“Anayasa’yı değiştirmek” ve ortaya çıkardığı gerçekler

TÜRKİYE’DE SİYASAL PARTİLER VE DEVLET

12 Eylül’ün Türkiye burjuva siyaset hayatında yarattığı değişikliklerin başında, siyasi partilerin rol ve konumlarının önemli ölçüde devletin temel işlevlerinin kenarına doğru itilmesi geliyor. Gerçekte, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tarihi boyunca siyasi partiler, örneği “demokratik” ülkelerde görülmeyecek bir biçimde, “resmi kurumlar” halinde örgütlene-gelmişlerdir ve bunun yönetim bakımından engeller yaratacak tarzda denetim dışı kaldığı zamanlarda da, bugün olduğu gibi, işlevsizleştirilmişlerdir. Bu durumda da, siyasi partiler, toplumsal sınıfların karşıtlıklarını ya da egemen sınıfların değişik katmanlarının çelişen çıkarlarını ifade etmekten çok, kitlesel kontrol mekanizmalarının düğüm noktaları olarak düşünülmüş ve kurulmuşlardır. Bununla birlikte, hiç kuşkusuz, Türkiye’de de, her bir siyasal parti, egemen sınıfların temel çıkarlarının savunulması ve geliştirilmesinde, birbirinden az çok farklı ekonomik ve siyasal programlar ortaya koymayı ve bunlar doğrultusunda “iktidar’ mücadelesi vermeyi, varoluşlarının bir gereği olarak yerine getirirler. Ancak bugünkü durumda bu işlev, basit bir taşeronluk müessesesine dönüşmüştür ve partilerin rolü, genel planların aracılığından öteye gitmemektedir.

Türkiye gibi, modern toplumsal sınıflar arasındaki çatışmanın, tarihi bakımdan oldukça gecikmiş olarak ortaya çıkmış sayılabileceği bir ülkede, devlet iktidarının ele geçirilmesinde siyasal partilerin rolü de, buna uygun olarak, demokratik devrimler dönemini erken zamanlarda kapamış ülkelerden farklı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kendine özgü mülkiyet ilişkileri üzerinde yükselen yapısı, devletin ekonomik ve sosyal hayatta belirleyici bir etki kazanmasına yol açtığı gibi, iktidar mücadelesinin de yönetilen sınıflarla egemen sınıflar arasında olmaktan çok, devlet içinde egemen sınıfların farklı kesimleri arasında bir mücadele biçiminde gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır. Bu durum, hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu’nda sınıfların olmadığı, ya da egemen sınıf klikleri arasındaki mücadelenin kökeninde, üretici sınıfların sömürülme ilişkilerinin bulunmadığı anlamına gelmez. Görünürde, devlet üzerinde hâkimiyet mücadelesi veren kliklerin kavgası biçiminde gerçekleşen çekişme, gerçekte egemenlerle halk arasındaki ilişkinin bir sonucuydu. Bununla birlikte, devletin iç örgütlenmesi ve buna paralel olarak gelişen siyasal akımlar, bu temel çelişmeyi ancak dolaylı olarak yansıtabiliyordu. Siyasal hayat üzerinde ordunun ve bürokrasinin rolü, partilerin etkisinin sınırlarını ve derecesini belirliyordu. Örneğin, İttihat ve Terakki Fırkası, devletin temel kurumlarıyla dolaysız ilişkisine bağlı olarak, neredeyse sürekli iktidar partisi konumunda bulunurken, bundan görece bağımsız kalabilen ve kedince bir politika izlemeye çalışan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Rum, Ermeni, Arnavut, Bulgar kökenli birçok politikacıyı;    sosyalistler, “âdemi merkeziyetçiler”, şeriatçılar, liberaller gibi değişik görüşte birçok çevreyi bir araya getirmesine ve İttihat ve Terakki Fırkası’na karşı sert bir muhalefet cephesi ekseninde geniş halk yığınlarının desteğini kazanmasına karşın iktidara geçemedi. 1912’de yapılan ve İttihat ve Terakki Fırkası’nın büyük terörü altında gerçekleştiği için siyasal tarihe “sopalı seçim” adıyla geçen seçimde, Meclis’e ancak altı milletvekili sokabildi. Hürriyet ve İtilaf Partisi, Osmanlı İmparatorluğu çökerken, İngiliz işgalcilerinin desteğiyle, önde gelen politikacılarından bir kısmını Damat Ferit hükümetine nazır olarak sokabildi. Milli Mücadele’ye karşı padişahçıları ve emperyalistlerin politikasını destekledi. İsyan kışkırtıcılığı yaptı ve bu, onun siyasal varlığının sonunu belirledi. Milli Mücadele’nin sonunda, yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken de, yöneticilerinin hemen hemen tümü sürgüne gönderildi.

Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin siyasi tarihteki konumu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne, devlet ve siyasi partiler arasındaki ilişkinin temel ilkelerini açıklayıcı bir örnek teşkil etmektedir.

Geçenlerde, bütün yeni başbakanlara, bakanlara, hatta cumhurbaşkanlarına, göreve başladıkları gün, bir “kırmızı kitap” verildiği yolunda bir söylenti basında yer aldı. Buna göre, devletin değişmez politikaları, temel hedefleri ve ilkeleri hakkında hangi hususlara “mutlaka uyulması” gerektiği, bu kitapta yazılıymış. Aslında böyle bir kitap olmasa bile, geçmişten günümüze, siyasal partiler ve onların devlet yönetiminde yer alan üyeleriyle, belli bir sürekliliği ve değişmezliği temsil eden devlet arasındaki ilişkinin, ikinci tarafça belirlendiği, diğerlerinin ancak katı sınırlar içinde bir “serbestlik” sahibi olabileceği bilinmeyen bir şey değildir.

Siyasi partiler, özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra, siyasi bakımdan tümüyle işlevsiz hale getirilmek istenmiştir. Bu plan, daha önce de başka fırsatlarla değindiğimiz gibi, iki yoldan yürütülmüştür. Birincisi, siyasi partiler, programları bakımından, hemen hemen birbirlerine eşit hale sokulmuş, piyasa ekonomisini savunmak, özelleştirmecilik, Avrupacılık, ABD politikalarına teslimiyet gibi, iç ve dış politikayı ilgilendiren konularda aralarında herhangi bir ayrım bırakılmamıştır. İkinci olarak, siyasi partiler, siyasal örgütler olmaktan ve değişik halk kesimlerinin bir biçimde politikayla ilgilenmesi için kullanılan araçlar olmaktan çıkmışlar, iş bulma ve iş takibi, ihale kapma örgütü, banka kredileri için rüşvet ve torpilin işlemesinin araçları haline gelmişlerdir. Bugün herhangi bir burjuva partinin üyeleri arasında, partinin program ve tüzüğünü benimsediği, “ideallerini paylaştığı” için orada bulunan pek az saf kalmıştır. Programlardaki farksızlık, partilerin kamuoyu karşısında kendilerini tanımlamak için siyaset dışı araçlara başvurmalarında da görülmektedir. Partiler için, artık, politikadan çok, “imaj” önemlidir. Propaganda için seçtikleri pop şarkı ya da liderlerinin görünüşü, partileri birbirlerinden ayırmak için kullanılan simgeler haline gelmiştir. Bu, 12 Eylül sonrası politikayı da devlet düzeyinde düzenleme girişiminin en önemli ve burjuva siyasi partiler bakımından en kalıcı sonuçlarından birisidir. Siyasi partiler, 12 Eylül’le birlikte oluşturulan “yeni hukuk”a göre, artık “temel, genel ve kalıcı ilkeler”in savunucusu olmak zorundadırlar ve bunun dışında, herhangi bir programları olamayacaktır. Şu anda parlamento içinde bu dayatmaya direnen parti yoktur. Yalnızca Refah Partisi, kendisini bu sınırlar içinde tanımlamaya razı olmadığını ürkek sesle tekrar etmekte, fakat genel hareket tarzı bakımından o da, bu koşulların partisi olmayı sürdürmektedir.

12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesi ve buna bağlı olarak da “demokratikleşme”nin gerçekleşeceği yolundaki iddiaları kapsayan girişim, partilerle devlet politikaları ve planları arasında tarihsel olarak kurulmuş ve 12 Eylül hukuku tarafından kesinleştirilmiş bulunan ilişkiyi yansıtmıştır ve burjuva siyasi partilerin yalnızca toplumsal hayat bakımından değil, siyasi hayatın da düzenlenmesi için konulan kurallara göre kendilerine çeki-düzen vermelerinin devlet bakımından önemini bir kez daha göstermiştir.

 

12 EYLÜL ANAYASASI’NIN TEMEL ÖZELLİKLERİ

12 Eylül Anayasası, darbenin başlıca hedeflerinin yazılı kurallar halinde ortaya konulmasıydı. Buna göre, Anayasa’nın “Başlangıç” bölümünde, “12 Eylül 1980 öncesinin anarşi ve terör ortamına dönülmemesi”,  başlıca amaç olarak gösteriliyordu. 1961 Anayasası, aynı bölümde, “Türk milletinin bağımsızlığına, hak ve özgürlüklerine bağlılığını” dile getirirken, 1982 Anayasası, “devletin ve milletin varlığının korunması” temasını ilk sözler olarak kayda geçirmişti. Bu bölümde, son derece ırkçı ve şoven bir milliyetçilik vurgusuyla birlikte, “hürriyetlerin ve demokratik hakların anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik olarak kullanılamayacağı”   sloganı sık sık tekrarlanmaktadır. Bu, 12 Eylül darbesine yol gösteren temel ilkelerin bir ifadesidir: Demokrasinin çoğu zararlıdır, çünkü temel hak ve hürriyetlerin eksiksiz kullanılması, temel hak ve hürriyetlerin ortadan kalkmasına sebep olmaktadır! Bu paradoksal ana fikir, üstü örtük bir biçimde, “hak ve hürriyetler” kavramının karşıt sınıflar için taşıdığı karşıt anlamları ortaya koymaktadır. Egemen sınıfların hak ve hürriyetlerinin korunması, ancak, yönetilen sınıfların hak ve hürriyetlerinin “aşırı” olmamasına bağlıdır!

“Başlangıç” bölümünün önemi, burada söylenenlerin, Anayasa’nın diğer maddelerinde dile getirilen bütün kurallarının yorumlanması ve uygulanmasına esas teşkil edeceğinin de zorunlu kural halinde belirtilmiş olmasından gelmektedir. Demek ki, Anayasa’nın herhangi bir maddesi, eğer herhangi bir hak ve özgürlüğün bir biçimde dile getirilmesini içeriyorsa bile, bunun yorumlanması ve kullanılması sırasında, Başlangıç bölümünde dile getirilen esaslara uyulacaktır.

12 Eylül Anayasası, bütün ana çizgileriyle, “düzeni yeniden kurma” Anayasası olduğu için ve özellikle de “anarşi ve terör ortamına son vermeyi” amaçladığı için, önceki anayasalarda bulunmayan sert yasa düzenlemelerine olanak veren, hatta zaman zaman bir anayasadan çok Ceza Kanunu’nda bulunması normal olacak olan kurallar da içermektedir. Özellikle, “Temel Hak ve Hürriyetler” konusunda, devletle vatandaş arasındaki bütün ilişkilerde, vatandaşın aleyhine ve devletin tartışılmaz üstünlüğüne vurgular bulunmaktadır. Önceki anayasalarda “Temel Hak ve Hürriyetler”in sınırlanabileceğine dair herhangi bir belirleme bulunmazken ve gerekli sınırlamalar için yeterli yasal düzenlemeler ayrıca yapılmışken, 1982 Anayasası, sınırları belirlemeyi de kendi üstüne almıştır. “Devletin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü, milli egemenliğin, cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel sağlığın korunması” amacıyla, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanacağının belirtilmesi, ayırıcı bir özelliktir. Bunun sonucu olarak, insan hakları konusunda da, yeni yorumlara ve uygulamalara olanak veren hükümler, 1982 Anayasası’nın içine konulmuştur. Özellikle, “yaşama hakkının korunması” kavramı, 1982 Anayasası açısından, tümüyle siyasal amaçlara uygun olarak yeniden yorumlanmış ve kurala bağlanmıştır. Buna göre, bireysel yaşam hakkının korunmasının hüküm dışı tutulduğu durumlar şunlardır: Mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi, meşru müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu ya da hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanmanın bastırılması. Bu durumlarda yetkili kişilerce silah kullanılabileceği ve bu uygulamanın yaşam hakkının korunması ilkesi içinde değerlendirilemeyeceği anayasa düzeyinde hükme bağlanmış, bugün “yargısız infaz” olarak adlandırılan uygulamalar, hukuki kaynağını bu anayasadan almıştır.

Kişi özgürlüğü konusunda da, 1982 Anayasası, tümüyle “ayaklanma bastırma” mantığına göre değerlendirilmiş, tutuklanan kişilerin sorgulanma ve mahkeme süreçleri, olağanüstü durumların sürekliliği kavramı açısından düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi yüksek mahkemelerin, eski anayasalarda korunmaya alınmış olan, kişi hak ve özgürlükleri konusundaki denetleyici rolleri ve yasalara bu açıdan müdahale işlevleri tamamen kısıtlanmış, bu mahkemelere kişisel başvuru hakkı sınırlanmıştır. Buna karşılık, olağanüstü hal uygulamalarında ve sıkıyönetim koşullarında, askeri organların ve sivil bürokrasinin müdahale alanları genişletilmiştir. Bu da, tümüyle, 12 Eylül öncesindeki toplumsal ve siyasal koşulların “anarşi ve terör ortamı” olarak görülmesinin ve yalnızca bir kriz değil aynı zamanda bir ayaklanma döneminin yaşandığı tespitinin yapılmasına dayandırılmıştır.

Aynı şekilde “yerleşme özgürlüğü”nün de, “sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek amacıyla” sınırlanabileceği, yine 1982 Anayasası’nın yenilikleri arasındadır. Bundan ne kastedildiği, gerçekte neyin hedeflendiği, daha sonra yaşanan büyük sosyal ve siyasal göç olayları göz önünde tutulduğunda anlaşılabilmektedir.

Düşüncenin açıklanması ve yayılmasına ilişkin hükümler de, tümüyle baskı ve yasak anlayışıyla düzenlenmiştir. Önceki anayasalarda bulunmayan, radyo, televizyon ve basın aracılığıyla yapılan yayınların önceden izne tabi tutulması da katı sınırlamalara konu olmuştur. Bu yayınlarda “yasa ile yasaklanmış bir dil kullanılmayacak”, bu yasağa uymayan yayınlar, basılı kâğıtlar, ses ve görüntü bantları toplatılabilecektir.

Örgütlenme özgürlüğü de, 1982 Anayasası’nın başlıca hedefleri arasındadır. Dernek, parti, sendika gibi kitlesel örgütleri kurmak, sert kurallara bağlanmış, siyasi partilerin, kitle örgütleri, vakıflar ve sendikalarla ilişkilerine yasaklamalar getirilmiştir. Özellikle işçi ve emekçi meslek örgütleri ve işçi ve emekçilerin siyasal örgütlenmeleri, hemen hemen tamamen olanaksız hale getirilmiştir. Kurulmasına izin verilebilecek örgütlerin tanımında ise, tıpkı siyasi partilerde olduğu gibi, bunların da Anayasa’nın Başlangıç ilkelerine uygun olma koşulu konulmuştur.

Devlet teşkilatlanması ve organlara yapılacak atamalar konusunda da, görece kalıcı ve hükümetler üstü konumda bulunan kurumlara verilen yetkiler artırılmıştır. Cumhurbaşkanlığı, eski anayasaların aksine, görece sembolik bir kurum olmaktan çıkarılmış, “Anayasa’nın uygulanması devlet organlarının düzeni ve uyumlu çalışmasını gözetmek” gibi bir yetkiyle donatılmış ve başlıca devlet kurumlarına yapılacak atamalarda, yüksek yargı, üniversiteler gibi kurumların yönetimlerine yapılacak seçimlerde müdahaleci bir konuma getirilmiştir. Cumhurbaşkanı, bakanları değiştirebilir, hükümeti ve parlamentoyu feshedebilir, sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilan edebilir, Devlet Denetleme Kurulu, YÖK gibi organlara atamalar yapabilir ve bunların yöneticilerini değiştirebilir.

1982 Anayasası, askeri otoritenin devlet düzeni içindeki yerini de genişletmiş, daha önce gizli ve zora dayanan bir konumda bulunan ilişkileri kurala bağlamıştır. Milli Güvenlik Kurulu’ndaki sivil üyelerin sayısı, artık askeri üyelerin sayısından fazla olamayacaktır; kurulun önerileri, artık Bakanlar Kurulu için yalnızca bir “tavsiye” niteliğinde olmayacak, “öncelikle dikkate alınacak kararlar” olarak değerlendirilecektir.

1982 Anayasası’nın en önemli hükümlerinden bir diğeri ise, 12 Eylül hareketini gerçekleştiren darbeci subaylar hakkında, eylem ve uygulamalarından dolayı soruşturma açılamayacağına ilişkindir. Yalnızca hukuk dışı uygulamaların, baskı, işkence ve terörün değil, aynı zamanda, birçok yolsuzluk ve rüşvet olayının da sorumlusu durumunda bulunan bütün darbe kadroları, bu yolla, soruşturulmaktan ve yargılanmaktan kurtulmuşlardır.

 

ANAYASAYI DEĞİŞTİRMEK…

1982 Anayasası, gerçekte bütün temel özellikleriyle, Türkiye egemen sınıflarının devlet ve siyasi partiler, devlet ve vatandaş ilişkilerinin genel yapısına ilişkin, bütün tarihi boyunca sahip olduğu ilkelerini özetleyen ve ona son biçimini vermeyi amaçlayan bir metindir. Fakat bu haliyle de, siyasi partilerin kazandığı yeni özelliklerle çelişen hükümler taşımaktaydı. Burjuva siyasi partiler, aslında kendilerine biçilen “siyaset dışı” rolden şikâyetçi değillerdir. Asıl işlevleri haline gelen, ihale dağıtıcılığı, rüşvetçilik, iş takipçiliği, sömürünün sonuçlarının paylaşılması gibi etkinliklerini artırabilmeleri, birkaç özel koşulun yerine getirilmesine bağlıydı ve Anayasa’da buna engel olabilecek hükümlerin bulunması tek şikâyet konularıydı. Bu engeller, tek cümleyle özetlenebilecek bir sorun yaratıyordu: Kitlesel denetim noktalarıyla temasları önemli ölçüde kesilmiş bulunuyordu. Gerçi devlet, bu eksikliği, değişik örgütlenmeler aracılığıyla gideriyordu ve siyasi partiler aracılığıyla kurulacak ilişkilere, başta ordu olmak üzere, fazla güvenle bakılmıyordu. Bu konuda, özlenen eski bir örnek vardı: Tek parti yönetimi döneminde, CHP’nin il ve bölge örgütlenmeleri doğrudan doğruya devlet örgütlenmesinin bir yanını, üstelik belirleyici yanını oluşturuyordu. Parti müfettişlerinin yetkileri, valilerden daha fazlaydı. “Devlet Partisi” olma özelliğini koruduğu sürece, CHP’nin bu misyonu devam etti. Devlet, kendisine yeni bir parti yaratana kadar bu yetkiyi hiçbir partiye vermedi. Sonradan bu yetki, yarı-gizli resmi kurumlara devredildi. Son zamanlarda, Evrensel gazetesinin verdiği bir habere dayanılarak söylenecek olursa, bu görev, MGK’nın il ve ilçelerde örgütlenecek şubeleri aracılığıyla yürütülecek. Ne var ki uygulamada resmi bir kuruluşun, kitlesel denetim ve yönlendirme olanaklarını, kendine özgü yapısıyla gerçekleştirmesinin güçlüklerinin başka araçlarla kaldırılması gerekiyor. Bu görev, temel ideolojik ve siyasi yaklaşımları ve programı bakımından 12 Eylül yönetimiyle tam bir özdeşlik gösteren MHP’ye bırakılmaktadır ve MHP, bugünkü faaliyetinin esasını, kitlesel yerel militan örgütlere dayandırmaya yönelmiştir. Dolayısıyla, Anayasa’nın, siyasi partiler üzerinde, kitlesel odaklarla ilişkiyi sınırlayan hükümlerinin değiştirilmesinin merkezi yönetim aygıtı bakımından acil ve gerçekten anlam taşıyan bir değeri yoktur. Siyasi partilerin, devletin temel ilkeleri ve hedefleri bakımından “güven vermekten uzak” genel yapısı, bu işlevin bizzat devlet eliyle ve ona en yakın kuruluş tarafından yapılmasını gerektirmektedir. Bu açıdan bakılınca, MHP’nin bir siyasal parti olmaktan çok, en yüksek planlama ve yönetme organı olan MGK’nın kitle örgütü konumunda olduğu, en azından buna aday parti olarak geliştirilmeye çalışıldığı söylenebilir.

Bütün bu çözümlemeler, siyasal ilişkiler bakımından, burjuvazinin, 12 Eylül’ün faşist nitelikli anayasasını değiştirmek yönünde ciddi bir ihtiyacı ve talebi olmadığı sonucunu vermektedir. Buna rağmen, hemen hemen 1982 Anayasasının kabulünden hemen sonra, bu anayasanın değiştirilmesi yolundaki tartışmaların başlamış olmasının ve sonuçta da, aslında hiçbir ciddi değişikliğe karşılık düşmeyen birtakım düzenlemelerin yapılmış olmasının başlıca sebepleri şöylece özetlenebilir:

Her şeyden önce, gelişen işçi ve emekçi hareketi, 12 Eylül hukukunun aşılması ve getirdiği sınırlamaların tümüyle kaldırılması yönünde ısrarlı ve sürekli bir baskı oluşturmaktadır. Kürt hareketinin yarattığı darboğazlar ise, iç ve dış politikada Türkiye Cumhuriyeti’ni, geleneksel çözümler ötesinde bir çözüm aramaya zorlamaktadır. Ne var ki, bütün bu çözüm yolları yalnızca siyasal öngörü ve yönetim deneyimi getirmekle kalmıyor, aynı zamanda büyük ölçüde finans kaynaklarını ve bunları sürekli olarak yenileyecek yoğun sermaye birikimini ve dolaşımını da gerektiriyor. Bu durum, burjuvaziyi, toplumsal hareketi frenleme, ya da en azından yavaşlatma amacıyla işçi emekçi haklarında bir genişleme yaratma mecburiyetiyle, sömürüyü yoğunlaştırmayı aynı anda yapmak gibi imkânsız bir ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu noktada ağır basan eğilim, “demokratikleşme”yi ekonominin düzelmesine kadar ertelemek yönündedir. Ekonominin kastedildiği anlamda “düzelmesi” ise, nesnel koşullar bakımından tamamen olanaksızdır. Bu ise, demokratikleşmenin olanaksız olduğu anlamına gelmektedir. Bu durumda da, yükselen halk hareketinin taleplerinin hangi araçlarla karşılanacağı ve yükseliş karşısında nasıl ayakta durulacağı problemi çözümsüz kalmaktadır. Bunun tek yolu olarak, baskı ve şiddetin artırılması görünmektedir. Gerçekte, şu anda, devlete egemen olan düşünceyle 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün temel felsefeleri arasında köklü bir farklılık da yoktur. Ünlü sözde söylendiği gibi, “sosyal uyanışın, ekonomik gelişmenin önüne geçmemesi” gerekmektedir. Dolayısıyla,     “hak ve özgürlüklerin korunması için, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması gerekir” biçiminde özetlenebilecek yaklaşım, bugün de tümüyle geçerlidir. Dolayısıyla, işçi, emekçi ve Kürt hareketinin beklentileri ve uğruna mücadele ettiği hedefler ve bunlara karşı egemen sınıfların geliştirebileceği önlemler, anayasa değişikliği kapsamında çözülebilecek bir sorun olmanın çok ötesindedir.

İkinci olarak, burjuvazinin ekonomik bakımdan karşı karşıya bulunduğu zorluklar ve bunun aşılmasının tek yolu olarak görünen yeni ve daha yoğun bir biçimde, emperyalist sermaye ile entegrasyon ihtiyacı, bir “demokratikleşme” görüntüsü yaratma sürecini dayatmaktadır. Bu “demokratikleşme”nin tümüyle biçimsel olduğunu ve emperyalist sermayenin yeniden üretilebilmesinin koşullarını hazırlamaktan ibaret içerikle sınırlı kalacağını söylemeye gerek bile yok. Özel olarak Avrupa ile ilişkiler, yalnızca sermayenin basit anlamda iktisadi ihtiyaçlarının bir sonucu değildir. Bu ilişkiler aynı zamanda başlıca Avrupalı emperyalistlerin Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik uluslararası planlarında Türkiye’ye biçtikleri rolün de bir gereğidir. Fakat insan haklan ihlallerinin, “düşünce suçları”ndan mahkûm olanların durumlarının, baskı ve işkencenin Avrupa kamuoyunu sarstığı, bütün bunların, özel tarihsel ve güncel çelişkilerle Türkiye’nin karşısına dikilen Yunanistan tarafından engelleyici unsurlar olarak kullanıldığı koşullarda, emperyalistlere fazla manevra alanı kalmamakta, “Türkiye’ye baskı” olarak adlandırılan tutum, buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye, bu baskı karşısında, sorunu zamana yaymaya ve dereceli bir geçiş uygulamaya çalışmaktadır. Anayasa’nın, bütün propagandaya rağmen, ancak küçük bazı değişikliklerle Meclis’ten geçmesi de, bu tutumun bir yansımasıdır.

 

NELER DEĞİŞTİ?

Değişikliği gerçekleşen maddeler gözden geçirildiğinde, esas olarak siyasi partilerin faaliyetlerine ve bunun bir uzantısı olarak, milletvekili sayısına ve seçmen yaşına ilişkin maddeler olduğu görülecektir.

Bunun yanı sıra, grev yasakları, memur sendikalarına ilişkin yasaklamalar, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını yasaklayan maddeler, olduğu gibi kalmıştır. Başlangıç kısmından 12 Eylül darbesini zorunlu gösteren ve öven ifadelerin çıkarılması, ama darbecilerin yargılanmasını yasaklayan maddenin kalması, memurlara grev ve toplusözleşme yasağının devam etmesi, ama “toplugörüşme”ye izin verilmesi diğer maddelerdeki değişikliklerin de tümüyle görüntüyü kurtarmaya yönelik olduğunu gösteren kanıtlardır. Anayasanın toplumsal ihtiyaç bakımından değil, yalnızca siyasi partilerin güncel ve kısa vadeli hesaplarına uygun olarak değiştirilmesinin, hangi temel sorunu çözdüğü ise, daima askıda kalan bir soru olacaktır.

Burjuva basın, partileri ve Meclisi aşırı derecede öven manşetlerle olayı abartırlarken, bu gerçeğin de üstünü örtmeye gayret ediyordu. Sözde sivil inisiyatifle, “Askerlerin yaptığı Anayasa’yı değiştiren kahramanlar”, aslında, hala “emir komuta zinciri” içinde, eskinin onaylanmasından öteye geçememişlerdi.

Anayasa’yı değiştirme gösterisi, yalnızca mevcut siyasi partilerin 12 Eylül hukukundan bağımsız olmadıklarını ve asla ciddi bir değişiklik yapamayacaklarını göstermekle kalmamıştır; aynı zamanda gerçek bir demokratik değişikliğin hangi yollarla ve kimin eliyle yapılabileceğini de ortaya koymuştur. Bunun ipucunu da, Anayasa görüşmeleri sürerken Ankara’yı bir eylem merkezi haline getiren emekçi yığınları vermiştir.

 

Ağustos-Eylül 1995

“Piyasa sosyalizmi” üzerine–1 Sosyalist planlamanın zorunluluğu

Marksizm’in, dünyada ’60’ların, Türkiye’de ise ’70’lerin ortalarından beri, kendisine bağlayarak kullandığı sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da giderek tasfiyeye uğrayıp geçersizleştiği, kapitalizmin restorasyonunun gerçekleştirildiği ülkeler olarak çözümleyip tanımladığı burjuva revizyonist egemenlik sistemleri, çelişik doğaları gereği tutunamayıp çökmüşlerdi. Kendisi de sosyalizmin bozulup yozlaşmış başlıca biçimlerinden olan ve üretim ilişkisi olarak ve ekonomik yasalarıyla önünü sere serpe açtığı kapitalizmin (dış ilişkilerinde ise emperyalizmin) gelişmesinden güç alan ve ona dayanan egemenlik sistemi olarak revizyonizm, sonunda, kendisini ortaya çıkarıp var eden koşulları yok eden (bütün kalıntı biçimlerine varıncaya kadar her alanda sosyalizmi tasfiye eden) gelişme sürecinin ilerleyişiyle gereksizleşti. Kapitalizm lehine sosyalizmi ekonomik, siyasal, kültürel, ideolojik yaşamın bütün alanlarında geçersizleştirirken kendi mezarını da kazıyordu. Henüz; tam ege menliğini ve kendi ihtiyaçlarını gereğince karşılayacak asli biçimlerini dayatacak kadar olgunlaşmamış ve kalıntı sosyalist biçimler çerçevesinde gelişmekte olan kapitalizm sürecine denk düşen, kendisi de bu kalıntı siyasal ideolojik örgütsel biçimlerden olan ve kapitalizmin restorasyonunu bu örgütsel yönetsel kabuk içine sıkıştırmaya çalışan revizyonist sistemin, “kendi çocuğu” olan restorasyonun gelişmesinin belirli bir evresinde, yalnızca yetersizleşmesi değil gereksizleşmesi kaçınılmazdı. Kapitalistleşen ekonomi, dar gelmeye başlayan revizyonist kabuğa başkaldıracaktı. Öyle oldu. Başkaldırı, daha Kruşçev döneminde başladı. Brejnev döneminde güçlendi ve yaygınlaştı; giderek tam bir tıkanmaya dönüştü. Tarım krizlerinde, kuyruklarda ortaya çıktı önce. Sonra sanayi sektöründe görüldü tıkanma. Üretim, durmakla kalmadı, gerileme eğilimine girdi. Piyasa ekonomisi geliştikçe, merkezi planlamayı, bütün bir dev merkezi örgütü işlemez kılmaya, sarsmaya başladı. Kâr kaygısı ve piyasa düzenleyici oldukça, siyasal ve ekonomik merkezi örgüt, ancak piyasa ve gelişmesi lehinde müdahale edebilir oldu. Merkezsizleşme eğilimi ekonomiden gelerek güç kazandıkça, kendi ihtiyaçlarını dayattı. Revizyonizm, tarihsel olarak kapitalizmden komünizme geçiş koşullarında kapitalizmin unsurlarının direnişi ve güçlenmesi üzerinden ortaya çıkan, onlara dayanan ve onları geliştiren egemenliğin bu biçimi, ya belki yeni düzenlemelerle varlığını sürdürmek üzere, yolunu kendisinin açıp ürettiği gelişmenin karşısında direnecekti. Bu, Romanya’da Çavuşesku tarafından denendi ve çıkar yol olmadığı görüldü. Çin’deyse, biçimsel olarak da sosyalizmin kalıntıları üzerinde yükselmemiş özel bir burjuva egemenlik biçimi olarak, yeni düzenlemelerle şimdilik ayakta kalmayı başarabildi.

Ya da revizyonizm, yerini, kapitalizmin, onun ihtiyaçlarını karşılayacak asli örgüt biçimlerinin almasına bırakmak üzere “yumuşak geçiş”e yönelecekti. Bu durumda, eski revizyonist yöneticiler, teknokratlar, “sosyalist” biçimli devlet kapitalizminin egemenleri, “yeni” kapitalist örgütün yönetici ve patronları olma şansını yakalayabilirlerdi. Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov ve diğer ülkelerde başkaları bu yolu tuttular. Başlangıçta utangaçça, adını tam vermeden savunmaya yöneldikleri kapitalizmin ihtiyaçlarını, piyasanın genel-geçer kılınmasını, borsayı, özel bankaları, genel olarak özel mülkiyeti vb. -perestroyka-, giderek açıkça, genel bir “demokratizm” söylemiyle öncü parti fikrinin reddi, yalnız Stalin’e değil Lenin ve Marx’a da küfür ve bütün sosyalist sembollerin karalanıp değiştirilmesi, politik çoğulculuk, merkezisizleştirme, parlamento vb. unsurlarıyla biçimsel olarak da kapitalist egemenlik sisteminin savunulmasıyla birleştirdiler.

Ve bir “devir” kapandı. Revizyonist sistem çöktü.

Marksizm, bu süreci başından sonuna gözlemci olarak izlemekle yetinmedi; niteliğini ve varacağı yeri gösterdi, eleştirdi ve dışında ve karşısında yer aldı. Başlangıcından itibaren, içine girilen kapitalizmin restorasyonu çeşitli yönleriyle ortaya kondu. Kapitalizmin unsurlarının gelişmesinin yolunu açan Libermann reformları türünden piyasaya işlerlik kazandırma yönelimleri eleştiri konusu edildi. Gorbaçov’un sürece son noktayı koyma yönündeki yaklaşım ve tutumları açığa çıkarıldı.

Son Gorbaçov saldırısına gelinceye kadar, modern revizyonistler bir yana, Türkiye’de sol, revizyonizmden genel bir etkilenme içinde olmak, onu sosyalizmin bir türü varsaymak ve Marksizm’i “sosyalizm içi” bir “şekillenme”ye düşmanlıkla suçlamakla birlikte, sorunun pek de farkında değildi. Görece içine kapanıktı. “Türkiye’nin sorunları”na eğilik milliyetçi bir tutum içindeydi. Yüzeysel bir yaklaşıma sahipti ve kulaktan dolma konuşuyordu. Sovyetler Birliği ve diğer eski revizyonist ülkelerin kapitalizm yönelimlerini göremiyor, Marksizm’in bu yöndeki eleştirilerini “Çin yanlılığı”, “AEP’çilik” vb.ne tahvil ediyordu. Marksizm’den öğrenmeyi bir türlü kabullenmese de, yüzeysel bir devrimci zemin üzerinde kalabiliyordu. Revizyonizmden etkilenişi; sosyalizm adına piyasa savunusu, kapitalizm yanlılığı, liberalizm ve gelişkin reformculuk gibi uç noktalara varmayabiliyordu.

Bugün durum değişmiştir. Şimdi, birkaç istisnayla, iyi ya da kötü sosyalizm türü varsayılan revizyonist egemenlik biçiminin yerinde yeller esmektedir. Revizyonist sistem, Rusya ve bütün bir Doğu Avrupa’da çökmüştür. Kapitalist restorasyoncu çökertici unsurların başında gelen emperyalizmin, yalnızca ekonomik ve siyasal değil ideolojik egemenliği de, çürümüşlüğü ve kofluğuna, gediklerine ve kendisine karşı işleyen uzlaşmaz karşıtlıklar üzerine kurulu nesnelliğine, buradan giderek güç kaybetmeye başlamasına karşın, zafer çığlıkları arasında dev bir etki gücü kazanmıştır. Bu durum, revizyonizmin çöküşünün yarattığı panik ve ürküntüyle de güçlendirilerek, özellikle yalpalamaya yatkın ara unsurlar ve daha da çok aydınlar arasında boyun eğici bir eğilimin gelişmesinin zeminini oluşturmuştur.

Böyle bir zeminde, Türkiye’de sol içinde “nasıl bir sosyalizm” sorusu ortaya atılmış ve son birkaç yıldır, bu soruya bağlı olarak, geçmişte gündeme getirilmemiş “piyasa sosyalizmi” tartışmaları da başlatılmıştır. Tartışma, “sosyalizm” sözcüğünden bıkıp “sosyalist” örgütü de feshederek açıktan kapitalizme sığınanların dışında kalan eski revizyonistlerin yanı sıra, 12 Eylül’ün siyasal ve ideolojik baskısına dayanamayarak kendini inkâra yönelen Dev Yol gibi grupları da içine çekmiştir. Revizyonizmin çöküşünün yarattığı moral bozukluğunun yanında emperyalist ideolojik baskı, sosyalizme, onun gelişme süreçleri, yasaları ve olabilirliğine inançsızlığı teşvik etmiş, çöken revizyonist ülkelerin deneyleri olumlu örnekler sunmasa da sosyalizmin liberalize edilmesiyle kapitalizme iltihaka doğru bir eğilime yol açmış; 12 Eylül karşısında dirençsizliğin neden olduğu devrim ve devrimcilikten kopuş yönelimiyse, bu eğilimi beslemiştir.

 

TARİH İÇİNDE “PİYASA SOSYALİZMİ”

Türkiye’de “nasıl bir sosyalizm” sorusunun sorulup tartışılması, kuşkusuz yeni ve revizyonizmin çöküşü sonrasına özgü değildir.

“Nasıl bir sosyalizm” sorusu, emperyalizm ve sermayenin baskısı karşısında tutunamayıp savrulmaya yönelen her sapkın akım tarafından sorulmadan edilemeyen bir soru olmuştur. Örneğin, Şefik Hüsnü, bu soruyu çeşitli dönemlerde sürekli sormuş ve her dönem, özü aynı kalmakla birlikte değişik biçimlerde yanıtlamıştır. Ancak Türkiye’de, sorunun, açık ya da utangaçça “piyasa sosyalizmi” biçimindeki yanıtı, son yıllarda belirmiştir.

Bu noktaya gelinceye kadar, Sovyet modern revizyonizmi yanlıları olsun Maocular ve benzerleri olsun, sapkın akımlar, kuşkusuz “nasıl bir sosyalizm” sorusunu sorup, onu, sosyalizm ötesi çeşitli biçimlerde yanıtlamaktan kaçınmamışlardır. Üstelik verilen yanıtlar, merkezi plan fikri ve pratiği karşısında sosyalizmin çarpıtılmasını da içermezlik etmemiştir. Dahası, “öz-yönetim” yanlısı fikirler, sosyalizmde “maddi teşvik”in imtiyazlar ve kârın savunulmasına kadar vardırılması, kendine yeterli Çin köy komünleri ve “kapitalizmin sosyalizmle bütünleşmesi” gibi tezler, adı konmadan “piyasa sosyalizmi”nin tezleri olarak da ileri sürülmüştür. Ama işte, kulaktan dolmalık ve etkilenmenin ötesinde, teori alanında da sosyalizmin yetersizliği, hatta uygulanamazlığı, sosyalizm olmaktan teorik olarak da bütünüyle çıkarılmak üzere piyasalandırılmasının gerekliliği, son yıllarda savunucu bulan türden görüşlerdir.

Türkiye’de kendisini yeni yeni “piyasa sosyalizmi” olarak tanımlamaya başlayan görüşler, aslında fikir miraslarını, bir yanıyla, sonradan Bernstein tarafından da devlet tekelciliğine bağlanarak savunulan, Marksizm’in teorik zaferi öncesi sosyalizm akımlarından Lassalle’cılığın, Louis Blanc’ın kapitalizmin sosyalizasyonu yaklaşımlarından alıyorlar. Bu, başka saplantılarının yanında, II. Enternasyonal’i çöküşe götüren, sonradan da Kautsky ve benzerleri tarafından “ultra emperyalizm” zemininde savunulmaya devam edilen, reformlar aracılığıyla gerçekleşecek burjuva “sosyal devlet” anlayışıdır. “Kapitalizmin sosyalizasyonu” ya da “sosyal kapitalizm”, “sosyal devlet”, II. Enternasyonal çıkışlı olarak, sonradan bütün bir sosyal demokrasinin isçi sınıfı ve sosyalizm düşmanı programının temellerinden birini oluşturmuştur. Tekelcileşen kapitalizmin, zaten özellikle demiryolları, posta hizmetleri, giderek elektrik şebekeleri ve dağıtımı gibi, özel şirketlerin kolaylıkla altından kalkamayacağı yatırımları gereksinen dalları kamu yatırımları halinde devlet mülkiyetine geçirişini, onun sosyalleşmesi olarak anlayan sosyal demokrasi, sözde hem “sosyalist”ti hem de  “sosyalizmi”  kapitalizm ve piyasa ekonomisi koşullarında gerçekleştirme çabasındaydı. Tek sorunu, hükümetlere katılma ve “işçi denetimi” vb. yollarla piyasaya uygun müdahalelerin yapılabilmesi ve kapitalizmin denetlenmesi olarak belirmekteydi. Kautsky şöyle yazmıştı: “… Yığın grevinin rolü, hiçbir zaman devlet iktidarını yıkmak değil, ama yalnızca hükümeti belli bir sorun üzerinde ödünlere hazırlamak, ya da proletaryaya düşman bir hükümet yerine, proletaryanın gereksinimlerini karşılamaya çalışan bir hükümet geçirmek olabilir.” (1)

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına girişilmesi ve NEP sonrası, tarımda kolektifleştirmeyle birlikte planlı ekonomiye geçilmesi (üretimin merkezi plan uyarınca düzenlenmesi), yanına burjuvazinin doğrudan saldırılarının da katıldığı sapkınlığın başka biçimlerinin ortaya çıkmasının gerekçesini sağladı. Öngördüğü kapitalizmin sosyalizasyonu ile birlikte sosyal demokrasi, sistem-içi bir akım olarak kapitalizme entegre olmuştu. Ve kapitalizmin sosyalizasyonu tezi, kapitalizm koşullarına özgü bir yaltaklanma ve oportünizmi ifade ediyordu. Gerçi, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm karşısında burjuva demokrasisi ve kapitalizmin savunulması olarak hâlâ işlevsel kılınmaya çalışılıyordu. Ancak, sosyalizme yönelttiği yıkıcı suçlamalarla onun geçersizliğinin kanıtlanma çabası olarak da, varlık nedenini genişletme yönelimine girdi: “Proletarya diktatörlüğü demokratik değildi”, “Blankicilikti”, “SSCB’de halk üzerinde diktatörlük vardı”, “sosyalizmde bürokrasi ve memurlardan vazgeçilemezdi” ve “sosyalizm de ancak çeşitli mülkiyet biçimlerinin birliği olarak var olabilirdi”, “piyasa ekonomisinden kaçınılamazdı” vb. vb. Daha Ekim Devrimi öncesinde Bolşevizm’e saldırırken Kautsky, “nasıl bir sosyalizm” sorusunun yanıtını aramakta ve geçiş dönemlerini değil ama sosyalist toplumu söz konusu ederek şöyle düşünmekteydi:

“Sosyalist toplumda çok çeşitli işletme biçimleri bir arada bulunabilirler: bürokratik, trade-unioncu (sendikalist) kooperatif, bireysel… örneğin, demiryolları gibi, bürokratik bir örgütten vazgeçemeyecek işletmeler vardır. Burada demokratik örgütlenme şu görünüme bürünebilir: işçiler, çalışma rejimini düzenlemek ve bürokratik aygıtın işleyişini denetlemekle görevli bir tür parlamento oluşturacak delegelerini seçebilirler. Bazı işletmeler işçi sendikalarına verilebilirler; bazıları da kooperasyon ilkesine dayanabilirler.” (2)

Burada ortaya konmuş, sosyalist toplumun toplumsal mülkiyet yerine farklı mülkiyet ve işletme biçimlerini ve bu farklılığın kaçınılmazlıkla meta üretim ve değişimini, piyasanın ve aynı kaçınılmazlıkla maddi kazançlar ve kârın düzenleyiciliğini içereceği ya da gereksineceği şeklindeki görüşleri, yine bürokrasinin gerekliliğiyle birlikte, günümüz “piyasa sosyalizmi” yanlılarının ağzından işiteceğiz. Yine, planlamayı da olanaklı kılmak üzere kolektivizme karşı, küçük üretim ve piyasanın zorunluluğu ve sözde zorla kolektivizme “ikna etme”nin olanaksızlığı üzerine Kautsky’nin şu sözlerini de günümüz “sosyal” piyasa yanlılarının ağzından dinleyeceğiz: “Şimdiye kadar hiçbir yerde küçük köylüler, teorik inançların etkisi altında kolektif tarımı kabul etmemişlerdir.” (3)

Ekim Devrimi’nden bir süre sonrasına kadar, sosyalizme yönelik eleştiriler, hâlâ “kapitalizmin sosyalizasyonu” temel fikrinden kalkınmaktadır: Hükümete katılmak ve işçi denetimi sağlamak yeterlidir, burjuvazi üzerinde bir diktatörlük ve kapitalizmin tasfiyesine yönelmek kesinlikle gereksizdir; zaten sosyalizm, farklı mülkiyet biçimlerinin birliğidir. Bu durumda, devrim, devirmek ve diktatörlük, hem gereksiz hem de kötü bulunmaktadır.

Sosyalizmin ciddi başarılar kazanarak belirli bir gelişme sağlamasından, sanayiden sonra tarımda kolektifleştirmenin başlaması ve planlı üretime geçilmesinden sonraysa, cepheden ve yıkıcı, retçi saldırının pek bir işe yaramadığı görülerek, eleştirilerin özü değişmeden kalmakla birlikte, biçiminde farklılaşma ortaya çıkmıştır. Artık sosyalizmin, piyasanın yol göstericiliği ve düzenleyiciliği olmadan istikrarlı bir ekonomik gelişmeyi sağlayamayacağı, piyasa yerine planı geçirmenin ve kaynakların ya da emeğin dağılımının merkezi planla rasyonellikle gerçekleşmesinin olanaklı olmadığı üzerine eleştiriler gündeme gelmiştir.

Bu tür ilk saldırı, bekleneceği gibi, burjuva iktisatçılardan gelmiştir. Ardından benzer fikirleri ileri süren Prof. Hayek gibi “Avusturya okulu”na mensup Prof. Mises, 1932’de yayınladığı, İngilizceye “Sosyalizm” olarak çevrilen kitabında, sosyalist planlamanın olanaksızlığını, sosyalist bir ekonomide planlamanın kaynakların rasyonel bir tahsisini sağlama gücünde olamayacağını, kaynakların rasyonel tahsisi için üretim araçlarının özel mülkiyetinin zorunlu olduğunu ve kaynakların etkin dağılımının ancak piyasada gerçekleşebileceğini iddia etti.

Ardından Polonyalı Oscar Lange’ın Mises’e övgüleri ve onun iddialarını sözde karşılamak üzere geliştirdiği fikirleri sökün etti. II. Dünya Savaşı sırasında ABD üniversitelerinde dersler verdikten sonra, Hindistan’ın Beş Yıllık Kalkınma Planı denetmenliğini, ’57–59 yıllarında Birleşmiş Milletler Ekonomi Komisyonu başkanlığı yaparak Polonya Başbakan Yardımcılığı ve iktisadi Planlama Başkanlığı’na gelen Lange, Mises’ten pek etkilenmiş ve “piyasa sosyalizmi”nin kuramcılığı ve kuruculuğuna yönelmişti. Lange, “Sosyalizmin Ekonomi Teorisi” adlı kitabına şu cümlelerle başladı:

“Sosyalistlerin, … Profesör Mises’e minnettarlık duymaları için pek çok neden vardır. Onun güçlü saldırısı sonucudur ki, sosyalistler uyanmış ve sosyalist ekonomide kaynakların tahsisinde rehberlik etmek için yeterli bir ekonomi muhasebesi sistemine olan ihtiyacı kavramaya başlamışlardır… Profesör Hayek’in belirttiği gibi, ‘sosyalist ekonominin temel sorununu tartışmalarda artık ihmal edilemeyecek bir biçimde ilk kez formüle etme şerefi’ Profesör Mises’e aittir.” (4)

“Sosyalist ekonominin temel sorunumu, yıllardır bu ekonominin inşasında görev almış sosyalistler (iktisatçı ya da siyasetçiler) değil, ama onların da önünü açmak üzere bir burjuva iktisatçısının bulup formüle etmesi ve bu formülasyonun da, “etkin talebin piyasa ve fiyatlar dolambacıyla belirmesi”nin kaçınılmazlığıyla sosyalizm ve merkezi planlamanın olanaksızlığını ileri sürmekten ibaret olması, herhalde ilginç olmalı ve başlı başına, Lange’in yönelimi hakkında bir fikir vermelidir.

