–150 yıl öncesinde olduğu gibi patronun bürosuna kapanıp ona daha çok kar getiren plan ve projeler yapan döken kişiye dönüştürme çabası; elbette sadece mühendislerin savaşacağı bir uygulama değildir. Dahası bu yöneliş sadece mühendislik alanında değil, eğitimden sağlığa, sanayiden ticarete tüm alanlarda sermaye güçlerinin yönelişidir ve bu fikre karşı mücadele de, bütün bu alanlardaki mesleklerin mensuplarının, işçi sınıfının, emek güçlerinin küreselleşmeye, emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesiyle birleştiği ölçüde ilerleyen, başarı kazanma imkânı olan bir mücadele olacaktır. Bu ortak mücadelenin şartları dünden çok daha fazladır.
Demek ki mühendislik ve mimarlık, sadece kitaplardan öğrenilen formüllerin uygulanışı olarak değil, toplumsal ilerleme ve insan bilincinin gelişimiyle bağlantılı olarak bir tarif ve bir etiğe sahiptir. Bu yüzdendir ki, büyük mühendislik ve mimarlık eserlerini sadece insan bilgisinin, teknolojik birikimin “geldiği aşama” ile açıklayamayız, açıklanamaz da. Tam tersine toplumsal ihtiyaçlar ve bunu gerçekleştirecek dinamizme dayanak olan toplumsal gelişmeyle (ekonomik, siyasal, ideolojik) açıklamak gerekir.
Bu sadece “eserler” bakımından değil; sıkça gündeme gelen “mühendislik etiği” bakımından da böyledir.
Kuşkusuz, mühendislik etiği de mühendisliğin ortaya çıktığı günden itibaren “aynı kalmış” ve bundan böyle de “aynı kalacak” bir şey değildir. Mühendisliğin gelişimi, bilgi birikimi ve etkinliği arttıkça mühendislik etiği de, mühendisin toplum ve ülke sorunları karşısında sorumluluğuna daha çok vurgu yapan bir içerik kazanmıştır. Ülkenin kalkınması, halkın ihtiyaçları ile mühendisliğin ilgisinin dolaysızlığı görüldükçe, sermayenin ihtiyaçlarıyla halkın ihtiyaçları arasındaki çelişki büyüdükçe, bu iki karşıtlığın üretim süreci bakımından “orta yerinde” görünen mühendisin sorumluluğu da artmaya başlamıştır. Atom bombasının imaline kendi bilimsel çalışmalarının bilmeden katkı yaptığını fark eden bilim adamalarının atom bombasının kullanılmaması için kampanya açması, bunun bir “bilim adamı etiği” olması gibi, mühendis de giderek daha çok yaptığı işle toplumun çıkarı arasında bir ilişki kurmak; yaptığı işin toplum lehine mi, sermayenin lehine mi olduğunu, buradan da “kime hizmet ettiği”ni sormaya başlamıştır. Elbette ki; mühendislik hizmetlerinin yaygınlaşması ve kitlesinin büyümesiyle de bu “sorgulama” bireysel bir sorumluluk olmaktan çıkıp; toplu olarak mühendislerin mesleki örgütlerinin etiği, “politikası” olarak da biçimlenmiştir.
Mühendislik, mimarlık bir yandan bir meslektir ve kendi bürosundan çalışandan devlet memurluğuna, özel bir işyerinde ücretli çalışandan genişçe bir işsizler kitlesine (kasaplık, lokantacılık, çiftçilik vb. başka işler yapanlara mensup olmaya kadar geniş bir alanda ve farklı ekonomik düzeyde olanlar da dâhil) heterojen bir topluluktur. Ama öte yandan Türkiye’de 300 bine yaklaşan kitlesiyle mühendis ve mimarlar bir toplumsal kategoriyi oluşturmaktadır. Dolayısıyla meslek etiğinin gereği olduğu kadar, çok büyük çoğunluğu emeği ile geçinen bir kesim olmasından dolayı da mühendisler, emekçi sınıfların ekonomik hak mücadeleleri ve politik kurtuluş mücadelesinde önemli bir güç odağı olarak ele alınmak durumundadır. TMMOB’nin bugün Emek Platformu’nda olması, anti-emperyalist bir tutum alarak bağımsız ve demokratik bir Türkiye mücadelesinde rol oynaması ihtiyacı, onun bu emeğin kitlesel örgütlerinden birisinin örgütü olmasıyla sıkı bir biçimde bağlantılıdır.

