Devrim, karşı-devrim çatışmasında yeni dönem: Hareketin Gelişme Seyri, “Sosyalist” Gruplar ve Parti Örgütünün Görevleri

Karşıt toplumsal sınıfların karşılıklı kopma ve uzaklaşma süreci yaşadıklarına, son birkaç yıldan bu yana daha belirgin bir vurgu yapıldığı ve bu sürecin gündeme getirdiği görevlerin altının gitgide daha kesin çizildiği, parti basınını az çok izleyen herkesçe bilinmektedir.

Dolayısıyla, devrimle karşı-devrim arasındaki güç ilişkisi ve sınıfın olgunlaşma derecesine işaret eden olgularını, işçi ve emekçi hareketinin ve sosyalist akımların bu hareket içindeki yerleriyle ilgili parti görüş ve tespitlerini bilmeyen bir taraftarın varlığını düşünmek olanaksızdır.

Buna karşın; ayrıntıya ve daha sonra giderilmiş eksikliklerine girmeden de olsa, politik durum, devrim ve karşı-devrim cepheleri arasındaki mücadelenin şekillenişi, sosyalist akımların bu mücadele içindeki yer ve rolleri ile ilgili partimizin görüşleri ve bu görüşler üzerine oturan tespitlerini, burada ele alacağımız güncel görevler ve acil sorunlar nedeniyle yeniden vurgulamamız bir zorunluluk olmuştur.

Bu yazıda esas olarak, sermaye cephesiyle emek cephesi arasındaki mücadelenin gelişme seyri ve gidiş yönü; sınıf ve sosyalizm adına hareket eden akımların durumları, özellikleri ve bu mücadele üzerindeki etkileri ve devrimle karşı-devrim arasındaki çatışmanın acilleştirdiği görevler ve yapılması gereken zorunlu çalışmayı baltalayan sorunlar üzerinde duracağız.

I

GERİDE KALAN DÖNEM: İŞÇİ SINIFI VE HALK HAREKETİ VE SOSYALİST AKIMLAR

Devrimle karşı-devrim arasındaki mücadelenin bugünkü durumunu, gelişme yönünü; karşı sınıflar arasındaki çatışmanın gösterdiği özelliklerin örgütümüzün karşısına çıkardığı sorunların temel hatlarıyla ve daha berrak kavranmasını sağlamak için ilk olarak, işçi ve halk hareketinin gelişme seyri, olanakları ve sorunları; ikinci olarak, sınıf adına çalışma yapan sosyalist akımların oynadıkları rol üzerine önceden yapılmış bazı tespitleri yenilememiz gerekmektedir. Partimizin bugün yürüttüğü çalışmanın zayıflıkları; örgüt ve sempatizan çevrelerin bugünkü mevzileniş biçimleri ve kendilerine biçtikleri rol dikkate alındığında, bunun bir gereklilik olduğu görülmektedir. Devrim cephesiyle karşı devrim cephesi arasındaki çatışmayı ve emek cephesinin olanak ve sorunlarını dikkatle izlemeyen bir örgütün gerçek bir örgüt olamayacağı, politik ve örgütsel bir çalışma yapamayacağı olaylar tarafından durmaksızın kanıtlanan bir gerçekliktir.

 

İŞÇİ VE HALK HAREKETİ; GERİDE KALAN DÖNEM VE YENİ DÖNEM

Sermaye ve gericilik ile işçi sınıfı ve halk arasındaki mücadele, zaman zaman karşılıklı cepheleşme ve açıktan karşı karşıya gelme boyutlarına ulaşmış olsa da, devrim ve karşı-devrim cepheleri arasındaki yedi sekiz yıllık çatışmayı karakterize eden şey, karşılıklı istikrarsızlık, kan kaybı ve çatışmayı karşılıklı geriye iten bir mecalsizlik olmuştur. İşçi sınıfı ve emekçi hareketi, nispi ilerlemeler elde etmesine karşın, bu çatışmada olanaklarını kullanamamasına, vermeyebileceği kayıplar vermesine ve almayabileceği yenilgiler almasına yol açan zayıflıklarından tam kurtulamamış bir hareket olarak şekillenmiş ve yeni döneme, bünyesindeki kendiliğindenci zayıflıkla girmiş bir hareket durumundadır.

Devrimle karşı devrim arasındaki çatışmanın son yedi sekiz yılını karakterize eden özellik şudur: Sermaye ve gericilik, topyekûn ve istikrarla gelişen bir sindirme kampanyasına girişemediği gibi işçi sınıfı ve halk hareketi de kesin bir hesaplaşma denemesine dönüşen birleşik bir atılım gösterememiştir. Denilebilir ki, burjuva gerici cephe, her saldırısının ardından “günü kurtarmakla yetinen ve dolayısıyla saflarındaki parçalanmanın derinleşmesine boyun eğen bir geri çekilişe mahkûm olurken; işçi ve emekçi hareketi kazanımlar elde etmesine karşın kayıplar vermekten, yorgunluk ve aldanmalara sürüklenmekten ve saflarını bozan beklentilere kapılmaktan kaçınamayan bir hareket olarak şekillenmiştir. Devrimle karşı-devrim cepheleri arasında 1988 yılı ile ’94 Nisanı arasındaki dönemde yaşanan çatışmanın bu özellikler içinde yaşanmış bir çatışma olarak şekillendiği görülür bir gerçekliktir.

Hareketin 1988–94 arası gelişme sürecinin, iki dönem tarafından karakterize edildiğine kuşku yoktur. 1988–91 arasında kalan dönem, işçi sınıfı ve Kürt halk hareketinin o güne kadar görülmemiş bir gelişme göstermesine ve mevziler (hakların genişlemesi, SS Kararnamesi’nin çöpe atılması ve Özal-ANAP iktidarının çökmesi vb.) kazanmasına, geniş bir ileri işçi kitlesinin ortaya çıkmasına yol açan bir atılım ve ilerleme dönemidir. 1991 sonları ’94 arası dönem ise, safları önemli oranda parçalanmış burjuvazi ve gericiliğin, saldırısını genişletme, taktik üstünlüğü ele geçirme (demokrasi beklentisi ve terörün genişletilmesi) ve olanaklarını daraltma pahasına da olsa, uyuşuk alt-orta tabakalar arasından aktif bir kitle (milliyetçi demagoji ve RP, MHP ve DSP’nin ilerlemesi vb) desteği bulması; buna karşılık, açık işçi ve emekçi hareketinin ve ileri işçi kitlesinin nispi bir düşüş ve durgunluk (grevci sayısı, genel grev ve Kürt hareketinde düşüş) göstermesi gibi olgular tarafından karakterize edilmiştir.

Açık kitle hareketinin durumu bakımından farklı özellikler göstermesine karşın, peş peşe gelen bu iki dönemin ortak özelliği, işçi ve emekçi kitlelerin, dalgalı bir gelişme seyri izleyerek olsa da düzenden ve düzen partilerinden kopmasıdır.

Öte yandan, politik durumu karakterize eden olgu ve olaylar ve devrimle karşı-devrim arasındaki ilişkiler, 1992–94 arası dönemdeki özelliklerine ve düzey ve biçimlere kuşkusuz çakılıp kalmamıştır. 1994 Krizi ve 5 Nisan kararları ve işçi sınıfının bu kriz ve kararlara Meclis Yürüyüşü’yle verdiği yanıt, politik durumda ve devrimle karşı-devrim arasındaki çatışmada yeni bir döneme dikkat çeken bir yanıt da olmuştur. ’94 Nisan krizi, 5 Nisan kararları, işçi sınıfı ve kent emekçilerinin, bu kriz ve kararlara verdiği yanıt, sermaye ve emeğin karşılıklı yeni bir cepheleşmesine ve Türkiye’deki politik durumun yeni ve bugüne kadar yaşanmamış bir dönemece girmesine yol açmıştır. ’94 Nisanından bugüne, devrim karşı-devrim çatışmasındaki genişleme ve hareketteki yeni atılım dönemini vurgulayan mücadele bilinmektedir.

Baştan beri vurgulananlardan görüldüğü gibi, 1988’lerden ’95’lere kadar devrim karşı devrim çatışması ve işçi-emekçi hareketi dalgalı bir seyir izleyerek gelişmiş; başlıca üç döneme damgasını basarak ilerlemiştir.

Gelinen bu noktada şu soru kuşkusuz büyük bir önem kazanmaktadır: İşçi sınıfı ve emekçi sınıfların, bu üç dönemdeki kitle hareketinin toplamında dile gelen düzenden kopuş derecelerinin bugüne aktardığı kazanımlar nelerdir?

Sermaye cephesinde bulduğu yankının sonuçları bir yana bırakılırsa; bu kazanımların, ifadelerini şu noktalarda bulduğu açıktır: Başta işçi sınıfı olmak üzere halkın; a) hem günlük mücadelede hem de kendi örgütlerinde fiili ve yasal mevziler kazanması, daha ileri mücadelelere dayanak oluşturacak olanaklar elde etmesi ve manevra ve hareket alanını genişletmesi b) politik mücadele tecrübesi genelde güçlenirken, saflarında, modern politikanın bilgisine az çok sahip, sınıf bilinci nispeten de olsa kristalize olmuş işçi ve emekçi kitlesini biriktirmeyi başarması. Sınıfın ve halkın, geride kalan dönemden bugüne aktardığı kazanımların bu iki olguda dile geldiğine kuşku yoktur.

Devrim karşı-devrim çatışmasının, önümüzdeki yeni dönemde nereye gideceği sorununun, ileri işçi kitlesinin bu kazanımlar üzerinden hareket etmeyi başarıp başaramamasına bağlı olduğu bir gerçektir.

 

İŞÇİ HAREKETİ VE “SOSYALİST’ AKIMLAR

Fakat hareketin geride kalan yıllarından bugüne aktarılmış olan sorunlara ve açılmış yeni dönemin bize yüklediği görevlere geçmeden önce, geride kalan yedi sekiz yılı şu ya da bu yönde etkilemiş ve emek cephesinin gelecekte de önemli bir konusu olacak bir sorunu; başka bir deyişle, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin temel yönünü oluşturan sorunu burada ele almamız gerekmektedir.

Bu sorunun önümüze, sosyalizm adına hareket eden akımlar sorunu olarak geldiği ve işçi ve emekçi cephesinin karakterini ve devrim karşı-devrim çatışmasının nasıl bir hat izleyeceği ve nereye varacağını tayin eden bir önem taşıdığı açıktır.

Sosyalizm iddiasındaki grup ve partiler söz konusu olduğunda; bugün ilk akla gelen sorular kuşkusuz, sınıfsal karakterlerinin yanı sıra, geride kalan yıllar boyunca, işçi ve halk hareketini ne yönde etkilemişler ve tarihinde görülmemiş bir mücadele yaşamış işçi sınıfından, bütün dönem boyunca nasıl etkilenmişler ve bu akım, grup ve partiler arasındaki ilişkiler nasıl şekillenmiş ve ne gibi biçimler almıştır, gibi sorulardır.

Burada, altı öncelikle çizilmesi gereken olgu şudur: Yedi sekiz yıldan bu yana, atılımlar ve gerilemeler içinde nispi kazanımlar elde ederek ve kayıplar vererek gelişen işçi ve emekçi hareketine, partimiz ve örgütümüz dışındaki “sosyalist” herhangi bir akımın kayda değer herhangi bir yardım ve katkısı olmamıştır. Tam aksine, söz konusu bu akımlar, yürüttükleri sınıf-dışı ve halka yabancı “çalışma”yla, gelişen hareket içinde tasfiyeci ve olumsuz bir ağırlık oluşturmuşlardır. Denilebilir ki, öğretici derslerle dolu olmasına karşın hareketten öğrenmede gösterdikleri yeteneksizlik bu “sosyalist” akımların hem harekete hem de kendilerine zarar veren en önemli özelliklerinden birisi olmuştur.

