BİRLİK VE MÜCADELE’Yİ sunarken

1994 Ağustosu’nda Ekvador’un başkenti Quito’da 17 Marksist-Leninist parti ve örgütün katıldığı uluslararası bir toplantı yapılmış ve komünizmin uluslararası niteliğine yapılan vurguyla, uluslararası komünizmin örgütlü bir hareket haline dönüşmesinin ilk adımı atılmıştı.

Toplantıya katılan parti ve örgütler şunlardı: Almanya Komünist Partisi (KPD), Arnavutluk Komünist Partisi (AKP), Benin Komünist Partisi (PCB), Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi, Ekvador ML Komünist Partisi (PCMLE), Fildişi Sahilleri Devrimci Komünist Partisi (PCR- CI), Fransız İşçileri Komünist Partisi (PCOF), İran Emek Partisi (Toufan), İspanya Komünist Ekim Örgütü, İtalyan Proletaryasının Komünist Partisini İnşa Örgütü, Kolombiya Komünist Partisi (M-L), Meksika Komünist Partisi (M-L), Şili Komünist Partisi (Proleter Eylem), Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP), Venezüella Kızıl Bayrak Partisi (Bandera Roja), Yeni Zelanda Marksist-Leninist Kolektif, Yukarı Volta Devrimci Komünist Partisi.

Uluslararası Konferans, Marksist-Leninist parti ve örgütler arasında fikir alışverişi ve eylemde birliğin koordine edilmesi için bir Koordinasyon Komitesi kurulması kararı almıştı.

Yılda iki kez olmak üzere, bir yayın organının, “Birlik ve Mücadele”nin yayınlanması da, bu Konferans’ın kararlarından biriydi. Bu karar yaşama geçti, uzunca bir aradan sonra dünya komünistleri ortak bir tartışma organına kavuştular. Bu sayımızda iki yazısına yer verdiğimiz “Birlik ve Mücadele”, uluslararası komünizmin birlik ve mücadelesinin ifade aracı teorik bir yayındır. Üç dilde (İngilizce, Fransızca ve İspanyolca) yayınlanmaktadır.

Birlik Mücadele’nin dergiyi sunuşunda belirtildiği gibi, “Bu dergi, komünistlerin dünyadaki değişik düşünce akımlarına karşı tartışmalara müdahalesine hizmet edecektir. Komünistler ve devrimciler arasında fikir mücadelesine, deney alışverişine ve ülkelerimizde politik mücadelenin gelişimine hizmet edecektir. Şu veya bu şekilde proletaryanın ve halkların yaşamını etkileyen olgulara ve olaylara yanıt taşıyan bir dergi olacaktır.”

“Birlik ve Mücadele”, Marksist-Leninistlerin yeniden geliştirilmesini ve örgütlendirilmesini karar altına aldıkları uluslararası birlik sürecinin bir ürünü olduğu gibi, bu birliği, proleter enternasyonalizmi temelinde geliştirmenin de bir aracı, onun organlarından biri olarak yayınlanmaktadır. “Birlik ve Mücadele”nin tek amacı, bu birliği ilerletmek, koordinasyonuna katkıda bulunmak ve ona geliştirici perspektifler sunmaktır.

Koordinasyon Komitesi’nin, uluslararası nitelikli bu yayın organını gündeme getirirken yaptığı temel bir çağrı şudur: “Marksist-Leninist teorinin zenginleştirici, yenileyici gücü ile donanmış olarak ilkelerde katı olalım.”

İlkelerde katılıkla, proletarya ve halklara alternatif sunma, “Birlik ve Mücadele”nin temel bir amacı olarak tanımlanmaktadır: “Bugün kriz, geniş halk kitlelerini bütün şiddeti ile vuruyor. Burjuvazinin ve emperyalizmin neo-Iiberal çeteleri son sınırına dayanmıştır. Halkın isyanı, geniş kitlelerin mücadeleleri, birçok ülkede yeni bir devrimci yükselişin belirtisi olarak gelişiyor. Yaşanılır bir dünya için mücadelede yeni beklentiler gün yüzüne çıkıyor. Bütün bunlar, komünistlerin sorumluluklarını artırmaktadır. Proletarya ve halklar, özlemlerine ve çıkarlarına yanıt verecek alternatiflere ihtiyaç duyuyorlar. ‘Birlik ve Mücadele’, Marksist-Leninistler için, bu alternatiflerin ifade edildiği bir kürsü olacaktır.”

Ve Koordinasyon Komitesi, “Birlik ve Mücadele”nin ilk sayısının sunuşunda son olarak “Dergiyi her ülkede en geniş şekilde dağıtmak” çağrısı yapmaktadır.

Özgürlük Dünyası, bu çabayı selamlamakta ve desteklemektedir.

Özgürlük Dünyası, her sayısında dergide çıkan yazılara yer vererek, derginin dağıtımı çağrısının yanıt bulmasına katkıda bulunacaktır.

 

Ekim-Kasım 1995

 

 

 

ROTER MORGEN

ALMANYA

 

Günümüz emperyalizminin bazı eğilimleri

 

Çoktan beri, toplumun üretici güçleri ve sermayenin hacmi ulusal devletler çerçevesinin dışına taştı. Kendi bankalarının yönetiminde finans grupları olarak birleşen dev tekellerin etkinlik alanı, bütün dünya olmak zorundadır.

Onlar yatarım ve kredi ağları ile yer küresini sardılar. Sadece ABD, Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda ve Kanada’nın dünya ölçeğindeki doğrudan yatırımları, yaklaşık 1.500 milyar dolar tutmaktadır.

Bu ülkelerin banka ve devletlerinin mali yatırımları ve bağlantıları ise çok daha büyük boyutlara ulaştı. Bankaların uluslararası alacakları 1988’de 4.600 milyar dolardı. Emperyalist devletlerin dış ülkelere verdikleri krediler de aynı şekilde külliyetlidir. Sadece, ‘gelişen ülkeler’ denilen 136 ülkeye verilen devlet kredileri yaklaşık 700 milyar ABD dolarını bulmaktadır.