ESNEKLEŞME VE İŞGÜCÜNÜN DÖNÜŞÜMÜ
Son döneme ilişkin iktisadi politikaların üretimi içinde ortaya çıkarılan esnek üretim teknolojisi ya da Toplam Kalite Yönetimi, geçici bir mevzi savaşı vermek üzere, emek ve sermaye çelişkisinin artan oranda ortaya çıkardığı antagonizmayı nispi olarak hafifletmek ve üretici güçleri parçalamak üzere denge ve uyum politikalarını gündeme getiren yöntemler olarak tasarlanmaktadır.
Örneğin, kafa ve kol emeği arasındaki farkın ortadan kalktığı iddia edilen ekonomik süreçte, kafa emeği sadece bir avuç tekelin eline geçerek, kafa ve kol emeği arasında artan oranda ayrım ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, mühendis ve mimarlar tabakasına ihtiyaç giderek azalma eğilimine girmiştir. Sadece tekellerin merkezlerinde “think-thank” kurumlarının AR-GE merkezleri içinde toplumu ve üretimi yeniden tasarlamak üzere bir araya topladığı çeşitli ülkelere ait teknokrat tabakasıyla bu ihtiyaçları çözmeleri gündeme gelmiştir. Hükümetlerin kalkınma politikalarının olmadığı bir süreçte üretim teknolojisinin mühendise ihtiyacı azalmış; gerçek mühendislik hizmetlerine duyulan ihtiyaç ise daha da azalmıştır. Kayda değer bir bilginin üretilmediği, verili bilgiyi hatta baskı unsuru olarak kullanmak üzere işçi sınıfını yönetmek üzere, tekellerin merkezleri tarafından geliştirilen kuralsızlığı ve tekdüzeliği dayattığı bilgiyi kullanmakla sınırlı bir konuma itilmiştir. Ki Toplam Kalite Yönetimi olarak eline tutuşturulan bir tomar kâğıt ve planı üretimde dağıtmak ve üretimin bilgisini bilgisayara kaydetmek olarak düz bir masa başı memuruna dönüşmüştür. Bu arada, tekleşerek, diğer ülkelerdeki mühendislerle aynı, eşit koşullarda benzeşmeye ve eşitlenmeye maruz kalmıştır. Bir o kadar da, “gereksiz bir tabaka” olarak nitelenerek işsizlik ve yoksulluğa uğramaktadır. Ama aynı zamanda, tekellerin politik güdülemesini işçilere dayatarak, onların mücadelesini engelleme yöntemlerinin de bizzat uygulayıcısı durumuna düşürülmüştür. Bu açılardan, hem işine, hem de ülkesine ve topluma yabancılaşma anlamında mesleki yozlaşma ve yabancılaşmanın giderek artan etkisine hızla girmektedir. Artık patrona veya devlete yararlı olma yanı sıra doğrudan çalıştığı işyerinin bağlı olduğu uluslararası tekele yaranmanın politik girdabına itilmiştir.
Aslında; 20. yüzyılın son yarısında sermayenin propagandacıları ve ideologları, işçi sınıfının artık eskisi gibi sömürülen bir sınıf olmadığı, “mavi yakalı” işçilerin artık (özellikle mühendisler, teknokratlar kastedilerek) “beyaz yakalı” orta sınıflarla bütünleştiği iddia edilerek, kafa ve kol emeği arasındaki çelişkinin kapitalist sistem içinde çözüldüğü iddiası; son 20 yıl içinde tam tersine dönmüş, “beyaz yakalıların en itibarlısı olan mühendisler”, en azından yaşam standartları (ücret, sürekli artan işsizlik, patronlar karşısındaki konumları), yabancılaşma vb. bakımından işçi sınıfına yaklaşan bir platforma itilmişlerdir.
Bu söylenenlerden elbette; son yıllarda kaba ekonomist kuramlara bağlanan popülist siyaset çevrelerinin iddia ettiği gibi, mühendislerin artık işçi sınıfının “kendisi haline geldiği” sonucu çıkmaz. Ama mühendislerin, kapitalist toplumun ayrıcalıklı bir kategorisi olmaktan çıktığı, onların hem ekonomik hem de mesleki bakımdan insanca koşullara kavuşmasının, maddi ve manevi bakımdan daha rahat bir yaşama kavuşmalarının işçi sınıfının, emekçilerin küreselleşmeye ve sermayeye karşı mücadelesine bağlandığının daha kolay görülmesinin imkânlarının geliştiğini anlamak gerekir.