Lange, Mises’in iddialarının başka herhangi birine değil, ama yalnızca, sosyalizmde “ekonomi muhasebesi” ya da ekonomik hesaplamaların olanaksızlığına ilişkin olanına itiraz etmektedir. Etkin talep, kaynakların ya da emeğin uygun şekilde dağılımı, verimlilik vb. açısından, bu kez muhasebesi tutulacak fiyatların, yine arz-talebe göre ve “deneme-hata” yoluyla, yine aslında piyasada gerçekleşecek olmasını sorun edinmeyen Lange, bunun üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olmadığı koşullarda olabilirliğini savunmaktadır. Onda, ne emekçilerin ihtiyaçlarının giderek yükselen bir trendle karşılanabilmesini garanti altına almak üzere, belirli bir anda talebi düşük olsa ya da hiç talep edilmese de, örneğin bir yıllık “deneme-hata” açısından tümüyle verimsiz görünse de, girişilmesi zorunlu yatırımları karşılamak üzere arz-talep “dengesi”nin yıllık olarak göstermesi olanaksız ek fon ve onun piyasa dışı yönlendirilmesine yer vardır, ne de üretim araçları üretiminin ihtiyaçlara göre planlanmasına. Ona göre, tamamen piyasa kavramlarıyla konuşarak “sermaye” ya da “sermaye birikimi” olarak nitelendirdiği üretimin genişletilmesi için ayrılması gereken fonlar kısa vade açısından gereksizdir: “Kısa vadede sermaye miktarı değişmez kabul edilir ve faiz haddi basitçe sermaye talebinin varolan sermayeye eşitliği koşulundan hareket ederek saptanır… Bununla birlikte uzun vadede birikim yoluyla sermaye miktarı artırılabilir… Sermaye birikimi oranının ‘devletçe’ saptanmasındaki keyfilik, açıkça sermaye birikimi oranına ilişkin kararın, (tüketicilerin değil de) Merkezi Planlama Kurulu’nun zamana göre optimum gelir akımını nasıl değerlendirdiğine yansıttığı anlamındadır. Kuşkusuz, bu keyfiliğin tüketicilerin refah düzeyinde bir düşme meydana getireceği öne sürülebilir. Bu güçlükse tümden sermaye birikimini kişilerin tasarruflarına bırakmakla yenilebilir. Fakat bu yöntem sosyalist toplumun örgütleşme biçimiyle kolay bağdaştırılamaz.” (5)

Uzun vadede üretimin genişlemesi için ek fon ayrılabiliyor; ama bu fonun, toplumsal ürünün bu en önemli bölümünün yönetilmesinin, özel mülkiyet denmeye dil varmasa da, özel kişisel tasarrufa bırakılması, en iyisi olabiliyor.

Arz-talep ilişkisi çerçevesinde fiyatlandırılma ise ona göre özetle şöyle:

“… fiyat teriminin iki anlamı vardır. Bu terim ya basit anlamdaki fiyat niteliğindedir; bu takdirde pazarda iki malın birbiriyle mübadele oranını gösterir; ya da bu terim genel anlamda kullanılmaktadır ve ‘karşılığında alternatiflerin önerildiği şartlardır’.” (6)

“Kaynakların tahsisi için ancak ikinci (yani geniş) anlamdaki fiyatların göz önünde tutulması zorunluluktur…” (sf. 53) “Kamu mülkiyetindeki sermaye ve doğal kaynaklar için Merkezi Planlama Kurulu’nca bir fiyat saptanmalıdır. Şu şartla ki, bu kaynaklar bu fiyatı ‘ödeyebilen’ ya da tercihan bu fiyatı ‘hesaplarına geçiren’ endüstri kollarına yöneltilebilsin. Bu durum tüketici tercihlerinin izlenmesinin sonucudur.” (sf. 68) Kaynakların bilinçli yöneltilmesi yerine bu “tüketici tercihlerine” ya da talebe veya piyasaya görelikle, örneğin yeni bir hidroelektrik santralının gereksineceği dev yatırımın kaynak fiyatlarının “ödenemeyeceği” ya da “hesaba geçirilemeyeceği” kolaylıkla tahmin edilebilir. Oysa planlama gerçekse, emekçilerin belki yüzyıllık enerji ihtiyacını karşılayacak böyle bir yatırımın günlük ya da en çok yıllık deneme-hata üzerine kurulu talep ve piyasa dalgalanmalarının ötesinde ve üstünde gerçekleştirilmesi zorunlu değil midir? “… Sosyalist ekonomide yönetmenler, verecekleri kararlarla elbette fiyatları etkileyebilirler ve etkileyeceklerdir de.” (sf,  69) “Merkezi Planlama Kurulu gelişi güzel seçilmiş belli bir fiyat bileşimiyle işe başlamış olsun. Kamu mülkiyetindeki üretimin ve üretken kaynakların yönetmenlerinin tüm kararları ve keza emek arz eden bireylerin tüm kararları bu fiyatlara dayanarak verilir. Bu kararlara göre her mal için talep ve arz miktarı saptanır. Bir mala ait talep miktarı o malın arz miktarına eşit değilse, malın fiyatı değiştirilmelidir. Talep miktarı arzı aşıyorsa fiyat yükseltilmeli, aksi halde düşürülmelidir. Böylece Merkezi Planlama Kurulu yeni kararlara dayanak teşkil edecek olan yeni bir fiyat bileşimi saptamakta, bu da yeni bir talep ve arz bileşiminin doğmasına yol açmaktadır. Bu deneme-hata süreci sonunda denge fiyatları belirlenmiş olur.” (sf. 74)

Ve itiraf: “Sosyalist ekonomide denge fiyatlarının belirlenmesine ilişkin bu incelememiz, fiyatların belirlenmesi sürecinin rekabetçi pazardaki yönteme geniş ölçüde benzemekte olduğunu gösteriyor.” (sf. 71)

Giderek, sosyalizm ve planlı ekonomi eleştiricileriyle bu ekonominin başındaki -piyasa lehine “reformlar”a yönelen- sözde yürütücüler aynılaşmak da üzere (Oto Şik ve Kosigin gibi), zaman zaman cephe gerisinden, zaman zaman da cepheden, dozaj farklılıklarıyla, bazen niyet açıkça ortaya konarak bazen de üstü örtülerek ileri sürülen görüşleriyle, “piyasa sosyalizmi” okulu, ilerlemesini sürdürdü. ’50’li yılların sonuyla ’60’lı yıllarda revizyonist ülkelerde baş gösteren piyasanın kuruluşu lehindeki ekonomik reformlar ve kapitalizmin restorasyonuna, “sosyalist” iktisat ve planlamaya ilişkin tezleriyle “hayat” veren, bu okul oldu. Polonyalı Wlodzimierz Brus, Rus Liberman, bizzat Gorbaçov’un kendisi ve danışmanı Aganbegyan, bu akımın önde gelen savunucuları arasında yer aldılar. Brejnev dönemiyle birlikte adı duyulmuş tüm Sovyet ileri gelenleri, bürokrasinin başlıca temsilcileri olmalarına ve “merkez”in imtiyazlarını korumaya çalışmalarına karşın, dozaj ayarlamalarının ötesinde, aslında, hep bu akımın taraftarları arasında yer aldılar. Bir kez kapitalizmin restorasyonuna giriştiklerinde attıkları her adım, aldıkları en merkeziyetçi kararlar bile, ekonominin aşırı merkezi bürokratik örgütlenmesiyle çelişmeye düşmüş kapitalizm ve dolayısıyla piyasa ekonomisi lehine çalıştı. Siyasetin yanı sıra ekonomide de merkeziyetçilikten yana ağırlık koyan bu sonuncuların konumu -ayrı bir tartışma konusu olmak üzere- bir yana, “piyasa sosyalizmi” okulu ve taraftarları, doğrudan burjuva dürtü ve özlemlerle dolu olarak, dışardan emperyalizmin tarihte eşi görülmemiş baskısı, içerdeyse kapitalizmin kalıntılarının direnişine boyun eğerek/sözcülüğünü yaparak, Kautsky ile başlayan sosyal demokrat gelenekten farklı bir yolda yürüdü. Hareket ettiği ve tartıştığı zemin farklıydı. Sosyal demokrasi açıktan kapitalizm yanlısıydı ve doğrudan proletarya diktatörlüğüne ve bütün olarak sosyalizme saldırmaktaydı. “Piyasa sosyalizmi” ise, proletarya diktatörlüğü ve sosyalist ekonomi koşullarında kendi rolünü oynamaya soyunmuştu.  Proletarya diktatörlüğünü, sosyalizmi, üretim araçlarının sosyalizasyonunu reddetmez görünüyordu. Ama kapitalizmden komünizme geçişte plan ve piyasaya ilişkin Marksist tezleri reddederek, Marksizm’i geçersizleştirmeye ve sosyalist inşayı sekteye uğratmaya yönelikti. Kapitalizmin restorasyonunun gündeme geldiği koşullarda, revizyonist ülkelerdeki bu gelişmeyi ekonomik yönden teorileştirmeye girişerek piyasa ekonomisine dönüşü, kapitalizmin ihyasını amaçlıyordu. Deyim yerindeyse, bu akım, revizyonist ülkelerde kapitalist restorasyonun “öncü müfrezesi” olarak işlev kazandı.

’80’lerin sonu ve ’90’lara kadar Türkiye’de bu akımın açık savunucularına pek rastlanmadığını söylemek yanlış olmaz. Sovyet yanlısı modern revizyonistler, uzun yıllar Türkiye’de “iktidar” peşinde koştular. Gerçi peşinde oldukları, Sovyet yanlısı bir hükümetti, ancak Sovyet yayılmasının unsurları olarak, amaçlarının mubah kıldığı herkese her türden mavi boncuğu dağıtmalarına, kapitalizmi aklamalarına vb. rağmen, özel olarak “piyasa sosyalizminin savunulmasını üstlenmemişlerdi. Bu ihtiyaç, onlar için henüz doğmamıştı. Gorbaçov’la birlikte doğdu, ama pek çabuk efendisiz kalıp açmaza düştüler ve antikalar müzesine, tarihin çöp sepetine doğru yol aldılar.

“Evlerine gitmeyip” siyaset oynamayı uygun görenler açısındansa, benzer konumlara savrulan eskinin devrimcileriyle birlikte, oluşan yeni koşullara uyum sorunu ortaya çıktı. Başta söylendiği gibi, revizyonist sistem çökmüştü. Bunu, “sosyalizmin çöktüğü” ve Marksizm’in “iflas ettiği” şeklinde anlama eğilimindeydiler. Yıllardır revizyonizmi Marksizm ve sosyalizm bilip anlamışlar, öyle şekillenmişlerdi. Burjuvazi saldırıyor, uluslararası sermaye, emperyalizm üst perdeden zafer ve egemenlik türküleri söylüyordu. Sosyalizmin emekçi kitleler nezdinde “inandırıcılığını yitirdiğini” düşünüp açıklıyorlardı, ama aslında kendilerinin sosyalizme inançları kalmamıştı. Sınıfsal konum ve özlemleriyse zaten hiç de sosyalizmle bağdaşmıyordu. Koşullar, geleceğe ve kendilerine güvensiz aydınların (ve aydın gruplaşmalarının) kapitalizme iltihakını davet ediyordu. Sınıfta kaldıkları sınavlarda kendilerine güvenlerini yitirmelerinin ötesinde, proletarya ve emekçi kitlelerine hiç güvenleri yoktu. Daveti kabul ettiler; kapitalizme iltihaka yöneldiler. Devrimci olunmadan, devrim istemeden ve onun için uğraş vermeden “sosyalistlik”, kapitalizm koşullarında, bu koşullara uyum sağlayarak “sosyalistlik”  yolu olarak “piyasa sosyalizmine yöneldiler. “Piyasa sosyalizmini “tartışma”larının gündemine aldılar. Daha “atak” olanlar ya da burjuva görüşlerini daha örtük olmayan şekilde savunma “cesareti” gösterenler, “piyasa sosyalizmini benimsediklerini açıkladılar. Böylelikle devrim ve iktidar sorunundan daha rahat kaçılabilecekti. Kimi “iktidar imkânsıza yakın zordur” diyordu, kimiyse “iktidar sorunu”nu çalışanların “doğrudan demokrasisi”nin gerçekleşmesine devir-teslim yoluyla bu zorluktan kurtulmaya çalışıyor ya da “iktidar” sözcüğünün ağızlara alınmaktan korkulduğu “muhalefet meclisleri” öngörüyordu. “Piyasa sosyalizmi”, anlaşılan “iktidar sorunu”nu da metalaştırmış, alınır-satılır, devredilir, kurtulunur kılmıştı.

 

TÜRKİYE’DE “PİYASA SOSYALİZMİ”

Türkiye’de “piyasa sosyalizmi”, bu akımın revizyonist ülkelerde ortaya çıkışından farklı amaç ve vurgularla şekillenmek durumundaydı. Revizyonist ülkelerde kapitalist restorasyonun ve piyasa ekonomisine dönüşün bir unsuru, bu yöndeki gelişmenin formülcü ve savunucusu durumundaki “piyasa sosyalizmi”, Türkiye’ye biçim değişikliğiyle yansımak zorundaydı. Piyasa kabullenilecekti, ancak piyasaya dönüş hareket noktası edinilemezdi, Türkiye’de zaten piyasa koşulları geçerliydi. Kapitalizmin restorasyonu amaçlanamazdı Türkiye’de, çünkü burada zaten kapitalizm egemendi. “Piyasa sosyalizmi”, revizyonist ülkelerde sosyalizmden kapitalizme ve piyasaya doğru bir gelişmenin “vurucu gücü” olmuşken, Türkiye’de zaten geçerli olan piyasa ekonomisi ve kapitalizmin kabullenilmesiyle sözde sosyalizmin savunulmasını birleştirerek, görünüşte kapitalizmden “sosyalizme doğru” bir gelişmenin teori ve pratiğini yapmak üzere şekillenecekti. Piyasa ekonomisine dayanan kapitalist bir ülke olarak Türkiye’nin nesnel durumunun yanı sıra, söylemde hâlâ      “sosyalizm”in dile getirilişinden medet uman ama kapitalizme iltihak ederek düşkünleşmiş aydınların öznelliği bir arada, bunu koşullandırmaktaydı. Hem piyasa ekonomisi savunularak kapitalizm içinde kalınacak, böylelikle “belalar”dan uzak durularak düşkünleşmiş iltihakçı aydın konumuna uygun davranılmış olunacak; hem de bunun “sosyalizm” adına yapıldığını ileri sürenler kendilerini tatmin edecekler, yanı sıra belki de birilerini hâlâ aldatabileceklerini tasarlayacaklardı.

Ancak nesnel (ve öznel) şekillenişiyle, revizyonist ülkelerde oluşmuş “piyasa sosyalizmini niteleyen tezlerden sosyal demokrasiye, onun kapitalizmin sosyalizasyonu, işçi-emekçi denetimi yoluyla “sosyal kapitalizm” ve “sosyal devlet” tezlerine doğru bir kayışın ortaya çıkacak olması kaçınılmazdı. Aslında bu ikisi, kuşku yok ki, aynı öze sahipti: piyasa ekonomisi (ve kapitalizmin) kabulünün “sosyalizm” sözcükleriyle birleştirilmesi. Hangi tarihsel koşullarda ne amaçla ortaya çıkmış ve hangi tezlerle ne tür bir sürecin unsuru olmuş olursa olsun, sosyalizmle (doğal ki onun lafzıyla) piyasa ekonomisinin öngörülen her türden bireşiminin tek bir anlamı vardı: “sosyal kapitalizm”. Kapitalizm sosyalize edilirdi ya da sosyalizm kapitalize edilirdi. Şu koşullarda şu, ya da bu koşullarda bu; sonuç ya da öz aynı; sosyal bulamaçlı, sosyal bir biçim kazandırılmış kapitalizm. Demiryolları, posta hizmetleri, otoyollar, elektrik şebekesi gibi alanlarda yatırımların kamu mülkiyetinde (devlet elinde) olduğu kapitalizm. Aynı özün şu ya da bu biçimiyle şekillenmesi, tezlere özgünlüklerini verecekti.

Türkiye’de “piyasa sosyalizmi”, sosyal demokrasi ve onun kapitalizmin sosyalizasyonu tezine yakınlık olarak şekilleniyor. Belki bir boşluğu doldurmaya hazırlanıyor. Eski, “sosyal” yardım ve hizmetleri savunma ve sosyal devlet ilkesini benimseme konumunda tutunamayan, özelleştirmeci ideolojik dalgayla iyice liberalizme kayan sosyal demokrasinin açtığı boşluk, önemli bir yer tutuyor mu? Bu görülecek.

Türkiye’de “piyasa sosyalizminin başka savunucuları ve “tartışmacılarına haksızlık etmek niyetinde değiliz kesinlikle. Başka bir nedenle değil ama sadece cesaretli açıklamaları dolayısıyla örnek olarak verilmeyi hak eden Sadun Aren’in görüşleri üzerinde durmak, Türkiye’de “piyasa sosyalizmi”nin konumunu aydınlatıcı olacaktır.

Sonradan tartışmaları kitaplaştıran Toplumsal Araştırmalar Vakfı’nca düzenlenen “Plan, Piyasa ve Sosyalizm” konulu panele katılan S. Aren şu görüşü ileri sürüyor:

“… Ya evimize gideriz yahut da partilere gireriz, eğer çok meraklıysak siyaset yapmaya. Ama sosyalizm olabilir diyorsak, yeni bir yol bulmalıyız. Yeni bir yol bulmazsak olmaz. O yeni yol ne olabilir? O yeni yol bir kere sosyalizmi piyasa ekonomisi içinde gerçekleştirebilecek bir yol olmalıdır. Zaten başka bir alternatif yok.” (7)

Başka alternatifi olmadığını da ileri sürerek “sosyalizmin” piyasa ekonomisi içinde, yani bugünkü sistem içinde gerçekleştirilmesi… “Yeni yol” bu. Bunun yenilikle ilgisi yok; çok eski bir yol bu. Sosyalizmle ilgisi ise hiç yok; eskiden beri hiç olmadı.

Dev Yol’cu tartışmacılarca da paylaşılan “sosyalizmin fiili bir döneminin kapandığı”, sosyalizmin ya da en azından bugüne kadar sosyalizm olarak uygulanmış ne varsa “iflas ettiğine ilişkin saptamayı burada da görüyoruz. “Eve gitmeyi” önleyecek kadar neden kalmışsa, o zaman “olabilir” ya da ileriki bölümlerde göreceğimiz şekilde, Alec Nove’nin tanımladığı gibi, “uygulanabilir” bir “sosyalizm” arayışına çıkmak zorunlu olacak! Dev Yol’cu tartışmacılar, bunu, “İstişare Konuşmaları”nın sunuşunda, “Şimdi, yeni bir döneme geçerken eski geleneksel sosyalizm anlayışlarının köklü ve devrimci bir eleştirisi gerekli” şeklinde ifade etmişlerdi. Onlar da “inandırıcı” ve kuşkusuz “olabilir”, “uygulanabilir” bir sosyalizm arayışındaydılar; konuları bu amaca uygun seçerek paneller düzenliyor, toplantılar yapıp tartışıyorlardı.

S. Aren, aynı A. Nove gibi (yalnızca, onun revizyonist ülkeleri piyasa ilişkileri ve kapitalizm içine çekme amacıyla farklılaşarak), “olabilirlik” ve “uygulanabilirlik”in “sosyalizmi piyasa ekonomisi içinde gerçekleştirebilecek bir yol” aramaktan geçtiğini açıkça ilan ediyordu.

Piyasa ekonomisi ile ne sosyalist planlamanın ne de sosyalizmin bağdaşabilir olduğunu, sorunu ekonomi teorisi açısından tartışırken göreceğiz. Ama daha başından, piyasa ekonomisi ile sosyalizmin ancak birbirini yok etmek üzere yan yana gelebilecek, birbirlerini dışlayan türden kategoriler olduğu belirtilmelidir. (Bu, yine görüleceği gibi, sosyalizmin, merkezi planlamanın, belirli tarihsel dönemde sınırlandırılmış piyasa ilişkilerine tahammül etmek, onları zorunlu olarak kullanmak ve ama değer yasasının etki alanıyla birlikte meta üretimi ve değişiminin zorunlu saydığı piyasanın işleyişi ve etki alanını sürekli olarak sınırlandırarak azaltmak ve sonunda yok etmek zorunda olduğunu yadsımak anlamına gelmez.)

Piyasa ilişkileri, kapitalizmden komünizme geçiş döneminde işleyişi ve etki alanı sürekli sınırlanıp daralması zorunlu, ama bir çırpıda yok edilemeyecek meta üretimi ve değişiminin kaçınılmaz bir gereği olarak ele alınabilecekken, bu, sosyalizmin piyasa ekonomisi koşullarında gerçekleşebilirliğinin ileri sürülmesiyle eş anlamlı değildir.

Sosyalizm, başlıca üretim araçlarının toplumsallaştırılarak özel mülkiyet konusu olmaktan çıkarılmasını ön-gerektirir. Toprak ve hammadde kaynakları da içinde olmak üzere üretim araçlarının toplumsallaştırılması olmaksızın sosyalizmden söz edilemez. Burada birbirini tamamlayan iki tez önemlidir ki, “uygulanabilirlikleri” kanıtlanmıştır:

1. Üretim araçlarının toplumsallaştırması, yani mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, kapitalizmin tasfiyesine girişmek demektir ve kapitalistlerin ekonomik egemenliklerini yıkmak üzere siyasal egemenliklerinin devrilmesini, iktidar sorununun proletaryanın egemen sınıf halinde örgütlenmesi olarak çözümlenmesini kaçınılmazlıkla gereksinir.

Engels’in Anti-Dühring’te, meta üretimi ve değişimi ve onun genelleşmesi olarak kapitalizmi, uzlaşmaz karşıtlıkları içinde tabi tuttuğu özet değerlendirmenin vardığı nokta bilinir: “Proletarya devlet erkliğini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür… Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem, -üretim araçlarına toplum olarak el konması,- aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de.” (8)

2. Sosyalizm, meta üretimini ve piyasayı, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği ve üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı koşullarda, bu iki (ve bunlara bağlı olarak üçüncüsü, emek ürünlerine el konuşunun olanaksızlaşması) nedenle işleyişi ve etkisi sınırlandırılmış haliyle kendi hizmetine koşamayacağı iddia edilemez. Ancak piyasa ekonomisi, gerek basit meta üretim ve değişiminin, gerekse meta üretimi ve değişiminin işgücünün metalaşmasını da kapsayarak genelleştiği kapitalizmin örgütlenişi olarak, meta üretimi ve kapitalist üretimin gerçekleşmesinin örgütlenmesi olarak, üretim araçlarının özel mülkiyetini varsayar. Piyasa ekonomisinde üretim araçları özel mülkiyet konusudur, değiştirilebilir, alınır-satılır mallardandır; piyasa ekonomisi, tam da bu ve bütün diğer emek ürünlerinin birbirleriyle değişim sürecinde değerlenmesi ve üretimin piyasa aracılığıyla gerçekleşmesinin örgütüdür. Hem proletaryanın egemen sınıf örgütlenmesiyle (başka türlü proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi anlamsızlaşır) hem de üretim araçları mülkiyetinin toplumsal karakteri ile çelişir.

Sadun Aren bu noktada, koşulların dönekleştiriciliği ve soyunduğu piyasa “sosyalistliği”nin güçlüğüne ilişkin şunları söylüyor:

“… Sosyalizm denildiği zaman üretim araçlarının kamulaştırılması, topluma mal edilmesi ve bunların planla yönetilmesini anlayan bizler için ki ben de öyle sürdürdüm uzun süre, çünkü sosyalizm üretim araçlarının kamulaştırılması ve merkezi plan demektir, şimdi böyle söylemeden, plan yapmadan sosyalist olmak, yeni yollar aramak güç. Bunu kabul ediyorum. Ban da çok güçlük çektim.” (9)

Güçlük devam edecektir! Ve şimdi, “yeni yol” olarak sunulan ve örneğin Dev Yol’cular tarafından hâlâ arandığı söylenen yolun, ta Kautsky’ye ve hatta Bernstein’e kadar giden bir eskiliğin yolu olduğu açığa çıkmaktadır. Kapitalizmin kendi yasalarınca gelişmesinin özellikle büyük yatırım alanlarında devletin ekonomiye müdahalesine ve bazı büyük üretim dallarının kamulaştırılmasına götürdüğünden hareketle, kapitalizm koşullarında, piyasa ekonomisi çerçevesinde sosyalleşmenin olanaklı olduğu ve savunulması gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır. “Sosyalizm” olarak tanımlanan ve piyasa koşullarında “gerçekleşebilir” oluşundan giderek “piyasa sosyalizmi” olarak nitelenen bu sosyalleşmenin iktidar alanında kökten bir alt üst oluş yaşanmasını gereksinmediği açıktır. Ve olanca hümanizmiyle Aren, bu noktaya sarılmaktadır. İktidar değişikliği gerektirmeyen bir “sosyalizm” türü tam da aradığı şeydir.

Oysa iktidar sorununu, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesini ve üretim araçlarını toplumsallaştırması zorunluluğunu herkesin gözüne sokacak şekilde belirgin kılan, tamamen bu gelişmenin kendisidir. Kapitalizm koşullarında sosyalleşme ya da kamu mülkiyetine eğilimin nedeni nedir? Bu, yalnızca emek de içinde olmak üzere üretici güçlerin, üretimin kendisinin giderek artan toplumsal karakteriyle emeğin ürünlerinin mülk edinilmesinin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişmenin bir sonucu değil midir? Emeğin ve üretimin giderek yükselen toplumsallaşma derecesinin, giderek artan bir güçle üretici güçlerin sermaye niteliklerinden kurtularak toplumsal üretici güçler olma niteliklerinin gerçek bir tanınmasına götürmekte oluşunun kanıtlanması değil midir? Üretici güçlerin kendi toplumsal niteliklerinin tanınmasını dayatmasından başka, kapitalizm koşullarında sosyalleşmenin izahı olabilir mi? Konuyu, piyasa sosyalizmi savunucularının önde gelenlerinden İskoç Alec Nove ile tartışırken, geniş olarak ele alacağız.

Ama S. Aren, işin kolayına kaçarken, tam da sosyalistliğin kıstaslarından ikisine karşı sesini yükseltmektedir: iktidara el koyma ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması. Çıkış noktası, iktidarı almanın imkânsız ya da imkânsız denecek kadar zor olduğudur. Kafasında, iktidara yürümenin, ancak, o iflah olmaz parlamenter yolu vardır. Şöyle der:

“Biz SBP adı altında bir grup sosyalist seçimlere girdik. 70–80 bin oy aldık. Yunanistan’da çok şanlı bir komünist partisi vardır. Biliyorsunuz, İç Savaş yapabilmiştir, vatanı kurtarmıştır, yüzde 4,5 oy aldı en son seçimlerde. Fransa’da gene çok değerli, halkın nazarında son derece saygın, faşizme karşı mücadele etmiş bir parti vardır. Şimdi yüzde 6-7-8 civarında oy almaktadır. Portekizliler de öyledir. O da galiba yüzde 12 civarındadır. Demek ki böyle iktidara gelmek biraz zor. İmkânsız dememek için zor diyorum. Peki nasıl? Ben geleceğim, sizin mallarınızı ve üretim araçlarını elinizden alacağım ve ben yöneteceğim bu memleketi dediğinizde vermiyor bu arkadaşlar. Biz yönetiyoruz, böylesi daha iyi diyorlar. Ellerinde de imkânlar var tabii vermemek için.” (10)

İktidarı almanın “imkânsızlığı”, planın olabilirliğine karşı itirazının ve piyasa sosyalizmini öngörmesinin başlıca gerekçesi Aren’in. İkinci bir gerekçesi daha var; planlı ekonomide halk şeker istediğinde ona pekmez verilebilirmiş! Oysa Aren, şeker-pekmez tercihini kendi yapmak istiyor. (Bu kıytırık gerekçenin sosyalizme ve ekonominin planlı gelişmesine nasıl bir kapitalist mantıkla karşı çıkmak olduğunu göreceğiz. Sorun, kuşkusuz, planlı ekonomide şeker-pekmez tercihinin yapılamazlığı değil, tercihlerin, öncelikleriyle yerli yerine oturtulması ve her şeye sahip olabilmek ve bütün tercihleri yapabilmek için, doğru saptanmış önceliklerle planlı ekonominin gelişmesi ve sosyalizmin inşası doğrultusunda ilerlemektir.) Bu açıdan da sıkıntılı, “(iktidarı) şayet ele geçirebilirseniz ki Sovyetlerde, diğer Avrupa ülkelerinde falan da oldu, o zaman da bizim anladığımız anlamda sosyalizmi kuramıyorsunuz.” (sf.6) diyor. Kısacası, şeker-pekmez tercihi tüketiciler açısından ancak piyasa koşullarında “özgürce” yapılabileceği için(!) de, Aren, planlı ekonomi yerine piyasa sosyalizmi istiyor; ama onu şaşkınlığa yönelten temel sorun, iktidar sorunu. Hep buna vurgu yapıyor. Kapitalistleri kastederek “vermiyor, bu arkadaşlar” diyor. Burjuvazi iktidarı vermeyince, “yeni yol” olarak, sosyalizmi, piyasa içinde gerçekleştirmek kalıyor beyimize! Sosyalizmi ve sosyalistlik iddiasını hiç utanmadan öylesine sıradan bir laf durumuna düşürüyor ki, zavallılaşıyor ve çok açık konuşuyor: ” … Bütünüyle iktidar olabilmek mümkün değildir. Mümkün olmadığına göre merkezi plan da yapmak mümkün değil. O halde biz bugünkü toplum içinde sosyalizmi yapmaya çalışacağız.” (sf. 7)

Bu siyasal densizlikle sosyalizm ve sosyalistlik iddiası birlikte tasarlanabilir mi? Ama bu S. Aren, bugün ciddi ciddi sosyalistlik iddiasında bulunan bir partinin başında bulunabiliyor. Demek ki densizliği sosyalistlik olarak gören bir dizi insan var! Ama Aren’in kafasındaki açık. O, kapitalizmin sosyalizasyonunu öngörüyor. Sağlık, eğitim vb. fonlarına sahip, sosyal sigorta vb. olanakları geniş, sosyal devlet ilkesini uygulayan bir kapitalizm. Oysa bu, kapitalizmin kendi eğilimidir. Bakmayın şimdi özelleştirmenin ideolojik atılım halinde oluşuna. Nedenleri var. Ve bütün budanmalara karşın, hâlâ, hemen bütün ülkelerinde kapitalizmin böyle bir yönü var. Ama Aren’i de anlamak gerekiyor. Kapitalizmin bütün partilerinin özelleştirmeci oldukları koşullarda, siyasal toplumsal ilişkilerdeki olası değişiklikler karşısında, sermaye, sosyal kapitalizm yanlısı bir partiye ve onunla koalisyona ihtiyaç duyabilir. Devrime oynamaktan (!) “yorulmuş” Aren, şimdi buna mı oynuyor? Öyle görünüyor. Muhtemel koalisyon ortaklığının düşünü görüyor: “Böyle bir gün adamlar, eh artık ne yapalım, siz bu işleri yürütün dedikleri zaman, çalışan insanların mutlaka bir planlı ekonomi yapmaları gerekmez.” (sf.8) Onlar verirse “iktidarı”, yani sizi bir hükümet ortaklığına çağırırlarsa, kuşkusuz bunu, açıklar vermeye başlamış sistemi, kapitalizmi sağlamlaştırmanız için yaparlar. Bu durumda, doğal ki, sizin de “sosyalizmi” “bugünkü toplum içinde yapacağınızı” açıklamış olmanız ve böyle yapmaya yönelmeniz gerekir.

Peki, “bugünkü toplum içinde”, yani piyasa ve kapitalizm koşullarında “sosyalizm” ya da sosyal kapitalizm nasıl “yapılacak”? Madem iktidar ele geçirilemiyor, diye düşünüyor Aren, o zaman, önemli olan bugünkü toplum içinde yönetebilmektir sonucuna varıyor: “Demek ki asıl mesele bugünkü toplum içinde yönetimi ele geçirmektir. Ele geçirmek tabirini bile biraz konspiratif buluyorum. Gerektiğinde yönetime katılmaya çalışmak…” (sf. 7) “Bütünüyle iktidar olabilmek mümkün değil”, o zaman iktidara ortak olmak, yönetime katılmak olanağı kalıyor geriye ve Aren bunu olumluyor. Bunun iki yolu var. Hükümete katılmak, koalisyon ortağı olmak ve işyerlerinde vb. yönetime katılmak. Bu, sosyal demokrat tezlere geri dönüştür. Bütün toplumsal siyasal pratiğiyle şimdiye kadar hep kapitalizmi olumlamış, onun içinde var olmuş, ona iltihak halinde bulunmuş Aren, laf olarak, yalan-yanlış da olsa sosyalizmi savunur görünürdü. Şimdi artık siyasal ideolojisiyle de sosyalizmi terk etmekte ve kapitalizme iltihak etmektedir. İşte Aren’in, eski sosyal demokrat kapitalizmin sosyalizasyonu programı:

“… Çalışan insanların yönetime katılmasını hızlandıracağız. Kooperatifleri geliştireceğiz, yaygınlaştıracağız, hastanelerde, kütüphanelerde, okullarda, fabrikalarda çalışan insanların, hatta daha doğrusu bilgili insanların yönetime katılmasını sağlayacağız. Böyle böyle sosyalizme gidilecek diyoruz… Biz yönetimi etkilemeye çalışacağız. Yönetime mümkün olduğu kadar çok girmeye çalışacağız. ” (sf.28)

Sosyalizm, dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelerden kapitalizme iltihak yönünde etkilenmiş (ve zaten önceden de kapitalizmden koptuğu söylenemeyecek olan) S. Aren tarafından üretim araçlarının kamulaştırılması ve merkezi plan olmadan “olabilir” bir şey olarak hayal edilebilir. Hayal kurmanın sonu yoktur! Düşünce ve kurgu ya da hayal açısından bugün piyasa ekonomisi kuralları pek işlemiyor ve serbest dolaşımları engelleniyor olsa da, kapitalizm yanlısı hayallere piyasada yer vardır! Ama bu hayallerin piyasada değerleneceğini sanmak yine bir başka hayaldir. Hayal, bir şekilde gerçekliğe bağlanmadan, bir gereksiz emek ürünü olarak, kullanım değeri olmayan bir “nesne” olarak, onun değişim değeri de ancak kocaman bir sıfıra eşitlenebilir. S. Aren’in başına gelecek ve daha bugünden gelmekte olan budur.

Sosyalizm, doğrudan, kapitalizmin içinden çıkılmaz karşıtlıklarının zorunlu ürünüyse, yalnızca olsa iyi olur diye hayal edilip istenen bir düş ürünü değilse ki öyledir, üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve merkezi planlamayı olmazsa olmaz kaçınılmazlıkla gereksinir. Sosyalizmi dayatan ne istek ne de niyettir. O, toplumsal tarihsel gelişmenin, uzlaşmaz karşıtlıklarıyla kapitalizmin olgunlaşması (çürümesi) koşullarında zorunlu olarak tutturduğu doğrultudur; sosyalizm, kapitalizmin nesnel olarak zorunlu sonucudur.

 

PİYASA SOSYALİZMİ HAYALCİLİĞİ YA DA EKONOMİNİN PLANLI GELİŞMESİNİN NESNEL ZORUNLULUĞU

Eski sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyon belirli bir mesafe kat edip içinden çıkılmaz problemlerle ve giderek tıkanmayla karşılaşmaya başladığında, piyasa sosyalizmi savunuculuğunun da moda haline gelmeye başladığı görüldü. Önce, revizyonist sistemi kurtarmaya yönelik piyasacı reformlar yaygınlaştı, sonra “kurtarıcılık” adına, açıkça sosyalizmi kapitalizmle, planı piyasayla birleştirme savunuculuğuna geçildi.

Gerekli olan planla piyasanın “senteziydi!

Sentezci piyasa sosyalizmi, planlamanın olanaksızlığına ilişkin gerekçe ve görüşleriyle öngördükleri modellerin çeşitliliği içinde değişik kişilerce değişik biçimler altında savunuldu. Sentezci yaklaşım değişmeden kaldı, ama savunuş biçimlerinde çeşitlilik korundu.

Deli saçmalamalarını, ayrıntılarına kadar, bütün bu çeşitliliği içinde bir makalede ele almanın olanaksızlığı ortadadır. Çeşitliliği, tek bir deli saçmalaması ortak paydasında toparlamak ve ayrıntılara da piyasa sosyalizminin belirli bir savunusu ekseninde inmek üzere, saçmalamanın seçkin temsilcisi Alec Nove ve onun “Uygulanabilir Bir Sosyalizmin İktisadı”nın eleştirisini esas alacağız. Bunu yaparken pek bir kaybımız olmayacak; çünkü en başta “sentez” fikri, bütün piyasa sosyalizmi savunucularını birleştiren ana fikirdir.

Gerçi, eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu ilerledikçe ve artık yozlaşmış planla piyasanın sentezleştirilmesinin para etmediği ortaya çıktıkça, deli saçmalamasının başlıca temsilcilerinden olan Macar Kornai, Çek Oto Şik ve Polanyalı W. Brus gibileri, yaptıklarının saçmalamak olduğunu görerek, ilginç görüşlerinde ayak diremekten ve sentezcilik yoluyla sosyalizm ve planın “kurtarılması” tutumundan vazgeçmişler ve doğrudan piyasa ve kapitalizm savunucuları arasına katılmışlardır. Başlı başına bu bile, piyasa sosyalizmi denen şeyin bir saçmalık olduğunu göstermektedir. Piyasa sosyalizminin, kuşkusuz plan ve sosyalizmi “kurtarmak” değil ama kapitalist restorasyonun teorik olarak yolunu açmak üzere savunulduğunu ve işlevini tamamladığında, yani restorasyonun ilerlemesi, artık sentez yerine doğrudan ve yalnızca piyasayı gereksinir olduğunda bir yana atıldığını, revizyonist ülkelerin pratiği ve buna bağlı olarak sentezci düşünsel sürecin gelişmesi açık olarak ortaya koymaktadır. Sentez fikri, sosyalizmden kapitalizme geçişin belirli bir olgunluk döneminin üst yapısında kendisine yer bulan geçişsel, bu sürecin çelişkilerini yansıtmak üzere kendi içinde çelişkili, uyumlu ve dengeli olmayan bir fikirdir. Fikir adına ileri sürülmesi densizlik olan bir saçmalık yığıntısıdır.

“Sentez”! Ve tez, planlı gelişme; anti tez ise, piyasa! Sentez, piyasa sosyalizmi oluyor! Fikir ileri sürmek adına, nesnelliğin böyle bir çarpıtılışına kolay tanık olunamaz. Toplumların gerçek hareket yasaları ve toplumsal tarihin materyalist incelenişi, hem iddianın çarpıklığını, tam bir hayal ürünü ya da deli saçmalaması olduğunu, hem de sorunun tam tersine konulabileceğini kanıtlıyor. Tez: piyasa. Anti tez: planlı gelişme. Sentez: Sosyalizm. Şimdi bunu görelim.

 

EKONOMİNİN PLANLI GELİŞİMİ NESNEL BİR YASADIR

Nove, kitabında, aynı Sadun Aren’in genel tutumuyla yaptığı gibi, hem liberalizmi hem de komünizmi, onun ilk evresi olarak sosyalizmi ve sosyalizmin zorunlu planlı ekonomik gelişme yasasını eleştirir. “… bana öyle geliyor ki, liberal kapitalizmin temel varsayımları doğruluğunu yitirmektedir.” (11) der, ama hemen ardından da ekler: “Batı’da şimdiki sistem, Marx’ın çözümlediği laissez-faire kapitalizminden hayli farklıdır.” (sf.28) “Sadece kârı düşünen toplumlar parçalanır.” (sf.27) der, ama bugünkü kapitalizmin sadece kârı düşünmediği fikrindedir. Kapitalizm değişmiştir, bir dizi sosyal harcamaların yanı sıra devlet mülkiyetinde ve sübvanse edilen birçok büyük yatırıma sahiptir; buraları “kamu yararına” varsayar. Yine de liberalizm ve kapitalizmin kusurları yok değildir, ama sosyalizmin de kusurları vardır;

“Ağır ve sıkıcı metinlerin yazarları, çözümlemelerini, kusursuz rekabet, kusursuz piyasalar ve kusursuz bilgiden oluşan; ilk başta ortaya atılan aksiyom ve tanımların gerçek yaşamın bütün sorunlarını gündemden kaldırdığı bir ‘dünya’ya hapsederler. Doğallıkla sosyalistler böyle modellere pek hoşgörüyle bakmazlar. Ama onların yerine, her şeyi bilen ‘demokratik’ plancıların toplumun yararı adına gerekli her şeyi sağladığı, bu plancıların karşılaşacakları (önceden kestirilebilir) güçlüklerin yok sayıldığı, özgül ve (aynı ölçüde gerçek dışı) bir model geçirmemeleri gerekir. Peter Wiles’in deyişini kullanırsak, kusursuz rekabet ve kusursuz hesaplama yalnızca kusursuz olmakta birbirlerine benzerler ve aynı ölçüde gerçeklerden uzaktırlar.” (sf. 28–29)

Yazar, daha kitabının ilk sayfalarında “sentez” fikrini böylece ortaya koymuş olmaktadır. Ne liberalizm ne sosyalizm, ne rekabet ve piyasanın kusursuzluğu ne de planlamanın! Gerekli olan, piyasa ve planlamanın sentezidir! Bu, “uygulanabilir sosyalizm” ya da piyasa sosyalizmi olmaktadır.

Piyasanın ve rekabetin kârsız olabileceği ve planlı üretimle bağdaşabileceği fikri, piyasa sosyalizminin ana fikridir.

Benzer fikri, sosyalizmi Türkiye’de piyasaya düşürmeye girişen S. Aren de öne sürmektedir. İkisi de saçmalamakta olmasına rağmen, biri İskoç diğeri Türk iki profesörden ikincisinin entelektüel olarak çok daha az geliştiği, ileri sürdüğü. görüşlerin saçmalık katsayısında görülüyor: “…piyasa ekonomisi kapitalizme pek uygun gelmemiştir. Çünkü kapitalizmde yine tüketici vardır, ancak üretici tüketiciye pek yakın etki gösterecek durumda değildir. Mesela fabrikaların müdürleri tam üretici sayılmazlar, üretim araçlarının sahipleri değildirler. Yani kârı gördüğü yerde hemen tepki gösterip üretim yapmak ve kârsız olduğu yerde hemen üretimi kısmak şeklinde işleyen piyasa mekanizması kapitalizmde işlemeyebilir. Çünkü ilk tepki göstermesi gereken fabrikanın müdürüdür ve umurunda değildir kâr edip etmemek. O maaşını düşünür vs. Onun için piyasa ekonomisi denilen şey kapitalizme özgü değildir… Kapitalizm buna uygun bir yapı değil.” (12)

Gerçeğin bu kadar yakından kavranışı olur! Piyasanın meta üretimine özgü olduğu, meta üretimi ile birlikte ortaya çıktığı doğrusu, yalana bu kadar tahvil edilebilir. Müdürler! Burjuvaların, müdürlerinden çekmediği yok, öyle anlaşılıyor. Kâra tepki göstermeyen müdürün müdürlüğü kalırmış gibi! Üstelik yalnız müdürleri değil, burjuvazinin kendisi de üretici bir sınıf oluştururmuş gibi! Bütün sorun, üreticiler başkalarıyken (işçiler), mülk edinmenin özel karakterde oluşu değilmiş gibi. Ve sanki işgücünü de metalaştırarak, kapitalizm, meta üretimini ve piyasayı evrenselleştirmemiş gibi. Bir kez kapitalizme iltihak edilmeye görülsün, kapitalizmi aklamak üzere bin dereden su getirilir. Ama biraz da incelik gerekir, yeterince kapitalizm olumlayıcısı olabilmek için. Başka türlü, aldatıcılıkta kısmi bir başarı bile olanaksızdır.

Her neyse, Sadun bey de, piyasa ile kapitalizmin ve kârın bağlantısını el çabukluğu ile koparır.

Aren’de deli saçması örnekler boldur. Birisi de şudur: “Piyasa ekonomisi, işlemesi için üretim araçlarında özel mülkiyeti gerektirmez.” (13)

Sosyalizmde de piyasa ekonomisi olur demek istiyor, ama ne pahasına! Gerçek bir kategoriyi, hayalhanesinde dönüştürerek. Gerçek bir kategori olmaktan çıkararak.

Belirtmiştik, geniş olarak da ele alacağız. Sosyalizm koşullarında, isteğe bağlı olarak onu ortadan kaldırmak olanaksız olduğundan piyasaya katlanmak ve sınırlanmış haliyle piyasadan yararlanmak gerekecektir; ama sosyalizmde piyasa ekonomisi de olanaksızdır. Piyasa ekonomisi özel mülkiyete kopmazca bağlıdır.

Yalnız bu da değil. Piyasa ekonomisinin, özel mülkiyet ile birlikte ortadan kalkışı ve yerini üretimin ve ekonominin önceden saptanmış bir plana uygun olarak orantılı gelişmesine bırakması, insan iradesine bağlı olmayan nesnel bir zorunluluk, toplumsal gelişmenin bir yasasıdır. İnsan iradesi, göreceğiz, insanın kendi efendisi olmasına giden yolu kolaylaştırmak üzere, bu zorunlulukla uyumlu bir rol oynayabilir ya da gelişmenin tarihsel akışına karşı bir rol oynayarak geciktirici olabilir.

Görülüyor ki, sorun, karmakarışık hale sokularak, deli saçmasına çevriliyor. Meta üretimiyle, piyasayla, kârla kapitalizmin bağlantısı koparılıyor, bunlar, sosyalizme de “uygulanabilir” kategorilere dönüştürülüyor. Bu, bir tür sübjektif idealizmdir; isteklerini, gerçeklerin yerine koymaktır, hayal kurmaktır.