İşçi ve emekçi hareketi, bu akımların dışında ve olumlu bir rolleri olmadan gelişmiş ve denilebilir ki, bunların toplam etkisinin yarattığı tahribata, sosyalizmi gözden düşüren aldatıcı “çalışmalarına” rağmen ilerlemiştir. Burada sayıp dökmenin bir gereği yoktur: Kimilerinin, “enerjilerini sınıfın rolü ve sınıf mücadeleleri devrinin” kapandığına ve emeğin, sermayenin “tamamlayıcısına dönüştüğü”ne işçileri ikna etme çalışması içinde tükettikleri; bazıları, hareketi sendika bürokrasisine yamama ve sınıfı kendiliğinden bilince mahkûm etme faaliyeti yürütürken; ötekilerinin, hükümetin, kitle hareketine karşı koz saydığı “eylem” biçimlerini çizgi haline getirerek “önderlik” ettikleri, bu nedenle de, sınıfın ve hareketinin ancak kendilerine rağmen ve kendilerini aşarak gelişeceği bir pozisyona zorunlu olarak düştükleri bilinmektedir.

Bu “sosyalist” akımlar, hareket üzerinde neden geriletici bir rol oynamış ve neden işçilerden öğrenme yeteneği göstermemişlerdir? Bunun nedeni bellidir. Büyük bir kesim için bu, emperyalizmin dayattığı gerici liberal bir platforma kapanarak harekete gözlerini kapatmalarında, sosyalizmin, sınıfın ve sınıf mücadelesinin “öldüğü” gerici tezini “kanıtlama” çizgisine kapılanmalarında yatmaktadır.

Başka bir “sosyalist” kesimin sorununun ise: sınıfa dayalı bir sosyalizm perspektifinden ve kitle hareketinin diyalektiğini anlayan bir mücadele çizgisinden yoksunluk ve halka yabancı, neyi niçin yaptığını bilmez kör bir terörizme batmışlık sorunu olduğu herkesçe görülebilir bir olgudur.

Bir yandan, harekete verdikleri zarar öte yandan hareketten öğrenmedeki yeteneksizlikleri nedeniyle bu “sosyalist akımlar, işçi ve emekçilerden herhangi bir destek bulamamışlar, güç kaybetmişler, krizler ve parçalamalarla yüz yüze gelmekten kaçınamamışlardır. İşçi hareketi gelişirken; gelişen bu hareketin dışına sürüklenmelerinin, tasfiye ve parçalanma yaşamalarının, ilgili “sosyalist” akımların niteliği, hareket içindeki yerleri ve oynadıkları rol bakımından, bir veri olduğu açıktır. Bu “sosyalist” akımların, işçi sınıfı ve hareketi bir yana, yaslandıkları ara sınıflarla “devrimci” tarzda birleşme olanak ve dinamiklerinden dahi yoksun reformist, marjinal akımlar durumuna düştükleri bir gerçektir.

İşçi ve emekçi hareketi, geride kalan yedi sekiz yıl boyunca bu akımların, ayak bağı olmalarına ve baltalamalarına rağmen gelişmiş; ileri işçi ve emekçilerde zayıf da olsa birikmiş olan demokrasi ve sosyalizm bilinci, bu akımların sosyalizmi bozan, devrimi, devrimci kişiyi ve örgütü gözden düşüren “çalışma” ve “etkisi”ni aşarak birikmiştir. Bu bir gerçektir. Fakat bu, söz konusu akımlara rağmen nasıl gerçekleşmiştir?

a) Sınıfın saflarında önceden oluşmuş bilinç birikiminin açığa çıkması ve ileri işçi kitlesinin ideoloji ve politikaya ilgisinin gitgide artmasında, kendiliğinden gelişen ve ana kitleyi sarsacak bir genişlik kazanan işçi ve emekçi kitle hareketinin geniş bir zemin yaratması.

b) Partimizin, proleter sosyalizmine; sınıfın uyanışı, olgunlaşması ve kitle hareketinin diyalektiğine uygun düşen çizgisinin ve örgütlerinin yaptığı çalışmanın bu diyalektiğe ve çizgiye yaslanan yönlerinin, gelişen kitle hareketinin yarattığı zemin üzerinde, işçiler arasında, ayrı sınıf oluşturma, iktidar uğruna mücadele etme ve sosyalizm duygu ve fikrinin ilerlemesi ve ülke çapında birleşme girişiminin yanı sıra, kitlesel politik örgüt oluşturma eğiliminin gelişmesi ve ilerlemesini güvenceye alması.

Hem açık kitle hareketinin, olanaklarını nispeten de olsa kullanmayı başarması hem de sınıfın bağrında politik bilgi ve bilincin ve bilinçli ileri güçlerin az çok birikmesi, bu iki koşul nedeniyle, objektif ve sübjektif faktörün uygun teşekkülüyle gerçekleşmiştir. Fakat sorunun başka bir yüzünün bulunduğu da doğrudur; işçi ve emekçi hareketi, olanaklarını olabilir düzeyde kullanamamış, mevziler kazanmasına karşın, tutabileceği mevzileri tutmayı başaramamıştır. Öte yandan, sınıf ve halk, bağrında oluşan ileri güçlerini gerektiği oranda koruyamamış; olabilir eğilimi verme, ilerleme ve örgütleme yeteneğini objektif koşulların elverdiği düzeyde geliştirme olanağı bulamamıştır.

Bu zayıflık ve yeteneksizliğin sorumluluğu kimilerinin savunduğunun aksine, sınıf ve halkın “geriliği” ve “anlayışsızlığında ve ileri işçi ve emekçilerin “tarihsel” yeteneksizliğinde değildir. Sorumluluk, partimiz ve örgütlerimizin yaptığı çalışmaların devrim ve sosyalizm amacına ve partimizin çizgisine uzak düşen yönlerindedir. Bu, kabul edilmek zorundadır. Zira partimizin çalışması, parti çizgisine yaslanan ve hareketin ilerlemesi ve örgütlenmesine yardım eden bir çalışma olmasının yanı sıra, sınıfın gelişme dinamiklerini tahrip eden, ileri işçileri bir tür silahsızlandıran çelişkili, yarımlaşmış, zayıf bir çalışma da olmuştur. Küçük burjuva sınıfların yaşantı ve eyleminden öğrenilmiş eski “çalışma”nın gelenekleşmiş kötü kalıp ve alışkanlıklarına yaslanma ve piyasa “sosyalizmi”nin çürümüş, yüzeysel “norm” ve “tip”lerine (doğru norm ve özgün kişilikten yoksunluk) eğilim gösterme! Örgüt ve kadrolarımızın genel olarak partimizi zayıflatan, çalışmasını çelişkili kılan ve sınıftan uzaklaştıran dolayısıyla da işçi hareketinin olanaklarını kullanmayı, ileri kitlenin genişlemesi, eğitim görmesi ve girişkenlikle örgütlenmesini baltalayan nedenlerin burada yattığı kesindir.

İşçi ve emekçi sınıfların, tutulabilir mevzileri tutamadığı, bağrındaki bilinçli ileri kitlenin olabilir oranda çoğalıp ilerleyemediği ve dolayısıyla partimizin hareket içindeki etki ve yerinin objektivitenin elverdiği düzeyde güçlü bir etki ve yer haline gelemediği bir olgudur.

Öte yandan, partimizin, devrimci bir temelde ve içtenlikle sınıfa bağlanmasına karşın hareketin kayıpları ve ön cephesindeki tahribatın sorumluluğunu öteki “sosyalist” akımlarda aramak büyük bir yanılgıdır. Partimiz ve onun örgütünün görevinin, sınıfın ve halkın burjuva liberal sendikalist etkiden kurtulmasına, mücadele ve örgütlenmesinin gelişmesi ve genişlemesine yardım etmek olduğu gibi; ileri kitlenin “sosyalist” tarzda uyutulmasına karşı, ileri öğeleri ve örgütlerinin silahlanmaları çalışması yapmak olduğu da anlaşılmak zorundadır. Hareketin, kaçınılabilir kayıplara uğraması, bünyesindeki zaaf ve zayıflıkların olabilir olandan fazla etkili olmasının ve işçinin istikrar ve inisiyatifinin zayıf kalmasının nedenlerinin örgütümüzün çalışmasında yattığı kesindir.

Sosyalist akımların, işçi ve emekçi hareketi içindeki etkileri, tuttukları yer ve hareket karşısındaki sorumlulukları yukarda konulduğu gibidir. Buna karşılık işçi ve emekçi hareketi ve bu hareketteki ilerleme, sosyalist akımları hiç etkilememiş midir? Bu olanaksızdır ve akımların, hareket ve ilerlemesinden önemli oranda etkilendikleri açıktır.

İşçi hareketindeki sekiz yıllık ilerleme ve gelişmeden, partimiz dışındaki “sosyalist” grupların iki biçimde etkilendiklerinden söz edilebilir. Bunlardan birincisine aslında yukarıda değinilmiştir: işçi sınıfı, “sosyalist” akım ve grupların “çizgi” ve “çalışma”larını benimsememiş; gelişen hareket, bu akım ve grupları gitgide kendi dışına sürmüştür. Hareketin dışına düşmeleri süreci, bu akım ve gruplarda ortaya çıkan bölünmelerin zeminini güçlendirirken her birindeki kendi “toplumsal” temeline dönme eğiliminin; örneğin BSP-DY-İP gibi kimilerinde üst tabaka memur, memur ve “işçi” aristokrasisi ve esnaf tabakalarında; THKP-C ve TKP-ML gibi bazılarının, gençliğin dar çevreleri ile sınıfsız ve yüzergezer ara tabakalarda kapanma eğiliminin meşrulaşması da olmuştur.

Bu “sosyalist” akımların işçi emekçi hareketinden etkilenmelerinin öteki biçimi, ‘94 Nisan sonrasının yarattığı ilişkiler ve yeni politik durum üzerinden ortaya çıkmıştır. Şu bir olgudur: Geride kalan yedi yıllık dönem, sadece, söz konusu “sosyalist” akımlarla sınıf hareketi arasındaki ilişkileri şekillendiren bir dönem değil, aynı zamanda, ideolojik akımlar arasındaki ilişkileri yeniden biçimlendiren bir dönemdir. Öte yandan, işçi hareketi ve devrim karşı-devrim çatışmasında yeni bir dönemeci vurgulayan ’94 Nisan sonrası, devrim cephesi açısından olduğu gibi, “sosyalist” akımlar arasındaki mücadele açısından da yeni bir dönemdir. Sosyalizm iddiasındaki akımlar açısından bugün yaşanmakta olan sürecin, yeniden mevzilenme ve yeniden bloklaşma ve aralarında başlayan yeni ve sert bir mücadele süreci olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Olan şudur: Bir yandan işçi sınıfının kendisini kabul ettirdiği bir mücadele içinde olması; öte yandan, proleter sosyalist hareketin, alternatif bir mevziiyi bugünden tutmuş bulunması; bu olgular, “sosyalist” grupları, yeni bir mevzilenme denemesine zorlayan bir etken de olmuştur. Bir yandan, işçi hareketiyle proleter sosyalist hareketin yeni ve kitlesel bir birleşmesinin somut bir olgu haline gelmesi; öte yandan, burjuva/küçük-burjuva sosyalist akımların uluslararası ölçekte yeniden hareketlenmesi: Girilen yeni dönemi, sosyalist akımlar arasındaki mücadele açısından da yeni bir dönem haline getiren olgular bunlardır.