Kapitalizmin son aşaması olan emperyalizme özgü günümüz sürecinde yaşam koşulları işçi sınıfına yaklaşan mühendisler ise, yabancılaşmayı daha derinden hissediyorlar. Çünkü artık, mühendisin rolü, eline gelen bilginin veya teknolojinin kullanımı için hiç kafa yormadan, hiçbir kişisel katılım yapmadan, bir askeri disiplinle yukarıdan belirlenen “prosedürlere” uymaktan ibaret hale gelmiştir.

TMMOB KURULUŞU VE DÖNÜŞÜM
TMMOB’nin şu anki durumunu tespit edebilmek, mücadele için önermelerde bulunabilmek için TMMOB’nin kuruluş ve dönüşüm sürecinin kısaca değerlendirilmesi gerekmektedir.
1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kurulması ile 1944 yılına kadar İÜ çatısı altında sürdürülen mühendislik eğitimi İTÜ’nün kurulması ile kurumsallaştırılmıştır. 1950 yılına kadar sıralanan bu okullardan ve yurt dışından mezun olanlarla sürdürülen mühendislik mimarlık hizmetleri daha çok kamu istihdamına dayalı olarak sürdürülmüştür. Devlet eliyle sanayileşmenin temel yaklaşım olduğu bu denemde mühendisler mimarlar üretimde ve yönetimde söz sahibi olabilmişler, mücadeleleri ve örgütlenmeleri de sadece “dışardan getirilen mühendis ve mimarlara” karşı olmak temelinde şekillenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında iç tüketimi artırmaya ve ihtiyacı özel sektör eliyle karşılamayı hedefleyen yapılanma değişikliği ile birlikte, gerek mühendis mimar yetiştiren bölümlerin sayısı artırılmıştır gerekse kamu hizmetlerinin “müteahhitler” aracılığıyla yapılmasının önü açılarak sermaye birikim süreci hızlandırılmıştır.
Bu dönemi hem kamu hizmetlerinin yürütülmesinde hem de müteahhitlik hizmetlerinde etkin bir konumda bulunan mühendislerin ve mimarların etkinliğinin en üst noktada bulunduğu dönem olarak tanımlamak mümkündür.
1954 yılında seçkinci ve toplumu bütün sosyal sınıfların bir arada, kardeşçe, uyumlu, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış, uyumlu bir birliği şeklinde gören “korporatif” bir anlayışla TMMOB kurulmuştur. Mesleki temsili temel anlayış olarak belirleyen TMMOB 1965 yıllarına kadar, büyük patronların, müteahhitlerin, üst düzey bürokratların mesleği ve meslektaşı temsil, devletin dışardan getirdiği teknolojiyi onaylayan bir yapı olarak devam etmiştir.
1955 sonrası kurulan mühendislik mimarlık eğitimi veren bölümlerin (Karadeniz teknik üniversitesi, Ege Üniversitesi, ODTÜ) verdiği mezunlar ile sayısı hızla artan mühendis ve mimarlar, sayıları hızla artarken ayrıcalıklı konuma ulaşma şansını da aynı hızla yitirmişlerdir. 1969 yılında kamuda çalışan mühendis ve mimarların ayrıcalıklı konumunu ortadan kaldıran yasal düzenleme ve toplumsal muhalefetin yükselişinin mühendisler ve mimarlar arasında yarattığı etki ile TMMOB kamu çıkarlarını temel alan politika üretimine başlamıştır.
1960’li yıllarda sınıf mücadelesinin artan ivmesi mühendisleri ve mimarları etkilerken TMMOB’yi de mesleki çıkarları temel alan bir politika yerine, toplumun taleplerini temel alan bir zemine yöneltmiş işçi sınıfı yanında yer alan bir örgüt kimliğine büründürmüştür. Bu dönemde toplumda yankı bulan tüm talepler TMMOB tarafından sahiplenilmiş ve bu doğrultuda çözümler üretilmiştir.
1980 ile birlikte yaşanılan ideolojik saldırı tüm toplumda olduğu gibi mühendisler ve mimarlar arasında da etkisini göstermiş, yasal düzenlemeler ile birlikte TMMOB düzenle uyumlu örgüt işlevine yeniden çekmeye çalışılmış ve yaşadığımız dönemin verileriyle değerlendirirsek kısmen de başarılı olmuştur.