Ve Nove iddia ediyor: “Marx’ın sosyalizminin ütopyacı olduğuna inanıyorum.” (14)

Nedeni şöyle:

” ‘Bolluk’ varsay ılırsa, fırsat maliyeti dışlanır, çünkü birbirini dışlayan tercihler yapma gereği kalmaz. Kişisel çıkar düşüncesinden uzak, ‘zeki, son derece akılcı, toplumsallaşmış, insancıl’ ‘yeni insan’ın herhangi bir özendiriciye gerek duymayacağı varsayılırsa, disiplin ve motivasyon sorunları da gündemden çıkar. Herkesin açıkça görülebilen bir genel yararla kolayca özdeşlik kuracağı varsayılırsa, genel ve kısmi çıkarlar arasındaki uyuşmazlıklar ve karmaşık merkezileşme/âdemi merkezileşme sorunları yok sayılabilir. Toplumdaki insanlar üretilmesi gerekeni ve her türlü ürünü üretip yararlanmanın doğru yolunu ex ante (önceden) görebilirse, ex post (sonradan) doğrulamaya gerek kalmaz; kullanım değeriyle değişim değeri arasında değişim ilişkileri ve pazar aracılığıyla kurulan dolaylı ve yetersiz bağlantı, insanların kullanım için üretime dönük doğrudan ve bilinçli kararlarıyla değiştirilebilir. ‘Zeki’ ve çok-amaçlı insanoğlu, işbölümünü aşmış olacaktır.” (15)

Hareket noktası, kapitalizmin kendi uzlaşmaz karşıtlıklarının onu sonuna götürmediği; özel mülkiyetin prangalarından kurtulmuş üretici güçlerin, kendi toplumsal -ve devrimci- niteliklerinin bu açıkça tanınması durumunda dev bir artış göstermesinin ve “bütün kolektif zenginlik kaynakları(nın) gürül gürül fışkır(masının)”, yani “bolluk” ve “bolluk toplumu”nun olanaksız olduğudur. Ona göre, bu, temel “ütopik” “varsayım”dır. Diğer varsayımlar, bu “ütopik” varsayım üzerinde yükselmektedir. Üretim ve ekonominin planlı gelişmesi de, bu nedenle olabilir bir şey değil diye düşünmektedir: “Bolluk” ütopik olduğundan planlı gelişme de ütopiktir! “Bolluk” varsayılabilirse, planlı gelişme de varsayılabilir; ama “göreli kıtlıkla, “olabilir” ya da “uygulanabilir” değildir! Marksizm’i, “ütopik” bir bolluk toplumunda uygulanabilecek planı, bolluktan önce ve ona ulaşmak üzere (sosyalizmde) öngörmek dolayımıyla ütopyacılığı sürdürmekle suçlar.

Ve yerine, kendi “uygulanabilir” piyasacı “sosyalizmini koymak üzere, komünizme ve dolayısıyla ona gidişin planlı örgütlenmesi olan sosyalizme “son darbeci vurur: “Marx’ın romantik imgeleminin ürünü olan ‘ideal toplum’un salt gerçek dışı olmakla kalmadığı… (16)

Ütopik olan, Marx değil, sosyalizmi pi-yasalı olarak tasarlayabilen, tasarladığı bu “şey”e sosyalizm adı verebilen, bu “tasarı toplumu”nun hem kâr, rekabet ve piyasaya hem de ihtiyaçların “özgürce” karşılanması ve bunun için kaynakların “akılcı” dağılımına dayanabileceğini kurgulayan Nove ve Aren gibileridir. Bunlar, kendi “bilinçleri”ni, hayal ve tasarımlarını, kuşkusuz kapitalizm ve burjuvazi yararına, rekabet, piyasa ve kâr yararına, gerçek dünya ve onun (toplumun) nesnel hareket yasaları yerine geçiren sübjektif idealistlerdir.

Konuya bir başka idealist yaklaşım sahipleri de Troçkistlerdir. Bunlar, Stalin’in Marksist-Leninist tez ve uygulamalarının yeminli düşmanlarıdır ve bütün kötülüklerin kaynağı olarak “Stalin bürokrasisi”ni görme saplantısındadırlar. “Bürokrasi” düşmanlıkları, kapitalizme karşı mücadele ve burjuvaziyi (iktidarını) devirme sürecinde olduğu gibi kapitalizmden komünizme geçişte (proletarya diktatörlüğü, ekonominin planlı gelişmesi ve sosyalist inşa) sürecinde de yol gösterici olduğu kadar nesnel olarak da kaçınılmaz olan bilinçli azınlık düşmanlığı olarak şekillenmiştir. Kapitalizmden komünizme planlı ekonomiye dayalı geçiş döneminde, parti olarak örgütlenmiş sınıfın ileri unsurlarına (yalnızca sınıfın geri kitlesine değil bütün emekçi kitlelere kopmaz bağlarla bağlı ve sınıfın parçası), bilinçli azınlığa, saplantılı olarak hiçbir rol tanımazlar. Bu tanımayışı, bir din mertebesine yükseltirler. Her ağızlarını açtıklarında, Stalin, parti, “bürokrasi” küfürleri saçarlar. Dinsel bir huşu içinde kötülüklerin kaynağı ilan ettikleri bilinçli azınlık yerine doğrudan kitleleri, geriliği, bilinçsizlik durumunu geçirirler. Bilinçliliğe, yalnızca tarihsel gelişmenin yasalarının değil ekonomik gelişmenin yasalarının -ve kuşkusuz hâlâ kapitalizmin ve kapitalizmin unsurlarının giderilmesine yönelik politik bir mücadele olarak yürütülmek durumunda olan sınıf mücadelesinin- gereklerini karşılamak üzere, bilimsel çözümlemelere ihtiyaç gösteren ekonominin planlı gelişmesi ve planı, kitlelere ve kendiliğindenliğe teslim ederler. (Birden fazla parti ve politik çoğulculuğu öngörmeleri, bu durumu değiştirmez, tersine doğrular. Bir kez bilinçli azınlıkla kitleler arasındaki doğru ilişkiye saldırılmıştır. Geriye kalan şudur: Parlamenter yarış benzeri bir yarışla partilerden biri ve programı kitleler tarafından tercih edilecektir.) Troçkist şef Mandel, bunu, “işçilerin eklemlenmiş özyönetimini öngörerek yapar. Türkiye’de aynı yaklaşımın savunucuları yok değildir. Birisi (Saruhan Oluç), benzer bir “özyönetim” anlayışı ortaya koyar ve şöyle der: “… Bir bilinçli azınlık örgütünün ya da partisinin bu işi (ekonominin planlı gelişimini yönetmek işi-ÖD) becerebileceğini düşünmüyorum.” (17)

Bu bir “aksiyom”dur; her şeyi belirler. “Mutlak fikir”dir. Troçkizm, “demokratik plan” söylemiyle, bir başka idealizme, objektif idealizme düşer.

Ekonominin planlı gelişiminin neden nesnel bir zorunluluk olduğuna geçelim.

 

META ÜRETİMİ, ÜRETİM ANARŞİSİ VE PİYASA

Marx, Kapital’e metanın tahliliyle başlar. Kapitalist üretimin ve onun biçiminin bütün özellikleri, onun “hücre”sini oluşturan meta ve üretimi içinde içerilmiştir, çünkü.

Piyasanın ortaya çıkışı, dolaysızca metanın ortaya çıkışına bağlıdır. Çünkü ürün üreticisi tarafından tüketilmek üzere üretildiğinde meta haline gelmez.

Üreticilerin kendi tüketimleri için üretim yaptıkları kapalı ekonomide (doğal ekonomi) üretim ya da köleci ve feodal efendiler için yapılan üretim meta üretimi değildir. Ama ilkel toplumda rastlantısal olarak ortaya çıkan meta, kölecilikten itibaren ve feodalitede daha bir yaygınlık kazanmak üzere, kendi basit üretim aletlerine sahip özgür üreticilerin  (küçük üreticiler) kendi ihtiyaçlarının üstündeki ürünlerini, kendi başka ihtiyaçlarını karşılamak için başkalarının ürünleriyle değiştirmek üzere üretmeye başlamasıyla ekonomik yaşamın temel bir verisi olmuştur. Doğal işbölümünün üretimin temelini oluşturduğu her yerde, bu işbölümü, ürünlerin meta niteliği kazanmasına götürür. Örneğin hayvancılık yapan, ürünlerinin bir bölümünü tarımcılık yapanla ya da zanaatçıyla değiştirmek ve böylece bireysel ihtiyaçlarını karşılayabilmek durumuna kavuşur. Meta üretimi değişim için üretimdir; ürünlerin meta olabilmesi, değişimi öngörür. “Bir ürünün meta olabilmesi için, kullanım değeri olacağı başka bir kimseye, değişim yoluyla devredilmesi gerekir.” (18)

İşte bu değişimin mekanizması piyasadır. Ürünlerin, burada meta olmak üzere, alıcılar açısından bir yararlılık (kullanım değeri) oluşturmaları yetmez. Yararlılık mutlaka gerekmekle birlikte, metalar, birbirleriyle, üretimlerinde toplumsal bakımdan gerekli emek miktarları ölçüsüyle değiştirilebilirler. Değer yasası, meta üretim ve değişimini yöneten yasadır. Bu yasa, rolünü piyasa aracılığıyla oynar. Piyasada değerler (değişim değerleri), herkes bilinmeyen bir pazar için bilinmeyen miktarlarda ürettiği ve bazı ürünler çok bazıları da az üretildiği için, arz-talebe göre oluşan fiyat dalgalanmalarının birer ortalaması olarak belirir. Ve sonuçta kimi satıcı ürününü kârla, kimisi de zararla satmış olur. Bir dahaki üretimini, satıcı, gerek tür gerekse miktar olarak, değer yasasının işlevsel olduğu piyasa tarafından ex post (sonradan) ortaya konan sonuçları dikkate alarak (“piyasa sinyallerine tepki vererek”) yapacaktır. Ama bu, bütün satıcılar için geçerlidir ve piyasa sinyallerine tepkiyle üretim, bu kez bir başka fiyat dalgalanmasının nedeni olur. Dalgalanma sürer gider. Ve hep yeni bir ortalama oluşur. Değer yasasının bu “cilvesi” kaçınılmazdır. Piyasa “cilve” demektir.

Nedeni açıktır. Meta üretimi, kaynakların, en başta canlı emeğin dağılımının, piyasada üretim-sonrası belirlenişiyle gerçekleşir. Metalar, milyonlarca küçük üreticinin varlık koşullarında, önceden düzenlenmesi olanaksız olan bir plan uyarınca değil, bilinmeyen bir pazar için bilinmeyen miktarlarda üretilir. Meta üretimi anarşik niteliktedir. Pazara belirli bir üründen ne kadar gelip gelmeyeceği, satıcılar açısından ürünlerin alıcılarının gerçek ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamayacağı, ürünlerin ne kadarının ne fiyatla satılacağı, hatta satılıp satılamayacağı ve satıcıların giderlerini kurtarıp kurtarmayacağı bilinmeden, değişim için yapılan üretim, her satıcının alıcının emek ürünleri üzerinden kazanç (kâr) sağlamaya çalıştığı meta üretiminin bu anarşik niteliği, meta üretimine dayanan ve onu genelleştiren kapitalizm koşullarında daha bir yıkıcı hal alır. Ama toplum, bu üretim anarşisi içinde, dengesizliğe yuvarlanıp dağılıp gitmez. Her meta üreticisi, değişim yoluyla belirli bir ihtiyacı karşılamak üzere kullanım değerleri üretir ve bu ihtiyaçların miktarı nicel olarak değişirken, bu ikisi arasında, dalgalanma aracılığıyla bir ortalama olarak da tutturulsa belirli bir orantıyı kendiliğinden sistemleştiren bir iç bağlantı vardır. Değer yasası, emek dağılımını, hangi ürünün ne kadar üretilmesi gerektiğini ex post belirler. Bu, belirlenim, toplumsal bağın varlığını sürdüren tek biçimi olan değişim alanında, piyasada gerçekleşir. Engels, anarşiye karşın ve ona yine kendisi tarafından kabul ettirilen ve rekabeti düzenleyen değer yasasının bu bağı kuruşunu şöyle ifade ediyor:

“Ama bütün öbür üretim biçimleri gibi, meta üretiminin de özgün, içkin, kendinden ayrılmaz yasaları vardır ve bu yasalar, anarşiye karşın, ona, onun tarafından zorla kabul ettirilirler. Bu yasalar kendilerini, toplumsal bağın varlığım sürdüren tek biçimi olan değişimde gösterir ve bireysel üreticiler karşısında rekabetin zorlayıcı yasaları olarak etkili olurlar. Yani bu yasalar, başlangıçta, bu üreticiler tarafından bilinmeyen yasalardır ve önce, onların, bu yasaları uzun bir deney aracılığıyla öğrenmeleri gerekir. Öyleyse bu yasalar, kendilerini, üreticiler olmaksızın ve üreticilere karşı, onların üretim biçimlerinin körü körüne işleyen doğal yasaları olarak kabul ettirirler. Ürün, üreticilere egemen olur.” (19)

Değişim için üretim, meta üretimi ve değer yasasının işleyişi, eskiden yalnız kendi tüketimi için üretim yapan özgür üreticinin ürünü karşısındaki egemenliği ve bağımsızlığını yitirmesine, ürününe esir olmasına götürmüştür.

S. Aren gibi kimileri, piyasanın, dolayısıyla değer yasasının meta üretimine özgü olduğunu, ama kapitalizme pek uygun düşmediğini söyler. Nove gibi kimileriyse piyasa mekanizmasını sosyalizme yamamaya çalışır. Marx ise şöyle yazar:

“Toplumsal emek zamanının, metaların değerlerinin belirlenmesinde kesin rol oynadığı belirli biçim, kuşkusuz, ücretli-emek olarak emeğin biçimi ve üretim araçlarının sermaye olarak buna tekabül eden biçimi ile bağlı haldedir ve ancak bu temele dayanarak, meta üretimi, genel üretim biçimi haline gelir.” (20)

Değişim için olduğu ölçüde küçük üretim, basit meta üretimi, tarihsel olarak kapitalizmden önce gelir. Meta üreticileri, küçük köylüler, zanaatçılar, kendi gelişkin olmayan üretim araçlarının sahipleriydiler. Bireysel emeklerine dayanırlar ve bireysel üretim yaparlardı. Kendi özel üretim araçlarına sahip özel üreticilerin ürettikleri ürünler, özel görünürlerdi. Kendi emek ürünlerinin, küçük üreticilerin kendileri tarafından mülk edinilmesi bile gerekmezdi. Bir mülkiyet tartışması doğmazdı, ürünler, kendiliğinden üreticinin kendisinin olurdu. Ürünlerin mülkiyeti bireysel emeğe dayanırdı.

Ama emek ve üretim tamamen kişisel olmakla birlikte, ürünlerin meta haline gelmeleri, üreticinin kendi tüketimi için değil, başkaları için, toplumsal tüketim için üretilmelerini gerektirdiğinden, üreticilerinin istek ve iradelerinden bağımsız olarak, toplumsal ürünler olurlar. Emek ve üretim toplumsal bir karakter kazanır. Bunu sağlayan, emek ve ürünlerine, üretime toplumsal bir nitelik veren, yalnızca değişimdir. Emek, emek ürünleri ve bizzat üretimin kendisi, değişim aracılığı ve piyasa yoluyla toplumsallaşır. Özel üreticiler, kişisel emekleriyle özel ürünler üretmelerine karşın, birbirleriyle toplumsal bir ilişki içine girer, bir toplum oluştururlar. Bunun sağlayıcısı, piyasadır.

Bu toplumsal ilişki, piyasa ilişkisidir, insanlar arasında meta ilişkisi olarak görünür; üreticiler hâlâ tamamen ürünlerine esir olmamışlarsa, bu iki nedenden dolayıdır. Üreticiler sadece değişim için üretmedikleri (kendi tüketimleri için de ürettikleri) ve bu toplumsal ilişkiler genelleşip evrensel bir özellik kazanmadığı ölçüde, insanlar birbirleriyle, başka engelleri bir yana, ürün, yani meta aracılığıyla olmayan insani ilişkilere sahip olabilirler. Bu durumda, henüz herkesin gözlerinin içinde dolar işareti parlamamakta, insanlar ilişkilerini dolar esası üzerinden yürütmemektedir. Ya da meta ilişkileri geliştiği ölçüde, ürün, üreticisine, emeğe egemen olmakta, insanlar arasındaki ilişki meta ilişkisi halini almaktadır.

Bunu bütünüyle sağlayan, meta üretiminin genelleşmesi ve dünya ölçeğinde egemen olmasına götüren kapitalizmdir.

Kapitalizm, bireysel emeğe dayalı üreticiler toplumunun içinde boy verdi. Ticari sermaye, önce basit elbirliği, ardından manifaktür ve sonra fabrika içinde, küçük üretimin dağınık, ilkel ve dar üretim araçlarını bir araya toplayıp, örgütlenmesini değiştirip geliştirerek sanayi sermayesi haline geldi. Bu süreç, emeğin değişim dolayımıyla toplumsallığının, artık bizzat üretim süreci içinde gerçekleşmesi anlamına geldi. Burjuvazi, gelişmesi sürecinde, bireysel üretim araçlarını, kişisel olmaktan çıkarıp insan toplulukları tarafından kullanılan toplumsal üretim araçları haline soktu. Üretim araçlarının ve üretimin toplumsal nitelik kazanması, onların toplumun malı haline gelmesine yol açmadı. Tersine toplumsal üretim meta üretimini artırma ve yaygınlaştırmanın aracı oldu. Bu süreç, önceden meta durumunda olmayan işgücünün metalaşmasını şart koşmuştu. Meta üretimi, işgücünün de meta oluşunu kapsayarak genelleşti. Ama artık toplumsal olarak üretim yapan üreticiler, emekleri ve emeklerinin ürünleri karşısında tamamen yabancı hale geldiler. Bütün insan ilişkileri metalaştı, meta fetiş haline geldi.

Emeğin ve üretim araçlarıyla birlikte üretimin toplumsallaşması, gelip meta üretiminin üzerine oturmuştu. En başta emek olmak üzere üretim araçları ve bizzat üretimin kendisi toplumsallaşmıştı. Ama emek ürünlerine (birikmiş emekten başka bir şey olmayan makine ve aletler de içinde olmak üzere) hâlâ bireysel kalmışlar gibi davranıldı. Sanki hâlâ, üretici kendi özel araçlarıyla kişisel emek harcayarak yarattığı kendi ürününe sahip çıkıyormuş gibi, üretim araçlarının sahipleri ürünlere sahip çıkmaya devam ettiler. Tek farkla ki, emek harcayıp üretenin konumu değişmiş, üreten artık ürününe sahip çıkamaz olmuştu. Eskiden kendi ürününe sahip çıkan iş araçları sahibi, bundan böyle, ürün başkasının emek ürünü olmasına rağmen, onu, mülk edinir oldu.

“… Bundan böyle toplumsal olarak yaratılan ürünler, üretim araçlarını gerçekten kullanan ve gerçekten üreten kimseler tarafından değil, ama kapitalist tarafından temellük edildiler. Üretim araçları ve üretim, özsel olarak toplumsal duruma geldi; ama bireylerin, herkesin kendi öz ürününe sahip olduğu ve pazara taşıdığı özel üretimini ön-gerektiren bir temellük biçimine bağlı tutuldular. Üretim biçimi, onun önkoşulunu ortadan kaldırdığı halde, bu temellük biçimine bağımlı kılındı. Yeni üretim biçimine kapitalist niteliğini veren bu çelişkide, daha o zamandan günümüzün büyük çatışması tohum durumunda yatar. Yeni üretim biçimi, bütün önemli üretim kesimlerinde ve ekonomik bakımdan önemli bütün ülkelerde egemen bir duruma geldiği ve bunun sonucu bireysel üretimi önemsiz kalıntılar durumuna indirgeyecek denli yerinden ettiği ölçüde, toplumsal üretim ile kapitalist temellük arasındaki uyuşmazlığın da o ölçüde kabaca ortaya çıktığı görülüyordu.” (21)

Kapitalizm, emeği ve üretim araçlarının tümünü toplumsallaştırmış, ürün tamamen toplumsal bir üretimin sonucu olmuştur. Ama hem meta üretimine özgü olan ürünlerin özel mülk edinme biçimi devam eder hem de üretim anarşisi ve değer yasasının belirleyiciliği. Emeğin (kaynakların) dağılımı piyasa aracılığıyla ex post -fiyat dalgalanmalarına bağlı olarak- gerçekleşir. Çünkü emeğin ve üretimin toplumsallaşmasına rağmen, kapitalizmde üretici güçlerin toplumsal niteliği tanınmaz; canlı emek olan ürünler (ve birikmiş emek olan üretim araçları), özel ürünler olarak, yine bilinmeyen bir pazar için bilinmeyen miktarlarda üretilme durumunda kalırlar. Üretimin toplumsallaşmasıyla üretimdeki anarşi yalnızca gelişir. Değer yasasıysa, işgücü dâhil, egemenliği altına almadığı hiçbir şey kalmamacasına hükümranlığını ilan eder; etki alanı, meta üretiminin genelleşmesine bağlı olarak evrenselleşir.

Marx, piyasanın kendisine özgü olduğu kapitalizmde üretim anarşisi ve değer yasası üzerine şunları yazmıştır:

“1) ürünün meta olarak ve 2) metaın, sermayenin ürünü olarak niteliği, bütün dolaşım ilişkilerini, yani ürünlerin geçmek zorunda oldukları ve içerisinde belirli toplumsal niteliklere büründükleri belirli toplumsal süreci zaten belirlemiş olur; gene bu, üretim araçlarının, kendi ürünlerinin değerini genişlettikleri ve ya geçim ya da üretim araçlarına yeniden çevrildikleri belirli ilişkilerin de saptanmış olduğunu belirtir. Ama bunun dışında bile, değerin tüm belirlenmesi ve toplam üretimin değerler tarafından düzenlenmesi meta olarak ürünün ya da, kapitalist biçimde üretilen meta olarak metaın yukarıda sözü edilen iki özelliğinden doğar. Değerin bu tamamen özgül biçiminde emek, bir yandan sırf toplumsal emek olarak egemen durumdadır; öte yandan da, bu toplumsal emeğin dağılımı, ürünlerinin karşılıklı bütünlenmesi ve değişimi, toplumsal mekanizma içerisine sokulması ve onun boyunduruğu altına girmesi, bireysel kapitalistlerin rastlantıya bağlı ve birbirleriyle çelişkili davranışlarına bırakılmıştır. Bu bireysel kapitalistler, birbirlerinin karşısına yalnızca meta sahipleri olarak çıktıkları ve herkes, malını elden geldiğince pahalıya satmak peşinde olduğu için (görünüşte, üretimin düzenlenmesinde bile sırf kendi özgür iradesiyle hareket etmektedir), iç yasa, ancak bunların rekabeti, birbirleri üzerindeki karşılıklı baskıları yoluyla etkisini göstermekte, böylece de sapmalar birbirlerini yok etmektedir. Ancak bireysel aracılar karşısında bir iç yasa olarak, değer yasası, etkisini burada gösterir ve rastlantısal dalgalanmalar ortasında üretimin toplumsal dengesini sürdürür.”(22)

Burada şu genellemeyi yapmak gerekiyor: Kapitalizm, meta üretiminin genelleşmesidir ve onun bütün yasa ve mekanizmaları kapitalizmde etkindir; üstelik meta üretiminin yayılarak “…kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkmasıyla birlikte o zamana değin uyuklayan meta üretimi yasaları da, daha açık ve daha güçlü bir biçimde eyleme geç(erler).” (23)

Örneğin, üretimin anarşik niteliği, kapitalist üretimin ortaya çıkmadığı meta üretimi koşullarında, ancak değişim biçimi dolayımıyla toplumsal bir nitelik kazanan bireysel emeğe dayanan bireysel üretim zemininde yansırken, kapitalizmde doğrudan ve geniş ölçüde toplumsal üretim zemininde işlevselleşir. Bu, üretim anarşisinin daha da şiddetlenmesi anlamına gelir. Bireysel emeğe dayalı üretime göre toplumsallaşmış emeğe dayalı toplumsal üretimin ürünlerinin mülk edilişinin özel biçimiyle çelişkisi derinleşmiştir.

Değer yasası, artı-değer yasasında özel ifadesini bulur. İşgücü metaının hareketini de kapsayarak genelleşir. Sonuçları daha bir yıkıcı olur. Basit meta üretimi koşullarında, piyasanın beklentilerine yanıt vermediği bireysel üreticiler zarara katlanmak, iflasa sürüklenmek tehdidiyle yüz yüzeyken, kapitalizmde iflasa sürüklenme durumunda olan bütün bir fabrika, belki bir ya da birkaç üretim dalı olur. Devrevi krizler baş gösterir; dev üretici güçlerin tahribine yol açarlar vb. Rekabet, doğal olarak kızışır. Ürünlerin ve dolayısıyla gerçekleşme durumunda oldukları piyasanın üretici üzerindeki köleleştirici etkisi artar.

Ama bir şey kesindir. Piyasa, küçük meta üretiminden daha da çok kapitalizme özgüdür; bu, onun meta üretimi koşullarının ürünü olmasıyla çelişmez; meta üretimine dayanan, ama artık değişim değeri üretmekle bile değil doğrudan artı-değer üretimiyle koşullanan kapitalizmde, üretim anarşisinin gelişmesiyle birlikte keskinleşen rekabet yasasının etkisi altında piyasa, üretimin ve emeğin dağılımının belirleyicisi olur.

Önceden belirlenmiş bir plana göre fabrikada yapılan toplumsal üretim ve toplum çapında anarşik üretim

Meta üretimi doğal, kendiliğinden işbölümü temelinde gelişir. Her üretici, emeğin hiçbir planlı örgütlenişine dayanmadan, kişisel ya da aile emeğine dayalı olarak ve başkasının yardımcı emeği istisna oluşturmak üzere, ama bu son durumda bile, ürünü, tamamen, harcadığı bireysel emeğin sonucu olacak biçimde üretir. Küçük üretimde, basit meta üretiminde kendiliğinden geliş vardır ve üretim aşamasında, doğal işbölümü dışında emek ve üretimin hiçbir planlanmış toplumsal örgütlenmesi görülmez. Üretim araçları ilkel ve basittir, istense bile, emeğin toplumsal örgütlenişine uygun değildir.

Ama üretici güçler geliştikçe, onun en devrimci yönünü oluşturan üretim araçları yenilendikçe, meta üreticisi toplum, bir yenilenmeye tanıklık eder. Etmiştir. Marx, Kapitalin 1. Cildinin “Nispi Artı-Değer Üretimi” başlıklı 4. kısmında sırasıyla (genel bir aşama oluşturmasa da) elbirliği ve ardından manifaktür ve fabrikaya geçiş aracılığıyla, önce üretimin dağınık araçlarını (üretim aletleri ve emek olarak) bir araya toplayarak ve sonra genişletip geliştirerek burjuvazi ve kapitalizmin oynadığı devrimci role işaret eder. Bireysel üretim araçlarını, belirli mekânlarda bir araya toplanmış üreticiler (işçiler -gerçi, bir araya toplanan üreticiler, fabrikaya geçiş sürecinde yavaş yavaş işçileşmişlerdir) tarafından, önceden planlanmış bir işbölümüne dayanarak birlikte kullanılacak toplumsal üretim araçlarına dönüştüren burjuvazi, onların, üretime ciddi bir atılım veren üretici güçler haline gelmelerinin yolunu açmıştır. Ama bununla, plansız doğal işbölümüne dayalı bireysel üretimin yerini almak üzere, önce onun yanında, manifaktür ve fabrikada örgütlendiği biçimiyle önceden tasarlanmış belirli planlı bir işbölümü ve bu işbölümüne dayanan toplumsal üretim, meta üreticisi toplumun bağrına bir hançer gibi saplanmış oldu. Sonuç biliniyor: Kapitalizm çok geçmeden egemenliğini ilan etti, bütün meta üretimini kendisine bağladı. Bu, aynı zamanda bireysel üretimin hemen bütün alanlarda birbiri ardına yenilgiye uğratılıp tarih sahnesinin dışına itilmekte olduğu sürecin başlangıcı oldu. Artık karasaban neredeyse Türkiye’de bile kalmamıştır ve küçük üretim en dayanıklı olduğu tarımda bile kapitalist üretim karşısında teslim bayrağını çekmiştir.

Yukarıda üzerinde durulan kapitalizmde üretim anarşisinin artışı ve rekabetin şiddetlenmesiyle piyasanın emek dağılımını belirleyişinin acımasızlaşmasının somut ifadesi ya da üzerinde yükseldiği zemin olan noktaya geldik. Bu zemin, kapitalist üretimin önceden saptanmış bir plana dayanan işbölümü temelinde fabrikadaki örgütlenmesi ve toplumsal emek ve üretimin bu örgütlenişinin, -ürünlerin özel kapitalist tarzda mülk edinilmesinden kaynaklanarak- toplumun bütününde süre-giden üretim anarşisi ile çelişerek varoluşuyla oluşmuştur.

Konumuzu oluşturan plan ve piyasa açısından önemli olan, toplumsal üretimin fabrikadaki örgütlenişinin, üretimin ve ekonominin gelişme yönünü göstermek üzere planlı oluşuyla, emeğin bu planlı örgütlenişinin üretim anarşisinin tam karşıtı olmasıdır.

Ama gelişmenin diyalektiği öyledir ki, emeğin fabrikadaki bu planlı örgütlenişi, kapitalizm koşullarında, toplumsal üretim anarşisini artıran başlıca araç olur. Çünkü üretim ve emek toplumsallaşmasına rağmen, ürünler hâlâ özel olarak mülk edinilmektedir. Ve emeğin ve üretimin toplumsallaşmasındaki ilerleme, mülk edinmenin özel karakteri değişmedikçe, onunla giderek daha sert bir uyuşmazlığa neden olmaktadır. Uyuşmazlık şu nedenle artmaktadır ki, “…manifaktürdeki işbölümü, toplumsal işbölümü üzerinde etkili olur ve onu hem geliştirir, hem de çoğaltır. İş aletlerinin farklılaşması ile birlikte, bu aletleri üreten sanayiler gitgide daha farklılaşmış hale gelir.” (24) Manifaktürdeki planlı işbölümü, toplumsal işbölümünü çoğaltıcı, yeni sanayiler doğurucu rol oynar. Ancak üretim yalnızca fabrika içinde örgütlüdür ve planla yapılır; toplumun bütününde ise, hâlâ, doğa yasası türünden teslim alıcı bir etki yapan olanca şiddetiyle kör rekabet yasası geçerlidir ve toplumsal işbölümünün çoğalması, bu rekabetin koşullarını artırıcı ve şiddetini güçlendirici etki yapar, üretim anarşisini doruğuna ulaştırır. Tek tek fabrikaların sahipleri kapitalistler, fabrikalarında emeğin toplumsallaşmasına belirli bir şekilde uygun düşen planlı işbölümüne dayanan toplumsal bir üretim örgütlemektedirler; ama bu tek tek kapitalistler kâr kaygısıyla birbirleriyle hayvanca savaşmaktadırlar. Bu savaş, değer yasasının belirleyici egemenliği altında yürümektedir. Artık değer yasası daha bir yıkıcılıkla işler. Piyasanın egemenliği altında olan ama onu sarsacak güçler birikmiştir.

Marx, Kapital’de bu soruna değinir:

“Toplumdaki işbölümü, çeşitli sanayi kollarının ürünlerinin satın alınması ve satışı ile doğduğu halde, bir atölyedeki parça işlemler arasındaki bağlantı, çeşitli işçilerin emek-güçlerini, bunları ortak emek gücü olarak çalıştıracak bir kapitaliste satışları ile meydana gelir. İşyerinde işbölümü, üretim araçlarının tek bir kapitalistin elinde toplanması anlamını taşır; toplumda işbölümü ise bunların, bağımsız birçok meta üreticisi arasında dağılması anlamını içerir. İşyerinde orantılığın tunç yasası, belli görevlere belli sayıda işçinin ayrılmasını zorunlu kılar, oysa işyeri dışında, toplumda, üreticiler ile üretim araçlarının çeşitli sanayi kolları arasındaki dağılımında rastlantılar ve keyfilik büyük bir rol oynar. Çeşitli üretim alanlarının, aralarında bir denge kurulması için sürekli bir eğilim gösterdikleri doğrudur: çünkü bir yandan, her meta üreticisi, belirli bir toplumsal gereksinmeyi karşılamak için bir kullanım değeri üretmek durumunda iken ve bu gereksinmelerin büyüklüğü nicel olarak değişirken, gene de, bunların arasındaki orantıyı uygun bir sistem haline getiren bir iç bağ vardır ve bu sistem kendiliğinden doğup gelişir; öte yandan,  metaların değer yasası, toplumun elinde mevcut emek zamanından ne kadarını özel bir meta türü için harcayabileceğini sonal olarak (ex post -ÖD) belirler. Ama çeşitli üretim alanlarının denge durumuna gelme yolunda gösterdiği bu sürekli eğilim, ancak bu dengenin durmadan bozulmasına karşı bir tepki biçiminde kendini gösterir. Bir işyerinde, işbölümünün dayandığı a priori (önsel, ex ante -ÖD) sistem, düzenli olarak yürüdüğü halde, toplumdaki işbölümünün de, doğanın zorladığı, üreticilerin yasa tanımayan keyfiliklerini denetleyen ve pazar fiyatlarının baro-metrik dalgalanmalarında kendini belli eden a posteriori (ex post -ÖD) bir sistem halini alır. İşyerinde işbölümü, kapitaliste ait bir işleyişin yalnızca bir parçasından başka bir şey olmayan insanlar üzerinde onun tartışma götürmez otoritesi demektir. Toplumdaki işbölümü ise, rekabetin otoritesinden başka otorite, karşılıklı çıkarların yarattığı baskıdan başka zorlayıcı bir güç tanımayan bağımsız meta üreticilerini temasa getirir; tıpkı hayvanlar âleminde herkesin herkese karşı savaşının az çok her türün varoluş koşullarım sürdürmesi gibi. İşçiyi, yaşamı boyunca tek bir parça işleme bağlayan ve onu tümüyle sermayenin boyunduruğu altına sokan işyerindeki işbölümünü, üretkenliği artıran emeğin bir örgütlenmesi olarak göklere çıkaran burjuva kafası -ki bu aynı burjuva kafası, üretim sürecinin toplumsal bir denetim ve düzen altına alınması yolundaki bilinçli her girişimi, mülkiyet hakkı, özgürlük ve bireysel kapitalistin sınırsız gücü gibi kutsal şeylerin çiğnenmesi olarak yerin dibine batırmaktadır. Fabrika sisteminin tutkulu savunucularının, toplumsal emeğin genel bir örgütlenmesine karşı, böyle bir şeyin bütün toplumu muazzam bir fabrikaya dönüştüreceğini öne sürmekten öteye bir şey bulup söylememeleri, çok ilginç bir durumdur.” (25)

Marx’ın bu pasajında, belki de bu yazının bütünüyle söylenmek istenen her şey söylenmiş bulunmaktadır.

Tek tek her kapitalist işyerinde emeğin tam bir planlı dağılımı ve örgütlenmesi vardır, emeğin dağılımını orantılığın ya da planlılığın tunçtan yasası belirler. İşler fabrikada önceden (ex ante) planlanmış olarak düzen içinde yürür ve orada planlayıcı bir otorite vardır. Toplumda ise tam bir anarşi hüküm sürer. Değer yasası, piyasa dalgalanmaları aracılığıyla emek dağılım oranlarını sonradan (ex post) belirler.

Planlı üretim, kapitalizm koşullarında onun çelişik bir yönü, temel bir dinamiği olarak ortaya çıkmış; ama temelini özel mülkiyet ilişkilerinin oluşturduğu bizzat bu koşulların kendisi tarafından değer yasasının etkisine ve piyasaya bağlanmıştır. Ve işin “tersliği”, değer yasası ve piyasa dalgalanmaları, kapitalistler arasındaki kör rekabeti körükledikçe, kâr kaygısıyla kapitalistler, daha ucuza mal etmeye, maliyet fiyatlarını düşürmeye ve bunun temel yolu olarak da emek üretkenliğini artırmaya zorlanırlar. Emek üretkenliği ise, yalnızca bir türlü artar: emek ve üretimin toplumsal örgütleniş düzeyini yükselterek, üretim araçlarını, makine kullanımını artırarak. Bu, kapitalizm koşullarında nüfus fazlasına, birçok işçinin işinden olması ve bir işsizler ordusunun oluşmasına yol açar; ama emeğin toplumsal örgütlenmesini yükselten yeni üretici güçlerin geliştirilmesini de zorunlu kılar. Bunlar, daha toplumsal üretici güçlerdir. Emek dağılımı ve üretimin planlanmasının daha da ilerletilmesine yol açan araçlardır. Değer yasası ve piyasanın rekabet yoluyla zorlaması, emek içinde olmak üzere üretici güçlerin ve sonuç olarak üretimin oranlılık (planlılık) ve gelişme düzeyinin yükselmesi yolunda etkide bulunur. Bu, kapitalizmin kendi çelişmesi içinde hareket etmesi, kendisi için ama kendisine karşı işlemesi, kendi yetersizliğini ifade etmesi ve kendi sonunun dinamiğini kendi bağrında taşıması demektir.

Üretim ve emeğin dağılımının planlanması, tek bir fabrikada olanaklı olmakla kalmayıp yaşamın gerçek bir verisiyse, neden bütün bir toplum çapında gerçekleşenlesin? Neden toplumsal üretim tek bir fabrika üretimine ve toplum tek bir fabrika gibi çalışan bir makineye dönüşmesin? (Marx burjuva kafasının, fabrika sisteminin tutkulu savunuculuğuyla toplumun “muazzam bir fabrikaya dönüşmesi” çelişmesiyle malûl olduğunu söylerken haksız mıydı?) Kapitalizm, bunun için çok dar bir çerçeve oluşturmakla birlikte, rekabetin kör yasaları, onu, sadece üretimi yoğunlaştırmaya ve emek ve üretimin planlanma düzeyini yükseltmeye değil, üretimi merkezileştirmeye ve planlama alanını genişletmeye de zorlamaktadır.

Çözüm, kuşkusuz, kendisini, üretimin bireysel fabrikadaki planlı örgütlenmesiyle tüm toplum içindeki üretim anarşisi olarak yeniden üreten, toplumsal üretim ile mülk edinmenin özel kapitalist karakteri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın giderilmesindedir. Kapitalist toplum, kendi uzlaşmaz karşıtlıkları içinde, Nove’nin Marx’a yönelik “ütopyacı” suçlamasını geçersizleştirmek üzere bu yönde evrilmektedir. Ama bu evrimi içinde, üretici güçlerin artan toplumsal niteliklerinin kendisini dayatmasının gereklerini de, kapitalizm içinde olanaklı olduğu kadarıyla, yerine getirmezlik edememektedir.

Üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin tanınmasını dayatması ya da kapitalizmde emek dağılımının ve üretimin planlanması

Kapitalist üretimin anarşik gelişmesi, kapitalisti, fabrikasında üretimi durmaksızın artırmaya ve maliyet fiyatlarını durmaksızın düşürmeye, bunun için sanayiye makine uygulanımını ve üretim gücünü gittikçe artan ölçüde yükseltmeye zorlar. Ama mülk edinmenin özel kapitalist biçimi koşullarında pazarın gelişmesi, üretici güçlerin artan gelişmesini karşılamaya elverişli olmaz, üretimin genişlemesi ile birlikte gitmez. Bu, insanlar kendi bedensel ve kültürel ihtiyaçlarına sahip olmadıklarından, var olmak ve gelişmek için tüketim zorunluluğunda olmadıklarından değil; ama tam da kapitalist üretim, onların ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretim olmayıp sermaye birikimini sağlamak üzere artı-değer üretimi olduğundan ve yalnızca bunu gözettiğinden (kâr amacıyla üretim), gerçek üreticileri tüketemez duruma sürükler. Alım güçlerini sürekli düşürür.

Küçük üreticiyi gitgide proleter durumuna, proleterleri de sokağa atılmaya ve sefalete sürükleyen, bizzat üretim anarşisinin kendisi, onun, metaların değerlenmesini, zorunlu olarak, fiyatların dalgalanmasının ortalamasını sağlayacak piyasaya bırakmış olmasıdır. Anarşik niteliğe sahip üretimin zorunlu ve kaçınılmaz düzenleyicisi değer yasası ve piyasanın buyurduğu rekabet, kapitalisti, ürünlerin üretimi için toplumsal bakımdan gerekli emek zamanını kısaltmaya iter; ama artı-değeri artırmak için üretim olan kapitalist üretimde, makineleşme, işçinin çalışma zamanını kısaltma ve çalışmasını kolaylaştırmanın değil, tek tek metaların içinde cisimleşmiş emek miktarı ve zamanını azaltmanın aracı olur. Makina gittikçe daha çok canlı emeğin yerini alır, gittikçe daha çok işçi işinden olur. Yedek bir sanayi ordusu oluşur, işsizliğin baskısı altında, iş bulabilenler, daha az ücret karşılığı çalışmaya razı edilir; gerçek ücretler, düşme eğilimine girer, işçi ve ailesinin çalışmasını kolaylaştırma ve emek zamanını kısaltmanın aracı olan, işçinin öz ürünü makine ve makineli üretim, işçinin işsizlik ve sefaletinin kaynağına dönüşmüştür.

Ama bununla, kapitalizm kendi kuyusunu kazar. İşçinin, yalnız işçinin de değil, iflasa sürüklenerek işçileşmeye itilen küçük üreticilerin alım güçlerinin düşmesi, büyüyen üretici güçler ve artan üretiminin ihtiyaçlarını sağlamak üzere yeni pazarlar için dünyanın talanına çıkan ve birbirlerinin boğazına sarılan makinelerin sahiplerini, karşılıklı rekabet dalaşı içindeki tek tek kapitalistlerin mülkiyetinde olmakla somutlanan sermayeyi, pazarın daralmasıyla karşı karşıya bırakmıştır. (Pazar, yalnızca son tüketici olan işçilerin alım güçlerinin düşmesiyle değil, buradan kaynaklanarak, birbirinin pazarı durumundaki kapitalist sektörlerin kendi aralarındaki değişim açısından da daralır.) Üretici güçler hızla gelişir, üretim artar, piyasa meta ile dolar: “bolluk”, daha kapitalizm koşullarında ortaya çıkmıştır. Ama ortalıkta, yeterli alım gücüne sahip yeterince alıcı yoktur. Kapitalizm “bolluk içinde kıtlık” olarak görünür.

Değişim, gerçekleşemez olur ve durur. Değişimin ardından üretim durur. Önce düşük kapasiteyle üretim ve ardından tam durma. Çöküntü. Toplumsal üretici güçler kendilerini köstekleyen üretim biçiminin kabuğuna sığmamış, başkaldırmıştır. Ama başkaldırı, öncelikle, değişim biçiminin üretim biçimine başkaldırısı olarak başlamıştır. Bunalım patlak vermiştir.

Ürünlerin piyasada, değerlenmesine dayanan ve insanların ihtiyaçlarının, -gerçek ihtiyaçları olarak değil, ancak, artı-değer üretiminin gerçekleşmesini ve kapitalistlerin kendileri sırtlarından özel mülk üzerine özel mülk yığmasını olanaklı kılacak biçimde-, gerçek ihtiyaçlarına karşı ve eksik olarak gerçekleştiği piyasada belirdiği değişim biçimi, bütün bir emeği üretim süreci içine, ama toplumsallaştırdığı üretim araçlarıyla gerçekleşen toplumsal üretim süreci içine çeken ve fakat bununla uzlaşmaz bir karşıtlık halinde, ürünlerin özel kapitalist biçimde mülk edinilmesine dayanan üretim biçimine karşı ayaklanmıştır. Bu, kapitalist üretim biçiminin, üretimin gelişerek sürmesi karşısında yeteneksizliğinin kanıtlanmasıdır. Bu, ayaklanmanın ilk baş gösterdiği, özel mülkiyet koşullarının zorunlu ürünü piyasanın, meta değişimi biçiminin, üretim araçları ve emeğin toplumsallaşmasına dayalı ve kendisi tarafından kösteklenmese hızla gelişecek (ve kösteklenmesine rağmen canlanma dönemlerinde hızla gelişen) üretimin bu gelişmesi karşısında, ilk bu nalımın patlak verdiği 1825’ten beri, yeteneksiz hale geldiğinin kanıtlanmasıdır.

Bu durum, bir başka gerçeğin daha kanıtlanmasıdır: Kendi yarattığı toplumsal üretici güçlerin baskısı altında çalışamaz hale gelen bütün bir kapitalist mekanizma, üretim anarşisiyle, artı-değer üretimi, değer yasası ve rekabetiyle, piyasasıyla, yerini, üretici güçlerin toplumsal niteliğine uygun düşecek ve onun hızlı gelişimini olanaklı kılacak bir başka mekanizmaya bırakmalıdır. Bu, emeğin (kaynakların) dağılımının ve üretimin gelişmesinin önceden belirlenmiş bir plana (orantılılığa, “orantılılığın tunç yasasına”) göre örgütlenip gerçekleşmesine elverişli bir mekanizma olmalıdır. Sosyalist mekanizma, ancak böyle bir mekanizma olabilir. Deli saçmalaması bir “sentez” olan piyasalı sosyalizm, kapitalizmin bütün öğelerinin kaçınılmaz olarak işlevsel olduğu piyasa mekanizmasına dayanan “sosyalizm”, tatsız bir kurgu olmanın ötesinde, ne üretici güçlerin ihtiyaçlarına karşılık düşebilir ne de emeğin dağılımı ve üretimin kapitalizmde kendisini dayatan planlı örgütlenme ve gelişme ihtiyacına. Bütün bu ihtiyaçları, kurgu değil, kapitalist gelişmenin zorunlu kıldığı ve dayandığı (ama mülk edinmenin özel kapitalist karakteriyle karşıtlık durumunda bulunan) toplumsal üretici güçleri serbest bırakacak, onların orantılı-planlı dağılımının örgütü olan sosyalist bir mekanizma karşılayabilir. Böylece, “bolluk içinde kıtlık”, yerini, her geçen gün insan ihtiyaçlarının daha tam bir karşılanmasını sağlayacak gerçek bir bolluğa doğru gidişe bırakacaktır.

Nove’nin Marx’a yönelttiği “ütopist” suçlamasına karşın uzlaşmaz karşıtlıkları içindeki kapitalist gerçeklik, bunu göstermektedir.

Kapitalist üretim biçiminde, üretim araçları, önce sermaye durumuna dönüşmeden, artı-değer üretimine koşulmadan, başka bir deyişle sömürünün aracı olmadan üretimin aracı olmaz. Para sermaye, üretken sermayeye, o da, meta sermayeye dönüşecek ve meta olarak değişim alanına, piyasaya çıkacaktır. Kapitalist özel mülkiyet koşullarında, üretim araçlarının etkin olabilmesinin önkoşulu, önce sermayeye dönüşmesidir. Bu, normal koşullarda gerçekleşir. Ama üretim araçlarının üretim biçimine başkaldırdığı bunalım dönemlerinde olanaksızlasın Üretim biçimi, artık dev üretici güçlerle baş edemez, onları sermayeye dönüştüremez olur. Toplumsal üretici güçler, kapitalist üretim biçimi için çok büyük olmuştur.