İşçi hareketinin, partimiz üzerindeki etkisi hangi yönde olduğu bilinmektedir. Öte-sosyalist” akımlar üzerindeki etkisinin ilk biçiminin, -bu akımları hâlâ etkisi altında tutsa bile-, geride kalan döneme ait bir etki olduğu yukarıda vurgulanmıştır. Bugün anlam ve önem taşıyanın; işçi sınıfı çevresi ve halk içinde olan ideolojik akımların, yeniden saflaşmaları; bu saflaşmanın karakteri, yaratacağı ilişkiler ve belirginleşen bloklaşmalar olduğu açıktır. Sosyalist akımlar, nasıl ve hangi hat üzerinde mevzilenmektedirler; sınıfın konusu olması ve güncel özellikleri nedeniyle, bu soruna kısaca da olsa eğilmemiz gerekmektedir.

“Sosyalizm” çok sayıda parti ve örgütte temsil edilse de; gerçekte bir yanda, partimizin temsil ettiği proleter sosyalist hareket; öte yanda, ötekilerin toplamında temsil edilen burjuva-küçük burjuva “sosyalist” akımlar bloğu olmak üzere başlıca iki eğilimden söz edilebilir. Fakat bu tespitin, genel ideolojik nitelik ve çerçevenin ötesini açıklamadığı; ideolojik mihrakları sadece, “ideolojik” karakterleriyle değil; aynı zamanda, politik mevzileniş ve platformlarıyla da görmek gerektiği de bir gerçektir. Sorun bu yönüyle ve partimiz dışta tutularak’ ele alındığında; sosyalizm iddiasında olan ve birbirleriyle hem ilişki ve hem de mücadele halinde bulunan dört kümenin belirginleşmekte olduğu görülmek zorundadır.

Bunlar şöyle gruplandırılabilirler: a) BSP ve DY çevresinin başını çektiği, Kruşçevci ve Troçkistinden “sivil toplumcu”suna çeşitli grupların yer aldığı liberal “sosyalizm” bloğu; b) iflas etmiş sosyal demokrasi ile açık birleşme platformu ve statükocu rejim savunucularıyla birlikte “milli birlik” politikası üzerinde kalmakta karar kılan Deng’çi İP çevresi; c) Gitgide terörizme varmış THKP-C ve TKP-ML gibi “yeraltı” gruplarından oluşan yarı anarşist ve terörist “sosyalizm” eğilimi; d) “Sosyalizm”den ihtiyaç duydukça söz etmekle yetinir bir hat üzerinde bulunmasına karşın, merkezinde PKK’nin yer aldığı, öteki Kürt grupları ve Kürt burjuvazisinin Batıcı kanadının çevrelediği reformist Kürt “sosyalizmi” cephesi: Türkiye’deki başlıca sınıf dışı “sosyalist” eğilimler bunlardır; bu eğilimleri temsil eden parti ve örgütlerin, gelişmesini kaçınılamaz gördükleri işçi emekçi kitle hareketini kullanmak ve 1992–94 arasında baş başa kaldıkları ve bugün hâlâ etkisi altında oldukları parçalanma, güç kaybı ve gerileme sürecini tersine çevirmek üzere, yeni bir hareketlenme, birleşme ve bloklaşma denemesinde oldukları açıktır.

Bu akım ve blokların, politik platform ve çizgilerinin ne olduğu, işçi ve emekçi hareketi ve devrimci ilke ve değerler karşısında hangi konumda bulundukları az çok politika içinde olanlar için bir sır değildir. Burada “üçüncü” küme olarak ele alınanlar (amaç edindikleri kör terör nedeniyle politikasız, politika olunca da diğerleri gibi reformist) bir yana bırakılırlarsa; Türk sayılanlar, Türk cephesinden; Kürt olanlar Kürt cephesinden milliyetçi ve birbirine “karşı” konumda olmalarına karşın, sermaye düzeninin “istikrar” arayışı karşısında, öteki üç küme de aynı özellikleri taşıyan bu platform üzerinde bulunmaktadır. Aralarındaki fark, “yöntem”de, liberal ya da despotik görüntü ve bu görüntüyü örtüleyen “ideolojik” malzeme ve motiflerdeki fark olarak görünmektedir.

“Birinci” grup, sermayenin “istikrarı” ve yeni dünya düzenine “istikrar” içinde uyumu “sosyalizmi”nin; yani Gorbaçovcu, Troçkist ve sivil toplumcu liberal revizyonizmin temsilcisi olarak ortaya çıkarken; ikincisi “milli birlik”in devletçi “sol sosyal demokrat” platformunun despotik geleneğine yaslanan Deng’çi revizyonist bir çizgi üzerinde bulunmaktadır. Dördüncü grup ise bellidir: Türk ve Kürt burjuvazisi arasındaki anlaşmanın yenilenmesi ve yeni bir anlaşma yapılması platformu üzerinde oluşmuş bir blok durumundadır. Köylü ve emekçi tabakalarının “temsili”, gitgide yutulmuş; iki milliyetten burjuvazi arasında uluslararası düzenin sorunları üzerinden yapılacak ittifakın bölgede Türkiye’ye sunacağı olanaklar bu bloğun güncel programı haline gelmiştir. “Barış programı”nın, “birinci” ve “ikinci” gruptaki revizyonist akımlar ve burjuvazinin (TÜSİAD, TİSK, TOBB) istediği “istikrar, toplumsal uzlaşma ve barış” planıyla fazla ayrılığının bulunmadığı görülebilir bir gerçektir.

Deng’çi İP’in, “birinci” ve “dördüncü” olarak anılan bloklar arasındaki anlaşmalarda yer almamasının nedeni; grup çıkarları, güç ilişkileri ve İP’in, devletçi “istikrar” arayışına; Türk milliyetçisi “sol” statükocu eğilime fazlaca “angaje” olmasından ileri gelmektedir. Özetlenecek olursa: Kimileri silah kullansa ve ötekiler parlamenter bir zeminde kalsa da kimileri daha liberal, kimileri daha despotik bir hat üzerinde olsa da bu grup ve blokların politik platform ve çizgilerinin ortak özelliği gerçekte, demokrasiyi dıştalamış bir “istikrar” ve “barış”, bu “istikrar” ve “barış” üzerinden “yeni” dünya düzeni ile “entegrasyon”dur. Oluşturulmuş “istikrar” ve “barış” platformunun, kendi kurumlarıyla da “sorunları” çıkmış işbirlikçi burjuvaziye, bu sorunlarını “çözme”de yardım eden yedekler sunan ve olanaklar tanıyan bir platform olduğunu yadsımak olanaklı değildir.

Oysa gerçekten sosyalist ya da devrimci olan bir akım ya da akımlar bloğunun; demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin sorunu, sermayenin “istikrar” kazanması ve ulusal ya da sınıfsal “barış” sorunu değil; tam tersine, istikrarsızlığın derinleşmesi, sömürülen ve ezilenlerin mücadelesinin gelişmesi, sistemin olanaklarının baltalanması sorunudur. Bu, her durumda olduğu gibi, bugünkü Türkiye’de de geçerlidir; aksi yöndeki bir platformun ancak, “Filistin Barışı” platformu olacağı kesindir. Bu nedenle de, bu “sosyalist” akım ve blokların çizgisi gerçekte, işçi ve emekçi kitlelerin ilerlemesi ve örgütlenmesi; kitle hareketinin gelişmesi ve devrimci bir harekete dönüşmesi değil, kitlelerin ve hareketlerin, sermaye sınıfıyla yeni bir “anlaşma” yapmakta “kullanılması” çizgisidir.

Bu platformun, örgütsel alandaki yansımasıdır; burjuvazi ve sermayenin “liberal” sözcüsü (Kürt-Türk) üst ara tabakalarını memur aristokrasisi ve gitgide çözümsüzlüğe giren işçi sendika bürokrasisinin; umutsuz küçük grupların, yorgun ve “mağdur” esnaf tabakasının temsilciliği, ve örgütlenmesine denk düştüğü örtülemez bir şekilde açıktır. Öte yandan, politik mücadelede etkili olmak ve egemen sınıf tarafından muhatap alınmayı başarmak açısından; sendikalarda, kitle örgütleri ve kamuoyu örgütlerinde tepeden mevzi tutma “çalışmasında her yola başvurması” ve gerektiğinde “keskin” sloganlar atması bir zorunluluktur. BSP -DY Grubu, Deng’çi İP- devletçi “Laik” ittifakı ve Kürt Bloğu gibi oluşumlar, ortak ya da biri diğerini dışlayan bloklaşmalar olsalar da; ve olaylar, kimilerini “aşırı devrimci” sloganlar atmaya zorlasa da, platformlarının ortak karakteri ve gericilikle halk arasındaki mücadele karşısında oynadıkları rolün değişmesi beklentisi bugün anlamsızdır.

Özet olarak söylersek; önümüzdeki dönemin “sosyalist” akımlar ve “muhalif” çevreler arasında yeni “bloklaşmalar”, yeni “bozuşmalar” ve yeniden “mevzilenmeler” dönemi olması, zorunlu ve önlenemez bir şeydir. Bütün bu burjuva “sosyalist”, “bloklaşma”, “bozuşma” ve “mevzilenme” girişimlerinin, işçi sınıfı ve halk hareketinin başı üzerinden olması ise, Türkiye “sosyalist” hareketinin kuşkusuz başka bir özelliğidir. İşçi sınıfındaki sosyalist birikimin; proleter sosyalist hareketin, işçi ve halkoyundaki gelişmesinin henüz yeterince kökleşmemiş olduğu koşullarda, böyle bir durumun, işçi ve halk hareketinin gelişmesi ve devrimle karşı devrim arasındaki güç ilişkisinin, devrim cephesi çıkarına değişmesi bakımından hayati bir tehdit oluşturduğu görülür bir olgudur.

 

AKIMLAR ARASINDA YENİ BİR MÜCADELE

Devrimle karşı-devrim arasındaki çatışma ve işçi ve emekçi hareketinin yeni gelişme döneminin; proleter sosyalist hareketle burjuva “sosyalist” akım ve bloklar ırasında kapsamı gitgide genişleyen yeni bir mücadele dönemi de olması kaçınılamazdır. Çünkü bu mücadele gerçekte, işçi sınıfı ve emek cephesinin, hareketin önceki yıllardan bugüne aktardığı kazanımları ve yeni dönemdeki gelişmesinin sunacağı olanakları kullanma yeteneği gösterip gösterememesi mücadelesidir. İleri işçi kitlesi, kitlesel politik hareket olma ve bütün sınıfı devrimci bir çizgi üzerinde birleştirme yeteneğini kazanabilecek mi; yoksa liberal reformizm ya da bürokratik küçük burjuva geleneğin etkisi altında yalpalayacak, yetenek eksikliği içinde kapanıp kalacak mıdır? Cepheleşmiş bulunan sosyalist akımlar arasındaki mücadelenin bugünkü içeriği budur.