Emperyalizm; uluslararası sermaye kaynaklarına sahip olmaktan ileri gelen ayrıcalıklar ve milyarlarca ekstra kâr için kavga demektir.

Emperyalizm; yabancı ülkelerin, emperyalist ülke ulusu tarafından ekonomik olarak yağmalanması ve boyunduruk altına alınması demektir.

Emperyalizm; emperyalist güçler arasında ekonomik savaş demektir.

Gerçi sermaye uluslararasıdır, ama temeli dün olduğu gibi bugün de kendi ulusuna dayanır. Tekel merkezleri buralardadır ve dünya çapındaki faaliyetlere ilişkin kararlar buralardan verilmektedir. Tekellerin, kendi ülkelerindeki devlet üzerinde belirleyici nüfuzu bulunmaktadır. Bu devlet, dün olduğu gibi bugün de kendi sermayesinin çıkarlarını ulusal ve uluslararası planda savunmaktadır.

Sermaye çıkarlarının teminatı için gerekli olduğunda devreye koyulacak askeri güç araçları da kendi ülkelerindedir. Ancak emperyalizm, saldırgan askeri politika izleme, toprakları zorbaca fethetme veya savunma demek değildir sadece, ya da ilk planda bu değildir. Emperyalizmin esas özellikleri, ekonomide bulunmaktadır.

Emperyalizm; tekellerin, finans gruplarının ve onlara ait devletlerin dünya üzerinde hâkimiyet kurma, dünyayı kendi menfaatlerine göre paylaşma mücadelesidir. Herkes dünya birincisi ve numara olmak istiyor.

Bunun için belirleyici olan ekonomik güçtür. Askeri güç de en sonu ekonomik güce bağlıdır.

Emperyalizm, mutlaka sömürgelere, yani topraklara sahip olmak anlamına da gelmemektedir. Belirleyici olan, nüfuz alanlarındaki ekonomik hâkimiyettir.

Emperyalizm, kendi ekonomik temeli itibarıyla, çeşitli ülkelerde, çeşitli biçimler almaktadır. Ve o, emperyalist ülkeler arası güç dengesine; sınıf mücadelesine ve halkların özgürlük ve ulusal bağımsızlık mücadelesine bağlı olarak görünüş biçimlerini de değiştirmektedir.

Almanya ve Japonya, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hem sömürgeci nüfuz alanlarını, hem de yurt dışına ihraç etmiş oldukları sermayelerini yitirdiler. Nüfuz alanlarını yeniden ele geçirmek için her iki gücün barışa ve zamana ihtiyacı vardı. Ancak bu özel durumdan dolayı emperyalizm kavramı, onlar açısından artık geçerli değil gibi göründü. Fakat 2. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğratılan güçler kendilerini toparladılar ve bugün dünya hâkimiyeti uğruna verilen kavgaya yeniden tüm güçleriyle katılmaktadırlar. Onlar emperyalisttirler, çünkü sermayelerinin büyüklüğüne dayanan güçlerini çoktandır diğer halkların emeğinden ve sömürüsünden almaktadırlar.

 

EKONOMİK BÖLGELER

Emperyalizm, çeşitli ülkelerin tekelleri ve devletleri arasında kooperasyonu ve işbirliğini dıştalamaz. Kooperasyonlar, sermayenin uluslararası yayılmışlığı ve verili güçler dengesi tarafından zorunlu kılınmıştır. Kooperasyonlar rekabet kavgasında, birlikler yolu ile ilerlemek için bir araçtır (Boeing’e karşı Airbus örneğinde olduğu gibi). Kooperasyonlar, “kooperasyon ortağının” en modern teknolojisini ele geçirmeye de hizmet edebilir; böylece kooperasyon ortağını da geride bırakma olanağı yakalanabilir.

Sermaye ne kadar çok ulusal sınırların dışına taşarsa; işte o denli, ulusal çerçeve engellenmeyen bütünsel ekonomik alanların gerekliliği büyümektedir. Bu uluslararası ekonomik bölgeler içerisinde, çeşitli ulusal hükümetlerin kooperasyon zorunluluğu bulunmaktadır.

İşbirliği, dünyanın paylaşımında ve kendi halklarının sömürüsündeki orta çıkarlara dayanmaktadır. Ancak, işbirliğinin ve sağlanan anlaşmaların verili ekonomik güç temelinden ayrı oluşabileceğine inanmak, yanılgıya düşmek olacaktır. İşbirliği hangi şekli alsa da, ilişkilerin temelini her zaman rekabet oluşturur.

İşbirliği, sadece kendi rekabet pozisyonunu güçlendirdiği oranda devam eder. Bu nedenle kooperasyon ve uluslararası ekonomik bölgeler, emperyalist güçlerin hâkimiyet mücadelelerinin yeni biçimleridir sadece.

Ulusal milyonerler komisyonları, yani hükümetler, sahip oldukları bütün ekonomik, politik ve askeri araçlar ile kendi emperyalistlerin etkinliğinin rakiplerin aleyhine gelişmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle AT’yi ya da NAFTA’yı desteklemek bizim işimiz değildir. Aynı şekilde, ABD’nin, Japonya’nın ve Almanya’nın büyük tekelleri arasındaki işbirliğinin çok çeşitli biçimlerini savunmak da sorunumuz değildir.

 

EMPERYALİZM VE ÖZEL MÜLKİYET

Sermaye, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin giderek daha çok çağ dışılaştığı bir yoğunluk aşamasına ulaştı. Üretim araçları, artık tek tek kapitalistler tarafından yönetilemeyen dev hisse şirketleri biçiminde toplumsallaştı. Hisse şirketleri, kapitalist özel mülkiyetin, kapitalizm koşullarında ortadan kaldırılmasıdır. Hisse şirketleri, eski özel mülkiyet sahiplerinin modern üretici güçlerin yönetimi için gereksizleştiğini kanıtlamaktadır.

