Geçen sayımızda emperyalist burjuvazinin, işçi sınıfına yönelttiği saldırının bir parçası olarak sendikal örgütlülüğe karşı yürüttüğü cepheden saldırıyı en genel çizgileriyle ele almıştık. Bu yazıda ise, Türkiye’deki sendikal örgütlenmenin karşı karşıya bulunduğu saldırıları ele alacağız, ilk yazıdaki yolu izleyerek, ilk olarak bugün yok edilmek istenen kazanımların, hangi koşullarda ve nasıl elde edildiğini özetlemenin bugünkü durumu anlamaya yardımcı olacağını düşünüyoruz.
Özgünlükleri olsa da Türkiye işçi sınıfının sendikal kazanımlarına yönelen saldırının sermayenin uluslararası saldırısının bir parçası olduğunu ve ortak genel çizgilere sahip olduğunu belirtmeliyiz. Bu bakımdan olabildiği ölçüde ilk yazıda söylenenleri tekrarlamadan, uluslararası sermayeyle doğrudan bağıntılı sendikal hareketi tasfiye etme operasyonunu inceleyeceğiz.
Türkiye işçi sınıfı, dünya proletaryasının dinamik ve mücadeleci bir koludur. Son on yılda ortaya koyduğu eylemlilik düzeyiyle, çeşitli türden gerici akımların “değişti” dediği temel sınıf özelliklerini pratik olarak ortaya koymuştur. Tüm öteki koşullarla birlikte, bu durum, burjuvazinin saldırısının daha sert biçimler almasının nedenidir. Sendikal harekete saldırı, başka şeylerin yanı sıra, şu iki nedenle de çok önemlidir. Birincisi, o, toplumun üye sayısı bakımından en güçlü örgütüne sahiptir. İkincisi, kısmi ve budanmış siyasal özgürlüklerin ana teminatıdır. Bu bakımdan, bu saldırının dar sendikal anlamı dışında derin politik bir anlamı vardır. Bu özellikler bir arada düşünüldüğünde, saldırıların püskürtülmesinin önemi de bir o kadar belirginleşir.
1. SENDİKAL HAKLAR NASIL TANINDI?
Türkiye işçi sınıfı, hiçbir zaman burjuva demokratik anlamda da olsa, gerçek bir sendikal özgürlüğe kavuşamadı. Sendikalaşma ve toplusözleşmeli grev hakkı, sayısızca sınırlayıcı yasa ve fiili siyasal baskı altında sınırlı, budanmış, güdük, “kanun dairesinde” bir hak olarak kaldı. Ama on yıllar boyunca Türkiye’de bu budanmış haliyle de olsa sendikal örgütlenme ve grev hakkı resmen yasaktı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sendika kurma hakkı tanındı. 1963 yılında da grev hakkı yasalaştı.
19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak ve özellikle 1908 Jön Türk Devrimi yıllarında imparatorluğun çeşitli kentlerinde kimi sendikaların kurulduğuna ve azımsanmayacak grev eylemlerine tanık oluyoruz. Kurtuluş Savaşı sürecinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında da birçok sendikal örgüt kuruldu, grevler yaşandı. (Bu dönem, dergimizin geçmiş sayılarında ele alındığı için ayrıca değinmiyoruz. Toplu bilgi için sözü edilen yazılardan derlenerek Evrensel Basım Yayın tarafından yayınlanan “Sendikalar, Kitle Örgütleri ve Kitle Mücadelesi” ve “Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi” adı kitaplara bakılabilir.)
1924 yılından başlayarak İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar uzanan, çoğunlukla sıkıyönetim altında geçen yıllar boyunca, “sınıf esasına dayalı” cemiyetlerin, yani sendika ve başka türden işçi örgütlerinin kurulması yasaktı. Şubat 1923 tarihinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde işçilere sendikalaşma ve grev hakkı tanınmasına atıfta bulunuluyordu. Ancak uygulamada, savaş sonrası ulusal mücadele yıllarında kurulan işçi örgütleri, çeşitli vesilelerle kapatıldı; 1925 tarihli Takrir-i Sükûn kanunuyla ise işçi örgütleri fiilen ortadan kaldırıldı. 1936’ya kadar süren bu fiili yasak, bu tarihte çıkarılan ve grev hakkını yasaklayan iş yasası ve 1938’de “sınıf esasına dayanan cemiyetlerin” yasak altına alınmasıyla resmiyet kazandı.
“Tek Parti” ve “Milli Şef” döneminin ardından, İnönü’nün “Milli Şeflikten” vazgeçtiğini açıkladığı İkinci Dünya Savaşı sonunda, Cemiyetler Kanunu’ndaki “sınıf esasına dayanan cemiyetlerin kurulmasını” yasaklayan hükmün kaldırılmasıyla (10 Haziran 1946) sendika, cemiyet, dernek adlarıyla sayıları yüzü bulan işçi örgütü doğdu. Sendika kurma yasağı kalkmıştı, ama sendikalaşmanın yasal sınırları henüz çizilmemişti. Bu ortamda oluşan işçi örgütlerinin ezici çoğunluğu devlet inisiyatifi dışındaydı, bir bölümü sosyalizme açıktı. Ama daha altı ay geçmeden bu sendikalar, o dönemde kurulan sol eğilimli bazı partilerle birlikte kapatıldı ve örgütleyicileri tutuklandı. Bu arada sendikaların faaliyet biçimlerine ilişkin bir kanun tasarısı hazırlandı, çok kısa bir süre içinde, 20 Şubat 1947’de yasalaştı.
Bu yasaya göre sendikaların toplu sözleşme ve grev hakkı yoktu. Siyasetle uğraşmaları yasaktı ve ülkenin “milli menfaatleri” doğrultusunda çalışmak zorundaydılar. Bu siyaset yasağına karşın iktidar partisi CHP’nin işçi bürosu, sendikaları doğrudan kuruyor, çeşitli biçimlerde yöneticilerini belirliyordu. Aynı “siyaset dışılık” DP iktidarı döneminde de devam etti. Bir yandan, DP hükümeti, sendikalar üzerinde söz sahibi olurken öte yandan ABD’li “sendika uzmanları” Türk sendikacılığına rota belirliyordu. Türk-İş, bu ortak çabanın eseri olarak kuruldu.
İşçilere çokça kısıtlama ile birlikte grev yapma hakkı ise, 1963 yılında tanındı.
1960 Darbesinin ardından oluşturulan 1961 Anayasası, işçilere grev hakkı tanıyor ve bu hakkın çıkarılacak yasalarla düzenlenmesini öngörüyordu. Hazırlanan “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası” tasarısı, 1963’te kesinleşti.
Kalın çizgilerle kronolojisini çıkardığımız bu gelişmelere bakan geniş bir aydın kesimi, işçi haklarının devletin “geniş gönüllülüğünün” bir ürünü olduğunu, bu hakkın “yukardan” verildiğini on yıllar boyu propaganda ettiler. Milli Kurtuluş geleneğine dayanan Kemalist devletin, öteki kapitalist devletlerden farklı olduğunu, ülkeyi uygar dünyanın bir parçası haline getirmek için çalıştığını vb. yineleyerek, görüşlerini genel birtakım tanımların Türkiye devleti için yapılamayacağı noktasına kadar ileri götürdüler. Bu görüşler, kimi sol gruplar üzerinde de etkili oldu. Aynı anlayışla 1960 darbesi “ilerici”, Türk ordusu “yurtsever ve devrimci” görüldü. Tüm bunlar göz önüne alındığında, sendikal hakların tanınış sürecinin incelenmesi önem kazanıyor.
Bizim de yukarıda aktardığımız tarihsel kronolojiye bakılırsa, işçilerin öyle fazla bir zorlaması olmaksızın sendikal hakların tanındığı sonucuna varılabilir. Ancak, Türkiye işçi sınıfının mücadele dinamikleri, Türkiye’nin uluslararası ilişki ve yükümlülükleri incelenirse, bunun sadece yanıltıcı bir görünüş olduğu anlaşılır.
Türkiye egemen sınıflarının, işçilere kimi sendikal haklar tanıyışının gerisinde başlıca iki faktör bulunmaktadır: Uluslararası koşullar ve işçi sınıfının ulusal düzeydeki patlama potansiyeli taşıyan hoşnutsuzluğu.
İÇ FAKTÖRLER: “ONLAR ALMADAN BİZ VERELİM”
Türkiye işçi sınıfı, 1925 yılından başlayarak 20 yıllık bir karanlık dönem yaşadı. Birçok grev girişimi sertçe bastırıldı. İşçiler, örgütlenme hakkından yoksun bırakıldı. Bu dönemde kayda değer bir işçi hareketinden söz etme imkânı da yoktur.
Ama işçiler arasında derin bir kaynaşma hep var olageldi. İşçiler, kötü koşullar altında ve düşük ücretle çalışmak zorundaydı. Sıkıyönetimler, Kürt ayaklanmaları ve savaş yıllarında bir yandan yıldırıcı bir şiddet ortamı öte yandan diz boyu yoksulluk, işçilerdeki hoşnutsuzluk ve arayışın maddi temeliydi. Ancak sınıfın kendini bağımsız bir sınıf olarak ortaya koyamamış olmasının sonucu olarak, tepkisi hep burjuva muhalefetin kanalına aktı. Bu yıllar boyunca ortaya çıkan tüm burjuva muhalefet hareketleri, işçilerden sempati ve destek buldu. İşçilerin örgütsüzlüğü, kendi tepkilerini eylemsel düzeyde açığa vurmalarına imkan tanımasa da, işçiler, her dönem hoşnutsuzluk içinde oldular. Özellikle savaş yılları boyunca, büyük sıkıntılara katlanan işçiler, iktidar partisi CHP’den kopmuştu.
