Genel seçimin gösterdikleri

Türkiye, derinleşen bir siyasal tıkanıklık ve ekonomik kriz ortamında genel seçime gitti.

Egemen sınıfların, seçimlerden beklentilerinin başında, parlamentonun yenilenmesi ve burada sağlanacak güçle, başlıca problemlere istikrarlı çözümler bulabilmekti.

Uluslararası ilişkilerdeki Türkiye’yi sıkıştıran hareketli problemler, ekonomik kriz, Kürt meselesi, işçi ve emekçi hareketindeki sarsıcı dalgalanmalar, bir bütün olarak, sermaye politikalarının daha tutarlı ve kendi içinde uyumlu bir ekiple yürütülmesi için, yürütmenin yenilenmesini gerektiriyordu.

DYP, yürütmeyi tek başına üstlenebileceği iddiasının yanı sıra, hükümeti “kontrgerilla cumhuriyeti”nin belli başlı kadrolarıyla kuracağı imajını da seçtiği adaylarla güçlendirerek seçimlere girdi.

Aslında, ciddi olarak, egemen sınıfların hiçbir sözcüsü, seçimlerin, ekonomik krizin ve siyasal tıkanıklığın çözülmesi yolundaki beklentiyi cevaplayacak bir sonuç getireceği umudunu taşımıyordu. Seçim, buna rağmen, gündeme geldi ve bir çözüm olmak yerine, yeni tıkanıklıkları beraberinde getirdi.

Diğer seçimlere göre, son genel seçimlerin en göze çarpan özelliği, “seçimlerden sonra ne olacağı” sorusundan çok, RP’nin iktidardan nasıl uzak tutulacağının öne çıkmasıydı. Bu yönelimin kaynağında, gerçekten RP’nin iktidardan uzak tutulması kaygısından çok, Amerika’ya ve Avrupa’ya bağımlı “merkez sağ” bir iktidarın yeniden nasıl kurulacağı problemi bulunuyordu. Bugün, seçimlerden sonra yeni koalisyon hükümetinin kurulmaya çalışıldığı şu günlerde, problem, RP’nin iktidar içinde nasıl yönlendirileceği biçimini almıştır. RP de, bu eğilime uygun olarak, kendisine yeniden çeki düzen vermekte, sivri unsurlarını bastırmakta ve seçim propagandasının temel vaatlerinden tümüyle vazgeçtiğini göstermektedir.

Yerel yönetim seçimlerini değerlendiren yazımızda, Refah Partisi’nin asla göründüğü gibi olamayacağını, bu düzenin bir çocuğu olarak, kendisine çizilen sınırlar içinde ve verilen görevler çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınamayacağını yazmıştık. Belediye başkanlarının icraatı, bu öngörüyü yeterince doğruladı. Şimdi sıra, hükümet düzeyinde, Refah’ın bu düzenin bir parçası olduğunu görmeye geldi.

 

SEÇİMİN AYNASINDA BURJUVAZİ

Para ve siyasetin aynı anda ve birbirini etkileyerek iktidar ilişkileri üzerinde bu kadar açıkça oynadıkları bir başka seçim kampanyası, daha önce yaşanmamıştı. İki burjuva partinin lideri, Çiller ve Yılmaz, televizyonda birbirlerini, sahip oldukları gizli mal varlıkları ile suçladılar ve bu tartışmanın verileri, şu anda, koalisyon pazarlıklarının bir parçası olarak el altından, şantaj ve tehdit malzemesi olarak kullanılmaya devam ediyor. Refah Partisi, kendisinin hükümet dışında bırakılma olasılığına karşı, birini kullanarak diğerini kendi yanına çekmeye çalışıyor ve hangisi koalisyon yaparsa öbürünün canını yakacağını söyleyerek, bir korkuluk da o sallıyor. Bu, muhtemel bir koalisyonun aslında ne üzerine ve ne için kurulacağını açıklayan bir olgudur.

Partilerin sermaye ile ilişkileri, hiç kuşkusuz, liderlerinin mal varlığından ibaret değildir. Asıl ilişki, kapitalizmin bütün dünyasıyla, iktidara aday partiler arasın “temsil” ilişkisidir. Temsilcilerinin durumuna bakarak, sermayenin asıl sahiplerinin birbirleriyle olan ilişkileri ve sermayelerinin kaynağı hakkında da yorumda bulunulabilir.

Ancak, bütün bu gerçekler, halkın çoğunluğunun gözünde, “alışılmış ve değiştirilemez” gerçekler haline getirilmiştir ve “hangisi gelse aynı olacak” düşüncesi hâkim kılınmıştır.

Bu şaşkınlık ve umutsuzluk hali, burjuva partiler arasında bir tercihe zorlanan halkın, iki seçenekten birine yönelmesine yol açmıştır.

Bu, seçimlerden önce ve seçim propagandası sürecinde, başlıca “büyük” partilerin ve medyanın en çok üzerinde durduğu tema, Refah Partisi’nin, “laik cumhuriyetin”, “çağdaş yaşamın” düşmanı, Avrupa’yla birleşmenin önünde engel olduğuydu.

Halkın büyük çoğunluğunun, kimi yeni türetilmiş, kimi gündelik yaşamın bütün süreçlerinde defalarca tekrarlanarak “temel ve değişmez değerler” halinde kürdisine sunulmuş bu propaganda temaları karşısında, “durumu korumak” güdüsüyle davranacağı ve bu “büyük tehlike” karşısında, egemen sınıfların iki ana partisi etrafında birleşeceği umuluyordu. Yapılan hesap, DYP ya da ANAP’tan birinin birinci, diğerinin ikinci parti konumunda bulunması ve bunlar arasında uzun vadeye bağlanmış bulunan birleşme yolunun da, birlikte yürütecekleri bir koalisyon sürecinde geliştirilmesiydi. Türkiye’nin egemen sınıfları kadar, ABD ve Avrupa emperyalistleri de, Türkiye’de “merkez sağ”da güçlü tek bir partinin bulunmasının, istikrar sorunlarını önemli ölçüde çözeceğine inandıklarından, seçim süreci boyunca, bunun gerçekleşmesinin yollarını açmaya çalıştılar.

“Sosyal demokrat” partilerin programları ve genel hedefleri bakımından “merkez sağ” partilerden esaslı bir farklarının kalmadığı ve genel olarak, egemen sınıfların bütün siyasal partilerinin birbirlerine benzetildiği koşullarda, seçmen kitlesinin partileri birbirinden ayırt etmek için kullanacağı kıstasları da böylece oluşturmaya çalıştılar. Refah Partisi, bu kıstasın oluşması için en uygun propaganda temalarını veriyordu. Gerçekten de, Refah Partisi’nin seçimlere, “onların hepsi bir parti, biz bir partiyiz” sloganıyla girmesi, bir yandan RP’nin, diğer yandan da, yönetim mekanizmasını gerçek anlamda böyle bir partiler sistemi üzerine oturtmaya çalışanların işine geliyordu.

Seçmen kitlesi, bu şaşırtmaca için ayrıca propagandaya gerek kalmaksızın, partilerin birbirinden farkı bulunmadığını deneyerek öğrendiğinden, Refah, bir bilinmeyen olarak daha ilgi çekici hale geliyor ve bu durumda da, “iki partiden biri” sloganı, “Refah’a karşı olanlar ve Refahçılar” biçiminde sahte bir bölünme etrafında saflaşmaya yol açıyordu.

Önümüzdeki süreç Refah ve ötekilerin, aynı madalyonun iki yüzü olduklarını, RP’nin de, sermaye ve emperyalizm karşısında ötekiler kadar bağımlı olduğunu gösterecektir.

RP karşısındaki tutumuyla da burjuvazi, seçeneklerinin bolluğu ve siyasi partileri kendisine bağımlı hale getirmekteki deneyimliliği hakkında ilginç görüntüler sundu.

RP korkuluğu sallanarak diğer iki partinin güç toplaması sağlanırken, RP de “evcil” ve sistem içi bir parti halinde yeniden tanıtılmaya başlandı. Buna rağmen, RP’nin en azından göründüğünden daha zayıf bir biçimde seçimden çıkabilmesi için, HADEP, utangaç bir biçimde desteklendi.

 

TÜRKİYE SAĞA MI KAYIYOR?

Seçim sonuçlarına bakılarak yapılan yorumlardan birisi, Türkiye’nin sağa kaydığı yolunda. Bu değerlendirme, İşçi Partisi’nin oylarının % 0,21 oluşuna, CHP, DSP ve İP’in toplam oylarının ise (bu toplama HADEP’in neden katılmadığı ayrıca sorulabilir), % 25,57’de kalmış olmasına bakılarak yapılıyor. Bu sonuca ulaşan Aydınlık dergisi, bir yandan da, emekçi ve işçi hareketinin Türkiye tarihinin doruk noktasında bulunuşunu görüyor ve bu nesnel durumla, sandık sonuçları arasında bir çelişki bularak, “işçi sınıfı devrimcileri”nin bunu açıklaması gerektiğini ileri sürüyor.

Bu yorumda, her şeyden önce, veri olarak değerlendirilen kimi unsurlara yüklenen nitelikler yanlıştır.

Yukarıda da değindiğimiz gibi, SHP ve DSP’nin seçmenin gözünde “sol” bir parti olarak değeri kalmamıştır.

İkinci olarak, bütün propaganda araçları ve bütün partiler, seçimin Refah Partisi ile “cumhuriyetçilik”, “laiklik” vs. arasında bir kapışma olacağını yaymış ve bu da aslında, Aydınlık dergisinin ve İP’in, oluşturmaya ya da dâhil olmaya çalıştığı bir blok için elverişli koşullar sunmuştu. Ancak, İP, henüz binde-yirmi bir gibi bir oy oranının ötesine geçebileceğine dair açık, maddi bir işaret vermediği için, örneğin DYP ile MHP arasında kurulan türden bir seçim ittifakını, çok istediği halde, bunun için CHP’den ya da DSP’den herhangi bir eğilim görmedi. Aydınlık’ın, yaptığı seçim değerlendirmesinde, bundan sonraki seçim için, bu partilerin “akıllarını başlarına toplamaları” yolunda uyarılar bunun için yapılıyor. İşçi Partisi’nin kayan oyları sayesinde CHP’nin barajı aştığı propagandası da buna yönelik. Ne var ki, böyle bir “cumhuriyetçi, laik, milli kurtuluşçu” cephenin kurulması halinde bile, toplam oyların % 25,57’de kalacağının görülmesinden, Aydınlık, Türkiye’nin sağa kaydığı sonucunu çıkarabiliyor.

Gerçekte, Emek Partisi Girişimi’nin yaygın çalışmaları ve bunların (sandığa ya sımayan) sonuçları, HADEP ve hatta RP’nin aldığı oylar, bu yorumun yanlışlığı göstermektedir. Türkiye işçi ve emekçileri, gerçekte, düzene karşı onulmaz bir tepkiyle doludur ve bunu siyasal bakımdan ifade edebilecek kanalları henüz yaratamamış olmasının sıkıntılarını çekmektedir. Fakat nesnel olarak, bütün göstergeler, halkın büyük çoğunluğunun düzenden kopuş sürecini yaşamakta olduğu yolundadır. Dolayısıyla, “Türkiye’nin sağa kaymakta olduğu” değerlendirmesi, tamamen içi boşalmış kavramlarla yapılan bir yorumdur. Bugün artık, “sağ” ve “sol”, partilerin kendileri hakkındaki iddiaları ile değil, işçi ve emekçi hareketinin bizzat kendisi tarafından tanımlanabilecek kavramlar haline gelmiştir. Dolayısıyla, işçi ve emekçi hareketinin dorukta olduğunu söyleyen bir analiz, bunun “sola kayış” anlamına geldiğini de görmek zorundadır. Gerçekten, işçi ve emekçi hareketi, nicelik olarak Türkiye tarihinin en yüksek noktasını yakalamış bulunuyor. Ne var ki, seçimlere katılan hiçbir “sol” partinin, bu hareketle bir ilişkisi yoktur. İşçi ve emekçi hareketinin ve ekonomik durumun “sola açık” bir nesnel durum yaratmış olması, bunun hemen siyasal bir karşılık bulmasını kendiliğinden getirmemektedir. Fakat bütün göstergeler, artık işçi ve emekçi hareketinin kendisini bir parti olarak örgütleme aşamasına geldiğini göstermektedir.

“Sol” denilince, CHP’yi, DSP’yi ve bir de kendisini kasteden İP açısından bakılınca, bu yorum doğru gibi görünmektedir. Oysa seçimin resmen açıklanan sonuçları, “sosyalist sol” açısından bir yorum yapmak için, gerçekte hiçbir veri sunmamaktadır.

Aynı bakış açısı, HADEP ekseninde de yanlış sonuçlar verecektir. HADEP’in temsil ettiği blok, sosyalizm iddiası taşımıyordu. Seçime, sosyalist bir parti olarak iktidarı talep ederek de katılmamıştı. Seçmen karşısına, soyut özgürlük, barış ve emek kavramlarıyla çıkan HADEP, aldığı oyu da, büyük bir çoğunlukla, “solcu” olduğu için değil, Kürtleri temsil ettiği iddiası nedeniyle almıştır. İP ise, kendi değerlendirmelerine bakılarak söylenecek olursa, seçmenin gözünde, DSP ya da CHP ile farkı açık olmayan bir partidir. Onlarla aynı temaları kullanan bir konumda kalmıştır. Laiklik, demokrasi, Kemalist devrimin kazanımları ve HADEP (“Kürt milliyetçiliği”) aleyhtarlığı biçimindeki milliyetçilik, propagandasının başlıca temalarıydı. Örneğin ’60’lı yılların TİP’i ile karşılaştırırsak, bu iki partinin de, ona göre, en azından söylem düzeyinde, fazlasıyla sosyalizmin uzağında kaldığını söyleyebiliriz. Propaganda ve ajitasyon temalarında, kendi kimlikleriyle gündemi belirlemek yerine, başkalarının söylediklerinin sahte, kendilerinin söylediklerinin gerçek olduğunu kanıtlamaya çalışmak gibi bir açmazdan çıkamamışlardır. ’60’ların TİP’i karşısında, o zamanın CHP’si kendisini “ortanın solunda” ilan etmek zorunda kalmıştı. Bugün ise, “sosyalizm” adına hareket edenler, neredeyse kendilerinin daha gerçek “sosyal demokratlar” olduğuna inanmaktadırlar.

Dolayısıyla, “Türkiye’nin sağa kaydığı” yolundaki yorum sağa kaymış “sol”cuların kendi durumlarını, Türkiye’ye mal etmelerinden başka bir şey değildir.

 

Aralık 1995-Şubat 1996

Emperyalizm, Devrimin Kaçınılmazlığı ve Sosyalizmin Zaferi Üzerine

ÖNNOT

Yukarıdaki başlık, birbirleriyle bağlantılı olmakla birlikte, onları bağlantılı kılan konu ve sorunları, farklı yönleriyle ele alan ve biri diğerinden yüklendiği görevle ayrılan üç yazının ortak başlığıdır. Zira bu yazılar, devrim ve sosyalizmin olanakları, teorik ve pratik ihtiyaçları ve proletarya örgütlerinin uluslararası önemdeki temel ve acil görevleri gibi sorunları, değişik yönlerden ortak konu yapmış yazılardır.

Yazılardan ilki, iki bölümden oluşmaktadır. Bu ilkyazının birinci bölümü, kapitalist sistem ve emperyalist dünyanın çöküşünü kaçınılamaz kılan karşıtlıklarına; emperyalizmin, proletarya ve halklar karşısındaki “zaferine” rağmen, sermayenin yıkılışı ve tasfiyesinin, bugün de önlenemez olduğunu ilan eden olgulara dikkat çekerken; ikinci bölümü, yeni bir gelişme dönemine girmekte olan proletarya hareketinin zayıflıkları ve Uluslararası Komünist Hareket ve komünist partilerin bu zayıflıklar karşısındaki görevlerini ele alan; sorunu, Türkiye’deki Komünist Hareket’in görüş ve tespitleri ekseninde irdeleyen bir bölümdür.

İkinci yazı, hem Uluslararası Komünist Hareket, hem de komünist partilerin üzerinde bulundukları teorik ve taktik platformun yenilenmesini zorunlu kılan olguları ele almaktadır. Bir önceki yazının ikinci bölümündeki tartışmayla bağlantısı; Komünist Hareket ve komünist partilerin teorik ve taktik temellerinin yenilenmesi, teorik mücadelenin bugünkü içeriği, günlük pratik çalışmanın ihtiyaçları ile ilişkisi ve proletaryayı kuşatan ideolojik eğilimlere karşı mücadele görevleri vb. sorunları irdelemesi nedeniyle buraya alınması gerekli görülmüştür.

Üçüncü ve son metne gelince; bu metin, bu yazı grubunun girişinde ele alınan konuyu; kapitalizm ve emperyalizmin çöküşü ve sosyalizmin zaferini kaçınılamaz kılan olguları ve karşıt sınıflar-cepheler arasındaki mücadeleyi temel hareket noktası yapmakla birlikte, amacının farklı-olmasında dile gelen içeriği ile girişteki yazıdan farklıdır; devrimin amacı ve yolu ve sosyalizmin gelişme çizgisini: proletaryanın, mücadele içinde yüz yıldan bu yana denenmiş taktik tutumunu, güncel olgularla bağlantı içinde ve temel noktalarıyla birlikte, topluca vurgulamak ve yeniden ilan etmek amacıyla hazırlanmıştır. Platform özellikleri taşıması ve bir bütünlük göstermesine karşın; bu metinde yapılan tespitler ve belirlenen görevler, bazı gerekçe ve nedenlerini, ilk iki yazıda yapılan tahlil ve irdelemelerde bulmaktadır. Söz konusu metnin, bu yazı grubuna alınmasının yararı burada bulunmuştur.

Bu yazıların, devrimin temel sorunlarına çözüm getirecekleri ya da böyle amaçlarının bulunduğu elbette düşünülmemelidir. Sunulan bu materyallerin, burjuva liberalizmi ve liberal reformist “sosyalizm”in bombardımanı altındaki devrimci işçinin yaptığı günlük çalışmaya destek olmak ve yardım etmekten daha öte iddiasının olmadığı açıktır.

Buna karşın, bu yazıların konu edindikleri ve gündeme getirdikleri sorunların; komünist hareket ve proletarya hareketinin, dinamiklerini kullanma ve zayıflıklarını yenme olanağı bulması; devrimci çalışma iddiasındaki kişinin, ihtiyacı anlama ve sınıfa yakın bir devrimci olarak mevzilenme yeteneği kazanması bakımından hayati önemde sorunlar oldukları bir gerçektir. Liberal burjuva ve küçük burjuva “sosyalizmi” ve üst tabakaların geleneksel bürokratik “devrimciliği”ne yaslanmaktan doğan perspektif, kavrayış, ilişki ve alışkanlık bozukluklarının, devrimci proleter kişinin yaşantısından ve yaptığı çalışmadan tasfiyesi: Uyanan proleter ve sınıfa ve sosyalizme yönelen devrimcinin, bugünkü en önemli sorununun burada yattığı ve bu sorunun aşılmasında, bir araya getirilmiş bu yazıların önemli malzemelerle dolu oldukları kesindir.

Dünya proletarya ve komünist hareketinin ve devrimle karşı-devrim arasında uluslararası ölçekte süren mücadelenin sorunları, tek tek ülke devrimleri ve devrimcileri için, genel olarak bakılan ve genel olarak bilinen “önemsiz” sorunlar olarak görülmemelidir. Tam aksine bu sorunlar, günlük çalışmanın somut hedeflerinin ve politik ve örgütsel planların belirlenmesinde hayati derecede rol oynar nitelikte sorunlardır. Okur, tek tek ülke devrimleri ve tek tek ülkelerdeki komünist hareket ve kişilerin içinde bulunduğu sorunların, devrim ve sosyalizmin uluslararası ölçekteki sorunlardan bağımsız olmadığını bilmek; öteki materyaller olduğu gibi, bu yazıları da, çalışması için somut sonuçlar ve güncel pratik görevler çıkarmak üzere dikkatle irdelemek zorundadır.

Aralık 1995-Şubat 1996

 

 

Emperyalizme dönüşen kapitalizm, proleter devrimi ve

dünya proletarya ve komünist hareketi

 

-A-

KAPİTALİZM VE TEKELCİ KAPİTALİZM; GÜNCEL BİR SORUNA DÖNÜŞEN DEVRİMİN SOSYALİST VE ULUSLARARASI KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÖZET

 

KAPİTALİST TOPLUM; PROLETARYA DEVRİMİ VE SOSYALİZMİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE

Kapitalist toplum ve bağrında meydana gelen devrimler, tarihsel olarak önce gelmiş toplumlar ve neden oldukları devrimlerden, temelden ayrılan özellikler göstermektedirler. Kapitalist toplum ve bağrındaki karşıtlıklardan doğan devrimlerin, önceki toplum ve önceki devrimlerden ayrılan en temel ve en karakteristik özellikleri, ifadelerini, hiç kuşku yoktur ki, şu iki toplumsal ve ekonomik olguda bulmuşlardır.

Bu olgulardan ilki, kapitalist toplumun; bir yanda, ücretli emek sömürüsüyle edindiği mülk ve sermaye sayesinde egemen sınıf olarak palazlanan burjuvazi; öte yanda, emek pazarına ve kolektif üretime sürülen ve ürettikçe daha fazla sömürülen mülksüz üreticiler sınıfı proletarya olmak üzere, biri diğerini dıştalayan ve doğrudan karşı karşıya gelen iki karşıt sınıfa bölünmüş bir toplum olmasıdır. Kapitalizmin temel ve özel ürünü proletaryadır; bu sınıf, özel mülkiyetten, bireysel üretim aracı ve bireysel üretimden büsbütün kopmuş; geleceğini, önceki toplumların devrimci sınıflarının aksine, özel mülk sahibi oluşu ve mutlak “kalışı”nda değil, özel mülkiyetin kaldırılışı ve kendi yok oluşunda bulan bir sınıf olarak doğmuştur. Sürekli yeniden ve safları genişletilerek üretilen proletarya, kapitalist toplumun karakterini vurgulayan en tipik ve en karakteristik olgudur. Kapitalizmin en tipik ve karakteristik özelliği, mülk edinmenin bütün özel biçimlerini, bütün sınıfları ve sınıf farklarını kaldırmak zorunda olan proletarya gibi bir sınıfın üreticisi bir toplum kurmuş olmasında yatmaktadır.

Söz konusu karakteristik olgulardan diğeri ise, sermayenin salt ulusal değil, uluslararası bir karakter taşıması, uluslararası bir toplumsal güç oluşturması ve daha önceki toplumsal sistemlerden farklı olarak, uluslararası bir sistem kurmasıdır. Onun uluslararası toplumsal bir güç oluşturması ve kendini bütün dünyada kabul ettirmesinin anlamı şuradadır ki; kurduğu toplumun temel sınıfları burjuvazi ve proletarya, uluslararası karakter taşıyan sınıflardır. Kapitalist toplumun ve onun temel sınıflarının, önceki toplumlar ve bu toplumların egemen ye ezilen sınıflarından ayrılan en tipik özelliklerinden bir diğeri de buradadır. Karşı karşıya konulmaları üzerinde kurulduğu sınıfların uluslararası nitelikleri: Kapitalist toplumun, önceki toplumlardan ayrılan temel özelliklerinden diğeri, ürettiği ve dayandığı sınıfların uluslararası karakterde sınıflar olmasında yatmaktadır.

Kapitalizmin ve kurduğu toplumunun başka tipik özelliklerinden de söz edilebilir. Fakat buna gerek olmadığı ortadadır; yukarıda vurgulanan iki olgu ve iki özellik, kapitalist toplum ve temel sınıfı proletaryanın, önceki toplum ve önceki devrimci sınıflardan ayrılan özelliklerini ortaya koymaya yetmektedir. Proletarya devriminin, tarihsel olarak önce gelmiş devrimlerden ayrılan özellikleri ne gibi özelliklerdir? Üstüne gidilen konu açısından tipik ve gerekli olan soru kuşkusuz bu sorudur. Fakat öte yandan, kapitalizm ve kapitalist toplumun, proletarya devrimini, her biri diğerine bağlı şu üç özelliği ile öteki bütün devrimlerden ayırdığını görme ve anlamanın zor olmadığı da açıktır,

a) Proletarya devrimi, tedricen komünist topluma dönüştüreceği sosyalist bir toplum kuran sosyalist bir devrimdir. Bu devrim, ücret köleliğiyle birlikte bütün kölelik biçimlerini, burjuvaziyle birlikte proletaryayı ve bütün sınıfları, giderek bütün sınıf farklarını kaldıran ve yeni sınıf mücadeleleri ve devrimleri gereksiz kılan bir devrimdir. Proleter devrimi, sınıfları, sınıf mücadelelerini ve devrimleri ihtiyaç olmaktan çıkaran ilk ve insan toplumunun göreceği son devrimdir.

b) Proleter devrimi, devlet iktidarının ele geçirilmesiyle biten salt politik bir devrim değil; tam tersine, proletaryayı egemen sınıf haline getirdikten sonra derinleşen toplumsal bir devrimdir. Zira sosyalist üretim ilişkileri ve sosyalist ekonomi, kapitalist toplumun bağrında gelişmemekte; tam aksine, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve devrimin, toplumsal devrim biçimini alarak derinleşmesinin ürünü olarak inşa edilmektedir. Proletarya devrimi, kapitalizmin tasfiyesi, sosyalist ekonomi ve sosyalist toplumun inşası ve sınıfların ve sınıf farklarının kaldırılmasıyla özdeşleşmiş bir devrimdir.

c) Proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadele, uluslararası ölçekte bir mücadele; proleter devrimi, uluslararası ölçekte bir devrimdir. Bu devrimin uluslararasılığı, en açık, en kesin ve en olgun ifadesini, tek tek ülkelerdeki devrimlerin, kesin ve nihai amaçlarına, sosyalizmin uluslararası ölçekteki zaferi sayesinde ulaşmalarında bulmuştur. Proletarya devrimi, proletaryanın uluslararası diktatörlüğü aşaması ile tamamlanan bir devrimdir. Tek tek ülkelerdeki mücadele ve devrimler, uluslararası ölçekteki tek bir mücadele ve tek bir devrimin bileşenleri ve dayanaklarıdırlar. Proleter sosyalist devrim, farklı ülkelerde farklı yollardan gelişmesine karşın, dünya ölçeğinde tek bir devrimdir.

Bu üç ayırt edici özelliği ve toplumsal evrim ve tarihteki yeriyle tanımlanırsa; proletarya devrimi, sosyalist karakterde ve zorunlu olarak uluslararası ölçekte bir devrimdir; özgürlük ve birlik yürüyüşündeki insan toplumunu ve insanlık dünyasını, bölünme ve köleliğin (sınıfsal, ulusal vb.) bütün biçimlerinden kurtaracak ve toplumsal ve insanal birlik ve özgürlüğe götürecek son devrim ve son dönemeçtir. Bu devrim, insan dünyasındaki bölünmeler; devrimler ve karşı devrimler dönemine son veren ve yeni bölünme, mücadele ve devrimleri ihtiyaç olmaktan çıkaran bir devrimdir; sınıflı toplumlar dünyasının yaşantısındaki en köklü atılım, en büyük ve aynı zamanda son toplumsal dönemeç durumundadır. Onun yukarıda vurgulanan özellikleri, kuşku yoktur ki, kurduğu proleter devleti de karakterize etmiştir; devlet aygıtını, kendi toplumsal karakterinin ifadesi ve biçimi haline getirmiş; uluslararası karakter taşıyan ve kendi yok oluşu uğruna mücadele eden bir devlet olarak örgütlemiştir. Proletarya devrimi, devrim toplumsal bir ihtiyaç olmaktan çıkıncaya kadar süren; bu ihtiyaç ortadan kalktıktan, özdeşleşmiş olduğu devleti sönmeye hazırladıktan sonra (özgürlüğe ulaşma), özgürlüğe ulaşmış toplum tarafından sindirilen, geride bırakılan ve aşılan bir devrimdir.