Parti örgütünün ve sınıf bilinçli işçinin, göz ardı etmemesi ve hayati önemde görmesi gereken şey şudur: Burjuva “sosyalist” akımların, sınıftan, devrimden ve sosyalizmden, gitgide daha fazla söz etmeleri ve “birisine” ve “bloklaşma” girişimlerini hızlandırmalarının nedenleri, sınıfa ve sosyalizme bağlanma eğilimine girmiş olmalarında değil; işçi ve emekçi hareketinin dışına düşmeleri ve aldatıcı işlevlerini yerine getirme olanağını kaybetmelerinde yatmaktadır. İşçi ve emekçi hareketindeki ve proleter sosyalist akımdaki ilerlemenin, her birini yeni bir hamleye mahkûm etmesinin yanı sıra, burjuva “sosyalist” akımların, uluslararası ölçekteki girişimleri, bu “sosyalist” grup ve örgütlere, yeni bir bloklaşma denemesi olanağını vermiş bulunduğu görünür bir olgudur.

Parti ve örgütümüzün ve bilinçli işçinin önümüzdeki dönemdeki mücadele alanlarından biri, burjuva “sosyalizm”ine; bu akımın ileri emekçilerin anlayışında ve örgütümüzün çalışmasında, perspektifsizlik ve kavrayış ve yaşantı bozuklukları ve bürokratik örgütleme alışkanlıkları vb. olarak yansıyan etkisine karşı mücadele alanıdır. Bu alandaki mücadelenin gereklerine uygun bir mevzi tutulmadan; örgütlerimiz ve örgütlü çevrelerimiz, burjuva “sosyalist” akımın yeni atak denemesini; onun halk arasında ve günlük örgüt çalışmasındaki geleneksel etkisini, teoride olduğu kadar pratikte de kırıp püskürteceği görevleri önlerine almadan, ileri işçi kitlesinin, hareketin olanaklarını kullanacak bir dönüşüm yaşaması ve mücadele ve örgütlenme yeteneğini tazelemesi olanaksızdır. Burjuva “sosyalist” akım ve “bloklaşma”nın teorik geriliğe, politik bilinç ve tecrübe zayıflığına ve gerileme ve yorgunluk belirtileri üzerine oturan “barış” ve “istikrar” özlemine yaslandığı; sermaye çevreleri, sendika bürokrasisi ve emekten geçindiği halde, burjuva liberalizmine hizmet eden “aydın”dan destek aldığı görülmek zorundadır.

 

II

DEVRİM KARŞI DEVRİM ÇATIŞMASI, YENİ DÖNEM VE “YENİ DURUM”

1994-Nisan krizi ve burjuvazinin 5 Nisan “istikrar tedbirleri” ve işçi sınıfının bu kriz ve “tedbirlere” karşı Ankara yürüyüşünün, Türkiye’de başlattığı dönemin özelliği şudur: Devrim ve karşı-devrim cepheleri, kesin hesaplaşma denemelerine girme yolunda hızlanma anlamına gelen bir dönemeci geride bırakmış; bir yanda, “sağ”ı ve “sol”u ile sermaye ve gericilik; öte yanda, işçi sınıfı ve Türk ve Kürt milliyetinden halk olmak üzere karşıt sınıflar ve güçler, yeniden mevzilenecekleri yeni bir döneme adım atmışlardı. Girilen dönem, bu özellikleriyle yeni bir dönemdir. Nasıl gelişirse (bu iradeye bağlı değildir ve önceden kestirmek olanaksızdır) gelişsin bu sürecin, Türkiye’nin, dizginsiz karşı-devrime olduğu kadar, devrimci ilerleme, atılım ve patlamalara da gebe bir ülke olma yoluna girmiş olduğunu göstermektedir.

İşçi ve emekçi kitlelerin ve Kürt halkının, düzenden ve düzen partilerinden kopuşun ulaştığı boyut ve açık kitle hareketinin öne sürdüğü taleplerdeki genişleme vb. bir yana; faşist gerici burjuvazinin, kendi demagojik kurumsal ve yasal yapısını da bozan din-tarikat ve ırk-milliyet kışkırtmalarına girişmek ve devlet örgütünü açıktan provokasyon, terör, katliam ve cinayet örgütü olarak işletmek zorunda kalması, kitleler karşısındaki inandırıcılığının ne ölçüde sarsıldığı ve saflarındaki parçalanmanın ne oranda derinleştiğinin açık ve görmezden gelinemez bir göstergesidir. Sermaye ve gericiliğin, “istikrar” için attığı her adımın; istikrarsızlığı derinleştiren, saflarındaki parçalanmayı genişleten ve kurumlarıyla arasına çelişki sokan bir etken haline gelmesi, faşist rejimin yaşadığı derin çıkmazı açıklamaya yetmektedir.

Nitekim 1994 ortalarından, ’95’in son çeyreğine gelen işçi ve öteki kent emekçilerinin mücadeleleri ve özellikle son büyük grev ve yürüyüşler, önemli özgünlükler gösteren eylemler olmuşlardır. İşçi ve emekçi kitleler, sendikaların bütün baltalama çalışmaları ve bütün olumsuzluklara rağmen; başlatılan saldırıyı ve dayatılan planı, sermayenin bu planını bozmakla sınırlı da olsa püskürtmüşler; iktidarın ön cephesini çözmeyi ve hükümeti geriye atmayı başarmışlardır. Hükümetin çökmesi, Anayasa “değişiklikleri” ve erken “seçim”, hiç kuşku yoktur ki, işçi ve emekçilerin son atılımı ile bağlantılı olgular olarak gündeme girmişlerdir. Olguların gösterdiği şeyin, işçi sınıfı ve halkın, düzen parti ve kurumlarından kopuşu ve açık kitle hareketinin gelişme sürecinde yeni bir dönemecin geride kalmasından başka bir şey olmadığı kesin bir gerçektir.

Erken “seçimler”in, mevcut hükümet ve parlamentonun, emekçi halk nezdindeki “itibar” ve “inandırıcılığı”nın büyük ölçüde aşınması nedeniyle gündeme girdiği bilinmektedir. Nitekim hiçbir partinin işine gelmediği ve tek biri bile istemediği halde, gerici rejimin kış ortasında “seçim”lere gitmek zorunda kalması dahi bunu kanıtlamaktadır. Fakat gündemdeki “seçim”in sadece, bir erken “seçim” olmadığı; sermaye ve gericilik açısından, çok yönlü, aldatıcı ve aynı zamanda, güçlerini mevzilendirme biçimini yenilemeyi öngören yeni bir kampanyanın örgütlenmesi zorunluluğu vardır. “İstikrar” ve “demokrasi”  ve Türkiye’nin sorunlarının çözümü için barış”. Kampanyanın görüntü özeti böyledir. Bu görüntünün, “sol”daki ve Kürt cephesindeki muhataplarını bulduğu ve harekete geçirdiği görülmektedir. Oysa sermaye ve gericiliğin amacının, işçi ve emekçi sınıflar ve Kürt halkı karşısındaki cephesini genişletmek ve yeniden örgütlemek olduğu açık bir şeydir.

Mevcut uluslararası koşullarda ve Türkiye’nin bugünkü durumunda; sermaye ve gericiliğin, Kürt sorununun “çözümü”nde ileri adım atacağı; Gümrük Birliği’nin ekonomiyi “rahatlatıcı”, “demokratikleşme”yi hızlandırıcı bir ağırlık oluşturacağı; dolayısıyla da “ülkenin ihtiyacı” olan “istikrar” ve “barış” ortamının olanaklı olacağı anlamında tespitler yapılmakta ve görüşler ileri sürülmektedir. Bu tespit ve görüşlerin; sermaye örgütlerinden, “sosyalist” bloktan Kürt bloğuna geniş sayılabilecek bir çevreyi kucaklaması ise, yürütülen kampanyanın ilginç yönünü oluşturmaktadır.

Seçimler ve Gümrük Birliği, Türkiye’deki “demokrasi”nin “tek ana sorunu” olduğu ileri sürülen Kürt sorununun gerçekten çözülmesi yönünde bir gelişme midir? Türkiye’deki ekonomik ve politik gidişatın, tersine dönmesi; “istikrar”, “yumuşama” ve “barış”a yönelmesi olanaklı mıdır? Daha da önemlisi, sözü edilen “istikrar” ve “barış”ın anlamı nedir? Durumu anlamak için, seçimler, Gümrük Birliği ve Kürt “barışı”na ve içinden çıktıkları koşullara daha yakından bakmamız gerekmektedir.

 

ERKEN SEÇİMLER VE POLİTİK “İSTİKRAR”

Parlamento seçimlerinin, niteliği ne olursa olsun, parlamenter rejimler için, “istikrar” unsuru olan bir mekanizma olduğu doğrudur. Ne var ki, gündemdeki “seçim”in, böyle bir özellik taşımayacağı; tersine, politik istikrarsızlığı derinleştiren bir etken olacağı, sermayenin olanaklarının daha daralması ötesinde pek bir işlev görmeyeceği bir olgudur. Zira “belli başlı” partiler, halkın nezdinde tek bir kapitalist parti olarak eşitlenmişlerdir ve bu partilerden bazılarının yeniden “itibar” kazandıkları ya da kazanacakları üzerine ortada herhangi bir belirti yoktur.

Parlamento ve düzen partilerinin, 12 Eylül karşıtlığının yalan olduğu ortaya çıkmış; önceki yıllarda şu ya da bu şekilde “umut” olan “sosyal demokrasi”, sermayenin kişiliksiz payandası olarak iflas etmiştir. Öte yandan, MHP-DSP-RP gibi “yükselen” partiler, %10-20’lerdeki oy oranları ve rejimi, büyük bir emekçi çoğunluğu karşısında daha da aşağılayan özellikleriyle “gelişmeleri”nin sonuna gelmiş bulunmaktadırlar. Denilebilir ki; halkın önceki dönemdekinden çok daha geniş bir kesimi, ülkeyi sermaye, onun adına dar bir asker-sivil kastı ve gerideki terör aygıtlarının yönettiği; politik partilerin aldatıcı bir görüntü ve yürürlükteki yağma ve vurgunun örtüsünden başka bir rolünün bulunmadığı inancındadır. Öyle ki, bu partilere üye emekçi kitlesinin çoğunluğunun üye olduğu partiye de güvensizlik duymakta olduğu ve partisi hakkında herhangi bir umut beslemediği görülmektedir.

Oluşacak parlamento ve kurulacak hükümetin, seçimler yoluyla oluşturulmuş parlamento ve kurulmuş hükümetler içinde, en etkisiz ve en itibarsızı olacağı ile ilgili bütün verilerin bulunduğu bir gerçektir. Halk arasındaki örgütlenmesi ve manevi ve politik otoritesi, bundan öncekilerin daha gerisinde olan; yeterli inandırıcılığa sahip olmamasına ve saflarındaki çatışma daha tahrip edici bir hal almış bulunmasına karşın, ekonomik ve politik saldırı mahiyetinde kararlar almaya mahkûm olmuş bulunan bir parlamento ve hükümet: Ülkedeki politik durumu karakterize edecek olan olgulardan birisinin böyle teşekkül edeceği açıktır.

Öte yandan, kurulacak hükümetin işçi sınıfı ve halka karşı saldırısının, olağan ve rutin saldırılardan ibaret kalmayacağı, politikayla ilgisi bulunmayanlarca dahi görülebilecek bir şeydir. Çünkü yeni bir ekonomik kriz dalgası kapıdadır ve “seçimleri hangi parti “kazanırsa” kazansın, 5 Nisan saldırısının yarım kalan hedefleri üzerinden, yeni bir “ekonomik önlemler paketi” gündeme girmiş bulunmaktadır. Bu “paket”in herhangi bir şekilde ertelenmeyeceği ve nispi saldırılarda yetinmeyeceğinin aylar öncesinden acilen ilan edildiği bilinmektedir. Politik durumu karakterize edecek temel faktörlerden bir diğerinin, birikmiş sorunlar ve bugünden kriz tehdidi altında olan bir ekonomi, ekonomik krizler ve “tedbir paketleri” olacağı yadsınamaz bir gerçekliktir.