Hisse şirketleri, gittikçe daha yüksek düzeyde finans grupları olarak birleşmekte ve sermayelerini başka sermayelerle iç içe geçirmektedirler.

Kapitalistlerin varlığını gereksiz hale getiren bizzat kapitalizmin kendisidir.

Emperyalizm, bugüne dek olmadığı kadar üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, kendi araçlarına fiilen hükmetme konumundan uzaklaştırmaktadır. Özellikle, emperyalizmin ekonomik merkezini oluşturan bankalarda, sermaye üzerindeki tasarruf hakkı görevli menecerlerin eline geçmiştir. Menecerlerin denetimi de esas olarak yine menecerlerin eline verilmiştir. Yüksek toplumsallaşma düzeyine sahip emperyalist ekonomi, artık klasik özel mülkiyet temeline dayanmamaktadır. Ancak, özel çıkarlar eskisi gibi egemen olmak zorundadır, zira sermaye ilişkisinin kendisi, üretim araçları devletleştirilse dahi, ortadan kalkmış değildir. İşin merkezinde, toplumsal çıkarları dikkate almadan hareket eden tekil sermayenin kendi değerini artırma çıkarı durmaktadır. Tekel ve finans gruplarındaki menecerler de kendi özel çıkarlarını az ya da çok gözetmektedirler; onların bu güdüleri tekil sermayenin işletme çıkarlarını zedeleyebilir. Finans ve tekel grupları mümkün oldukça bütün etkinliklerini (yatırım, araştırma, personel giderleri, ihracat gibi) sübvansiyon yoluyla devlete finanse ettirmeye ve aynı zamanda artı-değerin mümkün olan en az kısmını devlete aktarmaya çalışmaktadırlar.

Onlar; ekonomik güçleri ve devlet aygıtı ve hükümetteki temsilcilere verdikleri rüşvetler aracılığıyla, bunun zeminini yaratmışlardır. Onlar; kârlı olmayan yatırımlarını garantilemek; projeleri için gerekli alt yapıları inşa etmek ve kayıplarını toplumun sırtına yüklemek için devleti kullanmaktadırlar. Onlar karar vermekte, devlet ödemektedir.

Aralarındaki şiddetli rekabet, emperyalist ülkeleri er ya da geç kendi güçlerini birleştirmeye, böylece de kendi devletlerinin rolünü güçlendirmeye zorlamaktadır. Devletçi plan ekonomisinin iki dünya savaşında somut şekiller kazanan unsurları, gittikçe daha yaygın bir şekilde, ekonomik savaşı sürdürme metodu olarak da kullanılmaktadır. ABD dahi, çöküşünü durdurmak için “sanayi politikası” biçimlerine geçmektedir.

Emperyalizmin ekonomisi pazar ekonomisi değildir, tersine devlet desteği olmadan tek adım atmayan alabildiğince kartelleşmiş bir tekel ekonomisidir. 19. yüzyılın “serbest pazar ekonomisi”, çoktandır tekelci devlet ekonomisinin lehine iflas etmiştir. Ancak, tekelci devlet ekonomisi objektif olarak sosyalizmi hazırlamaktadır. Sosyalizm ise, emperyalizm tarafından olgunlaştırılmış şeylerin ekonomik açıdan uygulamasını gerçekleştirecektir.

Özel çıkarların toplumsallaşan üretim araçları üzerindeki hakimiyeti devrimci yollardan kırılmak zorundadır.

 

EMPERYALİZM REFAH DEMEK MİDİR?

Emperyalist güçler, rakiplerine karşı dünya ölçüsünde verdikleri kavgada kendi ülkelerinin çalışan insanlarını harekete geçirmeye çalışmaktadırlar. Şu anda ABD ve Japonya arasında rekabet ön plandadır, ama Almanya’da da ve diğer emperyalist ülkelerde de, Japonya ve ABD’ye karşı mücadele körüklenmektedir. Ya da Fransa ve İngiltere gibi zayıf emperyalist ülkeler tarafından Almanya’ya karşı mücadele çağrıları yapılmaktadır vb.

Bir emperyalist ülke, diğer halkları yağmalamada ne kadar güçlü ise, o kadar çok ülke işçi sınıfının en az bir kesimi, kendi ülkesinin dünyadaki ayrıcalıklı konumundan faydalanmaktadır.

İngiltere’nin sanayi tekeli, işçi sınıfının ayrıcalıklı kesiminin yaşam standardını yükseltti ve bazen bütün işçi sınıfının da. İngiltere’nin emperyalist güç olarak zayıflamasıyla birlikte işçi sınıfının çoğunluğu da gittikçe yoksullaşmaktadır. ABD’nin ayrıcalıklı konumu, Amerikan işçilerinin önemli bir kesimine de yüksek bir yaşam standardı sağladı. ABD emperyalizminin güç kaybetmesiyle birlikte işçi sınıfının büyüyen kesimleri yoksullaşmaktadır.

Tersi durumda ise: emperyalist güçler diğerlerine göre yükseldikçe (Japonya ve Almanya gibi), işçilerin ya da işçi sınıfının bir kesiminin yaşam standardı da en azından bir müddet yükselebilir.

Rakiplere karşı teknolojik üstünlük, tekeller, karteller ve diğer rekabet avantajları, ekstra kârlar sağlamaktadır; bunun küçük bir kısmı yüksek ücretler ve sosyal haklar biçiminde işçilere de aktarılabilinir.

Diğer ulusların sırtından ayrıcalıklar ve ekstra kârlar elde etmek, bu her emperyalist ülkenin salt ana sorunu değildir, aynı zamanda işçilerin durumunu iyileştirmenin de çok önemli bir olanağını teşkil etmektedir.