Proleter devrimin söz konusu bu ayırt edici özellikleri ve toplumsal ve tarihsel evrimdeki rolü, kuşku yoktur ki, kapitalist toplumun ekonomik ve toplumsal karşıtlıkları ve sermayenin mezar kazıcısı sınıfın özgün sınıfsal özellikleri tarafından şekillendirilmiştir. Proletaryanın tarihsel devrimci rolü ve politik ve örgütsel görevlerinin, kapitalist toplumun yukarıda vurgulanan ayırt edici özellikleri ve sosyalizmin toplumsal nitelikleriyle doğrudan bağlı olduğu kesindir. Proletaryanın, bağımsız ve ayrı, aynı zamanda uluslararası devrimci bir sınıf olarak hareket etmesi ve uluslararası ölçekte örgütlenmesinin nedenlerinin, kapitalizmin ayırt edici bu ekonomik özelliklerinde ve sosyalizmin bu özgün toplumsal karakterinde yattığına ise kuşku yoktur.

Ne var ki, kapitalist tekel ve emperyalizmle ortaya çıkan olgular dikkate alınmaksızın, proletarya devriminin ulusal ve uluslararası ölçekteki sorunlarının görülmesi, anlaşılması ve üstesinden gelinmesi olanaksızdır. Proletarya, emperyalist tekel ve devletlerin dünyaya egemen olmalarının ardından, tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekte meydana gelen değişiklikleri, görevlerini genişleten ve acilleştiren olgular olarak irdelemek ve dikkate almak zorundadır. Çünkü tekel ve emperyalizm, devrim ve sosyalizmi, sadece ileri ülkelerde değil, bütün ülkelerde güncel bir alternatif ve pratik bir olguya dönüştürmekle kalmamış, gerçekleşme koşullarında ve proletaryanın görevlerinde yenilenme ve değişikliklerin gündeme girmesine de yol açmış bir olgudur.

 

DEVRİMİN GÜNCEL VE ÖNLENEMEZ BİR OLGU HALİNE GELMESİ VE SOSYALİZMİN DOĞRUDAN VE DOLAYLI YEDEKLERİNİN HAZIRLANMASI ÜZERİNE

Kapitalizmin iki farklı tarihsel aşamasından söz edilebilir. Yükselişine ve gelişmiş ülkelerdeki egemenliğine damgasını vuran (sanayi sermayesi) serbest rekabet aşaması; dünyadaki egemenliğini, buna karşılık çürümesi, can çekişmesi ve ölümünü ilan etmesini vurgulayan (mali sermaye) tekelci ve emperyalist aşaması. Kapitalizmin bu iki farklı evresi, tarihsel evrim içinde oynadıkları rol ve toplumsal ilerleme karşısında tuttukları yer bakımından da temelden ayrılmışlardır. Feodal düzen ve gericilik karşısında, milli (demokratik) devrimler çağını açan ve ileri ve modern bir toplum kurarak yükselen kapitalizm; tekelci ve emperyalist aşamasında, son sınırına kadar gelişmiş; kurduğu toplumun yıkılışı ve yeni bir toplumun kuruluşunu kaçınılamaz kılacak derecede olgunlaşmış bir kapitalizme dönüşmüştür. Kapitalizmin birinci evresi, yükseldiği ve devrimci rol oynadığı evresini oluştururken; ikinci evresi, kurduğu toplumun çözüldüğü, çöküşe sürüklendiği ve büsbütün gericileştiği ölüm evresi olarak şekillenmiştir.

Serbest rekabet aşamasının, kapitalizmin tarihte kalmış aşaması olduğu, yüz yıldır bilinmektedir. Çağdaş kapitalizm, yüz yıldan bu yana, toprağında yükseldiği serbest rekabetin üstüne çıkmış ve rekabeti denetim altına almış tekel ve emperyalizmle birlikte anılmaktadır. Ne var ki, tekel ve emperyalizm, kapitalizmin kapitalizm olmaktan çıkması da olmamıştır. Tekelci kapitalizm ve emperyalizm, meta üretimine dayanan temelini ve temel özelliklerini korumuş olmasına karşın, yeni özellikler kazanmış kapitalizmdir. Ondaki değişikliğin esası şudur ki; kapitalizm gelişmiş, olgunlaşmasının en yüksek derecesine ulaşmış; ulaştığı bu aşamada, kimi özelliklerini karşıtına götürmüş ve böylece de tekele ve emperyalizme dönüşmüştür. Feodal tekeli dağıtarak yükselmiş; rekabet içindeki gelişmesinin belli bir aşamasında, karşıtı olarak doğduğu tekele ulaşmış ve öteki temel özelliklerinden çoğunu korumuş olmasına karşın, en yüksek derecedeki gelişmesini temsil eden emperyalizm biçiminde olgunlaşmış bir kapitalizm haline gelmiştir.

Kapitalizmin, bugüne ulaşan yüz yılına denk düşen bu son evresini karakterize eden şey, hiç kuşku yoktur ki, sermaye sisteminin toplumsal ilerleme ve tarihsel evrim karşısındaki yeri ve oynadığı rolün baştan aşağı değişmesi ve tersine dönmesi olmuştur. Üretim araçları ve üretimin toplumsal karakteriyle, kapitalist üretim ilişkileri (özel kapitalist mülk edinme biçimi) arasındaki karşıtlığın ileri derecede olgunlaşması; kapitalist dünyanın bağrında, çözümü ancak sermayenin yıkıma sürüklenmesiyle olanaklı olan yeni uzlaşmaz karşıtlıkların ortaya çıkması; kapitalist üretim ilişkilerinin, toplumsal üretici güçlerin gelişmesinin önündeki başlıca engel haline gelmesi ve sistemin bütün temel karşıtlıklarının ağırlaşması; böylece de toplumların, halkların ve ulusların demokratik ve özgür gelişme yolunun kapitalizmin yolundan kesin bir şekilde ayrılması: Kapitalizmin, toplumsal ve tarihsel evrim ve ilerleme karşısında oynadığı rolün baştan aşağı değişmesi ve tersine dönmesini vurgulayan olgular işte bu vb. nitelikte olgular olmuştur.

Ve yol açtıkları sonuçlarla birlikte başlıca bu olgular; feodal toplum karşısındaki zaferini, üretim araçlarını ve üretimi toplumsallaştırarak kazanan kapitalizmin; sınırsızlaştırdığı toplumsallaşma ve yarattığı ve geliştirdiği toplumsal üretici güçlerin, kapitalist üretim ilişkilerinin kabuğuna sığmaz derecede büyümesi sonucunda; toplumsal ve ekonomik ilerlemenin önünde, yıkılması zorunlu bir engel ve ayak bağı haline geldiğini de vurgulamışlardır. Tekel ve emperyalizm, sermayenin, üretici güçleri tahrip ettiği, toplumdan koptuğu, atılması gereken bir yük haline geldiği ve büsbütün gericileştiği evresi olmuştur. Başka bir yönden ifade edilirse; serbest rekabetçi aşamasında, demokratik (milli) devrimler çağını açarak yükselmiş olan kapitalizm; tekele ve emperyalizme dönüştüğü son aşamasında, yeni bir devrimler, proleter devrimler çağına varmış ve sonuna ulaşmış bir kapitalizm haline gelmiştir. Onun bu ikinci aşaması, en yüksek ve aynı zamanda son aşaması olarak şekillenmiştir. İnsanlığın sınıflara bölünmesine son verecek olan yeni bir toplumsal devrim çağı; çağdaş kapitalizmin, yani tekel ve emperyalizmin içeriği ve anlamı işte burada dile gelmiştir.

 

YENİ UZLAŞMAZ KARŞITLIKLAR KAZANMIŞ VE KARŞITLIKLARINI SON HADDİNE KADAR AĞIRLAŞTIRMIŞ KAPİTALİZM

Tekelci sermayenin yeryüzünü fethetmesi ve kapitalizmin dünyaya hâkim olması süreci, gelişmiş kapitalist toplumlardaki burjuvazi proletarya bölünmesini, öteki bütün ulusların yaşantısına sokan ve giderek temel toplumsal bölünme haline getiren bir süreç olarak gelişmiştir. Bunun yanı sıra, kapitalist ve sınıflı toplumlar dünyası; bir yanda, bütün öteki ulusları sömüren, baskı altında tutan ve emperyalizme bağlayan az sayıdaki ileri ve efendi ulus; öte yanda, yeryüzü nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan ve bir avuç zengin ülke tarafından boyunduruk altına alınan geri ve bağımlı uluslar topluluğu olarak ikiye bölünmüştür. Öte yandan, kapitalist gruplar ve egemen büyük devletlerarasındaki ilişkilerin, egemenlik ilişkisine dönüşmesi ise, tekelci sermayenin dünyayı fethetmeyi tamamlama sürecinin doğurduğu başka bir olgu olmuştur.

Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesi, tek tek ülkeleri, emperyalist bir zincirin halkaları halinde birleştirirken; gelişmiş ülkelerde olgunlaşan ve ağırlaşarak öteki ülkelere yayılan burjuvazi proletarya karşıtlığının yanına; emperyalizmle ezilen ulus ve halklar (tekelci sermaye ile tekel dışı işletmeler, gelişmiş ve geri ülke ilişkisindeki şekilleniş olarak) ve emperyalist ülkeler (tekelci sermaye grupları ve gelişmiş sermaye devletleri) arasında meydana gelen ve sistemdeki patlama öğelerini sıkıştıran yeni uzlaşmaz karşıtlıklar da koymuştur. (Emperyalizmle ezilen ulus ve halklar arasındaki karşıtlığın ekonomik temelini, tekelci sermaye ile tekel dışı işletmeler arasındaki karşıtlık oluşturur. Bu karşıtlık, tekellerin ortaya çıkmasıyla birlikte, uluslararası ölçekte ortaya çıkmış ve gelişmiş ülkelerde de uzlaşmaz bir karşıtlık olarak şekillenmiştir. Bu, sermaye dünyasının, gelişmiş ülkeleri de kucaklayan uzlaşmaz karşıtlıklarından biridir.) Tekelci kapitalizm, dünyaya egemen olmuş ve dünya sistemi olarak örgütlenmeyi tamamlamış; buna karşılık, bünyesine yeni uzlaşmaz karşıtlıklar almış bir kapitalizm olarak şekillenmiştir.

Üretimin sınırsız toplumsallaşması karşısında; sermayenin dev tekeller elinde merkezleşme ve yoğunlaşması, tekelci kapitalist gruplar ve emperyalist ülkelerin dünya ekonomisine hâkim olmalarına yol açarken; kapitalist toplum ve emperyalist dünyanın bağrındaki çelişki ve karşıtlıkları olgunlaştırmış, ağırlaştırmış ve sertleştirmiştir de. Karşıtlıklarından olgunlaşma ve ağırlaşma, kapitalizmin gelişmesinin son sınırına dayanması ve zamanını doldurması anlamına gelmiştir.  Emperyalist aşaması,  kapitalizmin; bir yandan, ezilen ulus ve halkları ve ezilen sınıfları ayaklanmaya ve safları geri ülkelerde de genişleyen proletaryanın mücadelesine bağlanmaya mahkûm ettiği; öte yandan, kapitalist tekeller ve emperyalist devletleri, dünyayı yeniden paylaşma mücadeleleri ve savaşlarına ittiği aşaması olmuştur.

Gerek, ekonomik zıtlıkların (kârın azami kâra dönüşmesi, ekonomik krizleri ağırlaştıran etkenlerin çoğalması vb.); gerek, toplumsal ve ulusal karşıtlıkların ulaştığı ağırlaşma (karşıt sınıflar ve ulusların çıkarlarının cepheden karşı karşıya gelmesi) derecesi ve gerekse, bütün bu zıtlık ve karşıtlıkların uluslararası ölçekte iç içe geçmesi, sistemin emperyalist aşamasının, sermayenin genel bunalımının patlak verdiği ve ölüm yatağına düştüğü aşaması olarak şekillenmesine yol açmıştır.

Gelişmiş ülkelerde olgunlaşan ve geri ve bağımlı ülkelerde ağırlaşan proletarya ile burjuvazi; onlar olmadığı takdirde olanaksız olan emperyalizm ile ezilen ulus ve halklar ve dünyayı yeniden paylaşma ile ilgili anlaşmazlıklarda dışa vuran emperyalist tekel ve devletlerarasındaki karşıtlıklar: Tekelci ve emperyalist kapitalizmin uzlaşmaz nitelikteki karşıtlıkları, başlıca görüntüleriyle bunlardır ve sermayenin tek bir dünya tekeli oluşturma eğiliminin önünün kesilmesine yol açtıkları gibi, sistemin genel bunalımını, çözülüş ve çöküş aşamasını da vurgulamaktadırlar. Tekelci kapitalizm, eski toplumdan çözülmeden kalan karşıtlıkları kendi karşıtlıklarına bağlamış; yıkılışını kaçınılamaz kılacak derecede ağırlaşmış karşıtlıklar yumağına dönüşmüş ve yeniden şekillenmiş kapitalizmden başka bir şey değildir.

Burjuvaziyle proletarya, emperyalizmle ezilen halklar ve emperyalist tekeller ve devletler arasındaki mücadeleler; farklı sınıflar tarafından yürütülen ve farklı içerikler taşıyan mücadeleler olmalarına karşın bu mücadeleler, sermaye sisteminin çöküşünü, yerini yeni bir sisteme bırakmasını vurgulayan ve kapitalizm yıkılıp yok oluncaya kadar önlenemez olan mücadelelerdir. Bizzat kapitalizmin kendisi ve tekelci ve emperyalist aşamasında yarattığı olgular, bütün bu mücadeleleri, sermayenin yıkılışı ve sosyalizmin zaferine zorunlu olarak bağlamıştır. Kapitalizmin son aşaması, genel krizlerin; şiddetli sarsıntılar ve altüst oluşların ve karşı konulamaz anti-emperyalist ve sosyalist devrimlerin gelip çattığı aşaması olarak şekillenmiştir.

 

KAPİTALİZMDEN KOMÜNİZME GEÇİŞİN TAM OLGUNLAŞMASI: SERMAYE DÜNYASININ BAĞRINDA YOĞUNLAŞMIŞ VE SIKIŞMIŞ BİR PATLAMA UNSURU OLARAK PROLETARYA HAREKETİ

Kapitalizmin, bazı özelliklerini karşıtına dönüştürmüş olmasının en önemli belirtisi, kapitalist tekeldir. Büyük ölçekli işletmelerin, üretime hâkim olmasından doğan kapitalist tekel, başka şeylerin yanı sıra, kapitalizmin ölüm aşamasını da vurgulamaktadır. Üretimin toplumsallaşma derecesi öyle bir noktaya varmış; toplumsal üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki karşıtlık öyle olgunlaşmıştır ki; kapitalizm, sosyalizmin arifesine ulaşmış ve toplumun sosyalist bir toplum olarak yeniden kurulmasının ekonomik ve toplumsal temeli tam oluşmuştur. Çünkü kapitalizm artık, sosyalist ekonomi ve sosyalist toplumu örgütlemek için, devlete ve sermayeye el konulması, yani toplumsallaştırılması işinden başka yapacak iş bırakmayacak bir kapitalizm derecesinde gelişmiş ve olgunlaşmış bulunmaktadır.

Kapitalist tekel ve üretimin ve üretim aracının yoğunluğu ve büyüklüğünde dışa vurduğu sınırsız toplumsallaşma derecesi, bir “tercih” ve “siyaset” değil, kapitalizmin yüksek derecedeki gelişmesinden doğan ekonomik bir olgudur. Bunun anlamı şudur ki, sermaye açısından, bireysel ya da küçük ölçekli üretime “dönüş” veya kapitalizmin başka bir aşamasına “geçiş” olanaksızdır. Sermayenin önünde, başka herhangi bir yol olmadığı gibi; tekellerin egemenliğine ve devlet kapitalizmine dönüşmesine yol açan gelişme derecesi, ekonominin sosyalist yeniden örgütlenmesi ve toplumun sosyalist yeniden kuruluşunu zorunlu, kaçınılamaz ve önlenemez bir alternatif haline getirmiştir. Tekelci kapitalizmin; bir yandan, yerini sosyalizme bırakmaya mahkûm duruma düşerken; öte yandan, kendini yıkacak ve sosyalizmi kuracak sınıfı hazırlamış ve olgunlaştırmış kapitalizm olarak şekillendiği kesindir.

Hangi yönden bakılırsa bakılsın; çağdaş kapitalizm, hem ekonomik, hem de toplumsal sistem olarak zamanını doldurmuş ve sosyalist toplumu her yönden hazırlamış kapitalizmdir. Çünkü üretimin ulaştığı toplumsallaşma derecesi, mülk edinme biçiminin toplumsallaşmasını güncel bir olgu haline getiren bütün koşulları yaratmıştır. Öte yandan şunlar, birer gerçekliktir: Tekel, üretici güçlerin sınırlanması, yıkıma sürüklenmesi ve dinamiklerinin tahrip edilmesi olarak doğmuş; tekelci burjuvazi, çürümüş ve gericiliğin kaynağı ve dayanağı bir sınıf olarak oluşmuştur. Kapitalist tekel, ekonominin asalaklaşması ve çürümesini; burjuvazinin, üretimden büsbütün kopması ve gereksizleşmesini; dolayısıyla, iç içe bu iki kategorinin gericileşmesi, yıkılması ve tasfiye edilmesi zorunluluğunu vurgulamıştır. Kapitalizm ve burjuvazinin konumunda; toplum ve tarih karşısında oynadığı rolde meydana gelen bu değişiklik, sosyalizmin inşasının ekonomik ve toplumsal bir alternatif olarak olgunlaşmasıyla özdeş olduğu gibi, önceki çağlardan farklı yeni bir toplumsal devrimler çağının açılması anlamına da gelmiştir.

Yüz yıldır yaşanılan bir gerçektir; tekelci kapitalizm ve bütün toplumsal politik kurumlarıyla tekelci burjuvazi, toplumun ekonomik, toplumsal ve politik yaşantısı üzerinde, zorbalık ve “kuralsızlığa dayalı oligarşik bir egemenlik kurmakla kalmamış; toplumsal ve ekonomik ilerleme ve politik demokrasinin önünde başlıca engele de dönüşmüştür. Nitekim burjuva parlamenter sistem, her türden gericiliğin kalesi ve yatağı ve büsbütün çürümüş bir sistem haline bu nedenlerle gelmiştir. Bir ideolojik akım ve bir devlet sistemi olarak faşizmin, tarihe ve toplumların yaşantısına, tekel olgusuyla birlikte meydana gelen ekonomik ve toplumsal değişikliklerin sonucu olarak girdiği ise bir gerçektir. Kapitalizmin, yıkılması zorunlu bir sisteme; burjuvazinin, tasfiyesi zorunlu, kaçınılamaz ve önlenemez bir sınıfa dönüştüğü; buna karşılık, ekonominin sosyalist bir ekonomi ve toplumun sosyalist bir toplum olarak yeniden kurulma koşullarının ileri derecede olgunlaşmış bulunduğu son yüz yıldaki somut olgularla kanıtlanmış bir gerçekliktir.

Kapitalizmin tekele ulaşmasının ürünü ve ifadesi olan ekonomik, toplumsal ve politik değişiklikler; bir yandan, sermayenin mezar kazıcısı ve sosyalizmin kurucusu proletaryanın saflarını genişletmiş, anlayışını olgunlaştırmış ve hareketini şiddetlendirmiş; öte yandan, kapitalizmin yıkılışı ve sosyalizmin kuruluşu için bütün olanaklarla donatılmış bir sınıf ve bir hareket olarak yeniden şekillendirmiştir. Bizzat kapitalizmin kendisi, tekele dönüştüğü bu son aşamasında; bir yandan, büyük kitleler halinde bir araya topladığı ve saflarını sıkıştırdığı; öte yandan, demokrasi ve özgürlük bayrağını ve bütün ezilenlerin bayraktarlığını eline verdiği proletaryayı, sistemin bağrındaki patlama unsuruna; demokrasi ve özgürlüğün gerçek öncüsü ve toplumsal devrim ve ilerlemenin, öteki ezilenleri de çevresinde toplamış yöneticisi ve temel itici gücü pozisyonuna kesin bir şekilde yükseltmiştir. Nitekim Ekim proleter devrimi, sosyalizmin inşasının zaferi ve sonraki kırk yıl boyunca kurulu düzenleri temellerinden sarsmış sosyalist proletarya hareketi, proleterler sınıfının, kapitalist dünyanın bağrında güçlenmiş ve olgunlaşmış bir patlama unsuru olduğunun pratik kanıtlanması olarak ortaya çıkmış somut olgular durumundadırlar.

Buna karşılık; sosyalizmin aldığı genel yenilginin, proletaryanın toplumu dönüştürecek bir sınıf, sosyalizmin zorunlu bir toplum olmaktan “çıktığı”; kapitalizmin, karşıtlıklarını “aştığı” ve “evrensel” bir sisteme dönüştüğü gibi “tez”lerin gerekçeleri haline getirilerek istismar edildiği bilinen bir olgudur. İleri proletaryanın, bugün geri bir pozisyonda bulunduğu doğrudur. Ne var ki, onun bu durumunun, kapitalist toplum ve emperyalist dünyanın bağrındaki patlama unsuru olmaktan çıktığı anlamına gelmediği de açıktır. Çünkü kapitalizm, proletaryayı her gün yeniden üreten ve üzerindeki sömürü ve baskıyı gitgide ağırlaştıran bir sistem olarak yaşamaya devam etmektedir.

Ekonomik ve toplumsal olgular ortadadır: Kazandığı “zafer”e karşın; karşıtlıklarını aştığı ileri sürülen bugünkü kapitalizm, sözde “üstün” çıktığı sosyalizmi daha acil bir ihtiyaç haline getirmiş olmasının yanı sıra; bağrındaki karşıtlıkları hiç olmadığı kadar olgunlaştırmış ve devrimin koşullarını hiç olmadığı oranda hazırlamış bulunmaktadır. Öte yandan, bugünkü emperyalist kapitalizm, proletaryayı daha kötüleşmiş koşullara mahkûm edecek ve bağrındaki karşıtlıkları daha da sertleştirecek olduğu yeni bir döneme adım atmaktadır. Kapitalizm ve sermaye, proletaryanın mücadele ve ayaklanmasını teşvik eden ve sosyalizmi karşı konulamaz bir ihtiyaç ve önlenemez alternatif haline getiren bir sistemdir. Ve olgular kanıtlamıştır ve kanıtlamaktadır ki; devrimle yıkılıp tasfiye edilmeden, insan toplumunun kapitalizmden kurtulması; sermaye ayakta durduğu ve kapitalizm yaşadığı sürece, emperyalist tekelci sömürünün kalkması olanaksızdır.

İleri proletaryanın saflarındaki bugünkü dağınıklık ve eylemindeki bugünkü gerilik, ağır bir yenilgi ve derin bir aldatılmışlık dönemi sonrasındaki umutsuzluktan ileri gelen bir dağınıklık ve geriliktir ve bu durum ne kadar uzun süre etkili olmuş olursa olsun, geçici bir durumdur. Nitekim uluslararası proletarya saflarındaki ruh hali değişiklikleri ve proleter kitle hareketindeki canlanma belirtileri, görmezden gelinemez bir kanıttır. Gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki proletarya hareketi, “refah”, “barış” ve “adalet” vaatleriyle kışkırtılmış bugünkü emperyalist dünya ve bugünkü kapitalist toplumun bağrında; bu toplumu ve bu dünyayı değiştirecek oranda güçlenmiş, öteki ezilenleri çevresinde toplayacak derecede olgunlaşmış ve tarihindeki büyük zafer ve yenilgilerden ders alacak ölçüde deneyim kazanmış bir bir patlama unsurudur. Toplumların ve dünyanın devrimci dönüşümünün ve toplumsal üretici güçlerin merkezinde proletaryanın durmakta olduğuna kuşku yoktur. Tekelci kapitalizm ve emperyalizmin, sermayenin mezar kazıcısı ve sosyalizmin kurucusu proletaryayı olgunlaştırmış ve görevine tam hazırlamış kapitalizm olduğu, olgusal belirtilerle ortada durmaktadır.

 

SÖMÜRGE VE BAĞIMLI ÜLKELERDEKİ PATLAMA UNSURU OLARAK ULUSAL KURTULUŞ VE DEMOKRASİ HAREKETİ

Serbest rekabet ve yükseliş döneminde, geri ulus ve halklara, modern ve ilerletici bir uyanış ve bağımsız ulusal gelişme olanağı sunan kapitalizm; tekelci ve emperyalist aşamasında, bu ulus ve halklar üzerindeki sömürge tekeline ve ulusal boyunduruğa dönüşmüştür. Bu sürecin hangi yoldan ilerlediği ve emperyalizmin nasıl egemen olduğu burada fazla bir önem taşımamaktadır. Denilebilir ki; sermaye ihracı temelinde gelişen tekelci kapitalizm, geri ve bağımlı ülkelerdeki ulusal üretici güçleri yıkıma sürüklemekle kalmamış; bu ülke ekonomilerini, gelişmiş kapitalist ülke ekonomilerinin arka bahçelerine de dönüştürmüştür. Ekonomik bakımdan bağımlı duruma düşmek, politik bakımdan ve her yönden emperyalizme bağlanmak anlamına gelmiş; içinde yaşanılan yüzyılın başlarına gelindiğinde, gelişmemiş ya da nispeten gelişmiş bütün geri ülkeler, emperyalist sistemin, her yönden (sömürge sisteminin değişik ilişkileri içinde) bağımlı cephe gerisi ülkelerine dönüşmüşlerdir. Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir ve sermaye ihracı temelindeki kapitalizme açılan geri ülkelerin emperyalizme bağlanmaları, bu kapitalizmin yarattığı ekonomik temel üzerinde yükselen toplumsal ve dolayısıyla politik bir olgu olarak ortaya çıkmıştır.

Sermaye ihracı yoluyla gelişen kapitalizm, genel olarak burjuvazi proletarya bölünmesi ve emek ile sermaye karşıtlığının genişlemesi ve şiddetlenmesi sonucuna varırken; uluslararası kapitalizme bağımlı ve dağılan feodal tekelin kalıntılarıyla iç içe geçmiş tekelci sermaye ile tekel dışı işletmeler (cılız ulusal ekonomi) arasında uzlaşmaz bir karşıtlığın ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Bu karşıtlık kuşkusuz, gitgide genişleyen ve gelişen burjuvazi proletarya bölünmesinin yanı sıra; bir yanda, emperyalizme bağımlı tekelci burjuvazi ve onunla iç içe geçmiş yarı feodal gericilikler; öte yanda, tekel dışı burjuva katmanlar ve köylü ve şehirli emekçi ve proleter tabakalar olmak üzere yeni bir toplumsal bölünme sürecinin başlaması anlamına da gelmiştir.