İşten çıkarmalarla iyice şişen dev bir işsizler ordusu atıl ve sefil halde bir kenarda bekler; işgücü metaya dönüştürülememektedir. Üretim araçları, aletler ve makineler atıl halde bekler, artı-değer üretimini olanaklı kılmak üzere sermayeye dönüştürülememektedirler. Tüketim maddeleri yığılır; ama onları tüketecek işçinin işgücü sermayeye dönüştürülemediği için, tüketilmeden kalır.

Üretim için gerekli her şey, üretim araçları, hazır işgücü, tüketim maddeleri “bolluk” içinde yığılmıştır. Bizzat bu “bolluk” onların sermaye durumuna dönüşmelerini engeller. Dolayısıyla, üretimin gelişmesi, hem de “bolluk”u gerçek bir bolluğa çevirmek üzere gelişmesi, üretici güçlerin sermayeye dönüştürülme zorunluluğunun giderilmesini dayatır. Üretim araçlarıyla işgücünün üretimin durmaksızın gelişmesini sağlamak üzere birbirine bağlanması, bu zorunluluğun giderilmesini gerektirir.

Birbirini takip eden kapitalizmin devrevi bunalımlarında yaşadıkları, bilincine varsınlar ya da varmasınlar, kapitalistleri, üretici güçlerin toplumsal karakterine uyumlanmaya götürür. Engels’in dediği gibi, “…kapitalist üretim biçimi, bu üretici güçleri yönetmekteki yeteneksizliğini anlamış bulunmaktadır.” (26)

Buradaki “anlamak”, kuşkusuz, çelişkinin belirginleşmesi ve yön verici olması anlamındadır. Böylelikle, nesnel çelişmenin, kapitalizmin gelişmesini etkilemezlik edemeyeceği belirtilmiş olmaktadır.

Kaldığı yerden devamla, Engels, asıl olarak, sözü edilen zorunluluğunun belirginleşmesi koşullarında, kapitalizmin gelişmesini de etkileyecek, kapitalist zıtlıkların nesnel “çağrısı”na, toplumsal üretici güçlerin kösteğinden kurtulmasının nesnel zorunluluğuna vurgu yapmaktadır:

“Öte yandan, bu üretici güçlerin kendileri de, artan bir güç ile çelişkinin ortadan kaldırılmasına, sermaye niteliklerinden kurtulmalarına, toplumsal üretici güçler olma niteliklerinin gerçek tanınmasına götürmektedirler.” (27)

Bu gerçek tanınma, kuşku yok, üretici güçler üzerindeki sermaye boyunduruğunun kaldırılmasını gerektirir. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını, böylelikle mülkiyet ilişkilerinin toplumsal üretici güçlerle uyum içine sokulmasını ve gelişmenin dinamiği haline getirilmelerini şart koşar.

Ama üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin tanınmasını dayatması, hemen “mutlu son”u getirmez. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin olanaklı hale gelebilmesi için, birinci olarak, bu nesnel dayatmanın olgunlaşması zorunludur. Kendisini tam bir zorunlulukla dayatması şarttır. Örneğin, ilki 1825’de görülen bir dizi bunalımı, kapitalizm, kendisini sistem içi düzenlemelerle onararak ve ama gelişerek atlatabilmiştir. Bu, kapitalizmin, henüz, ulaşma durumunda olduğu yeni pazar olanakları bulunduğundan mümkün olabilmiş; meta üretiminin evrenselleşmesine götürmüş olan kapitalizm, kıta Avrupası’nın bir dizi ülkesinde görülen birkaç bunalımını, dünya pazarlarındaki yayılmasıyla alt edebilmiştir. Bir kez dünya pazarı bütünüyle fethedildikten sonra, artık, kapitalizmin bunalımı da evrenselleşmiş, yeni pazarlara yönelerek krizi aşabilme olanakları tükenmiştir. Özellikle dünyanın ekonomik paylaşımının tamamlanmış olmasına dayanan ve tekelleri doğurmuş kapitalizmde, üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin tanınmasını nesnel olarak dayatması, tam olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Sosyalizm, 1870’lerin sonundan itibaren nesnel olarak olanaklıdır.

İkincisi, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, kuşkusuz, sosyalist üretici güçlerin temelini oluşturan işçi sınıfının, nesnel dayatmayı tarihsel olarak gerçekleştirmeye çağrılmış proletaryanın, bu nesnel dayatmanın öznel olarak (bilinç, örgüt ve mücadele düzeyi olarak) farkında olmasına, yani dayatmanın sübjektif açıdan olanaklı oluşuna bağlıdır ki, bu sorun konumuz dışıdır.

Ama şu söylenmelidir: Kapitalizm, üretici güçlerin toplumsallaşmasının kendi gerçek niteliğinin tanınmasını nesnel olarak dayatması ve bu dayatmanın nesnel olgunlaşmasıyla, toplumsal üretimin önceden belirlenmiş planla örgütlenmesi ve gelişmesine ve piyasaya değil kuşkusuz, ama plana dayalı sosyalizme zorunlu olarak götürmektedir. Deli saçması “sentezcilik”in iddialarının tersine, bu gidiş, bir “ütopya” değil, ama “sentez”i ütopya kılan bir nesnel zorunluluktur.

Ama Engels’in belirttiği gibi, üretici güçlerin kendi gerçek niteliklerinin tanınmasını dayatmasının kapitalizmin gelişmesi üzerinde de bir etkisi olmuş; kapitalistler, bu dayatmayı görmezden gelememişlerdir. Sonradan siyasal-stratejik faktörlerle de beslenen (örneğin, işçi ve emekçilerin mücadelelerinin bir sonucu ve Sovyetler Birliği karşısında bir yarış unsuru olarak ve işçilerin sosyalizmden etkilenmelerinin önünü kesebilmek için sistemin “iyilikleri” sergilenmek üzere “sosyal devlet” ilkesine başvurulması gibi) üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin tanınması yolundaki gelişmeler, tamamen nesnel ekonomik çıkışlıdır.

Üretici güçlerin dayatması, kapitalizmi, tek tek fabrikaların ötesinde emeğin dağılımını ve üretimin gelişimini planlamaya götürmüştür. Bu dayatma, “…kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişki içinde olanaklı olduğu ölçüde, toplumsal üretici güçler olarak davranmaya zorlar” diyen Engels, şöyle devam eder:

“Sanayinin canlanma dönemi… toplumsallaşmanın, o çeşitli hisse senetli şirket türlerinde karşımıza çıkan biçimine götürür. Bu üretim ve ulaştırma araçlarından çoğu, daha ilk anda, demiryolları gibi, öylesine büyüktürler ki, bütün öbür kapitalist işletme türlerini dıştalarlar. Ama gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim de artık yetmez; üretimin düzenlenmesi ereğine sahip bir birlik olan ‘tröst’ biçiminde birleşirler; üretilecek toplam niceliği belirler, bunu aralarında dağıtır ve böylece önceden saptanmış satış fiyatını zorla elde ederler. Ama bu tröstler, işlerin kötü gitmeye başlamasının ilk döneminde dağıldıklarından, bununla daha yoğun bir toplumsallaşmaya götürürler: tüm sanayi kolu, tek bir büyük hisse senetli şirket durumuna dönüşür, iç rekabet, yerini bu tek şirketin tekeline bırakır…

“Tröstlerde, serbest rekabet tekel durumuna dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklaşan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında, teslim bayrağını çeker. İlk anda, kuşkusuz, kapitalistler yararına. Ama burada sömürü öyle elle tutulur bir duruma gelir ki, yıkılması gerekir. Tröstler tarafından yönetilen bir üretime, bütünün küçük kupon biriktiricileri tarafından bu derece utanmazcasına sömürülmesine katlanacak bir halk yoktur.

“Ne olursa olsun, tröstlerle ya da tröstlersiz, sonunda kapitalist toplumun resmi temsilcisinin, devletin,   üretimin yönetimini eline alması gerekir… Ancak üretim ve ulaştırma araçları gerçekten hisse senetli şirketler tarafından yönetilemeyecek kadar büyük oldukları, bunun sonucu devletleştirme, ekonomik bir zorunluluk durumuna geldiği durumda, ancak bu durumda, hatta bu işi yapan bugünkü devlet de olsa, devletleştirme, ekonomik bir ilerleme anlamına, tüm üretici güçlere toplum tarafından el konulmasına ön-gelen yeni bir aşamaya erişildiği anlamına gelir.” (28)

Engels, tröstlerle planlı üretimin ilişkisini Erfurt Programı’nı eleştirirken de kurar: “Anonim şirketlerin kapitalist üretimi, artık özel üretimden çıkan ve çok sayıda ortaklar hesabına yapılan bir üretimdir. Ve eğer anonim şirketlerden koca sanayi dallarını boyundurukları altına alan ve tekeller kuran tröstlere geçersek, o zaman bu, sadece özel üretimin sonu demek değildir, aynı zamanda plansızlığın da sona ermesi demektir.” (29)

Önce tekil fabrikada, sonra hisse senetli şirketler, tekeller ve tröstlerde ve en son da devlet tarafından planlı üretim. Bunlar, kapitalizm koşullarında gerçekleşmektedir.

Üretim araçlarına toplum tarafından el konulmasını ve bunun için kuşkusuz, el koyacakların iktidarını dayatan, bizzat, önceden planlanmış üretime yol açan üretici güçlerin, kendi toplumsal niteliklerinin gerçek bir tanınmasını zorlamaları ve kapitalizmin de, kapitalizm içinde olanaklı olduğu ölçüde, bundan kaçınamayıp, bu tanımayı kapitalistçe gerçekleştirmeye ve planlı üretime yönelmeye, nesnel olarak, kendi yasalarının işleyişi sonucu mecbur kalmasıdır.

Üretici güçlerin toplumsal niteliklerini, kendi usulünce de olsa tanıyan kapitalizmin yanında, dev bir örgüt ve kolektif kapitalist olarak, ekonomiye en son müdahale eden/edecek olan onun resmi temsilcisi modern devletin ve kamulaştırmalarının kapitalist niteliği üzerinde duran Engels devam ediyor:

“(Devlet- ÖD), üretici güçleri ne denli çok kendi mülkiyetine geçirirse, o denli çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o denli çok sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.

“Bu çözüm, ancak, modern üretici güçlerin toplumsal niteliğinin gerçekten kabul edilmesine, bunun sonucu üretim, temellük ve değişim biçiminin, üretim araçlarının toplumsal niteliğiyle uyum durumuna getirilmesine dayanabilir. Ve bu da, ancak, toplum kendi yönetiminden başka her yönetim için çok büyük bir duruma gelmiş bulunan üretici güçlere açıkça ve içtenlikle el koyduğu zaman olabilir…” (30)

Gittikçe toplumsallaşan üretici güçlerle -yine toplumsallık düzeyi artarak gelişen-üretimin dayatmasıyla emeğin planlı dağılımına ve üretimin önceden belirlenmiş (tröstlerde olduğu gibi, üretim miktarını, bunun firmalara göre dağılımını, satış fiyatlarını belirleyerek) plana göre yapılmasına geçen kapitalizm, sosyalist üretimin planlı gelişmesinin yalnızca olanaklı olduğunun değil zorunluluğunun da verisini sunmaktadır.

SSCB şahsında sosyalizmde planlı üretimin başarılarını gözden geçirdiğimizde, bu olanaklılık ve zorunluluğun bir başka verisini de görmüş olacağız.

Bir başka veriyi ise, olumsuzun olumlaması olarak, tekil planlılıkların karşısında toplum çapında plansızlığı, üretim anarşisi, belirleyici değer yasası ve piyasasıyla kapitalizmin çıkmazı sunmaktadır. Bir işsizler ordusunu sürekli üretim dışı tutuşuyla, bunalımlarında dev boyutlar kazanan savurganlık ve yıkımıyla, kapitalistlerin ve siyasal temsilcilerinin lüksünün oluşturduğu (Sabancıların milyarlık düğünleri vb.) bir diğer savurganlık türüyle, kapitalizmin devasa emek ve üretim güçlerini heder edişi, hem piyasa ekonomisinin çıkmazını hem de kapitalist zincirlerinden kurtulacak üretici güçlerin planlanmaya eğilimlerini ve planlı kullanıldıklarında gösterecekleri hızlı gelişmeyi bugünden ortaya koymaktadır.

 

ZORUNLU GİDİŞ: BOLLUK TOPLUMU OLAN KOMÜNİZM

Alec Nove’nin planlı ekonominin olanaksızlığını ileri sürerken temel bir gerekçesi, bolluğun ütopik bir şey olduğu, hiçbir zaman ulaşılamayacağı ve göreli kıtlığın kaçınılmazlığına ilişkindir. İnsan ihtiyaçları sınırsızken kaynakların sınırlı olduğunu ileri sürer. Sorunu, sınırlı olan kaynakların dağılımına indirgemekte; planlamanın bollukta olanaklı olsa bile, kaynakların sınırlılığı koşullarında olanaksızlığına ve mutlaka piyasanın düzenleyiciliğiyle tamamlanması gereğine varmaktadır. Alt gerekçeleri üzerinde durulup yanıtlanacak; ama temel gerekçesi, planlı gelişimin tasarlanmasının bolluğu varsaydığı, bolluk fikrinin ise ütopik olduğudur. “En azından göreli kıtlığın varlığını sürdüreceği olasılığından hareketle çeşitli sonuçlara varılması…” (31) gereğine vurgu yapar.

Nove, “Ben kendi ‘uygulanabilir sosyalizm’ tanımımın içine, bir kuşağın ömür süresi içinde -diyelim gelecek elli yılda- tasarlanabilir olması düşüncesini almayı isterim; ‘tasarlanabilir’ derken de, asın, ütopyacı ya da zorlama varsayımlarla oyalanmamayı kastediyorum. ” (32) diye yazmaktadır. Lenin de içinde olmak üzere “Marksistler komünizmi, kesinlikle uzak bir düş gibi değil; burada kullanılan anlamında ‘uygulanabilir’, erişilebilir bir gerçeklik olarak gördüler. ” diye eklemektedir. Oysa ona göre komünizm yalnızca bir düştür.

Bir kere Nove’nin Marx’a atfettiği üretimin planlı gelişiminin bolluğu varsaydığı, bunun da bir düşün peşinde koşmak anlamına geldiği yönündeki suçlaması, Gotha Programının Eleştirisi’nde bizzat Marx tarafından yalanlanmaktadır. Marx, eleştirisinde, komünizmi pek de yakın bir geleceğin sorunu olarak görmemekte, ama toplumsal gelişmenin kesinlikle ona yönelik olduğunu göstererek, komünizme, bir geçiş evresinden (komünizmin birinci evresi) gidilerek varılacağını belirtmektedir. Marx’a göre, bu birinci evresinde komünist toplum, “… Kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplumdur, dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (33)

Aslında olmaz bir sentez peşindeki Nove, sayıklamaları içinde, Marx’ın “komünizm, hemen şimdi”(!) gibi bir ütopik yaklaşımının olmadığını da söylemekte; ama bu kez de Marx’ı, uygulanabilir ve erişilebilir olmayan (herhalde bir insan ömrü süresince) bir ütopya peşinde olmakla suçlamada karar kılmaktadır: “Gotha Programının Eleştirisi’nin ‘sosyalizm’inde komünizme varış, uzunca bir yol olarak çizilir.” (34)

Aslında, Nove’nin kararlı olduğu tek şey, Marx’ın planlı üretimi öngörürken ütopyacı olduğu ve bir miktar planlama gerekli olsa da, sosyalizmin piyasa mekanizmasıyla var olması gerektiğidir.

Ne komünizm bir ütopyadır ne de planlı üretim. Planlı üretimin ütopya olmadığını gördük. Şimdi komünizme, bolluk toplumuna gelelim.

Daha köleciliğe ilk geçişle birlikte, sınıfsız, sömürüşüz, baskısız bir toplum olarak ilkel komünal topluma, o “insanlığın eski altın çağı”na, geçmişe dönüş özlemi ezilen insanların hayallerini süslemeye başladı. Ezilen insanlar, bu düşü uzun süre, ortaçağın karanlık yıllarında da görmeye devam ettiler. Gelecek, henüz onlara sömürü ve baskıdan kurtuluşu vaat etmiyordu. Kurtuluşu, ancak eskide, “geçmiş altın çağ”a dönüşte arayabilirlerdi. Üretici güçlerin olağanüstü darlığı ve azgelişmişliğinin kaçınılmaz bir sonucuydu bu.

Kapitalizmin tarih sahnesine çıkışından bu yana, daha henüz ilk belirtileri görülmeye başlandığında, çoğu, ideolojik olarak ortaçağ dinciliğinin etkisi altında mezhepçi şekillenmelerle, burjuva gelişmelere denk düşen, daha çok köylü ve zanaatkârlara dayanan yeni tür özlemlere tanık olunmaya başlandı. Bunlar, bir yandan, sömürü ve baskıya karşı özlemlerle belirsiz bir biçimde üretim araçlarına el konulması fikrini içeren geleceğe ilişkin düşler olarak kurgulanıyor; ama bir yandan da, hâlâ, geleceğin, kuşaktan kuşağa aktarılmış geçmiş “altın çağ”da aranması düşünün izlerini taşıyordu. Hâlâ üretici güçler belirli bir gelişme düzeyine ulaşamamış, insanlar, sömürüşüz gelecek tasarımları yapabilir duruma gelmemişlerdi. En son ütopik sosyalistler, hele onlardan Fourier, kapitalist toplumun neredeyse tam bir suçlamasına ulaştıklarında, üretici güçler belirli bir düzeyi tutturmuş, kapitalizmin kötülükleri ortaya çıkmış; ama henüz yerine konulacak olanı gösterecek bir olgunluğa ulaşmamıştı. Daha da çok, aynı olgunsuzluğu göstermek üzere, bilimler, bu arada ekonomi politik yeterince gelişmemişti. Ütopyacılar, geleceğin düşü olarak sosyalizmi kurdular, onu istediler ve hatta ilginç uygulamalara da giriştiler. Ama onu yalnızca düşünsel düzeyde tasarladılar. Nesnel bir zorunluluk olarak tasarlamalarına yetecek veriler birikmemişti. Ne ilk kez 1831 Lyon ayaklanmasında olduğu gibi işçi sınıfı dönüştürücü güç olarak kendisini ortaya koymuştu ve ne de kapitalist birikimin sırrı artı-değerin keşfiyle çözülmüş ve kapitalist toplumun hareket yasaları bilinebilir olmuştu. Bundan sonra, önceden yalnızca düşü kurulan sosyalizm, bilimsel temellerine oturdu ve nesnel zorunluluk olarak kavranmaya başlandı.

Ama bu nesnel zorunluluk kavrayışı kadar, zorunluluğun kendisi de, ancak, gerçekleşmesinin somut koşulları ortaya çıktıktan sonra olanaklı olabilirdi. Sömürü ve zorbalığa duyulan öfkenin kökleri, erken kölecilik dönemine dek uzanmakla birlikte, ezilenlerin ve temsilcilerinin kafasında oluşmaya başlayan sınıfların ve sömürünün kaldırılması, bunun için üretim araçlarına el konulması fikri, kendisini mümkün kılacak, dolayısıyla fikir olarak da olgunlaşmasına yol açacak bir dizi sonuçlarıyla birlikte yeni ekonomik koşulların ortaya çıkmasını gerektirdi. Bu koşulları, yukarıda uzlaşmaz karşıtlıkları içinde anlatılan kapitalist gelişme sağladı. Üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyinde, çoktandır, sınıfların kaldırılmasına girişilebilir olmuştur. Sosyalizm, çoktandır uygulanabilir nesnel öncüllerine sahiptir. Söz Engels’in:

“Toplumun sömüren bir sınıfla sömürülen bir sınıf, egemen bir sınıf ile ezilen bir sınıf biçimindeki bölünüşü, üretimin geçmişteki güçsüz gelişmesinin zorunlu bir sonucu idi. Toplam toplumsal emek, ancak herkesin kıtı kıtına yaşaması için zorunlu olanı çok az aşan bir verim sağladığı sürece, yani emek, toplum üyelerinin büyük bir çoğunluğunun bütün ya da hemen hemen bütün zamanım gerektirdiği sürece, toplum, zorunlu olarak, sınıflara bölünür…

“Ama eğer buna göre, sınıflara bölünmenin belli bir tarihsel yasallığı varsa, o bu yasallığa, ancak belli bir zaman için, ancak belli toplumsal koşullar içinde sahiptir. Sınıflar biçiminde bölünme, üretimin yetersizliğine dayanıyordu; modern üretici güçlerin tam bir gelişmesi ile silinip süpürülecektir. Ve gerçekten, toplumsal sınıfların ortadan kaldırılması, yalnızca şu ya da bu belirli egemen sınıfın değil, ama genel olarak bir sınıfın varlığının, öyleyse sınıflar ayrılığının ta kendisinin bir çağ dışılık durumuna geldiği tarihsel bir gelişme derecesini ön-gerektirir. Yani üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin ve bunun sonucu, siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel yönetimin özel bir toplumsal sınıf tarafından temellükünün, yalnızca bir gereksizlik durumuna değil, ama ekonomik, siyasal ve entelektüel açıdan, bir gelişme engeli durumuna da geldiği bir yükseklik derecesini gerektirir. Şimdi bu noktaya ulaşılmıştır.” (35)

Yalnızca bir sömürücü sınıfın değil, “sınıflar ayrılığının ta kendisinin” ortadan kalkması. Bu ancak, toplumun sınıflara bölünmesinin altında yatan işbölümü yasasının işlevini yitirmesiyle olanaklıdır. Sınıfların ortadan kalkışı, insanların işbölümünün kölesi oluşlarının son bularak kendilerinin efendileri haline gelmeleriyle el ele gider. Bu ikisiyle el ele giden bir başka şeyse, üretici güçlerin yüksek bir gelişme düzeyine ulaşmasıyla bolluğun yakalanmasıdır. Sınıfsızlık, işbölümüne boyun eğmenin son bulması (ve onunla birlikte emeğin yalnızca bir geçim aracı olmaktan çıkıp kendisi için yaşamsal ihtiyaç ve zevk aracı haline gelmesi) ve bolluk -bu üçü, bir dördüncüsü olan, devletin, baskı altında tutulacak kimsenin kalmamasıyla, gereksizleşerek sönmesiyle birlikte, komünist toplumun göstergeleridir. Ne sınıflar kalkmadan bolluk gerçekleşir, ne de bolluk gerçekleşmeden sınıflar ve devlet ortadan kalkar ve çalışma bir ihtiyaç olarak belirir. (Engels’in, “şimdi bu noktaya ulaşılmıştır” demesi, bir sorun olarak görünmektedir!)

Bu olanakların, birer ütopya olarak kalmayıp gerçekleşmesinin tek bir önkoşulu vardır: Üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin gerçek bir tanınması, yani toplumsallaştırması. Onların bu koşulla gösterecekleri kesintisiz gelişme ve üretimin, kapitalizm koşullarında hayal bile edilemeyecek, genişlemesi.

Gördüğümüz gibi, gerçek niteliklerinin tanınmasını da toplumsal üretici güçlerin kendileri dayatırlar. Söz yine Engels’in:

“Üretim araçlarının genişleme gücü, kapitalist üretim biçiminin kendisine vurduğu zincirleri parçalar. Onun bu zincirlerden kurtuluşu, üretici güçlerin, durmadan daha hızlı bir düzenle artan kesintisiz bir gelişmesi ve bunun sonucu, üretimin kendisinin pratik olarak sınırsız bir artışı için gerekli tek koşuldur… Toplumsal üretim araçlarıyla, toplumun bütün üyelerine yalnız maddesel bakımdan adamakıllı yeterli ve gün günden zenginleşen bir yaşam değil, ama onlara fizik ve entelektüel yeteneklerinin tam bir özgür gelişim ve kullanımını da güvence altına alan bir yaşam sağlama olanağı, bugün ilk kez olarak var, ama var.” (36)

Evet, bolluk toplumuna gidiş nesnel bir zorunluluk olarak belirmektedir. Kösteklerinden kurtulmuş üretici güçlerin gittikçe artan bir hızla gösterecekleri sınırsız gelişme ve bunu, olanak bulabildikleri ölçüde, daha kapitalist üretim biçimiyle bağlıyken göstermiş olmaları, bolluğun, sadece ulaşılabilir olmakla kalmadığını, aynı zamanda nesnel bir zorunlulukla davet edildiğini kanıtlamaktadır.

Dünyada gerçekleşen ilk sosyalist devrim, kösteklerinden kurtulan üretici güçlerin dev atılımı ve üretimin hızla gelişmesini yalnızca kanıtladı:

“1929–1937 döneminde, SSCB’deki sanayi üretiminin yıllık büyüme temposu ortalama olarak yaklaşık % 20’yi buluyordu; bu ortalama aynı dönemde kapitalist ülkelerde % 0,3 tutuyordu. (Kriz dönemiydi denirse: -ÖD) SSCB’de sanayinin büyüme temposu, en önemli kapitalist ülkelerin gelişmelerinin en iyi dönemlerindeki sanayilerinin büyüme temposunu birkaç kat aşıyordu. Örneğin ABD’nin sanayi üretiminin ortalama yıllık büyümesi 1890-1895’de % 8,2, 1895-1900’de % 5,2, 1900-1905’de % 2,6 ve 1905-1910’da % 3,6 tutuyordu.” (37)

Sanayiye ayrılan fonların (yatırımların) büyümesine ilişkin rakamlar, toplumsallaştırılan ve planlı bir şekilde dağıtılan üretici güçlerin dev ve kesintisiz gelişmesini göstermek açısından ciddi kanıtlar sunuyor:

“1937 yılında (2. beş yıllık planın son yılı- ÖD), tüm sanayinin üretim yatırım fonları (işletme binaları ve teçhizatlar, makineler ve donanımlar), 1928 düzeyinin 5,5 katı ve üretim araçları sanayisi 7 katından fazlasına ulaştı… İlk iki beş yıllık plan sırasında yeni kurulan ve yeni donanan işletmeler, daha 1937 yılında, tüm üretimin % 80’ini teslim ettiler.” (38)

9 yılda sanayiye ayrılan fonlar 5,5 kat, üretim araçları sanayisine ayrılan fonlar ise 7 kattan fazla büyüyor. Kösteklerinden kurtulmuş üretici güçlerin, planlı kullanıldıklarında gösterdikleri bu hızlı gelişme ve bu gelişmeye toplumun ayırdığı fonların devasa büyümesi, sosyalist ülkenin kapitalist ülkelerin en iyi dönemlerinde sağladıkları büyüme temposunu birkaç kat aşması, yeterli kanıtlardır.

Bir sorun kalıyor. Engels, aktardığımız son iki pasajında da komünizmi, bolluk toplumunu tanımlamakta ve ama üretici güçlerin, bunun gerektirdiği gelişme derecesine “şimdi” ulaştığını (“Şimdi bu noktaya ulaşılmıştır”) ve komünizmle gerçekleşebilecek gelişkin bir yaşam olanağının “bugün” olduğunu (“bugün ilk kez olarak var, ama var”) söylemektedir. Hatta şu pasajında Engels, neredeyse tam bir ütopya tablosu çizer:

“Üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ile meta üretimi ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretimdeki anarşi yerine, bilinçli planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama savaşımı son bulur. Böylece, ilk kez olarak, insan, belli bir anlamda, hayvanlar dünyasından kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer… İnsanlığın zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayışıdır bu.” (39)

Engels, üretim araçları toplumsallaştırılır toplumsallaştırılmaz bolluğun ve özgürlüğün dünyasının kurulmuş olacağını mı söylemektedir? Kuşkusuz, hayır.

Anti-Dühring’in bu bölümünün başlığı/Teorik Bilgiler”dir ve Engels, bu bölümde kapitalizmin çöküşünün kaçınılmazlığını, onun uzlaşmaz karşıtlıkları içinde ve alternatifini ortaya koyarak genel planda ve teorik olarak incelemektedir. İlgisi bu noktadadır ve kapitalizmden komünizme somut geçişin sorunlarıyla ilgilenmemektedir. Kapitalizm ve onun uzlaşmaz karşıtlıklarının kaçınılmaz kıldığı komünizm -konuyu ele alışı bununla sınırlıdır. Ve kuşkusuz, kapitalizmden komünizme geçiş somut bir sorundur, bir dizi özgün problemi vardır; ayrıca incelenmeyi gerektirir.

Bu soruna Gotha Programının eleştirisinde değinilmiştir. Burada, Marx’ın, geçiş dönemine, komünist toplumun birinci evresine (sosyalizm olarak tanımlanmaya alışılmıştır), “kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplum”a ilişkin analizi yer alır (Bkz. sf. 27-29) ve komünist toplumun iki evresi, ayırt edici nitelikleriyle birbirinden ayrılır. (Bu iki evreyi, kuşkusuz, Engels de, örneğin Bebel’e yazdığı Gotha Programını eleştiren mektubunda, devlete ilişkin söyledikleriyle, birbirinden ayırmıştır: “… Proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. ” (40) Özgürlük dünyası ile “proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu süreç”, bağlantılı ama ayrılarak konmaktadır.) İkinci evreyi, Marx, yukarıda Engels’in tanımladığı gibi tanımlar:

“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayati gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynaklan gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!” (41)

Ortada bir ütopya ya da yanlış bir yaklaşım yoktur. Ne Marx’ın ne de Engels’in. Çelişik kapitalist gerçekliğin, kaskatı bir nesnellikle ve dinamikleri tahlil edilip gösterilerek, genel olarak tanımlanmasını olanaklı ve zorunlu kıldığı, komünist toplumdur bu. Bolluk toplumu.

Ve bu toplumun kuruluşunun ilk adımı üretici güçlerin gerçek niteliklerinin tanınmasını olanaklı kılmak üzere özel mülkiyete son verilmesi amacıyla proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve devletin üretim araçlarına toplum adına el koymasıysa, nesnel gereği de, emeğin dağılımı ve üretimin önceden belirlenmiş bir plana göre örgütlenmesidir.

Son olarak, Nove’nin Lenin’e yönelttiği, komünizmi, kendi “bir insan ömrü süresinde” “uygulanabilir sosyalizm”i gibi “hemen erişilebilir” bir şey olarak tasarlayarak ütopyacılık yapmak suçlamasına benzer suçlamalara karşı, devlet sorununu incelerken, Lenin’in verdiği yanıtını görelim.

“… Mülksüzleştirme” der Lenin, “üretim güçlerinde büyük bir gelişmeyi olanaklı hale getirecektir.” ve devam eder:

“Ve kapitalizmin daha şimdiden bu gelişmeyi ne kadar engellediğini ve şu anda erişilmiş bulunan çağcıl teknik sayesinde ne büyük bir gelişme sağlanabileceğini gördükten sonra, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinin toplumdaki üretim güçlerinde zorunlu olarak büyük bir gelişme sonucunu vereceğini mutlak bir kesinlikle ileri sürme hakkına sahip bulunuyoruz. Ama bu gelişmenin hızı ne olacak, işbölümünün son bulmasına, kafa ve kol emeği arasındaki karşıtlığın ortadan kalkmasına, ‘çalışmanın ilk dirimsel gereksinim’ durumuna dönüşümüne ne zaman ulaşılacak; işte bunu bilmiyoruz ve bilemeyiz de.

“Bundan ötürü, bu sürecin süresini, komünizmin üst evresinin gelişme hızına bağlılığını belirterek ve bu sönmenin mühlet ya da somut biçimleri sorununu tamamen askıda bırakarak, devletin kaçınılmaz sönmesinden başka bir şeyden söz etme hakkına sahip bulunmuyoruz. Çünkü bu tür sorunları çözmemizi sağlayabilecek veriler yoktur.” (42)

Ve yöneltilen “ütopyacılık” suçlamasının nedenlerini çözümleyerek karşı saldırıya geçer. “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesini gerçekleştirecek, emeğin bunu sağlayacak kadar üretken olacağı bir bolluk toplumu olarak, komünizmin üst evresinin bir tablosunu çizdikten sonra şöyle der:

“Burjuva açıdan, böylesine bir toplumsal rejimi ‘ütopyanın dik alası’ gözüyle görmek ve her yurttaşa, çalışmasına hiç bakmaksızın, toplumdan istediği kadar yer mantarı, otomobil, piyano vb. alma hakkı vaat eden sosyalistlerle alay etmek kolaydır. Bugün de, burjuva ‘âlim’lerin çoğu bu gibi alaylarla yetinir, böylece bilgisizliklerini ve kapitalizmin çıkarcı savunucusu anlayışlarını ortaya koyarlar.

“Bilgisizliklerini ortaya koyarlar; çünkü komünizmin üst evresinin gerçekleşeceğini ‘vaat etmek’ hiçbir sosyalistin aklına gelmemiştir…

“Burjuva ideologlar… tarafından kapitalizmin çıkarcı savunusu, uzak bir gelecek üzerindeki tartışmalar ve boş sözlerle, bugünkü siyasanın ivedi güncel sorununu: kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi ve bütün yurttaşların tek bir büyük kartelin, yani tüm devletin emekçi ve görevlileri haline dönüşümü ve tüm bu kartelin her işinin, gerçekten demokratik bir devlete, İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri Devletine bağlanması sorununu el çabukluğuna getirmeye dayanır.

“Gerçekte, bir bilgiç profesör, … sağduyuya aykırı ütopyalardan, Bolşeviklerin demagojik vaatlerinden, sosyalizmi ‘yerleştirme’nin olanaksızlığından söz ettikleri zaman, komünizmin, genel olarak onu ‘yerleştirmek’ olanaksız olduğu için, kimsenin hiçbir zaman ‘yerleştirme’yi ne vaat ettiği hatta ne de tasarladığı bu üst aşama ya da evrenin ta kedisini düşünürler.” (43)

Lenin, tam da “bizim” bilgiç profesörün, Nove’nin çözümlenmesini yapmıyor mu? Lenin’in komünizmin üst evresini, Nove’nin iddiasının tersine, “uzak bir gelecek”in sorunu olarak kavradığı ve asıl sorununun, ona ulaşmanın ihtiyaçları olduğu anlaşılıyor. Bu, mülksüzleştirme ve ekonominin planlı gelişmesini yürütmek üzere, “tek bir büyük kartel”in kurulması sorunudur. Bilgiç profesör ise, yine, üst evreye gönderme yaparak ilk evreyi ve ihtiyaçlarını el çabukluğuna getirmektedir. Lenin dönemindeki meslektaşlarından farkı, Sovyet iktidarının varlık koşullarında (’50’lerin sonlarından başlayarak Sovyet devletinin burjuva devlete dönüşmesine kadarki süre için konuşuyoruz), şimdi, göstere göstere el çabukluğuna getirmek ve bu işi, bu kez kuruluşun engellenmesini değil ama yıkılışın örgütlenmesini sağlamaya yönelik olmak üzere, yapmaktır. (Bu, Nove’nin Stalin dönemine ilişkin değerlendirmelerinin oturduğu fonksiyonel zemini gösterir. Sonrası için ise, O, sosyalizmin biçimsel unsurlarının da -yozlaştırılmış planın vb.-  giderilip kapitalizmin restorasyonunun tamamlanmasına yönelik olarak el çabukluğu yapmaktadır.)

Lenin’in yanıtlarıyla birlikte, tam da geçiş dönemine geldik.

 

KAYNAKLARIN GÖRELİ KITLIĞI VE ZORUNLU GEÇİŞ DÖNEMİ OLARAK PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ

Lenin’in, komünizmin ilk evresinde, sorunu, “… Bütün yurttaşların tek bir büyük ‘kartel’in, yani tüm devletin emekçi ve görevlileri haline dönüşümü ve tüm bu kartelin her işinin gerçekten demokratik bir devlete, İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri Devletine bağlanması” olarak koyduğunu gördük.

“Tek bir büyük kartel”. (Troçky ve Trokçkizmle, bütün temel sorunlara yaklaşımda tam bir zıtlık içinde olan Lenin, bu alanda da, “özgür üreticilerin eklemlenmiş özyönetimi” Troçkist ucubesiyle tamamen karşıtlık halindedir; bu konuyu ele alacağız.) Bu, mülksüzleştirmenin zorunlu sonucu ve emek dağılımının ve üretimin planlı gelişmesinin zorunlu bir gereğidir.

Komünizmin üst evresi, sınıfsızlıktır, bolluktur; ama devletsizliktir de. Engels, bu evrede, “Kişilerin hükümeti, yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırakır.” (44) der. Üretim, kuşkusuz, hâlâ planlı bir şekilde yönetilecektir; ama bu, “Sovyetler devletine bağlanmış tek bir büyük kartel” nedir?

Mülksüzleştirmeyle, hemen, “herkesten yeteneğine göre ve herkese ihtiyacına göre” toplumuna varılamayacağı biliniyor. Kapitalist toplumun komünist topluma dönüşmesi gerekmektedir. Kapitalizm, komünizmin öncüllerini yaratmaktadır; ama ne olursa olsun, ona hemen, bir çırpıda dönüşmesinin olanaklarını biriktirmesi mümkün olmamaktadır. Kapitalist üretim biçimi, üretici güçlerin gelişmesini önledikçe ve önlediği için, olmayacaktır. O halde, kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi, komünist toplumun, henüz, kapitalizmden devraldığı kusur ve sakatlıkları üzerinde taşıyacağı, etkileri sınırlandırılmış ve düzenleyici fonksiyonları giderilmiş (ya da kalıntılar halinde süren) çeşitli kapitalist unsur ve kategorilerin, genellikle biçimsel olarak, varlıklarını sürdüreceği, kendine özgü temeller üzerinde değil ama kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplum olarak belireceği bir toplumsal süreç gereklidir. Bu, geçiş süreci, anlaşılacağı gibi, komünizmin unsur ve kategorileriyle kapitalizmin unsur ve kategorileri arasında bir çatışma süreci de olacaktır. Komünizmin üst evresinin gerçekleşebilmesi için, üretici güçlerin kesintisiz gelişmesinin yanında ve onu da olanaklı kılmak üzere, kapitalizmin unsur ve kategorilerinin etkilerinin sürekli sınırlandırılarak giderilmeleri ve kapitalizmin kalıntılarının bütünüyle temizlenmesi gerekecektir. Proletarya, çoğu kez gerekli olacağı gibi, başlangıçta kapitalizme ve sonra kalıntıları, unsurları ve kategorilerine karşı, onları sınırlayıp gidermek üzere dişe diş bir savaş vermedikçe, üst evreye ulaşmak bir yana, bu hedefe ulaşmak üzere ilerlemek bile olanaklı olmayacak; durulduğu anda ise, düşülecektir: kapitalist restorasyon. Bu, kapitalizmin restorasyonu tehlikesinin sürdüğü süreçtir de.

Lenin, Marx’la ütopya arasındaki ilişkiye de değinerek şöyle der:

“Marx’ın tüm teorisi, evrim teorisinin en tutarlı, en tam, en düşünülmüş ve özlü biçimiyle, çağdaş kapitalizme uygulanmasıdır. Öyleyse, Marx’ın, bu teoriyi kapitalizmin yakın batkısına olduğu gibi, gelecekteki komünizmin gelecekteki evrimine de uygulanma sorununu düşünmek zorunda kalmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur.

“Gelecekteki komünizmin gelecekteki evrimi sorunu, hangi verilere dayanarak konulabilir?

“Komünizmin kapitalizmden doğduğu, tarihsel olarak kapitalizmden itibaren geliştiği, kapitalizm tarafından oluşturulan bir toplumsal gücün etkisinden sonuçlandığı olgusuna dayanarak. Marx’ta bir ütopyalar türetme, bilinemeyecek bir şey üzerine boş şeyler tasarlama girişiminin izi bile bulunmaz. Marx, komünizm sorununu, bir doğa bilimcinin, örneğin kökeni ve değişikliklerinin yönü bilinen yeni bir biyolojik türün evrim sorununu koyacağı gibi koyar…..

“Bütün evrim teorisi tarafından ve genellikle bilim tarafından şaşmaz bir biçimde ortaya konan ilk nokta -ütopyacıların unutmuş bulundukları ve sosyalist devrimden korkan oportünistlerin bugün unuttukları nokta-, tarihsel bakımdan, hiç kuşkusuz, kapitalizmden komünizme özel bir geçiş aşamasının ya da evresinin var olması gerektiğidir.” (45)

Bugünkü unutuş, A. Nove’nin unutuşu, unutma koşullarının farklılaşması dolayısıyla, özel bir unutuş türü olarak, bilerek ve isteyerek muğlaklaştırma, geçiş döneminin gerekliliğini bu yolla yadsımadır. Onun unutması, unutturma çabasında belirir; komünizmi ütopya olarak yadsır (unutur), bu durumda geçiş aşaması derdinden de kurtulmuş (unutmuş) olur. O, tersine bir geçiş aşamasının gayreti içindedir.”Sosyalizm”den kapitalizme geçiş! Bu aşamanın adıysa, “piyasa sosyalizmi” ya da “uygulanabilir sosyalizm”dir. Uygulanamaz olan her şey unutulmalıdır, diye düşünür.

Lenin, kaldığı yerde, Gotha Programının Eleştirisi’ne atıfta bulunur. Orada Marx şöyle söyler:

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (Gotha.., sf.41)

Bu geçiş dönemi, zorunludur; çünkü komünizm kendine özgü temeller üzerinde doğmaz, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlıklarının ürünü olarak, onun bağrından çıkıp gelir.

Henüz üretici güçler, bolluk için yeterince gelişkin değildir. Ve geçiş dönemi, göreli kıtlığın toplumu olur. Bütün unsurları, bütün kalıntıları ve sonuçlarıyla kapitalizmin tam tasfiyesi sağlanmadan, hatta bunun ötesinde, örneğin kol emeği ile kafa emeği arasındaki bütün farklılıkların yok olacağı şekilde işbölümü sona ermeden ve çalışma yaşamsal ihtiyaç ve zevk haline yükselmeden, göreli kıtlığın giderilmesi ve bolluk, dolayısıyla komünizmin üst evresi olanaksızdır. Bunun için emek üretkenliğinin artışı ve üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Baştan kaldırılmış özel mülkiyetin yanında, giderek kalıntı değer yasası da, kendisini var eden kapitalizmin diğer unsur ve kalıntılarıyla birlikte başlıca engel haline gelir ve süreç içinde giderilmesi gerekir. Ama bu koşullarda, göreli kıtlığın kaçınılmazlığı ve ancak yavaş yavaş yok olmaya gideceği anlaşılır bir şeydir. Ve bu koşullarda, henüz bölüşüm, “emeğe göre”dir.

Bütün bu süreç, temel olarak, üç fonksiyonun yerine getirilmesine dayanır. Bunlar, komünizmin üst evresine geçicin dinamikleridir.

1) Kapitalizmin kalıntılarını temizleyerek ilerleyen, emeğin önceden belirlenmiş bir plana göre dağıtıldığı ve üretimin planlı geliştiği komünizmin ekonomik ilerleyişi- sosyalist inşa.

2) Proletarya diktatörlüğü devletinin, kapitalizmin kalıntı ve unsurlarının direnişi ve kapitalist restorasyon tehlikesine karşı ve ekonomik inşanın ilerletilmesi için kullanılması ve devletin sönmeye gitmek üzere güçlendirilmesi.

3) Ortalama insanın yerini, emeğinin ve kendi gelişmesinin efendisi, kolektif emeğin bilincinde, bedensel ve entelektüel olarak gelişme olanağı bulmuş ve teknik ve bilimsel olarak eğitilmiş, yeteneklerine göre çalışan yeni insanın yaratılması.

Bu fonksiyonlarıyla, geçiş süreci, Troçkist şarlatanlığın bütün çarpıtma çabalarına karşın, proletaryanın, sınıf diktatörlüğünün yönetici gücü Marksist-Leninist partisinin yönlendiriciliğiyle ilerleyebilir. Partinin kendisi de, bütün “bürokrasi” çığırtkanlıklarına karşın, yöneten-yönetilen (kol emeği-kafa emeği) farklılığının nesnel koşullarıyla birlikte bütünüyle yok oluşuna bağlı olarak, devletin sönümlendiği süreçte (çığırtkanlar, devleti de parti gibi, henüz koşulları doğmadan ve çok önceden isteğe dayalı olarak “sönümlendirme” anlayışındadır, göreceğiz), sönümlenir.

 

***

Şimdi, artık, kapitalizmden komünizme geçiş döneminin, proletarya diktatörlüğü döneminin politik ekonomisi ve planla sosyalizm ilişkisi üzerinde somut olarak tartışma noktasına gelmiş bulunuyoruz. Önümüzdeki sayıda, başlıca A. Nove ve Troçkistlerle (başlıca, E. Mandel) tartışarak ve sosyalist Sovyetler Birliği’ndeki somut uygulamalarıyla sosyalist ekonomide (komünizmin birinci evresinde) üretimin planlı gelişmesi ve sorunları üzerinde duracağız.

 

Ağustos-Eylül 1995

 

 

DİPNOTLAR

 

(1) Bkz. Devlet ve İhtilal, aktaran Lenin, Bilim ve Sosyalizm Yay. 8. Baskı, Mart 1994, sf. 130

(2) Kautsky, Age, sf. 120

(3) Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, aktaran Lenin, B. Ve Sosyalizm Yay. 1. Baskı, Şub.1969, sf.200

(4) Lange, Sosy. Ekonomi Teorisi, Ataç Kitabevi, 1. Baskı, sf 49(5) Agy. Sf. 73-74

(5) Agy. Sf. 73-74

(6) Agy. Sf. 51

(7) S. Aren, Plan, Piyasa ve Sosyalizm, Alan Yay., 1. baskı, Ocak 1995, sf.7

(8) F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yay. 2. Baskı, Mart 1977, sf. 443-444

(9) S. Aren, Plan, Piyasa ve Sosyalizm, sf.8

(10) S. Aren.Agy, sf. 5-6

(11) Uygulanabilir Bir Sosyalizmin İktisadı, Belge Yay., 1. baskı, Mart 1991, sf.15

(12) S. Aren, Plan, Piyasa ve Sosyalizm, sf. 3

(13) S. Aren Agy. Sf. 8

(14) A. Nove, Uygulanabilir Bir Sosyalizm İktisadı, sf. 9 (15) A. Nove, Agy. Sf. 31

(15) A. Nove, Agy, sf. 31(15) A. Nove, Agy, sf. 31

(16) A. Nove, Agy, sf. 41

(17) S. Oluç, Plan, Piyasa ve Sosyalizm, sf. 22

(18) K. Marx, Kapital, C. 1, Sol Yay., 2. baskı, Mart 1978, sf.55

(19) F. Engels, Agy. Sf. 432

(20) K. Marx, Kapital, C. 3, Sol Yay. 1. Baskı, Ağustos 1978, sf. 920

(21) F. Engels, Age, sf. 43

(22) Kapital C. 3, sf. 918

(23) Anti-Dühring, sf. 433

(24) Marx, Kapital C. 1, sf. 367

(25) Kapital, C. 1, sf. 370(22) Kapital, C. 3, sf. 918(

(26) Anti-Dühring, sf. 438

(27) Age, sf 438, vurgular Engels’in

(28) Anti-Dühring, sf. 439-440 abç

(29) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, sf. 99

(30) Age, sf 441

(31) Uygulanabilir Sosy., sf. 46

(32) Agy, sf. 33

(33) Gotha ve Erfurt Prog. Eleştirisi, sf. 29

(34) Nove, Age, sf. 33

(35) Anti-Dühring, sf. 445

(36) Age, sf.446

(37) SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, Politik Ekonomi Ders Kitabı, İnter Yay. C.2, sf. 45

(38) Agy, sf.51

(39) Anti-Dühring, sf. 447

(40) Age, sf. 55

(41) Age, sf.31

(42) Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay. 8. Baskı, sf. 106

(43) Age, sf. 107-108

(44) Anti-Dühring, sf.44

(45) Devlet ve İhtilal, sf. 94-95

 

Kurulmuş “işçi” ve “sosyalist” adlı partilere rağmen açık parti ihtiyacı

Bu yazı, Evrensel Basım Yayın tarafından Ağustos ayı içinde yayınlanacak olan İŞÇİ KİTLE PARTİSİ ÜZERİNE” adlı kitapçıktan alınmıştır.