Türkiye tarihindeki toplumsal hareketlerde işçilerin bağımsız bir sınıf olarak, kendi talepleri için mücadele etmemiş olması gibi bir deneyim eksikliği, işçilerin sömürüye karşı aktif bir eylemlilik sürecine girememiş olmasının nedenlerinden biri olmuştur. Tek parti döneminde ortaya çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ve Serbest Fırka’nın geniş işçi kitlelerinde desteklendiği bilinmektedir. Ancak, işçilerin açık eylemlerinin görülmemiş olmasından yola çıkılarak, egemen sınıfların göstermelik hakları tanıyışında işçilerin potansiyel patlama dinamiklerini hesap dışı bıraktıkları söylenemez.
Her ne kadar dışa vurmuş bir işçi hareketi yoksa da, iktidar işçilerdeki bu derin hoşnutsuzluğun farkındaydı. Savaş biter bitmez, işçilerin ve diğer çalışanların sorunlarıyla ilgileneceği öne sürülen Çalışma Bakanlığı kuruldu. “İşçi Sigortaları Kurumu” gündeme getirildi. Ardından da dernekler yasasında değişiklikler yapılarak işçilerin örgütlenmesi imkânı doğdu.
Kuşkusuz, ilerleyen süreçte grev hakkının tanınmasına kadar genişleyen bu haklar, işçilerin dişe diş mücadelesinin bir sonucu olarak verilmemişti. Ama her an patlama potansiyeli taşıyan, iktidar karşısındaki her tür muhalefetin doğal bir unsuru haline gelen işçilerin, ilerde denetlenemez hale gelmesinin önüne geçme düşüncesinin rolü küçümsenemez. Diyebiliriz ki, uluslararası koşulların etkisiyle birlikte, işçilerin tepkilerinin düzen dışına taşmasının önlenmesi kaygısı da göstermelik hakların tanınmasında önemli bir rol oynamıştır.
Sınıf esasına dayalı dernek kurma önündeki yasakların kaldırılmasının ardından bir anda kurulan çeşitli işçi örgütleri, söylediklerimizi haklı çıkarmaktadır. Yasalarda, sendika kurmaya imkân tanıyan bir boşluk belirir belirmez, grev ve toplu sözleşme hakkının olmamasına bakmaksızın geniş bir işçi kitlesini kucaklayan onlarca sendika kuruldu. Ama daha altı ay geçmeden önemli sendikal örgütler, sıkıyönetimce kapatıldı, yöneticileri “komünistlikle” suçlanarak tutuklandı. Ardından, sendikaların devlet çizgisinde ve bir bakıma “resmi” örgütler olarak kontrol altında tutulabilmesi için, yukardan, dikkatli bir örgütleme faaliyetine girişildi. Sendikaların CHP eliyle örgütlenmesi ve kimi yerlerde işçilerin adeta sendika üyeliğine zorlanması işçilerde belirli bir soğukluk yarattıysa da, sendikalara işçi akışı durmadı. Bu, işçilerin tepkilerinin bir ifadesiydi. Sendikalaşma konusundaki düzenlemelerin yasalaştığı 1947 Şubatı’nı takip eden bir yılda 52 bin işçi sendikaya girdi. 1954 yılında iş kanununa tabi 555 bin işçiden 206 bini sendikalaşmıştı. Kuşkusuz, hükümetin sendikalaşmayı teşvik ettiği söylenebilir. Ama gerek CHP gerekse de DP döneminde, sendikalar sürekli baskılarla karşılaşmış, miting yapmaları bile yasaklanmış, “grev hakkı” isteyenler hainlikle suçlanmıştır. Devletin sürekli baskısı ve sendikalar üzerindeki hükümet gölgesi, olsa olsa işçiyi sendikalardan uzaklaştırıcı bir rol oynayabilir. Ayrıca, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir dönemde, patronlar sendikalaşmayı işten atmayla cezalandırıyorlardı. İşçiler yılların birikmiş öfkesini akıtacak kanal arıyorlardı. Devlet ise göstermelik haklarla işçiyi düzen sınırlarına hapsetmek çabasındaydı.
Uyguladıkları politikalar ve yaptıkları açıklamalar da, egemen sınıfların kısmi ve göstermelik sendikal hakları tanırken, işçilerin öfkesini yatıştırmayı, ilerde denetimden çıkmış bir hareketin doğması ihtimalini göz önünde bulundurduklarını ortaya koyuyor. 1946 Haziranı’nda “sınıf esasına dayanan cemiyet kurma yasağı”nın kaldırılmasının yarattığı boşluktan faydalanarak kurulan sendikalara düzen içinde güdük bir rolle işlev kazandırmak için büyük bir telaşla hazırlanan kanun tasarısı meclise sunulurken, Başbakan Recep Peker şunları söylüyordu: “Milli telakkilere aykırı zihniyetlerin tesiri altında tutulmak istenen işçi meslek teşekküllerini, işçilerimizin yurtsever duygularına ve milli ruha uygun esaslar üzerinde kurmayı temin etmek için bir milli sendikalar kanunu tasarısı hazırladık ve Meclise sunduk. (Aktaran Kemal Sülker, Türkiye Sendikacılık Tarihi-1, Bilim Kitabevi Yay., Ocak 1987, sf. 52)
Mecliste yapılan şu konuşmada, andığımız kaygı daha belirgindir: “İşçilerimiz ve işverenlerimizin münasebetlerini düzenlemezsek böyle dış cereyanlara imkan vermiş ve harici tesirlerle birçok tehlikelerin doğmasına zemin hazırlamış olacağız.“ (Aktaran Kemal Sülker, Türkiye Sendikacılık Tarihi-1, Bilim Kitabevi Yay. Ocak 1987, sf. 56)
Burada “baba devlet” imajına çok önem veren Kemalist geleneğin belirgin bir özelliğiyle de karşı karşıyayız. Kemalistler, yığın inisiyatifini dışlayan bir çizgi izlerken, yığınlara kendilerinin devlet katında gözetildiği izlenimini yaratmaya büyük önem vermişlerdir. Devlet halkını düşünür ama o isterse verir! Bugün de geçerli olan bu yanılsatma yöntemi, çok belirgin bir tehdit de içermektedir. Her zaman gerici ve despotik olan bir devletin durup durduk yerde birtakım haklar tanıyacağını ancak aptallar ya da devletin bilinçli savunucuları iddia edebilir.
Kaldı ki, “hak verdim” denildiği noktada da gerçekte olan şey, içi boşaltılmış, ek maddelerle kullanılamaz kılınmış göstermelik bir haktır. Ancak emekçiler fiili mücadelelerle bu çerçeveyi parçaladıkları durumda ve çoğunlukla da yasalara rağmen gerçek bir hak kazanımı söz konusu olabilmiştir. Daha yakın bir dönemden örnekleyecek olursak, 1982 Anayasası, grev hakkını öylesine budamıştı ki, birçok sendika uzmanı ve sendikacı bu yasalarla greve çıkılamayacağını iddia etti. Ama 1984 yılından başlayarak işçiler, greve çıkarken mevcut hukuki durumu aşan bir fiili hak kullanımını gerçekleştirdiler. Kâğıt üzerindeki yasaların işlevsizleştiği noktada, yasalar da bu duruma uygun olarak yorumlanır oldu.
İşçilere sendikalaşma ve grev hakkı da, ilerde yaşanabilecek “tatsız” olaylara sebebiyet vermemek üzere, elbette ki ilerde açıklayacağımız başka etkenlerin de etkisiyle tanınmıştır. 1963 yılında işçilere grev hakkı tanıyan tasarı mecliste görüşülürken, o zamanki Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, muhalifleri tasarıya ikna etmek için bakın neler söylüyordu:
“Batı demokrasilerinin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir… Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın Türk işçisine tanımak suretiyle toplum ve tarihe büyük bir hizmette bulunmuş olacağız… Batı ülkelerinde, tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir… Bizde önce kanun gelecek, tatbikat arkadan gelecektir.” (Aktaran Alpaslan Işıklı, On birinci Tez Kitap dizisi, sayı:5, sf.21)
Anlaşılıyor ki, Batının tecrübeleri iyi özümsenmiş. Ama Türkiye burjuvazisinin Batının başka tecrübelerini özümsediğinden de kuşku duyulmamak. Batı burjuvazisinin tarihinde, sosyalist propagandanın etkisini kırmak ve düzene bağlanmalarını sağlamak için işçilere çeşitli tavizler verilişinin örnekleri de vardır. Bunun en canlı örneği, Bismarck Almanyası’ndaki “Sosyalistlere Karşı Yasa” dönemidir. Hızla kitleselleşen sosyalist harekete karşı en sert siyasal tedbirler alan Bismarck, öte yandan işçiler için sağlık ve kaza sigortası kurdu, işçilere emeklilik hakkı verdi. Bu haklar, işçilerin sosyalistleri desteklemesini engellemek için verilmişti.
Tartışılan konuya çok daha uygun bir örnekse Rusya’dan. Çarlık, işçiler içindeki içten içe kaynaşma ve hareketlenmenin denetim altında tutulması amacıyla ajanı Zubatov’a bir işçi sendikası kurdurtmuştu.
Kısacası, egemen sınıflar, “ilerici” niteliklerinden ötürü işçilere haklar tanımış değillerdir; ne 1946’da, ne 1960’ta, ne de daha sonra. Hak tanıma adı altında yapılan, yığınların sistem dışına taşma ihtimaline karşı girişilmiş bir operasyondur. Türkiye’de sendikal hak tanımanın temel faktörlerinden biridir bu. Ama tek olmadığı gibi, esas etken de değildir; esas etken iç etkenlerle yakından ilişkili de olsa uluslararası koşullardır.