1980–1990 Dönemi TMMOB genelinde küçük girişimci etkinliği olarak görülmektedir. Bu dönemde TMMOB tabanında etkin olan mühendis kesimleri içinde “iş bitiricilik” hızla yaygınlaşmıştır.
İş bitirici-pragmatizmde kişisellik, öznellik istemek önemlidir ve amaca ulaşmada başarı sağlayan her yol meşrudur. Amaca ulaşmakta “başarılı olmak” tek geçerli ilkedir. Başta yapı sektörü olmak üzere küçük girişimciliğin hâkim olduğu piyasa koşullarında, hizmet üretiminin pek çok noktasında bir meslek dalı mensubu kendini tamamlaması gereken diğer meslek dalları mensuplarının işvereni konumuna dönüşebilmektedir. Özellikle piyasa koşullarının daralma ve buhran dönemlerinde iş’i olan küçük girişimci, işi alırken verdiği ödünleri, iş verdiği tamamlayıcı iş yerinden çıkarmaya çalışmakta, bu durum pek çok uyumsuzluğun, geçimsizliğin kaynağı olmaktadır. Bütünleştirici, dayanışma öneren eğilimler ütopik bulunmakta, küçük girişimciden yana “hegemonyacı”, “şoven” eğilimler yankı bulmaktadır. İşte bu ortam TMMOB yapısında öne çıkma çabası veren küçük girişimci etkinliğin niteliklerini göstermektedir.
“TMMOB’de üyeler arasında küçük girişimci ideolojisi hızla yaygınlaşan, Oda’mızda ise başlangıç aşamasında olan, yaygınlaşma potansiyeli sergileyen iş bitiricilik dikkatle ele alınmalı, Odaların işlevleri şirket işlevleri ile karıştırılmamalı ve buna uygun düzenleme isteklerine kapılınmamalı, bu isteklere karşı konulmalıdır.” (Meteoroloji Mühendisleri Odası 16. Dönem Çalışma Raporu)

TMMOB VE YÖNELİMİ
İş bitiricilik felsefesi ve YDD’nin mühendis ve mimarlar arasında ortak çözümler üretmek yerine, dar anlamda meslek temeline dayanan, rekabetçi, özelci ve bireyci yaklaşımları artırdığı; meslek odalarında da, dayanışma yapılarının parçalanarak, mühendis ve mimarların da diğer emekçi kesimler gibi piyasa ve özel mülkiyet temelinde bölünüp, birbirlerine karşı kullanılarak mücadelelerinin zayıflatılmasının hedeflendiği bir süreci yaşıyoruz.
Mühendislerin ve mimarların ve meslek odalarının, sermaye ve piyasanın taleplerine göre yeniden yapılandırılması hedeflenmektedir. Odalar gelir getirici etkinliklere göre yeniden yapılanmaya gidiyorlar. Bunu da iki şekilde yapmaya çalışıyorlar. Ya yapılarını piyasaya hizmet üretecek biçimde yeniden biçimlendiriyorlar, ya da “vakıf” örgütlenmelerini bünyelerine eklemlendiriyorlar.
Odalarda “piyasaya hizmet üretilmesi”nin savunulması yeni liberalizmin, kamu hizmetlerinin ticarileşmesi “halk”, “vatandaş” yerine “müşteri”, “kullanıcı” terimlerinin yer alması, hizmetleri ancak bedelini ödeyebilenin alması, bedelini ödemeyenin ise bu hizmetten yararlanamaması ideolojisiyle örtüşmektedir.
Odaların “hizmet üretimi” adı altında, mesleki denetim ve eğitim amaçlı faaliyetlerinin dışında çeşitli mühendislik ve mimarlık hizmetlerini piyasaya bir meta biçiminde sunmaları ve bu yolla gelir elde etmeleri örgütü asli işlevlerinden uzaklaştırır ve zayıflatır.
Üyesi ile ilişki kurmanın zorluklarından kaçan odalar, güçlü olmanın yolunu çok gelir getiren çalışmalara yönelerek bulmaya çalışırlar.
Odaların meta üreticisi haline gelmesi durumunda, odalarda piyasadan iş alıp almama kaygısı oluşur. Odalar piyasaya ve piyasa koşullarına bağımlı hale gelir ve piyasaya teslim olmak durumunda kalır. O zaman da odanın bağımlı hale geldiği piyasayı bağımsız bir temelde denetlemesi söz konusu olamaz.