Bir yanda, halk arasında kayda değer bir itibar ve desteği bulunmayan ve safları parçalı-çatışmalı bir hükümet; öte yanda, kriz unsurlarını aşırı biriktirmiş, yakın kriz tehdidi altına düşmüş ve peş peşe gelmesi beklenen “istikrar” önlemlerine muhtaç hale gelmiş bir ekonomi: Halka verecek bir şeyi bulunmayan; buna karşılık, sömürü ve yağmanın acil ve sistematik olarak genişletilmesi ve yakın ve orta vadedeki bütün yükün halka yıkılması ihtiyacı içindeki sermaye ve gericiliğin “umudu”nun sınıfın ve halkın boyun eğmesinde dile geldiği açıktır.

“İstikrar ve barış umudu” burada yattığına göre, işçi ve emekçi sınıfların ve gençliğin mevcut duruma ve seçim sonrasında gündeme girmesi kaçınılmaz olan saldırı kampanyasına sessizce boyun eğmesi beklenmeli midir? Böyle bir beklenti için bir nedenin bulunmadığı ortadadır. Bağrında birikmiş derin hoşnutsuzluk ve güvensizlik bir yana; sermaye partilerince de, “rahatlatılma” ve “demokrasi” vaatleriyle kışkırtılmış işçi sınıfı, halk, Kürt halkı ve gençliğin, bu saldırıları kabullenebileceği, birkaç yıl öncesinde olduğu gibi, nispeten uzun süreli beklentilere girebileceği “öngörü”sünde bulunmak için bir neden yoktur. Tam aksine, emekçi yığınların tepkisinin genişlemesi ve şiddetlenmesini öngörmek için bütün nedenlerin bulunduğu bir gerçektir. Gitgide ağırlaşmış ekonomik ve politik koşullar ve bu koşulların, Türk ve Kürt halkının saflarında yarattığı güvensizlik ve umutsuzlukla ilgili duygular; başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların yedi sekiz yıldan bu yana ki mücadelelerle ve bu mücadelenin, son bir buçuk yıldır gitgide belirginleştirdiği politik eğilimler, bu yalın gerçeği kanıtlamaya yetmektedir.

Olguların işaret ettiği şudur ki; seçimler sonrası yakın dönemin, “iyileşme” ve “yumuşama” bir yana; sermayenin görülmemiş şiddetteki ekonomik saldırılar dönemi olması kaçınılamazdır. İşçi ve emekçi cephesinin bu saldırılara karşı direnişi ise, beklenmesi gereken şeydir. Seçimlerden sonraki dönemin, sınıfın ve halkın düzen partilerinden uzaklaşmalarını hızlandıracağı; bu hızlanma ve ifadesi olan mücadelelerin, karşı devrim cephesindeki parçalanmayı daha da derinleştiren bir faktör olarak etkili olacağı bugünden görülebilir bir olgudur, “istikrar” ve “barış” değil, artan ekonomik ve politik istikrarsızlık, kriz ve genişleyen mücadele; seçimlerin yakın dönem için vaat ettiği şey işte budur.

 

GÜMRÜK BİRLİĞİ, EKONOMİK “İSTİKRAR” VE “DEMOKRASİ”

Gümrük Birliği’nin sunacağı ekonomik “olanaklar”ın, ekonomiyi “geliştireceği” ve kitlelerin yaşam düzeylerinde “düzelme”ye yol açacağı; karşılık olarak Avrupa’ya verilmiş garantilerin, “demokratikleşme”nin “önünü açacağı” gibi görüşler propagandadan ibarettir. “Gümrük Birliği” olgusunun söz konusu bu ekonomik ve politik “beklentiler” aleyhine bir ağırlık oluşturduğunu, görmeyen gözlerin dahi görmesi olanaklıdır.

İlkin: “Gümrük Birliği”, Türkiye ekonomisinin “rahatlaması” ve halkın yaşam koşullarının, nispeten de olsa “iyileşmesi”, “birliği” değil; tam aksine, ekonominin sırtına yeni yükler vurulması, çeşitli sektör ve çoğu işletmenin çökmesi ve uluslararası tekellerin dizginsiz sömürü ve “rekabet”inin ekonomide kriz ve çöküntüler hazırlamasının birliğidir. Öte yandan işçi ve emekçi sınıflara, bitip tükenmez yükler vurulması; ülkenin hırsla yağmalanması, kitlesel işsizliğin başını alıp gittiği ucuz işgücü ülkesine dönüştürülmesi “anlaşması”ndan başka bir şey değildir. Denilebilir ki, Gümrük Birliği, Türkiye’nin ekonomik tam sömürgeleşmesinde ve Türk devletinin, bu tam sömürgeleşmenin büsbütün yozlaşmış bekçisine dönüşmesinde yeni bir adım anlamına gelmektedir. Seçimlerden sonra açılacak ilk “istikrar paketini, peş peşe Gümrük Birliği “paketlerinin izlemesinin kaçınılamaz olduğu bugünden görülmektedir. Sermaye, tam sömürgeleşme sürecinin bütün yükünün, emeğe yüklenmesinin zorunlu olduğumu ilan etmiş bulunmaktadır

İkinci olarak; Türkiye’nin ‘Birlik’e girmesi, “demokratikleşme”nin ilerlemesine değil; zorba gerici rejimin, uluslararası ölçekte yeniden tescil olanağı bulması ve sermayenin Türk ve Kürt halkı arasında yedekler bulmasına hizmet etmektedir. Öte yandan, demokrasi havarisi” olarak uluslararası sermayenin: a) İşçi sınıfı, halk ve Kürt halkının anti-emperyalist demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önünü kesme ve yeni dünya “demokrasisine bağlanma; b) Bu mücadeleyi, burjuvazi ve gericiliği sıkıştırma, tam teslim alma ve işlerini kolaylaştırmada bir şekilde kullanma olanaklarını genişletmesi anlamına geldiğine kuşku yoktur.

Uluslararası sermaye ve burjuvazi ve gericiliğin, bu olanak ve avantajları etkili bir biçimde kullanma olanağı bulup bulamaması sorunu, kuşkusuz başkaca faktörlerce belirlenecek ayrı bir sorundur. Burjuvazi ve gericiliğin işlerini yürütmek için attığı her adımın ve halkı aldatmak için başvurduğu her demagoji ve manevranın, karşıt faktörlerin güçlenmesine de yol açması bir yana; Gümrük Birliği’nin, sermayenin yeni bir saldırısı olduğu ve demokrasi mücadelesinin yolunun kesilmesi yönünde bir ağırlık oluşturduğu kesin bir gerçektir.

Gerçek şudur: Burjuvazi, demokrasi talep eden halka karşı aldatıcı bir koza sahip olmayı başarmıştır; fakat ekonomik koşullar, kitle mücadelesi ve güçlenen politik eğilimlerin Türkiye’de ulaştığı boyutlar dikkate alındığında, bu kozun, “politik rahatlama”, “politik istikrar” ve “yumuşama” yönünden fazlaca bir geçerliliğinin olmadığı açıkça görülmektedir. Gümrük Birliği ile verilmiş “demokrasi garantilerinin; burjuvazinin ve “sosyalist” öteki savunucularının halk arasındaki “etkileri”nin ötesinde bir aldatıcılık yeteneği gösteremeyeceği beklenebilir bir şeydir.

 

KÜRT SORUNU VE “BARIŞ” VE “DEMOKRASİ” PLANI

Kürt sorununun, gündeme sürülen platformda “çözümü”, sermayenin sorununu “çözer” ve Türkiye’deki gidişatı “yumuşama” ve “barış” yönünde değiştirebilir mi? Sorun böyle ortaya konulmakta ve böyle tartışılmaktadır. Sorunun bu konuluşunun, sermaye cephesinden bir konuluş olduğu bir gerçektir. Ne var ki, Kürt sorunu, partimiz dışındaki Kürt ve Türk “sosyalist” akımlarınca da böyle konulmaktadır. Bu nedenle, bu yazının sınırlarını aşma pahasına da olsa, konuyu biraz geniş tutmamız ve bu soruna daha yakından bakmamız gerekmektedir.

Sermaye daha önce de vurgulandığı gibi, istisnasız bütün kesimleriyle, “ihmal edilmiş” bölgeyi “kalkındırmak” ve “Kürt kimliğini tanımak” gerektiğini söylemekte ve “barış” istemektedir. Kürt ve Türk “sosyalist”leri ve Kürt burjuvazisinin ortaklaşa istedikleri “barış” da budur. Türk burjuvazisi ile bu “sol” akımlar bloğunun “barışı” arasındaki fark, sadece teknik farklardan ibaret duruma gelmiş bulunmaktadır. Dünyadaki hâkim büyük güçler ise, Türkler ve Kürtleri aşan hesaplar yapmakla birlikte, her iki tarafın da istediği bu “barışı”, şimdilik Türk cephesinden ve Türkiye’yi cesaretlendirerek desteklemektedirler.

Öte yandan, Türk burjuvazisinin, bir süreden bu yana, kendi geleneksel devlet statükosunu aşmada zorlanmaktan ileri gelen bir “sorunu” vardır. Şu anda sorunun istenildiği biçimde “çözümü”nün önündeki “engel” budur ve bir yanda büyük devletler, öte yanda Kürt ve Türk “sosyalist”leri bloğunun TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK ve TOBB’un, “sorunları”nı çözmesine yardım eder bir pozisyonda bulunduklarına kuşku yoktur.

Partimizin dört yıldan bu yana vurguladığı gibi; Türk burjuvazisi, hiç olmazsa bir süre, Kürt sorununu sorun olmaktan çıkarma yeteneği taşıyan bir “çözüm”ü gerekli görmektedir. Çünkü böyle bir “çözüm”ün; en azından bir süre, Türkiye’yi uluslararası pazarlık konusu olmaktan çıkarmasının yanı sıra; önemli ve ek olarak, öteki Kürt bölgeleri için “insan hakları” talep etme ve bölge devletlerine müdahale olanağı sunmaktadır. Öte yandan, Türk ve Kürt burjuva gericiliği, söz konusu bu “barış” ve “çözüm”ün Türk ve Kürt birleşik emek hareketinin patlamalı gelişmesi ve emek cephesinin kesin hesaplaşma denemesine yönelmesi karşısında, “dalga kıran” olarak kullanılırlığını görmüş bulunmaktadır.

Kürt sorununun, böyle bir “çözümü” veya Kürt ulusal hareketi ve çevresinde toplanmış akımların, söz edilen “barış” ve “çözüm” platformunda ısrarla kalmaları, işçi sınıfı ve halk hareketinin gelişmesi karşısında, sürecin yönünü değiştirecek bir “koz” olarak kullanılabilir mi? Emperyalizmin müdahale olanaklarını çoğaltmış olması dışta bırakılsa dahi; özellikle ’91-Kasım seçimlerinden bu yana, her biri kendi cephesinden olmak üzere Kürt burjuvazisi ve Kürt gericiliğinin, Kürt ulusal hareketinin bugün üzerinde bulunduğu platformdan; bu platformun Türk-Kürt düşmanlığına yaslanan ve halk arasında parlamentarist “beklenti” yaratan içeriğinden büyük ölçüde yararlanmıştır.