İLERİ KARAKOLA BİRAZ DEMOKRASİ
Dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sınırları çok kesin olarak çizilmiş iki karşıt kampa bölünmüş olarak çıktı. Birinci Savaş, Dünyanın altıda birinin kapitalist dünyadan kopuşuyla sonuçlanmıştı. Ama SSCB geniş bir coğrafi alana yayılsa da emperyalist kuşatma altındaki tek bir sosyalist ülkeydi. İkinci Savaş’tan sonra ise SSCB’nin yanı sıra halk demokrasisiyle yönetilen bir dizi ülkeden oluşan bir sosyalist kamp vardı artık. Yine birinci savaşın sonundan farklı olarak emperyalist sistem içindeki güç ilişkileri de köklü bir değişiklik geçirmişti. Mağlup ve galip emperyalistler toplamı içinden ABD, emperyalist dünyanın yegâne patronuydu. Bu durumda ABD’nin, biri temel olmak üzere ikili bir “görevi” vardı. Daha geniş bir alana yayılmış ve bir ülkeler topluluğu olarak dünya işçileri için bir umut meşalesi işlevi gören sosyalist sistemi geriletmek, önüne set çekmek ve buna bağlı olarak azımsanmayacak bir sosyalist etki altındaki işçi sınıfının var olduğu SSCB ve öteki sosyalist ülkelere “komşu” Avrupalı müttefiklerine yardımcı olmak. Gerçekten de savaşı kendi topraklarında yaşamış Batı Avrupa’nın emperyalist devletleri, hem harap olmuş ekonomilerini yeniden düzenlemek hem de sosyalizme derin bir sempati besleyen hareketli işçi sınıfını sosyalizmden soğutmak gibi ağır sorunlarla yüz yüzeydi.
ABD merkezli emperyalist strateji, kapitalist ekonomilerin onarılması, işçi hareketlerinin tavizlerle yatıştırılması, Batının siyasal sisteminin “üstünlüğünün” propagandası ve SSCB’nin ve öteki sosyalist devletlerin her bakımdan ablukaya alınması gibi unsurlar içeriyordu. Truman Doktrini ve Marshall Planı, bu stratejinin bir parçası olarak yürürlüğe sokuldu. Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamına alınan Türkiye’ye, bu strateji kapsamında önemli bir rol düşüyordu. Türkiye, hem Avrupa’yla hem de SSCB’yle ortak sınırlara sahipti, Karadeniz’e açılan boğazlar Türkiye’nin denetimindeydi, batı değerlerini benimseyen “ılımlı” bir İslam ülkesi olarak Ön Asya’daki diğer Müslüman devletlerle ilişki kurmanın dayanağı olabilirdi. Geçmişte SSCB’yle iyi bir komşuluk ilişkisi bulunan Türkiye, giderek Batıya bağlanmıştı ve artık ABD eksenli bir politikaya girmeye oldukça hevesliydi ve yeterince antidemokratik bir geleneğe sahipti. Başını fazla ağrıtabilecek iç sorunları yoktu… Bu ve benzeri “jeopolitik” ve “jeo-stratejik” özellikler, Türkiye’yi Marshall Planı kapsamına ve NATO’ya alınan tek Asya ülkesi konumuna getirmişti. Türkiye, ABD bakımından, SSCB’yi güneyden çevirecek “yeşil kuşak”ın esas dayanağı olmalıydı.
Böylece Türkiye, ABD’nin yakın denetimi altında her bakımdan yeni bir yapılanma sürecine girdi. Türkiye, oluşturulacak anti-Sovyet bölgesel kampların esas halkası olarak “ılımlı” bir İslami çizgi izlemeliydi. SSCB’ye karşı sağlam bir saldırı üssü olabilmek için askeri olarak tahkim edilmeliydi. Ama öte yandan “hür dünyanın” Asyalı bir ortağı olarak, vitrinine demokrasi cilası sürülmeliydi. Çünkü hür dünya, “demir perde” ülkelerinin aksine çok partili, demokratik, işçi haklarına saygılı bir sisteme sahipti! Bu kalemden olmak üzere Amerikan modeline uygun birçok partili rejime geçilirken, batı demokrasisinin vazgeçilmez kurumu sayılan sendikaların da bu görüntüyü zenginleştirmesi icap ediyordu. Tamamen antidemokratik bir yapıya kabaca uydurulan bu batıcıl kurumlar, sahte ve göstermelikti. Türkiye’nin çok partili döneme geçişinin ve göstermelik sendika hakkının tanınmasının gerisinde, esas olarak Türkiye’nin emperyalist sistem içinde yükümlendirildiği bu rol yatmaktadır.
Düzenlemenin gerçek sendikal hakları kapsadığını varsaysak bile, bu kazanımı işçi sınıfının hanesine yazmalıyız. Çünkü Batı demokrasileri, sendikal hakları, öyle isteyerek sistemlerinin başköşesine oturtmadılar; yasalaşan her hakkın her satırında onlarca ve yüzlerce işçinin kanı vardır. Yanı sıra, sosyalizmden duyulan korkunun bu hakkın meşrulaştırılmasında rolü varsa -ki vardır- sosyalizm de işçi sınıfının dünya çapındaki bir kazanımıdır.
Ama gerçekte, tanındığı yüksek sesle ilan edilen sendikal haklar, tanındıkları şekliyle kullanılamaz haldeydi. Tamamen göstermelikti. Tüm sendikal düzenlemeler emperyalistlerin istekleri yönünde yapılmıştı ve işçi sendikalarının attığı her adım, emperyalist devletlerin “sendika uzmanlarınca yönlendiriliyordu. 1947 tarihli sendikalar yasası bizzat İngiliz ” uzmanlar”ın tavsiyeleri doğrultusunda oluşturulmuştu. İşçi hareketinin tepesine kondurulan Türk-İş ise, Amerikan sendikacılığının en gerici haliyle adaptasyonundan başka bir şey değildi. Emperyalistler, Türkiye işçi sınıfını Türk-İş eliyle düzene zincirlemek için maddi-teknik ve ideolojik tüm imkânlarını seferber ettiler. ABD elçiliği, AID ve ICFTU, AFL-CIO temsilcileri kanalıyla ABD, Türk sendikacılığını direkt olarak yönlendirmiştir. Sayısızca sendikacı “eğitim amacıyla” Amerika’ya götürüldü. 1961–71 yılları arasında “Amerika inceleme gezilerine katılan sendikacı sayısı 600’dür. Yalnızca AİD’in Türk-İş’e aktardığı “mali yardım”, Türk-İş’in on yıl boyunca topladığı aidata eştir. (Alpaslan Işıklı, Sendikacılık ve Siyaset, İmge Yay. 1990, 4. Baskı, sf. 327)
ABD’nin dış politikasına uygun olarak şekillendirilen Türk sendikacılığı, bu özelliğiyle Türkiye işçi sınıfı açısından bir kazanım olarak da sayılamaz. Burjuvazinin çeşitli planları doğrultusunda çıkarılmış yasalar, ilk halleriyle bir kazanım niteliği taşımazlar. Şurası önemlidir ki, sınıfın eylemiyle yırtıp genişleteceği bir boşluk doğururlar. Zaten işçiler yığın halinde sendikalaştıkça, dalga dalga eyleme geçtikçe, fiili durum çoğunlukla, yasal durumun dışına taşar. Kazanımlar da esas olarak yasal zeminde değil fiili zeminde anlam kazanır. Sınıf mücadelesi, karşıt sınıfların karşılıklı olarak birbirlerini ittikleri hareketli bir zemindir. Bazen yasalarda tanınan haklar, dezavantajlı koşullarda fiilen kullanılamaz (1925’ten ’36’ya kadarki dönem), bazen de yasalarda tanınmayan haklar fiilen ve kimi zaman sınırsızca kullanılabilir (1990–91 kışında Zonguldak Direnişi’nde olduğu gibi).
Sonuç olarak saydığımız başlıca iki faktörün etkisiyle göstermelik haklar tanıyan egemen sınıflar, bu hakların kullanılmasını engelleyen eklerle bu hakları budamış olmalarına karşın, işçiler fiili eyleme girdikçe bu haklar gerçeklik kazanmıştır. Sınıfın fiili mücadelesiyle genişleyen kazanımların yine sınıf tarafından korunup geliştirilebileceği gerçeği, günümüz sendikasızlaştırma operasyonu karşısında alınması gereken tutuma da ışık tutmaktadır. Burjuvazi, hak bahşetmez; bir hak girilen mevzilerde korunduğu ölçüde vardır.
Bir hak, bazen girilen sert bir çatışmayla koparılıp alınabilir; bazen de uzun ve sancılı bir süreçte, parça parça ve bazen bahşedilmiş görüntüsü de kazanarak elde edilebilir. Her ikisi de kazanımdır ve kazanımın hangi tarzda gerçekleşeceği çarpışan sınıflar arasındaki güç ilişkilerince belirlenir. Ama birincisinde, hakkın kullanım alanı başından itibaren geniştir. İkincisinde ise, hakkın yerleşmesi başka bir dizi mücadeleye bağlıdır. Türkiye işçi sınıfı, sendikal taleplerinin yazılı hukuka girmesi sürecinden daha çok, bu taleplerin gerçekten kullanılabilir hale gelmesi, genişletilmesi ve korunması mücadelesinde belirleyici olmuştur. Bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki, demokrasinin bayrağı işçi sınıfının elindedir. Kazanımları koruyacak ve gerçek siyasal özgürlüğü sağlayacak mücadelenin odağında işçi sınıfı vardı.