Gerçekte “parti” olan ve sendikaları “parti” örgütü (liberal reformist işçi partileri) olarak kullanan sendika bürokrasisi ve fraksiyonlarının “parti” çalışmasını, sınıfın birliği ve parti olarak örgütlenmesinin en temel sorunlarından birisi olmasına karşın, burada ele aldığımız konu nedeniyle bir yana bırakmamız gerekmektedir.

Türkiye’de, “işçi” veya “sosyalist” adıyla kurulmuş birkaç adet partinin var olduğu bir gerçektir. Öte yandan, sözde “yeraltında” ve kendine “parti” diyen kapalı çevreleri saymasak dahi, girişim halinde bulunan daha birkaç “sol” partinin olduğu da bilinen bir olgudur.

“İşçi” ve “sosyalist” adlı bunca partiye ve parti kurma girişimlerine rağmen, açık bir işçi partisi hâlâ bir ihtiyaç mıdır? Buna kuşku yoktur. Öteki nedenler bir yana; baştan beri vurguladığımız gibi, bu parti ve parti girişimlerinin fabrika ve iş yerleriyle; uyanan, mücadele içinde ve örgütlenme halinde olan işçi kitleleriyle bir ilişkileri yoktur. Bugün “parti” ve parti girişimi olarak “çalışma” yapan çevreler gerçekte, fabrikalarda ve işyerlerinde çalışmaya hiçbir ilgi göstermemişlerdir.

Kısaca söylenirse; söz konusu “parti”lerin kurucusu olan “sosyalist” gruplar, sınıfın örgütlenmesine yardım eden ve hareketin ihtiyaçlarına bağlanan değil, kendi gruplarının ihtiyaçlarını gündem yapan bir platform üzerinde olmuşlar; sonuçta da, grup olarak yaşayabilmek için ihtiyaç duydukları “parti”leri kurmak zorunda kalmışlardır.

Ortaya çıkan tablo abartısız olarak şu tablodur: Bir yanda, bürolarını açmış işçi ve emekçilerin gelmesini bekleyen “sosyalist” veya “işçi” adlı partiler; öte yanda, fabrikalarda ve işyerlerinde, saflarına katılan proleter devrimciler ve sendikacılarla birlikte mücadele eden ve bağımsız parti olma ihtiyacını mücadele içinde fark ederek girişime dönüştüren bir işçi ve emekçi kitlesi. Kurulmuş “sol” ve “sosyalist partiler”le ileri işçiler arasındaki “ilişki”nin çizdiği tablo bu tablodur.

Tablo böyle olunca, var olan “işçi”, “sol” ve “sosyalist” adlı partilere rağmen açık bir işçi partisinin, hâlâ bir ihtiyaç olarak kaldığı; hem hareketin talep ettiği görevler, hem de söz konusu “parti”ler nedeniyle, daha da acilleşmiş bir ihtiyaç olarak kendini dayattığı bir gerçektir. Dolayısıyla, açık işçi partisi, bu broşür boyunca vurguladığımız nedenlerle, sınıfın ve hareketinin hâlâ temel ihtiyacı durumundadır.

Güvenle ileri sürebiliriz ki; ihtiyaç ve girişim halinde olan bu parti, sınıfın ana kitlesini kucaklama olanağına sahip bir parti olduğu gibi; demokrasi mücadelesinin sınıf hareketine bağlanması ve gerçek temeline oturmasının biricik güvencesi olarak da doğmaktadır. Sorunun, olanakların devrimci tarzda değerlendirilmesi sorunu olduğu kesindir.

“Sosyalist” gruplar ve açık parti sorununun bir başka yönüne geçerek devam edelim. “Sosyalist” gruplar arasındaki “birlik” sorununu, sosyalizmin temel sorunu olarak gören anlayış, etkisi kırılmış olsa da, sol kamuoyunda uzun yıllar hâkim olan anlayış olmuştur. Öte yandan bu görüşün, bazı aydın çevrelerinde ve şu ya da bu gruba bağlı kimi samimi devrimci üzerinde hâlâ belli bir etkisinin bulunduğu bir gerçektir. “Sosyalist” gruplar arası “birlik”; grupları bir araya getirerek “parti olmak”; grupları bu yolla ortadan kaldırmak olanaklı mıdır? Farklı ve çoğu yönüyle bu broşürün kapsamı dışında kalan bir sorun olmasına karşın, gene de bazı yönleriyle ve elden geldiğince yanıtlamaya çalışalım.

“Sosyalist” gruplar arasındaki “birlik”, sosyalizmin ve sınıfın yaşadığı bunca tecrübeden sonra, ancak tek bir nedenle olanak dâhiline girebilir ve ancak tek bir nedenle devrimci bir anlam kazanabilirdi. Eğer “sosyalist” gruplar, işçi sınıfı içinden çıkan ya da gerçekten sınıfa yönelen ve sınıfla birleşme yeteneği taşıyan gruplar olsalardı; o takdirde, gruplar arası birlik olanak dâhiline girebilirdi; birlik için mücadele etmek özel bir görev haline gelebilirdi. Fakat “sosyalist” grupların, bu nitelikte gruplar olmadıkları son derece açıktır.

Yedi sekiz yıllık “çalışmalarından sonra, söz konusu “sosyalist” grupların, işçi sınıfıyla bir ilişkileri kalmamıştır; kimilerinin bu yönde hiç bir yönelim göstermemeleri bir yana, bizzat kendi “çalışma”ları tarafından sınıfın ve hareketinin dışına düşürülmüş bulunmaktadırlar. Öte yandan, son yedi sekiz yıl, özellikle “sosyalist” ya da “sol” parti girişimindeki grupların, işçi sınıfı ile bağ kurma yönelim ve yeteneklerinin bulunmadığını açıkça kanıtlamıştır, işçi hareketinin geliştiği koşullarda; sosyalist bir grup, bu hareketle bağ kurma girişiminde olmuyor, işçilere yakınlaşma yeteneği göstermiyor ve kenara süpürülüyorsa; yaşadığı parçalanma ve tasfiye durumunun, çizgi ve “çalışma”sının sınıf dışılığı, halka yabancılığı ve yeteneksizliğinden başka bir şeyle açıklanamayacağı yadsınamaz bir gerçekliktir.

Birlik istemek iyi bir niyet ve saygı duyulacak bir istektir. Ne var ki, ne için ve nasıl bir birlik sorunu, son derece hayati bir sorun olduğu gibi; “sosyalist” grupların ideolojik ve sınıfsal karakterlerini ve bulundukları mevziiyi belirleyen şu gerçeklikler de görülmek zorundadır.

* Söz konusu grupların kimileri, kapitalizmde yeni “erdem”ler keşfetmiş; kimileri, emeğin ve sınıfın devrimci rolünün “bittiği”ni ilan etmişlerdir. Başka bazılarının, çizgi “çalışma”larını, sınıfın ve sosyalizmin tarihi ve kazanımlarına açıktan düşmanlık üzerine oturttukları ise, bizzat kendilerinin ilan ettikleri bir gerçekliktir. Gerçek şudur ki; belli başlı sosyalist akımlar arasındaki ayrılıklar, suni ve sekterlikten doğan ayrılıklar değil; farklı sınıflar arasındaki ayrılıklara ve farklı sınıf çıkarlarına denk düşen gerçek ayrılıklardır. “Sosyalist” grupların bazılarının, sınıfın dışında kalmaya mahkûm “blok”lar oluşturmaları olanaklıdır; buna karşılık, sınıfı kucaklamış “ortak” bir sınıf partisi oluşturmaları bütünüyle olanaksızdır.

* Türkiye’deki “sosyalist” gruplar, uluslararası ölçekte’ örgütlenen ve mücadele halinde bulunan “sosyalist” akımların fraksiyonlarıdırlar; çizgilerini bu uluslararası akımları eksen alarak oluşturmuşlardır. Nitekim “birlik çalışması” yapan grupların, ortak bir çizgi ve ortak çalışma olanağı arama güdüsüyle değil; kendilerini, diğerlerine dayatma ve üste çıkma tutumuyla hareket etmelerinin nedenlerinden birisi budur. Bütün grupların birleştiği (olanaksızı “gerçek” sayalım) koşullarda dahi; kurdukları “parti”nin, sınıfın dışında olması ve bir “hiç” olarak kalması bir yana, yeni grupların doğmaları ve “ortadan kalkanlar”ın yerlerini almalarının kaçınılamaz olacağı açıktır.

* Sadece “parti” kurmuş olanlar değil, bütün “sosyalist” gruplar, son yedi sekiz yıl içinde, sınıfın ve halkın ileri güçleri tarafından sınanmışlardır. Bu sınanma, “sosyalist” gruplar açısından iflasla sonuçlanmış; işçi hareketi gelişir ve uyanan ileri işçi ve gençlik kitlesi genişlerken, gruplar güç kaybetmiş, “birlik” yolunda parçalanmışlardır. Denilebilir ki; Türkiye’de, günlük çalışma yürütebilir durumda olan bir grup adeta yoktur; tümü de büro ve dergi çevrelerine dönüşmüş bulunmaktadır. Öte yandan, “sorunları çözme güçlerinin olmadığı”nı bizzat kendileri ilan etmişlerdir; iktidarsızlıklarını kabullenmiş olanların “toplamı”ndan, iktidar sahibi bir partinin çıkmayacağı, sınıflar ve akımlar tarihi, daha da ötesi bizzat bu gruplar arasındaki ilişkiler tarafından defalarca kanıtlanmış bir gerçeklik durumundadır.

“Sosyalist” gruplar ve “sosyalistlerin birliği” sorununa, öncelikle bu gerçekliklerin belirlediği mevziden bakmak gerektiği açıktır. Daha önemli görülmesi gereken şudur ki; eğer sorun, “sosyalist” grupların ihtiyaçlarını karşılamak değil de, işçi sınıfı hareketinin taleplerini ve işçilerin birliğinin ihtiyaçlarını karşılama sorunuysa; son yedi sekiz yıldaki açık mücadelenin, “sosyalist” gruplar ve “gruplar arası birlik” devrine (böyle bir dönemin yaşanıp yaşanmadığı ayrı bir sorun) son verdiğini her yönüyle anlamak gerekmektedir. Sınıfa yardım etmek ve işçilerin birliğine bağlanmak isteyen herkes bunu anlamak zorundadır. Çünkü “sosyalist” grupların ısrarla tutundukları platformu kabullenmek; işçi kitlelerinden ve işçi sınıfı ve halk hareketinden uzak düşmek, emekçiye ve mücadelesine yakınlaşmada yeteneksizleşmek demektir. Kendisini, mevcut “sosyalist” gruplardan ve sınıf dışı platformlarından ayırmayan devrimci bir kişi ya da akımın, sınıfa ve ihtiyaçlarına bağlanma yeteneği göstermesi olanaksız bir şeydir.

Bu tespitlerin, “grup” spekülasyonu ya da ezbere söylenmiş temelsiz sözler olduğu düşünülmemelidir. “Sosyalist” grupların, yedi sekiz yıldan bu yana ki “çalışma”ları ve bugün içine düştükleri durum, çarpıcı bir kanıt oluşturmaktadır. Öte yandan, söz konusu “sosyalist” gruplar, yeni “teori keşifleri” ve samimiyetsiz “birlik” tartışmalarıyla büsbütün koflaşırlarken; proleter sosyalist hareketin, kendisini ve çalışmasını, bu gruplardan ve tasfiyeci platformlarından ayırmasının; bütün dikkat ve enerjisini, pratik hareket ve mücadele eden işçilere yardım üzerinde yoğunlaştırmasının, sınıf içindeki tek sosyalist akım haline gelmesi sonucunu vermesi ise kuşkusuz başka bir kanıt durumundadır.

Olgu ve olayların vurguladığı şudur: İşçiler ve sosyalistlerin birliği ve sınıfın bağımsız devrimci bir parti olarak örgütlenmesi, kendi grup  “ihtiyaçları”  ile büsbütün körleşmiş ve kalplaşmış “sosyalist” grupların “birliği” ve “birlik platformları” ile karşıtlık içindedir. İşçilerin ve sosyalistlerin birliği ve sınıfın politik kitlevi örgütlenmesi, söz konusu “sosyalist” grupların dışında; fabrikalarda, işyerlerinde, kurumlarda ve yerleşim alanlarında oluşmaktadır. Binlerce işçi, emekçi ve genci şimdiden harekete geçirmekle kalmamış; aynı zamanda, parti olma ve parti olarak çalışma yürütmenin olanaklarını yaratmış bir oluşum durumundadır. Doğmakta olan bu oluşumun; sosyalizmin içtenlikli savunucusu her aydın, sendikacı ve devrimci için bir fırsat olduğu ise, kimse tarafından yadsınamaz bir gerçek olarak görülmek zorundadır.

Bu bölümün ilk paragraflarında, kurulmuş ve kurulmakta olan “işçi”, “sosyalist” ye “sol” adlı bunca “parti”ye karşın, açık bir işçi partisinin hâlâ bir ihtiyaç olarak kaldığını ve bu partinin, işçi ve emekçiler arasından doğmakta olduğunu vurgulamıştık. Doğmakta olan bu açık partinin burada vurgulanan özelliklerle kurulmasını ihtiyaç haline getiren nedenlerden birisinin de, söz konusu “parti”ler ve üzerinde bulundukları “mücadele” çizgisinin özellikleri olduğu açık bir şeydir.

Girişim halinde olanları da dâhil söz konusu “parti”ler (sosyalizmi ve tarihsel kazanmalarını inkâr etmeleri, sınıfı sıradanlaştırmaları ve dışında olmaları bir yana); kendilerini “muhalefet” gören, muhalefet “parti”si ilan eden ve nitelikleri ve özellikleri “muhalefet” kalan “parti”lerdir. Kimileri, “sosyalistlerin partisi” olduklarını ileri sürerlerken; ötekileri, “işçi ve sosyalist olmayan sol parti” olarak ortaya çıkmışlardır. Rejimin “sol” kanadının “sol”unu tutmaya ve mevcut “sol”un “sol”daki unsuru olmaya çalışmaları, bu “parti”lerin bir özelliği olmuştur. Başka bir yönden dile getirilirse; söz konusu “sosyalist” ve “sol” partiler, gerçekte bağımsız parti ve örgütler olarak değil; düzen içi yelpazenin “sol” kanadına eklemlenme biçimi olarak ortaya çıkmış kamuoyu çevreleridirler. Bu “parti”lerin, büro “parti”leri olarak kurulmaları ve “büro” çevreleri olarak kalmalarının en önemli nedenlerinden birisinin, iktidar perspektifi ve iktidar mücadelesi yeteneğinden yoksun olmaları olduğu kesindir. Denilebilir ki; İnsan Hakları Derneği bile, bu “sosyalist” ve “sol” partilerden daha iyi bir parti ve daha yetenekli bir örgüttür. Sorumsuz fraksiyon “liderlerinin, “iktidar” hırsıyla tepindikleri birer oyun kulübü olmaları ise, bu “parti”lerin iktidarsızlıklarını vurgulayan ayrı bir özellik durumundadır.

Oysa işçi ve emekçi kitlesinin ihtiyaç duyduğu parti, herhangi bir parti; bir büro partisi veya bir “muhalefet” partisi değildir. İşçi sınıfı iktidar için mücadele eden bir sınıftır; onun ihtiyaç duyduğu parti, kendisini ayrı bir sınıf haline getiren bir iktidar partisi; iktidar mücadelesi yeteneğine sahip bir partidir. Dolayısıyla, kurulmuş ve kurulmakta olan “parti”lere rağmen; devrimci bir parti, işçi sınıfı ve hareketi için hâlâ bir ihtiyaç durumundadır. Çünkü mevcut “parti”ler, sadece sınıftan ve sosyalizmden uzak değil; iktidar perspektif ve yeteneğinden ve iktidar mücadelesi örgütünden azade; bu yeteneği kazanma ve bu örgütü kurma dinamiğinden yoksun “parti”lerdir.

Gerçek şudur ki; son yedi sekiz yıllık dönem, işçi ve emekçi kitlelerin, “sosyalist” gruplardan büsbütün hayal kırıklığına uğradıkları; bu nedenle de, saflarına katılan proleter devrimciler, sosyalist aydınlar ve sendikacılarla birlikte “kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri”ne karar verdikleri bir dönem olmuştur. Doğmakta olan açık partinin, işte bu sürecin bir ürünü ve işçilerin “kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri”nin bir biçiminden başka şey olmadığı anlaşılmak zorundadır.


Ağustos-Eylül 1995

Geleceğe bakmak–2 Ekonomi ve tarih

Geleceğe Bakmak’ın arka kapağında bulunan ve kitabın ilan metni olarak da kullanılan yazı şöyle başlamaktadır: “Eskiden kaba Marksizm’le özdeşleştirilen ‘ekonomi hayatı belirler’ tezini maalesef çok çeşitli toplum kesimleri kabullenir oldu artık. İlişkilerimiz, aşklarımız, bugünümüz, geleceğimiz, kısaca hayatlarımız ekonominin ipoteği altında. Ekonomik gerekliliklerden söz edildi mi akan sular duruyor. Hayal gücünden yoksun politikacılar, ekonomi uzmanları ve gazeteciler ‘özelleştirme’, ‘piyasa’ gibi zorunluluklar karşısında esas duruşa geçip insanca yaşamaktan, özgürlükten dem vuranları ‘alternatifin ne kardeşim, bak komünizm de çöktü işte’ diye paylıyorlar. Onların gözünde ekonomi kontrol ederek insani amaçlarla yönlendirebileceğimiz bir toplumsal faaliyet alanı değil, hayatımızı ona göre tanzim etmemiz gereken bir zorunluluk alanı.”

Burjuva düşüncesinin Marksizm’e karşı geliştirdiği başlıca tezlerden birisi de, onun “ekonomi hayatı belirler” şeklindeki teziyle tek yanlılığa düştüğü idi. Görülmektedir ki, katılımcı iktisatçılar da, burjuvazinin Marksizm’e karşı geliştirdiği ve on yıllardır çeşitli biçimlerde tekrarlayıp durduğu eskimiş bir teze, farklı bir içerik kazandırarak sahip çıkıyorlar. Bu tez, Marksizm’in kendisine ve gerçek içeriğine değil, ama onun gerçek içeriğinden kopartılmış burjuva bir yorumuna aittir. Aslında yukarıda aktardığımız sözlerde, bunun bir türlü kanıtının ipuçlarına da rastlamaktayız. Fakat Albert ve Hahnel, burjuvazinin eskiden Marksizm’e yönelttiği sözde eleştirileri, şimdi aynı zamanda burjuvaziye de yöneltmiş görünüyorlar. Bununla birlikte, katılımcı bir ekonominin aşağı yukarı bütün ayrıntılarıyla tarif edildiği bu kitapta; ekonominin, tarih ve toplam toplumsal ilişkiler bakımından taşıdığı anlamın burjuva idealist bir içeriği ve yorumuna rastlamaktayız. Kuşkusuz ekonomiyi bu tarzda kavrayanlar da, önce bilimsel sosyalizmin ekonomi politik teorisine bilim dışı bir saldırıyla işe başlamaktadır. Bu bakımdan, onların geliştirdiği sistemin çeşitli açılardan eleştirisine buradan başlamak yararlı olacaktır.

a) MARKSİZM AÇISINDAN EKONOMİNİN TARİHTEKİ YERİ

Marksizm’in, “tarihteki her şeyi ekonomiyle açıklamaya çalıştığı ve bunda başarılı olamadığı” yolundaki eleştiriler yeni değildir. Bu yollu sözde eleştiriler, Marx ve Engels’in sağlığında da defalarca gündeme getirilmişti. Kuşkusuz burada, burjuvazinin Marksizm’in geçersizliğini sözde kanıtlamak üzere geliştirdiği sistemli saldırıların bir parçası görülmektedir ve Marksizm’e saldırının bu yönü, özü genel olarak aynı kalmakla birlikte, çeşitli dönemlerde değişik biçimler kazanmıştır. Örneğin bilimsel sosyalizmin özellikle Avrupa işçi hareketiyle sağlam bağlar kurmaya başladığı andan itibaren; burjuva ve sözde sosyalist bilim adamları, burjuvazinin güncel ihtiyaçlarına denk düşen benzer tezler ileri sürmüşlerdi. Aynı biçimde, Marksizm’in Rusya toprağında işçi ve halk hareketleriyle devrimci bir tarzda birleşme koşullarının ortaya çıkmasıyla birlikte Mihaylovski gibi Narodnik teorisyenler de aynı paslı eleştiriye sahip çıkmışlardı.

Bu tür eleştirilere karşı Marksizm asla kayıtsız kalamaz, kendi yaklaşımlarının burjuvazi tarafından çarpıtılmasına ve devrimci militanlar tarafından eksik algılanmasına izin veremezdi. Bu yüzdendir ki, Marx’ın ölümünden sonra Engels özellikle çeşitli ülkelerin sosyalistlerine yazdığı mektuplarda ve daha sonra Lenin özellikle “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?” adlı eserinde konuya gerekli açıklığı kazandırmıştır.

Marx, daha Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da ekonomi politikle ilgili çalışmalarına başladıktan sonra temel bir sonuca ulaştığını ve sonuca ulaştıktan sonra, onun, bütün çalışmalarına kılavuzluk ettiğini söylüyordu. Bu sonuç kendisinin kısa ama oldukça yoğun şu sözlerinde açıklanıyordu: “Varlıkların toplumsal üretiminde, insanlar aralarında, sorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar… Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur… “

Marx’ın burada vurguladığı temel nokta, insanların, belirli bir üretim sistemi içinde aralarında kurdukları ilişkilerin, kendi iradeleri tarafından değil, ekonominin gelişme yasaları tarafından belirlenen zorunlu ilişkiler olduğudur. Çünkü bütün bilimler gibi, ekonomi biliminin yasaları da insanlar tarafından belirlenemez. Bilim, bu yasaları keşfedip açıklayabilir; ama onları yok edemez. Dolayısıyla bilimsel sosyalizmin, ekonomi bilimini ele alırken kullandığı yöntem ve amaçladığı şey, belirli bir sisteme ait gelişme yasalarını açıklamak, onun temel çelişkilerinin nerede yattığını göstermek ve aynı zamanda bu temel çelişkilerin çözüm olanaklarının nasıl yine verili sistemin içinde bulunduğunu kanıtlamak olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, sosyalist öğretinin yaptığı şeyin, kapitalist üretim koşullarının bilimsel bir tahliliyle, bu üretim koşullarında sömürünün zorunlu olduğunu aydınlatmak olduğu söylenebilir. Fakat Marksizm, sadece kapitalist üretim koşullarında sömürünün zorunluluğunu göstermekle kalmamıştır. Burada kalmak, insanları, kapitalizme körü körüne boyun eğmeye çağırmak olurdu.

Buna rağmen Marx’ın geliştirdiği bu temel yaklaşım, bu tezlerin öne sürüldüğü koşullarda, hem burjuvazi tarafından çarpıtıldı hem de kimi genç Marksistler tarafından eksik ve yanlış algılandı. (Bunun nesnel nedenleri, Marx’ın temel tezlerini geliştirdiği dönemde yaygın olan başlıca anlayışın felsefi idealizm oluşu ve kapitalizmin yasalarının doğal ve değiştirilmez yasalar olarak algılanışıydı. Bu koşullarda Marx ve Engels vurguyu bu yöne yapmak zorundaydılar.) Burjuvazi, Marksizm’in bu tezini Albert ve Hahnel’in belirttiği tarzda çarpıtma yolunu seçerken, Engels’in ifadesiyle kimi “yeni yetme Marksistler” de “ekonomi hayatı belirler” tezini bir kez ezberlendikten sonra her şeyi değiştirebileceklerini sandılar. Bu yüzdendir ki Engels, hem bu burjuva eleştirilere yanıt vermek hem de genç sosyalistleri uyarmak amacıyla meseleyi enine boyuna ele aldı.

Joseph Bloch’a yazdığı 21 Eylül 1890 tarihli mektupta şunları söylüyordu Engels: materyalist tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, son aşamada, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben hiçbir zaman daha fazlasını iddia etmedik…” (Marx-Engels, Felsefe İncelemeleri, s.184-185. Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ekim 1979, 3. Baskı, Ankara)

Engels, yine aynı mektubunda materyalist tarih anlayışının bu temel görüşünün, “tek belirleyici etken ekonomidir” yahut da “hayatı belirleyen tek şey ekonomidir” şeklinde yorumlanmasının sadece bilim dışı olmakla kalmadığını, “boş, soyut ve anlamsız” bir yorum olduğunu da belirtmektedir. Engels’in bunların ardından yaptığı açıklama ise, Marksizm’in tarih, toplum ve ekonomi ilişkisinin çok yönlü ve karmaşık ilişki ve süreçlerinin sade bir ele almış tarzını yansıtmaktadır:

“Toplum tarihinin belirleyici temeli olarak baktığımız iktisadi ilişkiler adı altında, belirli bir toplumun insanlarının kendi geçim araçlarını üretiş ve kendi aralarında ürünleri (işbölümünün var olması ölçüsünde) değiş-tokuş ediş tarzlarını anlıyoruz…

a) Siyasete, hukuka, felsefeye, dine, edebiyata, sanata değgin gelişme vb. iktisadi gelişmeye dayanır. Ama bunların hepsi de birbirleri üzerinde ve iktisadi temel üzerinde etki yaparlar. Böyle oluşu, iktisadi durumun tek etkin neden, bütün geri kalanların ise ancak edilgin bir etken olmasından dolayı değildir. Tersine, son tahlilde her zaman, üstün gelen iktisadi zorunluluk temeli üzerinde karşılıklı etki vardır… Demek ki, salt kolay geldiği için şurada burada inanılmak istendiği gibi, iktisadi durumun otomatik bir etkisi yoktur, tersine, kendi tarihlerini yapanlar insanlardır, ama bunu, tarihi koşullandıran belirli bir ortam içinde, daha önceki asıl gerçek koşulların temalı üzerinde yaparlar, bu koşullar arasında, iktisadi koşullar, öteki siyasal ve ideolojik koşullardan ne kadar etkilenebilirse etkilensinler, sonu sonuna, belirleyici koşullardır…”

Dolayısıyla “ekonomi hayatı belirler” türünden “boş, soyut ve anlamsız” bir görüş Marksizm’e ait bir görüş değildir, Ama Marksizm’in çarpıtılmış bir yorumu olarak ortaya sürülen ve Marksizm eleştirilerinde kullanılan bu tür bir görüşün burjuvaziye ait olduğu doğrudur. Burada iki tür doğruluktan söz edilebilir; Bunlardan birincisi, bu görüşün geçmişte (ve bugün) burjuvazinin Marksizm’e yöneltmiş olduğu paslı bir eleştiri olmasıdır. İkincisi ve daha önemlisi ise Albert ve Hahnel’in belirttiği gibi “ekonomi hayatı belirler” tezinin, bugün burjuvazi tarafından, kapitalist sistemin emekçilere dayatılması anlamında kullanılmasıdır. Örneğin Türkiye’deki özelleştirme tartışmaları düşünüldüğünde, burjuvazinin işçilere, “krizi atlatabilmenin başka bir yolu yok ve bunu yapmaktan başka bir şansa sahip değiliz” demesi ve her ağzını açtığında işe “komünizmin ölüm ilanıyla” başlaması boşuna değildir.

b) KATILIMCI İKTİSAT AÇISINDAN EKONOMİNİN TARİHTEKİ YERİ

Albert ve Hannel, “ekonomi, kontrol ederek insani amaçlarla yönlendirebileceğimiz bir toplumsal faaliyet alanıdır.” diyorlardı. Bu tezlerini, kitabın bir başka yerinde, daha çok bir temenni olarak şöyle dile getiriyorlar: “Biz, insanı değerleri somutlaştıran ve etkili biçimde işleyen yeni bir ekonominin kurulabileceğine inanıyoruz”. Dolayısıyla, katılımcı iktisat, her şeyden önce, örneğin kapitalizmin ve kendi deyimleriyle koordinatörizmin yarattığı bütün kötü ve olumsuz sonuçların giderilebilmesinin ve bunun yerine gerçekten adil, gerçekten demokratik ve gerçekten insani değerlerin getirilebilmesinin başlıca yolunun, alternatif bir ekonomik sistemin, yani katılımcı ekonominin uygulanabilir hale gelmesinden geçtiğini iddia etmekte ve aşağı yukarı bütün teorisini bunun üzerine kurmaktadır. Dolayısıyla, onlar, modern ekonomik kurumlara yönelik tercihlerin başlıca olarak üç şıklı olduğunu söylerken, üçüncü şık olan katılımcı ekonominin neden ve nasıl bir alternatif oluşturacağını ya da oluşturması gerektiğini ortaya koyarken, diğer iki şıkkı oluşturan kapitalizm ve koordinatörizmin, insani açıdan kötü sonuçlara yol açtığını teşhir etmeyi başlıca görevleri olarak görmektedirler. Öyleyse, ilk önce, hem kapitalizmin bütün sömürü ve sefaletinin sonuçlarını üstlenen emekçilere, hem de kapitalizm ve koordinatörizm üzerine yürütülecek tartışmanın başlıca muhatapları olan aydınlar ve bilim adamlarına, yaşanan ve uygulanan sistemlerin ne gibi sonuçlara yol açtığı anlatılacaktır. Daha sonra, insanlığın sadece bu iki sisteme mahkûm kalmaması gerektiği açıklanacaktır. Öyle ya, insanlığın bütün umut ve hayallerini esir alanlar, kapitalizm kötüdür diyenlere hep aynı fırçayı basmaktadırlar: “İyi de alternatifin ne kardeşim. Anla artık komünizm de çöktü. Deniz buraya kadar.”

Ama kapitalizmin en gelişmiş biçiminin yaşandığı ABD’de bile, kötü ve yetersiz beslenmeden dolayı her hafta 211 çocuk ölüyorsa; 3 milyon tane insan akşam yemeklerini çöp kutularından topluyorsa; ABD nüfusunun % 1’lik bir toplamını oluşturan mutlu azınlık bütün zenginliğin üçte birine sahip olabiliyorsa; şiddet olayları günden güne artıyor ve hırsızlık ve ırza geçme gibi olaylar gündelik yaşamın sıradan parçaları haline geliyorsa; her yirmi dakikada bir insan hayatına kendi elleriyle son veriyorsa; kimileri villalarda yaşarken kimileri sokaklarda yatıp kalkmaya zorlanıyorsa eğer; neden bu sisteme ya da daha doğru bir ifadeyle bu sistemlere mahkûm olsun insanlık? Katılımcı iktisadın teorisyenleri, her anı bu temel olgularla örülen kapitalist ve koordinatör hayatların bu sonuçlarını sıraladıktan sonra, bütün bunların yaşanıp yaşanmayacağının veya hangi düzeylerde yaşanacağının belirleyici etkeninin toplumda hangi ekonominin var olduğuna bağlı olduğunu söylüyorlar. Yani; toplumda kapitalist bir ekonomi hüküm sürüyorsa, şu yukarıda sıralanan sonuçlar yaşanacaktır. Yok, eğer, koordinatör bir ekonomiyse söz konusu olan, yaşanacak sonuçlar hiç de bundan farklı olmayacaktır. Öyleyse; açlığın, sefaletin, eşitsizliğin, diktatörlüğün bütün biçimlerinin, yabancılaşmanın ve katılımın önüne set çeken her türden engelin ortadan kaldırılmasının başlıca yolu, topluma bu iki tip ekonominin yerine bir başkasını hakim kılmaktan geçmektedir. Katılımcı iktisatçıların bütün temel tezlerine kaynaklık eden bu yaklaşımda dikkat çekici bir nokta bulunmaktadır: Çalışmamızın bu bölümünün girişinde, onların, toplam toplumsal ilişkiler sistemiyle ekonomi arasındaki ilişkiyi nasıl ele aldıklarını açıklamaya çalışmıştık. Buna göre, ekonomi bir kez kontrol altına alındıktan sonra bütün toplum katılımcı ve eşitlikçi temellerde yönlendirilebilecekti. Nasıl ki eşitsizliklerin önündeki başlıca engel kötü ekonomik tercihlerse ve nasıl ki bütün toplumsal kötülüklerin kaynağında kapitalist ve koordinatör ekonomiler bulunuyorsa, bütün bunlardan kurtulmanın başlıca yolu da ekonominin kontrol altına alınması ve ona katılımcı ve eşitlikçi bir içerik kazandırılmasıdır. “Bu kitapta yeni bir ekonomiyi tarif ediyoruz” diyor Albert ve Hahnel. Oysa şimdiye kadar hiç kimse yeni bir ekonomiyi tarif etmemiş, böylesi bir yönelişe girmemişti. Kimileri egemen olan ekonomik sistemin insan doğasına ve aklına en uygun sistem olduğunu tanıtlama yarışına girmiş, kimileri ise kapitalizmi eleştirmekle birlikte onun yerine konulacak sistemi ayrıntılarıyla açıklamaktan daima geri durmuşlardı. Dolayısıyla birinci türden yaklaşımlar sistemin korunmasına ve kutsanmasına hizmet ederken, ikinci türden yaklaşımlar ise özellikle gelecek toplumu ayrıntılarıyla açıklamaktan kaçındığı için tepedekilerin kendi çıkarlarına göre düzenleyebildikleri ve yıkılana benzer bir sistemin oluşumuna yarıyordu. Albert ve Hahnel’in yeni ekonomik sistemlerini olabilecek bütün ayrıntılarıyla tarif etme çabası bundandır. Yeni bir ekonominin tarif edildiği bu kitapta, çalışmanın nasıl düzenleneceğinden karar süreçlerinin nasıl belirleneceğine, üretimin hangi esaslara göre yapılacağından paylaşımın hangi ilkelere göre gerçekleşeceğine kadar bütün her şey, baştan sona kadar olabilecek en ayrıntılı biçimde, tarif edilmiştir. Bu ayrıntılı tarif sırasında, kimi zaman kapitalist, koordinatör ve katılımcı taraflara hoşsohbet ortamlar yaratılmış, kimi zaman da geliştirilen teoriler örneğin hayali bir yayınevinde karşılaştırmalı olarak sınanmıştır. (Kitabın giriş bölümünde katılımcı iktisadın ilk temel tezleri açıklandıktan sonra, hem düşmanları mat etmek hem de kuşkucuları ikna etmek için hayli ilginç bir yol seçilmiştir. Ukala bir kapitalist, kibirli bir “sosyalist” ve insani ve ağırbaşlı bir katılımcı ekonomi yandaşı arasında, öne sürülen tezler üzerine hayali bir tartışma ortamı yaratılmıştır. Bu, yazarların geliştirdikleri ilginç anlatım yöntemlerinden birisidir. Öyle ya, yeni teoriler ve yeni yaklaşımlar yeni anlatım biçimleriyle ifade edilmelidir.) Ve oldukça popüler sayılabilecek bu tarifin ardından, geleceğe dair umudunu yitirmiş aydınlara ve yaşanılan sistemlerden olumsuz yönde etkilenen bütün herkese şu soru sorulmaktadır: “böylesi bir alternatif geliştirmek kayda değer bir uğraş değil midir?” Sanki tartışılan şey, hayatın bütün alanlarında olanca gücü ve olanaklarıyla egemen olan bir sistemin ve bir sınıfın yıkılması değil de, örneğin birkaç on kişinin çalıştığı ortalama bir işyerinin çalışma hayatının düzenlenmesi isteği; ya da küçük bir kasabanın belediyecilik anlayışının yeni bir programla ortaya konulmasıdır. Ama katılımcı teorisyenlerin de hâlâ tanıklık ettikleri sınıf mücadelesi bu kadar eğlenceli olmuyor. Sözde yeni adına söylenerek burjuva bilim adamları ve aydınlar arasında yaratılan tartışmanın sesi, ezilen sınıflara hiç mi hiç ulaşamıyor. Öyleyse toplumsal değişime, devrimlere ve tarihe bu türden yaklaşımlar ne anlama gelmektedir?

“ÖRNEK ALINACAK DENEYLER”

“Toplumda yanılgılardan başka bir şey yoktu; bunları gidermek sağduyunun göreviydi. Öyleyse, yeni ve daha yetkin bir toplumsal düzen sistemi bulmak ve onu topluma dışardan propagandayla ve olabildiği her yerde, örnek alınacak deneylerle kabul ettirmek gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler, ütopik olmaya önceden mahkum edilmişti; bunlar ayrıntıları bakımından ne kadar tam işledilerse, olmayacak hayallere kapılmaktan o ölçüde kurtulamadılar.” (F. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm. Sf. 61-62, 7.baskı, Eylül 1993, Sol Yay. Çev: Öner Ünalan.) diyordu Engels, ütopik sosyalistlerin iyi niyetli çabaları için. Bu iyi niyetli arayışların gerçekleştiği dönem, kapitalizmin “eksik üretim koşullarıydı. Ve bu koşullarda ütopik sosyalistler, ezilenlerin çektiklerine bir çare olur umuduyla belki de nesnel açıdan bakıldığında kapitalizm içinde sosyalize edilmiş alanlar açmak amacıyla birtakım yönelişlere girmişlerdi. Gerçekten de aşağı yukarı bütün çabaları kendi kurdukları örnek sistemleri deneyler yoluyla somutlaştırmak ve bunu topluma propaganda yoluyla yayarak genelleşmesini sağlamaktı. Katılımcı iktisatçılar da benzer bir yola başvurmaktadırlar. Ama hemen söylemeliyiz ki bu benzerlik sadece görünüşte bir benzerliktir. Şöyle ki; artık kapitalizm eksik üretim koşullarını yaşamıyor. Tersine, alabildiğince gelişmiş bir dönemini yaşıyor ve bu gelişmişlik onun iç çelişkilerini daha da şiddetlendiriyor. “Yeni dünya düzeni”nin başlıca tezlerinin piyasaya sürülebildiği koşullar da ortadan kalkıyor. Ortaya çıkan yeni koşullarda (ki Özgürlük Dünyası bu koşulları emperyalist krizin yeni bir aşamasının başlangıcı olarak değerlendirmişti), rasgele söylenmiş bayağı laflar, bilimsel tez diye yutturulmaya çalışılan gerici gürültüler para etmiyor. Başta gelişmiş kapitalist ülkelerin işçileri olmak üzere Asya’nın, Latin Amerika’nın ve Avrupa’nın ezilen halkları ve işçileri, üzerlerindeki ölü toprağını atmaya başladılar. Artık ezilenlerin öne sürdüğü talepler ve bu talepler uğruna giriştiği mücadeleler görmezden gelinemiyor. Uluslararası burjuvazi bütün bu emekçi hareketlerinin bir şekilde sosyalizme yönelmekte olduğunu ya da önünde sonunda yöneleceğini biliyor, işte kapitalizmin yeni özürleyicilerinin ve geliştirdikleri temel tezlerin piyasaya sürülmesinin zemini budur. Artık burjuvazi açısından kapitalizmi alçakça mazur gösteren tezlerin, bir şekilde işçilerin umutlarına ve taleplerine bulaşıyor oluşu, bir biçimde işçi dalkavukluğuna dayanıyor oluşu önem kazanmıştır. Bu yüzdendir ki iğrenç bir işçi ve komünizm düşmanlığı temelinde geliştirilen tezlerin piyasası siftah bile yapamaz hale gelmiştir. Bundan böyle eğer işçi düşmanlığı yapılacaksa birazcık işçiden yana görünerek, komünizm düşmanlığı yapılacaksa eğer birazcık komünist bir söylem kullanılarak yapılacaktır. Katılımcı iktisatçılar, işlerini iyi yapıyorlar doğrusu. Geleceğe Bakmak’ta işçi dalkavukluğu, birtakım komünist söylemler, umuda dair söylenmiş güzel sözler, işçi talepleriyle kapitalizmi uzlaştırma çabası ve yönelişinin arasına ustaca yediriliyor. Artık bunları somut olarak görme zamanı gelmiş bulunuyor.

KATILIMCI İKTİSADIN TEMELLERİ

“Çalışmanın güven mi aşıladığı yoksa güveni yok mu ettiği, tüketimin ihtiyaçları mı karşıladığı yoksa yabancılaşmış alışkanlıkları mı beslediği, ekonomik kararların katılımı mı pekiştirdiği yoksa katılımın önüne set mi çektiği, malların dağılım biçiminin bir sürü insanı yoksullaştırarak bir avuç insanı mı zenginleştirdiği yoksa eşitliği herkese mi paylaştırdığı, bir toplumda hangi ekonominin var olduğuna bağlı olarak değişiklik gösterir.”    diyor katılımcı iktisatçılar. Dolayısıyla burada, çözülmesi gereken başlıca temel problemler şöyle sıralanmaktadır: a) çalışma ortamının çalışanlar üzerinde yarattığı güvensizlik yok edilmelidir; b) yine çalışma ortamının yarattığı yabancılaşmaya son verilmelidir; c) karar süreçlerine katilimin önü açılmalıdır; d) üretilen mallar adilce paylaşılmalıdır. Aslında kapitalistler de kendi sistemlerinde bütün bunların zaten var olduğunu iddia etmiyorlar mı? Örneğin bugünkü üretim biçimi esasına göre gerçekleşen paylaşma biricik adil paylaşım biçimi değil midir? O çok klasikleşmiş ifade biçimiyle, kapitalizmde, burjuvalar sermayelerinin, işçiler emeklerinin karşılıklarını almaktadırlar. Üretim unsurlarının bu dağıtım biçiminde bundan daha adil bir paylaşım biçiminden de söz edilemez. Katılım için de aynı şey geçerlidir: Kapitalist üretim tarzı işçilere üretimin kişisel koşullarına sahip olma imkânı vermiştir, burjuvalara ise üretim araçlarının mülkiyetini. Öyleyse işin karar süreçlerinde de herkes kendi katılım biçimine göre yer almaktadır; işçiler kendilerine verilen işleri yapmakta, sermayenin neye yatırılacağına, nasıl yatırılacağına, onun akıbeti açısından ne gibi gerekli düzenlemeler yapılacağına da doğal olarak üretim araçlarının sahipleri karar vermektedir. Yine güven olgusu da bu temeller üzerinde şekillenmekte, işçilerin temel güvencesi emekleriyken kapitalistlerinki sermayeleri olmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle, işçilerin emek-güçlerini istedikleri kapitaliste satma özgürlüğü varken temel güvenceleri emekleri olmakta ve kapitalistler açısından da, aynı şey sermaye bakımından geçerli durumda bulunmaktadır. O halde, güven denilen şey de, katılım denilen şey de, adil paylaşma denilen şey de kapitalist üretim tarzında zaten bulunmaktadır ve kapitalistler de bunların daha da gelişmesi için ellerinden ne geliyorsa onu yaptıklarını iddia etmektedirler. Ama çalışmamızın başından beri vurguladığımız gibi Albert ve Hahnel, kapitalistlerin kendi sistemlerini bu biçimde mazur göstermesini asla içine sindirememekte ve kendilerine bunlar söylendiğinde, derhal şu bildik kötü sonuçları sıralamaya başlamaktadırlar: Açlık, sefalet, yabancılaşma, güvensizlik, vs, vs… Ve doğal olarak o çok kıymetli alternatif arayışlarından ulaştıkları sonuçları açıklamaya başlamaktadırlar:

“Ekonomimizde, her yurttaşın yeteneklerini dilediği gibi kullanarak ve toplumun sunduklarından aynı derecede yararlanarak onurlu, tatmin edici bir yaşam sürebileceği şekilde yapısal bir değişiklik gerçekleştirmenin istenilir bir şey olacağında anlaşamaz mıyız!’ Ekonomimizde, biz başkalarına saygı gösterirken başkalarından da saygı göreceğimiz, karar süreçlerinde herkesin ortaklaşa yer alacağı şekilde yapısal bir değişiklik gerçekleştirmenin istenilir bir şey olacağında anlaşamaz mıyız? Ekonomimizde, yabancılaşmaya, eşitsizliğe ve herkesin herkesle savaşına son verecek, gençlerin geleceğe boynu bükük değil hevesle bakacakları, gezegenimizi mahvetmeyeceğimiz ve hiyerarşik yapıların ‘mümkünse hiç kalmayana’ kadar ortadan kaldırılacağı şekilde bir yapısal değişiklik gerçekleştirmenin, istenilir bir şey olacağında anlaşamaz mıyız?” (vurgular bizim-ÖD) Yani gerçekleştirilecek yapısal değişimler aşağı yukarı bütün temel meseleleri çözmek açısından yeterli olacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, örnek alınacak hayali deneylerle bu yapısal değişiklikler gerçekleştiğinde temel insani değerleri nasıl yeniden yarattığı açıklanmaktadır. Katılımcı iktisatçıların tezlerini sınadıkları ilk hayali örnek, bir yayınevi üzerinden verilmektedir. Şimdi, katılımcı ekonomiyi daha yakından tanımak üzere Albert ve Hahnel’in hayalinde yarattıkları katılımcı yayınevinin kapısından içeri giriyoruz. Kapıdan girmeden önce, seçilen hayali örneğin neden bir fabrika ya da atölye olmadığını düşünebiliriz; ama girdiğimiz kapıdan çıkarken bu sorumuz zaten yanıtlanmış olacak.

Önce, örneğin Türkiye’deki yayınevlerine göre birazcık daha modern bir kapitalist yayınevinin aşağı yukarı bilinen sistemi anlatılıyor, katılımcı yayınevinin temel özelliklerine geçilmeden önce. Bildik ücret geciktirme numaraları, çocuk ve kadın işçileri çalıştırma tercihleri, kafa ve kol emeklerinin en katı biçimde birbirinden ayrılmaları, olabilecek en kısa yoldan vurgun yapma planları ve bütün her şeyin patronun kârına bağlanması vs. vs. “Sonuçta, insani kaynakların muazzam bir savurganlıkla tüketildiği, çoğu işçinin yeteneklerinin utanmazca yok sayıldığı bir durumla karşılaşılmadı…

Kapitalizmin yeni özürleyicilerinin eskilerinden farkları esas olarak yok gibidir. Onlar da sadece kapitalizmin görünüş biçimleriyle uğraşmakta ve kapitalist üretim tarzının iç bağıntılarını ve bu bağıntıların götürdüğü zorunlu sonuçları ellerinden geldiği kadar gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu bakımdan katılımcı iktisatla ilkel ekonomi politik arasında hemen hemen hiçbir fark yoktur. Çünkü çalışmamızın başından beri belirttiğimiz gibi Albert ve Hahnel’in kapitalizm (ve aynı zamanda koordinatörizm) eleştirileri sıradan bir insanın  dahi  rahatlıkla  görebileceği  sonuçlara yöneliktir. Ve ikinci olarak ilginç ve ayrıntılı anlatım biçimlerinin eninde sonunda gelip dayandığı yer kapitalizmin iç bağıntılarının gizlenmesidir.