Emperyalizm ile birlikte, dünyada ve tek tek geri ülkelerde ortaya çıkan bu yeni bölünme, bu ülkeler ulus ve halklarının emperyalizme bağlanmalarının ekonomik temel ve toplumsal dayanaklarını yaratan ve gittikçe genişleten bir bölünme olmuştur. İfadesini, bu yeni toplumsal bölünmede bulan ve geri kalmış halkların ulusal bakımdan köleleşmelerini dile getiren emperyalizm ile ezilen ulus ve halklar arasındaki bu karşıtlık, uzlaşmaz ve bağımlı ülkelerdeki ekonomik ve toplumsal yaşama damgasını basan bir karşıtlık olarak şekillenmiştir.

Emperyalizm ve işbirlikçi gericiliklerin egemenliği, geri ve bağımlı ülkelerde, kapitalizmin gelişmesinin bizzat başlattığı demokratikleşme ve uluslaşma sürecinin, sermayenin yükselişi ve egemenliği yolundan ayrılması ve kapitalizm ve emperyalizmden kurtuluşa bağlanmasına yol açmıştır. Geri ve bağımlı ülkelerin özgür ulusal gelişme ve demokratik dönüşüm yollarının kesilmesinde dile gelen emperyalist sömürü ve boyunduruk, bu ülkelerdeki ulusal ve demokratik hareketi, kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla başlayan yeni toplumsal devrim sürecine bağlamış, proleter devrimi mücadelesinin yedeği ve bileşeni bir hareket olarak yeniden şekillendirmiştir. Bunun anlamı şudur ki; uluslararası kapitalizmin sömürge (ve yeni sömürge) sistemi emperyalizm, devrimin koşullarını geri ve bağımlı ülkelere de götürmüş; ezilen ulus ve halkları, ulusal özgürlük ve demokrasi uğruna, emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşmaya mahkûm etmiş bir egemenlik biçiminden başka bir şey olmamıştır. Ulusal kurtuluş ve demokratikleşme hareketinin, burjuvazinin yükseliş ve egemenliğinde temsil edilen bir hareket olmaktan çıkması; emperyalist sömürü ve boyunduruktan kurtuluş hareketi olarak yeni bir ekonomik ve toplumsal temel kazanması: Emperyalizmin, geri ülkelerdeki egemenliği, ağır ulusal sömürü ve boyunduruğun yanı sıra işte bu anlama da gelmiştir.

Öte yandan emperyalizm, ezilen ulus ve halkları, emperyalizme karşı mücadeleye mahkûm ve ayaklanmaya teşvik etmekle kalmamış; ulusal kurtuluş hareketinin, başta köylülük olmak üzere halk hareketine, demokratik halk devrimine genişlemesinin koşullarını da yaratmıştır. Emperyalist sermaye, bu ülkelerde henüz zayıf olan ulusal ekonomileri yıkarken; ulusal burjuva sınıfları bölmüş; üst tabakalarını, tekelci ve işbirlikçi bir burjuvazi olarak palazlandırmış; alt tabakalarını ve tekel dışı katmanlarını ise, güçsüz ve uzlaşmacı kalmaya mahkûm etmiştir. Bir yandan, tekelci kapitalizmin her şeye karşın sunduğu olanaklar; öte yandan, gittikçe büyüyen ve tehdit haline gelmekte olan proletarya hareketi, bu orta burjuva tabakaların ulusal direniş ve demokratik mücadele potansiyellerinin en aza inmesinin nedenlerini oluşturmuştur.

Kısaca vurgulanırsa, olup bitenlerin içeriği şunlardan ibarettir: Emperyalizmin; yani yarı feodal sınıflar ve işbirlikçi burjuvazilerin iç içe geçmelerinde dile gelen tekelci burjuva gericiliklerin egemenliği, söz konusu ülkelerdeki ulusal bağımsızlık ve demokrasi sorununu, esas olarak köylülüğün ve emekçi sınıfların emperyalizm, tekelci kapitalizm ve feodalizmden kurtuluşları sorunu olarak yenilemiştir. Öte yandan, gelişmiş ülkelerdeki gelişmeyi yavaşlatma pahasına da olsa; bu ülkelerde eskisine göre daha da hızlandırılan kapitalist gelişme, feodal kalıntıları ve eski geleneksel sınıfları gitgide parçalamış; proletaryayı güçlendirmiş ve demokrasi ve ulusal özgürlük sorununu, kesin bir şekilde sadece bu sınıfın çözebileceği bir sorun haline getirmiştir. Emperyalizmin, sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde yarattığı en önemli değişikliklerden birisi, proletarya sınıfının, ulusal özgürlük ve demokrasi sorununu gerçekten çözme yeteneğine sahip biricik güç ve modern bir sınıf olarak gitgide büyümesi, güçlenmesi ve olgunlaşması olmuştur

Neresinden bakılırsa bakılsın; emperyalizmin geri ve bağımlı ülkelerdeki yüz yıllık egemenliği ve emperyalizme karşı yüz yıllık mücadele süreci, önemli ekonomik ve toplumsal değişiklikler süreci olarak yaşanmış; proletarya bu ülkelerde de, toplumun büyüyen temel sınıfı olarak kendini, öteki bütün sınıflara kabul ettirdiği bir olgunluk derecesine ulaşmıştır. Ulusal hareket, köylü hareketi ve şehir emekçisi tabakalarının hareketi; emperyalizme, feodal kalıntılara ve tekelci kapitalizme karşı bu üç hareket, ulusal demokratik bir platform üzerinde birbirlerine bağlanmaya mahkûm olurlarken; yönlerini, proletaryaya ve hareketine çevirmek zorunda kalan hareketler haline de gelmişlerdir.

Kapitalizmin gelişmesi; proletaryanın, ulusun ve halkın öncüsü, örgütleyicisi ve toplumsal ilerlemenin temel itici gücü olma pozisyonunu sağlamlaştıran ve kesin bir şekilde güvenceye alan temel bir olgu olarak gerçekleşmiştir. Öyle ki, proletaryanın, emperyalist ve işbirlikçi tekelci sermaye ve feodal kalıntılarla, tekel dışı sınıflar arasındaki (emperyalizmle ezilen ulus-halk arasındaki) karşıtlığı kaldırma yeteneği olan tek sınıf olduğu kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Nitekim son yüz yılın tarihi bu gerçekliği kanıtlayan bir tarihtir: Ezilen ulusların ve bu ulusların emekçi sınıflarının, proletarya hareketinin son yüz yıl içinde gösterdiği atılım dönemlerinde elde ettikleri ulusal ve demokratik kazanımlar ve aldığı yenilgi dönemlerinde verdikleri kayıplar, proletarya olmadan emperyalizmin tasfiye edilemeyeceği ve ezilen ulus ve halkların gerçek bir kurtuluşa ulaşamayacağının canlı kanıtlarıdırlar. Sosyalizm uğruna mücadele eden proletaryanın pozisyonunun, ezilen ulusların ve sömürülen sınıfların öncüsü, örgütleyicisi ve yöneticisi olma pozisyonu olduğu, kuşkusuz bugün de bir gerçeklik durumundadır.

Öte yandan, bağımlı ve geri ülke proletaryalarının büyümeleri ve temel ve önder sınıflar haline gelmeleri, bu ülkelerdeki demokrasi ve ulusal özgürlük sorununu ortadan kaldırmamış; aksine bu sorunları, proleter devrime ve sosyalizme geçişin dayanaklarına dönüştürmüştür. Bağımlı ulus ve halkların, emperyalizmden kurtuluş mücadelesi; öteki emekçi sınıfları da yanına alan proletaryanın, ulusal kurtuluş mücadelesini halkın kurtuluşu mücadelesine genişleten ve uluslararası sosyalizme bağlayan demokratik ve sosyalist hareketi: Emperyalist sistemin cephe gerisi ülkelerindeki patlama öğeleri; emperyalizm, kapitalizm ve gericiliklerin yıkılışının; demokrasi ve özgürlüğün, anti-emperyalist halk devrimi ve proleter sosyalist devrimin itici güçleri bunlardır.

Ezilen ulus ve halkların, bugün işbirlikçi gericiliklerin ve burjuva ulusal grupların ardından gitmeleri ve ulusal varoluş adına, ağırlıklı olarak emperyalizme meyletmiş bulunmaları burada vurgulanan gerçekleri elbette değiştirmemektedir. Dünyadaki bugünkü ulusal yozlaşma, proletarya hareketinin ağır ve uzun süreli bir yenilgi almış; bağımlı ulus ve halkların alternatifsizliğe ve alternatifsizlikten güç alan bir yanılsamaya itilmiş olmalarından ileri gelmiştir. Bu ulus ve halkların, daha şimdiden umutsuzluğa düştükleri ve bu nedenlerle de, gözlerini proletaryaya çevirmekte oldukları olgusal bir gerçekliktir. Proletarya hareketindeki yeni bir canlanmanın; ulusal ve demokratik hareketi, emperyalizme karşı harekete dönüştüreceği ve proletarya ve halkların elinde güçlü bir silah haline getireceği kesindir. Emperyalizm, zayıf ulus ve halkların baskı altına alınması, soyulması ve ezilmesidir. Oysa bu ulus ve halklar, yükselmek ve ilerlemek için, ulusal özgürlüğü elde etmek, demokrasi aşamasından geçmek ve kendi yollarından yürümek zorundadırlar. Ulusal kurtuluşu, özgürlüğü ve gerçek demokrasiyi, onlara ancak proletaryanın sunacağı ise, tarihsel olgularla kanıtlanmış ve yeniden kanıtlanması önlenemez olan bir gerçeklik durumundadır.

 

İLERİ PROLETARYA İLE EZİLEN HALKLAR ARASINDAKİ İTTİFAK VE ULUSLARARASI DEVRİM CEPHESİ

Kapitalizmin emperyalizm aşaması, gelişmiş ve geri bütün ülkelerin, bütün yönlerden (ekonomik, toplumsal, politik, askeri, kültürel) birbirlerine bağlanmış bulundukları kapitalizm aşamasıdır. Sermayenin, uluslararası pazarı, serbest rekabet aşamasında yarattığı doğrudur. Ne var ki, onun bu uluslararasılığı, eksiksiz ve olgunlaşmış ifadesini, tekelci ve emperyalist aşamasında yarattığı olgularda bulmuştur:

Dünya pazarının, yeryüzünün bütününü kucaklaması: kapitalizmin, bütün ülkeleri, tek bir zincirin halkaları biçiminde birleştirmiş bir sistem olarak kendisini bütün dünyada kabul ettirmesi: Tek tek ülkelerin, emperyalist zincirin halkalarına dönüşmelerinin anlamı şuradadır ki; tek tek her ülkedeki her (ekonomik, toplumsal, politik vb) olgu ve olay, uluslararası bir bütünün ve tek bir sürecin ayrılamaz unsuruna dönüşmüş ve uluslararası bir karakter kazanmıştır; dolayısıyla, karşıt toplumsal sınıflar ve politik güçlerin, ekonomik ve toplumsal olaylarda, politik ve kültürel mücadelelerde ve savaşlarda ve barışlarda, tek tek ülkelerinin sorunlarını, dünyadan yalıtık olarak veya tek ülke sınırında kalarak çözme ve amaçlarına ulaşmaları tamamen olanaksızlaşmıştır.

Devresel aşırı üretim krizlerinin, genel krizlerin unsurlarına dönüşmeleri; mevzi savaşlar ve barışların, dünya savaşları ve dünya barışlarının bileşenleri haline gelmeleri; tek tek ülkelerdeki devrimler ve karşı devrimlerin uluslararası ölçekteki devrimci ve karşıdevrimci cephe ve süreçlerin unsurları olarak patlak vermeleri vb. olgu ve olaylar yadsınamaz kanıtlar durumundadırlar. Nerede ortaya çıkarsa çıksın ve hangi nitelikte olursa olsun; ekonomik, toplumsal, politik ve askeri vb. her olgu ve olay, gerçekte uluslararası tek bir olgular ve olaylar yumağının, karşılıklı ilişkiler içindeki bir halkası özelliği kazanmıştır.

Sermayenin uluslararası karakteri, tam olgunluk kazanmış ifadesini, dünyaya egemen olduğu emperyalist aşamasında bulmuştur.  Onun uluslararası özelliklerinin tam olgunlaşmasından çıkan sonuçlardan birisi şudur ki; kapitalist emperyalizm, gelişmiş ülkelerdeki proletarya ve bağımlı ülkelerdeki halk (proletarya ve ezilen sınıflar) hareketini, sistemin bağrındaki patlama öğeleri olarak sıkıştırmakla kalmamış; gelişmiş ve geri ülkelerdeki bu iki hareketin dünya devrimi cephesi olarak ittifakını da hazırlamıştır. Uluslararası pazarın bütün dünyaya yayılması ve kapitalizmin bir dünya sistemi olarak tam olgunlaşması, karşıt ve mücadele halindeki toplumsal ve politik güçleri; bir yanda, uluslararası burjuvazi ve işbirlikçi gericilikler; öte yanda, uluslararası proletarya, ezilen ulus ve halklar ve ezilen ve sömürülen sınıflar cephesi olarak yeniden mevzilendirmiştir. Çünkü tekel ve emperyalizm, sistemi oluşturan tek tek her olguyu ve bağrındaki bütün uzlaşmaz karşıtlıkları birbirlerine ve kapitalizmin kesin çöküşü ve devrim ve sosyalizmin nihai zaferine bağlayan olgular olarak doğmuşlardır.

Bunlara karşılık, sermaye sisteminin emperyalist bir zincir oluşturması ve devrimci ve karşı devrimci sınıfları ve güçleri uluslararası ölçekte mevzilendirmesi, kapitalizm ve emperyalizm ve burjuvazi ve gericiliğin topyekûn çöküşü ve devrim ve sosyalizm ve proletarya ve halkların topyekûn zaferinin koşullarının oluşması anlamına da gelmemektedir. Aksine, emperyalist zincirin zayıf halkasının oluşması; sistemin bu zayıf halkasından yarılması; bir ya da birkaç ülkede devrim ve sosyalizmin zaferi olanağının doğması ve proletarya ve halkların uluslararası cephesinin kurulması vb. anlamına gelmektedir. Kapitalizmin emperyalizm aşaması, herhangi bir ülkedeki devrim ve sosyalizmin zaferinin, uluslararası burjuvazi ve gericilikle uluslararası proletarya ve ezilen halklar cephesi arasındaki kesin bir hesaplaşmaya dönüştüğü aşamasıdır, iktidar ve egemenlik mücadelesini, uluslararası bir mücadele olarak ele almayan; mücadeleyi uluslararası ölçekte kazanma yeteneği gösteremeyen herhangi bir sınıfın amacına ulaşmasının olanaksız olduğu, yüz yıldan bu yana kanıtlanmış bir gerçekliktir.

 

SİSTEMİN ÇÖZÜLÜŞ, İÇTEN ÇÖKÜŞ BELİRTİSİ VE PROLETARYANIN ZAFERİNİN UYGUN KOŞULU: TEKELCİ GRUPLAR VE EMPERYALİST DEVLETLERARASINDAKİ MÜCADELE VE SAVAŞ

Emperyalist kapitalizm çağı, yeryüzünün sermaye tarafından fethedildiği; tekelci kapitalist gruplar ve emperyalist devletlerarasında paylaşılmasının tamamlandığı ve yeniden paylaşmak üzere, dünyanın bağrında kendini sürekli yenileyen bir mücadelenin zorunlu olarak ve inatla yürütüldüğü kapitalizmin çağıdır. Pazar, etki alanı ve egemenlik uğruna mücadele, kapitalist emperyalizmin mutlak bir olgusudur; sistemin bağrında patlak veren çıkar ayrılıkları ve bu ayrılıklar üzerinden meydana gelen parçalanmalar, bloklaşmalar, savaşlar ve dünya savaşları, emperyalist zincirin zayıf halkasından yarılması ve devrim ve sosyalizmin, şu veya bu ülkedeki zaferini olanaklı kılan parçalanmalar, bloklaşmalar ve savaşlar özelliği göstermektedirler. Kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasındaki karşıtlıklar, dünya kapitalizminin zayıflama, çözülme ve çöküş sürecini vurgulayan olgulardır.

Emperyalist ülkeler ve gerici burjuva kamplar arasındaki mücadele, burjuvazi ve kapitalizm yıkılmadan önlenemez ve savaşı da kaçınılamaz kılan bir tehdit olmaktan çıkarılamaz bir mücadeledir. Bir yandan, dünyanın bölüşülmesinin tamamlanmış olması; öte yandan, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesinin yol açtığı güç değişiklikleri; bu mutlak olgular, büyük güçler arasındaki karşıtlıkları, uzlaşmaz nitelikte karşıtlıklar olarak şekillendirdiği gibi, emperyalist paylaşım savaşlarını kaçınılamaz bir olgu haline de getirmişlerdir. (Savaş, politikanın başka araç ve yöntemlerle, şiddet araçları ve yöntemleriyle sürdürülmesidir. Emperyalizm koşulları altındaki barış dönemleri, iki savaş arasındaki geçici denge durumlarını ve yeni savaşların hazırlık dönemlerini ifade ederler. “Barış” dönemi yaşandığı halde, ortaya çıkan gerici yerel savaşlar, emperyalizmin halklara saldırısındaki bir genişlemeye işaret ettikleri gibi, genel savaş etkenlerindeki yükseliş etkenleri olarak da rol oynarlar.) Çünkü pazar ve etki alanlarına sahip olmadan ve dünya egemenliği uğruna savaşmadan, emperyalist bir ülkenin ayakta kalması olanaksızdır ve bu mücadele bir kez gündeme girdiğinde ise, emperyalist devletlerin el ve önlerinde, anlaşmazlıkları çözecek, kuvvete ve savaşa başvurmaktan başka bir araç ve yolun bulunmadığı olgusal bir gerçekliktir. Etki alanı ve dünya egemenliği uğruna mücadele; bu mücadelenin zorunlu sonucu olan savaş, sistemin büyük güçlerini kucaklayan bir mücadele ve bütün dünyayı içine çeken bir dünya savaşı olarak genelleşmiş bir olgudur.

Şu ayrı bir gerçekliktir: Sermaye cephesindeki her anlaşmazlık ve her mücadele; bu anlaşmazlık ve mücadelenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan her savaş tehlikesi ve her gerici savaş, sosyalizmin kaçınılamaz bir alternatif, gerekli ve zorunlu bir sistem olduğunu kanıtlayan; öte yandan, proletarya ve halkların sermaye karşısındaki zaferinin uygun koşulunu hazırlayan, olgunlaştıran mutlak bir faktördür, a) Kendi öz güçleri arasındaki parçalanma; bu güçlerin, kurduğu toplumu anarşi ve yıkıma sürükleyen savaşlara girişmek zorunda kalmaları, kapitalizmin toplumun sırtından atılması gereken bir yük haline geldiğinin ve bizzat kendi öz güçleri tarafından yıkılmakta olduğunun ilan edilmesi ve kanıtlanması olmaktadır, b) Kapitalist dünyanın büyük güçlerinin parçalanmaları, bloklaşmaları ve savaşa sürüklenmelerine de yol açacak bir mücadele içinde olmaları, sermayenin zayıflaması ve proletarya ve halklar karşısındaki ön cephesinin bölünmesi demektir. Gerçekte bu iki olguyla karakterize olan emperyalist mücadele ve savaş, toplumun ve dünyanın sosyalist yeniden örgütlenmesi zorunluluğunun pratik olarak kanıtlanması demek olduğu gibi; genel olarak proletarya ve halk hareketi ve özel olarak devrim ve sosyalizmin şu veya bu ülkedeki zaferi karşısında, kapitalist dünyanın ortak bloğunun zorlaşması ve gerici ortak müdahalesinin olanaksızlaşması anlamına da gelmektedir.

Öte yandan, savaş tehlikesi, dünya savaşı tehdidi veya savaşa sürüklenme, toplumlar ve halklar için bir felakettir. Çünkü gerici bir savaş; bir emperyalist dünya savaşı, insan soyu ve toplumun ve üretici güçlerin görülmemiş derecede yıkıma sürüklenmesi ve doğa ve kültür mirası tahribatının büsbütün dizginsizleşmesinden başka şey değildir. Gerici bir savaşın, öteki sınıf ve tabakaları, savaş hazırlığı yapan ya da savaşa tutuşmuş olan burjuva hükümetlerin karşısına çıkarması, en sonunda da olsa önlenemez bir olgudur ve kuşku yoktur ki bu olgu, toplumun çözülmesi ve içten çöküşü anlamına da gelmektedir. Burjuva toplumundaki bu örgütsüzleşme ve çözülmenin; devrimci proletarya için, savaşan ülkeleri iç savaşla tehdit etme; barış ve yaşanılabilir bir dünya (yaşam, tarih ve kültür tahribatı ve çevre kirlenmesi) isteyen öteki sınıfların katılışıyla cephesini genişletme ve sosyalizmi yeni silahlarla güçlendirme olanağı anlamı taşıdığı ise, başka bir gerçekliktir.

Emperyalist devletler ve bloklar arasındaki mücadelenin; önce, kapitalizmin öz güçlerini parçalayan ve karşı karşıya getiren; ardından, iktidarını dayandırdığı ara sınıfları karşısına alan ve kurduğu toplumu ve dünyayı çözülme ve yıkıma sürükleyen bir mücadele olduğu kesindir. Emperyalizm, kendi öz güçleri ve dayandığı güçlerin, sermayenin bastığı toprağı oyduğu ve bizzat kendi iktidarına karşı döndüğü; dolayısıyla, yıkılışının temel güçleri ve ana yedeklerinin yanı sıra, dolaylı yedeklerinin de oluşmuş bulunduğu kapitalizmdir. Ve neresinden bakılırsa bakılsın; emperyalist anlaşmazlık ve mücadeleler ve bu anlaşmazlık ve mücadelelerin ifadesi ve ürünü gerici bloklaşma ve savaşlar, proletarya ve halkların kapitalizm ve emperyalizm karşısındaki zaferinin uygun koşulu ve dolaylı yedeği olarak doğan anlaşmazlıklar, bloklaşmalar ve savaşlardır. Öteki mücadeleler bir yana; emperyalizmin tarihindeki büyük paylaşım savaşlarının ve söz konusu bu savaşların sonuçlarının, bu bakımdan yadsınamaz nitelikte kanıtlar oluşturdukları açık bir şeydir.

Bugün proletaryanın anlayışına yerleştirilmeye çalışılanın aksine, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki mücadele ve çatışmaların, tarihte kalan olgular olmadıkları açık bir gerçektir. “Yeni dünya düzeni”nin ilan edilmesinin ardından patlak veren karışıklıklar; kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasında yeni alanlara yayılarak ve yeni özellikler kazanarak genişleyen pazar ve etki alanı mücadeleleri ve kapitalist dünyanın bugünden sürüklendiği belirsizliği yeni kutuplaşmalara doğru derinleştiren anlaşmazlıklar ortadadır. Kim nasıl örtbas etmeye çalışırsa çalışsın; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler, yeni bir güç mücadelesi içindedirler ve yeni bir hesaplaşma dönemine doğru yol almaktadırlar. Kapitalizm ve emperyalizmin, proletarya ve halklar karşısında kazandığı “zafer”in, kendi toplumu ve kendi dünyasını alttan alta çözen, örgütsüzleşme, anarşi ve karışıklığa sürükleyen unsurları biriktirme pahasına kazanılmış bir “zafer” olduğu, bütün yönleri ve belirtileriyle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bugün “ulusal” uyutma ve uyuşturma malzemesi olarak kullanılan bu mücadelenin, gitgide ve hareket ilerledikçe proletarya ve halkları uyandırıcı bir rol oynaması kaçınılamazdır ve bu yöndeki olgular daha bugünden dışa vurmuş bulunmaktadırlar. Proletaryanın, sermayenin öz güçleri arasındaki çatışmalar ve sistemin sürüklenmekte olduğu karışıklıklardan, devrim ve sosyalizmin yedeği olarak yararlanacak derecede olgunlaşmış bir sınıf olduğu ise, sınanmış bir gerçekliktir.

 

DEVRİMİN VE SOSYALİZMİN ZAFERİNİN GÜNCEL VE KAÇINILAMAZ BİR OLGUYA DÖNÜŞTÜĞÜ KAPİTALİZM ÇAĞI

Kapitalizmin tekelci ve emperyalist evresi, komünizme geçiş koşullarının olgunlaştığı ve devrim ve sosyalizmin zaferinin önlenemez bir olguya dönüştüğü evresidir. Gelişmesinin bu son evresi, sistemin çelişkilerinin son haddine kadar olgunlaşmış ve ağırlaşmış bulunduğu evresidir. Tekelci ve emperyalist evresi, kapitalizmin en yüksek, aynı zamanda son evresidir; yepyeni bir çağın açılması anlamına gelmiştir.

Açılan bu çağ, emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır; bir yanda genel ekonomik çöküntüler, siyasal gericilikler, gerici çatışmalar ve emperyalist savaşlar; öte yanda, devrimci bunalımlar, devrimci savaşlar, muzaffer devrimler ve sosyalizmin inşasının zaferi çağıdır. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağı, kapitalizmden komünizme geçişi vurgulayan dünya devrimi; emperyalist zincirin, zayıf halkasından yarıldığı ve sosyalizmin kesin ve nihai zaferinin ilan edildiği çağdır. Yeni bir devrimler çağının açılmasının anlamı şuradadır ki; kapitalizm, yerini sosyalizme bırakmaya mahkûm olduğu bir olgunlaşma derecesine ulaşmış; devrim ve sosyalizmin zaferinin temel itici güçlerini ve doğrudan ve dolaylı yedeklerini, devrime yetenekli silahlarla donatarak hazırlamış ve olgunlaştırmış bir kapitalizme dönüşmüştür.

Kapitalizmin emperyalizm aşaması, kurduğu toplumun çözüldüğü; bağrındaki uzlaşmaz karşıtlıkların tam olgunlaştığı; aynı zamanda, kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadelenin temel unsuru olarak birbirlerine bağlandığı ve karşıtlıklar yumağına dönüştüğü aşamasıdır. Emperyalist zincirde zayıf halkalar oluşması; sistemin, zincirdeki bu zayıf halkalardan yarılması; yarılan bu halkalarda, sosyalizmin inşası ve dolayısıyla uluslararası devrimin ön dayanaklarının yaratılması ve kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadelenin, sosyalizmin zaferiyle sonuçlanacak kesin bir hesaplaşmaya dönüşmesi: Bağrındaki öteki zıtlıkların çözümünü, kapitalizmle sosyalizm arasındaki hesaplaşmaya bağlayan emperyalizmin, sosyalizmin zaferini zorunlu ve kaçınılamaz kılan ve aynı zamanda, koşullarını ve kurucusu proletaryayı hazırlayan ve yedek güçlerle donatan bir kapitalizm olduğu kesindir. Sistemin emperyalist aşaması, kapitalizmden komünizme geçişi; bu geçişin dinamiklerini tam olgunlaştırmış aşamasından başka bir şey değildir.