2. YENİ PLAN: SENDİKASIZLAŞTIRMA
1. bölümde anlatılanlar, işçi sınıfının bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan sendikaların nasıl kurulduklarını açıklarken Türkiye burjuvazisi açısından doğan garip çelişkiyi de sergiliyor: Devlet eliyle örgütlenen sendikalar, şimdi devlet eliyle yok edilmek isteniyor. CHP, 1947’den iktidardan düştüğü 1950 yılına kadar “işçi büroları” eliyle sendika örgütledi. Yerine geçen DP, bayrağı devraldı. Devletin belirlediği çerçevede, katışıksız bir Amerikan sarılığıyla örgütlenen sendikalar, emperyalist sistem içindeki rolün bir gereği olarak kuruldu. Hiçbir zaman bağımsız politikası bulunmayan burjuvazi, şimdi yine emperyalist planların bir parçası olarak sendikaları yok etme operasyonuna girişiyor. Sendika yönetimlerini kendine bağlama operasyonu değil bu -ki zaten ezici çoğunlukla düzene bağlılar-, kurum olarak sendikalar hedefe konmuş durumda. Yeni Dünya Düzeni sendika istemiyor; bu düzenin taşeronu ise (taşeronun kârı, daima patrondan azdır) hiç istemiyor.
Emperyalist sistemin güncel stratejileri bakımından sendikaların vazgeçilebilir kurumlar olduğunu, dergimizin bir önceki sayısında yayınlanan yazıda ele almıştık. Şimdi bunlara değinmeden, Türkiye özelinde sendikalardan vazgeçme noktasına nasıl gelindiğini kısaca görelim.
İDEOLOJİK ÇERÇEVE: ÖZALİZM VE İŞÇİ DÜŞMANLIĞI
Temel üretici toplumsal sınıf olarak işçilerin “asalaklığının” ve sendikaların gereksizliğinin ortaya konulması görevi, esas olarak Özal’a düştü. Özal, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği ve “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan akıma göbekten bağlıydı. Sermayenin has temsilcisiydi ve önerdiği politikalar, emperyalist burjuvazinin iktisadi ve politik çizgisinin yeniden üretimi üzerinde yükseliyordu. Bu politika, doğallıkla, sermayenin genel yönelimine uygundu. ABD’nin yakın desteğiyle, dikte edilen politikaları uygulamak üzere hükümet koltuğuna oturan ve hükümette kesintisiz ve uzun yıllar boyu kalmayı başaran Özal’ın herkesçe bilinen politikalarının işçi sınıfına dönük yüzünde, örtüsüz bir işçi düşmanlığı vardı. Kuşkusuz aynı sermaye sınıfına dayanan burjuva politik fraksiyonların tümü işçi düşmanıydı. Fakat bunlar, o güne kadar, bir yandan işçilerin dizginsiz sömürü ve hak yoksunluğuna boyun eğdirilmesi için çalışırlarken, sırnaşık bir popülizmle hayatı işçilerin yarattığını, çalışkan ve fedakâr işçilerin saygın bir kesim olduğunu vb. tekrarlıyor, sendikaların da vazgeçilmez demokratik kurumlar olduğunu ilan ediyorlardı. Özal’ın başlattığı, bir sınıf olarak işçilerin, o güne kadar methiyeler dizilen sınıf olmaktan çıkarılıp, “tembel”, “asalak”, “düşkün” bir sınıf olarak hedefe çıkarılması oldu. Bu, her zaman bu tarz bir açıklıkla yapılmasa da, eski retorik değişmişti artık. O güne kadar, sistemin; politik partileri, basını, televizyonu aracılığıyla, kendi özüne ters olsa da, öne çıkardığı çalışkanlık, dürüstlük, toplumu düşünme, yardımlaşma, ortaklık gibi kavramlar, yine bu dönemin ürünü bir ifadeyle “aut” sayıldı, literatür dışı edildi. Bunun yerine, bireycilik, bana-necilik, köşe-dönücülük, gemisini-yürütencilik… Ve daha bir dizi kavram saygın hale geldi. Bu kavramlar sistemin çürümüş ilişkilerinin yansıyışı olmakla birlikte, o güne kadar, hep dibe itilmişlerdi. Artık bunlar açık bir meşruiyet kazanıyordu. Böyle bir durumda, sabah akşam çalışan işçinin “kerizden” sayılması işten bile değildi. Eskiden gizlenen rüşvetler, mafya devlet ilişkileri, sakınımsız bir ilişki haline geldi. Tüm siyasal partiler bu duruma hızla ayak uydurdu; en temel işlevleri sermayedarların iş takipçiliği oldu.
Bu düşüncelerin sadece sermaye nezdinde değil, geniş ara tabakalarca da benimsenmesinin toplumsal ve politik nedenleri vardı. 12 Eylül, toplumu ağır bir siyasal gericiliğe mahkûm etmişti, devrimci siyasal yapılar yok edilmiş, işçilerin sendikal faaliyetleri engellenmişti. Büyük bir toplumsal çürüme hâkim yaşanıyordu. Bu elverişli ortamda boy veren sahte “liberalizm”in hedefinde işçiler vardı. Onlar “mutlu bir azınlık”tı. Zam talepleri, “çöpçü bile…” tepkisiyle karşılanıyordu. Sendikalar ise, liberal ekonomik düzenin işleyişinin engeliydi!
Tüm bunlar, Yeni Dünya Düzeni’nin politikalarının uygulanmasını kolaylaştırıcı bir “iç dinamik” olarak işlev kazandı. Kuşkusuz mücadele esas olarak politik alanda cereyan edecekti ama ideolojik saldırı, işçilerin toplumsal yalnızlığa itilmeleri için zorunluydu. Bugün burjuvazi, tüm imkânlarıyla işçileri düşman göstermeye çalışıyor. KİT’lerin zararından, enflasyona, işsizliğe kadar bir dizi sorunun müsebbibi olarak işçiler gösteriliyor.
Tüm bunlar, uluslararası sermayenin genel saldırısının bir parçası olarak işçileri en vahşi koşullarda sömürmek ve sömürüye karşı mücadelelerinde önemli bir dayanak olan sendikalardan yoksun bırakmak için yapılıyor.
SENDİKALAR GÜÇ KAYBEDİYOR
Bugün gelinen noktada, burjuvazinin işçi sınıfının mücadelesini başaramayacağının ve temel örgütleri sendikaları ortadan kaldıramayacağının güvencesi niteliğinde önemli bir eylemlilik düzeyi var olmakla birlikte, burjuvazinin önemli başarılar elde ettiği de gözlenebiliyor. Burjuvazi, toplumun ara tabakalarını işçi sınıfı aleyhine kazanmak için önemli adımlar atmıştır. Sendikasızlaştırmaya büyük bir hız kazandıracak olan özelleştirme, sürece yayılmış bir şekilde uygulamaya sokulmuştur. Sendikalı işçi sayısındaki düşüş ise, uyarıcı bir işaret olması kakımından üzerinde durmayı hak ediyor.
Son yıllarda, sendikalı işçi 5ayısında önemli oranda azalma vardır. Fakat resmi rakamların gerçeği yansıtmıyor oluşu, bu konuda farklı ve çelişik açıklamalara yol açmaktadır.
GERÇEĞİ YANSITMAYAN SENDİKALAŞMA ORANI
Çalışma Bakanlığı’nın sendika sayısını yüksek göstermesi, başta sendikalara bir taviz gibi görünse de, gerçekte, hükümete, sendikalara karşı şantaj yapma olanağı tanımaktadır. Örneğin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Temmuz 1994’de açıkladığı rakamlara göre toplam işçi sayısı 3.815.212, sendikalı işçi sayısı 2.644.417 ve sendikalaşma oranı % 69,31’dir. (Resmi Gazete, 17 Temmuz 1994-sayı: 21993)
Bu rakamların gerçek durumla bir ilgisi yoktur. Bu bakımdan hesaplama yöntemi üzerinde durmamız gerekiyor.
Yürürlükteki uygulamaya göre, yapılan yeni kayıtlar Bakanlık istatistiklerinde gözükürken, ölüm, işten ayrılma, iş değiştirme, emeklilik gibi nedenlerle üyelikleri düşenler istatistiklerde sendikalı gözükmektedir. Bunların resmi rakamlardan düşürülmesi için, bu kişilerin noter kanalıyla istifa etmeleri gerekmektedir. Bu da gerçekleşmediği için sendikalı işçi sayısı olduğundan 2–3 kat fazla gözükmektedir. Gerçekte fazla gözüken sadece sendikalı işçi sayısı değildir; toplam SSK’lı işçi sayısı da şişirmedir. Bakanlık, gerçek olmayan toplam işçi sayısı üzerinden bir baraj belirlemekte, sendikalar da şişirilmiş sendikalı sayısıyla bu % 10’luk işkolu barajını aşmaktadırlar.
DİSK-AR, yaptığı bir araştırmada (DİSK-AR, Temmuz 1993, Sayı: 10 .) kapanmış çokça işyerinin faaliyette gözüktüğünü, bir kısmı bu kapanmış işyerlerinde, bir kısmı da gerçek işyerlerinde çalışıyor gözüken çok sayıda hayali işçi bulunduğunu ortaya koymuştur. Andığımız araştırmada Bakanlığın Ocak 1993 rakamları baz alınarak şu sonuca varılmıştır: Bakanlık istatistiklerine göre toplam sigortalı işçi sayısı 3.683.426, sendikalı işçi sayısı 2.341.979 ve sendikalaşma oranı % 63,58’dir. DİSK-AR’ın hesaplamasına göre ise; 1 milyonu sigortasız ve 1 milyonu geçici-mevsimlik olmak üzere işçi statüsündeki toplam çalışan sayısı 5,5 milyon, TİS’ten yararlanan işçi sayısı 1,6 milyon ve sendikalaşma oranı ise % 29’dur.
Buradan şu sonuçlar çıkarılabilir: Bakanlık istatistiklerinde toplam işçi sayısı olduğundan fazla gözüktüğü için, resmi olarak % 10 olan işkolu yetki barajı fiilen daha yukarılara çıkıyor. Sendikalar ise, bu barajı ancak şişirme üye sayısıyla aşabiliyorlar, kimi durumda ise yetki alamıyorlar. Bu durumda hükümet ise iki türlü bir avantaj sağlıyor: Bir yandan, kimi Avrupa ülkelerinden çok daha yüksek bir sendikalaşma oranı açıklama, öte yandan sendikaları “ayağınızı denk alın, yetkinizi düşürürüm” tehdidini savurma imkânı.