Onların hayali ve katılımcı yayınevlerinin başlıca özellikleri şunlardır örneğin: Bu yayınevinde çalışanları mutlu eden kimi şeyler vardır; örneğin, okurlara hoş vakit geçirtecek kitapların hazırlanması gibi.   Oysa kapitalist yayınevinde, okurların ihtiyaçları ve hoş vakit geçirme istekleri değil, kâr getirecek yayınlar hazırlanıyordu. İşçiler kimi angarya işlerden kurtulmuşlardır; çünkü tashih gibi işler otomatik formatlı bilgisayarlara bırakılmıştır. Teknolojik gelişmeler sayesinde kitaplar, bilgisayar disketlerine yüklenmekte, böylece ağaçlardan tasarruf yapılmakta ve çalışanlar çevreye zarar vermemenin mutluluğunu duymaktadırlar. Yayın programı işyeri konseyinin aldığı karara göre düzenlenmekte ve burada herkes eşit söz ve oy hakkına sahip olmaktadır; böylece şu yüce demokrasinin nimetlerinden bütün çalışanlar yararlanma imkânına sahip olmaktadırlar. Bu hayali yayınevinde, erkekler, kadınlar, homoseksüeller,  heteroseksüeller,  çeşitli dinlere, mezheplere, renklere ve uluslara mensup insanlar, bu çalışma ortamının getirdiği renklilik, uyumluluk ve yetkinleşme sayesinde kendilerini rahatça ifade etme imkânına da sahip olacaklardır. Çünkü işyerinin sorunlarıyla ilgili olarak düzenlenen aylık toplantılarda dertlerini anlatma olanağına sahiptirler. Ama bütün bunlara rağmen kimi katı kurallar katılımcı biçimiyle burada da uygulanacak, disiplinin, denetlemenin ve değerlendirmenin dışına çıkanlar işten çıkarılabilecektir örneğin. Ve sonuç olarak,  “katılımcı bir ekonomide:

1) Hiyerarşilerin yol açacağı sıkıntılar ortadan kalkar.

2) Kapitalist kâr yerine insanın refahı gözetildiğinden yayıncılık yapmanın hazzı tartışılmaz boyutlardadır.

3) Kişisel gelişme ve işçi arkadaşlarla dostluk geliştirme olanakları çok fazladır.

4) Hiç kimse tek başına insanın gücünü tüketici, kötü iş yapmaz.”

Katılımcılar, hayallerindeki bu örneği anlatırken bir yandan da katılımcı ekonominin temel yapısını ve organlarını vermektedirler. Bunlar özet olarak şöyledir:

“Çalışma, herkese bir oy hakkının tanındığı, sorumlulukların duyarlılıkla dağıtıldığı demokratik işyeri konseylerinin himayesinde yürütülmektedir.”

“Sabit bir işyeri hiyerarşisi yoktur. Her işçinin -bazısı zihin, bazısı kol emeği gerektiren; bazısı yetkinleştirici, bazısı rutin olan- çok yönlü sorumlulukları vardır, öyle ki her işçinin çeşitli görevleri ‘ya da iş bileşimi’ diğer işçilerinkiyle adil biçimde dengelenmektedir. Her işçi gerek istenilen gerek istenilmeyen işleri adil biçimde paylaşır, gerekli sorumlulukları üstlenip fırsatlardan yararlanır ve karar süreçlerine katılmaya aynı derecede hazır olur.”

“Tüketiciler toplumsal üründen kabaca eşit pay alırlar… Kolektif mallar, herkesin tek oy hakkına sahip olduğu tüketim konseylerince seçilir. Adalet ve özyönetim egemendir, ama özel hayata saygı ile çeşitliliğe ve deneyler yapmaya karşı olumlu bir tutum da yaygındır.” (vurgular bizim -ÖD)

“Yeni ekonomide katılımcı planlama, işçi ve tüketici konseylerinin ne üretip tüketecekleri konusundaki önerileri gözden geçirmelerinin bir aracıdır. Bütün taraflar önerilerini ‘danışma kurulları’ aracılığıyla birbirlerine aktarırlar.”

Zeki, insani özellikleri az çok gelişmiş olan, çalışma yaşamında birazcık deneyimli bir kişiye “şu işyerini patron bir süreliğine sana verse nasıl düzenlerdin” diye sorsanız, o da size çalışanların hepsini asgari olarak mutlu edecek kadar pembe bir tablo çizebilir. Türkiye’de her 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda devletin en yetkili makamına çıkarılan birkaç çocuktan birisi makam koltuğuna oturtulur ve o makamın sahibi çocuğa sorar: “Şu anda benim yerimde olsan ne yapardın?” Çocuklar da genellikle aynı yanıtları verirler: “Savaşların olmamasını, kimsenin ezilmemesini, itilip kakılmamasını, çevrenin korunmasını, her şeyin demokratik bir şekilde yaşanmasını isterdim.” Kuşkusuz ki Albert ve Hahnel, makam koltuğuna oturtulan çocuk değildir ve hiçbir kapitalist onlara “benim yerimde olsan bu yayınevini nasıl düzenlerdin” diye sormamaktadır. Onlar, her şeyden önce bilim adamıdırlar ve bütün amaçları temel insani değerlerin yerleşmesiyle ilgilidir. Ama o makam koltuğundaki tertemiz çocukla benzer bir yanları vardır. Her ikisi de bütün yanlarıyla birbirine bağlanmış, bütün egemenlik araçlarını elinde bulunduran sermayenin kopmaz ve bütünsel dünyasından uzak olarak, onu yok sayarak düşünmektedir. Çok temel bir de fark vardır ki, o da, çocuğun hiç duymadığı kapitalizmi ve sosyalizmi, hiç işitmediği uluslararası burjuvazi ve uluslararası proletarya sınıflarını, Albert ve Hahnel’in çok iyi tanıyor oluşlarıdır. Birisi gerçek anlamda çocukça bir düştür, diğeri uluslararası bir sınıfın bütünsel eyleminin bir parçasıdır. Tartışmamızı artık bu açıdan sürdürmeye devam edebiliriz.

 

SINIFLARA BÖLÜNMÜŞ BİR DÜNYADA SİSTEM İNŞA ETMENİN KOŞULLARI

Üzerinde yaşadığımız dünya, sınıflara bölünmüş bir dünya olmasaydı, yukarda sınırlı bir özetini yapmaya çalıştığımız “geleceğe bakış” tarzı belki de insanlar tarafından üzerinde az çok konuşmaya değer düşünceler olarak gündeme gelebilirdi. Ama hem kapitalizmi eleştirdiğini söyleyen hem de sosyalizmi cepheden gören bilim adamı sıfatlı bu insanların geliştirdikleri düşünceler, iki ana sınıf arasındaki bunca savaşın, bunca hesaplaşmanın ve şimdi iyice keskinleşmiş bulunan bunca çelişkinin yaşandığı bir dünyada ortaya sürülüyorsa eğer, nasıl izah edilirse edilsin, mutlaka iki sınıfın savaş araçlarından birisi olarak gündeme gelecektir. Bu açıdan da bu fikirler üzerindeki tartışma “üzerine az çok konuşmaya değer” düşüncelerden daha çok, sınıflar mücadelesinde ne gibi bir rol oynadığına ilişkin olacaktır. Öyleyse, işçi sınıfı ve toplumsal gelişmenin gerekliliğine inanan ve bunun gereklerini yerine getirmeyi önüne koyan aydınlar, Geleceğe Bakmak’ı bu açıdan ele alacaklardır. Bu durumda, şu katılımcı iktisat denilen sistemin içinde hangi sınıfların var olduğuna dair sorulacak bir soru, aslında, işin çözücü öğesi olacaktır. Anlatılan hayali örneklerin hiçbirinde bu sorunun yanıtı yoktur. Örneğin katılımcı yayınevinin temel insani yanları, olabilecek en ayrıntılı biçimiyle açıklanmaktadır ama orada patron kimdir, işçi kimdir bütün bunlar asla açıklanmamaktadır. Fakat onlar daha işin başında bu temel çözücü meseleye nasıl yaklaştıklarını şöyle ifade etmektedirler: “Amacımız sadece insanların ABD ekonomisini anlamalarına yardımcı olmak ya da toplumun farklı bir sınıf egemenliği biçimine bürünmesini sağlamak değil; aynı zamanda üretimi, tüketimi ve dağılımı, başlıca önceliği toplumsal dayanışmaya, kolektif özyönetime ve üretim çeşitliliğine vermek üzere hiyerarşik yapıları ‘mümkünse tamamen ortadan kaldırana’ kadar azaltacak şekilde yeniden düzenleyerek, sınıfsız bir topluma dönüşmesine katkıda bulunmaktır. ” İlk elde farklı bir sınıfın egemenliği asla gündeme getirilmemektedir. Bu ifade ediş tarzında, Marksizm’in, bütün bir toplumun kurtulabilmesi için önce bir sınıfın egemen sınıf olarak örgütlenmesi gerektiği fikrine bir gönderme vardır. Yani, proletarya devrimi gibi bir şey asla bir daha düşünülmemelidir; bütün toplumun kurtuluşu için bir sınıfın kurtuluşu gibi bir tezin gerçekleşmesi halinde insanlığın başına neler geldiği de bellidir. Her şey bir yana, burada ortaya konulan temel yaklaşımda, Albert ve Hahnel’in örneğin Heilbroner’in sınıf mücadelesine yaklaşımından, örneğin Fukuyama’nın tarihe yaklaşımından hiçbir fark olmadığı görülmektedir. Öyle ya, bunlardan birisi sınıf mücadelesinin artık anlamsızlaştığını söylerken diğer ise daha da ileri giderek tarihin de sona erdiğini söylüyordu. İkinci olarak söylenen şey ise, üretimin, tüketimin, dağıtımın “temel insani değerler”e göre yeniden düzenlenmesiyle sınıfsız topluma geçileceğidir.

Gotha Programının Eleştirisi’nde şöyle diyordu Marx: “Bütün çağlarda, tüketim maddelerinin dağıtımı, bizzat üretim koşullarının dağıtılış tarzının bir sonucundan başka bir şey değildir. Ama bu dağıtış üretim tarzının kendisinin bir niteliğidir. Örneğin, kapitalist üretim tarzı, yığınlar, ancak üretimin kişisel koşullarına: emek-gücüne sahip bulunurken, üretimin maddi koşullarının, çalışmayanlara kapitalist mülkiyet ya da toprak mülkiyeti biçiminde sunulmasını buyurur. Eğer üretimin unsurları bu biçimde dağıtılma, tüketim maddelerinin bugünkü dağıtımı, bundan kendiliğinden çıkar. Üretimin maddi koşulları, emekçilerin kendilerinin kolektif mülkiyeti olunca, tüketim maddelerinin bugünkünden değişik bir dağılımı da aynı biçimde bu yeni durumun sonucu olacaktır.”

Dolayısıyla Marksizm’in temel tezi, sınıfsız topluma geçişin önkoşulunun mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ve bunun bir sınıfın, proletaryanın önderliğiyle gerçekleştirilmesi şeklindedir. Şimdi katılımcı yayınevine bir an için geri dönelim. Orada da yayınevinin sahibi durumunda bir patron vardır ve üretimin maddi koşulları ona aittir. Bununla birlikte, ne kadar insani değerler açısından yaklaşılırsa yaklaşılsın, üretimin kişisel koşullarına sahip-olan, sadece emek-güçlerine sahip olan çalışanlar vardır. (Kuşkusuz ki yazarlar hayali örneklerini, örneğin bir fabrika üzerine değil de, bir yayınevi ve ya bir havaalanı üzerine bunun için kuruyorlar. Örnek olarak seçilen eğer bir fabrika olsaydı her şey daha açık bir biçimde görülecekti çünkü.) Ve o sözde iyi niyetli insancıl yaklaşımlar kapitalizmin yasalarının, artı-değer yasasının katılımcı ekonomide de işlemesini asla engellemeyecektir.

Hele de söz konusu olan, daha önce örnek verdiğimiz gibi, küçük bir işyerinin ya da ücra bir kasabanın ekonomisinin görece özerk bir şekilde yeniden örgütlenmesi değil de, alternatif bir sistemin gerçekleştirilmek üzere ortaya sürülmesiyse o zaman durum bambaşka bir içerik kazanacaktır. Albert ve Hahnel de kendi alternatif sistemlerini, egemen bir sistem kılmak üzere geliştirdiklerini söylüyorlar. Bu durumda ise, elbette ki iş, bu alternatifin nasıl hâkim kılınacağına geliyor. O zaman, bu hakim kılma eyleminin nasıl bir mücadeleyle gerçekleşeceğinin açıklanması gibi bir sorun ortaya çıkıyor. Katılımcı iktisatçılar, katılımcı ekonominin hâkim kılınması mücadelesinin temel perspektiflerini açıklamaya başlarken, önce, bunun sınıfsal bir mücadele olmayacağını açıklıyorlar, “ilerici toplumsal değişimde, sınıfın, politika, ırk ve cinsiyet karşısında kuramsal ve stratejik önceliğe sahip olduğu şeklindeki varsayımlar temelsizdir ve politik, cinsiyetçi, ırkçı ve sınıfsal baskıların ortadan kaldırılmasında gerekli olan hareket ilişkilerinin kurulması açısından yıkıcı bir nitelik taşıdığı çoktan beri kanıtlanmış durumdadır.”

Değişim hem ilerici bir toplumsal değişimdir, hem de stratejik önceliğe sahip bir sınıfı temel almamaktadır. Burada, son yıllarda özellikle batıdaki toplumsal hareketleri temel alan ve işçi sınıfının öncü rolünü yitirdiği temel tezi üzerine kurulu olan çeşitli teorilerin “katılımcı biçimi”nin gündeme getirildiğini görüyoruz. Bunların tümünün de sadece işçi sınıfının öncü rolünü reddetmekle kalmayıp, Marksizm’in sınıf mücadelesi teorisini tümden reddettiklerini biliyoruz. Ama katılımcı iktisatçılar, aynı zamanda, mücadelenin belirli sınıflar arasında geçeceğini de ifade ediyor ve bunu şu şekilde açıklıyorlar: “Çağımızdaki ekonomik mücadelede birbirine zıt üç amacın peşinde koşturan belli başlı üç sınıf görünür: (1) Kapitalizmi muhafaza etmeye çalışan kapitalistler; (2) koordinatör ilişkilerini kurmaya ya da muhafaza etmeye çalışan koordinatörler; (3) katılımcı ekonomiyi hayata geçirmenin mücadelesini veren işçiler.”

İşçilerin, Albert ve Hahnel’in tarif ettiği gibi katılımcı bir ekonomiyi hayata geçirmek için mücadele ettikleri duyulmamıştır. Toplumun belirli bir kesiminin, katılımcı ekonomiyi hayata geçirme mücadelesi verdiği için, işçi diye adlandırıldığı ise hiç duyulmamıştır. İşçilerin, attıkları en küçük bir adımda bile burjuvaziyle karşı karşıya geldiği ve bunun eninde sonunda sosyalist bir içerik kazanmak zorunda olduğu ve kazandığı bir dünyada, nesnel koşulları ve nesnel sınıf ilişkilerini yok sayarak, böylesi tanımlar yapmanın ve böylesi sistemler inşa etmenin gerçek içeriğinin ve amaçlarının bu karşı karşıya olan sınıflardan birisinin yanında yer almak demek olduğu yeterince açıktır. Kapitalizme ait ne varsa onu devralarak, onun iç çelişki ve bağıntılarını gizleyerek, kapitalizmin kendisine değil onun sokaktaki adam tarafından bile rahatlıkla görülebilen sonuçlarına eleştiriler yönelterek, kapitalizmin dışına çıkılamaz; ancak kapitalizmin bir kez daha bilimsel kutsanışı gerçekleştirilebilir.

Kapitalizmin görünür sonuçlarından hareketle, bütün bu kötülüklerin olmadığı bir alternatif sistem projesi tasarlamak mümkündür ve bunun tarihte örnekleri de vardır. Ama bu, köklerini mevcut sistemin derin iç çelişkilerinde bulan bilimsel bir sistem olamaz; etkisi uçucu ütopik bir tasarım olarak kalır. Yalnızca kötüye tepki ve iyiye özlem, dünyayı değiştirmeye yetmez. Toplumsal gelişimin yasaları insan iradesinden bağımsızdır ve insanlar ancak onu açıklayabilirler, bilebilirler ve bildikleri oranda amaçlı bir eylemle kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilirler. Marksizm’in kurucuları hiçbir zaman, kapitalizmin yol açtığı sömürüye, sefalete, açlığa, baskıya ve yabancılaşmaya bakarak bunların olmadığı alternatif bir sistem geliştirme gibi aptalca bir yol seçmemişlerdir. Onlar bunun tersini yapmışlardır. Kapitalizmin sonuçlarını değil de kendisini eleştirmeye yöneldiklerinde, onun temel yasalarının bilimsel bir analizini yapmışlar, bu sistemde artı-değer sömürüsünün zorunluluğunu açığa çıkarmışlar ve kapitalizmin çelişkili doğasının nasıl zorunlu olarak sosyalizme ve komünizme götürdüğünü açıklamışlardır. Ama onlar, sadece bununla kalmamışlar, aynı zamanda bu zorunluluğun her şeyden önce işçi sınıfının kurtuluşuyla mümkün olabileceğini göstererek, işçi sınıfının eline dünyayı devrimci tarzda değiştirebilmenin nasıl mümkün olacağının bilimsel yöntemini de vermişlerdir. İşte bu yüzdendir ki, Marksizm’in sesi, dünyanın bütün ülkelerinin işçi sınıflarına ulaşabilmiş ve onların elinde devrimci bir araç ve devrimci bir yöntem olabilmeyi başarabilmiştir. Ama Marksizm asla gelecek toplumun ayrıntılı bir tablosunu çizmemiş, sadece onun ipuçlarını vermiştir. Çünkü onun açısından gelecek toplum, yani komünizm, akli ya da mantıki bir süreç değil, tarihsel bir süreçtir. Bu, Gotha Programının eleştirisinde Marx tarafından şöyle açıklanmıştır: “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında,  bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğiş sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül  fışkırdığı  zaman,   burjuva  hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu   yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!” (K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s.31, Çev. M. Kabagil, 3. baskı, Sol Yayınları, 1989, Ankara)

Devrimci proletarya, burjuvaziyi ilk kez yere vurduğu Rusya’da ise, ilk olarak Sovyet iktidarı aracılığıyla her türlü sömürüyü ortadan kaldırma, ikinci olarak da hiçbir öğesini hazır bulmadığı ve kapitalizmden devralmadığı sosyalist ekonomi biçimlerini yaratma olanağına kavuşmuştur. Lenin ve Stalin döneminde Sovyetler Birliği, artık çözme imkanına sahip olduğu sorunların devrimci çözümlerini gerçekleştirmiştir. Ama yine Marx’ın öngördüğü gibi, kapitalizm, “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce yok olmamış”tır.

SONUÇ

Toplumsal mücadele sahnesine çıktığından beri işçi sınıfı adına söz söyleyen, ütopyalar kuran, alternatif sistemler geliştiren pek çok kişi ve akım oldu. Ama yukarda da belirttiğimiz gibi işçi sınıfının yaratacağı yeni dünya, akli değil tarihsel bir sürece dayanıyordu. Kapitalizm tarihsel bir süreçte ortaya çıkmıştı ve kendi tarihsel koşullarının yok olmasıyla birlikte o da yok olacaktı. Bunu açıklayan tek bilimsel düşünce sistemi Marksizm’di ve bu yüzden hiçbir akla dayalı sistem tarihte kalıcı bir yer tutamazken, o, yeni toplumun yaratıcısı olan sınıfın eyleminin içerisinde, bunca yok etme saldırılarına karşın daima canlı ve daima yol gösterici bilimsel bir ideoloji olarak hep var oldu. Tarih; alternatif adına, başka türlü bir gelecek adına söz söyleyen bütün akımların, ilkin Marksizm’le hesaplaşmaya girdiğine tanıklık etti. Ama günümüzde, toplumsal bir gelecek tasarımı adına sunulan her şey, kapitalizmin içinde eriyip gidiyor. Neresinden bakılırsa bakılsın, bugünkü sınıf mücadelesinin koşulları düşünüldüğünde, örneğin katılımcı ekonomi gibi kapitalizmin yeni özürleyicisi sistemler, ancak, uluslararası burjuvazinin elinde, devrimci proletarya hareketine karşı kullanılan ucuz silahlar olabiliyor.

Çalışmamıza, Fransız Devrimi’nden devralman ve hareketli Avrupa topraklarında hızla yayılan ütopik sosyalist düşüncelerin hakim olduğu bir dönemde iki işçi arasında geçen bir diyalogla son vermek istiyoruz:

“-Tartışmaya gerek yok, diyor perdahçılardan biri, Cabet burada olduğu zaman gel. Ben onun öğretisine inanıyorum ve para biriktirdiğimiz zaman, yeni dünya ülkesine gideceğim. Orada komünist rejimi kuracağız.

Stock, nefret dolu bir ifadeyle konuşmaya katılıyor:

– Fransa yeterince mutsuz iken, onun için bir şeyler yapmayıp, var olmayan bir İkaros ülkesine niçin gidelim?

– Ben, İkarya’ya gidebilmek için gerekirse Ay’a çıkmaya hazırım. Bu işin şakası var mı?

– Ben ise, diye kızgın bir şekilde onun sözünü kesiyor Stock, böyle bir ülke için burada savaşacağım.” (Ateşi Çalmak, Galina Serebryakova, çev. Nurşen Özkan, Evrensel Basım Yayın, 1994 İstanbul, s. 623)

 

Ağustos-Eylül 1995

Burjuvazinin hedefinde sendikalar

Geçen sayımızda emperyalist burjuvazinin, işçi sınıfına yönelttiği saldırının bir parçası olarak sendikal örgütlülüğe karşı yürüttüğü cepheden saldırıyı en genel çizgileriyle ele almıştık. Bu yazıda ise, Türkiye’deki sendikal örgütlenmenin karşı karşıya bulunduğu saldırıları ele alacağız, ilk yazıdaki yolu izleyerek, ilk olarak bugün yok edilmek istenen kazanımların, hangi koşullarda ve nasıl elde edildiğini özetlemenin bugünkü durumu anlamaya yardımcı olacağını düşünüyoruz.

Özgünlükleri olsa da Türkiye işçi sınıfının sendikal kazanımlarına yönelen saldırının sermayenin uluslararası saldırısının bir parçası olduğunu ve ortak genel çizgilere sahip olduğunu belirtmeliyiz. Bu bakımdan olabildiği ölçüde ilk yazıda söylenenleri tekrarlamadan, uluslararası sermayeyle doğrudan bağıntılı sendikal hareketi tasfiye etme operasyonunu inceleyeceğiz.

Türkiye işçi sınıfı, dünya proletaryasının dinamik ve mücadeleci bir koludur. Son on yılda ortaya koyduğu eylemlilik düzeyiyle, çeşitli türden gerici akımların “değişti” dediği temel sınıf özelliklerini pratik olarak ortaya koymuştur. Tüm öteki koşullarla birlikte, bu durum, burjuvazinin saldırısının daha sert biçimler almasının nedenidir. Sendikal harekete saldırı, başka şeylerin yanı sıra, şu iki nedenle de çok önemlidir. Birincisi, o, toplumun üye sayısı bakımından en güçlü örgütüne sahiptir. İkincisi, kısmi ve budanmış siyasal özgürlüklerin ana teminatıdır. Bu bakımdan, bu saldırının dar sendikal anlamı dışında derin politik bir anlamı vardır. Bu özellikler bir arada düşünüldüğünde, saldırıların püskürtülmesinin önemi de bir o kadar belirginleşir.

1. SENDİKAL HAKLAR NASIL TANINDI?

Türkiye işçi sınıfı, hiçbir zaman burjuva demokratik anlamda da olsa, gerçek bir sendikal özgürlüğe kavuşamadı. Sendikalaşma ve toplusözleşmeli grev hakkı, sayısızca sınırlayıcı yasa ve fiili siyasal baskı altında sınırlı, budanmış, güdük, “kanun dairesinde” bir hak olarak kaldı. Ama on yıllar boyunca Türkiye’de bu budanmış haliyle de olsa sendikal örgütlenme ve grev hakkı resmen yasaktı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sendika kurma hakkı tanındı. 1963 yılında da grev hakkı yasalaştı.

19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak ve özellikle 1908 Jön Türk Devrimi yıllarında imparatorluğun çeşitli kentlerinde kimi sendikaların kurulduğuna ve azımsanmayacak grev eylemlerine tanık oluyoruz. Kurtuluş Savaşı sürecinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında da birçok sendikal örgüt kuruldu, grevler yaşandı. (Bu dönem, dergimizin geçmiş sayılarında ele alındığı için ayrıca değinmiyoruz. Toplu bilgi için sözü edilen yazılardan derlenerek Evrensel Basım Yayın tarafından yayınlanan “Sendikalar, Kitle Örgütleri ve Kitle Mücadelesi” ve “Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi” adı kitaplara bakılabilir.)

1924 yılından başlayarak İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar uzanan, çoğunlukla sıkıyönetim altında geçen yıllar boyunca, “sınıf esasına dayalı” cemiyetlerin, yani sendika ve başka türden işçi örgütlerinin kurulması yasaktı. Şubat 1923 tarihinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde işçilere sendikalaşma ve grev hakkı tanınmasına atıfta bulunuluyordu. Ancak uygulamada, savaş sonrası ulusal mücadele yıllarında kurulan işçi örgütleri, çeşitli vesilelerle kapatıldı; 1925 tarihli Takrir-i Sükûn kanunuyla ise işçi örgütleri fiilen ortadan kaldırıldı. 1936’ya kadar süren bu fiili yasak, bu tarihte çıkarılan ve grev hakkını yasaklayan iş yasası ve 1938’de “sınıf esasına dayanan cemiyetlerin” yasak altına alınmasıyla resmiyet kazandı.

“Tek Parti” ve “Milli Şef” döneminin ardından, İnönü’nün “Milli Şeflikten” vazgeçtiğini açıkladığı İkinci Dünya Savaşı sonunda, Cemiyetler Kanunu’ndaki “sınıf esasına dayanan cemiyetlerin kurulmasını” yasaklayan hükmün kaldırılmasıyla (10 Haziran 1946) sendika, cemiyet, dernek adlarıyla sayıları yüzü bulan işçi örgütü doğdu. Sendika kurma yasağı kalkmıştı, ama sendikalaşmanın yasal sınırları henüz çizilmemişti. Bu ortamda oluşan işçi örgütlerinin ezici çoğunluğu devlet inisiyatifi dışındaydı, bir bölümü sosyalizme açıktı. Ama daha altı ay geçmeden bu sendikalar, o dönemde kurulan sol eğilimli bazı partilerle birlikte kapatıldı ve örgütleyicileri tutuklandı. Bu arada sendikaların faaliyet biçimlerine ilişkin bir kanun tasarısı hazırlandı, çok kısa bir süre içinde, 20 Şubat 1947’de yasalaştı.

Bu yasaya göre sendikaların toplu sözleşme ve grev hakkı yoktu. Siyasetle uğraşmaları yasaktı ve ülkenin “milli menfaatleri” doğrultusunda çalışmak zorundaydılar. Bu siyaset yasağına karşın iktidar partisi CHP’nin işçi bürosu, sendikaları doğrudan kuruyor, çeşitli biçimlerde yöneticilerini belirliyordu. Aynı “siyaset dışılık” DP iktidarı döneminde de devam etti. Bir yandan, DP hükümeti, sendikalar üzerinde söz sahibi olurken öte yandan ABD’li “sendika uzmanları” Türk sendikacılığına rota belirliyordu. Türk-İş, bu ortak çabanın eseri olarak kuruldu.

İşçilere çokça kısıtlama ile birlikte grev yapma hakkı ise, 1963 yılında tanındı.

1960 Darbesinin ardından oluşturulan 1961 Anayasası, işçilere grev hakkı tanıyor ve bu hakkın çıkarılacak yasalarla düzenlenmesini öngörüyordu. Hazırlanan “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası” tasarısı, 1963’te kesinleşti.

Kalın çizgilerle kronolojisini çıkardığımız bu gelişmelere bakan geniş bir aydın kesimi, işçi haklarının devletin “geniş gönüllülüğünün” bir ürünü olduğunu, bu hakkın “yukardan” verildiğini on yıllar boyu propaganda ettiler. Milli Kurtuluş geleneğine dayanan Kemalist devletin, öteki kapitalist devletlerden farklı olduğunu, ülkeyi uygar dünyanın bir parçası haline getirmek için çalıştığını vb. yineleyerek, görüşlerini genel birtakım tanımların Türkiye devleti için yapılamayacağı noktasına kadar ileri götürdüler. Bu görüşler, kimi sol gruplar üzerinde de etkili oldu. Aynı anlayışla 1960 darbesi “ilerici”, Türk ordusu “yurtsever ve devrimci” görüldü. Tüm bunlar göz önüne alındığında, sendikal hakların tanınış sürecinin incelenmesi önem kazanıyor.

Bizim de yukarıda aktardığımız tarihsel kronolojiye bakılırsa, işçilerin öyle fazla bir zorlaması olmaksızın sendikal hakların tanındığı sonucuna varılabilir. Ancak, Türkiye işçi sınıfının mücadele dinamikleri, Türkiye’nin uluslararası ilişki ve yükümlülükleri incelenirse, bunun sadece yanıltıcı bir görünüş olduğu anlaşılır.

Türkiye egemen sınıflarının, işçilere kimi sendikal haklar tanıyışının gerisinde başlıca iki faktör bulunmaktadır: Uluslararası koşullar ve işçi sınıfının ulusal düzeydeki patlama potansiyeli taşıyan hoşnutsuzluğu.

 

İÇ FAKTÖRLER: “ONLAR ALMADAN BİZ VERELİM”

Türkiye işçi sınıfı, 1925 yılından başlayarak 20 yıllık bir karanlık dönem yaşadı. Birçok grev girişimi sertçe bastırıldı. İşçiler, örgütlenme hakkından yoksun bırakıldı. Bu dönemde kayda değer bir işçi hareketinden söz etme imkânı da yoktur.

Ama işçiler arasında derin bir kaynaşma hep var olageldi. İşçiler, kötü koşullar altında ve düşük ücretle çalışmak zorundaydı. Sıkıyönetimler, Kürt ayaklanmaları ve savaş yıllarında bir yandan yıldırıcı bir şiddet ortamı öte yandan diz boyu yoksulluk, işçilerdeki hoşnutsuzluk ve arayışın maddi temeliydi. Ancak sınıfın kendini bağımsız bir sınıf olarak ortaya koyamamış olmasının sonucu olarak, tepkisi hep burjuva muhalefetin kanalına aktı. Bu yıllar boyunca ortaya çıkan tüm burjuva muhalefet hareketleri, işçilerden sempati ve destek buldu. İşçilerin örgütsüzlüğü, kendi tepkilerini eylemsel düzeyde açığa vurmalarına imkan tanımasa da, işçiler, her dönem hoşnutsuzluk içinde oldular. Özellikle savaş yılları boyunca, büyük sıkıntılara katlanan işçiler, iktidar partisi CHP’den kopmuştu.

Türkiye tarihindeki toplumsal hareketlerde işçilerin bağımsız bir sınıf olarak, kendi talepleri için mücadele etmemiş olması gibi bir deneyim eksikliği, işçilerin sömürüye karşı aktif bir eylemlilik sürecine girememiş olmasının nedenlerinden biri olmuştur. Tek parti döneminde ortaya çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ve Serbest Fırka’nın geniş işçi kitlelerinde desteklendiği bilinmektedir. Ancak, işçilerin açık eylemlerinin görülmemiş olmasından yola çıkılarak, egemen sınıfların göstermelik hakları tanıyışında işçilerin potansiyel patlama dinamiklerini hesap dışı bıraktıkları söylenemez.

Her ne kadar dışa vurmuş bir işçi hareketi yoksa da, iktidar işçilerdeki bu derin hoşnutsuzluğun farkındaydı. Savaş biter bitmez, işçilerin ve diğer çalışanların sorunlarıyla ilgileneceği öne sürülen Çalışma Bakanlığı kuruldu. “İşçi Sigortaları Kurumu” gündeme getirildi. Ardından da dernekler yasasında değişiklikler yapılarak işçilerin örgütlenmesi imkânı doğdu.

Kuşkusuz, ilerleyen süreçte grev hakkının tanınmasına kadar genişleyen bu haklar, işçilerin dişe diş mücadelesinin bir sonucu olarak verilmemişti. Ama her an patlama potansiyeli taşıyan, iktidar karşısındaki her tür muhalefetin doğal bir unsuru haline gelen işçilerin, ilerde denetlenemez hale gelmesinin önüne geçme düşüncesinin rolü küçümsenemez. Diyebiliriz ki, uluslararası koşulların etkisiyle birlikte, işçilerin tepkilerinin düzen dışına taşmasının önlenmesi kaygısı da göstermelik hakların tanınmasında önemli bir rol oynamıştır.

Sınıf esasına dayalı dernek kurma önündeki yasakların kaldırılmasının ardından bir anda kurulan çeşitli işçi örgütleri, söylediklerimizi haklı çıkarmaktadır. Yasalarda, sendika kurmaya imkân tanıyan bir boşluk belirir belirmez, grev ve toplu sözleşme hakkının olmamasına bakmaksızın geniş bir işçi kitlesini kucaklayan onlarca sendika kuruldu. Ama daha altı ay geçmeden önemli sendikal örgütler, sıkıyönetimce kapatıldı, yöneticileri “komünistlikle” suçlanarak tutuklandı. Ardından, sendikaların devlet çizgisinde ve bir bakıma “resmi” örgütler olarak kontrol altında tutulabilmesi için, yukardan, dikkatli bir örgütleme faaliyetine girişildi. Sendikaların CHP eliyle örgütlenmesi ve kimi yerlerde işçilerin adeta sendika üyeliğine zorlanması işçilerde belirli bir soğukluk yarattıysa da, sendikalara işçi akışı durmadı. Bu, işçilerin tepkilerinin bir ifadesiydi. Sendikalaşma konusundaki düzenlemelerin yasalaştığı 1947 Şubatı’nı takip eden bir yılda 52 bin işçi sendikaya girdi. 1954 yılında iş kanununa tabi 555 bin işçiden 206 bini sendikalaşmıştı. Kuşkusuz, hükümetin sendikalaşmayı teşvik ettiği söylenebilir. Ama gerek CHP gerekse de DP döneminde, sendikalar sürekli baskılarla karşılaşmış, miting yapmaları bile yasaklanmış, “grev hakkı” isteyenler hainlikle suçlanmıştır. Devletin sürekli baskısı ve sendikalar üzerindeki hükümet gölgesi, olsa olsa işçiyi sendikalardan uzaklaştırıcı bir rol oynayabilir. Ayrıca, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir dönemde, patronlar sendikalaşmayı işten atmayla cezalandırıyorlardı. İşçiler yılların birikmiş öfkesini akıtacak kanal arıyorlardı. Devlet ise göstermelik haklarla işçiyi düzen sınırlarına hapsetmek çabasındaydı.

Uyguladıkları politikalar ve yaptıkları açıklamalar da, egemen sınıfların kısmi ve göstermelik sendikal hakları tanırken, işçilerin öfkesini yatıştırmayı, ilerde denetimden çıkmış bir hareketin doğması ihtimalini göz önünde bulundurduklarını ortaya koyuyor. 1946 Haziranı’nda “sınıf esasına dayanan cemiyet kurma yasağı”nın kaldırılmasının yarattığı boşluktan faydalanarak kurulan sendikalara düzen içinde güdük bir rolle işlev kazandırmak için büyük bir telaşla hazırlanan kanun tasarısı meclise sunulurken, Başbakan Recep Peker şunları söylüyordu: “Milli telakkilere aykırı zihniyetlerin tesiri altında tutulmak istenen işçi meslek teşekküllerini, işçilerimizin yurtsever duygularına ve milli ruha uygun esaslar üzerinde kurmayı temin etmek için bir milli sendikalar kanunu tasarısı hazırladık ve Meclise sunduk. (Aktaran Kemal Sülker, Türkiye Sendikacılık Tarihi-1, Bilim Kitabevi Yay., Ocak 1987, sf. 52)

Mecliste yapılan şu konuşmada, andığımız kaygı daha belirgindir: “İşçilerimiz ve işverenlerimizin münasebetlerini düzenlemezsek böyle dış cereyanlara imkan vermiş ve harici tesirlerle birçok tehlikelerin doğmasına zemin hazırlamış olacağız.“ (Aktaran Kemal Sülker, Türkiye Sendikacılık Tarihi-1, Bilim Kitabevi Yay. Ocak 1987, sf. 56)

Burada “baba devlet” imajına çok önem veren Kemalist geleneğin belirgin bir özelliğiyle de karşı karşıyayız. Kemalistler, yığın inisiyatifini dışlayan bir çizgi izlerken, yığınlara kendilerinin devlet katında gözetildiği izlenimini yaratmaya büyük önem vermişlerdir. Devlet halkını düşünür ama o isterse verir! Bugün de geçerli olan bu yanılsatma yöntemi, çok belirgin bir tehdit de içermektedir. Her zaman gerici ve despotik olan bir devletin durup durduk yerde birtakım haklar tanıyacağını ancak aptallar ya da devletin bilinçli savunucuları iddia edebilir.

Kaldı ki, “hak verdim” denildiği noktada da gerçekte olan şey, içi boşaltılmış, ek maddelerle kullanılamaz kılınmış göstermelik bir haktır. Ancak emekçiler fiili mücadelelerle bu çerçeveyi parçaladıkları durumda ve çoğunlukla da yasalara rağmen gerçek bir hak kazanımı söz konusu olabilmiştir. Daha yakın bir dönemden örnekleyecek olursak, 1982 Anayasası, grev hakkını öylesine budamıştı ki, birçok sendika uzmanı ve sendikacı bu yasalarla greve çıkılamayacağını iddia etti. Ama 1984 yılından başlayarak işçiler, greve çıkarken mevcut hukuki durumu aşan bir fiili hak kullanımını gerçekleştirdiler. Kâğıt üzerindeki yasaların işlevsizleştiği noktada, yasalar da bu duruma uygun olarak yorumlanır oldu.

İşçilere sendikalaşma ve grev hakkı da, ilerde yaşanabilecek “tatsız” olaylara sebebiyet vermemek üzere, elbette ki ilerde açıklayacağımız başka etkenlerin de etkisiyle tanınmıştır. 1963 yılında işçilere grev hakkı tanıyan tasarı mecliste görüşülürken, o zamanki Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, muhalifleri tasarıya ikna etmek için bakın neler söylüyordu:

“Batı demokrasilerinin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir… Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın Türk işçisine tanımak suretiyle toplum ve tarihe büyük bir hizmette bulunmuş olacağız… Batı ülkelerinde, tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir… Bizde önce kanun gelecek, tatbikat arkadan gelecektir.” (Aktaran Alpaslan Işıklı, On birinci Tez Kitap dizisi, sayı:5, sf.21)

Anlaşılıyor ki, Batının tecrübeleri iyi özümsenmiş. Ama Türkiye burjuvazisinin Batının başka tecrübelerini özümsediğinden de kuşku duyulmamak. Batı burjuvazisinin tarihinde, sosyalist propagandanın etkisini kırmak ve düzene bağlanmalarını sağlamak için işçilere çeşitli tavizler verilişinin örnekleri de vardır. Bunun en canlı örneği, Bismarck Almanyası’ndaki “Sosyalistlere Karşı Yasa” dönemidir. Hızla kitleselleşen sosyalist harekete karşı en sert siyasal tedbirler alan Bismarck, öte yandan işçiler için sağlık ve kaza sigortası kurdu, işçilere emeklilik hakkı verdi. Bu haklar, işçilerin sosyalistleri desteklemesini engellemek için verilmişti.

Tartışılan konuya çok daha uygun bir örnekse Rusya’dan. Çarlık, işçiler içindeki içten içe kaynaşma ve hareketlenmenin denetim altında tutulması amacıyla ajanı Zubatov’a bir işçi sendikası kurdurtmuştu.

Kısacası, egemen sınıflar, “ilerici” niteliklerinden ötürü işçilere haklar tanımış değillerdir; ne 1946’da, ne 1960’ta, ne de daha sonra. Hak tanıma adı altında yapılan, yığınların sistem dışına taşma ihtimaline karşı girişilmiş bir operasyondur. Türkiye’de sendikal hak tanımanın temel faktörlerinden biridir bu. Ama tek olmadığı gibi, esas etken de değildir; esas etken iç etkenlerle yakından ilişkili de olsa uluslararası koşullardır.

 

İLERİ KARAKOLA BİRAZ DEMOKRASİ

Dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sınırları çok kesin olarak çizilmiş iki karşıt kampa bölünmüş olarak çıktı. Birinci Savaş, Dünyanın altıda birinin kapitalist dünyadan kopuşuyla sonuçlanmıştı. Ama SSCB geniş bir coğrafi alana yayılsa da emperyalist kuşatma altındaki tek bir sosyalist ülkeydi. İkinci Savaş’tan sonra ise SSCB’nin yanı sıra halk demokrasisiyle yönetilen bir dizi ülkeden oluşan bir sosyalist kamp vardı artık. Yine birinci savaşın sonundan farklı olarak emperyalist sistem içindeki güç ilişkileri de köklü bir değişiklik geçirmişti. Mağlup ve galip emperyalistler toplamı içinden ABD, emperyalist dünyanın yegâne patronuydu. Bu durumda ABD’nin, biri temel olmak üzere ikili bir “görevi” vardı. Daha geniş bir alana yayılmış ve bir ülkeler topluluğu olarak dünya işçileri için bir umut meşalesi işlevi gören sosyalist sistemi geriletmek, önüne set çekmek ve buna bağlı olarak azımsanmayacak bir sosyalist etki altındaki işçi sınıfının var olduğu SSCB ve öteki sosyalist ülkelere “komşu” Avrupalı müttefiklerine yardımcı olmak. Gerçekten de savaşı kendi topraklarında yaşamış Batı Avrupa’nın emperyalist devletleri, hem harap olmuş ekonomilerini yeniden düzenlemek hem de sosyalizme derin bir sempati besleyen hareketli işçi sınıfını sosyalizmden soğutmak gibi ağır sorunlarla yüz yüzeydi.

ABD merkezli emperyalist strateji, kapitalist ekonomilerin onarılması, işçi hareketlerinin tavizlerle yatıştırılması, Batının siyasal sisteminin “üstünlüğünün” propagandası ve SSCB’nin ve öteki sosyalist devletlerin her bakımdan ablukaya alınması gibi unsurlar içeriyordu. Truman Doktrini ve Marshall Planı, bu stratejinin bir parçası olarak yürürlüğe sokuldu. Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamına alınan Türkiye’ye, bu strateji kapsamında önemli bir rol düşüyordu. Türkiye, hem Avrupa’yla hem de SSCB’yle ortak sınırlara sahipti, Karadeniz’e açılan boğazlar Türkiye’nin denetimindeydi, batı değerlerini benimseyen “ılımlı” bir İslam ülkesi olarak Ön Asya’daki diğer Müslüman devletlerle ilişki kurmanın dayanağı olabilirdi. Geçmişte SSCB’yle iyi bir komşuluk ilişkisi bulunan Türkiye, giderek Batıya bağlanmıştı ve artık ABD eksenli bir politikaya girmeye oldukça hevesliydi ve yeterince antidemokratik bir geleneğe sahipti. Başını fazla ağrıtabilecek iç sorunları yoktu… Bu ve benzeri “jeopolitik” ve “jeo-stratejik” özellikler, Türkiye’yi Marshall Planı kapsamına ve NATO’ya alınan tek Asya ülkesi konumuna getirmişti. Türkiye, ABD bakımından, SSCB’yi güneyden çevirecek “yeşil kuşak”ın esas dayanağı olmalıydı.

Böylece Türkiye, ABD’nin yakın denetimi altında her bakımdan yeni bir yapılanma sürecine girdi. Türkiye, oluşturulacak anti-Sovyet bölgesel kampların esas halkası olarak “ılımlı” bir İslami çizgi izlemeliydi. SSCB’ye karşı sağlam bir saldırı üssü olabilmek için askeri olarak tahkim edilmeliydi. Ama öte yandan “hür dünyanın” Asyalı bir ortağı olarak, vitrinine demokrasi cilası sürülmeliydi. Çünkü hür dünya, “demir perde” ülkelerinin aksine çok partili, demokratik, işçi haklarına saygılı bir sisteme sahipti! Bu kalemden olmak üzere Amerikan modeline uygun birçok partili rejime geçilirken, batı demokrasisinin vazgeçilmez kurumu sayılan sendikaların da bu görüntüyü zenginleştirmesi icap ediyordu. Tamamen antidemokratik bir yapıya kabaca uydurulan bu batıcıl kurumlar, sahte ve göstermelikti. Türkiye’nin çok partili döneme geçişinin ve göstermelik sendika hakkının tanınmasının gerisinde, esas olarak Türkiye’nin emperyalist sistem içinde yükümlendirildiği bu rol yatmaktadır.

Düzenlemenin gerçek sendikal hakları kapsadığını varsaysak bile, bu kazanımı işçi sınıfının hanesine yazmalıyız. Çünkü Batı demokrasileri, sendikal hakları, öyle isteyerek sistemlerinin başköşesine oturtmadılar; yasalaşan her hakkın her satırında onlarca ve yüzlerce işçinin kanı vardır. Yanı sıra, sosyalizmden duyulan korkunun bu hakkın meşrulaştırılmasında rolü varsa -ki vardır- sosyalizm de işçi sınıfının dünya çapındaki bir kazanımıdır.