Tekele ve emperyalizme ulaşması, kapitalizm ve karşıtlıklarından doğan devrimlerin, baştaki bölümlerde ortaya konulan karakteri ve temel özelliklerinde ne gibi değişiklikler getirmiştir? Şunlar bir gerçektir ki; tekel ve emperyalizm, sistemdeki ilişkilerde ve hareketin gelişme koşullarında önemli değişiklikler yaratmış; buna karşılık, kapitalist toplum ve devrim ve sosyalizmin karakteri ve temel özelliklerinde herhangi bir değişikliğe yol açmamıştır. Tekel ve emperyalizm, kapitalist toplumun, yerini yeni bir topluma bırakacak; proleter devrimin, yeni sosyalist toplumu kuracak derecede olgunlaşması ve güncel bir soruna dönüşmesinin ilan edilmesi ile karakterize olmuştur.

Devrimin koşullarının, sadece gelişmiş ülkelerde değil bütün ülkelerde olgunlaşması; sistemin bağrındaki bütün mücadelelerin, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleye ve bütün ezilenlerin ve sömürülen sınıfların, devrim ve sosyalizm uğruna savaş cephesi oluşturan proletaryaya bağlanması; tek ülkede sosyalizmin inşası olanağı ve devrimin uluslararası zaferinin bileşenleri ve dayanaklarının olgunlaşması: Kapitalizmin tekele ve emperyalizme dönüşmesinin, gerici olgular bir yana bırakılırsa, tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekteki özet sonuçlan bunlar olmuştur. Tekel ve emperyalizmle birlikte ortaya çıkan olgular; hiç kuşku yoktur ki, proleter devriminin bütün ayırt edici özellikleriyle olgunlaştığını; kapitalizmden komünizme geçiş anlamına gelen ve sermaye yeryüzünden silinip gidinceye kadar sürmesi kaçınılamaz olan yeni bir devrimler döneminin başladığını ilan eden ve bunu pratik olarak kanıtlayan değişikliklere denk düşen olgular durumundadırlar.

Nitekim Ekim proleter devrimi, sosyalizmin inşası ve emperyalizme ve faşizme karşı halk devrimlerinin zaferi; dünya proleter devriminin bütün bu kazanımları, kapitalist sistemin emperyalizm aşamasında kazandığı özellikler, ulaştığı olgunlaşma ve çürüme ve proletaryanın devrimci bir sınıf olarak gelişmesinin kaçınılamaz ürünleri olmuşlardır. Bugün yıkılmış olsa da proletaryanın kurduğu uygarlık, proleter devrimin güncel bir olgu haline geldiğini vurgulamakla kalmamış; sosyalist karakterini ve ulusları tek bir amaçta birleştiren ve ortak kurtuluşa götüren uluslararası özelliklerini de cisimleştirmiştir. Proletarya ve halk devrimleri, sosyalizmin inşasının zaferi ve toplumların ve dünyanın bağrındaki mücadeleler kanıtlamıştır ki; tekelci kapitalizm ve emperyalizm, genel bunalım sürecine girmiş, hasta yatağına düşmüş ve temel karşıtlıklarını ve devrim ve sosyalizmin koşullarını tam olgunlaştırmış olmasıyla karakterize olmuş bir kapitalizmdir. Kapitalizmle sosyalizm arasındaki son ölüm kalım mücadelesi: Tekelci ve emperyalist aşamasında, kapitalizmin ulaştığı noktanın bu nokta olduğu, yüz yıldan bu yana olup bitenler tarafından kanıtlanmıştır.

 

SOSYALİZM, BUGÜN DAHA GÜÇLÜ BİR ZORUNLULUK, DAHA ACİL İHTİYAÇ; DEVRİM, KOŞULLARI DAHA DA OLGUNLAŞMIŞ BİR KAÇINILAMAZLIK

“Liberal sosyal toplum” ve “yeni dünya düzeni” olarak pazarlanan; sosyalist toplum ve sosyalist düzenden “üstün” olduğunun kanıtlandığı ileri sürülen; aynı zamanda, “evrensel” bir karakter kazandığı ilan edilen bugünkü toplum ve bugünkü düzen, kapitalist toplum ve emperyalist düzendir. Kutsanan toplum, kapitalist toplum; tapınılan düzen, emperyalist düzendir. Yüzyılın başlarındaki dünya ile bugünkü dünya arasında, ekonomik ve toplumsal bakımdan bir fark yoktur.

Uluslararası proletaryanın, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu proletaryaları şahsında, 1950’li yılların ortalarında aldığı yenilgi ve 1960’lı yıllarda kapitalizme varmış bu ülke ve bu kampın, 1980’lerin sonunda yaşadığı çöküş ve dağılma, “liberal sosyal devlet”in ve “yeni dünya düzeni”nin “evrenselleşmesi”nin dayanağı olarak gösterilmektedir. Oysa uluslararası sosyalizmin ve dünya devriminin, 1950’li yıllarda aldığı yenilgide ve Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’ndaki tekelci devlet kapitalizminin 1989 ve ’90 yıllarındaki çöküşünde kapitalist toplum ve emperyalist düzeni “evrensel” kılacak bir dayanak bulunmamaktadır.

Gerek Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun 1990 yılında yaşadığı çöküşte; gerekse, sosyalizmin ve proletarya hareketinin, 1950’li yıllarda aldığı yenilgide kapitalist ve emperyalist sistemi “evrensel” kılacak ve “kutsanması”na yol açacak hiçbir dayanak bulunmamasına karşın; biri diğerinden tamamen farklı karakterdeki bu iki olgu neden bir ve aynı olgu gibi gösterilmekte ve niçin “dayanak” olarak kullanılmaktadır? Bunun neden ve niçinleri son derece açıktır; burjuvazi ve gericiliğin geleneksel temsilcileri ve sonradan dönme savunucularının, kapitalizm ve emperyalizmi, “yeni” bir sistem ve “alternatifsiz” bir düzen olarak kabullendirme mücadelesi içinde oldukları; proletarya ve halkların “iktidarsızlıkları”ndan yararlanma yolu izledikleri kesindir.

Fakat demagojiye dayalı bir kampanya ve propagandanın, ekonomik ve toplumsal olguları sonuna kadar örtbas edemeyeceği; toplumun gelişme yönünü ve sınıflar arasındaki ilişkileri değiştiremeyeceği bir gerçektir. Neresinden bakılırsa bakılsın; bugünkü sistem ve bugünkü dünya, “yeni” bir sistem ve “yeni” bir dünya değil; bilinen uzlaşmaz karşıtlıklar üzerine kurulmuş ve bağrındaki sınıflar ve sınıf mücadeleleri tarafından karakterize edilen kapitalist sistem ve emperyalist dünyadır. Bağrındaki karşıtlıklar; peş peşe sürüklendiği krizler; bu karşıtlıklar ve krizlerin kışkırttığı mücadeleler; son birkaç yılın doğurduğu ekonomik olgu ve olaylar, tartışılamaz nitelikte kanıtlardır.

Yürütülmekte olan kampanyaya karşın yadsınamaz olan olgu şudur ki; emperyalist dünya ve kapitalist toplum, sosyalizme doğru ilerlemekte ve olgunlaşmakta; devrim ve sosyalizm, daha büyük bir ihtiyaç ve kesin bir kaçınılamazlık olarak gündemdeki yerini pekiştirmektedir. “Yeni” ve “evrensel” bir düzen olarak kutsanması ve ilan edilmesinin ardından; kapitalist toplum ve emperyalist dünyanın yuvarlandığı son kriz, sürüklendiği belirsizlik ve yol açtığı mücadeleler orta yerde durmaktadır. Hüküm süren sistemin, devrim ve sosyalizmi pratik bir alternatif ve güncel bir olgu olarak olgunlaştıran tekelci kapitalist ve emperyalist sistem olduğu, sermaye tarafından adeta her gün yeniden ilan edilmektedir. Öte yandan, bütün ülkeler proletaryalarının, burjuva gerici saldırının etkisinden kurtulma sürecine ve yeni bir dönem başlatan yeni bir hareketlenme içine girdikleri bir gerçekliktir.

Kim nasıl örtbas etmeye çalışırsa çalışsın; yürürlükte bulunan sistemin, tekelci kapitalist sistem; içinde yaşanılan çağın emperyalizm ve proleter devrimleri, kapitalizmin çöküşü ve sosyalizmin zaferi çağı olduğu kesin bir gerçeklik durumundadır. “Yeni düzen” kampanyasının, sistemin karşıtlık ve çözümsüzlüklerini örtbas etme; proletarya ve halkları aldatma amacıyla yürütülen kof bir kampanya olduğu kesindir.

a) Kapitalizm ve emperyalizmin uzlaşmaz karşıtlıkları, ortadan kalkmaları bir yana, daha da olgunlaşmış ve ağırlaşmış karşıtlıklar olarak hükümlerini sürdürmektedirler. Proletaryanın sömürülme derecesi ve mülksüzlüğü ile burjuvazinin sömürme derecesi ve servet ve sermaye büyüklüğü; ezilen halkların kölelik ve yoksulluk oranları ile ezen ülkelerin efendilik ve zenginlik oranları arasındaki karşıtlık ve uçurum, yüz veya otuz yıl öncesine göre bugün daha da büyümüştür. Öte yandan, zenginlik ve sermayeleri yüze ve bine katlanmış kapitalist gruplar ve emperyalist devletlerin, çapı daha da büyümüş talan sofrasına daha büyük bir iştahla atılmaları ve aralarındaki pay kavgalarını, önceki dönemlere göre bin kez şiddetlenmiş bir hırs ve cüretle sürdürmeleri ise, kuşkusuz önlenemez bir olgu olarak hükmünü sürdürmektedir. Söz konusu olgulardan; sermayenin merkezleşme ve yoğunlaşma derecesi ile üretimin toplumsallaşma (üreticilerin yoksullaşma) derecesi arasındaki karşıtlığın bugünkü’ olgunlaşma düzeyinden çıkan şudur ki; devrim, her zaman olduğundan daha acil ve şiddetli bir ihtiyaç; sosyalizm, her zaman olduğundan daha olgun, daha gelişmiş bir alternatiftir.

b) “Liberal sosyal toplum” ve “yeni dünya düzeni”, bütün uzlaşmaz karşıtlıkları bugünden dışa vurmuş bir toplum ve dünya durumundadır. Fakat bu “sosyal” toplum ve bu “yeni” dünya, çelişki ve karşıtlıklarını dışa vurmakla kalmamış; kapitalist emperyalizm, bütün çelişki ve karşıtlıklarının ağırlaşması, sertleşmesi ve patlamalara dönüşmesiyle karakterize olacak olan yeni bir döneme adım da atmıştır. Gerek, kapitalist tekeller ve emperyalist devletler; gerekse, burjuvazi ve gericiliklerle proletarya ve halklar arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme yönünde ortaya çıkan değişiklikler, sermayenin yaşlı ve çürümüş dünyasının öncesinden farklı yeni bir döneme yol almakta olduğunu açık ve üstü örtülemez bir şekilde vurgulamaktadırlar. Kapitalist merkezlerde patlak veren ve bütün ülkeleri etkisine alan son ekonomik kriz dalgası; nispeten bu krizden bağımsız, nispeten bu krizle birlikte şiddetlenen anlaşmazlıkların, dünyada ve büyük güçler arasındaki ilişkilerde yarattığı belirsizlik ve gerginlik ve proletarya ve halkların gitgide artan kapitalist ve emperyalist saldırılara karşı gösterdikleri ve gelişme potansiyeli bugünden belli olan direniş; son bir iki yıldan bu yana daha da belirginleşmiş olan bu olguların, girilmekte olan bu yeni döneme dikkat çeken olgular oldukları bir gerçekliktir. Kapitalist dünyanın, girmekte olduğu bu yeni dönemin; bir yanda gericilik, gerici çatışma ve savaş; öte yanda, proletarya ve halk devrimi ve devrimci savaş etkenlerinin karşılıklı yükselişi dönemi olduğu açıktır. Neresinden bakılırsa bakılsın; kapitalist dünya, bir önceki aşamasından farklı koşullarda olgunlaşmakta olan genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol alan bir dünyadır. Bu süreç, nasıl ve hangi biçimleri alarak ilerlerse ilerlesin; sermaye dünyasının bu yeni döneminin, kapitalizmin çöküşü ve sosyalizmin zaferinin önlenemez bir olgu olduğunu dosta düşmana kabul ettirecek bir dönem olarak şekillendiği kesindir.

c) “Bilimsel teknik devrim”, sermayenin rolü ve egemenliğinin “evrensel”leştiğini değil; büsbütün işlevsizleştiğini, gereksizleştiğini ve yıkılması ve tasfiye edilmesinin acilleştiğini vurgulayan bir olgudur. Proletaryanın dünyadaki kitlesinin, son otuz yılda birkaç kat büyümesi ve gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere dünya nüfusunun, proletarya ve burjuvaziye gitgide daha fazla bölünmesi bile, bilim ve teknikteki devrimin, kapitalizm koşullarında oynadığı rolü göstermeye yetmektedir. Kapitalist tekel altındaki bilim ve teknikteki gelişme, proletarya ve halklar üzerindeki sömürünün yoğunlaşması; sömürenler ile sömürülenler ve ezenler ile ezilenler arasındaki karşıtlık ve uçurumun daha çıplak ve daha yalın bir biçim alması anlamına gelmiştir ve gelmektedir. Dünyanın ve özellikle geri ülkelerin durumları ortadadır: Gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın yaşadığı ve şimdi budanmakta olan göreceli “refah” kimseyi aldatmamalıdır; bu “refah”ın nedenleri, başka faktörlerle ilgili olduğu gibi, kapitalizmin son yirmi yılına has ve sermayenin “bilimsel teknik devrim”iyle ortaya çıkmış bir olgu da değildir. Üstelik bu ülkelerde, emek sömürüsü eskiye göre daha yoğunlaşmış ve burjuvazi ile proletarya arasındaki uçurum daha derin bir hal almıştır. Özet olarak vurgulanırsa; tekelci sermayenin, karşıtlık içinde bulunduğu ve kurduğu toplumu yadsıyan güçlerce (bu güçlerin 1930’lu ve ’40’lı yıllardaki güçlü atılımıyla) tahrik edilen bilim ve teknikteki devrim, sınıf mücadelelerini ve devrim ve sosyalizmi kaldırma gibi saçma iddiaların aksine; kapitalizm ve emperyalizmin karşıtlıklarını daha derinleştiren, sosyalizmin koşullarını daha olgunlaştıran ve toplumun devrimci dönüşüm dinamiklerini daha güçlendiren bir faktördür. Kapitalizm koşullarında doğurduğu en önemli sonuçlardan birisi, kuşku yoktur ki, kafa emeği ve kalifiye emek gücünü, eğitim görmemiş kaba fiziksel emekle işsizler ordusu saflarında sokakta eşitlemekten başka bir şey değildir. Bilim ve teknikteki devrimin, sistemin girdiği yeni dönemde, sermayenin olduğu kadar, proletaryanın elinde de etkili bir silah olacağına kuşku yoktur.

Öteki olgular bir yana; yukarıda değinilen üç olgu dahi, sermayenin yürüttüğü “evrensel sistem” ve “yeni düzen” kampanyasının, sistemin bağrındaki karşıtlık ve mücadeleleri örtbas etmeye yönelik temelsiz bir kampanya ve yürürlükteki “düzen”in, kapitalist ve emperyalist düzen olduğunu kanıtlamaya yetmektedir. Geride kalan dönemde; yıkılması ve yerini yeni sosyalist bir sisteme bırakması kaçınılamaz olan kapitalist ve emperyalist sistemin özü ve yapısında herhangi bir değişiklik olmadığı ve devrimle yıkılıp tasfiye edilmediği sürece de olmayacağı açıktır. Buna karşılık, kırk yıl boyunca toplumlarda ve dünyada, hiçbir değişiklik olmamış mıdır; son kırk yıldan bu yana toplumlarda ve dünyada, büyük ve önemli değişiklikler yaşandığına kuşku yoktur.

Ekim proleter devrimiyle 1960’lı yıllar arasında kalan kırk yıllık döneme göre, dünyada ve toplumlarda önemli değişiklikler yaşandığı kesindir. Söz konusu döneme göre, daha sonra değişmiş olan şudur ki; yeryüzünde, otuz beş kırk yıl önce sosyalist ülkeler topluluğu; beş yıl önce küçük de olsa sosyalist bir ülke vardı; bu topluluk ve bu ülke, ayakta bulundukları ve mücadele ettikleri dönemlerde, sosyalizmin canlı somut örneğini oluşturmuş ve uluslararası devrimde bir üs işlevi görmüşlerdi.

Oysa otuz beş kırk yıldan bu yana sosyalist bir topluluk; beş altı yıldan bu yana da sosyalist bir ülke yoktur. Uluslararası proletarya, insanlığa sunduğu canlı örneğini ve uluslararası devrim, kurtarılmış ülke ve bölgelerini kaybetmiştir. Devrim ve sosyalizm, uzun bir süre etkili olacak bir yenilgi almış; proletarya, önce devlet iktidarından; ardından öteki kazanımlarından yoksun kalmıştır. Sosyalizmin, kapitalizm ve emperyalizm karşısında aldığı yenilginin anlamı, proletaryanın burjuvaziden kopardığı iktidarı ve üs bölgelerini kaybetmesidir; bu yenilgi ve ardından dünyada meydana gelen değişikliğin, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlıklardan oluşan karakterini “değiştiren” ve sosyalizmi toplumsal ihtiyaç olmaktan “çıkartan” bir yenilgi ve değişiklik olmadığı açıktır.

Daha somut ve daha tam söylenirse; uluslararası proletaryanın, 1950’li yılların ortalarında aldığı fakat açık sonuçları 1990 yılında Sovyet revizyonist kapitalizmindeki “sosyalist” biçimlerin dağılması ve Arnavutluk’un yıkılması ile ortaya çıkan ve geniş proleter kitlelerce ancak son yıllarda algılanan büyük yenilgi ve bu yenilgiyle bağlantılı olarak dünyada meydana gelen değişiklik, sınıf güç ilişkilerinin proletarya ve sosyalizm aleyhine uzun süreli değişmesiyle karakterize olmuştur. Olan şudur ki; uluslararası burjuvazi ve gericilik, olanaklarını tüketme pahasına da olsa, dünya proletaryasının Ekim Devrimi, sosyalizmin inşası ve II. Büyük Savaş’taki zaferiyle kazandığı mevzilerden sökülüp atılması anlamına gelen politik bir zafer kazanmıştır. Kapitalist dünyanın kazandığı bu zaferin; uluslararası proletaryanın sosyalizm anlayışını bozması, devrimci girişkenliğini geriletmesi ve dünya devriminin geçici bir yön değişikliği göstermesine yol açmasının nedenleri ise, kapitalist restorasyonun, “sosyalist” biçimleri uzun süre kullanmasında ve revizyonizmin proletaryayı aldatmayı başarmasında yatmaktadır.

Sonuç olarak vurgulanırsa; devrim ve sosyalizmin, 1950’li yılların ortalarında aldığı yenilgiyle birlikte dünyada yaşanan değişiklikler, sınıf güç ilişkilerinin proletarya aleyhine değişmesiyle karakterize olmaktadır ve bu türden değişiklikler, sınıflar ve sınıf mücadeleleri var olduğu sürece her zaman meydana gelebilir ve gelecekte de meydana gelebilecek olan değişikliklerdir. Kapitalizm ve emperyalizm durduğu ve sınıflar ve sınıf mücadeleleri var olduğu sürece, her zaman alınabilir ve meydana gelebilir olan bu türden yenilgi ve değişiklikleri, sermaye toplumu ve dünyasındaki karşıtlık ve mücadelelerin “yok olması” ve kurulu “düzenler”in “evrensel” nitelik kazanması belirtisi olarak göstermek, politik mücadele içindeki bir kimse için ancak emperyalizmin safına geçmek ya da derin bir aptallık uykusuna yatmakla olanaklıdır.

Emperyalizmin sözcüleri ne söylerlerse söylesinler; devrim ve sosyalizmin aldığı söz konusu yenilgi, proletaryanın güçlü pozisyonuna rağmen alınmış ve sonuçları daha ağır olmasına karşın, Paris Komünü’nün Avrupa gericiliği karşısında aldığı yenilgiden farklı değildir. Başlıca fark şuradadır ki; yenilgi, sosyalizmin inşasının ileri bir aşamasında alınmış; proletarya yenilgisinin farkına, revizyonist burjuvazinin otuz yıl süren egemenliğinden sonra varmıştır; ve gerçekte, burjuvazi ve gericiliğin en önemli avantajı da bu olmuştur.

Uluslararası sermayenin çelişkili gerçekliği şudur: Proletarya ve devrimin yenilgisine ve burjuvazi ve karşı devrimin “zaferine karşın; “evrensel”leştiği ileri sürülen kapitalizm ve emperyalizm, sosyalizme daha yaklaşmış, devrimin koşullarını daha olgunlaştırmış bir kapitalizm ve emperyalizm haline gelmiştir. “Evrensel” bir karakter kazandığı ileri sürülen bugünkü kapitalizmin, insan toplumunu ve proletaryayı sosyalizme daha yakınlaştırmış ve devrimin koşullarını daha da olgunlaştırmış bir kapitalizm olduğu yadsınamaz ve olgusal bir gerçektir.

a) Kapitalizmin bütün dünyada yayılmasının yanı sıra; üretimdeki yoğunlaşma ve toplumsallaşma derecesinde son otuz yılda yaşanan gelişme, sosyalizme geçişi her zamankinden daha yakın, daha büyümüş ve olgunlaşmış bir zorunluluk ve kaçınılamazlık düzeyine yükseltmiştir. Öte yandan, proletarya ve sosyalizme karşı sürdürülen mücadele içinde, kapitalizmin olanakları adeta tükenme noktasına gelmiş; sermaye sistemi, “sosyal devletin bittiği”ni ilan ettiği ve bağrındaki karşıtlık ve mücadelelerin ağırlaşma ve keskinleşmesini kaçınılamaz kıldığı yeni bir dönemi zorunlu olarak göze almak, kabullenmek zorunda kalmıştır.

b) Proletarya, gelişmiş ülkelerin yanı sıra, dünyanın hemen bütün bağımlı ülkelerinde, otuz yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak derecede güçlenmiş; harekete geçtiğinde, öteki sömürülenler ve ezilenlerin çevresinde toplandığı ve gözlerini çevirdiği büyük bir sınıfa dönüşmüştür. Denilebilir ki; geri ve bağımlı ülkeler, geleneksel sınıfların hâkim ve ağırlıklı olduğu ülkeler olmaktan çıkmış; dünya, burjuvazi ve proletaryaya daha geniş bir cepheden bölünmüş bir dünya haline gelmiştir.

c) Kapitalizm açısından, bir “olanak” ve “üstünlük” olarak gösterilen uluslararası “entegrasyon”un ulaştığı boyut, proletaryadaki uluslararası devrim ve iktidar anlayışını doğuran ekonomik temeli daha genişletmesinin yanı sıra, sistemdeki kriz unsurlarına, emperyalist kamp arasındaki anlaşmazlıklara ve karşıt sınıflar arasındaki mücadelelere daha genel ve daha yıkıcı özellikler kazandıran ve zayıf halkaların oluşmasını hızlandıran olguları da büyütmüş ve güçlendirmiştir.

d) Kurduğu sosyalist uygarlığın yıkılmasına yol açan emperyalizmin yürüttüğü mücadele, proletaryanın yenilgilerden öğrenme yeteneği ve deneyimini potansiyel olarak güçlendiren bir etken durumundadır. Proletarya, kendiliğinden de olsa yeniden harekete geçtiğinde, sosyalizmin aldığı büyük yenilginin eşi bulunmaz bir tecrübeye dönüşmesi ve emperyalizmin yıkılışı ve sosyalizmin zaferinin güçlü bir silahı haline gelmesi sınıflar arasındaki mücadelenin objektif bir yasasıdır.

e) Proletaryanın, temel üretici sınıf olma özelliklerini “kaybettiği” ve sermayenin “tamamlayıcısı”na dönüştüğü “tez”leri iflas etmiştir. Bu sözde “tez”lerin iflası bir yana; proletaryanın mücadelesi, bir geçmişi ve bir de geleceği olan bir sınıfın mücadelesi nasıl gelişiyorsa, o şekilde ve sınıf karakterine uygun bir içerik kazanarak gelişmektedir. Azami kâr hırsı, ekonomik kriz ve emperyalist egemenlik mücadelesi vb. etkenler, burjuvazi ve gericiliği nasıl daha geniş çaplı saldırılara zorluyorsa; artan kapitalist saldırılar ve kötüleşen koşullar da, proletaryayı daha geniş çaplı bir mücadeleye kaçınılamaz bir şekilde zorlamaktadır. Ve proletarya hareketi, hemen her ülkede görüldüğü gibi, burjuva ideologları karamsarlığa iten ve “entegrasyon”u baltalayan bir faktör olabilecek kadar daha bugünden ilerlemiş bulunmaktadır.

Kısaca da olsa burada dört noktada işaret edilen bu olgular, burjuvazi ve gericiliğin iradesinden bağımsız ve meydana gelmelerini engellemesinin olanaksız olduğu gerçeklikler durumundadırlar ve aynı zamanda, burjuvazi ve gericiliğin kazandığı “zafer”in, bir “Pirus zaferi”nden başka bir şey olmadığını kanıtlamaya yetmektedirler. Bugünkü toplumlar ve dünyanın bugününün yarattığı olgular göstermektedir ki; kapitalizmin egemenliği, yüz yıl öncesinde balıksırtındaysa, bugün bıçak sırtındadır; nasıl örtbas edilmeye çalışılırsa çalışılsın, devrimle yıkılmaya ve yerini sosyalizmin egemenliğine bırakmaya mahkûmdur.

Yürütülen “yeni dünya düzeni” kampanyasının, gerçek olguların vuruşları altında daha bugünden ezildiği son derece açıktır. Kapitalizm ve emperyalizmin tarihindeki her kısmi “refah” döneminde ve devrimin şurada burada aldığı her büyük yenilgi sırasında; burjuva ve küçük burjuva ideologlar ve burjuva sosyalizminin teorisyenleri, kapitalizmin karşıtlıklarını “yumuşattığı”, bağrında patlak veren buhranlar ve mücadelelerden “kurtulduğu” ve olanaklı “en iyi” sisteme dönüştüğü üzerine her zaman büyük gürültüler koparmışlardır. Oysa dünküler olduğu gibi bugünkü olgular da göstermektedir ki, kapitalizm ve emperyalizm değişmemiştir; yaşadığı her kısmi “refah” dönemi, yeni bir kriz dalgası ve genel krizin ağırlaşmasının hazırlandığı bir dönem olmaktadır ve nitekim “sosyal devletin artık bittiği” ile ilgili sloganın gitgide daha çok duyulmasının gerisindeki nedenlerin burada yattığı bir gerçektir. Kapitalizmin dünyasında olup bitenlere karşın; şöyle ya da böyle sürdürülen “sosyal refah toplumu” ve “yeni dünya düzeni” kampanyasının, daha önceki “refah” kampanyalarından bir farkının bulunmadığı; sistemin sertleşen karşıtlıklarını örtbas etmeyi, sınıfın mücadelesini durdurmayı ve devrimleri ertelemeyi öngördüğü yadsınamaz bir olgudur.