Oda ne kadar piyasaya “hizmet üretimi” yaparsa, mali bakımdan o kadar güçlenir ve üyelerine, mesleğe daha iyi hizmet verebilir savunusu doğru değildir. Çünkü odalar piyasaya açıldıkça, örgüt yönetimi üye aidatından gittikçe bağımsızlaşır. Bu durumda üye örgütten uzaklaşır. Örgüt-üye ilişkisi zayıfladıkça, örgüt gereksinimlerini karşılayabilmek için piyasa ilişkisine iyice bağımlı hale gelir. Böylece örgüt ekonomik ayrıcalıklarını piyasadan elde ettiği için üyenin çıkarından bağımsızlaştırır.
Diğer taraftan oda tarafından yürütülen, yürütülmesi gereken faaliyetler için oda yapılarının yetersiz kalması gerekçeleri ile vakıf kurulması yoluna gidilmektedir. Böylece, vakıflar aracılığıyla piyasaya girilmek istenmektedir.
Bugün, odaları etkileyen diğer bir gelişme teknokratik anlayışın güçlenmesi ve artan profesyonelleşmedir.
Bunda öncelikle bu örgütleri de-politize ederek mesleki “hizmetler”le kısıtlamak isteyen yasal çerçevenin ve devlet politikasının etkisi belirleyici olmuştur. Bunun yanı sıra, gelişen ve karmaşıklaşan piyasa ilişkilerinin bu odaların üyelerine getirdiği iktisadi sıkıntılar (büyüme ve ayakta kalma yönünde) onlardan (finansman, donanım, teknoloji, pazar olanakları sağlama ya da eğitim verme biçiminde) somut katkı talebini getirmektedir. Böylelikle üyelerine “servis” sunmaya yönelen Odalar, bu ihtiyacı karşılamanın yanı sıra daha fazla profesyonel eleman/uzman istihdamına başlamışlar, böylece, bürokratik kurumsal yapıların güçlenme eğilimleri de genişlemiştir. Bu tür etkinlikler, üyelerin piyasada yürüttükleri faaliyetlerinin, doğrudan Odalar tarafından yapılarak esasen kamusal denetim işlevini yürütmesi gereken Odaların, ticarileşmesine ve denetim işlevinden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Bu durum, disiplinler arası hukukun ve ilkelerin göz ardı edilerek piyasayı ele geçirme, üyelerle ve yakın disiplinlerle rekabet ederek Odaların ticarileşmesinin ortamını yaratmıştır.
1980-1990’lar boyunca küçük girişimci mühendis-mimarların ağırlığının güçlenerek artması eğilimi, küçük girişimci çıkar perspektifinin yönetimlere egemen olmasına ya da TMMOB geleneğinin bu perspektifi reddeden çizgisiyle örgüt yönetim birimleri arasında kopukluklara neden olmuştur.
Yasal olarak üye zorunluluğu kaldırılan kamuda ve özel sektörde ücretli çalışan mühendis-mimarların katılımının eksikliği, örgütsel canlılığı olumsuz etkilemiştir. En önemlisi girişimci-ticari faaliyete açık mühendis-mimar branşları ve Odaları ile emekçi statüsünün ağırlıklı olmayı sürdürdüğü branşlar ve Odalar arasındaki çelişki, TMMOB’nin bütünlüğünü ve merkezi yapısını zayıflatmıştır.
Örgütü güçsüzleştirme ve bütüncül perspektifinden uzaklaştırarak dar mesleki hatta ticari çıkarlara hapsedilmesi düşüncesi, Odalar arasında gelir farklılıklarının büyük boyutlara ulaşmasında da kendini göstermektedir.
• Böylelikle “Yeni Dünya Düzeni” ile kodlanan piyasa ekonomisi, küreselleşme, özelleştirme, üretim ve işgücü piyasalarındaki esneklik politikalarının, demokratik kitle örgütlerindeki yozlaştırıcı etkileri, ortak ve dayanışmacı çözümler yerine, dar meslek tekeline dayalı yerel çözümleri öne çıkaran, rekabetçi, özelci ve bireyci yaklaşımları yaygınlaştırmaktadır,
• Odaların meta üretimi alanına girmesi, doğası gereği rekabete dayalı kapitalist ideolojiye uyumlanarak kamusal işlevlerini yitirmelerine ve bürokratikleşerek rant mücadelesine esir olacaklarından üye aidatlarından dolaysıyla tabanla ilişkileri koparmaktadır.