Her sermaye kendi ulusunun ayrıcalıkları için mücadele eder ve işçi sınıfını milliyetçi bir temelde kendisi için kazanmaya çalışır. Birkaç avantaj gerçekten elde edildiği sürece de, işçi sınıfı kendi devrimci çıkarlarını savunmaktan büyük ölçüde alıkoyulabilir.

Bu olgu, emperyalizm ile birlikte çalışan güçlerin, önde gelen emperyalist ülkelerin işçi hareketleri içindeki hâkimiyetini açıklamaktadır.

Ancak emperyalizmin ve kapitalizmin yasaları, verili güç ilişkilerinden bağımsız olarak, belli bir noktadan itibaren söz konusu halkların büyük çoğunluğunun yaşam standartlarının eğilim olarak düşmesini beraberinde getirmektedir.

 

EMPERYALİST ÜLKELERDE ÜCRET SEVİYESİNİN DÜŞMESİ VE KİTLESEL İŞSİZLİK

Kapitalist üretimin esas amacı, herkes için refah ya da herkese iş sağlanması değildir, tersine asıl amaç olabilir en yüksek kârı elde etmektir. Sermaye birikimi, kapitalist üretimin özüdür. En yüksek kârı sağlama olanağı; oldukça az sayıda çalışanın, mümkün olan en kısa zaman zarfında, olabildiğince az personel ve malzeme gideri ile olabilir sayıda fazla kaliteli ürünleri dünya pazarlarına sürmesiyle artmaktadır. Bu, üstün teknolojiyi şart koşmaktadır.

Demek ki, sermayenin kendi değerini artırma yasaları zorunlu olarak, devasa genişlemiş üretim ile geniş yığınların tüketim olanakları arasındaki çelişkiyi doğurmaktadır. Sermaye; üretimi ve tüketimi dengeleyecek bir durumda değildir, çünkü tüketim araçları, yani ücretler, ne kadar düşük ise, kârlar da o kadar yüksektir.

Fazlalık oluşturan üretici güçler, sınırlı tüketime uyumlu hale getirilmek üzere, periyodik olarak krizlerde tasfiye edilmektedir. Üretici güçler, ilk planda insanlar işsiz yapılarak, yok edilmektedir. İşsizlik; iç pazarların, üretkenliğe rağmen nispeten darlaştığı ölçüde büyümektedir.

70’li yıllardan beri bütün sanayi ülkelerinde öyle bir gelişme aşamasına ulaşıldı ki; resmi işsizlik oranı hızla yükseldi ve böylece yoksulluk en zengin ülkelerde de yeniden milyonların günlük yaşantısının bir parçası oldu.

Ancak işsizlik, ücretleri düşürmek için güçlü bir araçtır. ABD’de bu gelişme en ileri boyuttadır. Amerikan işçi ve ücretli memurlarının çoğunluğu bugün reel olarak, 60’lı yılların ortalarında kazandıklarından daha az kazanmaktadırlar.

Almanya’da ücret seviyesini düşürme süreci, 80’li yılların başında başladı, ancak asıl şimdi hızlanmaktadır. Japonya’da ise bu süreç, 90’lı yılların başında başladı.

Kapitalist ekonomi, beslenmesi gereken ve üretken faaliyetlerden büyük ölçüde dıştalanmış, büyüyen bir nüfus fazlalığını üretiyor. O böylece, iç pazarı darlaştırmaktadır. Ekonomik savaşta, “sosyal sistemin” hastanesinde bakılması gereken, artan sayıda şehit ve gazi bulunmaktadır.

 

SERMAYE İHRACATI

Bu gelişme, sermaye ihracatı ve bütünsel ekonomik alanların (AT ve NAFTA gibi) yaratılmasıyla hızlandırılmaktadır.

İşçilerin çalışarak ortaya çıkardığı devasa sermaye miktarları; iç pazar, işsizlik ve düşük, daha doğrusu düşme eğilimli ücretler tarafından daraltıldıkça, yurt dışına daha çok akmak zorundadır. Böylece sermaye, daha hızlı bir şekilde kendi ulusal sınırlarının dışına taşmaktadır.

Modern iletişim teknikleri, hızlı ulaşım yolları ve bir basamak aşağıda duran birçok kapitalist ülkenin yükselen teknik standardı, sermaye ihracatını kolaylaştırmaktadır.

İleri ülkelerde, bütün bir sanayi dalındaki üretimi ya gelişme düzeyi geri ülkelere kaydırarak, ya da gerekli ürünleri ithal ederek tasfiye etme yönünde güçlü bir eğilim bulunmaktadır. Azami kâr getirmeyen ne varsa, süreç içerisinde ya yurt dışına kaydırılıyor ya da tasfiye ediliyor.

Bundan özellikle kapitalizmin eski sanayi dalları; yani kömür, çelik ve gemi yapımındaki klasik ağır sanayi, aynı şekilde tekstil ve ayakkabı sanayisi gibi tüketim malları sanayisi etkilenmektedir. Bu gelişme, mali sermaye içerisindeki rekabet ve işçi hareketinin direnişi tarafından frenlenmektedir.

Aynı şekilde, otomobil sanayisi, kimya, elektro sanayisi ve makine yapımı gibi gelişkin sanayiler de, artan bir oranda, imalatlarını metropollerden diğer kapitalist ülkelere kaydırıyorlar. ABD tekelleri, üretimlerinin büyük kısmını Latin ve Orta Amerika’ya ve Asya’ya kaydırdılar. Bu arada özellikle Meksika, ABD’ye yakınlığından dolayı, bütünsel bir ekonomik bölgeye, NAFTA’ya, dâhil edildi. Japonya sermayesini ilk planda çevresindeki Asya ülkelerine ihraç ediyor. Japonya yoğun bir şekilde Çin’e giriyor. Ve bu arada Almanya, Doğu Avrupa ile kendi Latin Amerika’sına kapısının önünde kavuşmuş bulunmaktadır.