Komünist bir işçi şöyle düşünmek; devrimci bir partinin mantığı şöyle çalışmak zorundadır: Bir yandan, kapitalist toplumu ve bağrında olgunlaşan devrimleri, önce gelmiş toplumlar ve önceki devrimlerden ayırt eden; öte yandan, tekelci ve emperyalist aşamasının, kapitalist dünyada meydana getirdiği değişiklikler olarak şekillenen ve sistemin bağrındaki karşıtlıkları tam olgunlaştıran olgular; sermaye toplumunu ve emperyalist dünyayı karakterize eden bu ekonomik ve toplumsal olgular, bu toplum ve bu dünya büsbütün yıkılıncaya; sosyalist toplum ve emek yeryüzüne egemen oluncaya kadar hükmünü sürdürecektir. Öte yandan söz konusu bu olgular, proletaryanın ulusal ve uluslararası ölçekteki politik ve örgütsel görevlerinin özü, içeriği ve biçimine temel oluşturan olgulardır; emperyalizm, hangi “zafer”i kazanırsa kazansın ve sosyalizmin düşmanları bu “zafer”den ne gibi “sonuçlar” çıkarmış olurlarsa olsunlar, sermaye ayakta durduğu sürece bir komünist partisinin görevi, vurgulanan olguları asla göz ardı etmemek, ulusal ve uluslararası görevlerine sımsıkı sarılmak ve devrimi ve sosyalizmi hazırlamaktır.

 

-B-

PROLETARYA HAREKETİNDEKİ YENİ DÖNEM: ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN YENİLENMESİ VE YENİDEN ÖRGÜTLENMESİ AÇISINDAN DA YENİ BİR DÖNEM

 

YENİ SINIF ÇATIŞMALARI DÖNEMİNE YOL ALAN DÜNYA; PROLETARYA HAREKETİNİN TEMEL ZAYIFLIĞI VE KOMÜNİST PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ACİL GÖREVLERİ ÜZERİNE

Dünya proleter devrimi ve uluslararası proletarya hareketi, 1950’li yılların ortalarında aldığı büyük yenilginin ardından, kırk yıla yaklaşan bir süre boyunca gerilemiş, 1980’lerin sonlarına gelindiğinde, kelimenin tam anlamıyla dibe vurmuştur. Öte yandan, proletarya devrimi, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin inşasının teori ve pratiği, tarihte görülmemiş kapsamda ve gericiliğin bütün mihraklarını birleştiren (emperyalist ve revizyonist) bir saldırı kampanyasıyla karşı karşıya kalmıştır. Devrimin aldığı yenilginin açığa çıkmasının; uluslararası proletarya saflarında yarattığı yanılsamadan güç alan emperyalist burjuvazi ve gericilik, sosyalizmden geriye kalmış son kırıntıları yok etmek üzere saldırısını genişletme ve topyekûn bir karaktere büründürme olanağı bulmuştur. Bu genel saldırı kampanyası, sınıfın tarihinde hiç olmadığı oranda etkili olmakla kalmamış; uluslararası burjuvazi, kapitalist toplumu ve emperyalist dünyayı, alternatifsiz evrensel bir toplum ve dünya ilan edecek derecede ileri gitme olanağını bulmuştur.

 

KAPİTALİZMİN GENEL BUNALIMINDA YENİ BİR AŞAMAYA DOĞRU

Ne var ki, kapitalist toplum ve sermaye sisteminin uzlaşmaz karşıtlıkları, sonuna kadar örtbas edilemezdi ve edilememiştir de. Bir yandan, emperyalist ülkeler arasındaki güç dengesi değişikliklerinin açığa çıkması; öte yandan, kapitalist ekonomide yeni bir krizin (bugün bir toparlanma görülse de) patlak vermesi, sistemin bağrındaki karşıtlıkların dışa vurmasına; sınıflar arasındaki mücadeleler ve devrim girişimlerinin kaçınılamazlığını, kısa bir zamanda herkese kabul ettirmesine yol açmıştır. Kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki (etki alanı ve egemenlik) mücadele, örtbas edilemez bir şekilde dışa vururken; proletarya ve halk hareketinin, belli başlı bütün ülkelerde belirgin bir canlanma ve yükseliş sürecine girmesi, kapitalist toplum ve emperyalist dünya hakkında doğmuş olan “umut”ları, gitgide güçlenen ve derinleşen bir kaygı ve umutsuzluğa dönüştürmüştür.

Birbirlerinden henüz tam bir kopuş ve tam bir cepheleşme içinde olmasalar dahi; kapitalist tekeller ve büyük devletlerarasındaki mücadele, yeni ittifak ve bloklaşma eğilimlerini güçlendirerek ve uluslararası özellik taşıyan anlaşmazlık, kriz ve çatışma bölgelerini çoğaltarak genişlemektedir. Öte yandan, sermayenin bir dalga özelliği kazanan saldırısına karşı; proletarya ve halk hareketi, hem gelişmiş kapitalist ülkelerde, hem de nispeten gelişmiş bağımlı ülkelerde; kısacası, proletaryanın sınıf olarak bulunduğu hemen her yerde grevler, direnişler ve ani protestolar biçimini alarak ilerlemekte, güçlenmekte ve genişlemektedir. Kapitalist toplum ve emperyalist sistem, bağrındaki bütün çelişki ve karşıtlıkları gitgide daha da sertleştirecek ve keskinleştirecek olan yeni bir döneme, daha bugünden adım atmaktadır.

Denilebilir ki; “yeni dünya düzeni”nin ilan edilmesinin ardından, Ortadoğu’da patlak veren emperyalist saldırı savaşı, dünyanın gidişatında yeni bir dönemeç oluşturmuştur. Bir yandan, kapitalist tekeller ve devletlerarasındaki güç ilişkilerinde meydana gelen değişikliklerin tahrik ettiği dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi; öte yandan, mevzi ve genel çöküntüde bir aşama teşkil eden ve gelişmiş başlıca ülkeleri şu ya da bu şekilde etkileyen son ekonomik krizin faturası: Bu iki etkenin baskısı altında başlatılan ve sömürü ve kârlarda mutlak artış oranları ve geri ve bağımlı ülkelerin bir tür tam sömürgeleşmesini dayatan bugünkü genel saldırı dalgası karşısında; proletarya ve halkların gösterdiği mücadele eğilimi, emperyalist dünyanın yeni bir parçalanma ve toplumsal altüst oluş dönemine girmekte olduğunu açıkça vurgulamıştır. Dışa vuran belirtileri, bugün ne kadar zayıf görünürse görünsün; kapitalist emperyalizmin, egemenliğinin temellerini tahrip edecek ve sistemi yıkıma sürükleyecek bütün karşıtlıkları ve mezar kazıcısı bütün güçleri tahrik eden, uyandıran ve harekete geçiren etkenlerin yükselişine dikkat çeken yeni bir sürece adım atması, üstü örtülemez güncel bir gerçeklik durumundadır.

Bu sürecin; emperyalist devletlerarasındaki mücadele ve proletarya ve halk hareketinin karşılıklı yükselişi sürecinin nasıl bir seyir izleyerek gelişeceğini bugünden kestirmek elbette ki olanaksızdır. Fakat şu, kestirilir bir gerçekliktir: Bağrındaki mücadeleler nasıl bir seyir izleyerek gelişirse gelişsin; ister uzun bir sürece yayılarak, isterse hızlanan bir yükseliş ve ani patlamalar biçimini alarak ilerlesin; emperyalist kapitalizm, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol aldığı yeni bir döneme girmiştir. Dünyanın bu gidişinin; bir yanda siyasal gericiliğin, gerici karışıklık ve savaşların tırmanması ve yeni bir paylaşım savaşını güçlendiren etkenlerin çoğalmasına; öte yanda, proletarya ve halk hareketinin gelişmesi, şurada veya burada devrimci ayaklanmalara genişlemesinin olgunlaşmasına dikkat çektiği kesindir.

Kim nasıl bakarsa baksın; “evrensel bir sistem” olarak pazarlanan “uyum” ve “barış dünyası”, tarih sahnesine çıkmadan tarihe karışmış; kapitalizm ve emperyalizm ve ekonomik ve toplumsal karşıtlıkları, bütün olgunluk ve ağırlıklarıyla dışa vurmuş bulunmaktadır. Çözülemeyen anlaşmazlıkları çoğaltarak genişleyen emperyalist egemenlik mücadelesi bir yana; proleter sosyalist devrim ve emperyalizme karşı halk devrimi; başka bir deyişle uluslararası proleter devrim, yeni bir dönemin açılışını vurgulayan yeni bir sürece girmektedir. Olgu ve olayların, “devrimler döneminin bittiği”ni ileri sürenleri daha bugünden yalanladığı; çağın, “barış”, “refah” ve “birlik” değil, “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı” olduğunu bugünden ilan etmiş bulunduğu açıktır.

 

DÜNYADAKİ YENİ DÖNEM VE PROLETARYANIN BAŞLICA ZAYIFLIĞI

Genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol alan kapitalist dünya, ne gibi gelişme ve değişikliklere tanık olacaktır; burjuva gericiliği, gerici çatışma ve savaşlar ve paylaşım savaşları mı egemen olacak; yoksa kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadeleler ve proletarya ve halk devrimleri mi üstün gelecektir; bu sorunların, hem emperyalist burjuvazi ve gericilik, hem de uluslararası proletarya ve ezilen halklar açısından, giderek tayin edici sorunlar haline gelmekte olduğuna kuşku yoktur. Öte yandan, bu sorulara aranan yanıtların; uluslararası proletaryanın öncü bölüklerinin, dünyanın girmekte olduğu bu yeni dönemde göstereceği mücadele ve örgütlenme yeteneğinde yattığı ise kesindir. Gerçek şudur ki; kapitalist ve emperyalist dünyanın ne gibi gelişmelere tanık olacağı ve olayların nereye varacağı sorunu; proletaryanın, toplumda tuttuğu yerin öneminin farkına varmasına; mücadele ve örgütlenme yeteneğine, gitgide daha fazla bağlanmaktadır. Çünkü öteki bütün sömürülen ve ezilen sınıflar ve ezilen ulus ve halklar, çözümsüzlük ve umutsuzluklarının üstesinden proletarya sayesinde gelebileceklerini yeniden öğrenecekleri bir mevziiye gitgide yaklaşma durumundadırlar.

Dünyanın girmekte olduğu bu yeni dönemde; proletaryanın kendi farkına varıp varamayacağı ve dönemin kendinden talep ettiği yeteneği gösterip gösteremeyeceği sorununu burada bütün yönlerden ele almak elbette olanaksızdır. Fakat şunları gene de vurgulamak gerekmektedir: Proletaryanın kendiliğinden mücadelesi, 1980’li yılların sonlarındaki “dibe vuruş”unun ardından, dinamiklerini yenileyen ve yeni bir hareketlenme dönemini ilan eden bir mücadele olarak genişlemektedir. Buna karşılık, ilerleyen ve genişleyen bu hareketin ve devrimci bir sınıf olarak proletaryanın önemli ve hayati zayıflıklar içinde bulunduğu yadsınamaz ve görmezden gelinemez bir gerçekliktir. Dolayısıyla proletarya, zaaf ve eksikliklerinin farkına varmak; hareketini, çelişki ve zayıflıklarından arındırmak ve sertleşmekte ve karmaşıklaşmakta olan saldırıları püskürtme yeteneğini kanıtlamak zorunda olan bir sınıftır.

Sınıfın bu durumu ve hareketinin bugünkü koşullarında, gündemi oluşturması gereken temel soru kuşkusuz şudur: Proletarya ve hareketinin zayıflığı, kendini nerede göstermektedir ve bu zayıflık ne nitelikte bir zayıflıktır? Herkes tarafından kabul edilmesi gereken bir gerçektir ki; proletarya hareketinin en temel zayıflığı, sınıfın ileri kitlesinin, ayrı ve bağımsız bir sınıf oluşturma perspektifinin bozulmuş, bulanmış ve dejenerasyona uğramış olmasında yatmaktadır. Öteki olgusal belirtiler bir yana; proletaryanın açık mücadelesinin, devrimci ve sosyalist değil liberal, reformist ve sendikalist bir çizgi üzerinde seyreden bir mücadele olarak gelişmesi bu zayıflığı açıklamaya yetmektedir. Açık kitle mücadelesinin bu özelliği; hareketin gelişmesindeki istikrarsızlık ve kararsızlığa işaret ettiği gibi, sınıfın partili mücadeleden uzak düşmüş olmasını da dile getirmektedir. Hemen bütün ülkelerde, yeni bir hareketlenme dönemine girmekte olan proletaryanın en önemli ve en hayati zayıflığı, bağımsız partiden yoksun kalması ve politik isteklerden uzak düşmüş olmasında yatmaktadır. (Proletaryanın partisizliği denildiğinde, önceki dönemde kurulmuş; devrimci niteliklerini koruyarak ve sınıfa şu ya da bu kadar yaklaşarak bugüne gelmiş olan partilerin, hiçbir zaman parti olmadıklarının ileri sürüldüğü sanılmaktadır. Bu sanı yanlıştır ve idealistçe yaklaşımın bir ifadesinden başka bir şey değildir. Hareketin bir önceki döneminde, gerçek bir proletarya partisi olan büyük bir parti, sonraki dönemin koşullarına uygun düşen bir yeniden kuruluş ve yenilenmeyi önüne almayı başaramadığında, parti olmaktan çıkabileceği gibi, önceki dönemin koşullarında ortaya çıkmış küçük bir partinin, dönemin görevlerine kendini uydurmayı başarması nedeniyle bir kitle partisi olarak yeniden örgütlenmesi olanaklıdır. Sınıfın parti olarak örgütlenmesinin diyalektiğini ve bunun hareketin köklü dönüşlerinin diyalektiği ile bağlantısını anlamak gerekmektedir.)

Proletaryanın burjuvazi, sosyalizmin kapitalizm karşısında; tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekteki bugünkü en temel ve en önemli zayıflığı, proletarya ve sosyalizmin partisiz bir mevzide bulunmasıdır. Öte yandan, sınıfın ve sosyalizmin bu zayıflığı, ezilen halkların tekelci kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelesi açısından da, temel ve tayin edici bir zayıflık oluşturmaktadır.  Hemen her büyük ülkede komünist parti ve örgütün var olması, bir avantaj oluşturmasına karşın bu gerçeği değiştirmemektedir. Çünkü önemli ülkelerdeki komünist parti ve örgütler, esas olarak proletaryanın ve kitle hareketini örgütleyen kesimlerinin dışında olan parti ve örgütler durumundadırlar.

 

KOMÜNİST PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ACİL GÖREVLERİ

Proletaryanın partisizliği ve en tam ifadesini partisizliğinde bulan kendiliğindenliği; hareketin bugünü için olduğu gibi, açılmakta olan yeni dönem açısından da en önemli zayıflık ve en hayati sorun durumundadır. Öte yandan, komünist parti ve örgütlerin bugünkü temel ve acil görevlerinin tam da bu sorunda düğümlendiği ise, çarpıcı bir gerçektir. Özet olarak vurgulanırsa; otuz yıldan bu yana, proletaryanın ana kitlesinden uzak kaldıkları koşullarda mücadele etmek zorunda kalan komünist parti ve örgütlerin bugünkü görevleri; bütün öteki görevlerin merkezine oturan temel görevleri, sınıfın ileri ve öncü kitlesinden oluşan gerçek proletarya örgütleri olarak yeniden örgütlenmeleri görevidir.

Komünist partilerin, yeniden örgütlenmeleri ya da yeniden kurulmaları; grev ve direnişler biçimini alarak gelişen proleter kitle hareketini örgütleyen ve yöneten ileri proleterler ve sınıfın taze ve genç güçlerinin, devrimci eğitim görmeleri ve daha geriden gelen emekçilerle bağ içindeki parti örgütü olarak örgütlenmelerine yardımı başarma: Proleter kitle hareketinin, kendi olanaklarından yararlanması; asgari bir istikrar kazanması ve politik bir alana genişleme dinamiklerini güçlendirmesi; sınıfın, ileri güçlerini koruma, eğitme, yetiştirme ve örgütleme yeteneği kazanmasının dayattığı ve komünist parti ve örgütlerin önüne sürdüğü görev bugün işte budur. Öte yandan, açılmakta olan dönem, sınıfın ana kitlesinin bölünmeden örgütlenmesini zorunlu kılan bir dönem olduğu gibi, mevcut komünist parti ve örgütlere, gerçek proletarya örgütleri olarak yeniden örgütlenme olanakları da sunmaktadır.

Komünist partilerin, her yeni dönemde yeniden kurulmaları ve yeniden örgütlenmeleri ile ilgili sorunlar burada ele alınan konunun dışındadır. Ayrıca, her komünist parti ve örgüt, kendi ülkesindeki proletaryanın tarihsel, ulusal ve devletsel şekillenişini, oluşturduğu mücadele ve örgütlenme geleneklerini ve kendini parti olarak örgütleme dinamik ve olanaklarını vb. kuşkusuz kendisi araştıracak, irdeleyecek ve gereken planları kuşkusuz kendisi yapacaktır. Bu gerçeğe karşın; komünist parti ve örgütlerin, proletaryayı temsil eden gerçek sınıf partilerine dönüşmelerinde uluslararası ölçekte önkoşul oluşturan bazı temel noktaları, özellikle vurgulamak gene de bir zorunluluk olmaktadır.

a) Komünist parti ye örgütler için; proletarya devrimi ve sosyalizmin teorik ve taktik ilkelerini, kendi teorik temeli ve taktik platformu olarak yeniden ilan etmek; bir yandan içeriği, biçimi, tarzı ve üslubuyla proletarya hareketinin olgunlaşma derecesine bağlanan; öte yandan, burjuva “sosyalist” akımlardan kesin ayrılmaları ve teori, politika ve örgütün ele alınışındaki bozulmayı aşmalarında temel oluşturacak olan yeni bir teorik saldırı cephesi açmak bir zorunluluktur. Komünist parti ve örgütlerin, gerçek proletarya partileri haline gelmeleri, sosyalist hareketle proletarya hareketinin kitlesel yeniden birleşmesi yoluyla olanaklıdır ve bu yeniden birleşme ancak, yenilenmiş, geliştirilmiş ve öteki teorilerin üzerine çıkarılmış devrimci teorinin yenilediği teorik temel üzerinde başarılabilir. Devrimci teoriyi, bir eylem kılavuzu olarak kullanmayı yeniden öğretecek bir teorik yenilenme ve atılım olmadan; komünist parti ve örgütlerin, günlük mücadelenin ve genel olarak hareketin ihtiyaçlarını karşılama yeteneğinde parti ve örgütler olarak yeniden inşa edilmeleri olanaksız bir şeydir.

b) Geride kalan uzun dönem, komünist parti ve örgütleri, özellikle gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerde, sosyalizm ve proletaryanın küçük bir fraksiyonu olarak kalmaya (bir iki istisna dışında) adeta mahkûm etmiştir. Oysa gelmekte ve olgunlaşmakta olan dönem, komünist parti ve örgütlere, ileri proleter kitlesini ve sosyalizm eğilimli aydın potansiyelini, sınıf dışı “sosyalist1 akımların, gitgide büyüyen bir tehdit haline gelmelerine karşın, bölmelerine fırsat vermeden parti örgütünde toplama ve örgütleme olanağı sunan bir dönemdir. Komünist parti ve örgütlerin örgütlenme planlarının, yenilenmeleri; ileri proleter kitlesini ve sosyalist eğilimli aydın potansiyeli, bölmeden birleştiren proletarya partileri olarak yeniden inşa edilmelerini temel alan planlar olarak yeniden şekillendirilmeleri bir zorunluluktur. Yeniden inşa ve kuruluşla ilgili örgüt planı, bir komünist parti veya örgüt için, parçalanmış eski “sosyalist” gruplarla “birleşme” değil, kuşkusuz hareketin uyandırdığı genç ve taze güçlerle birleşme planıdır. Çünkü bir komünist partisi, hareketi fiilen sürükleyen genç ve taze güçlere dayanmak zorunda olduğunu bilebileceği gibi; sosyalizmi içten savunan eski çevrelerin ilerlemesine yardımın ve örgütün bu çevreleri kucaklamasının ancak bu yoldan olanaklı olduğunu da bilmek zorundadır. Aksi takdirde, proletaryanın bölünmesi veya yeni bir aldanma dönemi yaşaması kaçınılamazdır.

c) İçinden doğdukları koşullar ve dayandıkları kitle temelinin özellikleri, komünist partilerin örgütsel şekillenişlerini, yaşantılarını, örgütleme alışkanlıklarını ve çalışma tarzlarını kaçınılamaz olarak etkilemiştir. Yenilenmiş teorik platform ve yeniden kuruluş ve inşa ile ilgili örgütlenme planı, ileri proleteri ve sosyalist eğilimli aydını kazanma ve dönüştürmeyi olduğu kadar, alışkanlıkları ve gelenekleriyle birlikte, mevcut örgütü ve çalışmayı dönüştürmeyi de hedeflemelidir. Örgütün ve kadroların proleter dönüşümü ve çalışmanın sınıfa yakınlaştırılması sorunu: Kendisini ve en gelişmiş biçimini, önderlik ve örgütleme anlayış ve eyleminin, özü ve işlevinden koparılmış ve baş aşağı çevrilmiş olmasında dışa vuran bu sorun, sosyalizm mücadelesinin en hayati örgütsel sorunu durumundadır. Öyle ki, sınıfın “önderliği” olarak hareket etme anlayış ve eyleminden, kendi önderliğini oluşturmak üzere sınıfa ve hareketini örgütleyip yöneten ileri proletere yardım etme anlayış ve eylemine geçmeyi başarmak, örgüt ve çalışma tarzı sorunlarını çözmek anlamına gelmektedir. Komünist parti ve örgütler, Bolşevik çalışma ve önderlik tarzını; sosyalist çalışma geleneklerini ve davaya adanmış halk adamı olan militan tipin özelliklerini yeniden inşa etme görevini, dönemle ilgili örgüt planlarının en önemli unsur ve amaçlarından birisi haline getirmeye mahkûmdurlar.

Komünist parti ve örgütlerin, gerçek proletarya partilerine dönüşme yolunda ilerlemelerinin önkoşullarından başlıcaları bunlardır. Burada, “önkoşullar” olarak vurgulananlardan, hiçbir akım ve hiçbir kişinin, örgütlenme, çalışma ve mücadele biçimleri ve bunlar arasındaki ilişkinin şekillenişiyle ilgili genel doğrularla sınırlı sonuçlar çıkarma hakkının bulunmadığı tartışılamaz bir şeydir. Burada “önkoşul” olarak vurgulananların şu güncel tespitlere dayandığı ortadadır: Sosyalist çalışma geleneğine, kırk yıl boyunca yerleşmiş sınıf dışı “önderlik” yöntemleri, “örgütleme” alışkanlıkları ve “eylem” biçimlerini; bunlara temel oluşturan sınıf dışı “devrim” anlayışını ve teori ve pratikteki kalıntılarını baştan aşağı değiştirmeye yetenekli bir platforma sahip olmadan; ileri proleterlerin yaşantısına girecek, alışkanlık ve eylemlerini dönüştürmelerine yardım edecek inatçı, yeteneğe dayalı bir çalışma yürütmeden bir komünist parti veya örgütün, proleterler arasında ilerlemesi ve gerçek bir proletarya partisine dönüşmesi olanaksızdır.

Acil ihtiyaç böyle şekillenmiş olmasına karşın; kendini bu ihtiyaçlardan azade tutan ve “çözüm”leri, sosyalizmin teori ve tarihini “tartışmaya” açmak ve “eleştirmek”te arayan bir platformun var olduğu ne yazık ki bir gerçektir. Oysa komünist parti ve örgütlerin yakalayacağı acil halkanın, sosyalizmin teori ve tarihini “tartışma”ya açmakta değil; yaptığı teorik ve pratik çalışmanın, sosyalizme ve sınıfın karakterine ne oranda uyduğunu irdelemekte; teori ve pratiğini, sosyalizmin teorisi, sınıfın yaşantı ve eylemine yaklaştırma görevinde düğümlendiği tartışılamaz derecede açık bir şeydir. Zira liberal kapitalist teorilere ve ileri proleterler arasındaki etkilerine (sosyalizm adına yapılan çalışma) karşı yeni bir savaş cephesi oluşturmadan, sosyalizmin tarihi ve teorisini devrimci bir mevziden irdeleme, devrimci tarzda öğrenme ve yeni sonuçlar çıkarmanın olanaksız olduğu ortadadır.

Proletaryanın yaşantısına girme, eyleminin devrimcileşmesine yardım etme ve bunu yaparken kendisini ve çalışmasını da dönüştürme: Bir komünist partisinin politik ve örgütsel çalışmasının temel sorunu bugün budur. Bir yandan, gelişen kitle hareketinin sunduğu olanaklar; öte yandan, ileri proleter kitlesinin içinde bulunduğu zaaf ve zayıflıklar, komünist parti ve örgütlere, olanakları değerlendirme ve sorunların üstesinden gelme görev ve sorumluluğunu ertelenemez bir görev ve sorumluluk olarak dayatmış bulunmaktadır. Olanaklar değerlendirilmediği ve sorunların üstesinden gelinemediği takdirde; proletaryanın talepleri karşılanamayacağı, hareketinin dejenere edilmesi ve yenilgiye sürüklenmesi önlenemeyeceği gibi; komünist parti ve örgütlerin, gerçek Bolşevik partiler ve proleterlerden oluşan devrimci örgütler olarak yenilenmeleri de olanaksız olacaktır. Oysa davaya adanmış öncü proleterlerin yetiştiği, yönettiği ve sınıfın ana kitlesine bağladığı Bolşevikleşmiş partiler, proletaryanın en acil ihtiyacı ve tek umududur.