Şimdi bu şişirme rakamları bir yana bırakarak, tahmini de olsa gerçeğe yakın rakamlar üzerinden sendikalaşma oranının yıllara göre nasıl bir seyir izlediğini görelim.
SENDİKALAŞMA ORANI 1988’DEN BAŞLAYARAK DÜŞÜYOR
1948’de 52.000 olan sendikaların üye sayıları 1962 yılına kadar düzenli olarak artmıştır. 1962 tarihinde sendikaların üye sayısı 307 000’dir. (Yıldırım Koç, İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketinin Güncel Sorunları, Ataol Yay. 1991, Birinci Baskı, Sf. 24) Bu dönemde sendikaların üye sayılarını şişirmeleri için herhangi bir neden bulunmadığından rakamlar doğru kabul edilebilir.
1963–1994 dönemini ise, Petrol-İş 1993–94 Yıllığı ayrıntılı olarak incelemiştir. Aşağıya aldığımız tablo ve grafik, Bakanlığın rakamları sağlıklı olmadığından, sendikalı işçi sayısına karşılık gelen TİS kapsamı işçi sayıları esas alınarak hazırlanmıştır. Tablo, iki seçeneklidir. İlk seçenek, “işveren” ve “kendi hesabına çalışanlar” dışında istihdamda bulunan nüfusu esas alarak sendikalı işçi sayısını buna oranlamıştır. İkinci seçenek ise, sendikalıların ücretlilere oranını göstermektedir. Grafikte ise 1963–94 yılları arasında sendika üyesi işçi sayıları hareketi gösterilmektedir.
TİS KAPSAMI İŞÇİ SAYILARINA GÖRE SENDİKALI
İŞÇİ SAYILARI VE SENDİKALAŞMA ORANLARI – Tablo-1
Nüfus Sayımlarına Göre
Yıllar TİS’lere göre İşveren ve kendi Sendikalaşma Tahmini Sendikalaşma
Sendikalı hesabına dışında % oranı ücretli % oranı
İşçi sayısı istihdam sayıları
1963 446092 8609061 5,2 2741795 16,3
1964 489355 9062170 5,4 2886100 17,0
1965 535904 9539000 5,6 3038000 17,6
1966 591260 9825170 6,0 3129140 18,9
1967 645096 10119925 6,4 3223014 20,0
1968 707485 10423523 6,8 3319705 21,3
1969 766952 10736229 7,1 3419296 22,4
1970 819373 10978000 7,5 4173000 19,6
1971 858809 11285384 7,6 4298190 20,0
1972 889433 11601375 7,7 4427136 20,1
1973 910071 11926213 7,6 4559950 20,0
1974 925133 12260147 7,5 4696748 19,7
1975 930336 12515000 7,4 5387000 17,3
1976 924124 12825372 7,2 5537836 16,7
1977 911152 13143441 6,9 5692895 16,0
1978 918477 13469399 6,8 5852296 15,7
1979 966790 13803440 7,0 6016161 16,1
1980 1049250 14068000 7,5 6162000 17,0
1981 1128465 14394378 7,8 6316050 17,9
1982 1188749 14728327 8,1 6473951 18,4
1983 1247275 15070240 8,3 6635800 18,8
1984 1328668 15419649 8,6 9801695 19,5
1985 1419584 15702000 9,0 6978000 20,3
1986 1482101 16135375 9,2 7138494 20,8
1987 1500779 16580712 9,1 7302679 20,6
1988 1489867 17038339 8,7 7470641 19,9
1989 1479911 17508597 8,5 7642466 19,4
1990 1465651 17865000 8,2 8991000 16,3
1991 1436064 18358074 7,8 9242748 15,5
1992 1368016 18864757 7,3 6501545 14,4
1993 1276522 19385424 6,6 9767588 13,1
1994 1161304 19920462 5,8 10041081 11,6
SENDİKA ÜYESİ İŞÇİ SAYILARI
(Kamu ve Özel Sektör)
Kamu Özel Toplam
1963 347961 98131 446092
1964 338221 151134 489355
1965 333477 202429 535904
1966 340950 250319 591260
1967 365917 279209 645096
1968 403625 303927 707485
1969 444373 322690 766952
1970 483427 336089 819373
1971 512110 346844 858809
1972 527704 361845 889433
1973 527801 382344 910071
1974 523571 401598 925133
1975 524870 405480 930336
1976 539265 384863 924124
1977 565108 346045 911152
1978 604711 313765 918477
1979 656233 310557 966790
1980 708141 341109 1049250
1981 742066 386399 1128465
1982 757269 431480 1188749
1983 774777 472498 1247275
1984 811739 513929 1328668
1985 861486 558098 1419584
1986 897717 584384 1482101
1987 912638 588141 1500779
1988 910379 579488 1489867
1989 910120 569791 1479911
1990 907415 558236 1465651
1991 902891 533172 1436064
1992 882868 485148 1368016
1993 855242 421280 1276522
1994 807893 353411 1161304
Tablo ve grafik pek çok yönden incelenebilir. Ancak konumuzla sınırlı konuşursak kısaca şunları söyleyebiliriz: Grafikten de rahatlıkla gözetlenebileceği gibi, 1987 yılına kadar, sendikalı işçi sayısı küçük istikrarsızlıklar gösterse de genel olarak yükselmiş. 1987’de 1,5 milyondan fazla olan sendikalı işçi sayısı 1994 yılına kadar sürekli düşmüş. Özellikle 1990 yılından bu tarafa ise, keskin bir iniş gözleniyor. 1987 ile 1994 yılı arasındaki 7 yılda 340 binlik bir sendika üyesi kaybı söz konusu iken son üç yıldaki kayıp 275 bine yakın. Buradan hareketle, bu düşüşün esas nedeninin sendikasızlaştırma politikaları olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Tablo ve grafikte göze çarpan bir olgu da, 1980 darbesinin ardından sendikalı işçi sayısında düşüş olmamasıdır. Bu dönemde sendikal bir faaliyet söz konusu olmadığı için sendikalı işçi sayısının bir anlamı yoktur. Faaliyetleri durdurulan DİSK ve kimi bağımsız sendikaların üyeleri Türk-İş’e üye olmak zorunda bırakılmıştır.
Bir diğer dikkat çekici nokta ise şudur: Sendikalı işçi sayısının en yüksek olduğu dönemde bile (1987) sendikalaşma oranı oldukça düşüktür. İşveren ve kendi hesabına çalışan kategorisi dışındaki 16,58 milyonluk aktif nüfusun ancak % 9,1’i sendikalıdır. Sendikalı sayısı ücretliler toplamına oranlandığında ise ücretlilerin ancak 20,6’sı sendikalıdır. Bu rakama memur sendikaları üye rakamları dâhil değildir. TİS hakkından henüz yararlanamamakla birlikte üye sayıları 500 bini bulan memur sendikalarının da etkin bir güç olduğunu unutmamak gerekir. Yalnızca işçi statüsünde çalışan ücretlileri esas alsak bile (işçi sayısını 5,5 milyon kabul edersek) işçilerin ancak % 28’inden daha azının sendikalı olduğunu görürüz. Avrupa ülkelerine kıyasla bunun çok düşük bir oran olduğu söylenebilir. Fakat yine de, sağlam bir sendikal örgütlülük koşullarında, bunun çok önemli bir dinamik güç olduğu unutulmamalıdır. Ne var ki, geçtiğimiz 1994 yılı rakamları sendikalı işçi sayısının çok aşağılara düştüğünü gösteriyor. 1994 yılı rakamlarına göre sendikalı işçi sayısı 1.161.304’tür. Başka bir söyleyişle toplam ücretlilerin ancak 11,6’sı, işçilerin ise ancak % 20’si sendikalıdır. Bu sendikaların kitlesel gücü bakımından çok ciddi bir tehdittir. Kaynağında sermaye sınıfı ve devletin sendikaları çökertme planı vardır.
SENDİKASIZLAŞTIRMANIN YOLU ÇOK!
Sendikasızlaştırma çok yönlü bir saldırıdır. İdeolojik saldırıdan, patronların sendikalaşmayı kırmaya yönelik tenkisat ve tehditlerine, devletin sendikaların hareket alanını daraltan düzenlemelerinden, fiili ve yer yer açık şiddete varan saldırılarından sendika üst yönetimlerinin sendikasızlaştırıcı etkilerine kadar bir dizi etken sayılabilir. Birbiriyle doğrudan ilişkili bu etkenlerin en önemlilerini, konuya açıklık getirebilmek için, maddeleştirelim.
a) Siyasal saldırılar
Türkiye’nin bütün tarihi boyunca gerçek bir sendikal özgürlük ortamının oluşmamış olması, daha başından sendikalaşmayı zorlaştıran ve bir dizi tehlikeyi göze almayı gerektiren bir durumdur.
Güçlü bir antidemokratik yönetim geleneğine sahip egemen sınıflar, emekçilerin taleplerini karşılama imkânlarından yoksundurlar ve işçi sınıfının kendi talepleri doğrultusunda her ileri çıkışını dizginsiz bir şiddetle karşılamışlardır. Sözünü ettiğimiz bu güçlü antidemokratik geleneğin oluşumu ve korunması sürecinin bir diğer yüzü de, işçi sınıfının, Türkiye tarihindeki önemli toplumsal çalkalanmalarda hareketin zayıf bir bileşeni olarak kalması ve kendi talepleriyle bu hareket içinde etkinliğini ortaya koyamaması vardır. Türkiye egemen sınıfları, başta işçi hareketleri olmak üzere tüm toplumsal muhalefet hareketlerine, “dış kaynaklı”, “komünist” vb sıfatlar yükleyerek önünü kesmeye çalışmışlardır. Dönem ve koşullara bağlı olarak, sendika kurmak, grev yapmak, gösteri düzenlemek “ülke huzurunu bozucu” hareketler olarak gösterilmeye çalışıldığı için, hem bu hakları kullanmak için sert mücadeleler verilmiş, hem de sendikal örgütlenmelerin yayılma alanı sınırlanmıştır.