Yeni bir uluslararası, yeni sömürgeci işbölümünün profili belirmeye başlamaktadır. Önde gelen emperyalist güçler, kendilerini; araştırma ve geliştirmede, satış ve serviste yoğunlaşan zeki sistem başları olarak görüyorlar ve basit Makina işini ve montajı ise uydu halklara bırakıyorlar. Metropollerde, kalite bakımından yüksek değerli üretimlerin ve geleceği olan teknolojilerin kalması esasta öngörülmekte.

Sermaye ihracatı; kendi ülkesinde kitlesel işsizliği güçlendirmekte, çalışan insanların ücret standardını düşürmekte ve böylelikle emperyalist ülkelerin iç pazarını daha da daraltmaktadır. İşçi sınıfı kendi işgücünün değerini, ulusal koşullar ve kendi ihtiyaçları temelinde belirlerken, tekeller, onu giderek uluslararası bir ortalama işgücü değeri olarak belirmeye çalışmaktadırlar. Bu, ücret seviyesinin az gelişmiş ülkelerdeki düşük ücretlere doğru düşüşünü teşvik etmektedir (ABD’deki ücretlerin Meksika ücretlerine göre, Almanya’daki ücretlerin Doğu Avrupa ücretlerine göre tayin edilmesi). Buna karşılık, bu ülke ücretlerinin de seviyesi biraz yükseltilmektedir. Bu gelişme, sermaye ihracatının boyutlarına bağlıdır.

Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının yoksullaşma nedenleri ulusaldır. Bu nedenler, söz konusu ülkelerin mali sermayesinin mantığında yatmaktadır. Bütün ülkelerin milliyetçilerinin iddia ettiği gibi, ilk planda, diğer ulusların rekabetinin oluşturduğu tehditte yatmamaktadır.

Kuşkusuz, emperyalist rekabet buna rağmen işyerlerini de tasfiye etmektedir. Japon tekelleri daha ucuz ve rasyonel üretirlerse, o zaman sermaye ve mal ihracatı ile düşmanların üretimini tahrip edebilir ve diğer ülkelerdeki işsizliği artırabilirler.

Onlar, rakipleri arasındaki çelişkileri de burada kullanmaktadırlar. Birileri için yıkım anlamına gelen şey, diğerleri için hammaddenin ya da tüketim maddelerinin ucuzlaması anlamına gelmektedir. Kuşkusuz bu (ucuzlama), onlara ücret seviyesini düşük tutma olanağını da vermektedir. Ayrıca, kendi sermaye ve mal ihracatını artırma kaygısı, rakibinin de sermaye ve mal ihracatının belirli bir dereceye kadar ülkeye girmesine tolerans göstermeyi gerekli kılmaktadır.

Bu anlamda, emperyalist ülkelerin tekelci kapitalizmi, diğer halkları daha kârlı sömürebilmek için kendi halkının çıkarlarını satmaktadır.

Emperyalizm, bir yandan uluslararası rekabeti sürdürebilme yeteneği adına kendi ülkesindeki emekçilere savaş ilan ederken, diğer yandan artan oranda diğer halkların ve ulusların sömürülmesinden yaşamaktadır. Ülkesinin giderek artan boyutlardaki asalak rolünden yüksek yaşam standardı şeklinde faydalananların çevresi küçülmektedir. Bu olgu, seyri içinde, işçi sınıfının kendisini sermayeye tabi kılmasını da aşındırmaktadır.

 

YENİ SÖMÜRGECİLİK-SERMAYE İHRACATINA UMUT MU?

Emperyalizm, salt kendi iç pazarını değil, aynı zamanda dış pazarlarının da altını oyma eğilimini taşımaktadır.

Genişlemiş üretimi için hammaddelere ihtiyacı vardır. Hammaddeleri ise, “gelişmekte olan ülkeler” diye tabir edilen ülkelerde bulunmaktadır. Bu ülkelere yapılan sermaye ihracatı, hammadde akışının denetimine hizmet etmektedir. Hammaddeler ne kadar ucuzsa, emperyalist tekellerin kâr oranları da o denli yüksektir; dolayısıyla kendi ülkesindeki tüketim maddelerinin fiyatı da ve böylece de ücret seviyesi de o kadar düşüktür. Öte yandan, bu ülkelerdeki satılmış klikler, emperyalist bağımlılığın yararına kendi halklarını baskı altında tutmaları için askeri olarak silahlandırılmak ve beslenilmek zorundadır.

Latin Amerika’nın, Afrika’nın, Asya’nın düzinelerce ülkesi hemen bütünüyle sahip oldukları için, hammaddelerinin ihracatına bağımlı oldukları hammadde fiyatları düştükçe halkları da yoksullaşmaktadır. Hammadde fiyatları (enerji hariç) bugün 2. Dünya Savaşı sonrasından çok daha düşüktür. Aynı zamanda ama emperyalist ülkelerden ithal edilen sanayi mallarının fiyatları yükseldi. “Üçüncü dünya” ülkelerinin yağmalanması, emperyalizmin bir varoluş koşuludur.

70’li yılların başından itibaren birçok kapitalist ülkenin burjuvaları, sanayi devletlerinin özel bankalarından yoğun kredi alımı yolu ile kendi sanayileşmelerini ilerletmeyi denediler.

Bunun temeli, sanayi devletlerinin sermaye fazlalığı idi.

Paralar kısmen, ihtiraslı sanayileşme projelerine yatırıldı. Hedef; sanayide büyük ölçekli üretimi gerçekleştirmek, ihracatı artırmak ve böylece söz konusu işletmeler için yüksek kârlar sağlamaktı. İnşa edilen sanayilerin, ihracattan elde edilen dövizlerle kredi faizi ve amortisman ödemelerine hizmet etmesi öngörülmekteydi.