• Kamu tarafından üstlenilmediği için aksayan hizmetlerin Odalar ve vakıfları aracılığıyla üstlenilmesi Odaların yeni liberalizmin “devleti küçültme” politikasının aracı olmalarına yol açmaktadır.
• Dar meslekçi (mini-korporatizm anlayışı), iş güvencesi ve gelir düzeyi yüksek kesimlerin elitist meslek şovenizmi, toplumsal dayanışma fikrini yok etmektedir.
• Yeni liberalizmin bölgeciliği ve yerelciliği kışkırtmasının etkileri ise: yerel bencilliği esas alarak zengin, gelişkin bölgeleri/sektörleri kapsayan, sosyal Darwinist bir anlayışı güçlendirmektedir. Oysa bu ayrışmaya karşı örgütsel bütünlük ve dayanışma öne çıkmak durumundadır.

TMMOB VE MEVCUT DURUM
Günümüzde TMMOB’nin yarını şekillendirmek için yürütülen ve yavaş yavaş hayata geçirilen kavramları, bir şekilde açıklamaya çalıştığımız gibi TMMOB’nin önüne bir yol ayrımı koymaktadır. TMMOB ya DTÖ, IMF’nin çizdiği çizgide bir örgüt olarak süreç içinde yok olacak, ya da iş süreçlerindeki, mühendisin işlevindeki dönüşümü göz önüne alarak, sanayileşme, toplumun refahı için mücadele eden bir örgüt kimliğine kavuşacaktır. Özellikle uluslararası tekellerin istekleri doğrultusunda örgütün önüne dayatılan ve bu istekler doğrultusunda örgütün dönüştürülmesi istenen başlıklar (uzman mühendislik, piyasaya uydurulmuş bir mühendislik etiği dayatmaları, akreditasyon) üye tabanının ezici çoğunluğunu oluşturan ücretli mühendislere yönelik bir haçlı seferidir.
TMMOB, mühendis-mimarların mücadele örgütü olarak, uzunca bir zamandan beri, mühendislerin ve mimarların gündeminden çıkmıştır. Toplumda yaşanan örgütsüzleşmenin ve örgütü üye sorunları temelinden uzaklaştırmanın da etkisiyle, üyenin TMMOB’den beklentileri hayal kırıklığına dönüşmüştür.
TMMOB var olan yasal sınırlar dışına taşmayan, taleplerini üyenin gündeminden almayan mücadele anlayışını terk ederek, üyenin talepleri doğrultusunda meşru bir mücadele hattına yönelmelidir.
TMMOB’nin ağırlıklı tabanı olması gereken ücretli mühendisler örgütten koparılmışlardır. Talepleri yeterince sahiplenilmeyen, TMMOB ve oda tabanlarındaki ağırlıkları oranında yönetimlerde yer alamayan ücretli mühendisler odalardan uzaklaşmış ve örgütsüzlüğe terk edilmişlerdir.
TMMOB ve odalar temel görevi olan üyelerinin ekonomik demokratik mücadelesini üstlenememektedir. Üyelerinin hak ve menfaatlerini koruma zemininde bir mücadele sürdüremeyen TMMOB ve odalar, aksine üyelerinin büyük bir çoğunluğunu oluşturan mühendislerin hak kayıplarına uğramasına neden olan uzmanlık, akreditasyon uygulamalarını savunmakta ve hayata geçirmeye çalışmaktadır.
Kitle örgütünü oluşturan üyelerin talepleri somuttur ve kaynağını üyenin gündeminden alır. TMMOB’yi oluşturan üyelerin bugün için temel sorunu issizlik ve sanayisizleşmedir. Ve doğal olarak bir kitle örgütü olarak TMMOB’nin esas mücadele alanı, üyenin temel sorunları olan issizlik ve sanayisizleşme olmak zorundadır. Kavranabileceği gibi issizlik ve sanayisizleşmeye karşı sürdürülecek mücadele yasal sınırları aşan ve diğer emekçi kesimlerle bütünleştirilmesi gereken bir mücadeledir.
TMMOB ve odalarda bürokratikleşme eğilimi geri dönülemez bir noktaya gelmiştir. Üyeleri etkinleştirme, çalışmalara katma yerine, profesyonellerle çalışma yürütme anlayışı yerleşmiştir. Bürokratik yapılar kalınlaşmıştır.