Komünist parti ve örgütlerin, proletaryanın ileri kitlesinin bölünmeden örgütlendiği partiler olarak yenilenme olanakları var mıdır? Bu olanağın doğduğuna, gitgide olgunlaşmakta olduğuna; olanağı, gerçeğe dönüştürmek için, avantajlardan yararlanmanın zorunlu hale geldiğine kuşku yoktur. (Komünist partilerin, sınıfın bölünmeden birleşeceği mihraklar haline gelmeleri olanağı, hem sınıf hareketindeki gelişme ve hem de burjuva “sosyalist” akımların düştüğü durumla doğrudan bağlıdır. Fakat söz konusu “sosyalist” akımların, bugün bir “mücadele” içinde oldukları ve komünist hareket ve partilerin durumları dikkate alındığında, hareketlenen bu akımların, sınıfın bölünmeden birleşmesi üzerinde büyüyen bir tehdit oluşturdukları görülmek zorundadır.) Eğer bir komünist partisi veya örgüt, gözünü ve dikkatini, hareketin uyandırdığı genç ve taze güçlere çevirmiş ve planlarını bu genç ve taze güçlerle birleşme hedefine göre yapmışsa, aşağıda işaret edilen olguların her birisinin, komünizmin sınıfla birleşmesi açısından yadsınamaz birer olanak oluşturduğunu görmemesi olanaksızdır.

a) Proletaryanın mücadelesi, başlangıç olarak henüz zayıflıklar gösterse de, bu harekete önünde sonunda sosyalizm eğilimi kazandıracak dinamiklerindeki yenilenmeye ve yeni bir hareketlenme dönemine işaret ederek gelişmekte ve genişlemektedir. Proletarya hareketinin gelişmesi, devrimci örgütte toplanma eğilimindeki ileri kitlesinin politik mücadeleye ve sosyalizme gitgide yaklaşması da demektir.

b) Toparlanmakta olan proletarya ve gelişmekte olan hareketi üzerinde, bir önceki dönemde olanın aksine, tekele ve ileri proleterler arasında etki, otorite ve itibara sahip “sosyalist” bir akım yoktur. Sosyalizmin yenilgiye sürüklenmesine karşı kırk yıl boyunca verilmiş mücadelenin ürünü ve mirasçısı komünist parti ve örgütler, ideolojik, örgütsel ve moral yönden proletaryaya en yakın parti ve örgütlerdir.

c) Sosyalizmin yenilgisinin, proletarya nezdindeki sorumlusu olan; aygıt ve örgütleri “büyük” görünseler de, moral ve politik bakımdan çürüme ve parçalanma içinde bulunan burjuva “sosyalist” akımlar karşısında, Uluslararası Komünist Hareket’in taze bir mihrak olarak varlığı ve güçlenen mücadelesi yadsınamaz bir avantaj oluşturmaktadır.

d) Gelişen proletarya hareketinin, mücadelenin ön cephesine sürdüğü genç ve taze güçlerin çoğalmasının yanı sıra; sosyalizme içten bağlı aydın ve sosyalizm eğilimli emekçi gruplarının burjuva “sosyalist” akımlara karşı güvensizlik göstermeleri ya da onlardan kopmuş bulunmaları, komünist parti ve örgütler açısından başka bir olanaktır.

e) Sistemin karşıtlıklarının, giderek daha fazla açığa çıkardığı ve iflasa sürüklediği liberal, sosyal demokrat ve “sistematiği”ni kaybetmiş ve iğdiş olmuş revizyonist teoriler karşısında; Uluslararası Komünist Hareket ve komünist partilerin elinde, Marksizm-Leninizm gibi şaşmaz bir eylem kılavuzu olan bir teori vardır. Komünist parti ve örgütler, Leninizm’i eylem kılavuzu olarak geliştirecek ve kullanacakları mevziiyi tuttuklarında üstünlüklerinin tartışılamaz olduğu açıktır.

Komünist parti ve örgütler açısından, her birisi ayrı birer olanak oluşturan gerçekliklerin başlıcaları bunlardır ve hiç kuşku yoktur ki bunlar, sınıf dışı “sosyalist” akımların proleter sosyalist hareket karşısındaki zayıflıklarını da vurgulamaktadırlar. Bugünkü sorun, komünist parti ve örgütlerin, önlerine gelmiş olan bu olanaklardan yararlanacak bir çizgi üzerinde yenilenmeyi, içeriği, tarzı ve üslubuyla proletarya hareketinin talep ettiği çalışmayı başarmaları sorunudur.

Öte yandan, bu olanak ve avantajlar karşısında, dezavantaj ve zorlukların da bulunduğu ve komünist parti ve örgütlerin, bilinçli proleterlerin toplandıkları partiler olarak yenilenmelerinin, öyle kolayca ve bir çırpıda gerçekleşmeyeceği, mutlak kabul edilmesi gereken bir olgudur. Zorluklardan ilki, sosyalizmin geçici de olsa gözden düşürülmüş ve sınıfın şimdilik de olsa iktidarsız bir mevziiye sürülmüş olmasında; ikincisi ise, bugünkü komünist parti ve örgütlerin proletarya hareketinin kendilerinden talep ettiği çalışmayı yapmadaki zayıflıklarında ortaya çıkmaktadır. Buna karşın, dezavantaj ve zorlukları gerekçe haline getirmenin, komünistlerin işi olmadığı açıktır; proletarya partilerinin görevinin, tutulması gerekli mevzileri en kararlı bir şekilde tutmak ve dönemin talep ettiği çalışmayı en enerjik ve en gerçekçi bir girişkenlikle planlamak ve yapmak olduğu bilinen bir gerçekliktir.

 

PROLETARYANIN ULUSLARARASI PARTİSİ VE DÜNYA KOMÜNİST HAREKETİ’NİN YENİDEN ÖRGÜTLENMESİ

Proletarya, ulusal ölçekte olduğu gibi, uluslararası ölçekte de bağımsız devrimci parti olarak örgütlenmek zorundadır. Onun uluslararası ölçekte örgütlenmesinin zorunluluğu, daha önceki bölümlerde ele alınmış ve bazı yönleriyle vurgulanmıştır. Ancak şunlar da, özellikle gözden kaçmamalıdır ki; proletaryanın uluslararası bir parti olarak örgütlenmesi, tek tek ülkelerde olduğundan farklı bir yol ve seyir izleyerek gelişen ve farklı biçimlere bürünerek gerçekleşen bir örgütlenmedir. Çünkü yeryüzündeki ulus ve halklar, ekonomik ve toplumsal gelişmenin farklı aşamalarında bulunmaktadırlar; tarihsel, ulusal ve kültürel vb. yönlerden, birbirlerinden farklı olan yollardan geçerek ve farklı özellikler kazanarak şekillenmişlerdir. Her ulus ve halkın, sosyalizme, değişik yollardan geçerek ve farklı katkılarda bulunarak gelmesi, rastlantısal nedenlerden kaynaklanarak ortaya çıkmış bir olgu değil; kendisini, toplumsal evrimin yasal Zorunluluğu olarak kabul ettirmiş bir olgudur.

Bir yandan, sosyalizmin her farklı ülkede farklı yollardan geçerek ve farklı özellikler göstererek ilerlemesi; öte yandan, sınıf mücadeleleri ve devrimlerin eşitsiz bir çizgi izleyerek gelişmesi; proletaryanın uluslararası parti olarak örgütlenmesinin, farklı özellikler kazanması ve farklı biçimlerle ortaya çıkmasının gerisindeki faktörler bunlardır. Öte yandan, proletarya hareketinin uluslararası ölçekteki gelişme düzeyi; uluslararası proletarya ile uluslararası burjuvazi arasındaki güç ilişkisi ve devrimle karşı devrim cephelerinin karşılıklı mevzilenmesinin somut özel biçimi vb. dönemsel etkenler, ortaya çıkan örgüt biçimlerini koşullandıran etkenler olarak kuşkusuz rol oynamaktadırlar. Birkaç cümleyle vurgulanırsa; proletaryanın uluslararası partisi, proletaryanın kitlesel devrimci hareketi ve en azından ileri proletarya ve halkların uyanan kesimleri arasında otoritesi kabul edilen devrimci bir mihrak ve merkez olarak doğmak zorundadır. Uluslararası proletarya partisinin, gelmekte olan yeni dönemde hangi yollardan geçerek doğacağı ve hangi biçimler içinde şekilleneceği ise, kuşkusuz yukarda vurgulanan faktör ve etkenlerin, süreç içindeki düzenlenişi tarafından belirlenecektir. Ona bugünden bir biçim öngörmenin olanaksızlığı ve bunun spekülasyon olacağı, hareketin bir kolu olma pozisyonunda bulunan her parti ve örgüt tarafından herhalde anlaşılması gereken bir şeydir.

Proletaryanın bugünkü uluslararası örgütlenmesi açısından daha önceki bölümlerde ve burada vurgulanan görüşlerin anlamı nedir? Bu anlamın, şunlarda dile geldiğine kuşku yoktur: a) Proletarya uluslararası bir parti olarak örgütlenmek zorundadır; bu partinin nasıl şekilleneceği ve hangi koşullarda kurulacağı, devrimci hareketin gelişme seyri ve bir dizi koşulun olgunlaşmasıyla doğrudan bağlı bir sorun durumundadır, b) Bugünkü Uluslararası Komünist Hareket, proletaryanın uluslararası partisi olarak örgütlenmiş bir hareket değildir; uluslararası bir parti olarak bugünden ilan edilmesi olanaksız olduğu gibi, herhangi bir parti normuyla örgütlenmesi ve parti disiplinine (bir partideki disiplinden farklılıklar olmasına karşın) zorlanması da olanaksızdır, c) Uluslararası Komünist Hareket, yenilenmiş bir teorik ve politik platform üzerinde; proletaryanın bugünkü mücadelesinin, yerine getirilmesini talep ettiği görevlere uygun düşen ve hareket geliştikçe ileriye doğru değişmeye yetenekli ilişki ve biçimler içinde yeniden örgütlenmek zorundadır. (Devrimci komünist hareket tarafından, Uluslar arası Hareket’in Quito’daki (Temmuz 1994) ortak toplantısına sunulan ve orada onaylanan uluslar arası örgütlenme platformu, bugün gerekli olan uluslararası örgüt biçimini ve norm ve kurallarını ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu konuda yeni bir şey ileri sürmek gerekmemektedir.)

Tartışılamaz olan şey şudur ki; Uluslararası Komünist Hareket, sürüklenmiş olduğu bugünkü platformu ve revizyonist saldırı sonucunda kabullenmek zorunda kaldığı bugünkü mevziiyi değiştirmek zorundadır. Öte yandan, proletarya saflarındaki güç ilişkilerinde meydana gelen değişiklikler ve bu değişikliklerin harekete sunduğu olanaklar, bu platform yenilenmesi ve mevzi değişikliğini acilleştirmiştir. Uluslararası bir parti olarak geneldeki örgütlenme zorunluluğu bir yana; burjuvaziyle proletarya arasındaki ilişkilerin somut gelişme seyri ve proletarya saflarında meydana gelen değişikliklerin; Uluslararası Komünist Hareket’in, teorik ve politik temelleri yenilenmiş ve devrim yapma azmi, çalışma tarzı ve örgüt biçimi tazelenmiş uluslararası bir akım; alternatif bir mücadele mihrakı olarak yeniden ilan edilmesini bütün yönlerden acilleştirdiği herkesçe kabullenilmesi gereken bir olgudur.

Bu acil zorunluluğa karşın; Uluslararası Komünist Hareket içinde ve çevresinde, farklı eğilim ve düşüncelerin bulunduğu; bu eğilim ve düşüncelerin, Uluslararası Hareket’in belirlenmiş herhangi bir ortak platforma bağlanmadan kalması; öteki “sosyalist” akımlarla ayrılık oluşturan temel ideolojik sorunların belirsizliğe terk edilmesi ve çalışmanın, kendiliğinden ve alışılagelmiş “ilişki” ve “örgüt” biçimleri içinde hapsolması yönünde ağırlık oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu yöndeki eğilim ve düşüncelerin gerisinde, farklı derecelerde de olsa, ideolojik yalpalamalar ve politik yanılgıların bulunduğu açıktır. Takdir edilmelidir ki, burada bu yalpalama ve yanılgıları irdelemek olanaksızdır. Bu nedenlerle, Uluslararası Hareket’in, temelleri yenilenmiş bir akım ve mevzisini değiştirmiş bir mücadele mihrakı olarak yeniden ilan edilmesi ve yeniden örgütlenmesini gerekli ve ertelenemez kılan bazı olgulara dikkat çekmekle yetinmek kaçınılamaz olmuştur.

a) Kapitalist dünyadaki karşıt toplumsal politik güçlerin; bir yanda, uluslararası burjuvazi ve işbirlikçi sınıflardan oluşan dünya gericiliği cephesi; öte yanda, başında uluslararası proletaryanın bulunduğu ve öteki emekçi sınıflar ve ezilen halklardan oluşan dünya devrimci cephesi olarak, karşılıklı mevzilenmeye ve gitgide doğrudan karşı karşıya gelmeye mahkûm bulundukları yeni bir dönem açılmaktadır. Uluslararası Komünist Hareket’in, gittikçe olgunlaşmakta olan bu dönemin ihtiyaçlarını karşılayacak yeni bir platforma geçmesi ve proletaryanın uyanan ileri, genç ve taze güçlerine alternatif oluşturacak yeni bir mevzi tutması, öncelikle bu nedenle ertelenemez bir zorunluluktur. Proletaryanın aldığı büyük yenilgilerin gerisindeki etkenlerden birisinin; enternasyonalist bilincinin zayıf kalması, ortak bir çizgi ve uluslararası bir merkezden yoksun bırakılması olduğu açık bir gerçekliktir.

b) Proletarya üzerinde uyuşturucu, aldatıcı ve iktidarsızlaştırıcı bir hegemonyaya sahip liberal sendikalist mihrakların faaliyeti ve sınıfa karşı reformist bir barikat oluşturmaya hazırlanan burjuva ve küçük burjuva “sosyalist” akımlarda görülen yeni uluslararası hareketlenme, Komünist Hareket’in önündeki bugünkü en önemli ve en acil sorunlardan birisidir. Bu mihrak ve akımlar, bizzat gözden düşürdükleri sosyalizmin “aşağılanmış” durumu ve Uluslararası Komünist Hareketin zayıflamış pozisyonundan yararlanma; bunlara yaslanarak proleter sosyalizmini bozma, boğma ve yutma; proletaryayı devrimci bir alternatiften yoksun bırakma çizgisi izlemektedirler. Bir yandan, proletarya hareketinin yeni bir döneme girmesi; öte yandan, liberal sendikalizm ve reformist “sosyalizm” akımlarının uluslararası girişimleri; bu ve benzer olgular, Uluslararası Komünist Hareket’in alternatif bir platform yaratması ve bir ideolojik saldırı mihrakı olarak yenilenmesini, ertelenemez en acil görevlerden birisi haline getirmiştir. Bu görevin ertelenmesinin; kitle hareketinin yeni bir döneme girdiği bugünkü koşullarda, proletarya ve komünizmin silahsızlandırılması anlamına geleceğinin görülmesi, herhalde herkesi ilgilendirmesi gereken bir zorunluluktur.

c) Proletaryanın, başlıca önemli ülkelerde gösterdiği yeni hareketlenme, komünist parti ve örgütlerin gerçek proletarya partilerine dönüşme olanaklarını gitgide daha da genişletmektedir. Genişlemekte olan bu olanaklardan, azami verimlilikle yararlanmak için; sınıf dışı “sosyalist” akımlardan kesin çizgilerle ayrılmış; bu akımlarla açıktan savaş halinde olan bir Komünist Hareketin varlığı ve faaliyeti büyük bir avantaj oluşturmaktadır. Uyanış sürecine giren proleter ve genç aydın kitlesinin; gözünü, kulağını ve dikkatini, uluslararası proletarya örgütlerine ve uluslararası sosyalist mihraklara çevirdiği bir gerçektir. Komünist parti ve örgütler, Uluslararası Hareketi ve otoritesini arkalarına almak; Hareket ve otoritesi bugün ne kadar zayıf görünürse görünsün, açtığı olanakları değerlendirmek ve yararlanmak zorundadırlar.

d) Proletaryanın uyanışı ve parti olarak örgütlenme süreciyle enternasyonalist bilinç edinme süreci bir ve aynı süreçtir. Uluslararası Komünist Hareketin varlığı ve teoride ve pratikte örgütlü bir güç olarak hareket etmesi, proletaryanın enternasyonalist eğitiminin en önemli dayanaklarından birisidir. Uluslararası Komünist Hareket, uluslararası devrimci ve sosyalist bir alternatif olarak yenilenmediği takdirde, ileri proleterlerin enternasyonalist tutumunun zayıf ve bozulmuş bir tutum olarak şekillenmesi bir tehdit ve tehlike oluşturmaktadır. Uluslararası Komünist Hareket, enternasyonalist tutumun gelişmesi bakımından da yenilenmek, yeniden örgütlenmek ve iktidar olma yeteneğini ilan edecek ve kanıtlayacak yeni alternatif bir mevziiyi tutmak zorundadır.

Uluslararası Hareketin teorik, politik ve örgütsel platformunu yenilemesi; öteki “sosyalist” akımlardan ayrılmış bir hareket olarak, kendisini yeniden ilan etmesini zorunlu kılan başka nedenler de vardır. Ne var ki, burada bunları ele almanın bir gereği yoktur. Çünkü baştan bu yana dikkat çekilmiş olan olgular, sorunu açıklamaya yetmektedir. Neresinden bakılırsa bakılsın, eğer uluslararası bir hareketin varlığından söz edilecekse, hareketin şimdiki durumunun ve tuttuğu bugünkü mevziinin değişmesi ve yenilenmesi kesin bir zorunluluktur. Çünkü kendiliğinden platformunu, burjuva liberal ve burjuva “sosyalist” akımlara karşı cepheden saldırı platformu olarak yenilemediği; bulunduğu platform ve mevziiyi, gelişen açık hareketin ihtiyaçlarını karşılayacak bir platform ve mevzi olarak değiştirmediği takdirde, Uluslararası Komünist Hareket’in bir akım ve bir mücadele mihrakı olarak varlığı ve geleceğinden söz edilemeyeceği son derece açıktır.

 

ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKET: GEÇMİŞ VE GELECEK

Uluslararası Komünist Hareket’in, üzerinde bulunduğu platformu ve tuttuğu mevziiyi değiştirmek; kendisini, öteki “sosyalist” akımlardan kesin bir biçimde ayırmak zorunda olduğu yukarda sıkça vurgulanmıştır. Koşullar zorunlu kıldığı halde; bu görevin daha önce yerine getirilememesinin, Uluslararası Komünist Hareket’i ağır ve gerçekte ödemeyebilir olduğu faturalar ödemek zorunda bıraktığı kesindir. Olgular ortadadır: Hareket’in ve mensubu büyük partilerin, 1980’lerin ortalarından ’93’lere gelen dönemde yaşadığı tasfiye ve yıkım, ödenen faturanın ne kadar ağır bir fatura olduğunu kanıtlamaya yetmektedir. Öte yandan, eğer söz konusu bu sorun, gerekleri acil olarak yerine getirilmesi gereken bir sorun olarak ele alınamazsa, Hareket ve mensubu partilerdeki kan kaybının devam etmesi ve devrimin yeni faturalar ödemesi de kaçınılamazdır.

Komünist Hareket açısından son on yılın nasıl yaşandığı ortadadır: Söz konusu bu dönemde; hemen bütün kardeş partilerde, bölünme ve tasfiyelere yol açan bir mücadele süreci başlamış; Uluslararası Hareket içindeki ilişkilerde bozulmalara da yol açan bu süreç, 1990 yılına gelinceye kadar, gitgide ağırlaşan bir gerileme sürecine dönüşmüştür. Doğu Bloğu’nun çökmesi ve Sosyalist Arnavutluk’un yıkılması, Uluslararası Hareket içindeki bazı partileri ve kardeş partiler arasındaki ilişkileri de etkisi altına almış ve tahrip edici özellikler kazanmış bulunan bu gerileme sürecini, ideolojik bozulma ve bölünmenin ve inkârcı oportünizmin atağa kalktığı genel bir tasfiye sürecine genişletmiştir. Sürecin yönü, 1993’lerden itibaren nispeten değişmiş olsa da; Uluslararası Hareket’in, yenilenmiş bir teorik temel, ortak bir taktik çizgi ve ihtiyacı karşılayacak bir pratik çalışma anlayışı üzerinde birleştiğinden, söz konusu sürecin tümden geride kaldığından söz edilmesi olanaksızdır.

Daha açık ve anlaşılır olmak bakımından, söz konusu dönemin olgularına bir göz atmak bu noktada bir gerekliliktir: 1984’lerde, Hareket içinde ortaya çıkan bloklaşma eğilimi; gene aynı yıllarda, Almanya ve Türkiye’de başkaldıran liberal-Troçkist sapma; 1989-90’larda Arnavutluk’ta, siyasal körlük ve teslimiyetle karakterize olan liberal-revizyonist dönüş; 1991–92 yıllarında İspanya, Portekiz, Brezilya ve Danimarka’da partileri dağıtan ya da hareketten ayıran liberal Euro “komünist” ve inkarcı bürokratik “sosyalist” yozlaşma; benzer bir şekilde, Kanada ve kimi başka ülkelerde ideolojik karakter bozulması olarak ortaya çıkan sınıf dışı liberal reformist eğilim: Bazı ülkelerde ortaya çıkan ve büyük zararlar vermelerine karşın; ilgili partiler tarafından tasfiye edilen liberal parlamentarist karakterdeki sapmalar bir yana bırakılırsa, 1984’lerden ’93’lere gelen dönemde Uluslararası Hareket’in saflarında görülen dalgalanmalar işte bunlar olmuştur.

Ortaya çıkan bu sapmalar ve Komünist Hareket’in yaşadığı bu çözülme ve kan kaybı nasıl açıklanabilir; sorun buradadır ve bu sorunu, Ekim Devrimi’ne, Komintern’in çizgisine, sosyalizmin inşasının teori ve pratiğine saldırarak ve hareketin 1950’li, ’60’lı ve ’70’li yıllardaki mücadelesini inkâr ederek “çözme” yolunda yürüyenlerin, dağıldıkları ya da burjuva “sosyalist” akım çevresinde güdükleştikleri bilinmektedir.

Komünist Hareket ve komünist partilere gelince; onlar açısından sapma, savrulma, çözülme ve kan kaybının nedenleri, hiç olmazsa bir süredir açıktır; bugün artık açık olmasının zorunluluğu kesin şekilde ortadadır.

Hareket’in saflarında ve mensubu partilerde, 1984’lerden ’92 ve ’93’lere kadar yaşanan bölünme, yozlaşma ve tasfiyenin nedenleri, kuşku yoktur ki sınıfsal temelin zayıflığında yatmaktadır. Bu zayıflığın, kendisini öncelikle, Doğu Bloğu’nun 1980’lerin başlarında girdiği gerileme sürecine işaret eden olguların zamanında görülememesi ve anlaşılamaması sorununda ortaya koyduğu ise yadsınamaz bir gerçektir. Komünist Hareket ve temsilcisi partiler topluluğunun, Batılı emperyalist mihrak ve kapitalist liberalizmin, 1980’lerde başlayan yükselişini göremediği; hem Batılı kapitalizmin yükselişi, hem de Doğulu revizyonizmin gerilemesini anlamadığı; dolayısıyla da, İlk’inin “zaferi” ve İkincisi’nin çöküşü karşısında hazırlıksız ve silahsız bir pozisyonda kalmaktan kaçınamadığı, bugün açıkça kanıtlanmış olan bir olgudur.

Durum böyle olunca; bu silahsızlanma ve hazırlıksızlık kendini kabul ettirince, yükselen burjuva liberalizmi ve bu yükselişin kışkırttığı liberal reformist “sosyalizm” eğiliminin güç bulması; proletaryayı ve komünist partileri kuşatması ve saflarında mevzi kazanması (partiler farkında değildir) kaçınılamaz olmuştur. Daha doğrudan söylenirse; Komünist Hareket ve komünist partilerdeki tasfiye ve çözülme sorunu, Doğu Bloğu’nun çöküşü ve Arnavutluk’un yıkılışından sonra bir anda ortaya çıkan bir sorun olmamış; tam tersine, Batılı emperyalizmin 1980’lerin başlarında başlayan yükselişi; Doğulu revizyonist emperyalizmin gene aynı yıllarda dışa vuran çöküşüyle ortaya çıkan ve sürecin görülememesi ve anlaşılmamasıyla ağırlaşan bir sorun olmuştur.

Olgular uyarıcı ve ikna edicidir: İran ve Nikaragua devrimi ile aldığı darbenin ardından; başında ABD’nin bulunduğu Batılı emperyalizm atak, tazeleme (Reagan yönetiminin ekonomik ve askeri hamlesi; “insan hakları” ve “barış” ve L. Amerika’da, Kore’de, Filipinlerde ve öteki geri ülkelerde “demokrasiye geçiş” kampanyaları vb.) olanağı bulmuştur. Batılı kamptaki olgular, yeni bir yükseliş ve saldırı yönünde olgunlaşırken; Sovyet revizyonist kapitalizmindeki ve etki alanlarındaki ekonomik krizin derinleşme dönemine girmesi; bu süper emperyalist devletin Afganistan’da, Batılıların tıpkı Vietnam’da yaşadıkları gibi, içinden çıkılmaz bir batağa saplandığının 1982’lerde açığa çıkması; Kamp’ın bütününün desteğindeki Polonya askeri darbesinin kısa sürede iflasla sonuçlanması; Afganistan, Polonya ve Kamboçya’daki çözümsüzlüğün, Ortadoğu’daki mevzi ve itibar kaybının yüksek bir seviyeye ulaşmasıyla üst üste gelmesi; bütün bunların sonucu olarak da, içteki ekonomik ve politik istikrarsızlığın ekonomik, politik ve toplumsal bir krize dönüşmesi koşullarının hızla olgunlaşması: Brejnev’in son bir iki yılı ve Çernenko, Andrapov ve Gorbaçov döneminin, bu eski “sosyalist” süper ülkede bu olgular, daha tam söylenirse bu gerileme ve gitgide olgunlaşan bu çıkmaz ve çöküntü tarafından karakterize edildiği açıktır.

1980’le ‘90 yılı arasındaki on yılı karakterize eden olgunun; ekonomi, politika ve ideolojide, Batılı klasik kapitalizmin yükselişi ve ilerlemesi; Doğulu revizyonist kapitalizmin derinleşmiş krizi ve gerilemesi olduğu açık bir gerçekliktir. Nitekim gelişmiş ve geri ülke halklarının saflarındaki “Batı” yanlısı eğilimler güçlenirken; burjuva “sosyalist” akımların ve Sovyet yandaşı “sosyalist” ve “ulusal” güçlerin, bu dönemde krize girmeleri, güç kaybetmeleri; parçalanma ve “liberalleşme”ye hazır bir pozisyona gelmeleri bir rastlantı olmamıştır. (Proletarya ve halk hareketi, 1985’lere gelindiğinde (Avrupa’daki 35 saatlik iş haftası mücadelesinin bitmesi, Filistin, yenilgisi ve İran-Irak savaşının patlak vermesi vb.) dibe vuracağı bir sürece girmiştir. Proletarya ve halk hareketindeki bu hızlı düşme, olguları anlayamayan Uluslararası Hareketin saflarındaki liberal dönüş eğilimlerinin arka plan unsurlarından birisi olmuştur. Çünkü sermaye ve büyük güçlerin saldırıları karşısındaki gerileme anlamına da gelen proletarya ve halk hareketinin bu durumu, Doğu Kampı’ndaki gerileme ve çözülüşün boşalttığı mevzileri, Batı Kampı’nın doldurmasına karşı bir alternatifin oluşmaması anlamına gelmiş, gitgide Batılı kamp’ın halklar arasındaki yedeklerinin çoğalmasının unsuruna dönüşmüştür.)

Sorun, ideolojiler düzeyinde ele alınırsa; denilebilir ki, burjuva liberal ideoloji “zafer”i, 1990’da bir çırpıda kazanmamış; uluslararası revizyonizmin iflası bir anda ortaya çıkmamıştır; biri diğeri ile ilgili bu iki olgu, söz konusu dönemde olgunlaşmış; varacağı yere, dönemin sonunda ve onu karakterize eden bu olgunlaşma üzerinden varmıştır. Öte yandan, bu dönemde meydana gelen söz konusu olguların; komünist partiler ve anti-emperyalist güçlerin saflarındaki liberal reformist eğilimlerin güç bulması, beslenmesi ve palazlanmasının kolaylaşmasında temel oluşturan olgular oldukları son derece açıktır. 1980’lerde ortaya çıkan ve ’90’da yeni bir dönem başlatan olgular anlaşılamadığı içindir ki; yükselen eğilimlerin, Komünist Hareket ve komünist partilerin saflarında bulduğu yankı; Batılı emperyalizmin ve dolayısıyla liberal parlamentarist ideoloji ve politikanın ilerlemesi, gelişmesi ve gitgide kuşatma biçiminde genişlemesi fark edilememiştir. Uluslararası Hareket ve komünist partilerde, 1984’lerden bu yana etkili olan tasfiyeci cereyanın arka planının bu olgulardan oluştuğu kesindir.