Ama gerçekte, tanındığı yüksek sesle ilan edilen sendikal haklar, tanındıkları şekliyle kullanılamaz haldeydi. Tamamen göstermelikti. Tüm sendikal düzenlemeler emperyalistlerin istekleri yönünde yapılmıştı ve işçi sendikalarının attığı her adım, emperyalist devletlerin “sendika uzmanlarınca yönlendiriliyordu. 1947 tarihli sendikalar yasası bizzat İngiliz ” uzmanlar”ın tavsiyeleri doğrultusunda oluşturulmuştu. İşçi hareketinin tepesine kondurulan Türk-İş ise, Amerikan sendikacılığının en gerici haliyle adaptasyonundan başka bir şey değildi. Emperyalistler, Türkiye işçi sınıfını Türk-İş eliyle düzene zincirlemek için maddi-teknik ve ideolojik tüm imkânlarını seferber ettiler. ABD elçiliği, AID ve ICFTU, AFL-CIO temsilcileri kanalıyla ABD, Türk sendikacılığını direkt olarak yönlendirmiştir. Sayısızca sendikacı “eğitim amacıyla” Amerika’ya götürüldü. 1961–71 yılları arasında “Amerika inceleme gezilerine katılan sendikacı sayısı 600’dür. Yalnızca AİD’in Türk-İş’e aktardığı “mali yardım”, Türk-İş’in on yıl boyunca topladığı aidata eştir. (Alpaslan Işıklı, Sendikacılık ve Siyaset, İmge Yay. 1990, 4. Baskı, sf. 327)

ABD’nin dış politikasına uygun olarak şekillendirilen Türk sendikacılığı, bu özelliğiyle Türkiye işçi sınıfı açısından bir kazanım olarak da sayılamaz. Burjuvazinin çeşitli planları doğrultusunda çıkarılmış yasalar, ilk halleriyle bir kazanım niteliği taşımazlar. Şurası önemlidir ki, sınıfın eylemiyle yırtıp genişleteceği bir boşluk doğururlar. Zaten işçiler yığın halinde sendikalaştıkça, dalga dalga eyleme geçtikçe, fiili durum çoğunlukla, yasal durumun dışına taşar. Kazanımlar da esas olarak yasal zeminde değil fiili zeminde anlam kazanır. Sınıf mücadelesi, karşıt sınıfların karşılıklı olarak birbirlerini ittikleri hareketli bir zemindir. Bazen yasalarda tanınan haklar, dezavantajlı koşullarda fiilen kullanılamaz (1925’ten ’36’ya kadarki dönem), bazen de yasalarda tanınmayan haklar fiilen ve kimi zaman sınırsızca kullanılabilir (1990–91 kışında Zonguldak Direnişi’nde olduğu gibi).

Sonuç olarak saydığımız başlıca iki faktörün etkisiyle göstermelik haklar tanıyan egemen sınıflar, bu hakların kullanılmasını engelleyen eklerle bu hakları budamış olmalarına karşın, işçiler fiili eyleme girdikçe bu haklar gerçeklik kazanmıştır. Sınıfın fiili mücadelesiyle genişleyen kazanımların yine sınıf tarafından korunup geliştirilebileceği gerçeği, günümüz sendikasızlaştırma operasyonu karşısında alınması gereken tutuma da ışık tutmaktadır. Burjuvazi, hak bahşetmez; bir hak girilen mevzilerde korunduğu ölçüde vardır.

Bir hak, bazen girilen sert bir çatışmayla koparılıp alınabilir; bazen de uzun ve sancılı bir süreçte, parça parça ve bazen bahşedilmiş görüntüsü de kazanarak elde edilebilir. Her ikisi de kazanımdır ve kazanımın hangi tarzda gerçekleşeceği çarpışan sınıflar arasındaki güç ilişkilerince belirlenir. Ama birincisinde, hakkın kullanım alanı başından itibaren geniştir. İkincisinde ise, hakkın yerleşmesi başka bir dizi mücadeleye bağlıdır. Türkiye işçi sınıfı, sendikal taleplerinin yazılı hukuka girmesi sürecinden daha çok, bu taleplerin gerçekten kullanılabilir hale gelmesi, genişletilmesi ve korunması mücadelesinde belirleyici olmuştur. Bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki, demokrasinin bayrağı işçi sınıfının elindedir. Kazanımları koruyacak ve gerçek siyasal özgürlüğü sağlayacak mücadelenin odağında işçi sınıfı vardı.

 

2. YENİ PLAN: SENDİKASIZLAŞTIRMA

1. bölümde anlatılanlar, işçi sınıfının bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan sendikaların nasıl kurulduklarını açıklarken Türkiye burjuvazisi açısından doğan garip çelişkiyi de sergiliyor: Devlet eliyle örgütlenen sendikalar, şimdi devlet eliyle yok edilmek isteniyor. CHP, 1947’den iktidardan düştüğü 1950 yılına kadar “işçi büroları” eliyle sendika örgütledi. Yerine geçen DP, bayrağı devraldı. Devletin belirlediği çerçevede, katışıksız bir Amerikan sarılığıyla örgütlenen sendikalar, emperyalist sistem içindeki rolün bir gereği olarak kuruldu. Hiçbir zaman bağımsız politikası bulunmayan burjuvazi, şimdi yine emperyalist planların bir parçası olarak sendikaları yok etme operasyonuna girişiyor. Sendika yönetimlerini kendine bağlama operasyonu değil bu -ki zaten ezici çoğunlukla düzene bağlılar-, kurum olarak sendikalar hedefe konmuş durumda. Yeni Dünya Düzeni sendika istemiyor; bu düzenin taşeronu ise (taşeronun kârı, daima patrondan azdır) hiç istemiyor.

Emperyalist sistemin güncel stratejileri bakımından sendikaların vazgeçilebilir kurumlar olduğunu, dergimizin bir önceki sayısında yayınlanan yazıda ele almıştık. Şimdi bunlara değinmeden, Türkiye özelinde sendikalardan vazgeçme noktasına nasıl gelindiğini kısaca görelim.

 

İDEOLOJİK ÇERÇEVE: ÖZALİZM VE İŞÇİ DÜŞMANLIĞI

Temel üretici toplumsal sınıf olarak işçilerin “asalaklığının” ve sendikaların gereksizliğinin ortaya konulması görevi, esas olarak Özal’a düştü. Özal, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği ve “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan akıma göbekten bağlıydı. Sermayenin has temsilcisiydi ve önerdiği politikalar, emperyalist burjuvazinin iktisadi ve politik çizgisinin yeniden üretimi üzerinde yükseliyordu. Bu politika, doğallıkla, sermayenin genel yönelimine uygundu. ABD’nin yakın desteğiyle, dikte edilen politikaları uygulamak üzere hükümet koltuğuna oturan ve hükümette kesintisiz ve uzun yıllar boyu kalmayı başaran Özal’ın herkesçe bilinen politikalarının işçi sınıfına dönük yüzünde, örtüsüz bir işçi düşmanlığı vardı. Kuşkusuz aynı sermaye sınıfına dayanan burjuva politik fraksiyonların tümü işçi düşmanıydı. Fakat bunlar, o güne kadar, bir yandan işçilerin dizginsiz sömürü ve hak yoksunluğuna boyun eğdirilmesi için çalışırlarken, sırnaşık bir popülizmle hayatı işçilerin yarattığını, çalışkan ve fedakâr işçilerin saygın bir kesim olduğunu vb. tekrarlıyor, sendikaların da vazgeçilmez demokratik kurumlar olduğunu ilan ediyorlardı. Özal’ın başlattığı, bir sınıf olarak işçilerin, o güne kadar methiyeler dizilen sınıf olmaktan çıkarılıp, “tembel”, “asalak”, “düşkün” bir sınıf olarak hedefe çıkarılması oldu. Bu, her zaman bu tarz bir açıklıkla yapılmasa da, eski retorik değişmişti artık. O güne kadar, sistemin; politik partileri, basını, televizyonu aracılığıyla, kendi özüne ters olsa da, öne çıkardığı çalışkanlık, dürüstlük, toplumu düşünme, yardımlaşma, ortaklık gibi kavramlar, yine bu dönemin ürünü bir ifadeyle “aut” sayıldı, literatür dışı edildi. Bunun yerine, bireycilik, bana-necilik, köşe-dönücülük, gemisini-yürütencilik… Ve daha bir dizi kavram saygın hale geldi. Bu kavramlar sistemin çürümüş ilişkilerinin yansıyışı olmakla birlikte, o güne kadar, hep dibe itilmişlerdi. Artık bunlar açık bir meşruiyet kazanıyordu. Böyle bir durumda, sabah akşam çalışan işçinin “kerizden” sayılması işten bile değildi. Eskiden gizlenen rüşvetler, mafya devlet ilişkileri, sakınımsız bir ilişki haline geldi. Tüm siyasal partiler bu duruma hızla ayak uydurdu; en temel işlevleri sermayedarların iş takipçiliği oldu.

Bu düşüncelerin sadece sermaye nezdinde değil, geniş ara tabakalarca da benimsenmesinin toplumsal ve politik nedenleri vardı. 12 Eylül, toplumu ağır bir siyasal gericiliğe mahkûm etmişti, devrimci siyasal yapılar yok edilmiş, işçilerin sendikal faaliyetleri engellenmişti. Büyük bir toplumsal çürüme hâkim yaşanıyordu. Bu elverişli ortamda boy veren sahte “liberalizm”in hedefinde işçiler vardı. Onlar “mutlu bir azınlık”tı. Zam talepleri, “çöpçü bile…” tepkisiyle karşılanıyordu. Sendikalar ise, liberal ekonomik düzenin işleyişinin engeliydi!

Tüm bunlar, Yeni Dünya Düzeni’nin politikalarının uygulanmasını kolaylaştırıcı bir “iç dinamik” olarak işlev kazandı. Kuşkusuz mücadele esas olarak politik alanda cereyan edecekti ama ideolojik saldırı, işçilerin toplumsal yalnızlığa itilmeleri için zorunluydu. Bugün burjuvazi, tüm imkânlarıyla işçileri düşman göstermeye çalışıyor. KİT’lerin zararından, enflasyona, işsizliğe kadar bir dizi sorunun müsebbibi olarak işçiler gösteriliyor.

Tüm bunlar, uluslararası sermayenin genel saldırısının bir parçası olarak işçileri en vahşi koşullarda sömürmek ve sömürüye karşı mücadelelerinde önemli bir dayanak olan sendikalardan yoksun bırakmak için yapılıyor.

 

SENDİKALAR GÜÇ KAYBEDİYOR

Bugün gelinen noktada, burjuvazinin işçi sınıfının mücadelesini başaramayacağının ve temel örgütleri sendikaları ortadan kaldıramayacağının güvencesi niteliğinde önemli bir eylemlilik düzeyi var olmakla birlikte, burjuvazinin önemli başarılar elde ettiği de gözlenebiliyor. Burjuvazi, toplumun ara tabakalarını işçi sınıfı aleyhine kazanmak için önemli adımlar atmıştır. Sendikasızlaştırmaya büyük bir hız kazandıracak olan özelleştirme, sürece yayılmış bir şekilde uygulamaya sokulmuştur. Sendikalı işçi sayısındaki düşüş ise, uyarıcı bir işaret olması kakımından üzerinde durmayı hak ediyor.

Son yıllarda, sendikalı işçi 5ayısında önemli oranda azalma vardır. Fakat resmi rakamların gerçeği yansıtmıyor oluşu, bu konuda farklı ve çelişik açıklamalara yol açmaktadır.

 

GERÇEĞİ YANSITMAYAN SENDİKALAŞMA ORANI

Çalışma Bakanlığı’nın sendika sayısını yüksek göstermesi, başta sendikalara bir taviz gibi görünse de, gerçekte, hükümete, sendikalara karşı şantaj yapma olanağı tanımaktadır. Örneğin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Temmuz 1994’de açıkladığı rakamlara göre toplam işçi sayısı 3.815.212, sendikalı işçi sayısı 2.644.417 ve sendikalaşma oranı % 69,31’dir. (Resmi Gazete, 17 Temmuz 1994-sayı: 21993)

Bu rakamların gerçek durumla bir ilgisi yoktur. Bu bakımdan hesaplama yöntemi üzerinde durmamız gerekiyor.

Yürürlükteki uygulamaya göre, yapılan yeni kayıtlar Bakanlık istatistiklerinde gözükürken, ölüm, işten ayrılma, iş değiştirme, emeklilik gibi nedenlerle üyelikleri düşenler istatistiklerde sendikalı gözükmektedir. Bunların resmi rakamlardan düşürülmesi için, bu kişilerin noter kanalıyla istifa etmeleri gerekmektedir. Bu da gerçekleşmediği için sendikalı işçi sayısı olduğundan 2–3 kat fazla gözükmektedir. Gerçekte fazla gözüken sadece sendikalı işçi sayısı değildir; toplam SSK’lı işçi sayısı da şişirmedir. Bakanlık, gerçek olmayan toplam işçi sayısı üzerinden bir baraj belirlemekte, sendikalar da şişirilmiş sendikalı sayısıyla bu % 10’luk işkolu barajını aşmaktadırlar.

DİSK-AR, yaptığı bir araştırmada (DİSK-AR, Temmuz 1993, Sayı: 10 .) kapanmış çokça işyerinin faaliyette gözüktüğünü, bir kısmı bu kapanmış işyerlerinde, bir kısmı da gerçek işyerlerinde çalışıyor gözüken çok sayıda hayali işçi bulunduğunu ortaya koymuştur. Andığımız araştırmada Bakanlığın Ocak 1993 rakamları baz alınarak şu sonuca varılmıştır: Bakanlık istatistiklerine göre toplam sigortalı işçi sayısı 3.683.426, sendikalı işçi sayısı 2.341.979 ve sendikalaşma oranı % 63,58’dir. DİSK-AR’ın hesaplamasına göre ise; 1 milyonu sigortasız ve 1 milyonu geçici-mevsimlik olmak üzere işçi statüsündeki toplam çalışan sayısı 5,5 milyon, TİS’ten yararlanan işçi sayısı 1,6 milyon ve sendikalaşma oranı ise % 29’dur.

Buradan şu sonuçlar çıkarılabilir: Bakanlık istatistiklerinde toplam işçi sayısı olduğundan fazla gözüktüğü için, resmi olarak % 10 olan işkolu yetki barajı fiilen daha yukarılara çıkıyor. Sendikalar ise, bu barajı ancak şişirme üye sayısıyla aşabiliyorlar, kimi durumda ise yetki alamıyorlar. Bu durumda hükümet ise iki türlü bir avantaj sağlıyor: Bir yandan, kimi Avrupa ülkelerinden çok daha yüksek bir sendikalaşma oranı açıklama, öte yandan sendikaları “ayağınızı denk alın, yetkinizi düşürürüm” tehdidini savurma imkânı.

Şimdi bu şişirme rakamları bir yana bırakarak, tahmini de olsa gerçeğe yakın rakamlar üzerinden sendikalaşma oranının yıllara göre nasıl bir seyir izlediğini görelim.

 

SENDİKALAŞMA ORANI 1988’DEN BAŞLAYARAK DÜŞÜYOR

1948’de 52.000 olan sendikaların üye sayıları 1962 yılına kadar düzenli olarak artmıştır. 1962 tarihinde sendikaların üye sayısı 307 000’dir. (Yıldırım Koç, İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketinin Güncel Sorunları, Ataol Yay. 1991, Birinci Baskı, Sf. 24) Bu dönemde sendikaların üye sayılarını şişirmeleri için herhangi bir neden bulunmadığından rakamlar doğru kabul edilebilir.

1963–1994 dönemini ise, Petrol-İş 1993–94 Yıllığı ayrıntılı olarak incelemiştir. Aşağıya aldığımız tablo ve grafik, Bakanlığın rakamları sağlıklı olmadığından, sendikalı işçi sayısına karşılık gelen TİS kapsamı işçi sayıları esas alınarak hazırlanmıştır. Tablo, iki seçeneklidir. İlk seçenek, “işveren” ve “kendi hesabına çalışanlar” dışında istihdamda bulunan nüfusu esas alarak sendikalı işçi sayısını buna oranlamıştır. İkinci seçenek ise, sendikalıların ücretlilere oranını göstermektedir. Grafikte ise 1963–94 yılları arasında sendika üyesi işçi sayıları hareketi gösterilmektedir.

 

TİS KAPSAMI İŞÇİ SAYILARINA GÖRE SENDİKALI

İŞÇİ SAYILARI VE SENDİKALAŞMA ORANLARI – Tablo-1

Nüfus Sayımlarına Göre

Yıllar TİS’lere göre İşveren ve kendi Sendikalaşma Tahmini Sendikalaşma

Sendikalı hesabına dışında % oranı ücretli % oranı

İşçi sayısı istihdam sayıları

 

1963 446092 8609061 5,2 2741795 16,3

1964 489355 9062170 5,4 2886100 17,0

1965 535904 9539000 5,6 3038000 17,6

1966 591260 9825170 6,0 3129140 18,9

1967 645096 10119925 6,4 3223014 20,0

1968 707485 10423523 6,8 3319705 21,3

1969 766952 10736229 7,1 3419296 22,4

1970 819373 10978000 7,5 4173000 19,6

1971 858809 11285384 7,6 4298190 20,0

1972 889433 11601375 7,7 4427136 20,1

1973 910071 11926213 7,6 4559950 20,0

1974 925133 12260147 7,5 4696748 19,7

1975 930336 12515000 7,4 5387000 17,3

1976 924124 12825372 7,2 5537836 16,7

1977 911152 13143441 6,9 5692895 16,0

1978 918477 13469399 6,8 5852296 15,7

1979 966790 13803440 7,0 6016161 16,1

1980 1049250 14068000 7,5 6162000 17,0

1981 1128465 14394378 7,8 6316050 17,9

1982 1188749 14728327 8,1 6473951 18,4

1983 1247275 15070240 8,3 6635800 18,8

1984 1328668 15419649 8,6 9801695 19,5

1985 1419584 15702000 9,0 6978000 20,3

1986 1482101 16135375 9,2 7138494 20,8

1987 1500779 16580712 9,1 7302679 20,6

1988 1489867 17038339 8,7 7470641 19,9

1989 1479911 17508597 8,5 7642466 19,4

1990 1465651 17865000 8,2 8991000 16,3

1991 1436064 18358074 7,8 9242748 15,5

1992 1368016 18864757 7,3 6501545 14,4

1993 1276522 19385424 6,6 9767588 13,1

1994 1161304 19920462 5,8 10041081 11,6

 

 

SENDİKA ÜYESİ İŞÇİ SAYILARI

(Kamu ve Özel Sektör)

 

Kamu Özel Toplam

1963 347961 98131 446092

1964 338221 151134 489355

1965 333477 202429 535904

1966 340950 250319 591260

1967 365917 279209 645096

1968 403625 303927 707485

1969 444373 322690 766952

1970 483427 336089 819373

1971 512110 346844 858809

1972 527704 361845 889433

1973 527801 382344 910071

1974 523571 401598 925133

1975 524870 405480 930336

1976 539265 384863 924124

1977 565108 346045 911152

1978 604711 313765 918477

1979 656233 310557 966790

1980 708141 341109 1049250

1981 742066 386399 1128465

1982 757269 431480 1188749

1983 774777 472498 1247275

1984 811739 513929 1328668

1985 861486 558098 1419584

1986 897717 584384 1482101

1987 912638 588141 1500779

1988 910379 579488 1489867

1989 910120 569791 1479911

1990 907415 558236 1465651

1991 902891 533172 1436064

1992 882868 485148 1368016

1993 855242 421280 1276522

1994 807893 353411 1161304

 

Tablo ve grafik pek çok yönden incelenebilir. Ancak konumuzla sınırlı konuşursak kısaca şunları söyleyebiliriz: Grafikten de rahatlıkla gözetlenebileceği gibi, 1987 yılına kadar, sendikalı işçi sayısı küçük istikrarsızlıklar gösterse de genel olarak yükselmiş. 1987’de 1,5 milyondan fazla olan sendikalı işçi sayısı 1994 yılına kadar sürekli düşmüş. Özellikle 1990 yılından bu tarafa ise, keskin bir iniş gözleniyor. 1987 ile 1994 yılı arasındaki 7 yılda 340 binlik bir sendika üyesi kaybı söz konusu iken son üç yıldaki kayıp 275 bine yakın. Buradan hareketle, bu düşüşün esas nedeninin sendikasızlaştırma politikaları olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Tablo ve grafikte göze çarpan bir olgu da, 1980 darbesinin ardından sendikalı işçi sayısında düşüş olmamasıdır. Bu dönemde sendikal bir faaliyet söz konusu olmadığı için sendikalı işçi sayısının bir anlamı yoktur. Faaliyetleri durdurulan DİSK ve kimi bağımsız sendikaların üyeleri Türk-İş’e üye olmak zorunda bırakılmıştır.

Bir diğer dikkat çekici nokta ise şudur: Sendikalı işçi sayısının en yüksek olduğu dönemde bile (1987) sendikalaşma oranı oldukça düşüktür. İşveren ve kendi hesabına çalışan kategorisi dışındaki 16,58 milyonluk aktif nüfusun ancak % 9,1’i sendikalıdır. Sendikalı sayısı ücretliler toplamına oranlandığında ise ücretlilerin ancak 20,6’sı sendikalıdır. Bu rakama memur sendikaları üye rakamları dâhil değildir. TİS hakkından henüz yararlanamamakla birlikte üye sayıları 500 bini bulan memur sendikalarının da etkin bir güç olduğunu unutmamak gerekir. Yalnızca işçi statüsünde çalışan ücretlileri esas alsak bile (işçi sayısını 5,5 milyon kabul edersek) işçilerin ancak % 28’inden daha azının sendikalı olduğunu görürüz. Avrupa ülkelerine kıyasla bunun çok düşük bir oran olduğu söylenebilir. Fakat yine de, sağlam bir sendikal örgütlülük koşullarında, bunun çok önemli bir dinamik güç olduğu unutulmamalıdır. Ne var ki, geçtiğimiz 1994 yılı rakamları sendikalı işçi sayısının çok aşağılara düştüğünü gösteriyor. 1994 yılı rakamlarına göre sendikalı işçi sayısı 1.161.304’tür. Başka bir söyleyişle toplam ücretlilerin ancak 11,6’sı, işçilerin ise ancak % 20’si sendikalıdır. Bu sendikaların kitlesel gücü bakımından çok ciddi bir tehdittir. Kaynağında sermaye sınıfı ve devletin sendikaları çökertme planı vardır.

 

SENDİKASIZLAŞTIRMANIN YOLU ÇOK!

Sendikasızlaştırma çok yönlü bir saldırıdır. İdeolojik saldırıdan, patronların sendikalaşmayı kırmaya yönelik tenkisat ve tehditlerine, devletin sendikaların hareket alanını daraltan düzenlemelerinden, fiili ve yer yer açık şiddete varan saldırılarından sendika üst yönetimlerinin sendikasızlaştırıcı etkilerine kadar bir dizi etken sayılabilir. Birbiriyle doğrudan ilişkili bu etkenlerin en önemlilerini, konuya açıklık getirebilmek için, maddeleştirelim.

a) Siyasal saldırılar

Türkiye’nin bütün tarihi boyunca gerçek bir sendikal özgürlük ortamının oluşmamış olması, daha başından sendikalaşmayı zorlaştıran ve bir dizi tehlikeyi göze almayı gerektiren bir durumdur.

Güçlü bir antidemokratik yönetim geleneğine sahip egemen sınıflar, emekçilerin taleplerini karşılama imkânlarından yoksundurlar ve işçi sınıfının kendi talepleri doğrultusunda her ileri çıkışını dizginsiz bir şiddetle karşılamışlardır. Sözünü ettiğimiz bu güçlü antidemokratik geleneğin oluşumu ve korunması sürecinin bir diğer yüzü de, işçi sınıfının, Türkiye tarihindeki önemli toplumsal çalkalanmalarda hareketin zayıf bir bileşeni olarak kalması ve kendi talepleriyle bu hareket içinde etkinliğini ortaya koyamaması vardır. Türkiye egemen sınıfları, başta işçi hareketleri olmak üzere tüm toplumsal muhalefet hareketlerine, “dış kaynaklı”, “komünist” vb sıfatlar yükleyerek önünü kesmeye çalışmışlardır. Dönem ve koşullara bağlı olarak, sendika kurmak, grev yapmak, gösteri düzenlemek “ülke huzurunu bozucu” hareketler olarak gösterilmeye çalışıldığı için, hem bu hakları kullanmak için sert mücadeleler verilmiş, hem de sendikal örgütlenmelerin yayılma alanı sınırlanmıştır.

Başından itibaren işçi sınıfına ve sınırlı sendikal kazanımlara azgınca saldıran burjuvazi, 12 Eylül’le birlikte, tahribatları uzun bir suskunluk döneminden sonra ve zorlu mücadeleler pahasına azaltılabilen bir saldırı örgütledi. Bugün resmi olarak yürürlükte olan “çalışma hayatına ilişkin” yasal mevzuat, sendikal haklara yönelik bir yasaklar zinciridir. Türkiye, sendikalaşma ve grev hakkının resmi olarak tanındığı ülkeler arasında en yasaklılardan biridir. Kuşkusuz, işçi sınıfı verdiği mücadelelerle, bu sınırları sürekli parçalamış, haklarını fiilen kullanmıştır. Ama yine de sendikal öz-gürsüzlüklerin, sınıfın daha büyük kitleler halinde sendikalarda örgütlenmesini engellediğini saptamak gerekiyor. Ama içinde yaşadığımız dönemde burjuvazinin geleneksel saldırgan çizgisini birtakım özel taktiklerle tahkim ettiği açıktır. Bu, burjuvazinin gündemine aldığı sorunların aşılmasının, ancak sınıfın topyekûn bir suskunluğunu gerektirmesi yüzündendir.

Geçmişte devlet eliyle örgütlenen sendikalar, bugün devletin hedefidir. Sadece, egemen sınıfın örgütlü temsilcisi sıfatıyla değil, aynı zamanda işçiler karşısında doğrudan işveren sıfatıyla bulunan devlet, beslediği ve sendikal hareketi düzene bağlamakla görevlendirdiği sendika ağalarını harcamak pahasına, sendikaları,   yönetimlerinden bağımsız, kurum olarak, güçten düşürmeye ve yok etmeye çalışıyor. Sadece sınıfın mücadelesini değil, mücadeleye kaldıraç rolü olabilecek tüm potansiyelleri de bertaraf etmek istiyor. Çözümsüzlüğünün bir göstergesi de olan bu saldırı her düzeyde sürüyor. Devletin yargı organları, uyuşmazlık, TİS maddelerinin uygulanması v.b sendikal sorunlar karşısında geçmişte görülmeyen ve çok açıkça patron yanlısı kararlar veriyor. Çeşitli bahanelerle grevler yasaklanıyor. Dayatılan politikalara boyun eğmeyen sendikacılar ve işçi önderleri, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. İşten atıldığı için, taşeronlaşmayı kabullenmediği için direnen işçiler, polis copuyla dağıtılıyor, işçilere ateş açılıyor…

Tüm bunlar, diğer saldırılarla birlikte işçilerin sendikal kazananlarını ortadan kaldırmak, sendikaları hak elde etmesi imkânsız yapılar gibi göstererek işçileri sendikadan koparma taktiğinin unsurlarıdır.

b) işten atılmalar

İşten atmaların genel olarak sermayenin krizinin bir sonucu olarak gündeme geldiği düşünülür. Gerçekten de, sermaye, kriz koşullarında oluşan aşırı meta stoku karşısında üretimi azaltır, kimi işletmeler de tamamen kapanır. Fakat son 5–6 yılda yaşanan işçi kıyımları ağırlıklı olarak sendikasızlaştırma amacı taşıyor. Patronlar, üretim aynı tempoda devam ettiği halde, aktif sendikalıları işten atmaktadır. Ya da kriz nedeniyle işçi atması gündeme geldiğinde öncelikle sendikalı işçiyi kapının önüne koymakta, ilerde ise bu işçileri değil, çok daha düşük ücretlerle başka işsizleri işe almaktadır. Çoğu zamansa, patronlar, işten atılmamanın bedeli olarak sendikadan ayrılmayı dayatmaktadırlar. Sonuç olarak sınıfın mücadeleci kesimleri, sınıfın bütününden koparılmakta, sendikaların işyeri ve işkolu barajı nedeniyle toplu sözleşme yapma yetkileri düşürülmektedir.

Patronların sendikaları işyerlerine sokmamak eğer işyerlerinde sendika örgütlüyse sendikayı işyerinden tasfiye etmek için her yola başvurduğu, artık yalnızca işçiler tarafından değil, geniş halk kesimleri tarafından görülebiliyor. Türkiye İşverenler Sendikası, patron sendikalarının resmi üst kuruluşu olarak sendikalaşma hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor:

“Sendikaların grev tehdidi ile empoze ettikleri yüksek ücret zamları, işyerlerinde yaratılan huzursuzluk ortamı ve çalışma mevzuatının öngördüğü işveren yükümlülüklerinin ağırlaştırılması girişimleri, işçi çalıştırmanın, özellikle sendikal ilişkilerin risk olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. (Aktaran TÜBA İş-İşçi Çalışma Bülteni, 26 Eylül 1994, sayı: 986)

Sendikalaştıkları için işten atılan ve mücadeleleriyle aylarca kamuoyunun gündeminden düşmeyen Yurtiçi ve Aras Kargo işçilerini hatırlamak bile yeterli. TİSK’in açıklamasından da a5nlaşılacağı gibi, sendika, patronlar için en iyi olasılıkla sömürüyü sınırlandırıcı bir “risk”tir. Bu riskten, sendikalı işçileri işten atma yoluyla kurtulmak, patronların ortak düşüncesidir.

İşten atılmalarla ilgili tam bilgiler içeren istatistikler yoktur. Petrol-lş Araştırma Servisi’nin yaptığı başvuracağımız araştırma eksik veriler de içerse, durum hakkında fikir vericidir. Söz konusu araştırmaya göre (Petrol-İş ’93-’94 Yıllığı, “İşten Atılmalar” bölümü) 1989’da 137.107, 1990’da 104.352, 1991’de 136.804, 1992’de 51.614, 1993’te 25.372, 1994’te ise 808.402 işçi işten atılmıştır. Sendika kaynaklarından ve basında yer alan bilgilerden oluşturulan bu verilerin gerçek işten atmanın ancak bir bölümünü yansıttığının belirtildiği araştırmada saptanabildiği ölçüde bu atılanların ne kadarının sendikalı olduğu da belirtilmiştir. (Bkz. Tablo 2) ’89’dan bu yana sendikaların üye sayısının 1,5 milyon civarından başlayarak azaldığı düşünülürse, verileri tam kabul etsek bile işten atılma yoluyla sendikasızlaşan işçi sayısının, yüksek bir oran oluşturduğu görülür. Tabloya konu edilen dönemin ilk üç yılında 300 bini aşkın sendikalı işçinin işten atıldığını görüyoruz. 1994 yılına ait rakamların eksik olduğu göze çarpıyor. 800 bini aşkın işçi “işten atılmış” olmasına karşın, bunların 694 bini “sendikasız veya sendikası bilinmeyenler” kapsamında görünüyor. Gerçekte 1994 yılında işten atılan sendikalı işçi sayısı daha yüksektir. Aynı araştırmaya göre, kamu kesiminde de büyük bir işçi kıyımı yaşanıyor. İşten atılmaların, çoğunlukla “ekonomik kriz”, “siyasi amaçlı”, “yerel seçimlerden sonra”, “sendikal faaliyet” gibi nedenlere bağlandığı görülüyor. Yasaların işçi çıkarmayı engelleyici nerdeyse hiçbir hüküm taşımaması ve sendika merkezlerinin ciddi bir tepki göstermemesi, işverenlere zorlanmadan işçi çıkarma olanağı verirken, yüz binlerce işçi işsizler ordusuna dâhil oluyor, sendikalar üye kaybediyor.

 

İŞTEN ÇIKARILMALARIN KONFEDERASYON VE

BAĞIMSIZ SENDİKALARA GÖRE DAĞILIMI – Tablo-2

1989 1990 1991 1992 1993 1994

Türk-İş 95,763 94,490 109,867 39,609 19,598 54,872

Hak-İş 794 1,103 4,074 2,409 1,273 29,737

DİSK 35 2,200 29,737

Bağımsızlar 3,087 3,331         4,870 2,121 1,717

Sendikasız 37,463       5,428         17,993       7,440 584 694,056

veya Sendikası

Bilinmeyenler

Toplam: 137,107     104,352     136,804     51,614   25,372       808,402

 

Sonuç olarak, sendikaların üye kaybının ağırlıklı kısmını işten atılmalar oluştururken, sendika merkezlerinin bu kıyıma sessiz kalmaları işçinin, öz örgütü sendikasından soğumasına, kendi başının çaresine bakmak üzere, işinden olmamak için sendikadan ayrılması gibi sonuçlara da yol açmaktadır. Bu bakımdan işten atılmalar karşısında ciddi ve engelleyici bir barikat örmek yaşamsal bir önem taşıyor.

c) Özelleştirme ve taşerona iş verme

Özelleştirmenin gerçek amacının, işçi sınıfının tüm kazanımlarının yok edilmesi ve emperyalist tekellerin sınırsız sömürüsü için zeminin düzlenmesi olduğu, dergimizce çokça vurgulandı. İşçilerin en önemli kazanımlarından biri olan sendikal örgütlülüğün de hedefler arasında olduğuna kuşku yoktur. IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye egemen sınıflarına dayattığı ve kredi musluklarının açılmasını da bunların uygulanmasına bağladığı “öneri paketleri”nin önemli bir kısmını özelleştirmenin yapılması, kamudaki çalışan sayısının azaltılması ve ücretlerin düşürülmesi oluşturuyor. Bu durumun ancak işçi hareketinin ve sendikaların gücünün kırılmasıyla gerçekleşebileceğinden hareketle sendikal harekete saldırılmaktadır.

Ama daha önemlisi, özelleştirmenin gerçekleştirilmesiyle sendikalar önemli bir üye kitlesini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelecekler. Bugün özelleştirme kapsamındaki kamu işyerlerinde devlet, mevsimlik ve geçici işçilik, kapsam dışı personel vb yollarla önemli miktarda işçinin sendikalaşmasını fiilen engellemektedir. Ancak kamuda çalışan işçiler, özel sektörde olduğu kadar kolay atılamamaktadır ve bu kesimde sendikalaşma oranı yüksektir. Özelleştirme, diğer şeylerin yanı sıra, işyerlerinin dağıtılması, işçilerin sendikasızlaştırılması gibi sonuçlar da doğuracaktır.

Kamu kesiminde çalışan ücretlilerden işçi kapsamında olanların ağırlıklı bölümü sendikalıdır. Özelleştirme politikalarının uygulanması kararma varıldıktan sonra KİT’lerdeki işçi sayısı sürekli azaltılmış olmasına rağmen kamu kesiminde örgütlü sendikaların 700 bin civarında üyesi vardır. Bu, toplam sendikalı sayısının yarısından çoğudur. Kuşkusuz bu işçilerin ancak bir bölümü özelleştirme kapsamına alınan işletmelerde istihdam edilmiştir. DPT tahminlerine göre KİT’lerde çalışanların toplamı 617.796 kişidir. Dünya Bankası, KİT personelinin üçte-birinin azaltılmasını “önermiştir”. Özelleştirmeyle birlikte, 200–350 bin arası çalışanın işten çıkarılacağı tahmin edilmektedir. (Dünyada ve Türkiye’de Özelleştirme, Türkiye Maden İşçileri Sendikası Yayını, Nisan 1994, sf. 130)

Kamu kesiminde sendikalaşma oranının yüksek olmasının çeşitli nedenleri vardır. En başta, kamu işyerleri niteliği gereği, sigortasız işçi çalıştıramaz. Buna karşın özel sektörde işçilerin önemli bir bölümü sigortasızdır ve doğal ki sendikalaşma kapsamı dışındadır. Türkiye’de sendikalar bir demokrasi işareti olarak vitrine yerleştirildiği için en başta devlet işletmelerindeki işçilerin sendikalaşması teşvik edilmiştir. Devlet işletmeleri nispeten çok sayıda işçiyi bir araya toplayan büyük işletmelerdir ve bu örgütlenme olanağını artırmaktadır. Gerçi devlet son yıllarda sözleşmeli personel uygulamasına ağırlık vermiştir ve bu kapsamdaki çalışanların sendikalaşma hakkı yoktur. KİT çalışanlarının 206 bini memur ve sözleşmeli personeldir. (Agy, sf. 137)

Özelleştirme, sendikal örgütlenmeye müsait büyük işyerlerini küçük işyerlerine bölerek, taşeron uygulamasına giderek işçileri atomize edecek ve sendikasızlaşmayı derinleştirmeye çalışacaklardır.

Özelleştirmeden sonra KİT’lerde yaygınlaştırılması düşünülen taşeronlaşma bugün sendikal örgütlenmeyi tehdit eden pratik bir saldırı niteliğindedir. Sermayenin uluslararası dolaşımının daha da hızlandığı “globalizm” döneminin bir özelliği de, üretim sürecinin bir ülke sınırları dışına taşırılmasının olağanüstü bir yaygınlık kazanmasıdır. Bu, üretim sürecinin işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırılmasından oluşan bir çeşit “uluslararası taşeron” sistemidir. Aynı amaçla yaygınlaştırılan ülke içi taşeron uygulaması, doğrudan anti-sendikal bir özellik gösteriyor. Taşeron uygulaması, bir işverenin yaptırdığı işlerden bir kısmını veya tamamını başka işverenlere vermesi anlamına geliyor. Kimi zaman da fason üretim denilen yöntemle ürünün değişik parçaları başka mekânlardaki işverenlere yaptırılıyor. Pazara sunulan meta, farklı firma ve mekânlara dağılmış işçilerce üretilmiş oluyor. Örneğin patron, işyerinin temizlik, yemek gibi ihtiyaçlarını anlaştığı bir taşeron firmaya yaptırıyor. Sonuçta, işçiler farklı işyerlerine dağılmış oluyor; patron çeşitli haklara sahip sendikalı işçiyi kapı dışarı ederken, diğer kapıdan sigortasız, asgari ücretle çalışan işçiler beliriyor. Eğer uzun mücadelelerle taşeron firmaya ait işçiler sendikalaşır ve yetki alırlarsa, taşeron firma “iflas ediyor”, başka bir ad altında faaliyete geçen ve özünde aynı olan taşeron firma yeni işçilerle işe başlıyor.

Petrol-İş Sendikası, örgütlü olduğu işyerlerinde işçilerden % 10’unun taşeron firmaya ait işçiler olduğunu saptamıştır. Giderek yaygınlaşan, temizlik, yemek hizmetlerinden başlayıp, zamanla üretimin temel bölümlerini taşeron firmalara vermeye dayanan bu sistemde esas firma işçileri sendikasızlaşma ve işten atılmayla yüz yüze kalırken, taşeron firma işçileri vahşi sömürü koşullarında sigortasız, her türlü haktan yoksun koşullarda çalışıyorlar.

 

3. SENDİKASIZLAŞTIRMA VE SENDİKALAR

Sermaye, tüm olanaklarıyla sendikaları işlevsizleştirip tasfiyeye yönelirken, sendika bürokrasisi de mevcut yapısı ve konumu gereği bu saldırı cephesinin bir unsuru haline geliyor. Tasfiye edilmeye çalışılan bir kurumun yöneticisinin, eylemiyle, başında bulunduğu kurumun güçsüzleşip yok olmasına destek olması, hazin bir çelişkidir. Ama başka türlüsü de imkânsızdır. Çünkü sendika ağası, işçi içindeki ayrıcalıklı bir burjuvadır. İşlevini, işçi hareketini düzen sınırları içinde tutmakla yerine getirebilir. Sendikanın tasfiyesinin onun ağalık koltuğunu yıkacağı doğrudur. Ama saldırıları püskürtecek bir eylem çizgisi sendikaya hâkim olduğunda, ağalık koltuğunun işçinin rüzgârıyla ve daha büyük bir çatırtıyla yıkılacağı da aynı ölçüde doğrudur. Bu, sendika bürokrasisinin çözümsüz çelişkisidir. Bu birçok yönden ele alınabilir.

Sendika ağalığının ilk sendikasızlaştırıcı işlevi, işçileri, çatısı altına topladığı sendikalar eliyle örgütsüzleştirmektir. Türkiye’deki başlıca sendika konfederasyonlarının yönetim aygıtları (alt kademelerde daha çok üst yönetimlere çıkıldıkça ise seyrek rastlanan duyarlı ve mücadeleci sendikacı içermelerine karşın), esas olarak, işçinin iradesini ortaya koymasını engelleyen, onu karar süreçlerinin dışına iten, tercihini ortaya koymasını türlü oyunlarla engelleyen yabancılaştırıcı bir etkiye sahiptir. Üç yılda bir yapılan kongrelerde, nabza göre hükümete atan, rakibinin kirli çamaşırlarını ortaya döken ağalardan birini tercih etme zorunluluğu, “işçinin hakkını almadan bana uyku yok” diyen sendikacının işçinin haberi ve bilgisi olmadan gizli kulislerde bağıtladığı sözleşmeler, sendikasındaki personeli bir patron gibi ezen, işçi aidatlarının aslan payını ücret ve harcırah olarak cebe indiren, içinden çıktığı sınıfa yabancı bürokrat portresi… Bunlar burjuva sendikacılık hareketinin ilk akla gelen özellikleri.

İşçilerin, sermaye karşısında sömürüyü sınırlandırmak ve insanca çalışma koşulları elde etmek için oluşturdukları işçi birlikleri olarak sendikalar, gerçek işlevlerini kavuşurlarsa, işçilerin sermaye sınıfına karşı mücadelesinde bir okul görevi görürler. İşçiler sermayeye karşı girdikleri mücadele ortamında kendi sınıf özelliklerini açığa vururlar. Yeni mücadele ve örgüt biçimleri yaratırlar. Sendikalar da zaten işçilerin patronla girdikleri mücadele içinde zorunluluğunu kavradıkları örgütlerdir. Ama işçi örgütlerini ortadan kaldıramayacağını anlayan burjuvazi ne zaman ki bu örgütlerin başındaki işçileri satın alıp ayrıcalıklı bir burjuva tabakaya dönüştürdü, burjuva sendikacılık da işçilerin hareketinin, öfke ve tepkilerinin düzen içinde soğurulması için canhıraş bir çabaya girdi ve sendikayı da bu amacın parçası kılmaya çalıştı. Kitlelerin iradesi, bürokrasinin tekeli altına girdi. Sendikacılık ise, yaşam koşulları ve ücret bakımından ayrıcalıklı bir profesyonel grubunun tekelinde “al gülüm-ver gülüm”lü bir danışıklı dövüş haline geldi; sendika ise, işçinin kendini yabancı hissettiği, kararlarına katılmadığı hantal bir gövdedir. İşçinin sendika ile ilişkisinin, seçimden seçime oy vermekle sınırlı olan partiyle ilişkisinden özü bakımından farklılık kalmamıştır. Bu durumda sendika ne kadar büyük olursa olsun, hak elde etmede etkisiz bir örgüt, en fazla bir sızlanma örgütüdür.

Bu söylenenler Türkiye sendikacılığı için daha fazla geçerlidir. Önceden de söylendiği gibi, devlet, sendika hakkını tanırken, sendikaların devlete bağlı örgütler olmasına azami dikkat gösterdi. Türk-İş, işçilerin taleplerini ifade etmek amacıyla girdikleri sendikaların üstüne geçirilen Amerikancı bir şemsiye oldu. ABD, CIA’yla doğrudan ilişkili sendika merkezi AFL-CIO’yu Türkiye sendikacılığını yönlendirmekle görevlendirdi. Son derece gerici bir özellik taşıyan Amerikan sendikacılığı, Türk sendikacılığının modelini tayin etti. Türk-İş’in AFL’den aktardığı sendikacılık ilkesi “partiler üstü”cülüktü. Bu, parti ayrımı gözetmeksizin düzene kesin bağlılık anlamıyla doğru kabul edilebilir. Ama Türk-İş’in her dönem, iktidar partisinin bir eklentisi olduğu gerçeği ile partiler üstülük çelişmiyordu. Amerikan yardımı ve Amerikan sendikalarının verdiği eğitimle şekillenen, ABD’nin Asya’ya yayılmasına aracılık eden AAFLI’yla (Asya Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) ortak “araştırma” ve “eğitim” faaliyetine giren Türk-İş, işçileri düzene bağlamaya çalışan bir zincir olarak örgütleniyordu. Ama sınıfın, tüm bunlara karşın sendikal haklarını kullandığını, bu devlet sendikacılığını reddeden eğilimleri doğurduğunu söylemeliyiz.  1967’de kurulan DİSK, işçi sınıfının bu devlet sendikacılığına tepkisinin bir ürünüydü. DİSK tabanındaki devrimci kaynaşma, DİSK yöneticilerini de önüne katan bir hareketlenme doğuruyordu. Bugün gelinen noktada, farklılıklar taşısalar da mevcut sendika konfederasyonları, sendikaların temel işlevlerini görmesini engelleyen bürokratik yönetim altındadırlar. Bu da işçinin sendikasına yabancılaşmasına yol açmaktadır.

Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, tüm bu olumsuzluklara rağmen sınıf içindeki hareketliliğin devrimci sendikal mevziler elde edilmesine yol açtığı, sendikaların yönetimlerine rağmen işçi örgütleri olduğu ve ağaları başından atmaya yetecek bir dinamik taşıdığı görülebilir bir durumdur.

Sendika merkezlerinin burjuvazinin saldırıları karşısında çözümsüz kalmaları ve sonuç olarak sendikal örgütlülüğün, kendisinden beklenen asgari işlevi yerine getirmemesi, (bir de burjuvazinin sendikanın gereksizliği propagandası da eklenince) işçileri sendikadan soğutan ve güvensizliğe düşüren bir rol oynuyor. Özelleştirmeyi engellemeyecekse, işten atılmamın önüne geçemeyecekse, ücretimin artırılmasını sağlamayacaksa ne yapayım sendikayı!?

Sendikalar, burjuvazinin sendikalara ihtiyaç duyduğu ve işçilerin yaşam koşullarını iyileştirecek uygulamalara razı olduğu dönemde, tüm yabancılaştırıcı işlevine karşın işçilerde zayıf da olsa bağlılık doğuruyordu. Sendikalar, birtakım taleplerin, küçük didişmelerle de olsa elde edilmesini sağlıyordu. Bu da işçinin sendikaya bağlılığının asgari koşuluydu. Ama artık köprülerin altından çok sular akmıştır. Burjuvazi, değil işçilere yeni haklar tanımak, belirli koşullar altında verdiklerini geri almaya çalışmaktadır. 700 bin işçiyi kapsayan TİS görüşmelerinde hükümet sözcüsü, açıkça kazanılmış hakların geri alınacağını ilan etmiştir. Burjuvazi, işçilerin taleplerini karşılama imkânından yoksundur ve bu da sendika ağalarının manevra alanını daraltmaktadır. Sorun netleşmektedir: Ya saldırılara boyun eğeceksin, özelleştirmeye, işten atmalara, sendikaların tasfiyesine sessiz kalacaksın; ya da bu saldırıları geri püskürtmek için cepheden mücadele edeceksin. Başka yol yoktur. Tatlı pazarlıklarla ücret artırmanın devri geçmiştir. Tüm faaliyetini hükümetle dostlar alışverişte görsün tarzında yürütülen pazarlık eksenine oturtan burjuva sendikal akımın doğasına aykırıdır mücadeleci bir çizgi izlemek. O halde ortaya çıkan, işlevsizliktir. İşlevsiz bir sendikanın işçiler için çekim merkezi olması ise mümkün değildir. O halde diyebiliriz ki, burjuva sendikacılık, işçiyi kendisini öz örgütleri sendikadan soğutan bir rol oynamaktadır.