Örgüt içi demokrasinin işletilmemesi, iki anlayışın varlığının örgüt içindeki durumlarının teminatıdır. Birinci anlayış sorunların üstünü örten, üyelerin odalarda siyaset yapılmasını istemediği kabulünden yola çıkarak bağımsız ve demokratik olmayan bir ülkede mesleğin her şeyin üstünde olduğu bir akıl dışılığı savunan çözümsüz bir anlayıştır. Bu anlayış sahibi yöneticiler üyelerin mesleklerini daha iyi yapabilme olanakları karşısındaki çözümleri mesleki kitle örgütlerinin daha iyi para kazanan piyasa şirketleri haline dönüştürülmeleri ile karşılık buluyor. Profesyonelliği de çarpıtan bu anlayış örgütlenmeye yönelen değil, daha iyi para kazanan piyasa ile bütünleşen bir profesyonel yöneticilik anlayışı ile ortada durmaktadır.
İkinci anlayış bunun tam karşısında gibi görünen üyeler adına radikal basın açıklamaları yapan, umutlarını örgütün isminin başına devrimci ibaresi getirmeye bağlayan örgütün ve üyenin dönüşümünü hiçe sayan lafazan siyasi anlayıştır.
Her iki anlayışta, bu harami saltanatı düzeniyle, üyeyi baş başa bırakmaktadır. Üyenin bu yalnızlığı, üyelerde örgütlenme isteğini, yöneticilerde örgütleme isteğini yok etmektedir.
Odacılık bir meslek haline gelmiştir. Üyeleri çalışmalara katma anlayışının eksikliği ve giderek artan profesyonel yöneticilik sonucu örgütler bir avuç insanın etkinliğinde ve egemenliğinde yapılar haline gelmiştir.
Üyelere güvenmeyen, aktif yönetici pasif üye anlayışı örgüt içinde her türlü liberalizme, yozlaşmaya kaynak oluşturmaktadır. Kendi örgütsel alanı dışında tüm demokratik siyasi taleplere söz söylerken örgütün kendi içine yönelik liberalizm had safhaya ulaşmaktadır. Bu anlayışın sadece iki sonucu vardır. Birincisi sistemin eksik yanlarını eleştiren ya da bunları yamayan bir sivil toplum örgütü, ikincisi ise kendine siyasi parti misyonu biçen bir örgüt. Bu iki anlayışta kitle örgütünün mücadele anlayışını ve kitle örgütünün temel niteliklerini yansıtmaz.
Üyelerden korkma noktasına gelinmiştir. Yönetimleri elde tutma, geçimini odalardan sağlama anlayışının yerleştiği yerlerde, üyelerin örgütte etkin olacağı ve yönetimleri değiştirebileceği düşüncesiyle üyeden uzaklaşmak temel yönelim olmuştur. Göstermelik örgütlenme çalışmaları veya üyeyi sürece katma çalışmaları, örgütün büyüklüğü ve üye sayısı dikkate alındığında anlamsızlaşmaktadır.
Üyenin örgütte etkin olabileceği hiçbir mekanizma yaratılmamaktadır. Üyenin örgütte etkinliğini sağlayacak genel kurullar, yukarıda açıklandığı nedenlerle ve yönetimi “karşı” olunan kesimlere kaptırmayalım mantığıyla sadece seçime endeksli olarak yaşanmakta, üye toplantıları vb. üye katılımını artıracak etkinlikler birçok birimde yapılmamaktadır.
Uzman mühendislik uygulamaları lonca tipi bir örgüt yaratmayı hedeflemektedir. Mühendis ve mimarları “uzman” ve “uzman olmayan” şeklinde ayrımlaştırmak, yeni mezun mühendis ve mimarların çırak anlayışıyla çalışmalarına olanak sağlayan bu yaklaşım, birçok birim tarafından genel kabul görerek uygulamaya geçirilmiştir.

SONUÇ YERİNE
TMMOB Demokrasi Kurultayında karar altına alınan TMMOB’ye ilişkin kararları, hatırlanılması, sahip çıkılması ve hayata geçirilmesi gereken kararları olarak görüyor ve bu kararları, TMMOB’nin içinde bulunduğu durumdan çıkabilmenin yolu olarak görüyoruz.
Hem diğer toplum kesimlerinin örgütlenme ve mücadele alanları ile hem de siyaset alanı ile ilişkileri doğru kavrayan ve bütünde mevcut anti-demokratik ve baskıcı anlayış, ilişki ve unsurları dönüştürmeyi hedefleyen bir siyaset anlayışı temel alınmalıdır.