Hareket’in bünyesinde ve çeşitli partilerde 1984’lerde (Almanya ve Türkiye) çıkan sapmalarla, 1989–90 ve sonrası yıllarda yaşanan bozulma, dağılma ve dönüşler (İspanya, Brezilya, Danimarka, Kanada vb), birbirleriyle bağlantılı olgulardır. 1980’lerden ’95’Iere gelen on beş yıl içindeki bütün sapma, savrulma ve dönüşler, birbirlerinden ne kadar “uzakta” dururlarsa dursunlar, genelde aynı özellikleri taşımaktadırlar;

1980’den 90 yılına gelen sürecin ürünü ve bu süreci karakterize eden iki olgunun (Batı’nın atağı ve yükselişi ve Doğu’nun krizi ve gerilemesi) dışa vurumu durumundadırlar. Bu sapma, savrulma ve dönüşlerin; liberal parlamentarist bir eğilim olarak şekillenmeleri ve Ekim Devrimi, Komintern ve sosyalizmin inşası çizgisine saldırarak hâkim olmaya çalışmaları yadsınamaz bir kanıt oluşturmaktadır. Bütün bu dönem boyunca, “sol”dan ya da “maceracılık” cephesinden ortaya çıkan bir sapma ve eğilimin bulunmaması, hiç kuşku yoktur ki bir rastlantı olmamıştır.

1990 yılı öncesi dönemle sonrası dönemin olayları arasındaki ilişki, eğer böyle ele alınırsa; yani, 1980’li yılların ortalarından bugüne kadar hareket içinde ortaya çıkan sapmalar, son on beş yılı içine alan bir sürecin halkaları olarak görülürse, Uluslararası Hareket’in bugünkü durumu hakkında söylenebilecekler neler olabilir? Şunlar, birer tespit olarak mutlak dikkate alınmak zorundadır: Değişen koşullar ve saflarında ortaya çıkan sapma ve savrulmalar, Uluslararası Hareket’e ve mensubu partilere, üzerinde yürünülen platformu yenilemeyi ve tutulmuş bulunulan mevziiyi değiştirmeyi, 1984-85’lerden itibaren dayatmıştır. Buna karşılık, Uluslararası Komünist Hareket içinde, ortaya çıkmış olan yeni durum, aradan on yıl geçtikten ve Doğu Bloğu çöktükten sonra dahi tam anlaşılmamış; yaşanılan çözülme sürecinin yönü nispeten değişmiş olsa bile, egemen klasik liberal akıma ve liberal “sosyalizm” eğilimine karşı savaşmaya yetenekli yeni bir platform bugün bile oluşturulamamıştır. Gerçek şudur ki; son on beş yıldaki olgu ve olaylar, ortaya çıktıklarında anlaşılamamış; bu olgu ve olayların yarattığı sorunlardan doğan yeni ihtiyaçlar, acil ihtiyaçlar olarak gündeme geldiklerinde görülememiş ve gerekleri yerine getirilememiştir.

Bunlar birer gerçekliktir; söz konusu olguları ve proletarya ve Komünist Hareket üzerindeki etkilerini, hiç olmazsa bugün anlamak; on beş yıldan bu yana gitgide ağırlaşan sorunların dayattığı ihtiyaçları karşılayacak görevleri hiç olmazsa bugün gündeme almak zorunludur. Bu zorunluluk anlaşılmadığı ve gerekleri yerine getirilmediği takdirde; Uluslararası Komünist Hareket’in, proletarya hareketine alternatif olma ve devrimi hazırlama yeteneği kazanması bir yana, saflarında güç kazanmış ve bugüne kadar ağır zararlar vermiş olan liberal “sosyalizm” eğilimince parçalanması kaçınılamaz tehdit olarak kapıda durmaktadır.

Şunlar özellikle anlaşılmak zorundadır: Uluslararası Hareket’in bugün üzerinde bulunduğu platform ve tuttuğu bugünkü mevzi, proletarya hareketi ve sosyalizmin inşasının teori ve pratiğinin ve modern revizyonizme karşı kendi tarihsel devrimci kazanımının tahrip edilmesine açık, büyük ölçüde kendiliğinden bir platform; proletarya üzerinde egemen olan klasik liberal akıma karşı mücadelede ve yeni dönemin kitle hareketine ve sosyalizm eğilimine alternatif oluşturmada yarımlaşmış ve iddiası belirsiz bir mevzidir. Bu bir olgudur; fakat bu olguya karşın, Uluslararası Komünist Hareket’in, böyle kendiliğinden bir platforma ve iddiası belirsiz yarımlaşmış bir mevziiye asla mahkûm bir hareket olmadığı ve asla olamayacağı açık ve herkesçe anlaşılabilir bir şeydir.

Çünkü Komünist Hareket, kapitalizme ve revizyonizme karşı mücadele içinde şekillenmiş ve proletaryanın davasına sadakatle karakterize olmuş bir harekettir. Hareket’in, Paris Komünü ve sosyalizmin, inşasının zaferiyle taçlanan Ekim Devriminin ilkelerini; I. ve II. Enternasyonal’in Marksist dönemleri ve Komintern’in devrimci çizgisini; Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in teorik ve pratik eserini, teorik ve taktik temel yapmış bir hareket olduğu herkesçe kabul edilmiş bir şeydir. Bütün eksiklik ve zayıflıklarına karşın; Uluslararası Komünist Hareket’in, oportünizme ve revizyonizme karşı; oluşturmayı, başka herhangi bir akımın göze alamadığı bir savaş mihrakı oluşturmuş bir hareket olarak var olduğu, hiçbir kimse tarafından yadsınamaz bir gerçektir. Neresinden bakılırsa bakılsın; Enver Hoca’nın AEP’i ve öteki komünist partilerce oluşturulmuş ve bütün revizyonizm dönemi boyunca proletarya ve sosyalizme sadakatiyle anılmış olan bugünkü Komünist Hareket’in; tam da iktidar alternatifi olma koşullarının olgunlaştığı yeni bir sürece girerken, liberal bir ihanete teslim olacağını; liberal revizyonist bir dönüşe açık bir platforma ve iktidarsız bir pozisyona boyun eğeceğini düşünmenin aptalca bir hayal olarak kalacağı açıktır.

Hareket’in ve onu oluşturan parti ve örgütlerin, teorik ve taktik temeli ve ortak tarihi; bu temel ve bu ortak tarihe dayanmak ve savunusuyla yetinmek, bugünkü koşullarda devrimci bir platform oluşturmak ve alternatif bir mevzi tutmak için yeterli midir? Bunun yeterli olmadığı; eğer yeterli görülürse, bu “yeterli” görmenin gerçekte, söz konusu teorik ve pratik temel ve ortak tarihi inkâr etmek olacağı kuşkusuzdur. Fakat öte yandan, Komünist Manifesto ve Komintern’in ilkeleri; Paris Komünü, Ekim devrimi ve sosyalizmin inşasının zaferinin ilkesel tecrübeleri; ve modern revizyonizme karşı mücadele döneminin Uluslararası Komünist Hareket’te cisimleşmiş kazanımları; Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in teori ve pratikleri, liberal yalpalama ve revizyonist aşınmaya izin vermeyen bir tutarlılıkla benimsenmeden ve hareketin temeli olarak yeniden ilan edilmeden, devrimci bir platform oluşturulamayacağı, iktidar alternatifi bir mevzi tutulamayacağı da tartışılamaz, bir şeydir.

Daha özet ve kesin söylenirse; klasik burjuva liberal ideolojinin, yukarıda vurgulanan süreçteki “zaferi”nin dışa vurumu olarak ortaya çıkmış; kardeş partilerin ortak temel ve tarihinin “yok sayılması”, inkârı ve “Stalin eleştirisi”ne dönüş eğilimi olarak şekillenmiş etkisinden yakasını kurtarmadan Uluslararası Komünist Hareket’in, burjuva liberal ve sınıf dışı “sosyalist” mihraklar karşısında, devrimci alternatif oluşturması, proletaryaya yakınlaşması ve gerçek uluslararası bir harekete dönüşmesi olanaksızdır. Hareket’in, burjuva “sosyalist” akımlarla temel ayrılığının özünde, bu sorunda düğümlendiği; eğer bu sorun devrimci bir tarzda çözülemez ve geçilemezse, komünizmin bugünkü kuşağının görevini yapmış bir kuşak olarak anılamayacağı; bu kuşak için devrimci bir gelecekten söz edilemeyeceği görülmek zorundadır.

Burada çizilen tablodan, Uluslararası Hareketin bir geleceğinin bulunmadığı sonucuna varmak, kuşku yoktur ki anlamsız ve olanaksızdır. Daha önce de işaret edildiği gibi; Hareket’in yaşadığı karışıklık, gitgide etkisini kaybetmekte; süreç, 1993’lerden itibaren yeni ve ileri bir dönüşe adım adım yaklaşmaktadır. Bir yandan, yenilenmekte olan ilişkiler üzerinden yeni organlar ve mekanizmalar oluşurken; öte yandan, yeni güçlerin çıktığı ve Hareket’in gelişmekte olduğu görülmektedir. Ortak organlar ve gündemler oluşturma ve ortak kararlar alma olanağını elde etmiş olan Uluslararası Hareket’in, açığa çıkmakta olan dinamikleri ve genişlemekte olan olanaklarıyla, mücadele ettiği akımlar karşısında, önemli avantajlara sahip bir hareket olduğu kesindir. Sorunun, Hareket’in dinamiklerine yaslanma ve proletarya hareketinin olanaklarını sınıf tutumuyla değerlendirme sorunu olduğu ortadadır.

 

TEMEL SORUN VE ACİL GÖREV

Uluslararası Komünist Hareket’in bugünkü acil sorunu, proleter dünya devrimi ve sosyalizmin inşasının teorik ve taktik ilkelerini; Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in teorik ve pratik eserinde cisimleşen tarihsel tecrübeyi ve revizyonizme karşı mücadele dönemindeki devrimci tutumu, liberal dönüşlere, inkârcı ve tasfiyeci eğilimlere olanak tanımadan ve alan bırakmadan benimseme ve kendi (proletarya) tarihsel mirası ve teorik ve taktik temeli olarak yeniden ilan etme sorunudur. Öte yandan, bu yeniden savunma ve ilanın, proletarya hareketi ve sosyalizmin güncel ihtiyaçlarını gündem yapan pratik politik bir tutum ve alternatif devrimci bir mevziiye geçişle birleşmesi ve bu yeni politik ve örgütsel mevzilenmeye dönüştürücü bir temel oluşturması zorunludur. Çünkü sosyalizmin, küçük burjuvazinin elinde, teori ve pratikte kırk yıl boyunca bozulduğu ve bozulmuşluğun adice “yüceltildiği” bugünkü dünyada, herhangi “yeniden savunma ve ilan”ın anlamsız olacağı açıktır.

Sorun böyle ortaya konulduğu ve öteki “sosyalist” akımlarla ayrılıkların yeniden vurgulanması zorunluluğu dile getirildiğinde; Hareketteki kararsız güçlere “hitap etme” adına “sekterlik”; geçmişten ders çıkarmanın “önünün kesilmemesi” adına “dogmacılık” itiraz ve eleştirisiyle, örtülü de olsa karşılaşıldığı bilinmektedir. Ne var ki, bu itiraz ve “eleştiri”, bir temelden ve gerçeği yansıtmaktan yoksundur.

İlkin: Hareket içinde (olumsuz) ya da dışında (olumlu ve harekete yönelim anlamında) ortaya çıkmış olan “kararsız güçler”in, ideolojik tavizlerle ve alternatif olma pozisyonunun baltalanmasına izin verilerek kazanılması olanaksızdır. Öte yandan, gerek hareket içindeki ideolojik yalpalama ve bozulmayla ilgili zayıflığın etki alanını daraltmanın; gerekse, ortaya çıkan yeni güçlere devrimci temelde yardım etmenin ancak, teorik alanda kapsayıcı bir tutarlılık; pratik alanda, iktidar iddiasında bir mevziinin tutulmasıyla olanaklı olacağı açıktır.

İkincisi: Sosyalizmin inşasının teorik ve pratik tarihinin, emperyalist ve revizyonist saldırının ittiği ve gündem yaptığı bir mevziden “eleştirilmesi”ne karşı çıkmak; bu “eleştiri”nin, proletarya ve hareketi karşısındaki mevcut küçük burjuva sekterizminin örtüsü ve gerekçesi haline getirilmesine göz yummamak, “dogmatizm” olmadığı gibi, Komünist Hareket’i ve tarihsel kazanımları savunmak da demektir.

Komünist Hareket’in sorunu, proletarya hareketinin acil ihtiyaçlarına cevap verecek bir mevziiyi, teoride ve pratikte tutma sorunudur; bu sorunun çözümünün önündeki engel ise, sosyalizmin inşası ve revizyonizme karşı mücadele dönemlerinin “irdeleme” ve “eleştiri”den uzak tutulması ya da sözde “hatalar” değil, komünist proletarya hareketinin tarihsel kazanımlarının liberal cepheden inkârı, tasfiyesi ve liberal bir revizyonizme dönüş eğilimi karşısındaki bocalama ve kararsızlıktır. Hareket’in temel gücünün ve öteki “sosyalist” akımlar karşısındaki üstünlüğünün; geniş ve gelişmiş bir hareket olmasında değil, devrimin ve sosyalizmin inşasının teori ve pratiğini sadakatle savunmuş ve revizyonizme karşı mücadelenin temeli yapmış olmasında dile geldiğinin; gerçekte, aşındırılmaya ve etkisizleştirilmeye çalışılanın, bu güç ve üstünlük olduğunun herkes tarafından görülmesi gerektiği açıktır.

Baştan beri vurgulanan görüşler dikkate alındığında; “sekterlik” ve “dogmatizm” yönündeki örtülü “eleştiri”lerin, anlamsız; anlamsız oldukları oranda da, sosyalizmin bozulmuş bir biçimi olan liberal “sosyalizm”in cephaneliğinden alınmış “eleştiriler” oldukları kesindir. Buna karşılık, Komünist Hareket’in bünyesinde, “dogmatizm” ve “sekterizm” vb. eğilimler yok mudur? Bunların var olduğu açıktır.

a) Teorik sorunların ele alınışında ve teorinin pratiğe uygulanışında; otuz yıldan bu yana var olan yüzeysel aydın akademizminin yanı sıra, on beş yıldır gitgide olgunlaşmış; söz konusu bu yüzeysel akademizmi istismar ederek proleter sosyalist teori karşısında bir önyargı biçiminde kütleşmiş “tez”ler olarak şekillenmiş liberal dogmalar, dogmatizm eğiliminin, devrimci teoriyi kemiren ve proletaryayı teori alanında silahsızlandıran özel bir türünden başka bir şey değildir.

b) Kitlelerin mücadele ve örgütlenmesine yardım etme ve ihtiyaca cevap veren günlük pratik çalışmayı yürütme sorununda; küçük burjuvazinin, sosyalizme egemen olması döneminde güç kazanmış; önderlik ve örgütleme tarzında liberal bozulma olarak ortaya çıkmış ve bürokratik bir alışkanlığa dönüşmüş ve gelenekleşmiş olan çalışma ve örgüt tarzının, emekçi kitleler nezdinde ve kitlelerin öz-deneyimle öğrenmesi yöntemi karşısında, pratik sekterizmden başka bir anlamı yoktur.

Dogmatizm ve sekterizmin, Hareket’in bünyesindeki etkisi işte bu alanlarda dile gelmiştir; bu dile gelişin, proletaryadan kopan küçük burjuva tabakaların reformizme dönüşünün ifadesi olduğu ise açıktır.

Hareket’teki liberal ve bürokratik “sosyalizm” eğiliminin temsilcileri; emperyalizmin ve revizyonizmin ortak kampanyasına ilk boyun eğenler, proletaryayı ve tarihin ve sınıflar arasındaki ilişkinin diyalektik ve materyalist ele alınışını da gerilerinde bırakarak ayrılmışlardır. Sorunun burada ele alınış nedeninin; hâlâ Hareket’in mensubu olarak görülmelerine karşın, gerçekte ondan çoktandır ayrılmış olanlarla polemik yapmak olmadığı; aksine, açtıkları ve geride bıraktıkları tasfiyeci platforma dikkat çekmek olduğu herhalde anlaşılabilir bir şeydir. Sorunun, Uluslararası Komünist Hareket’in, emperyalizmin “zaferi” ve revizyonizmin çöküşünün ve saflarından ayrılan liberal tasfiyeci eğilimin temsilcilerinin dayattığı platforma kendisini mahkum edip etmeyeceği sorunu olduğu herkesçe anlaşılabilecek bir açıklıkla ortadadır.

Komünizmin bugünkü kuşağını oluşturan komünist partiler, proletarya devrimi ve sosyalizmin inşasının teori ve pratiğinin ve revizyonizme karşı ortak mücadele tarihinin militan savunusunu öngören; buna karşılık, proletarya hareketinin acil teorik ve pratik ihtiyaçlarının karşılanmasını ve bu ihtiyaçlar karşısındaki kendi teorik ve pratik sorumlulukları ile ilgili yetenek zayıflıklarının eleştirisini gündem yapan bir platform üzerinde mi yürüyecekler; yoksa emperyalizmin “zaferi” ve bu “zafer” önünde boyun eğişin dayattığı liberal eğilime ve bugünkü ilkesiz platforma boyun mu eğeceklerdir? Sorun kuşkusuz budur; sorun ve görevin böyle konulusuna, “dogmatizm” ve “sekterizm” yönünden gelen örtülü ve bir o kadar da ilkesiz olan “eleştiri” ve “itiraz”ın anlamı kuşku yoktur ki burada yatmaktadır.

Bu noktada bir soruna, kısaca da olsa değinmek gerekmektedir: Uluslararası Komünist Hareket’in platform yenilemesi ve mevzi değiştirmesi zorunluluğunu savunan buradaki anlayış, çizgi ve tutum, devrimin zaferi ve sosyalizmin inşasının; emperyalizme ve revizyonizme karşı mücadelenin teori ve pratiği ve proletaryanın tarihinin yeniden irdelenmesi ve gündem yapılmasını ret ve inkâr mı etmektedir; daha doğrudan ve kimilerinin kafalarındakine uygun konulursa, Stalin döneminin “irdelenmesi” yasaklanmakta mıdır? Böyle bir görüş varsa (ki, açıklanmasa da vardır), bunun açıkça, burjuva ve revizyonist bir demagoji olarak damgalanması gerekmektedir. Çünkü burada ortaya konulmuş olan platform, Marks’ın formüle ettiği, Lenin ve Stalin’in, proletaryanın anlayışına bizzat yerleştirdikleri bir ilkeyi, kendi tipik özelliklerinden biri olarak benimsemiş ve temeline yerleştirmiş bir platformdur. Proletarya devriminin, ayırt edici özelliklerinden ve önce gelmiş devrimler karşısındaki üstünlüklerinden birisi, kendini eleştirmesi ve eleştiriyi temel gelişme dinamiklerinden birisi haline getirmesidir. Komünizmin bugünkü kuşağının, proletarya hareketinin önüne getirdiği ve karşılanmasını talep ettiği teorik ve pratik ihtiyaçlar karşısındaki yeteneksizliğinin eleştirisini kendi temel görevi haline getirmesi: Liberal eğilim ve etki alanındaki çevrenin “eleştiri” yönelttiği buradaki platformun, “devrimin kendini eleştirmesi”nden ilk anladığı şey budur.

İkinci olarak: Devrim ve sosyalizmin inşasının zaferinin teori ve pratiğinin (kapitalizme dönüş ve revizyonist çöküş üzerine açıklama) irdelenmesi sorunu, “devrimin kendini eleştirerek gelişmesi”nin dışında ve her durumda “liberal dönüş” anlamına gelen bir sorun mudur? Bu kuşkusuz, böyle değildir; tarihteki olguların yeniden irdelenmesi, “devrimin kendini eleştirmesi”nin bir yönü olduğu gibi; bu, bilinen tarihsel tecrübenin yenilenmesi ve yeni tecrübeler çıkarılması için de zorunludur. Sosyalizm ve teorik ve pratik tarihi, hangi koşullarda, hangi mevziden, ne amaçla ve nasıl bir yöntemle irdelenmektedir; sorun buradadır. Sosyalizmin inşasının teori ve pratiği ve revizyonizme karşı mücadelenin kazanımlarının ısrarlı bir savunusu; proletarya hareketi üzerinde tekel kurmuş liberal kapitalist ideolojiler ve reformist “sosyalist” eğilimlerle, teori ve pratikte yeni bir hesaplaşmayı öngören ideolojik bir saldırı cephesi; bu savunu ve saldırı cephesinin, gelişen proletarya hareketinin ihtiyaçları ve Komünist Hareket’in bu ihtiyaçları karşılamada gösterdiği pratik yetenek zayıflığının eleştirisi ile genişletilmesi: Uluslararası Hareket’in, içinde bulunduğu sorunları yenmesi ve uluslararası devrimci ve güvenilir bir alternatif oluşturma yeteneği kazanmasının olduğu gibi, sosyalizmin tarihinden yeni tecrübeler çıkarmasının tek olanağı da işte bu tutum ve platformda yatmaktadır.

Demek ki; proletarya hareketinin tarihi ve devrimin hali hazırdaki teori ve tecrübesinin, sosyalizmin inşasının ve revizyonizme karşı mücadelenin temel kazanımlarının “yok” sayıldığı bir mevziden; Hareket’i, proletarya hareketinin ihtiyaçları ve kendi görev ve sorumluluklarını irdelemeden uzaklaştıran bir platformdan ele alınması olanaksızdır. Çünkü böyle bir ele alışın, tarihin bilimsel bir ele alınışı olamaması bir yana; emperyalizmin “zaferi”nin ve liberal “sosyalizm” eğiliminin dayattığı platformu kabullenmek anlamı kazanacağı kesindir.

Bilinen bir şeydir: Komünist Hareket’in, bütün eksiklik ve zayıflıklarına karşın; sosyalizmin tarihinin, tarihsel materyalist yöntemle irdelenmesi ve Marksizm-Leninizm’in revizyonizme karşı savunulması üzerinden şekillenmiş bir hareket olarak ortaya Çıkmıştır. Böyle bir hareketin, burjuva liberal ideolojiye karşı saldırı cephesini dıştalayan ve sınıfın güncel teorik ve pratik ihtiyaçlarından uzak duran tarih “irdelemeleri”ne karşı savaş açmayı, proletarya ve komünizm davasına sadakatin görevi olarak ele alması, kuşkusuz zorunlu bir şeydir. Aksi takdirde, sosyalizmin tarihinin sözde “irdelenmesi” platformunun; proletaryanın, tarihsel teorik ve pratik kazanımlarının inkarının platformu haline gelmesi; sınıfın taleplerini dıştalamış bir oportünizm ve liberal revizyonist bir dönüşün meşruiyet kazanması kaçınılamazdır.

Şu görmezden gelinemez: Sosyalizmin tarihinin “yeniden irdelenmesi” sorunu, Marksist-Leninist teoriyi ve sosyalizmin inşasının teorik ve pratik ilkelerini “gözden geçirme” ve “düzeltme” “ihtiyacı”ndan değil; Marksizm-Leninizm’i ve tarihsel tecrübeyi yeniden öğrenme; yenilmiş proletaryanın, “zaferi” kazanmış burjuvaziye ve burjuva liberal ideolojiye karşı mücadele kapasitesini ve burjuva “sosyalizmi” ile proleter sosyalizmini ayırt etme yeteneğini geliştirmesine yeni malzemeler bulma ve yardım etme ihtiyacından çıkmış bir sorundur. Bunu başarma sorununun; proletarya hareketi üzerinde egemen olan ve “sosyalist” akımların ilham kaynağı haline gelen burjuva liberalizmine karşı kesin bir savaş cephesi oluşturma ve proletaryanın ihtiyaçlarını karşılamada gösterilen yetenek zayıflığını gündem yapan devrimci bir mevziiyi tutma sorunu olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Sosyalizmin inşasının zaferinden elli yıl sonra yaşayan; inşa hareketinin teori ve pratiğini, revizyonist geri dönüşe karşı kararlılıkla savunan ve kendine temel yapan Marksist-Leninist bir akımın mirasçısı ve bugünkü temsilcisi bir komünist kuşağın, proletarya hareketi ve sosyalizmin tarihinin “irdelenmesi” sorununu böyle ele alması önlenemez ve zorunludur.

Marksizm-Leninizm’e ve bilimsel materyalist tarih görüşüne yaslanan sosyalist bir akımın, sorunun başka bir “ele alınışı”nı kabullenmesi olanaksızdır. Buna karşılık, tarihin “yeniden irdelenmesi” savunucularının güncel kimi “gerekçeleri”ne başka yönleriyle de olsa değinmenin gerekli olduğu ileri sürülebilir; fakat bunun bir gereğinin bulunmadığı, kabaca bakıldığında dahi herkesçe görülebilir. Zira Uluslararası Hareket’in platform yenilemesi ve mevzi değişikliği sorununda ve teorik ve pratik ihtiyaçlar alanında yukarıda ve komünist hareketin belgelerinde vurgulanmış olan görüş ve tezler, ilgili “sorunu” bugün ihtiyaç duyulan boyutlarla sınırlı da olsa açıklamaya yetmektedir.

Neresinden bakılırsa bakılsın ve kim ne söylerse söylesin; Uluslararası Komünist Hareket’in bugünkü görevi, burjuva “sosyalist” akımlarla ayrılık noktalarını kesin çizgilerle yeniden ilan etme; gelişen proletarya hareketinin ihtiyaçlarının karşılamasına olanak tanıyan bir platforma geçme; söz konusu bu ihtiyaçları karşılaşmada ortaya çıkan yeteneksizliğin eleştirisini gündem yapan bir mevziiyi tutma görevidir. Görev böyle konulduğunda; 1980–95 yılları arasında kalan dönemi kucaklayan süreç ve bu süreçte ortaya çıkan ve proletaryayı ve Komünist Hareket’i etkisi altına alan olguların önem kazandığına kuşku yoktur.

Bu sürecin Komünist Hareket saflarındaki etkisi, liberalizmin güçlenmesi ve gitgide Hareket’i kuşatmaya alması; teoride, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin inşasının teori ve tecrübesi ve komünist partilerin ortak teorik temelinin “gözden geçirilmesi”, inkarı ve “yok sayılması”na doğru liberal bir geri dönüş; pratikte, proletarya ve halktan uzak kalan örgütsel mevzilenmenin meşruiyet kazanması; üst sınıf tavrıyla bozulmuş çalışma ve örgütleme tarzı ve çalışma ve örgütü ihtiyaca değil, kendi durumuna “uydurma”ya dönük oportünizm yönünde olgunlaşmış revizyonist bir etki olmuştur, denilmesi yanlış değildir.