Hesap, genellikle tutmadı. Emperyalizmin yardımı ile gerçekleşen sanayileşmenin, “gelişmekte olan ülkelerin” yağmalanmasında yeni daha güçlü bir yöntem olduğu görüldü.

Bugün, alacaklı bankalara ve devletlere yapılan faiz ve amortisman ödemeleri, yağmalamanın esas biçimi durumundadır.

Bu ödemeler, üretime yatırılan sermayeden yapılan kâr alımını oldukça geçmektedir. Yeni alınan krediler, esasta eski borçlardan kalma yükümlülükleri ödemeye yaramaktadır. “Gelişmekte olan ülkeler”, emperyalist tekel ve devletlerinin gelişmesine hizmet etmektedirler.

Emperyalist ülkeler, öncesinden çok daha fazla boyutlarda eski büyük ölçekli üretim dallarını da (otomobil üretimi, çelik, tersaneler vb. gibi) ihraç ediyorlar ya da bunların diğer ülkelerde inşasını teşvik ediyorlar. Yabancı sermaye, özellikle Japon ve ABD sermayesi, bazı ülkelerde, örneğin Güney Kore, Tayvan, Meksika, Brezilya vb. sanayileşmenin hızlı bir atılımına neden oldu. Bu ülkelerin imalat sanayilerindeki sermayenin büyük bir kısmı emperyalist tekellerin, yani bankaların denetimindedir.

Ama bu durumun pek söz konusu olmadığı ülkelerde de, emperyalist devletlere olan yüksek dış borç, bu ülke ekonomilerinin, zengin ülke sermayesinin değerini artırma ihtiyaçlarına göre biçimlenmesine neden olmaktadır.

Borçları ödemede karşılaşılan güçlükler, alacaklı devletlere, “gelişmekte olan ülkelerin” devlet bütçelerine doğrudan müdahale olanağını vermekte; bu ülke bütçelerine ise halkların sırtından yeniden çekidüzen verilmektedir. “Gelişmekte olan ülkelerin” halkları giderek daha çok, zengin emperyalist alacaklı devletler için çalışmaktadırlar.

İhraç edilen sermayeyi ve yaşamsal derecede önemli işbölümünü her türlü politik ve askeri araçlarla teminat altına alma zorunluluğunu ortaya çıkaran, artık salt hammaddelerin yağmalanması değildir; metropollerin gereksinimlerine göre biçimlenmiş sanayi üretimi ve krediler de bu zorunluluğu ortaya çıkarmaktadır.

Emperyalizm büyüyen ölçüde asalaktır ve o başka türlü olamaz da.

“Gelişmekte olan ülkelerin” her türlü sermaye ihracatıyla yağmalanması, “onların” ekonomik gelişmesini engellemektedir. Bu ülkeler salt kısmen “gelişmektedir”ler. Sayısızca insan mutlak yoksulluğa itilmektedir. Yılda 120 milyon insan açlıktan ölmektedir. “Gelişmekte olan ülkelerin” burjuvaları, sermayelerinin büyük bir kısmını emperyalist merkezlerde güvenceye aldılar. Bu paralar, emperyalist merkezlerdeki sermaye fazlalığını artırmakta ve nafile yere sözde halkların refahı için kullanılmayı beklemektedir.

Kuzey’in zengin, asalak devletleri ile Güney’in fakir devletleri arasındaki uçurum, sermayenin mantığının gereği olarak büyümektedir. Emperyalizmin egemenliği altında, zengin ve fakir devletlerarasında uluslararası adil ekonomik ilişkiler, emperyalist ülke toplumu içerisinde adil ilişkilerin olamayacağı kadar olanak dışıdır. Kendi halklarının artan kesiminin yoksullaşması ve sömürgeleştirilen borçlu ülkelerdeki geniş yığınların mutlak sefaleti, sermayeye ait madalyonun iki yüzüdür.

Ancak böylece, dünya ekonomisinin geniş bölümleri de emperyalizm için sürüm sahası olarak daralmaktadır. Ülkeleri geliştirecek yabancı yatırımcıyı beklemek boşunadır, zira emperyalist asalak devletlerinin taşan zenginliği sonuçta kendilerine ve kendi kendisini büyütmesine hizmet etmektedir.

Emperyalizm, birçok “gelişmekte olan ülkelerin” bağımlı ekonomisinde, kendi ülkesinden daha büyük ölçüde işsizliği, daha büyük ölçüde yoksulluğu üretmektedir. Nitekim o kendi mallarını ihraç edebilmek için yerli ve teknik bakımdan geri üretim dallarını ve tarımı tahrip etmektedir.

Nüfusun büyük kesimleri, emperyalizmin bir yedek ordusuna dönüşmektedir. Ekonomik uçurumlardan dolayı, yoksulluğa itilmiş milyonlarca göçmen, yasal ya da yasadışı yollardan metropollere akın etmektedirler. Sermaye tam da onların yardımı ile metropollerin kötü eğitilmiş, vasıfsız ve düz işgüçlerini bir tarafa itmekte, ücret seviyesini daha da düşürmektedir.

 

SERMAYE İHRACATI-GÜÇLER DENGESİNİN EN ÖNEMLİ ÖLÇEĞİ

Bütün emperyalist ülkeler, rakipleriyle onların pazarlarında ya da yabancı pazarlarda doğrudan hesaplaşabilmek için, güvenliklerini güçlendirilmiş sermaye ihracatında görmektedirler. Bu, rekabeti keskinleştirmekte ve bir nevi ekonomik savaşa yol açmaktadır.

Sermaye ihracatının boyutları, dünyanın, emperyalist güçlerin nüfuz alanlarına göre paylaşılmasının en önemli ölçeğidir.