“Barış” ve “siyasi çözüm” platformunun bugün “sınıflar arası barış”, emekle sermayenin “uyumu” ve Türkiye’nin sorunlarının “yeni dünya düzeni” tarzında “çözümü” platformuyla çakışmış olduğu bir gerçektir. Türk burjuvazisi, “liberal sosyalist” akımlar ve Kürt bloğunu çevresinde toplayan ve Kürt ve Türk halkı için demokrasiyi dıştalamış bir “barış” ve “çözüm” arayışına girilmiş bulunulduğu bugün açıkça görülmektedir.

Öte yandan, böyle bir platform ve bloklaşmanın güç kazanması; yanı sıra, bu bloğun, işçi ve emekçi hareketini “barış” mevzisine çekmeyi başarması, emekçi ve Kürt emekçi hareketinin yenilgisi demektir. Çünkü işçi, halk ve Kürt halk hareketinin “barış” ve “siyasi çözüm” platformuna çekilmesinin başarılması, sermaye ve gericiliğin önünün açılması ve gündemdeki saldırıların artarak sürmesine boyun eğilmesi anlamına gelmektedir. Sermaye cephesinin bugünkü ihtiyacının, işçi sınıfı ve halkın, “barış” planına ve ağırlaşmış sorunlarına “çözüm” bulacağı bir politik ortama bir süre de olsa, boyun eğmesinde dile geldiği belli bir gerçektir.

Sermaye, bu hedefine ulaşabilir ve içinde bulunduğu acil sorunları “çözebilir” mi? Orası henüz belli değil. Fakat “barış” ve “istikrar” savunucusu bir cephenin “sol”da oluşmuş olmasının; onun halk arasından yedekler bulması ve önemli bir avantaj ele geçirmesi olduğu kuşkusuzdur. Buna karşılık, işçi sınıfı, halk ve Kürt halkının bu “istikrar” ve “barış” barikatını yarabilecek potansiyele sahip bir kopuş ve hareketlenme içinde olmasının, sermayenin açmazı olduğu ise bilinebilir bir şeydir. Bu durum bir yana; yeni ekonomik kriz belirtileri ve “Avrupa ile birleşme” faturalarının, “barış” ve “istikrar” planlarının uygulanamaz hale gelmesine yol açacak olguları çoğaltmasının kaçınılamaz olduğu da bir gerçektir.

Kürt sorununun, gündemdeki “barış” platformu üzerinden “çözümü”nün, devrim ve karşı-devrim cepheleri üzerindeki bugünkü etkisi böyledir. Burjuvazi ve gericilik, Kürt sorununun bu “çözümü”nü, şu anda karşı olan bazı “kurumlar”ına kabul ettirebilir mi; sermaye ve devletin tutumunun, şu ya da bu yönde gelişmesinden çıkacak sorunlar ne gibi sorunlar olabilir; bu türden sorunlar üzerine bugünden “tespitler” yapmak, anlamsız işlerle uğraşmaktan başka bir “önem” taşımamaktadır. Öte yandan, Kürt sorunuyla ilgili devlet politikası önümüzdeki yakın dönemde hangi yönde gelişirse gelişsin; Türkiye’nin yaşamakta olduğu sürecin yönünü, şu ya da bu doğrultuda etkilese bile değiştirmesinin olanaksız olduğu, bütün yönlerden görülmek ve anlaşılmak zorundadır.

 

YENİ DÖNEM VE DEVRİMLE KARŞI DEVRİM ARASINDAKİ ÇATIŞMANIN YÖNÜ

Erken seçimler, Gümrük Birliği ve Kürt “barışı” gibi güncel olgular ve bu olguların anlamı üzerine yürütülen aldatıcı propagandanın ekonomik ve politik durum ve devrim karşı devrim üzerinde bugünden görülebilir etkilerinin yukarıda ortaya konulanlar yönünde olacağı açıktır. Öte yandan, ekonomik, toplumsal ve politik olguların ortaya koyduğu Türkiye’nin, “sağ”dan ve “sol”dan yapılan propagandayla tanıtılan Türkiye’den farklı olduğu açıkça görülmektedir.

Türkiye’nin ekonomik durumu ortadadır. Bütün cıvataları yalama olmuş durumdadır. Bağımlı ekonominin, istikrar bulma; bunu belli bir süre korumanın, ekonomik olanak ve dinamiklerini büyük ölçüde tahrip ettiği; uygulanan her “tedbir paketinin sorunları bir süre ertelese ve acil ihtiyaçları bir süre “karşılasa” dahi, kısa bir sürede yeni bir krizi kamçılayan bir etkene dönüştüğü görülmektedir. Ekonomi, büyük uluslararası “destekler” alamadığı koşullarda, yıkıntı ve çöküntünün bir tehdit biçimini alması kaçınılamazdır. Sektörler arasındaki “denge”lerin risk unsurlarını gitgide çoğaltması, kriz tehditleri ve krizlerin periyotlarını gitgide sıklaştırması, her birinin faturasının bir öncesine göre daha yüklü olarak ortaya çıkması ve ’94-Nisan krizinin gösterdiği özellikler ve ekonomik sonuçları vb. olgular, ekonomideki eğrinin nereye doğru “geliştiğini göstermeye yetmektedir.

Nasıl bakılırsa bakılsın, Türkiye ekonomisinin sorunu, bir ya da iki “önlem paketi” sorunu gibi “basit” bir sorun değildir. “Önlem paketleri” uygulamaları “başarılı” olduğunda, bazı nispi iyileştirmeler olması, ekonominin acil ihtiyaçlarının karşılanması ve kriz tehditleri ve krizlerin geriye atılması ya da atlatılması kuşkusuz olanaklıdır. Fakat ekonomideki gidişatın yönünü karakterize eden gerçek olguların bir ya da iki “paket”in sınırlarına hapsedilemeyeceği de açıktır: Son derece ağırlaşmış bugünkü sorunları bir yana; Gümrük Birliği “anlaşması” ve “özelleştirme programı” vb. gelişmelerin, Türkiye’yi geri dönülemezcesine soktuğu yolun, gerçekte hasta olan ekonominin uluslararası yağmalamaya tam açılması ve uluslararası krizlerin yüklerinin boşaltıldığı bir çöplük ekonomisine dönüştürülmesi yolu olduğu çıplak gözle dahi görülebilir bir gerçektir. Bu sürecin, dalgalı bir seyir izlese de, üretici güçlerde ağır yıkımlara yol açan, çöküntüleri tahrik eden, gündemden düşürmeyen ve “paket” ihtiyacını kronikleştiren bir süreç olacağı görülemez değildir.

Denilebilir ki; ekonominin, yıkıntı ve çöküntülerden kaçınması ya da kurtulması ve az çok “iyi” denilen “istikrar” dönemleri bulmasının başlıca tek olanağı; başta işçi sınıfı olmak üzere, köy ve kent emekçi sınıflarının, kendilerini uluslararası sermaye ve tekelci burjuvaziye teslim etmeleri; açlık sınırına ve nüfusun neredeyse yarısının, belki de daha fazlasının işsizliği ve sefaleti koşullarına boyun eğmelerindedir. Zira burjuvazinin sarıldığı sloganların, içi boş sloganlar olduğu; ekonomik gidişatın gelişme yönünü tersine çevirme yeteneğinden yoksun bulunduğu ve gitgide ağırlaştırılacak olan sömürü oranlarını maskelemekten başka “olumlu” herhangi bir anlam taşımadığı ortadadır. İşçi sınıfı, köylülük ve kent emekçisi öteki sınıf ve tabakalar, gitgide dayatma biçimini alması kaçınılamaz olan saldırılar karşısında sonuna kadar boyun eğecekler midir? İşçi ve emekçi cephesinin, sistematik saldırılara “gönüllü” rıza göstermesi yönünde bir belirtinin ortada olmadığı açıktır.

Buna karşılık, aksi yöndeki belirtiler on yıldan bu yana çoğalmışlar ve ’94-Nisan’ından bugüne, kendilerini hemen herkese kabul ettirmişlerdir. Daha önemli olan şudur ki; halkın nereye gideceğinin tayin edicisi olan işçi hareketinin girdiği yol, sadece saldırılara direnmekle sınırlı “dar” bir yol olarak kalmamış; sınıfın kendi öz dünyasına uyanışının ilk dönemecini geride bırakmış bir yol olarak şekillenmiştir. Emek dünyasının, bağrındaki patlama unsurlarını çoğalttığı; sermaye ve gericiliğin saldırısına karşı direniş ve cepheden karşı karşıya gelme eğilim ve tutumunu her gün daha ileri götürdüğü yadsınamaz olgudur.

Sermaye ve gericiliğin, hem ekonomik koşulları hem de işçi ve emekçi sınıfların yönelimlerini bilmekte olduğuna kuşku yoktur. Sistemin sorununun, saldırı politikasına gitgide ertelenemez bir şekilde mahkûm olmasında değil; emekçi kitleleri, sistematik olarak uyuşturma ve aldatma olanak ve yeteneğinin büsbütün felç olmasını ilk kez gündeme getiren bir dönemin gelip çatmış olmasında dile gelen köklü bir sorun olduğunu epeyce zamandır anladığı kesindir. Nitekim “sahiplenmek” zorunda kaldığı “demokrasi” ve “refah” gibi sloganlara rağmen; burjuvazi ve gericilik, bu sloganların aldatıcı yeteneğine güvenmemekte; geniş çaplı çatışma ve başkaldırılara hazırlık olan bir planlama ve örgütlenmeye özel önem veren tutumu asla gevşetmemektedir. Gerici terörün hâlihazırdaki boyutu; gitgide genişletilen özel polis gücü ve resmi ve sivil faşist reorganizasyon bir yana; olağanüstü rejimi bütün ülkeye yayan yeni “İller İdaresi Yasası” taslağı bile planlanan terörün niteliğini anlatmaya yeter.

Türkiye, daha önce yaşanmamış türden olayların yaşanacağı bir ülke olma yoluna, geri dönemezcesine girmiş bulunan bir Türkiye’dir. Sermaye ve gericiliğin, dış sorunlarda da batakta olan Türkiye’yi, girmiş bulunduğu bu yoldan, bugünkü araç ve aygıtlarla geri döndürme olanaklarının tükenmekte olduğu ise çıplak gözle görülebilir bir olgudur. Bir yanda, topyekûn bir mücadeleye hazırlanan burjuvazi ve gericilik; öte yanda, öfke patlamasının bütün dinamiklerini gitgide biriktirmekte ve henüz tam farkında olmasa bile, kesin bir mücadeleye yönelmekte olan Türk ve Kürt ulusundan işçi sınıfı ve halk, “istikrar” ve “barış” değil; istikrarsızlık, kriz ve gitgide şiddetlenen çatışma: Karşı-devrim ve devrim cepheleri arasındaki çatışmasının girdiği sürecin karakteristiği budur.