Başından itibaren işçi sınıfına ve sınırlı sendikal kazanımlara azgınca saldıran burjuvazi, 12 Eylül’le birlikte, tahribatları uzun bir suskunluk döneminden sonra ve zorlu mücadeleler pahasına azaltılabilen bir saldırı örgütledi. Bugün resmi olarak yürürlükte olan “çalışma hayatına ilişkin” yasal mevzuat, sendikal haklara yönelik bir yasaklar zinciridir. Türkiye, sendikalaşma ve grev hakkının resmi olarak tanındığı ülkeler arasında en yasaklılardan biridir. Kuşkusuz, işçi sınıfı verdiği mücadelelerle, bu sınırları sürekli parçalamış, haklarını fiilen kullanmıştır. Ama yine de sendikal öz-gürsüzlüklerin, sınıfın daha büyük kitleler halinde sendikalarda örgütlenmesini engellediğini saptamak gerekiyor. Ama içinde yaşadığımız dönemde burjuvazinin geleneksel saldırgan çizgisini birtakım özel taktiklerle tahkim ettiği açıktır. Bu, burjuvazinin gündemine aldığı sorunların aşılmasının, ancak sınıfın topyekûn bir suskunluğunu gerektirmesi yüzündendir.
Geçmişte devlet eliyle örgütlenen sendikalar, bugün devletin hedefidir. Sadece, egemen sınıfın örgütlü temsilcisi sıfatıyla değil, aynı zamanda işçiler karşısında doğrudan işveren sıfatıyla bulunan devlet, beslediği ve sendikal hareketi düzene bağlamakla görevlendirdiği sendika ağalarını harcamak pahasına, sendikaları, yönetimlerinden bağımsız, kurum olarak, güçten düşürmeye ve yok etmeye çalışıyor. Sadece sınıfın mücadelesini değil, mücadeleye kaldıraç rolü olabilecek tüm potansiyelleri de bertaraf etmek istiyor. Çözümsüzlüğünün bir göstergesi de olan bu saldırı her düzeyde sürüyor. Devletin yargı organları, uyuşmazlık, TİS maddelerinin uygulanması v.b sendikal sorunlar karşısında geçmişte görülmeyen ve çok açıkça patron yanlısı kararlar veriyor. Çeşitli bahanelerle grevler yasaklanıyor. Dayatılan politikalara boyun eğmeyen sendikacılar ve işçi önderleri, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. İşten atıldığı için, taşeronlaşmayı kabullenmediği için direnen işçiler, polis copuyla dağıtılıyor, işçilere ateş açılıyor…
Tüm bunlar, diğer saldırılarla birlikte işçilerin sendikal kazananlarını ortadan kaldırmak, sendikaları hak elde etmesi imkânsız yapılar gibi göstererek işçileri sendikadan koparma taktiğinin unsurlarıdır.
b) işten atılmalar
İşten atmaların genel olarak sermayenin krizinin bir sonucu olarak gündeme geldiği düşünülür. Gerçekten de, sermaye, kriz koşullarında oluşan aşırı meta stoku karşısında üretimi azaltır, kimi işletmeler de tamamen kapanır. Fakat son 5–6 yılda yaşanan işçi kıyımları ağırlıklı olarak sendikasızlaştırma amacı taşıyor. Patronlar, üretim aynı tempoda devam ettiği halde, aktif sendikalıları işten atmaktadır. Ya da kriz nedeniyle işçi atması gündeme geldiğinde öncelikle sendikalı işçiyi kapının önüne koymakta, ilerde ise bu işçileri değil, çok daha düşük ücretlerle başka işsizleri işe almaktadır. Çoğu zamansa, patronlar, işten atılmamanın bedeli olarak sendikadan ayrılmayı dayatmaktadırlar. Sonuç olarak sınıfın mücadeleci kesimleri, sınıfın bütününden koparılmakta, sendikaların işyeri ve işkolu barajı nedeniyle toplu sözleşme yapma yetkileri düşürülmektedir.
Patronların sendikaları işyerlerine sokmamak eğer işyerlerinde sendika örgütlüyse sendikayı işyerinden tasfiye etmek için her yola başvurduğu, artık yalnızca işçiler tarafından değil, geniş halk kesimleri tarafından görülebiliyor. Türkiye İşverenler Sendikası, patron sendikalarının resmi üst kuruluşu olarak sendikalaşma hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor:
“Sendikaların grev tehdidi ile empoze ettikleri yüksek ücret zamları, işyerlerinde yaratılan huzursuzluk ortamı ve çalışma mevzuatının öngördüğü işveren yükümlülüklerinin ağırlaştırılması girişimleri, işçi çalıştırmanın, özellikle sendikal ilişkilerin risk olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. (Aktaran TÜBA İş-İşçi Çalışma Bülteni, 26 Eylül 1994, sayı: 986)
Sendikalaştıkları için işten atılan ve mücadeleleriyle aylarca kamuoyunun gündeminden düşmeyen Yurtiçi ve Aras Kargo işçilerini hatırlamak bile yeterli. TİSK’in açıklamasından da a5nlaşılacağı gibi, sendika, patronlar için en iyi olasılıkla sömürüyü sınırlandırıcı bir “risk”tir. Bu riskten, sendikalı işçileri işten atma yoluyla kurtulmak, patronların ortak düşüncesidir.
İşten atılmalarla ilgili tam bilgiler içeren istatistikler yoktur. Petrol-lş Araştırma Servisi’nin yaptığı başvuracağımız araştırma eksik veriler de içerse, durum hakkında fikir vericidir. Söz konusu araştırmaya göre (Petrol-İş ’93-’94 Yıllığı, “İşten Atılmalar” bölümü) 1989’da 137.107, 1990’da 104.352, 1991’de 136.804, 1992’de 51.614, 1993’te 25.372, 1994’te ise 808.402 işçi işten atılmıştır. Sendika kaynaklarından ve basında yer alan bilgilerden oluşturulan bu verilerin gerçek işten atmanın ancak bir bölümünü yansıttığının belirtildiği araştırmada saptanabildiği ölçüde bu atılanların ne kadarının sendikalı olduğu da belirtilmiştir. (Bkz. Tablo 2) ’89’dan bu yana sendikaların üye sayısının 1,5 milyon civarından başlayarak azaldığı düşünülürse, verileri tam kabul etsek bile işten atılma yoluyla sendikasızlaşan işçi sayısının, yüksek bir oran oluşturduğu görülür. Tabloya konu edilen dönemin ilk üç yılında 300 bini aşkın sendikalı işçinin işten atıldığını görüyoruz. 1994 yılına ait rakamların eksik olduğu göze çarpıyor. 800 bini aşkın işçi “işten atılmış” olmasına karşın, bunların 694 bini “sendikasız veya sendikası bilinmeyenler” kapsamında görünüyor. Gerçekte 1994 yılında işten atılan sendikalı işçi sayısı daha yüksektir. Aynı araştırmaya göre, kamu kesiminde de büyük bir işçi kıyımı yaşanıyor. İşten atılmaların, çoğunlukla “ekonomik kriz”, “siyasi amaçlı”, “yerel seçimlerden sonra”, “sendikal faaliyet” gibi nedenlere bağlandığı görülüyor. Yasaların işçi çıkarmayı engelleyici nerdeyse hiçbir hüküm taşımaması ve sendika merkezlerinin ciddi bir tepki göstermemesi, işverenlere zorlanmadan işçi çıkarma olanağı verirken, yüz binlerce işçi işsizler ordusuna dâhil oluyor, sendikalar üye kaybediyor.
İŞTEN ÇIKARILMALARIN KONFEDERASYON VE
BAĞIMSIZ SENDİKALARA GÖRE DAĞILIMI – Tablo-2
1989 1990 1991 1992 1993 1994
Türk-İş 95,763 94,490 109,867 39,609 19,598 54,872
Hak-İş 794 1,103 4,074 2,409 1,273 29,737
DİSK – – – 35 2,200 29,737
Bağımsızlar 3,087 3,331 4,870 2,121 1,717 –
Sendikasız 37,463 5,428 17,993 7,440 584 694,056
veya Sendikası
Bilinmeyenler
Toplam: 137,107 104,352 136,804 51,614 25,372 808,402
Sonuç olarak, sendikaların üye kaybının ağırlıklı kısmını işten atılmalar oluştururken, sendika merkezlerinin bu kıyıma sessiz kalmaları işçinin, öz örgütü sendikasından soğumasına, kendi başının çaresine bakmak üzere, işinden olmamak için sendikadan ayrılması gibi sonuçlara da yol açmaktadır. Bu bakımdan işten atılmalar karşısında ciddi ve engelleyici bir barikat örmek yaşamsal bir önem taşıyor.
c) Özelleştirme ve taşerona iş verme
Özelleştirmenin gerçek amacının, işçi sınıfının tüm kazanımlarının yok edilmesi ve emperyalist tekellerin sınırsız sömürüsü için zeminin düzlenmesi olduğu, dergimizce çokça vurgulandı. İşçilerin en önemli kazanımlarından biri olan sendikal örgütlülüğün de hedefler arasında olduğuna kuşku yoktur. IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye egemen sınıflarına dayattığı ve kredi musluklarının açılmasını da bunların uygulanmasına bağladığı “öneri paketleri”nin önemli bir kısmını özelleştirmenin yapılması, kamudaki çalışan sayısının azaltılması ve ücretlerin düşürülmesi oluşturuyor. Bu durumun ancak işçi hareketinin ve sendikaların gücünün kırılmasıyla gerçekleşebileceğinden hareketle sendikal harekete saldırılmaktadır.