 

SENDİKA BÜROKRASİSİNİN ÇÖZÜMÜ: DAHA FAZLA UZLAŞMA

Burjuva sendikacılık, kendisinin de rolü olduğu bu durumu “sendikal kriz” diye tanımlıyor ve çözüm önerileri üretmeye çalışıyor. Krizin kökeninde sendikaların yeni gelişmelere ayak uyduramaması saptamasından hareketle, “uyum” teorisi geliştiriyor.

Didişmeyle hak alınamıyor; konuşup tartışıp, “sosyal diyalog”u geliştirip işverenleri insafa getirelim diyorlar. İşverenler insafa gelir mi, bilinmez. Ama bilinen bir şey var ki, işverene bu çağrıların çok önceden de yapıldığıdır. Burjuvazi, bu adalet, yardım çağrılarına soğuk bir tebessümle karşılık vermiş, kendi varlık nedeni olan sömürüyü gerçekleştirmeye devam etmiştir.

“Kalite çemberleri”, “çağdaş sendikacılık” gibi “yeni” sendikal anlayışlar, sendika bürokrasisinin yaşadığı krize çare olur umuduyla allanıp pullanarak tedavüle sokuldu. Adı çağdaş olan ve hemen, önceki sendikal yapı ve anlayışların “çağının geçtiğini”, kendisinin ise yeni çağdaş gelişmelere uygun bir anlayış olduğunu hissettiren bu anlayış, beklendiği ölçüde bir yayılma alanı bulmadı. Eleştirisi dergimizin eski sayılarında yapılan bu sendikal anlayışlar üzerinde yeniden durmaya gerek yok. Şu kadarını söyleyelim ki, yeni diye sunulan bu sendikal anlayışlar, fazlasıyla eskidir ve doğal bir şekilde değil, işçi hareketinin rüzgârına dayanamayarak yıkılmışlardır. Şimdi, sınıf sendikacılığının etki alanının zayıf olduğu, sosyalizmin prestijinin zayıfladığı koşullarda, belki işe yarar umuduyla yıkıntılar içinden çıkarılıp piyasaya sürülen bu anlayışların, tüm politikasını uzlaşma üzerine kurmuş sendika bürokrasisi için pek bir yeniliği de yoktur. “Yanlış” teşhisin doğru sonuç vermesi beklenemez. Sendika bürokrasisi “fazla kavgacı” olduğu için değil, aksine hükümetin eteğinde tatlı pazarlıklardan ibaret bir uzlaşma çizgisi izlediği için krizdedir. Ama bu yeni teorisyenler, kendi sendikacılık anlayışlarını çağdaş dünyanın diyaloga açık işverenlerine güven üzerine kuruyorlarsa o başka. Burjuvazi, ancak kendi kârını artıran bir diyaloga vardır. Gerisi boş gevezeliktir. Ama işin doğrusu şudur ki, bunlar görüşlerini işçi sınıfının değiştiği, eski devrimci ve yıkıcı sınıf olmadığına dayandırıyorlar ve bu bakımdan da belki uzlaşmanın bir işe yarayabileceğini söylüyorlar. Bu satırların yazıldığı sıralarda Ankara’ya gitme hazırlığı yapan on binlerce ve belki de yüz binlerce işçi, daha önceki eylemlerinde olduğu gibi, bir ve aynı sınıf olduğunu, bileklerinde kölelik zincirleri taşıdıkça aynı sınıf olarak kalacağını eylemleriyle ortaya koymuştur.

***

Türkiye, keskinleşmiş sınıf çelişkileriyle ve proletarya hareketinin, istikrarsızlığına karşın sistem duvarlarında sürekli yıkıcı etkisiyle karakterize olan bir ülkedir. Bu sınıf dinamikleri, kendi eylemine ket vuran sendika bürokrasisini başından atmaya, sermayenin saldırı programlarını işlemez kılmaya yeterli bir potansiyel taşıyor. İşçi sınıfının eylem süreci, sendikaların gerçek işlevlerine kavuşması süreci de olacaktır. Bugün azgın bir sendikasızlaştırma dalgasına karşın, sınıfın değişik kesimlerinin dalga dalga sendikalaşma hareketine girdikleri, tüm yasaklara, işten atmalara rağmen yeni sendikal mevziler yaratmaya giriştikleri olgusal bir gerçektir.

Bu bakımdan güvenle söyleyebiliriz ki, burjuvazinin sendikaları ortadan kaldırma operasyonu, geri tepecektir. Bu çatışma sürecinin, sendikaların gerçek işlevlerine kavuşma süreci olmasının koşulları vardır.

Kaldı ki, bugün burjuvazinin genel eğilimi, sendikasız bir “çalışma hayatı” olsa da, işçi sınıfının yükselen dalgası karşısında burjuvazi, sendika bürokrasisine ihtiyaç duyacaktır. Ama önemli olan, burjuvazinin karşısına gerçek sınıf talepleriyle çıkabilmek ve bu süreçte sendika bürokrasisi dalgakıranını da etkisizleştirmektir.

 

Ağustos-Eylül 1995

Devrimci irade üzerine

Planlamaya ilişkin yazımızda üzerinde duruluyor: Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ve sosyalizm, kapitalizmin zorunlu sonucu. Nesnelerin bütün birikimi bu yönde. Kapitalizm, üretici güçleri toplumsallaştırarak ve onların kendi gerçek niteliklerinin tanınmasına götürerek ve kuşkusuz, kendi mezar kazıcısı olarak, en büyük üretici güç olan proletaryayı yaratıp nicel ve nitel olarak geliştirerek, onu başkaldırıya ve dönüştürücü bir güç olmaya iterek, sosyalizmi nesnel bir zorunluluk haline sokuyor.

Tarihin çarkı, istendiği kadar tersine döndürülmeye çalışılsın, üretim araçlarına el konulmasını dayatma yönünde dönüyor. Proletaryanın iktidarını, onun egemen sınıf olarak örgütlenişini zorluyor.

Bu, genel doğrultu.

Genel teori alanında bakıldığında, ya da ekonomik ve siyasal ideolojik süreçlerdeki daha özel etkilere (ve sonuç olarak özel gelişmelere) yol açan değişkenlerin etkinlikleri ve zaman değişkeni göz önüne alınmadığında, bu, doğrudur.

Ama ekonomik süreçlerde dalgalanmalar biliniyor. Kapitalizmin devrevi bunalımlara götürdüğü ve bunların kapitalizmin sonuna işaret ettiği bir gerçek olmakla birlikte, bu dönemlerin bir proleter iktidar yolunda değerlendirilemediği (bunun için sübjektif koşulların yetersiz olduğu) koşullarda, üretici güçlerin önemli ölçüde yıkımını takiben, üretimde yeni bir canlanmanın yolu açılıyor. Bu canlanma tam olmayabilir, refaha varmayabilir, durgunluk içinde gelişme halini alabilir, ama kapitalizm, şöyle ya da böyle çöküşten çıkıyor. Geçici de olsa, kapitalizmin ömrünün uzamasının nesnel bir zemini varolabiliyor.

Kapitalizmi ekonomik olarak da güçlendirmek üzere, proletaryanın aldığı siyasal yenilgiler, onun ömrünün uzamasının nedenleri arasında yer alabiliyor, Örneğin, SSCB’de kapitalizmin restorasyonu sürecine girilmesi, yalnızca siyasal süreçlerin etkisi bakımından değil, dolaysızca da, kapitalist pazarın -eski sosyalist ülkelerin katılmasıyla- genişlemesine de neden olarak, kapitalizmi rahatlatabiliyor. Bu da, geçici bir “kapitalist diriliş” etkeni olabiliyor kuşkusuz.

Siyasal yenilgiler, bir devrimin başsızlığa uğraması ya da devrimin dünya çapında gerileme veya durgunluk sürecine itelenmesi, ekonomik sonuçları hesaba katılmaksızın, salt siyasal yenilgi olarak, proletaryanın (ve müttefiklerinin) güçlerini ve örgütlerini dağıtıcı, oportünizmi körükleyici ve dolayısıyla bilincini köreltici etkileriyle, kuşkusuz geçici olarak, ama kapitalizmin ömrünü uzatıcı rol oynar.

Kapitalizmin zorunlu olarak devrim ve sosyalizme yol açışı, sorun somut ele alındığında, çağın kapitalist çürüme ve proleter devrimleri çağı oluşu ve sosyalizm için nesnel koşulların olgunlaşmış bulunması genel doğrusunun ötesine -somuta- geçilerek, bir devrim durumunun bulunup bulunmadığının irdelenmesine dönüşür. Devrimin nesnel koşulları somut tarihsel durum açısından olgunlaşmış ve bir devrim durumu oluşmuşsa (Bkz. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay. 6. baskı, Kaim 1992, sf. 102), iş, sübjektif koşullara kalmış demektir. Her devrim durumu, bir devrime yol açmaz; devrim, ancak, “nesnel değişmelerin yanı sıra öznel bir değişme de olursa, yani bunalımlı dönemlerde bile zorlanmadığı takdirde ‘devrilmeyen’ eski hükümeti yıkacak (ya da uzattıracak) güçte bir devrimci sınıfın yığın eylemi yapmaya gücü yetmesi halinde meydana gelir.” (agy) Devrimci sınıfın, bilinç, örgüt ve mücadelesinin düzeyi, ezilen sınıfları peşinden sürükleme ve ara tabakaları tarafsızlaştırma yeteneği, ruh hali, kararlılığı vb., kapitalizmin nesnel olarak zorunlu kıldığı ve somut pratik olabilirlik açısından nesnel koşulları olgunlaşmış devrimin, gerçekleşmesinin ihtiyaç duyduğu öznel değişmeler ya da devrimin sübjektif koşullarıdır. Başta sayılan üçünün, diğerlerini koşullandırdığı ve önünü açtığı etkenler.

Demek ki, bir devrimin olabilmesi, insan iradesinden bağımsız nesnel toplumsal siyasal değişme ve gelişmelerin yanı sıra, insan iradesinin konusunu oluşturan, insana bağlı, kuşkusuz dönüştürücü insana bağlı değişmeleri de gereksiniyor, iradeye bağlı olmayanları çözmek, başlıca tarihin tekerleğinin işidir, kapitalizm, değiştirici nesnel birikimi üst üste yığmaktadır. Tıkanan kapitalizmin, şu ya da bu zaman dilimi içinde, yöneteni yönetemez, yönetileni de eskisi gibi yönetilmeye katlanamaz kılması ve bağımsız tarihsel eyleme sürüklemesi kaçınılmazdır. Ama gerisi, insana kalıyor. Devrimci insana. İnsana bağlı devrimci iradeye, insanın dönüştürücü gücü ve yeteneğine.

Burada, insan, şüphesiz, tekil insan değildir. Sınıf mücadelesi, tek tek insanlar arasındaki bir mücadele olarak gelişmiyor. Kendi başına öncü (bilinçli azınlık) de değildir. Çünkü sınıf mücadelesi öncüler arasındaki ya da devrimci öncüyle sermaye (ve devleti) arasındaki bir mücadele olarak da gelişmiyor. Devrimci öncü, devrimci iradenin başlıca unsurudur ya da bu iradenin çıkış noktası ve başlıca uygulayıcısıdır; ama (müttefiklerini de yöneten) proletaryanın parçası, onun içinde kök salmış bir öncü olarak, bu rolü oynayabilir. Devrimci irade, sınıfın iradesi olmaktan salt öncünün iradesi olmaya indirgendiğinde ya da sınıftan kopuk bir “öncü” iradesi olarak varsayıldığında, sınıflar-üstüleşir, anlamsızlaşır ve küçük burjuva bir kavrayışın unsuruna dönüşerek tek tek insanlara ve “öncü” gruplara abartılı ve gerçekleşmesi olanaksız bir rol yükleyen ve tarihi kahramanlara yaptırmaya kadar varan, nesnellikle (nesnelliğin proletaryaya tarihsel dönüştürücü rol verişiyle) çelişen bir hal alır. Devrimin öznel koşulunu oluşturmaktan uzaklaşır; çünkü, kendi başına öncü kendisini ve iradesini ne denli zorlarsa zorlasın, devrimin başarısını sağlamaya güç yetiremez. Devrimci iradenin asli unsuru, esas sahibi, bilinçlilik, örgütlülük ve eylemlilik durumuyla müttefiklerini de peşi sıra sürükleme halindeki proletaryadır. Öncüsü, proletaryanın bu devrimci durum ve iradesini ortaya koyusunu yönetip yönlendirici çelik çekirdeği olarak, bu iradenin taşıyıcısı ve her şeyden önce oluşum merkezidir. Devrimci irade, öncüsünün aracılığına ihtiyaç gösteren, proletaryanın iradesi olarak kavranmak durumundadır. Proletaryanın devrimci iradesi, kendisinin en ileri parçasını oluşturan öncüsünün iradesinde merkezileşmiş ve yoğunlaşmış ifadesini bulur.

Devrimin iradeye bağlı olmayan (nesnel) ve iradi (öznel) etkenleri, hiç kuşku yok, birbirlerinden kopuk süreçler oluşturmazlar, aralarında bir iç bağlantı vardır ve somut durum ve düzeyleri bakımından, birbirlerinin gelişmesi üzerinde olumlu ya da olumsuz etki yaparlar. Nesnel etkenlerin gelişmesi ve olgunlaşması, öznel etkenleri geliştirici bir rol oynar ve tersi de doğrudur. Bilinç, örgüt ve mücadele düzeyinde yansıyan devrimci iradi unsurun gelişkinliği, nesnel devrim etkenlerinin olgunlaşması üzerinde olumlu bir etki yapar.

Bu son söylenen, devrimci iradenin rolünü büyütür. Yalnızca büyütmekle de kalmaz; devrimci iradenin sadece devrimin nesnel etkenlerinin olgun olduğu koşulların bir ihtiyacı olduğu fikrini dıştalar. Devrimci irade,   devrimin nesnel etkenlerinin olgunlaştırılmasının da bir faktörüdür. Üstelik proletarya (ve müttefiklerinin) bilinç, örgütlülük ve eylem düzeyinde somutlanan devrimci irade, devrim durumu koşullarında başarılı bir devrime yol açabilmek üzere, bu irade bir anda var olamayacağı için, öncesinden kendi gelişme sürecini yaşamış olmalıdır. Bütün bir devrimci hazırlık dönemi, gerek devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmasını olumlu yönde etkilemek, gerekse de kendi birikimini, yaygınlaşmasını ve kitlelere mal olma sürecini yeterli bir düzeye ulaşmak için tamamlamak üzere, devrimci iradenin uygulanma alanını (sürecini) oluşturur. Proletarya ve müttefiklerinin bilinç, örgütlülük ve eylem düzeyi, devrimin hazırlık döneminde yükseltilecektir. Devrimci irade, yalnızca devrimin (ve devrim döneminin) değil devrimin hazırlığının (ve hazırlık döneminin) zorunlu bir unsurudur. Devrimin kendisi ve hazırlığı, kuşkusuz toplumsal siyasal gelişmelerin nesnelliğini göz önünde bulundurmayı ve bu nesnelliğe dayanmayı, ama en az bunun kadar önemli olmak üzere, biçiminde ve uygulanmasında en büyük esnekliği varsayan, sarsılmaz, yolundan sapmaz, güçlüklerden yılmaz, ciddi bir devrimci iradeyi gerektirir.

Ayaklanmayla oynanmaz örneğin. Ayaklanma, bir komploya ya da yalnızca öncüye değil ama öncü sınıfa dayanarak, ikinci olarak, halkın devrimci atılımına dayanarak ve üçüncü olarak, yükselen devrimin ve öncünün etkinliğinin en güçlü ama karşı devrimin ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişkili dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü olduğu bir dönüm noktasında patlak vermelidir. (Bkz. Lenin, Nisan Tezleri, Sol Yay. 4. baskı, Ağustos 1989, sf.158) Ama bir kere olgunlaştıktan sonra beklemek, oyalanmak, atılım göstermede kararsız davranmak, başladıktan sonraysa, durmak, savunmada kalmak, sürekli saldın halinde bulunmamak ölüm demektir.

Ama sadece ayaklanmayla değil, genel olarak sınıf mücadelesiyle de oynanamaz. Ayaklanmaya geçiş dönemlerinde, uygun yeni araçların sistemleştirilmesi ve halkın silahlandırılmasına girişmekten, yeni mücadele biçimlerinin önünü açmaktan geri durulamayacağı gibi; devrimin görece olağan hazırlık koşullarında, bu hazırlığın, olanca çeşitliliği içinde her özel durum ve her alanda, dayatılan bütün görevleri üstlenerek, en uygun araç ve yöntemlerle, olağanüstü esneklik ama sarsılmaz bir devrimci iradeyle yürütülmesinden de

kaçınılamaz. Her şey devrim içindir.

Esneklik, evet ve gerektiğinde -ki mutlaka gerekir- uzlaşmalar, burjuva ve küçük burjuva çeşitli katmanlara ve onların çeşitli temsilcilerine verilen tavizler (ve onları kullanmak), hazırlığın kapitalizm koşullarında gerçekleştirilmesinin zorunlu sonucu olarak çeşitli “işler”in burjuva mülkiyet ortamı, atmosferi olmadan, bu atmosferin unsuru ve yayıcısı küçük burjuva aydınları vb. olmadan yapılamayacağını bilerek bu koşulları ve unsurlarını kullanmak, hedefe varmak için dümdüz değil genellikle etrafından dolaşarak yürümek, yalnız saldırmak değil savunma yapmak, hatta geri çekilmek, evet, tümü zorunludur, gereğinden kaçılamaz; ama tümü, çelikten bir devrimci iradenin gerçekleşme koşul ve biçimleri olarak ortaya konabilir ve devrimin hazırlığının ihtiyaçlarına bağlanır. Tümünü tek bir he-tefe kilitleyen devrimci irade olmadan ya da eksikliği koşullarında, her şey anlamsızlaşır, zıddına dönüşür.

Devrimci hazırlık, devrim ve hatta devrimin zaferi sonrasında uzunca bir dönem burjuvazi proletaryadan daha güçlüdür. Proletarya diktatörlüğü koşullarında, elinden iktidar olanakları alınmasına rağmen, uluslararası ilişkilerinin yanı sıra, kapitalizmin bir çırpıda bütünüyle tasfiye edilememesi ve üstelik meta üretiminin kapitalizmi durmaksızın yeniden üretmesi nesnel zemininde, ve buradan yansıyan özel mülkiyet özlemleri, ona ilişkin fikir, önyargı ve alışkanlıklar, burjuvazinin örgütlenme ve nüfuz yeteneği gibi öznellikleriyle daha güçlü olarak kalabilen burjuvazinin (Bkz. Lenin, “Sol” Komünizm, Sol Yay. 5. baskı, Haziran 1991, sf. 66) bu güçlülüğünde, “yenilgisinin direnişini artırması”nın rolü kuşkusuz vardır; ama, nihayetinde, en başta iktidar olanakları gelmek üzere, olanaklarının daraldığı da bir gerçektir. Elinde iktidar olanakları olduğundaysa gücünün, tıkanmalar ve krizlerle ne denli sarsıntıya uğratılsa da, daha büyük olduğu bir gerçektir. Siyasal egemenlikle pekiştirilen bütün bir etki altına alıp boyun eğdirip özel mülkiyet ilişkileri, buradan gelen ağır kokulu yaygın bir küçük burjuva atmosferi, proletarya saflarında bile etkisini gösterir (işçi bürokrasisi vb.). Ve devrimin hazırlığı bu ağır ortamda yapılacaktır; başka yol yoktur.

Ama bu durumun dayattıkları, yalnızca örgütlenme girişimlerine saldırılar, tutuklamalar ve cinayetler değil, yalnızca ideolojik egemenlikten gelen beyinleri iğdiş edicilik değil, yalnızca kararsızlıklar ve yalpalamalar değil, proletaryanın kapitalizm koşullarında burjuvazi karşısındaki kaçınılmaz güçsüzlüğünden gelen her türlü zorluklardır da. Proletaryanın bankası ya da başka finans kuruluşları yoktur örneğin -maddi (parasal) zorluklar. Partiler sistemi, parlamento vb. ekonomik gücü varsayan engellerle doludur; toplantı salonları vb. sermayenin denetimindedir, kâğıt stokları da öyle. Örgütlenme, toplanma, basın vb. özgürlüklerinin, ekonomik olarak gerçekleşebilirlik olanakları olağan koşullarda yoktur ya da olağanüstü sınırlıdır. Bunlar, bir de siyasal zorbalıkla daraltılıp olanaksızlaştırılır. Bütün bunlar, bir yandan, proletaryanın önüne dev zorluklar olarak dikilir, öte yandan devrimci iradenin önemi ve rolünü artırır.

Daha, sayılamayacak kadar çok zorlukların sözü edilebilir. Üstelik yalnızca zorluklar nedeniyle değil ama bir dizi başka nedenle de hatalar yapmak kaçınılmazdır. Teori, hep pratiğin ardından gelir; pratiğin yolunu aydınlatan teori, hata olasılığının önünü ne denli kesse de, yine de, kaçınılamayacak hatalar için belirli bir yer kalır. Bu da zorlukları büyütür.

Kendisinden güçlü bir düşmana karşı, onun maddi ekonomik temeliyle birlikte egemenliğini hedef alarak, büyük zorluklar içinde yürütülecek bir devrim hazırlığının en başta ve en çok ihtiyaç duyduğu şey, sarsılmaz bir devrimci iradedir. Bu anlamıyla sınıf mücadelesi, devrimci iradenin etkinlik alanıdır.

 

ÖZGÜRLÜK-ZORUNLULUK İLİŞKİSİ VE DEVRİMCİ İRADE

Devrimci irade, kuşkusuz, devrimciliği kendinden menkul, toplumsal siyasal gelişmenin nesnelliğini dikkate almayan bir kör irade değildir. Kuru devrimci iddialar ya da devrimci gevezelikle ilişkisi yoktur. “Ben bilirim”ci dayanaksız zorlama anlamına hiç gelmez.

İrade, doğal ki, yalnızca proletarya için değildir. Burjuvazi de irade kullanımları gerçekleştirir. Bütün bir üst yapı, devleti, ordusu, ideolojisi, hukukuyla, tamamen burjuva iradesinin gerçekleşme alanlarını oluşturur. Burjuva devlet örneğin, iradeye bağlı olarak ortaya çıkmamıştır ya da varlığı iradeye bağlı değildir; ama örgütlenmesi ve tüm uygulamaları, burjuva iradesini yansıtır. Proletaryanın geçmişten gelen, bilinçlilik, örgüt ve mücadelesinin kazananları, birikmiş proleter irade, burada, salt burjuva iradesini sınırlar; burjuvazi, bunu dikkate alarak davranma durumundadır (tekelci dönemde burjuva demokrasisi). Proletaryanın kazanımlarının giderilmesi, onları garanti eden, proleter bilincin kazınması ya da etki alanının daraltılması, örgütlerinin dağıtılması ve mücadelesinin ezilmesini gerektirir. Bu durumda, burjuva irade, daha sınırlanmamış haliyle bir başka devlet biçiminde yansır (faşist diktatörlük). Bu, faşist diktatörlüğü mümkün kılan ekonomik temelin var olması zorunluluğuyla çelişmez.

Burjuva ordu, örneğin, hele faşist diktatörlüğün bir kurumu olarak ordu, kendisinden başkasına hemen hiç tahammül göstermeyen burjuva iradenin bir cisimlenmesini oluşturur. Bu, yine, askeri sanayi kompleksiyle iç içe girmiş haliyle militarizminin ekonomik temellerinin küçümsenmesi ya da reddini gerektirmez; ama burjuva iradesinin, somut bir örgütlenme tür ve tarzına işaret eder.

Ayrıntıya girmemek için öncesini bir yana bırakarak tekelci kapitalizm koşullarını ve tekelci burjuvaziyi düşünürsek, asalak, çürümüş, can çekişen, üretici güçlerin gelişmesiyle kökten çatışan kapitalizmin burjuvazisinin iradesinin, tarih tekerleğini tersine döndürmeye çalışan, nesnel olmayan (ya da nesnelliğe dayanmayan), çünkü zorunluluğa karşı duran tamamen gerici bir nitelik taşıması anlaşılır bir şeydir.

Devrimcilik adına, sınıfa dayanmayan “öncü”nün iradesi olarak aşırı abartılan, temelsiz bir zorlama unsuru olan, sınıf mücadelesinin akışına değil “öncü”nün ihtiyaçlarını karşılamaya ve iddialarına bağlanan bir irade türü olarak devrimci gevezelik ya da küçük burjuva iddiacılık da, nesnelliğe, toplumsal gelişme yasalarıyla devrim yasalarının bilgisine dayanmaz. “Öncü”yü, onun salt iradesini ve seçme özgürlüğünü, yaşama ve sınıf mücadelesine ilişkin olanı isteğe göre belirleme özgürlüğünü esas alır. Ama tam da bu nedenle, kördür. Bu tür bir iradenin, devimin samimi olarak istenmesine (ya da istenmemesine) bağlı olması, hiçbir önem taşımaz. Belirli yasalar uyarınca gelişen, bu yanıyla insan iradesine bağlı olmayan devrimin yasalarının bilincinde olmayan bir iradenin, devrime hizmet etmesi olanaksızdır. Ancak, çok özgün koşullarda, kendiliğinden, devrimin ihtiyaçlarıyla çakışabilir; kendiliğinden, devrimin yasalarına uygun düşebilir. Ama devrim yapmak ve onu hazırlamak, “ya tutarsa” diye “göle maya çalmak” değildir. Böyle bir irade,  kuru iddiacı, devrimci niyet ya da lafız üzerine kurulu ya da bürokratik bir irade olabilir; ama devrimci bir irade olamaz. Olanca iddialılığına karşın, burada, aslında bir irade de yoktur; “irade sahibi”, bilincinde olmadığı,  dolayısıyla ona müdahale ve yön verme şansına da sahip olmadığı (böyle bir çaba ve yönelim içinde de değildir) toplumsal gelişme ve devrim yasalarının ağırlığı altında ezilir, gelişmenin kendiliğindenliğine kapılır gider. İrade adına, iradenin yerine, kendiliğindenliğe tapınma geçer.

Devrimci irade, sosyalist içeriğiyle, kapitalizmin ürünü ve mezar kazıcısı proletaryaya özgüdür. Kapitalizmde ortaya çıkan ve geleceği, sosyalizmi temsil eden emeğin ve üretimin toplumsallaşmasının zorunlu kıldığı bütün bir nesnelliğin ürünü olarak şekillenir. Öznesi, proletaryadır. Bu nesnellikten kaynaklanan bütün süreçlerin (ideolojik, siyasal vb.) dayanaklık ettiği bir bilinçlilik, örgütlülük ve eylemlilik durumu olarak var olur.

Devrimci irade, kaynağını toplumsal nesnellikte ve nesnelliğin bilgisinde bulmayan kör bir irade olamaz. Devrimci irade, nesnellik ve onun bilgisiyle bağlıdır; nesnelliği ve onun bilgisini gereksinir. Devrimci irade ve onun kullanılmasını; kaba müdahalelerde, bürokratik tutumlar ya da abartılı “devrimci” iddialarda ifadesini bulan kör iradeden, insan iradesini toplumsal nesnelliğin önüne, hatta yerine geçiren, ama iradenin devrimci kullanımıyla ilişkisiz iradecilikten ayıran, tam da bu noktadır. Ya niçin yaptığını, ne yaptığını bilmeden körü körüne bir karar verme ya da nedenini, niçinini bilerek, ne yaptığının bilincinde olarak verilen sağlam, sarsılmaz, toplumsal dönüşüm ve devrimin gelişmesinde yol gösterici kararlar…

Hegel’e de atıfta bulunarak, zorunluluk ve özgürlük ve irade özgürlüğü üzerine Engels’in söyledikleri şunlar:

“Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen Hegel oldu. Ona göre, özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır. ‘Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.’ Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır. Bu dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar, -gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı- için de böyledir. Öyleyse istenç (irade) özgürlüğü, ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne denli özgürse, bu yargının metnini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür; oysa çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz.” (Engels, Anti-Dühring, Sol Yay. 2. baskı, Mart 1977, sf. 202-203)

Engels, yukarıda daha çok tekil insanı ve onun iradesini konu ediniyor. Ama aynı yaklaşımını, toplumsal güç ve yasalarla devrimci irade arasında ilişki kurduğu şu pasajda da görüyoruz:

“Toplumsal olarak etkide bulunan güçler, tıpkı doğa güçleri gibi etkide bulunurlar: onları bilmediğimiz ve hesaba katmadığımız sürece, kör, zorlu, yıkıcı güçler olarak. Ama bir kez onları öğrendikten, etkinlik, yön ve etkilerini bir kez kavradıktan sonra, onları gitgide kendi istencimize bağlamak ve onlar sayesinde ereklerimize erişmek, yalnızca bize bağlıdır.” (Age, sf.442)

Görülüyor ki, devrimci irade ile nesnellik ve onun zorunlu kıldıkları, toplumsal gelişmenin nesnel yasaları ya da toplumsal gelişmenin yasaya bağlanmış zorunlulukları arasındaki tek doğru ilişki, insanı (ve kuşkusuz proletaryayı) özgür kılacak, kapitalizmden kurtuluşa götürecek yasaların bilgisine sahip olmaktır. Bu bilgiye sahip olmadan, devrimci iradeye sahip olabilmek olanaksızdır. Zorunlu olanı, toplumsal gelişmenin yasalarını öğrenip bilerek kavramadan, onun gereklerine uygun davranmadan devrimci iradeyi oluşturmak olanaklı olmadığı gibi, devrimci irade aracılığıyla toplumsal gelişmeyi etkilemek ve devrimci amaçlara ulaşmak da olanaksız olacaktır. Toplumsal nesnelliği bilip tanımadan, zorunlu olanı kavramadan, sözde devrimci iradeye vurgu yapmak ve iradeyi zorlamak, kör zorunluluğun egemenliği altına girmek ve zorunluluklar tarafından oradan oraya sürüklenmek, kader olmaktadır. Burada, olanca tantanasına karşın, kör ve sözde bir iradeden, “çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık”tan söz edilebilir. Ve kural olarak, canının istediği gibi seçme, en güçlü etkide bulunan bağımlılaştırıcı gücün dayattıklarının seçilmesi (ya da o güce boyun eğilmesi) biçiminde tecelli eder. (Daha güçsüz nesnel etkenlerin dayattıklarının seçilmesi, kuralı bozmayan istisnaları oluşturur.)

Devrimci irade ve (doğru) kullanımı, “… Devrimci teori ile hareketin yasalarının bilgisiyle, devrimin yasalarının bilgisiyle silahlanmış…” olmayı gereksinir. Başka türlü körlükten kaçınılamaz. Sözü edilen yasaların bilgisiyle silahlanmak, bilimsel sosyalizmin teorisi ile donanmak demektir. Devrimci irade merkezi proletarya partisini söz konusu ederek, Stalin, bu sorun üzerinde durur: “Ama gerçekten bir öncü müfreze olması için, partinin devrimci teori ile hareketin yasalarının bilgisiyle, devrimin yasalarının bilgisiyle silahlanmış olması gerekir. Yoksa parti, proletaryanın mücadelesini yönetemez, proletaryaya önderlik edemez. Eğer parti, işçi sınıfının kitlesinin duygularını ve düşündüklerini kaydetmekle yetinirse, kendiliğinden hareketin kuyruğunda sürüklenirse, kendiliğinden hareketin ataletinin ve politikaya karşı ilgisizliğinin üstesinden gelemezse; eğer parti, proletaryanın geçici çıkarlarının üstüne çıkamazsa, kitleleri proletaryanın sınıf çıkarlarını anlama bilinç düzeyine yükseltemezse, gerçek bir parti olamaz.” (Stalin, Eserler, C. 6, Inter Yay., sf. 162)

 

TEORİDE BİLMEK YETMEZ; POLİTİK EYLEM VE ÖRGÜT

Teorik bilgi temel önemdedir; toplumsal gelişmenin yasalarını bilmeden irade devrimci tarzda kullanılamaz. Ancak devrimci irade soyut değildir, son derece somuttur. Salt teorinin griliği içine sıkışamaz. Ve teori, zaten, toplumun dönüştürülmesini ve devrimi öngörmüyor ve bu zorunluluğun yolunu aydınlatmıyorsa, toplumsal pratiğe gösteren bir eylem kılavuzu değilse, ne nesnelliğin bilgisidir, ne bilimsel ve ne de devrimci. O halde, devrimci irade, nesnelliğin bilgisine, devrimci teoriye dayanmalı; ama teori alanına hapsolmamalıdır. Ortalık, devrimci iradeye, herhangi bir konuda ne yaptığını bilerek karar verme yetisine sahip olmayan akademisyenlerle doludur.

Toplumsal dönüşüm, politik bir eylemi gereksinir. Sınıf mücadelesi, başlıca politik eylem olarak gelişir; mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini, bunun zorunlu yolu olarak kapitalistlerin iktidarının devrilmesini dayatır. Bu, salt teorik çalışma ve bilme ile başarılamaz. Bilineni uygulamayı, yapmayı gerektirir. Bu, politika alanına girilmesidir. Politika, devrimci iradenin bir yönüdür, doğruluğu ve sağlamlığı, iradenin sağlamlığının bir ölçütü olur; ama aynı zamanda da, teorinin ışığında doğru genel ve özel politikalar beklenmesi ve uygulanması, gerekli alternatiflerin ortaya konması, devrimci iradenin sağlamlığını pekiştirir. Devrimci irade, devrimci politikalar ve onlarda ısrar edilmesi, uygulanmalarında kararlılık ve ama değişen koşullarda birinden diğerine en çabuk geçiş esnekliği demektir.

Öte yandan devrimci irade, bir başka yönüyle daha soyut değil ama somuttur. Odevrimci örgütte somutlanır. Politik mücadele politik örgütle yürütülür; sınıf mücadelesi, son çözümlemede partiler arası savaştır, karşı devrimci ve devrimci partilerin çatışması, burjuvazi ve proletaryanın iradelerinin çarpışması olarak belirir. Ama burada kalmaz; proletaryanın ve partisinin saflarına sızan zehirli burjuva atmosferi ve etkisine, boyun eğmecilik ve liberal eğilimlere, küçük burjuva kararsızlık ve yalpalamalarına karşı dikilecek olan, devrimci iradedir.

Devrimci iradenin, örgütte (en başta, partide) somutlanması iki anlama gelir. Birincisi, devrimci irade, canlı, hareketli, toplumsal siyasal çatışma ve pratik değişmeler içinde etkin bir unsurdur ve herkesin kendisine göre, uluorta ve dağınıklık içinde, gevşek bir biçimde, rolünü oynamaz. Proletaryanın örgüt ruhunun ve disiplininin durmak bilmez, kesintisiz, uzun ve inatçı bir mücadeleciliği ile ifade olur.

İkincisi, devrimci irade, kişisel değil kolektif iradedir, örgüt iradesidir, örgüt ruhunu ve çelik disiplini varsayar. Merkezileştirilmiş bir irade olmadan, ne proletaryaya yol gösterilebilir ne devrim olanaklı olabilir ne de devrimin hazırlanması. Her kafadan ayrı ses çıkması, devrimci iradenin görünümü olamaz. Disiplin, devrimci iradenin ayrılmaz parçası ve gereğidir. Kuşkusuz, devrimci iradenin, başlıca az sayıda devrimcinin elinde oluşması, hatta özel durumlarda birkaç ve nihayet bir kişinin iradesinin tayin edici rol oynaması, devrimci iradenin kişiselliğini göstermez. (Marx ve Engels’in hemen her kritik anda sivrilmeleri, teorinin geliştirilmesi açısından ayırt edici rolleri, yine Lenin’in bu açıdan rolü ve Ekim ayaklanmasının hemen öncesindeki ve Stalin’in Anti-Faşist Savaşın özellikle belirli dönemlerindeki rolleri, kuşkusuz, kişisellik ve kişi putlaştırması suçlamalarının doğruluğu anlamına gelmemektedir)

Devrimci iradenin kolektif ve örgütlü irade olarak şekillenişi, proletaryanın toplumsal üretici güç olarak disiplinli ve örgütlü bir sınıf oluşunun, kişisel değil “kolektif davranışlar üreten sınıf özelliklerine sahip oluşunun ifadesidir.

Ama tam da bundan dolayı, ezilen ve sömürülen kitleler ve en başta sınıf içinde erime yeteneği, kitlelerden ve onların her günkü sorunlarından ve coşkusundan uzak olmama, devrimci iradenin temel bir unsuru olarak belirir. Sınıftan ve kitlelerden kopuk bir devrimci irade var edilemez; ama kitlelerden ve coşkusundan güç alan devrimci irade, onların seferber edilmesi ve coşkuların ve militan özelliklerin yükseltilmesinin hareket ettiricisi olur.

 

DEVRİMCİ İRADE VE PLANLI ÇALIŞMA

Devrimci irade, nesnelliğin bilgisini, politik ve örgütlü çalışmayı gereksindiği gibi, çalışmanın planlanmasını ve ayrıntıda ne yapıldığının bilinerek karar verilmesinin olanaklı kılınmasını gereksinir. Kara düzen, akla geldiği gibi kararlar alıp uygulamak, kısa ve uzun vadeli amaçlar, bunların gerçekleşmesinde etkili olacak güçler, yedekler ve diğer çeşitli değişkenleri, olası gelişme yönlerini vb. dikkate alan bir plana sahip olmamak, irade özgürlüğünü, bu kez ayrıntıda, özel uygulamalarda, bilgisizliğe dayalı kararsızlık olarak kullanma durumuna sürüklenmek anlamına gelir. Devrimci irade, her özel durumda, her belirli uygulamada, kendisini, genel teori ve politikalara bağlanmış (onun hizmetine koşulmuş) planlarda ifade eder, kendini planlar (kuşkusuz doğru planlar) hazırlanmasında gösterir ve karşılık olarak, her somut süreçte, bu planlar tarafından, kuru iddiacılıktan ayrıştırılır. Plan, devrimci iradenin, hem kendisini ifade edişi ve hem de gerçekleşme önkoşullarının genişleticisidir.

Devrimci irade ve somut süreçler diyalektik toplamı olan sınıf mücadelesi ilişkisi, devrimci iradenin sınıf mücadelesinin gelişmesine katkısı (müdahalesi) olarak, yalnızca genel politik düzeyle sınırlı değildir ve her özel ve somut sürece müdahaleyi kapsar. Her somut sürecin planlanması ve planlar aracılığıyla sınıf mücadelesine ve genel politik amaçların gerçekleştirilmesine bağlanması, hem özel süreçlerin hem de genel olarak sınıf mücadelesinin başarıyla gelişmesini olduğu gibi, devrimci enerjinin heba edilmeksizin değerlendirilmesini, devrimci iradenin kendisini gerçekleştirmesini (ve kuşkusuz merkezileşmiş devrimci iradenin sinir merkezi devrimci önderliğin başarısını) garanti eder.

Her somut sürecin bilinebilir bütün verilerin dökümüyle bir plana bağlanması, somut olarak planlanması zorunludur. Plan yokluğu, yalnızca amatör çalışmaya, genel amaç ve hedeflerin, gündelik ve zehirli burjuva atmosferi içinde sürdürülen, çeşitli burjuva etkilere açık çalışma içinde gözden kaçırılmasına yol açma tehlikesini içinde taşımakla kalmaz; planın boşluğunu zorunlu olarak dolduran, daldan dala atlayan iradi zorlamalar ya da basbayağı kararsız yalpalamalar olarak, çeşitli ve çelişik kararlar “olasılığı” içinde görünüşte canının istediğini seçen bilgisizliğe dayanan kararsızlık, devrimin gelişmesine koşulmak istenen özel süreçlerin bütünüyle elden kaçırılmasına, işlevinin, öngörülenin zıddına dönüşmesine, ama mutlaka, devrimci iradenin zedelenmesine götürür. Liberalizm ve küçük burjuva kaba müdahalecilik ve aslında kararsızlığı ifade eden aşırı iradi zorlamacılık plansızlığın kaçınılmaz yol arkadaşıdır.

Her somut süreç, hayatın her alanı, planlı ve örgütlü olmalıdır. Bu, devrimci iradenin nesnel gereğidir. Ve bu, devrimci iradeyi kendi şahsında somutlayan tek tek her komünist açısından geçerli olduğu gibi, kolektif devrimci irade açısından da geçerlidir. Hiçbir komünist, hiçbir koşulda plansız ve örgütsüz davranamaz. Komünistliğin önkoşulu, bulunulan her yerde, çalışmanın her alanında örgütlü olmak, planlı çalışmaktır. Planlı çalışma, örgüt ruhu ve disiplini ile sağlanır; örgütsüzlük, başıbozukluk ve disiplinsizlik, tarihin, nesnel olarak yükümlendirilmiş bugünkü kaldıracı proletaryanın, sınıf niteliklerine yabanadır. Sınıf mücadelesinin gidişatı üzerinde etki yapma durumundaki kolektif devrimci irade, kendisini gerçekleştirebilmek için, hem dar anlamda kendisi olarak, hem de hayatın her alanında, her somut süreçte somut politikalar ve planlar üreten örgütlülük halinde olmalıdır. Devrimci irade hayatın farklı alanlarında özel planlar ve örgüt tipleri olarak yansımak durumundadır.

Ancak iş, plan yapıldığında, bir plana ve örgütlülüğe sahip olunduğunda bitmez. Yaşamın kendisi, sınıf mücadelesi, sonsuz bir akış içindedir. Bu akış, üstelik pek çok değişkene sahiptir. Plan verileri olarak koşullar, güçler ve pek çok başka faktör durmaksızın değişmektedir. Bu, uygulamaya konulan planın, uygulama sürecinde, yalnızca sonuçlarının denetlenmesini değil, ama bu denetimin de yardımıyla, plan verilerindeki değişmeler gözlenerek, kendisinde de değişiklikler yapılmasını gerektirir. Üstelik değişkenlerin tümünü, tüm gelişme yön ve olasılıklarıyla birlikte hesaba katıp tüm yanılma paylarını dışlayacak planların düşü bile kurulamaz. Bu, çünkü planlı hayalciliğin/hayalci plancılığın, plansız hayalcilikle çakışma noktasını oluşturur. Aynı temelde gerçekleşen iki farklı biçimde de devrimci irade kendisini gerçekleştiremez. Plan kuşkusuz gereklidir; ama ona, olmayacak, başaramayacağı yükler yüklememek koşuluyla; onu, uygulanması sürecinde, verileri ve sonuçları bakımından durmaksızın denetlemek ve değişikliklerle geliştirmek üzere. Ve üstelik koşullar ve verilerde önemli değişmeler, planın kendi içinde değişikliklerle yenilenmesi ve geliştirilmesini zorlamayı aşabilir ve eski planın yerine geçirilmek üzere yeni bir planı da gerekli kılabilir. Lenin şunu söylemektedir:

“Ama yaşamın önlerine çıkaracağı bütün olasılıklara uyacak hazır çözüm yollarını önceden sunan bir reçeteyi hazırlamaya kalkacak olan kimse, ya da devrimci proletaryanın siyasetinde güçlüklerin ya da karmaşık durumların olmayacağı yolunda güvenceler veren kimse, şarlatandan başka bir şey değildir.” (“Sol” Komünizm, sf. 28)

Planın, pratik içinde, uygulama içinde geliştirilme ve değiştirilme gerekliliği, dolaysızca, yeni örgüt biçimlerini gündeme getirir. Devrimci irade, kendisini, planda ve örgütte ifade ederken, en büyük esnekliği içinde barındırır ve bu ifade ediş, örgüt biçimlerinde değişiklikleri varsayar.

Planların çok sayıda değişkeni ve gelişme yönlerini hesaba katma zorunluluğu, güçlükler ve karmaşık durumların üstesinden gelmek içindir; ama planlamayla, güçlüklerin bütünüyle aşılabileceğini sanmak hayalcilik olur. Bazı güçlükler, plan yapıldıktan sonra, uygulama sürecinde ortaya çıkacak, bazılarının ortaya çıkması ise, plan yapılırken belirtilerinin olmasına karşın, bunlar serpilip gelişmediklerinden, tam ya da doğru hesaba katılmamış olmalarının sonucu olabilecektir. Üstelik bu ya da bir dizi başka nedenle plan ve uygulama hataları yapılması da kaçınılmazdır. Kendisini planda ifade eden ve gerçekleşme önkoşullarının genişlemesini planda bulan devrimci irade, hatanın yakalanıp kabul edilmesi ve giderilerek (ve kuşkusuz giderilmesi için gerekenler yapılarak) planın geliştirilmesinde yansımasını bulur. Devrimci iradenin, nesnelliğin bilgisine dayalı, örgütlü ve planlı varoluş koşullarında paniğe yer yoktur. Panik, ne yaptığını bilmeden “seçen” bilgisizliğe dayalı kararsızlığın, devrimci nitelik taşımayan sözde irade özgürlüğünün kaderidir. Miasnikof’a mektubunda, Lenin, “… güçlüklerden sıyrılmasını bileceğiz. Çünkü güttüğümüz siyaset doğru bir temele dayanmaktadır, bütün sınıfsal güçleri uluslararası planda değerlendirmektedir. Bu durumdan kurtulacağız, çünkü içinde bulunduğumuz koşulları olduğundan daha başka türlü göstermiyoruz. Tüm güçlükleri biliyoruz. Tüm hastalıkları görüyoruz. Ve bozuklukları sistemli bir biçimde, sabırla, paniğe kapılmadan düzeltiyoruz. Siz ise paniğe kapıldınız… Paniğe kapılmamak gerek.” (Sanat ve Edebiyat, Payel Yay., 2. baskı, Mart 1976, sf.237) diyor.

Sınıf mücadelesi güçlüklerle doludur, kolay iş değildir. Hata yapmadan sınıf mücadelesinin sürdürülmesi ise, hiç mümkün değildir. Mücadele eden hata yapar. Önemli olan ve devrimci iradeyi devrimci irade yapan, “yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek” (“Sol” Komünizm, sf. 52) ve düzelterek yolu açmak, yola devam etmektir.

 

***

Sosyalizm için olgunlaşmış toplumsal koşullarda devrimci iradenin göreli önemi artmıştır. Yalnızca nesnel koşulların bir devrim için elverişli hale geldiği devrim dönemlerinde değil ama onu hazırlamak için de, nesnelliğin bilgisine sahip ve nesnellikle çelişen aşırı zorlamalar ya da kararsızlıklardan arınık devrimci irade, bu anlamıyla tayin edicidir. Bütün gerçekleşme unsur ve yönleriyle onun hakkını vermek, kapitalizm koşullarında, özellikle onun sonsuz güçlük ve zorlukları karşısında sağlam duruşun ve kesintisiz bir ilerlemenin, başlıca ihtiyacıdır. Sarsılmazlık, kararlılık, militan tutum; ama bilgiye dayanan, örgütlü, planlı sarsılmazlık. En geniş çeşitlilik ve en esnek biçimler içinde sarsılmaz bir devrimci irade. En büyük titizlikle üzerinde titrenmesi gereken, budur.

 

Ağustos-Eylül 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