Seçimlerden sonra, “yumuşama”ya dönük “yeni” bir durumun “oluşacağı”, Gümrük Birliği’nin “demokratikleşme” garantisi “olacağı” türünden slogan ve politikaların propaganda olduğu ve işçi ve emekçi sınıfların, gündemdeki saldırıya sessizce boyun eğmesini hedeflediği ortadadır. Burjuvazinin, emekçi yığınlarda yeni bir “beklenti” duygusu uyandırırken; kendi saflarındaki parçalanmayı etkisizleştirme ve seçimle “yenilenmiş” ön cephesini güçlendirme politikası izlediğinden kuşku duyulamaz. Öte yandan, Kürt “barışı”, bir çözüm planı olmadığı gibi; Kürt halkının, Kürt sermayesinin etkisinde kalması ve burjuvazinin birleşik bloğu ve yedeklerinin yenilenmesi planından başka bir şey de değildir. Bunlar bir gerçektir; bu slogan ve planların, Türk ve Kürt halkı için herhangi bir “rahatlama” ve “demokratikleşme” vaat etmedikleri; burjuvazinin, emek cephesine karşı yürüttüğü mücadeleyi genişletmesi ve bunu örtülemesinden başka bir anlam taşımadıkları yadsınamaz bir gerçektir.

İşçi ve emekçi sınıflar, seçim sonrasındaki kaçınılmaz saldırı dalgası karşısında hangi tutumu benimseyeceklerdir; yürütülen “demokrasi” ve “barış” demagojisinin etki alanında mı kalacaklar; yoksa saldırıyı püskürtmek üzere harekete mi geçeceklerdir? Sermayenin yapacağı demagoji ve sınıfın alacağı tutumun biçimi ne olursa olsun, seçim sonrası yakın dönemde, halkın yaşamının daha da zorlaşması kaçınılmazdır.

Sürecin, sermaye ve hükümeti her bakımdan zora sokması işçi ve emekçilerdeki hoşnutsuzluk ve öfkenin yeni bir biçim alması ise, aksi düşünülemeyecek derecede açıktır. Seçim sonrasındaki durum ne olursa olsun, ana sorunun; sınıfın ve halkın, burjuvazi ve gericilik kadar hazırlıklı olup olmadığının görülmesi ve anlaşılması sorunu olduğuna kuşku yoktur.

Sınıf ve halk ne kadar hazırlıklıdır; bugünkü temel sorunun bu olduğu kesin bir gerçektir.

 

III

TEMEL SORUN VE TEMEL GÖREV

Devrimle karşı devrim arasında ki çatışmanın, girilen sürecin gelişmesi içinde nereye varacağı; hangi cephenin hangi noktada nasıl üstün gelebileceği ve ilk önemli mevziiyi kimin hangi koşullarda tutabileceği sorunu, işçi sınıfının, kendisini ve halkı örgütleyecek gerekli hazırlığı yapması sorunudur. Buna karşılık, işçi sınıfı, girmekte olduğu yeni döneme hazırlıklı mıdır? Onun, kendisini bekleyen yeni döneme; güçlerini ve halkın güçlerini yeniden mevzilendirme ve sermaye karşısında cephe oluşturma görevine yeterince hazırlıklı olmadığı açıktır. Sosyalist bir hareket için, girilen dönemdeki temel sorunun, sınıfın bu hazırlıksızlığının giderilmesi sorunu olacağı ise tartışılamaz bir şeydir.

Eğer, Türkiye’nin girmekte olduğu dönem, karşıt sınıf ve cephelerin, kesin hesaplaşmalara doğru yol alışları tarafından karakterize ediliyorsa; devrimci bir sınıf partisi ve onun örgütleri açısından, gündemde olan ve hatta bütün gündemi belirleyen sorunun; işçi sınıfının, bu döneme ne oranda hazır olup olmadığı sorunu olacağı, hiçbir tereddüdü kabul etmeyecek derecede açıktır. Çünkü emek cephesinin tutunması, saldırı dalgalarını püskürtme ve çatışmalardan üstün çıkma yeteneği kazanması sorunu, işçi sınıfının yeterli asgari hazırlığı yapmış ya da yapmamış olmasıyla doğrudan bağlı bir sorundur. İşçilerin ayrı, bağımsız bir parti oluşturmasının bir nedeni de gerçekte burada yatmaktadır.

İşçi sınıfının, girilen yeni dönemdeki hazırlığının anlamı nedir? Sınıfın, a) İleri kitlesinin, bağımsız devrimci partisinin ön cephesinde mevzilenmesi; b) Ana kitlesinin, fabrikalar ve işyerlerindeki örgütler ve dönüşüme uğramış sendikalar aracılığıyla, partide ve parti çevresinde bölünmeden birleşmesi; c) Partinin, emekçi sendikaları, öteki kitle örgütleri ve kültür ve kamuoyu kuruluşları, dernekler ve yerel inisiyatiflerde vb. örgütlenmiş ezilen sınıfları ve gençlik ve kadın yığınlarına (uyanış, mücadele ve örgütlenmelerine yardım yoluyla) demokrasi hedefinde ve sınıfın çevresinde toplaması: Sınıfın ve halkın, yeni dönemdeki eksiksiz hazırlığının anlamının ve saldırı halindeki sermaye karşısında üstün çıkma yeteneği kazanmasının güvencesinin burada dile geldiği açıktır. Öte yandan, ileri işçi kitlesinin, kendini, sınıfı ve halkı örgütleme yeteneğini ancak, dışarıdan yapılan ve bağrındaki bilinçli güçlerden gelen yardımla, bu yardımın öz deneyimle birleşmesi yoluyla ve her günkü mücadelenin gelişme seyri içinde başarabileceği ise anlaşılabilir bir şeydir.

İşçi sınıfının, sermayenin savaş ilanı karşısındaki hazırlığını yapması ve alternatif bir mihrak olarak gelişmesinin ilk birikim ve koşulunun oluşmuş bulunduğu yadsınamazdır. Öte yandan, sınıfın yeni dönemdeki hazırlığının ilk dayanağının, daha önce özellik ve kazanımlarına dikkat çektiğimiz mücadele dönemlerinde saflarında biriktirdiği, eğittiği ve örgütleyip bugüne getirdiği güçler olduğu ortadadır. Sınıfın, birikmiş güçlerinden söz edildiğinde; örgütlerimiz, çevrelerimiz ve onlarla aynı hat üzerinde toplanmış emekçi kümeleri, bunların birikimleri, olanakları ve araçlarının toplamından söz edildiği ise kesindir.

Başka bir deyişle, işçi sınıfının, kendi ürünü olan olanakları kullanma yeteneği kazanması; hareketinin, dinamiklerini tahrip eden bir hareket olmaktan kurtulması; böylece de yeni dönemdeki hazırlığını ilerletmesi sorunu, örgütlerimizin ve çevrelerimizin, devrimci bir temele oturan verimli, enerjik bir çalışma yürütüp yürütmemesi sorunudur. Buna karşılık, örgütlerimiz ve sempatizan kitlemiz, işçi sınıfı ve hareketi ve devrim karşı-devrim mücadelesinin nereye gideceği sorunu açısından taşıdığı önem ve yüklenmiş olduğu görevin kapsamının farkında mıdır? İşçi ve emekçi hareketi ve ileri emekçi kitlesi bizden ne talep etmektedir; örgütlerimiz ve parti sempatizanları hangi mevkide bulunmakta, ne gibi işler yapmakta ve nelerle uğraşmaktadırlar? Çeşitli milliyetlerden işçi sınıfı ve halk ve devrim cephesinin, bağrındaki olanakları kullanma ve sermaye ile gireceği kesin hesaplaşmalara hazırlanma olanağı bulup bulamaması gibi sorunların bu sorularda dile geldiği kesindir.

Tek tek örgütlerimiz ve çevrelerimizin, bu sorulara pratik çalışmada; bizzat çalışmaları ve çalışmalarının devrimci niteliği ile verecekleri yanıtın, hangi sınıf ve cephenin üstün geleceği sorusuna verilmiş bir yanıt olacağı yadsınamaz derecede açıktır. Örgütümüzün, hiç olmazsa işçi ve emekçiler içinde, geride kalan yıllarda olup bitenlerden anlaması gereken; buna karşın anlayamadığı, fakat bugün anlaması kesin bir zorunluluk olan ilk şeyin, yukarıdaki soruların devrimci bir mevziden yanıtlanması anlamına gelen bir çalışma içine girmeleri olduğu kesindir.

Zira daha önce de vurguladığımız gibi, sınıf içinde birikmiş ileri güçleri, örgütlerimiz ve birlikte olduğu çevreler temsil etmektedir ve sınıfa yardım edecek yetenekte başka bir güç yoktur.

 

SINIF ÜZERİNDEKİ TEHDİTLER VE GÖREVİN KAPSAMI

İşçi sınıfının ön cephesindeki durum böyle şekillendiği halde, örgütlerimiz hangi çalışma içindedir ve görevlerine ne oranda sarılmaktadırlar; ileriki çatışmaların yukarıda söz ettiğimiz karakteri bir yana, önümüzdeki yakın dönem bizden ne talep ediyor; buna karşılık örgüt ve çevresi nelerle uğraşıyor? Bu noktada, söz konusu yakın dönem için yapılmış bu tespite yeniden dikkat çekmemiz zorunluluk durumundadır.

Türkiye’de, seçimlerin hemen sonrasındaki yakın dönemde, işbaşına hangi parti gelirse gelsin, yeni bir saldırı kampanyası kaçınılmazdır. Öte yandan, bu saldırıya karşı açık kitle tepkisinin düzeyinden bağımsız olarak; emekçi yığınların düzen partilerinden kopuşunun yeni aşamalara doğru derinleşmesinin yanı sıra sermaye kampındaki çatışmanın daha da hızlanması önlenemez bir olgudur.

Buna karşın, şu bir gerçekliktir: Sistem hiçbir zaman tam çözümsüz değildir; eğer sınıfın örgütü, fırsat ve olanaklardan yararlanma ve görevini yerine getirme yeteneği gösteremezse, sermayenin şu ya da bu yolla sürecin önünü kesecek yeni barikatlar oluşturması, hareketi bölme ve geriye atmayı başarması olanaklıdır. Nitekim bir süreden beri, bu yönde, iki yönlü yeni bir hareketlenme olduğu açıkça görülmektedir.

İlki: Hükümet, mevcut resmi partiler, klasik sendika bürokrasisi ve basına dayanan ve demagoji ve polis terörü eşliğinde cepheden saldırı ile gerçekleştirilmesi öngörülen plan. İller İdaresi Yasası’ndan sendikaların tasfiyesine; oradan “esnek çalışma” ve “iş güvencesizliğine varan bu planın, sınıfın ve halkın dağılması ve etkisizleşmesini ve ana kitlenin ileri emekçi kitlesinden kopmasını hedeflediği görülebilir bir olgudur.

İkincisi: Sistem adına yeni hareketlenmenin bu ikinci yönü; sınıfın, halkın ve gençliğin uyanan ve sosyalizme yönelen ileri kitlesinin bölünmesi, “sosyalist” biçimle yeniden düzene bağlanmasını hedeflemiştir. Sermayenin bu eğilimi, ifadesini, “sol”daki ‘hareketlenme”de bulmuştur. Yeni dünya düzeni sosyalizmini temsil eden BSP-DY Parti Girişimi ve Deng’çi İP’i de yanına alan, statükocu “laik” (anti-liberalleşmeci) çevrelerden oluşturulan ve sosyalizmin, bürokratik “sol”, sosyal demokrasi olarak yozlaştırılması üzerinden şekillendirilen Kemalist “sosyalist” cephe. Bunların, Kürt “barışı” isteğine, liberal “aydın” ve küçük burjuva çevrelerdeki yorgunluğa ve sendika bürokrasisinden sıkışmışlığa yaslandıkları, sistemin yeni dönemdeki ihtiyaçları üzerinden oluştukları ve sermaye organları tarafından özel olarak palazlandırıldıktan bilinmektedir.