ABD, 1988 yılında 337 milyar doları yurt dışında doğrudan yatırım olarak mevzilendirmiştir. Bunun yarısı Batı Avrupa’da yoğunlaşmaktaydı. Avrupa’daki yatırımın iki ülkeye göre dağılımı şöyleydi: İngiltere’de 1/3’i, Almanya’da ise yüzde 20’yi biraz geçiyordu.

Japonya yurt dışına 1992 yılında 352 milyar dolar doğrudan yatırım yapmıştı, bunun yüzde 35–40 kadarı ABD’deydi (bu giderek artmakta) ve yüzde 15’i Avrupa’daydı; Avrupa’dakinin yüzde 40’dan fazlası ise İngiltere’deydi.

Almanya 1992 yılında 155 milyar dolar yurt dışında doğrudan yatırım yaptı. Bunun yarıdan fazlası AT’nin payına düşüyor, AT içinde ise en fazla İngiltere’ye (yüzde 16 kadar) yaptı. Yüzde 30’dan fazlasını ise ABD’de yatırdı, yüzde 5’ini de Latin Amerika’ya.

İngiltere ise, AB’nin ABD’ye yaptığı sermaye ihracatının yarısını (Almanya’dan dört misli daha fazla) kendisi gerçekleştirdi, İngiltere, toplam sermaye ihracatının yarıdan fazlasını ABD’de yoğunlaştırmaktadır.

Buna karşın Japonya, ABD’den ve Almanya’dan yapılan sermaye ihracatlarına karşı kapılarını bugüne kadar adeta kapatmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla, ABD, dün olduğu gibi bugün de dünyanın en büyük yatırımcısıdır. Ama Japonya hemen hemen aynı başarıyı elde etmiştir ve düşük Gayri Safi Milli Hâsılası’na (GSMH) rağmen, 80’li yıllarda ABD’den daha fazla sermaye ihraç etmiştir. Almanya açıkça daha da zayıftır. Sermaye ihracatı; içinde sermaye ve işgücünün serbestçe hareket edebildiği uluslararası ekonomik bölgelerin kurulması tarafından teşvik edilmektedir.

Ancak, sermaye ihracatı, sermaye ithalatı ile kıyaslanmak zorundadır. Emperyalist devletler sermaye ihracatı yolu ile dünyayı paylaşmaya çaba harcarlarken, yabancı sermaye bizzat kendi ülkelerine girmektedir ve onları içten oymaktadır. Burada da Japonya avantajlıdır. Zira bir yandan sermaye ithalatına çok az fırsat tanırken, diğer yandan kendisi her yere girmektedir.

Gerçi özellikle İngiltere, GSMH’ye oranla en yüksek doğrudan yatırımlara sahip olan ülkedir. Öte yandan ama sanki ABD sermayesinin, Japon ve Alman sermayesinin adeta ilhakıyla karşı karşıyadır. İngiliz sanayisi kendi ülkesinde çökerken, İngiliz sanayisinin üçte birinden fazlası yabancı sermayenin elindedir.

Kendi halkının, uzun dönemli sermaye ihracı sürecinde yoksullaşması, İngiltere’yi, yabancı sermayenin doğrudan yatırımları için olağanüstü derecede cazip kıldı. ABD’nin de 80’li yıllarda yaşadığı gerileme şu noktada kendisini gösterdi: Yabancı ülkelerin ABD’deki doğrudan yatırımları, ABD’nin yurt dışındaki yatırımlarından 2 kat daha yüksekti.

Doğrudan yatırımlara, bankalar ya da devlet kredileri yoluyla yapılan sermaye ihracatı eklenmektedir. Bu noktada ABD, daha 80’li yılların başında dünyanın en büyük kredi vericisi iken (uluslararası kredilerin hemen hemen yüzde 30’u ABD bankalarına aitti), 80’li yılların sonunda vaziyet tamamen değişmişti. Gelinen noktada Japonya bankaları, dünya bankerleri oldular. Bugün dünyanın en büyük 10 bankası, Japon bankalarıdır. Japon bankaları, uluslararası kredilerin yüzde 40’ına hâkimdirler. ABD ise sadece yüzde 15’ine, Japonya, ABD’deki bütün banka mevcudatının yüzde 14’ünü denetlemektedir (Kaliforniya’da hatta yüzde 25’ini).

ABD 80’li yıllarda patlayan devlet borçlarıyla da kendisini yabancı, özellikle Japon alacaklılarına bağımlı kıldı.

ABD devlet istikrazının hemen hemen yüzde 30-40’ını Japon borsacıları satın aldı.

Bu arada Japon bankaları dünyanın büyük finans pazarı olan Londra’yı da fethettiler.

Avrupa kredilerinin yüzde 40’ı Japon bankaları tarafından verilmektedir. Böylelikle, ABD bankalarına, Alman ve İsviçre bankalarına yerlerinin neresi olduğu gösterildi.

Gerçi Almanya, İngiltere’yi geçti. Fransa’ya daha da yaklaştı, ama henüz daha 4. sırada. Uluslararası kredilerde payı yüzde 8’i dahi bulmuyor.

Bugün dünyanın en büyük alacaklı devletleri Japonya ve Almanya iken, ABD borç sahibi bir ulus olmuştur. Bu, güçler dengesinin belirli bir değişiminin açık bir işaretidir.