Böyle bir siyaset anlayışı, ülkenin demokratikleşmesi mücadelesine, TMMOB’nin içinde yer aldığı toplumsal pratikten kaynaklanan özgün bir katkı sağlayacaktır.
Bu kapsamda TMMOB;
·    Ortak ve bütünlüklü mücadelenin önünde engel olan, kendi mesleğini şubesini ya da odasını her şeyin önüne koyan küçük girişimci anlayışlarının, hangi ideolojinin arkasına sığınılırsa sığınsınlar mahkûm edilmesini;
·    TMMOB’ye örgütsel aidiyetin geliştirilerek, katılım ve kapsayıcılığı her düzeyde yeniden üretecek demokratik bir anlayışın Temsilcilik, Şube, Oda işleyişlerinde vazgeçilmez bir çalışma tarzı olarak yaşama geçirilmesini;
·    Meslek alanlarının, ilgili kurum ve kuruluşlarının etkinliklerinin, ülke ve halkın çıkarları doğrultusunda yakından izlenmesini, mesleki denetimin bu alanlardaki soygun, vurgun ve sömürünün teşhirine yönelmesini ve bu konuda kamuoyu oluşturulmasını, diğer kesimlerin de talepleri göz ardı edilmeden üye tabanındaki emekçi ve issiz çoğunluğun taleplerine uygun politikalar geliştirilmesini;
·    Kamu ve özel sektör işyerlerinde çalışan üyelerimizin sorunları ile ilgilenilmesini, üyelerimize yönelik tehdit ve baskılara karşı aktif tavır alınmasını;
·    Özellikle, özel sektör kuruluşlarında çalışan üyelerimize yönelik 8 saat iş günü hakkının gaspının ve angaryasının önlenmesine yönelik çalışmalar yapılmasını;
·    Yüksek öğrenimi piyasa mantığı içerisinde ele alan ve öğrenimde kalitenin yükseltilmesini rekabet unsuruna indirgeyen bir yaklaşım yerine, yüksek öğrenimde halkın gereksinimlerini gözeten ve yüksek öğrenimi kamusal hizmet alanı olarak gören bir anlayışın savunulmasını;
·    TMMOB’nin gelecekteki üye potansiyelini oluşturacak olan öğrencilerin sorunlarına yönelik çalışmalar yapılmasını ve öğrencilerin maruz kaldığı baskı ve saldırılara karşı etkin tavır alınmasını;
·    Üretilen politikaların üyelerin gücüne dayalı kampanyalarla yaşama geçirilmesi anlayışının çalışma tarzı olarak benimsenmesini;
·    Üyelerin katılımını sağlayacak, yasada belirlenmiş araçlar dışında seçim dışı yeni araçların geliştirilmesini, işyeri temsilciliklerinin örgütlenmesini ve işlevsel kılınmasını;
·    Oda bürokrasisinin çekici olmaktan çıkarılmasını, bürokrasinin ideolojik ve yönetsel egemenlik çabalarının engellenmesini;
·    Örgütlenme ve kadrolaşma anlayışının üyelerle ilişkileri birinci plana almasını, gelir getirici faaliyetlerin, piyasaya yönelik hizmet üretiminin çalışma ve kadrolaşma anlayışını belirlemesine izin verilmemesini, bu kapsamda odaların temel gelir kalemlerinin üye aidatları olması için gerekli önlemlerin alınmasını;
·    Amatör bir anlayışla yerine getirilmesi gereken konularda uzmanlar ve profesyonel kadrolara dayalı bir politika oluşturma ve çalışma anlayışı yerine, üyelerin katılımı ve tartışmaları ile politika oluşturulması ve mücadele edilmesi anlayışının öne geçirilmesini;
·    Örgüt birimlerinde yöneticiliğe talip olanlarda özverili ve amatör çalışma anlayışı özelliklerinin aranmasını, birim yöneticilerinin sıfatlarının maddi çıkar sağlama açısından etkili olabileceği işlerde ya da konularda çalışmamasına dikkat edilmesini;
·    Siyasetsizliğin ve depolitizasyona teslimiyetin reddedilerek; ekseninde TMMOB’nin içinde bulunduğu toplumsal pratiğin bütününü kavrayan, sorgulayan, dönüştürmeyi hedefleyen etkinliklerin bulunduğu bir programın siyaset yapma anlayışı olarak belirlenmesini;
·    TMMOB’nin ulusal ve uluslararası düzeyde emekten yana örgütlerle dayanışma ve ortak mücadele içinde olmasını savunur.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