Sermayenin, Kürt ve Türk kanatları aracındaki yeni anlaşma denemeleri ve işçi sınıfı ve halka karşı cephenin genişletilmesi girişimlerinin olanaklarına daha önceki bölümlerde değinilmiştir. Bu duruma dikkat çeken olguların yanı sıra; bir yandan gündemde olan ve sınıfın bütün olanaklarını ortadan kaldırmayı öngören cepheden saldırı planları; öte yandan, sermaye ve sistem adına “sol”dan başlatılan yeni girişimler dikkate alındığında, devrim cephesinin ne büyük bir tehdit altında olduğunun, herkesçe rahatlıkla anlaşılabileceğine kuşku yoktur.

Örgütlerimiz ve çevreleri, büyüyen bu tehditleri görüp anlayamamakta mıdır; bunları anlamaması ve gereklerini yerine getirmemesi için bir nedenin bulunmadığı açıktır. Fakat özellikle son bir yıldan bu yana ki çatışmaları; fırsat, olanak ve kürsüleri değerlendirme ve kullanma biçimleri; yürüttükleri politik ve örgütsel faaliyetin içeriği ve kapsayıcılık derecesi ve saflarında artan sorumluluk duygusu, dayanışma, disiplin ve ruh hali bozukluklarını dikkate aldığımızda, örgütlerimiz ve taraftarlarının, hem hareketin olanaklarındaki, hem de üzerindeki tehditlerdeki büyümeyi anlamadıklarını ya da anlamada isteksizlik içinde bulunduklarını kabul etmemiz bir zorunluluktur. Zira olgular orta yerde durmaktadır; bunları görmezden gelmenin, devrimi baltalamak olacağı kesindir.

Partimiz ve örgütümüzün görevi, burjuva liberalizmi ve parlamenter sendikalizmin baskısı altındaki işçi ve emekçilerin bu baskıdan kurtulmasına; uyanışının, burjuva sosyalizmi ile proleter sosyalizmini ayırt etmeyi bilen bir uyanış olmasına; başka bir akım tarafından bölünmeden örgütlenmeyi, halkı örgütlemeyi ve iktidar alternatifi olarak ortaya çıkma yeteneği kazanmayı başarmasına, bütün olanakları ve kürsüleri değerlendirerek yardım etmektir. Oysa örgütlerimizin çalışması, bir süreden beri adeta, şu anlama gelen bir çalışma durumundadır: “Biz fazla ileri gittik; gereksiz oranda güçlendik ve gereksiz olanak ve kürsülere sahip olduk. Sermayeye karşı mücadelede, işleri rölantiye alabileceğimiz ve olanak ve kürsülerin bir bölümünün yok olmasını seyredebileceğimiz gibi; “sosyalist” grupların, işçileri bölmeleri ve yeniden güç toplamaları, devrim için iyi ve kabul etmemiz gereken bir şeydir.” Durum, ne yazık ki böyledir. Kuşkusuz, hiçbir kişi ve yoldaş böyle bakmamaktadır; fakat ne var ki, tuttuğu mevzi, kendine biçtiği rol ve işe yaklaşım tarzı, çalışmayı böyle bir içerik ve anlamla şekillendirmiştir.

Burada anlaşılması gereken şudur ki; partimiz, örgütümüz ve çevrelerimizin; ister parti üyesi isterse taraftar olsun devrimci ve komünist olduğunu iddia eden kişilerin, böyle hareket etmeye; fırsatların göz göre göre geçip gitmesi ve olanakların sorumsuzca çarçur edilmesine şu ya da bu nedenle izin vermeye haklarının bulunmadığı ortadadır. Zira parti ve örgütümüz, sınıfın bugüne kadarki mücadelesinin birikimi ve geleceğinin güvencesi olduğu gibi; örgütümüzün şahsında elde edilmiş mevzi, oluşmuş kürsü ve birikmiş güçlerin, sınıfın ve halkın kürsüsü, kazanımı ve güçleri olarak elde e-dildiği, oluştuğu ve biriktiği yadsınamaz bir olgudur. Bunların, atıl kalması, sorumsuzca ve piyasa “sosyalizmi” biçimleriyle kullanılmasına, asla izin verilemeyeceği anlaşılmak zorundadır.

Öte yandan, partimiz ve çalışmasının durumunun burada çizilen tablodan ibaret olmadığı bilinebilir bir şeydir, alışmanın değişmesi, örgütlerimiz ve çevrelerinin, mevzilerini, ilişkilerini ve mücadele azimlerini yenilemesi ve politik ve örgütsel çalışmadaki birikimin patlama göstermesi için, hemen her nedenin var olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Partimizin çizgi ve tecrübesi ve örgütlerimiz ve çevrelerimizin çatışma ve eylemlerinin, şu ya da bu toplumsal örgütte ve direniş ve kampanyada dışa vuran proleter ve devrimci yönü, bu bakımdan bir güvencedir. Öte yandan, işçi ve emekçi hareketinin genişlettiği öğretici ortam ve öncü işçilerin şurada burada ortaya koydukları ve gitgide daha belirgin hale gelen kesinlik, kararlılık, disiplin ve olgunluk gibi sınıf değerlerinin, örgütlerimiz ve çevrelerimizin öğrenmeleri bakımından, hiçbir akım ve örgütün ulaşamayacağı zenginlikte bir kaynak oluşturduğu ise kesindir.

Liberal burjuva ve anarşizan küçük burjuva “sosyalizmi” akımlarının, iğdiş olmuş sekter bürokratik gelenekleri ve piyasa “devrimciliği”nin sorumluluk, disiplin ve devrimci örgüte düşman bireyci, asalak ve ruhsuz “normları”ndan kendilerini ayırdıkları; dikkatlerini, parti çizgisi, örgüt görev ve değerleri, hayatta olup bitenler ve bu olup bitenlerin gündeme getirdiği ihtiyaçlar üzerinde yoğunlaştırdıkları takdirde, örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimizin atılım yapmaları, enerjik ve verimli bir çalışma içine girmeleri önlenemez bir şeydir. Örgütlerimiz ve kadro ve taraftarlarımız, bizzat işçi hareketi, partimiz ve çalışmanın olumlu deneyleri tarafından önlerine sürülmüş olanaklardan yararlanmak ve proleter dönüşüm yolunu genişletmek zorundadırlar. Çünkü böyle bir dönüşüm olmadan, bugünün koşullarında devrimci kalmak, devrim ve sosyalizme hizmet etmek olanaksız olduğu gibi, mücadele içindeki işçi ve gence yardım etmeyi başarmak da olanaksızdır.

Özellikle büyük kent örgütleri ve işçi merkezlerinde ve proleter ve emekçi kentlerinde mevzilenmiş parti üye ve taraftarları, üye ve taraftar ve her şeyden önce de devrimci kişi ve örgüt olmanın sorumluluğu içinde şunları kesin bir dürüstlükle anlamak zorundadırlar: Partimiz ve örgütümüzün çalışmasındaki dönüşüm sorunu, işçi sınıfı ve halkın olanaklarını değerlendirme ve sermayenin saldırısına karşı savaş yeteneği kazanması sorunudur. Devrimle karşı-devrim arasındaki mücadele nereye varacak; kesin çatışmalar gelip çattığında, emek cephesi gerekli savaş yeteneğini gösterebilecek mi; bunun, örgütümüzün bugünkü çalışması ve sınıfın eğitim ve örgütlenmesine yardım derecesine bağlı olduğu kesindir. Dolayısıyla da, partimizin ve sınıfın mücadele kapasitesini kemiren, emekçiler karşısındaki itibar ve güvenilirliğini zedeleyen ve enerjisini yarımlaştıran alışılmış, iddiasız grup tutumunun kalıntılarından kurtulmak ve enerjik, kararlı ve kapsayıcı işçi örgütü tutumuna geçmek bir zorunluluktur. Hiçbir örgütümüz ve kendini parti yanlısı olarak gören hiçbir kişinin, ayak sürümeye hakkının olmadığı anlaşılmak zorundadır. Aksi takdirde, devrimci bir örgüt olmanın olanaksız olacağı açıktır.

 

YENİLENME VE YENİ ATILIMDA İLK KOŞUL, İLK HALKA

Öte yandan, çalışmanın ve örgütün proleter dönüşümünü başarmanın; örgüt olarak çalışma, örgüt disiplini ve devrimci sorumluluk duygusunun önemini; örgüt olmanın iskelesi olan araçların rolünü kavrama, kullanma ve yaygınlaştırma zorunluluğunu, bilinçli bir işçinin tutumuyla anlamak ve uygulamakta yattığı tartışılamaz bir gerçektir. Herkesin ve her örgütün anlaması gereken şudur ki; parti ve örgüt olmanın temel ilkesi, özveriyle çalışma, devrimin araç ve organlarını yaygınlaştırma ve gelişmiş bir iş disipliniyle hareket etme tutumunda dile gelmektedir. Buna karşılık, örgütümüzün tutum ve eyleminde bu bakımdan olup bitenlerin kabul edilemez olduğu bir gerçektir ve çalışmadaki değişimin, öncelikle ve acilen bu alanda görülmesi ve ilerlemesi gerektiği açıktır.

Bugünün Türkiye’sinin özelliklerinden birisi, işçi sınıfı ve komünist hareketin, partimizin şahsında, dünyada on yıllardır elde edilememiş olanak ve mevzilere sahip olmasında yatmaktadır. Bu olanak ve mevzilerin değerlendirilememesi, çarçur edilmesi ve tasfiye olmasının sorumluluğu, herhalde cinayet işlemek kadar büyük bir sorumluluktur.

Bütün örgütlerimiz; geçmişten bugüne gelen devrimci kuşak ve partinin gençliği, hangi mevzide duruyor ve hangi eylem içindedir? Sınıf ve halk hareketi; komünizm ve devrim davası, yeni mevzilere ve daha etkili ve gelişmiş kürsülere ihtiyaç duyarken, mevcut olanların yok olmasına seyirci mi olacaktır? Böyle bir tutum ve mevcut durumun asla kabul edilemeyeceği ortadadır. Ve örgüt ve çevresindeki hareketlenme ve atılımın öncelikle bu alandan başlaması bu bakımdan da bir zorunluluktur. Bu olmadığı, hareketin olanak ve araçları tahrip olduğu takdirde, bunun sınıfa karşı işlenmiş bir cinayet olacağı açıktır. Eski ve yeni kuşağı ile örgütümüz, yüksek bir moral, enerjik bir tutum ve devrimci bir girişkenlikle harekete geçmek, gidişatı tersine çevrilmek zorundadır.

Devrimci çalışma ve verili devrimci tipinin proleter dönüşümünün halkasını buradan kavramak, gelişmenin diyalektiğinin bir gereği olduğu gibi, sermayenin önümüzdeki dönemdeki çok cepheli saldırısına karşı mücadele açısından da bir gerekliliktir. Mevcut olanaklar elde tutulup güçlendirilmediği takdirde; sermayeye karşı mücadelede ileri adımların atılmasının zorlaşması kaçınılmaz bir tehdit durumundadır. Örgütümüz, sınıfa, halka ve devrim ve sosyalizm davasına sadakatini pratik olarak ortaya koymalı ve gereklerini yerine getirmede asla duraksamamalıdır.

DEVRİMİN SESİ, Kasım-Aralık 1995

Aralık 1995-Şubat 1996 1 47

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