ABD emperyalizmi, pozisyonunun zayıflamasına Japonya ile işbirliğini güçlendirerek yanıt vermektedir. ABD, Japon sermaye ihracatının yoğunlaştığı başülkedir, nasıl ki ABD’nin de Japonya’daki en büyük yabancı yatırımcısıysa. Japonya’nın ve ABD’nin yüksek teknolojik sanayileri, çok sayıda karşılıklı sermaye ortaklıkları ile birbirlerine bağlandılar. Motorola ve Toshiba arasındaki ortak firmalar; IBM ve Toshiba ya da Ricoh arasındaki General Motors ve dünyanın başta gelen robot üreticisi Fanuc arasındaki veya General Motors ve İsuzu arasındaki, ya da Ford ve Mazda arasındaki vb. birlikler; ulaşılan noktayı göstermektedir. Japonya ve ABD’nin yüksek teknolojilerinin ortaklığını Konrad Seitz, “sona ermekte olan 20. yüzyılın dünya ekonomisinin en önemli gelişmesi” olarak niteliyor.

Böylece Japon emperyalizmi baş rakibiyle birleşiyor ve onunla birlikte Avrupa’ya giriyor, bu arada ama ABD’yi yenme amacından da vazgeçmiyor.

 

JAPON EMPERYALİZMİNİN İLERLEYİŞİ

Şu anda en hızlı gelişen Japon emperyalizmidir; bu esnada ABD ve Almanya’da belirli bir anlamda, yaşlılık takatsizliği gözlenmekte. Ancak ABD ve Almanya’da verimliliği ve pazar paylarını yeniden ele geçirmek ya da tümden kazanmak için hummalı bir şekilde modernleşme üzerinde çalışılmaktadır.

Japonya’da ise güçlü kriz belirtileri görülmektedir. Bütün bu ülkelerin yönetici çevreleri kendi işçi sınıflarını, sermayenin generallerine, Japonya’ya karşı, ABD ya da Almanya’ya karşı yürütülen savaşta kayıtsız şartsız tabi olmaları için durmaksızın baskı altında tutuyorlar.

Bugün muharebeler ağırlıkla ekonomik olarak yürütülmekte. Galiplere, diğer güç merkezlerinin sırtından ekstra kârlar düşüyor ve tekel personellerinin savaşçı ordularına da, rakip yenildiği zaman ganimet primleri sözleri veriliyor.

Japon emperyalizmi avantajlara sahip, çünkü o özel koşullarından ötürü üretici güçlerini şu anda en hızlı geliştirebilir.

Birincisi; uzun vadeli kâr beklentilerini, kısa vadeli kâr beklentilerine tercih edebilme yeteneğidir.

İkincisi; artı değerin daha büyükçe bir kısmını üretime yatırma yeteneğidir.

Üçüncüsü; tüm sanayi ülkelerinin en ileri deneylerini sistematik bir şekilde değerlendirme ve bunları Japonya’da uygulama yeteneğidir (üretime entegre edilmiş kalite kontrolü, eski işbölümlerin kaldırılması vb.)

Dördüncüsü; araştırma, yatırımlar ve üretkenliğin başarı vadeden istikametini tüm toplumu kapsayan bir şekilde ulusal ve uluslararası çapta çok daha güçlü planlama yeteneğidir.

Beşincisi; başka ulusları, özelliklede zamanın galip gücü ABD’yi aşmak için, feodal gelenekleri (Samuray sadakati, hasımlara karşı mücadele ruhu, işyeri klanı için fedakârlık yapma vb.) ulusal bir girişim olarak birleştirme yeteneğidir.

 

ALMANYA

Alman emperyalizmi AT içinde en güçlüsüdür. Onun kalesi ağırlıklı olarak Avrupa’dır. Şimdilik esas olarak Avrupa Birliği’nin yardımıyla ve başta Fransa olmak üzere diğerleriyle birlikler kurma ve tavizler verme yoluna giderek, ABD ve Japonya karşısındaki göreceli zayıflığına çare bulmaktadır. Ama ABD ve Japonya’ya karşı teknolojik olarak (özellikle telekomünikasyon sanayisinde) ve etkin olduğu bölgelerin önemi açısından geride kalmış gözüküyor.

Bu yüzden, Alman emperyalizmi bu açığını kapamaya çalışmaktadır. Dünyada bir numara olmak istiyor. Asya ve Amerika’daki bölgeleri etkisi altına almak için kaba bir şekilde işyerlerini yok ederek ve ücretleri aşağı çekerek ihtiyaç duyduğu muazzam sermayeleri bir araya getirmeye çalışıyor. O esnada bütün ümidini öncelikle Atlantik’ten Ural’a kadar uzanan, birleşmiş, 850 milyon insanı kapsayan ticari alana yöneltiyor. Adım atım AT genişletiliyor.

Ama bu yol sayısız engeller ile dolu. Rusya emperyalist bir ülke olarak çok zayıflamış bir durumda olmasına rağmen, henüz “batı etkisine” karşı savunacağı çıkarları var. Ayrıca hâlâ önemli bir askeri güçtür. Batı Avrupa’da; Almanya, Fransa ve İngiltere arasında keskin bir rekabet sürmektedir. Yanı sıra Amerikan ve Japon sermayesinin etkin varlığı söz konusudur.

Ve Doğu Avrupa’da çeşitli emperyalist güçler egemenlik için çarpışmaktalar. Almanya’nın konumu tartışmasız değildir.

Emperyalist devletlerin güç oranlarının nasıl olduğu, kendilerini hangi birlikler ile ve nasıl güçlendirmeyi denedikleri esas itibarıyla daha yakından araştırmalıdır. Aynı şekilde sermaye ihracının dağılımı ve etki alanlarının nasıl bir seyir izlediği de daha esaslı araştırılmalıdır. Biz burada sadece göreceli tahminlerde bulunabiliriz.

Şu veya bu emperyalizmin diğerlerine göre, belli bir süre için dahi olsa, sahip olduğu avantajlara, diğer emperyalist ülkeler de aynı şekilde sahip olmaya çalışıyorlar. Ama hepsi beraber, kısa veya uzun vadede çeşitli şekillerde ve gelişme derecesinde, tedavisi mümkün olmayan hastalıklarına yakalanmaktadırlar.

 

Almanya Komünist Partisi (KPD)

 

Ekim-Kasım 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