Ama daha önemlisi, özelleştirmenin gerçekleştirilmesiyle sendikalar önemli bir üye kitlesini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelecekler. Bugün özelleştirme kapsamındaki kamu işyerlerinde devlet, mevsimlik ve geçici işçilik, kapsam dışı personel vb yollarla önemli miktarda işçinin sendikalaşmasını fiilen engellemektedir. Ancak kamuda çalışan işçiler, özel sektörde olduğu kadar kolay atılamamaktadır ve bu kesimde sendikalaşma oranı yüksektir. Özelleştirme, diğer şeylerin yanı sıra, işyerlerinin dağıtılması, işçilerin sendikasızlaştırılması gibi sonuçlar da doğuracaktır.
Kamu kesiminde çalışan ücretlilerden işçi kapsamında olanların ağırlıklı bölümü sendikalıdır. Özelleştirme politikalarının uygulanması kararma varıldıktan sonra KİT’lerdeki işçi sayısı sürekli azaltılmış olmasına rağmen kamu kesiminde örgütlü sendikaların 700 bin civarında üyesi vardır. Bu, toplam sendikalı sayısının yarısından çoğudur. Kuşkusuz bu işçilerin ancak bir bölümü özelleştirme kapsamına alınan işletmelerde istihdam edilmiştir. DPT tahminlerine göre KİT’lerde çalışanların toplamı 617.796 kişidir. Dünya Bankası, KİT personelinin üçte-birinin azaltılmasını “önermiştir”. Özelleştirmeyle birlikte, 200–350 bin arası çalışanın işten çıkarılacağı tahmin edilmektedir. (Dünyada ve Türkiye’de Özelleştirme, Türkiye Maden İşçileri Sendikası Yayını, Nisan 1994, sf. 130)
Kamu kesiminde sendikalaşma oranının yüksek olmasının çeşitli nedenleri vardır. En başta, kamu işyerleri niteliği gereği, sigortasız işçi çalıştıramaz. Buna karşın özel sektörde işçilerin önemli bir bölümü sigortasızdır ve doğal ki sendikalaşma kapsamı dışındadır. Türkiye’de sendikalar bir demokrasi işareti olarak vitrine yerleştirildiği için en başta devlet işletmelerindeki işçilerin sendikalaşması teşvik edilmiştir. Devlet işletmeleri nispeten çok sayıda işçiyi bir araya toplayan büyük işletmelerdir ve bu örgütlenme olanağını artırmaktadır. Gerçi devlet son yıllarda sözleşmeli personel uygulamasına ağırlık vermiştir ve bu kapsamdaki çalışanların sendikalaşma hakkı yoktur. KİT çalışanlarının 206 bini memur ve sözleşmeli personeldir. (Agy, sf. 137)
Özelleştirme, sendikal örgütlenmeye müsait büyük işyerlerini küçük işyerlerine bölerek, taşeron uygulamasına giderek işçileri atomize edecek ve sendikasızlaşmayı derinleştirmeye çalışacaklardır.
Özelleştirmeden sonra KİT’lerde yaygınlaştırılması düşünülen taşeronlaşma bugün sendikal örgütlenmeyi tehdit eden pratik bir saldırı niteliğindedir. Sermayenin uluslararası dolaşımının daha da hızlandığı “globalizm” döneminin bir özelliği de, üretim sürecinin bir ülke sınırları dışına taşırılmasının olağanüstü bir yaygınlık kazanmasıdır. Bu, üretim sürecinin işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırılmasından oluşan bir çeşit “uluslararası taşeron” sistemidir. Aynı amaçla yaygınlaştırılan ülke içi taşeron uygulaması, doğrudan anti-sendikal bir özellik gösteriyor. Taşeron uygulaması, bir işverenin yaptırdığı işlerden bir kısmını veya tamamını başka işverenlere vermesi anlamına geliyor. Kimi zaman da fason üretim denilen yöntemle ürünün değişik parçaları başka mekânlardaki işverenlere yaptırılıyor. Pazara sunulan meta, farklı firma ve mekânlara dağılmış işçilerce üretilmiş oluyor. Örneğin patron, işyerinin temizlik, yemek gibi ihtiyaçlarını anlaştığı bir taşeron firmaya yaptırıyor. Sonuçta, işçiler farklı işyerlerine dağılmış oluyor; patron çeşitli haklara sahip sendikalı işçiyi kapı dışarı ederken, diğer kapıdan sigortasız, asgari ücretle çalışan işçiler beliriyor. Eğer uzun mücadelelerle taşeron firmaya ait işçiler sendikalaşır ve yetki alırlarsa, taşeron firma “iflas ediyor”, başka bir ad altında faaliyete geçen ve özünde aynı olan taşeron firma yeni işçilerle işe başlıyor.
Petrol-İş Sendikası, örgütlü olduğu işyerlerinde işçilerden % 10’unun taşeron firmaya ait işçiler olduğunu saptamıştır. Giderek yaygınlaşan, temizlik, yemek hizmetlerinden başlayıp, zamanla üretimin temel bölümlerini taşeron firmalara vermeye dayanan bu sistemde esas firma işçileri sendikasızlaşma ve işten atılmayla yüz yüze kalırken, taşeron firma işçileri vahşi sömürü koşullarında sigortasız, her türlü haktan yoksun koşullarda çalışıyorlar.
3. SENDİKASIZLAŞTIRMA VE SENDİKALAR
Sermaye, tüm olanaklarıyla sendikaları işlevsizleştirip tasfiyeye yönelirken, sendika bürokrasisi de mevcut yapısı ve konumu gereği bu saldırı cephesinin bir unsuru haline geliyor. Tasfiye edilmeye çalışılan bir kurumun yöneticisinin, eylemiyle, başında bulunduğu kurumun güçsüzleşip yok olmasına destek olması, hazin bir çelişkidir. Ama başka türlüsü de imkânsızdır. Çünkü sendika ağası, işçi içindeki ayrıcalıklı bir burjuvadır. İşlevini, işçi hareketini düzen sınırları içinde tutmakla yerine getirebilir. Sendikanın tasfiyesinin onun ağalık koltuğunu yıkacağı doğrudur. Ama saldırıları püskürtecek bir eylem çizgisi sendikaya hâkim olduğunda, ağalık koltuğunun işçinin rüzgârıyla ve daha büyük bir çatırtıyla yıkılacağı da aynı ölçüde doğrudur. Bu, sendika bürokrasisinin çözümsüz çelişkisidir. Bu birçok yönden ele alınabilir.
Sendika ağalığının ilk sendikasızlaştırıcı işlevi, işçileri, çatısı altına topladığı sendikalar eliyle örgütsüzleştirmektir. Türkiye’deki başlıca sendika konfederasyonlarının yönetim aygıtları (alt kademelerde daha çok üst yönetimlere çıkıldıkça ise seyrek rastlanan duyarlı ve mücadeleci sendikacı içermelerine karşın), esas olarak, işçinin iradesini ortaya koymasını engelleyen, onu karar süreçlerinin dışına iten, tercihini ortaya koymasını türlü oyunlarla engelleyen yabancılaştırıcı bir etkiye sahiptir. Üç yılda bir yapılan kongrelerde, nabza göre hükümete atan, rakibinin kirli çamaşırlarını ortaya döken ağalardan birini tercih etme zorunluluğu, “işçinin hakkını almadan bana uyku yok” diyen sendikacının işçinin haberi ve bilgisi olmadan gizli kulislerde bağıtladığı sözleşmeler, sendikasındaki personeli bir patron gibi ezen, işçi aidatlarının aslan payını ücret ve harcırah olarak cebe indiren, içinden çıktığı sınıfa yabancı bürokrat portresi… Bunlar burjuva sendikacılık hareketinin ilk akla gelen özellikleri.
İşçilerin, sermaye karşısında sömürüyü sınırlandırmak ve insanca çalışma koşulları elde etmek için oluşturdukları işçi birlikleri olarak sendikalar, gerçek işlevlerini kavuşurlarsa, işçilerin sermaye sınıfına karşı mücadelesinde bir okul görevi görürler. İşçiler sermayeye karşı girdikleri mücadele ortamında kendi sınıf özelliklerini açığa vururlar. Yeni mücadele ve örgüt biçimleri yaratırlar. Sendikalar da zaten işçilerin patronla girdikleri mücadele içinde zorunluluğunu kavradıkları örgütlerdir. Ama işçi örgütlerini ortadan kaldıramayacağını anlayan burjuvazi ne zaman ki bu örgütlerin başındaki işçileri satın alıp ayrıcalıklı bir burjuva tabakaya dönüştürdü, burjuva sendikacılık da işçilerin hareketinin, öfke ve tepkilerinin düzen içinde soğurulması için canhıraş bir çabaya girdi ve sendikayı da bu amacın parçası kılmaya çalıştı. Kitlelerin iradesi, bürokrasinin tekeli altına girdi. Sendikacılık ise, yaşam koşulları ve ücret bakımından ayrıcalıklı bir profesyonel grubunun tekelinde “al gülüm-ver gülüm”lü bir danışıklı dövüş haline geldi; sendika ise, işçinin kendini yabancı hissettiği, kararlarına katılmadığı hantal bir gövdedir. İşçinin sendika ile ilişkisinin, seçimden seçime oy vermekle sınırlı olan partiyle ilişkisinden özü bakımından farklılık kalmamıştır. Bu durumda sendika ne kadar büyük olursa olsun, hak elde etmede etkisiz bir örgüt, en fazla bir sızlanma örgütüdür.
Bu söylenenler Türkiye sendikacılığı için daha fazla geçerlidir. Önceden de söylendiği gibi, devlet, sendika hakkını tanırken, sendikaların devlete bağlı örgütler olmasına azami dikkat gösterdi. Türk-İş, işçilerin taleplerini ifade etmek amacıyla girdikleri sendikaların üstüne geçirilen Amerikancı bir şemsiye oldu. ABD, CIA’yla doğrudan ilişkili sendika merkezi AFL-CIO’yu Türkiye sendikacılığını yönlendirmekle görevlendirdi. Son derece gerici bir özellik taşıyan Amerikan sendikacılığı, Türk sendikacılığının modelini tayin etti. Türk-İş’in AFL’den aktardığı sendikacılık ilkesi “partiler üstü”cülüktü. Bu, parti ayrımı gözetmeksizin düzene kesin bağlılık anlamıyla doğru kabul edilebilir. Ama Türk-İş’in her dönem, iktidar partisinin bir eklentisi olduğu gerçeği ile partiler üstülük çelişmiyordu. Amerikan yardımı ve Amerikan sendikalarının verdiği eğitimle şekillenen, ABD’nin Asya’ya yayılmasına aracılık eden AAFLI’yla (Asya Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) ortak “araştırma” ve “eğitim” faaliyetine giren Türk-İş, işçileri düzene bağlamaya çalışan bir zincir olarak örgütleniyordu. Ama sınıfın, tüm bunlara karşın sendikal haklarını kullandığını, bu devlet sendikacılığını reddeden eğilimleri doğurduğunu söylemeliyiz. 1967’de kurulan DİSK, işçi sınıfının bu devlet sendikacılığına tepkisinin bir ürünüydü. DİSK tabanındaki devrimci kaynaşma, DİSK yöneticilerini de önüne katan bir hareketlenme doğuruyordu. Bugün gelinen noktada, farklılıklar taşısalar da mevcut sendika konfederasyonları, sendikaların temel işlevlerini görmesini engelleyen bürokratik yönetim altındadırlar. Bu da işçinin sendikasına yabancılaşmasına yol açmaktadır.
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, tüm bu olumsuzluklara rağmen sınıf içindeki hareketliliğin devrimci sendikal mevziler elde edilmesine yol açtığı, sendikaların yönetimlerine rağmen işçi örgütleri olduğu ve ağaları başından atmaya yetecek bir dinamik taşıdığı görülebilir bir durumdur.
Sendika merkezlerinin burjuvazinin saldırıları karşısında çözümsüz kalmaları ve sonuç olarak sendikal örgütlülüğün, kendisinden beklenen asgari işlevi yerine getirmemesi, (bir de burjuvazinin sendikanın gereksizliği propagandası da eklenince) işçileri sendikadan soğutan ve güvensizliğe düşüren bir rol oynuyor. Özelleştirmeyi engellemeyecekse, işten atılmamın önüne geçemeyecekse, ücretimin artırılmasını sağlamayacaksa ne yapayım sendikayı!?
Sendikalar, burjuvazinin sendikalara ihtiyaç duyduğu ve işçilerin yaşam koşullarını iyileştirecek uygulamalara razı olduğu dönemde, tüm yabancılaştırıcı işlevine karşın işçilerde zayıf da olsa bağlılık doğuruyordu. Sendikalar, birtakım taleplerin, küçük didişmelerle de olsa elde edilmesini sağlıyordu. Bu da işçinin sendikaya bağlılığının asgari koşuluydu. Ama artık köprülerin altından çok sular akmıştır. Burjuvazi, değil işçilere yeni haklar tanımak, belirli koşullar altında verdiklerini geri almaya çalışmaktadır. 700 bin işçiyi kapsayan TİS görüşmelerinde hükümet sözcüsü, açıkça kazanılmış hakların geri alınacağını ilan etmiştir. Burjuvazi, işçilerin taleplerini karşılama imkânından yoksundur ve bu da sendika ağalarının manevra alanını daraltmaktadır. Sorun netleşmektedir: Ya saldırılara boyun eğeceksin, özelleştirmeye, işten atmalara, sendikaların tasfiyesine sessiz kalacaksın; ya da bu saldırıları geri püskürtmek için cepheden mücadele edeceksin. Başka yol yoktur. Tatlı pazarlıklarla ücret artırmanın devri geçmiştir. Tüm faaliyetini hükümetle dostlar alışverişte görsün tarzında yürütülen pazarlık eksenine oturtan burjuva sendikal akımın doğasına aykırıdır mücadeleci bir çizgi izlemek. O halde ortaya çıkan, işlevsizliktir. İşlevsiz bir sendikanın işçiler için çekim merkezi olması ise mümkün değildir. O halde diyebiliriz ki, burjuva sendikacılık, işçiyi kendisini öz örgütleri sendikadan soğutan bir rol oynamaktadır.
SENDİKA BÜROKRASİSİNİN ÇÖZÜMÜ: DAHA FAZLA UZLAŞMA
Burjuva sendikacılık, kendisinin de rolü olduğu bu durumu “sendikal kriz” diye tanımlıyor ve çözüm önerileri üretmeye çalışıyor. Krizin kökeninde sendikaların yeni gelişmelere ayak uyduramaması saptamasından hareketle, “uyum” teorisi geliştiriyor.
Didişmeyle hak alınamıyor; konuşup tartışıp, “sosyal diyalog”u geliştirip işverenleri insafa getirelim diyorlar. İşverenler insafa gelir mi, bilinmez. Ama bilinen bir şey var ki, işverene bu çağrıların çok önceden de yapıldığıdır. Burjuvazi, bu adalet, yardım çağrılarına soğuk bir tebessümle karşılık vermiş, kendi varlık nedeni olan sömürüyü gerçekleştirmeye devam etmiştir.
“Kalite çemberleri”, “çağdaş sendikacılık” gibi “yeni” sendikal anlayışlar, sendika bürokrasisinin yaşadığı krize çare olur umuduyla allanıp pullanarak tedavüle sokuldu. Adı çağdaş olan ve hemen, önceki sendikal yapı ve anlayışların “çağının geçtiğini”, kendisinin ise yeni çağdaş gelişmelere uygun bir anlayış olduğunu hissettiren bu anlayış, beklendiği ölçüde bir yayılma alanı bulmadı. Eleştirisi dergimizin eski sayılarında yapılan bu sendikal anlayışlar üzerinde yeniden durmaya gerek yok. Şu kadarını söyleyelim ki, yeni diye sunulan bu sendikal anlayışlar, fazlasıyla eskidir ve doğal bir şekilde değil, işçi hareketinin rüzgârına dayanamayarak yıkılmışlardır. Şimdi, sınıf sendikacılığının etki alanının zayıf olduğu, sosyalizmin prestijinin zayıfladığı koşullarda, belki işe yarar umuduyla yıkıntılar içinden çıkarılıp piyasaya sürülen bu anlayışların, tüm politikasını uzlaşma üzerine kurmuş sendika bürokrasisi için pek bir yeniliği de yoktur. “Yanlış” teşhisin doğru sonuç vermesi beklenemez. Sendika bürokrasisi “fazla kavgacı” olduğu için değil, aksine hükümetin eteğinde tatlı pazarlıklardan ibaret bir uzlaşma çizgisi izlediği için krizdedir. Ama bu yeni teorisyenler, kendi sendikacılık anlayışlarını çağdaş dünyanın diyaloga açık işverenlerine güven üzerine kuruyorlarsa o başka. Burjuvazi, ancak kendi kârını artıran bir diyaloga vardır. Gerisi boş gevezeliktir. Ama işin doğrusu şudur ki, bunlar görüşlerini işçi sınıfının değiştiği, eski devrimci ve yıkıcı sınıf olmadığına dayandırıyorlar ve bu bakımdan da belki uzlaşmanın bir işe yarayabileceğini söylüyorlar. Bu satırların yazıldığı sıralarda Ankara’ya gitme hazırlığı yapan on binlerce ve belki de yüz binlerce işçi, daha önceki eylemlerinde olduğu gibi, bir ve aynı sınıf olduğunu, bileklerinde kölelik zincirleri taşıdıkça aynı sınıf olarak kalacağını eylemleriyle ortaya koymuştur.
***
Türkiye, keskinleşmiş sınıf çelişkileriyle ve proletarya hareketinin, istikrarsızlığına karşın sistem duvarlarında sürekli yıkıcı etkisiyle karakterize olan bir ülkedir. Bu sınıf dinamikleri, kendi eylemine ket vuran sendika bürokrasisini başından atmaya, sermayenin saldırı programlarını işlemez kılmaya yeterli bir potansiyel taşıyor. İşçi sınıfının eylem süreci, sendikaların gerçek işlevlerine kavuşması süreci de olacaktır. Bugün azgın bir sendikasızlaştırma dalgasına karşın, sınıfın değişik kesimlerinin dalga dalga sendikalaşma hareketine girdikleri, tüm yasaklara, işten atmalara rağmen yeni sendikal mevziler yaratmaya giriştikleri olgusal bir gerçektir.
Bu bakımdan güvenle söyleyebiliriz ki, burjuvazinin sendikaları ortadan kaldırma operasyonu, geri tepecektir. Bu çatışma sürecinin, sendikaların gerçek işlevlerine kavuşma süreci olmasının koşulları vardır.
Kaldı ki, bugün burjuvazinin genel eğilimi, sendikasız bir “çalışma hayatı” olsa da, işçi sınıfının yükselen dalgası karşısında burjuvazi, sendika bürokrasisine ihtiyaç duyacaktır. Ama önemli olan, burjuvazinin karşısına gerçek sınıf talepleriyle çıkabilmek ve bu süreçte sendika bürokrasisi dalgakıranını da etkisizleştirmektir.
Ağustos-Eylül 1995