Liberal oportünist ve revizyonist dönüş eğiliminin, Uluslararası Hareket ve komünist partiler içinde on yıl boyunca bölünme ve tasfiyelere yol açan ve Hareket’e ve mensubu partilere ağır zararlar vermesinin ardından önemli darbeler alan bir eğilim olduğu bilinmektedir. Buna karşın, bu liberal revizyonist eğilimin, Hareket ve çevresindeki etkisini bugün de sürdürdüğü ve halen sorunlar yaratmaya devam ettiği bir gerçektir. Burjuva “sosyalizmi”yle ayrım çizgilerini aşındırma; hareketin ihtiyaç ve talepleri karşısındaki kendi yetenek eksikliğinin eleştirisinden kaçınma; bunların yerine, sosyalizmin inşasının teori ve tarihinin ve önce gelmiş komünist kuşağın “eleştirisi”ni geçirme eğilimi olarak da tanımlanabilecek olan bu sorunun, Hareket’in ve mensubu partilerin bugünkü en hayati sorunu olduğu kesindir. Olguların baş aşağı çevrilmesiyle gündeme sokulmuş olan bu sorunu geride bırakmadan; Uluslararası Hareket ve komünist partiler topluluğunun, burjuvaziyle proletarya ve emperyalizmle ezilen halklar arasındaki mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verme yeteneği taşıyan bir platforma ve alternatif devrimci bir mevziiye geçmesi olanaksızdır, denilebilir.

Hareket’in ilerleme olanağı, sosyalizmin tarihini “yeniden irdelemek”te değil burada yatmaktadır. Şunlar göz ardı edilmemek zorundadır.

İlki: Proletarya hareketinin yeni dönemi, sosyalist hareketle proletarya hareketinin yeniden ve kitlesel bir birleşmesine; Uluslararası Komünist Hareket ve komünist partilerin, otorite sahibi uluslararası bir mihrak ve gerçek proletarya partileri olarak yeniden inşa ve kuruluşlarına olanak tanıyan bir mücadele dönemi olacaktır. Ve bu yeniden birleşme, inşa ve kuruluş ancak, proleter kitle hareketi içinde mevzi tutmak, ileri proleter kitlenin karşılanmasını talep ettiği acil pratik görevleri gündem yapmak ve öteki “akım”ların sınıfı bölmesine izin vermeden kucaklamayı güncel bir iddia haline getirmekle başarılabilir.

İkincisi: Uluslararası Hareket ve mensubu komünist partilerin, bütün eksiklik ve zayıflıklarına karşın; Komintern’den devralınmış, revizyonist geri dönüşe karşı mücadele içinde geliştirilmiş ve teorik ve politik temel yapılmış Marksist-Leninist bir çizgisi vardır. Teorik ve politik çizgiyle ilgili bugünkü görev, bu çizgiyi kararlılıkla savunmak ve öteki “sosyalist” akımlarla ayrılığını yeniden ilan etmek; bir yandan, burjuva liberalizmine karşı yeni bir saldırı cephesi; öte yandan sosyalizmi, küçük burjuva bir mevziden liberalleştiren reformist eğilimlere karşı savaş anlamına gelen bir hatta genişletmektir. Teorik platformun, gelişen hareketin ihtiyaçlarına bağlanması; pratik çalışmayı dönüştürücü bir silah haline gelmesi ve gelişme ve zenginleşme olanağı bulması ancak, böyle bir tutum ve çizgi üzerinden olanaklı olabilir.

Acil görevleri de dile getiren ve gerçekte baştan bu yana vurgulananları özetleyen bu iki tespit, asla göz ardı edilmemek ve Hareket’in ve komünist partilerin, gündeminin temeline yerleştirilmek zorundadır. Çünkü Uluslararası Hareket’in ve komünist partilerin, sosyalizmin tarihiyle bağlarında olduğu gibi, proleter partiler olma zorunluluğunda içerilmiş gelecekleri de bu tespitlere yaslanmakta yatmaktadır. Uluslararası Komünist Hareket, bugün üzerinde bulunduğu belirsiz platformu ve itilmiş bulunduğu iddiasız mevziiyi değiştirmek zorundadır.

 

 

Yeni bir teorik saldırı cephesi: proleter devrimi ve sosyalizmin zaferinin teorik temellerinin yenilenmesi görevi

 

Proletarya devriminin kapsamı, önceki devrimlerden ayrılan özgün özellikleri ve teorik ve taktik ilkeleri, kapitalist toplum ve emperyalist sistemin temel karşıtlıkları ve proletaryanın sınıf karakterinin ifadesidir. Proleter devriminin temel sorunları, sosyalizmin kurucuları tarafından, daha yüz ve yüz elli yıl öncesinden açıklığa kavuşturulmuşlar; uzun bir dönemden bu yana da, kuşkusuz proletaryanın ileri kitlesi ve ilerici aydın tabakalarınca bilinmektedirler. Ayrıca Paris Komünü, sosyalizmin inşasıyla taçlanan Ekim Devrimi ve sonraki proleter ve halk devrimleriyle sınanmış ve kanıtlanmış gerçekliklerdir. Öte yandan, sosyalizmin 1950’li yılların ortalarında aldığı yenilgi ve ardından proletaryanın yaşadığı iktidarsızlık, söz konusu bu teorik ve taktik ilkelerin, farklı bir yönden ve yeniden sınanma ve kanıtlanmaları da olmuştur.

Bilinmelerine ve hem zafer, hem de yenilgilerle kanıtlanmış bulunmalarına karşın; proletarya devrimi, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin inşasının teori ve pratiği; proletaryanın teorik ve taktik ilkeleri ve tarihsel deneyimleri, sınıfın hareketinin bugünkü koşullarında yeniden savunulmak zorundadır. Marksizm-Leninizm, yeniden savunulmak zorundadır; fakat bellidir ki onun bu yeniden savunulması, önceki dönemlerin pratiği içinde oluşturulmuş ve tarihsel olaylarda pratik olarak kanıtlanmış; buna karşılık, bugün inkâr edilmekte ve aşağılanmakta olan teori ve pratiği yeniden vurgulamakla yetinmek demek de değildir.

Yaşanılan koşulların, Marksizm-Leninizm’i yeniden savunma görevini; proletaryanın tarihsel teorik ve pratik kazanımlarını ve proletarya devriminin kaçınılamaz ve önlenemez bir olgu olduğunu yeniden kanıtlama; proletaryanın öncüsünün, kendine mal edeceği ve her günkü silah olarak kullanacağı içerik ve biçim içinde geliştirme ve yeniden ilan etme görevi olarak şekillendirdiği son derece açıktır. Komünist hareketin ve proletarya hareketinin yenilenmesi ve olanaklarını kullanma yeteneği kazanması için; sosyalizmin teorisini, bozulmuş biçimlerinden yeniden ayıran, geliştiren ve bütün teorilerin üstüne çıkaran yeni bir teorik saldırının ve temelleri, bu saldırı üzerinden yenilenmiş yeni bir taktik platformun hayati bir önem kazanmış bulunduğuna kuşku yoktur.

 

TEORİK YENİLENME İHTİYACI VE GERİSİNDEKİ NEDENLER

Devrim ve sosyalizm mücadelesinin ihtiyaçlarına bağlanmış yeni bir teorik platform; Marksist-Leninist teorinin geliştirilmesine dayanan yeni bir teorik atılım ve saldırı mevzisinden sürdürülerek yenilenen yeni bir teorik mücadele pek çok nedenle acil bir ihtiyaç durumundadır. Yeni bir teorik saldırı cephesini acil kılan; teorik yenilenmeyi ihtiyaç haline getiren ve gerçekte bir ve aynı şeyin değişik yönlerden ifadesi olan zorunlulukları ve gerisinde yatan nedenleri aşağıdakiler gibi özetlemek, sorunu ortaya koymaya herhalde büyük oranda yetmektedir.

a) Uluslararası burjuvazi, son kırk yılda meydana gelen toplumsal değişiklikleri ve bilimsel bulguları, yeni bilgi alanları olarak kullanmış; bu alanlardan elde ettiği malzemelere dayanarak, sosyalizm ve proletarya diktatörlüğünün yenilgisini teori seviyesine çıkarmış; burjuva “liberal devlet” ve emperyalist “dünya düzeni”nin “evrenselliği” ile ilgili teorik temeli “yenilemiş”tir. Buna karşılık, komünist hareketin, son kırk yıldan bu yana, bu bilgi alanlarında esaslı bir mücadelesi olmamıştır. Gerçekliğin bu yönüyle bağlantılı olarak, doğa ve toplumbilimleri; felsefe, bilimsel bilgi, ekonomi politik, tarih, devlet, kültür ve sanat vb. teorileri alanlarında, burjuva teorilere karşı yeni bir savaş açmak, proleter sosyalist teorinin gelişmesi ve maddi bir güce dönüşme olanağı bulması için temel ve ertelenemez bir zorunluluğa dönüşmüştür. Komünist Hareket ve komünist partiler, diyalektik ve tarihsel materyalizmi, son kırk yıldan bu yana hemen hemen girmediği bu alanlara uygulamak; ekonomik ve toplumsal olgulara ve bilimsel bulgulara dayanarak yeniden kanıtlamak; bilimsel sosyalist (Marksist-Leninist) teoriyi geliştirmek ve öteki bütün teorilerin üzerine çıkarmak zorundadırlar. Aksi takdirde, proletaryanın öncüsünü ve sosyalist eğilimli aydını yeniden kazanmak ve etkili silahlarla silahlandırmak olanaksızdır. Oysa komünist parti ve örgütlerin, proletaryanın ileri kitlesini ve devrimci aydın potansiyeli, başka bir akımın bölmesine fırsat vermeden kucaklamaları ve gerçek proleter partilere dönüşmeleri olanaklarının gitgide genişlediği yadsınamaz bir gerçekliktir.

b) Proletaryanın ileri ana kitlesi ve toplumun manevi yaşantısının üreticisi aydın tabaka üzerindeki egemen ideoloji, 1980’ler öncesinde olduğu gibi, sosyalizmin bozulması biçimindeki eski revizyonist ideoloji değildir. Toplumun ileri ve uyanan tabakaları üzerindeki egemen ideoloji, klasik parlamentarist liberal ideolojidir ve revizyonist akımlar, burjuva liberal ve reformist teorik tezleri açıkça kutsayan bir platform üzerinde bulunmaktadırlar. Liberal sosyal devlet “bitmiştir” denilse ve proletarya hareketinin gelişmesi bu teorinin etkilerini şu veya bu yönleriyle kıracak olsa bile; uluslararası burjuvazi ve gericiliğin, proletarya hareketinin devrimci bir eğilime girmesi tehlikesi karşısında, her zaman olduğu gibi, “sosyal devlet” ve “dünya demokrasisi” benzeri sloganlara ve liberal reformist teorilere yeniden sarılması kaçınılamazdır. Proletarya ve öncüsü, sosyalizme, yolunu şaşırmadan ilerlemek için; saflarında egemen olan burjuva liberal ve reformist ideolojinin etkisinden kurtulmak ve burjuvazinin “alternatif” olarak başvurduğu ve vuracağı açık kapitalist ve revizyonist biçim içindeki bütün teorik demagojilere karşı silahlanmak zorundadır. Proletarya ve öncüsünün bu zorunluluğu; teorik ve ideolojik mücadelenin kapsamının, açık klasik kapitalist teorilerle ve reformist ve revizyonist biçimleriyle yeniden hesaplaşılması ve sosyalizmin teorisinin her cephede yeniden savunulması alanına genişlemesini kesin bir zorunluluğa dönüştürmüştür.

c) Proletarya hareketinin yeni yükseliş döneminde; çoğu tez ve görüşleriyle geleneksel revizyonizmin birikimine dayansalar da, burjuva sosyalist ve revizyonist akımların, eski Troçkici, Kruşçevci, Maocu ve Brejnevci vb. revizyonist platform üzerinden alternatif olmaları olanaksızdır. Bugünkü revizyonist (burjuva sosyalist) platform, son kırk yıldaki toplumsal değişikliklere ve bilimsel bulgulara yaslanan ve güncel liberal teorilerden “sosyalist” tarzda öğrenen bir platformdur. Öte yandan, sistemin yeni ihtiyaçları çerçevesinde, gelecekte kendini “yenileyen” ve “yeni” özellikler gösteren revizyonist platformların oluşması ve revizyonist akımın, öncekileri görüntüde de olsa mahkum eden demagojiler içinde ortaya çıkması ihtimali ise yadsınamazdır. Görüldüğü gibi; teorik mücadele görevini, eski revizyonist fraksiyonların ve sosyalizmin tarihinin “eleştirisi” ve “irdelenmesi” sınırına hapsetmek; sınıf hareketinin teorik ve pratik ihtiyaçlarını anlamamak ve hareketi revizyonizmin ittiği platforma mahkum etmek demektir. Neresinden bakılırsa bakılsın; kapitalizm ve emperyalizmin yeni bir eleştirisi ve proleter sosyalist teorinin, güncel açık burjuva teorilerle, teorinin bütün alanlarını kucaklayan yeni bir hesaplaşması bir zorunluluktur. Zira proletarya hareketinin ihtiyaçlarının karşılanması; sosyalizmin tarihinden devrimci dersler çıkarılması; revizyonizme karşı savaş yeteneği kazanılması olanağı buradadır. Hareketin teorik platformu yenilenmediği; teorik mücadele, burada ortaya konulan kapsama genişletilmediği takdirde, revizyonizme karşı bugüne kadar verilmiş olan mücadelenin tek bir adım ileri götürülmesi dahi olanaksızdır.

d) Proleter sosyalist teori, Marksizm-Leninizm bugün de, şaşmaz bir teori ve gerçek bir eylem kılavuzudur. Ne var ki, sadece geliştirilmek değil, yeniden kanıtlanmak zorundadır. Çünkü genel olarak dünyada hâkim olan inanç, komünist teorinin çöktüğü ile ilgili inançtır ve bunun son kırk yılda meydana gelmiş olgulara dayandırıldığı kesindir. Proleter sosyalist teorinin, yeniden kanıtlanma ve ilk temel gelişme alanı, sosyalizmin tarihinin irdelenmesi, oportünist ve revizyonist bozulma ve dejenerasyonun açıklanması ile sınırlanan bir alan değildir. Proletaryanın teorisi, kapitalizmin karşıtlıklarının, kapitalist toplumun ve liberal kapitalist teorilerin eleştirisinden doğmuş ve onlarla kesin bir hesaplaşma içinde şekillenmiştir. Bu teori, bugün de aynı alandan kanıtlanabilir ve aynı alandan geliştirilebilir. Çünkü Marksizm-Leninizm, kapitalizmle ve açık burjuva teorilerle savaş yolundan gelişir; kendi içinden çıkan sapmalarla, oportünist ve revizyonist bozulmalarla mücadele içinde arınır, olgunlaşır ve zenginleşir. Proleter sosyalist teorinin, kendi gelişme çizgisiyle ilgili anlayışı budur; bu anlayışın gerisindeki yasanın, genelde hareketin olduğu gibi, onun özeti ve açıklaması olan devrimci teorinin gelişmesi yasası olduğu kesindir.

Komünist hareket, teorik platformunu yenileme; teorik mücadelenin kapsamını proletarya hareketinin ihtiyaçlarını karşılayacak alana genişletme sorununun üstesinden gelmek zorundadır. Bu sorunun üstesinden gelmek ve bu sorunla ilgili görevi yukarıdaki içeriği ile yerine getirmek özellikle iki bakımdan büyük önem taşımaktadır. Bunlardan ilki, proletaryanın sosyalizmden uzaklaştırılmış ve liberal reformist sendikalizmin etkisi altında iktidarsızlaştırılmış olması; ikincisi ise, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmiyle proleter sosyalizmi arasındaki ayrım çizgisinin bütün yönlerden bulandırılmış bulunmasıdır. Bilinen bir gerçektir: Ana kitlesi üzerindeki liberal sendikalist ve parlamentarist etki kırılmadan; öncü kitlesi, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmiyle proleter sosyalizmini birbirinden ayırt etme yeteneği kazanmadan; başka bir deyişle proletarya, anlayışındaki ideolojik bozulma ve eylemindeki iktidarsızlığı alt edecek olanaklara kavuşmadan proleter kitle hareketinin devrimci ve gerçekten sosyalist bir harekete genişlemesi olanaksızdır. Proletaryanın, saflarındaki burjuva etkiyi alt etme yeteneği kazanması sorununun, genel olarak teoriyi ve teorik mücadeleyi ele alış ve üzerinde bulunulan teorik platformun içeriği ve özellikleriyle doğrudan bağlı bir sorun olduğu tartışılamaz bir gerçekliktir.

 

TEORİK YENİLENME VE ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKET

Uluslararası proletaryanın hareketi, yeni bir dönemi vurgulayan belirtiler içinde gelişmekte ve ilerlemektedir. Gelişen proleter kitle hareketinin, içinden geçilmekte olan dönemi, Uluslararası Komünist Hareket açısından, teorik temellerini ve politik örgütsel platformunu yenileme ve yeniden inşa etme dönemi haline getirdiğine kuşku yoktur. Öte yandan, proletarya hareketi üzerindeki tehditlerin çoğalmasının; sosyalizmin teorik, politik ve örgütsel temellerinin yenilenmesini daha da acilleştiren bir faktör olduğu ise kesin bir gerçekliktir. Uluslararası Komünist Hareket, devrim ve sosyalizmin uluslararası ölçekteki zaferinin teorik ve taktik ilkelerini, kendi teorik ve politik platformu olarak yeniden ilan etmek; komünist partiler, bu teorik ve taktik ilkelerin teorik temellerini yenilemek, geliştirmek ve sağlamlaştırmak üzere yeni bir teorik saldırı cephesi açmak zorundadır. Temel içeriği aşağıda da vurgulanan bu teorik saldırı cephesi açılmadan; proletarya hareketinde gerçek bir ilerleme olamayacağı gibi, ileri proleterler arasındaki çalışmada devrimci olan bir dönüşümün yaşanması da olanaksızdır.

Kapitalizm ve emperyalizmin uluslararası ölçekteki yıkılışı ve proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin uluslararası ölçekteki zaferinin yeniden kanıtlanması; “yeni dünya düzeni” ve “liberal sosyal devlet” in teorik temellerini oluşturan burjuva liberal; proletaryanın iktidar mücadelesini baltalayan ve sosyalizmi kapitalizmin bürokratik türü olarak yozlaştıran revizyonist teorilerin olgulara dayanan yeni bir eleştirisi: Uluslararası Hareket ve Komünist partilerin önündeki teorik yenilenme ve teorik mücadelenin kapsamı, bugün işte budur. Teorik saldırı platformunu bu kapsama genişletmeden; proleter sosyalizminin, gerçek bir alternatif oluşturması ve gerçek bir güç haline gelmesi olanaksızdır.

 

PROLETARYA HAREKETİNİN DAYATTIĞI TEMEL ACİL GÖREV

Uluslararası Komünist Hareket’in üzerinde şekillendiği teorik platform, proletarya hareketine, “sosyalizm” biçimindeki burjuva ideolojisinin (revizyonizm) hâkim olduğu dönemde oluşmuş bir platformdur. Bu platformun oluştuğu dönem, modern revizyonist ideolojinin; a) proletarya hareketi üzerinde egemen olması ile; b) kapitalist restorasyona uğrayan eski sosyalist ülkelerde devlet ideolojisi pozisyonuna yükselmiş bulunmasıyla karakterize olmuş bir dönemdir. Bu nedenlerledir ki; Uluslararası Komünist Hareket’in platformu, oluştuğu; komünist partileri temellendirdiği ve mücadelelerini yönlendirdiği dönemlerde şu ya da bu şekilde devrimci bir işlev görmüştür. Bu, tartışılamaz ve bugün tereddütsüz savunulması gereken bir gerçeklik durumundadır.

Fakat bugün, bu platformun eskidiği ve anlamını yitirdiği bir olgudur: a) Sosyalizm kalıntısı biçimler içindeki eski “Doğu Bloğu” kapitalizmi çökmüş; klasik Batılı kapitalizm, dünya kapitalizminin tek biçimi olarak kalmıştır, b) Modern revizyonist teori iflas etmiş; sosyalist teori karşısında “üstün” çıkarıları liberal teori, burjuva devlet sisteminin teorik temelinin yenilenmesi olarak yeniden kutsanmıştır, c) Sonuç olarak da; proletaryanın yenilgisinden güç alan liberal kapitalist teori, proletarya ve aydın kamuoyunda hakim ve yükselen teori olmuştur. Proletarya hareketinin, içinde geliştiği koşulları karakterize eden; dolayısıyla, Komünist Hareket’in teorik temelinin yenilenmesini zorunlu kılan olgusal değişiklikler, buradaki üç maddedeki gibi de özetlenebilir. Olgular böyle şekillenince; bazı eski kardeş partilerin hareketten ayrılmalarının bir rastlantı olarak görülemeyeceği son derece açıktır. Denilebilir ki, söz konusu eski kardeş partilerin, tasfiyeye uğramaları, hareketten ayrılmalarının gerisinde yatan nedenler, ifadelerini, burjuva liberalizminin baskısı karşısındaki zayıflıklarında bulmuştur. Biraz yukarıda ayrıntılı olarak ortaya konulmuş olan yeni olguları ve teorik mücadelenin kapsamıyla ilgili zorunlulukları anlamayanların, savrulmalar, örtülü veya açık sapmalarla karşılaşmaları kaçınılmaz bir şeydir.

Biçimi, ister liberal isterse “sosyalist” olsun; açık burjuva liberalizmini merkeze alarak, bütün burjuva ideolojileriyle yeniden hesaplaşmak kesin bir zorunluluktur. Aksi takdirde; Uluslararası Hareket’in, proletarya hareketine devrimci bir alternatif oluşturması olanaksız olduğu gibi; mücadelesinin gelişmesi içinde, zorunlu olarak sosyalizme varacak olan proletaryanın, burjuva sosyalizmiyle proleter sosyalizmini birbirinden ayırt etmesi ve hareketini devrimci ve sosyalist bir harekete dönüştürmeyi başarması da olanaksız olacaktır. Neresinden bakılırsa bakılsın; Uluslararası Komünist Hareket ve gerçek komünist partiler, proletarya devriminin teorik ve taktik ilkelerini; kendi teorik ve ilkesel temelleri ve taktik ilkeleri olarak yeniden ilan etmek; proletaryanın yaşantı ve eylemini ve saflarında yapılan çalışmayı dönüştürücü bir silah olarak yeniden temellendirmek ve bir eylem kılavuzu olarak yeniden inşa etmek zorundadır. Liberal sendikalizmin baskısı altında iktidarsızlaştırılmış proletarya ve revizyonist ve oportünist dejenerasyonla gözden düşürülmüş sosyalizmin içinde bulunduğu koşullar, bu görevi hayati bir görev olarak dayatmıştır. Acilleşmiş olan bu görevi, üstesinden gelmek üzere önüne almayan; teorik platformunu yukarıda vurgulanan içerik içinde yenilemeyen herhangi bir komünist partisinin, politik ve örgütsel çalışmasını dönüştüremeyeceği, proleter kitleye yardım edemeyeceği ve kitle hareketine güvenilir bir alternatif sunamayacağı kesindir.

 

Aralık 1995-Şubat 1996

 

 

Sosyalizmin zaferi uğruna mücadele; devrimin başlıca amaçları ve proletaryanın taktik tutumunun temel özellikleri

 

İnsan toplumunun tarihi, ilkel komün bir tarafa bırakılırsa, sınıflara bölünmeler, bu sınıflar arasında mücadeleler ve eski egemen sınıfları yıkan, yenilerini egemen konuma getiren devrimler tarihidir. Art arda gelen köleci, feodal ve son olarak da kapitalist kölelik sistemlerinin tarihinden oluşan uygarlık tarihi, zorunluluktan özgürlüğe gitme yolundaki insan ve insan toplumunun köleleşmesi ve aynı zamanda kölelikten kurtuluş mücadelesinin tarihi de olmuştur.

İnsan ve toplumun uzun dönemleri kucaklayan ilkellik çağındaki cüzi gelişme (bu kuşkusuz büyük bir dönüşümdür) bir yana bırakılırsa; dünya tarihindeki gerçek ilerleme, insan toplumunun uygarlığa geçişiyle başlamıştır. Fakat uygarlığa geçiş, insan ve insan toplumunun köleliğe geçişi de olmuştur. Öte yandan, uygarlığın kölelik biçimine bürünmesi bir rastlantı olmamıştır, insan ve toplumun, ileriye doğru evriminin; üretim araçlarının gelişmesi ve bu gelişmenin, emek verimliliğini, üreticinin yaşam gereksinimlerinin üzerinde bir artı ürüne yol açacak derecede geliştirmesi: bu ekonomik ilerleme ve gelişme; yani artı ürünün ve bu temel üzerinde özel mülkiyetin ortaya çıkması, toplumun sınıflara bölünmesinin temeli olmuştur. Toplumun, mülk (köle-üretim aracı) sahipleri ve köleler olarak bölünmesi, ekonomik ve toplumsal bir ilerleme olduğu gibi, sadece köleler sınıfının değil, insan ve toplumun köleleşmesi anlamına da gelmiştir.

Sınıflı topluma geçiş, insan ve toplumun evrimini ve ekonomik ve toplumsal yaşamı baştan aşağı değiştirmiştir. Zira karşıt sınıflar arasındaki çatışmalar, iktidar mücadeleleri ve devrimler, insan ve toplumun kendini ve yarattığı üretici güçleri tahrip esmesinin en üst biçimi olarak ortaya çıkarlarken; aynı zamanda, toplumun Üşmesi ve tarihin ilerlemesinin itici dinamiği ve motoru da olmuşlardır. Sınıfların ortaya çıkmasından bu yana; insan ve toplum, karşıt sınıflar arasındaki mücadeleler ve devrimci sınıfın amacına ulaşmak için yapmak zorunda kaldığı devrimler sayesinde ilerlemiştir.

Olan şudur: Sınıfların ortaya çıkması ve karşıt sınıflar arasındaki mücadele, sınıflı toplumun toplumsal politik örgütlenme biçimi ve egemen sınıfın ezilen sınıf üzerindeki egemenlik aygıtı olarak ortaya çıkmış olan devlet iktidarı mücadelesi biçimini almış; devlet iktidarı mücadelesi, devrimci sınıfı zorunlu olarak devrime götürmüştür. Karşıt sınıflar arasındaki sınıf mücadeleleri, egemen sınıf olma ve devlet olarak örgütlenme mücadelesi olarak şekillenmiştir.

İnsanın ve üretim araçları, üretim tekniği ve emek verimliliğinin ilerlemesi; yani, üretici güçlerin gelişmesi; bu üretici güçlerin, tarihin söz konusu evresindeki egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden üretim ilişkileri ile çatışmaya düşmesi; üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyumun bir dönem önce oluşturduğu üretim tarzının kriz ve çöküntüye yuvarlanması; kurulu toplumun bağrında, yeni sınıf mücadelelerinin patlak vermesi, yeni bir toplumsal altüst oluş ve yeni bir devrim çağının açılması. Sınıflı toplumlar tarihinin, insan ve toplumun, sınıf mücadeleleri ve devrimler yolundan ilerlediğini yadsınamaz olgularla kanıtlamış bulunduğu kesin bir şeydir.

Nitekim ilk sınıflı üretim tarzı (toplum) olan köleci (antik kölecilik) üretim tarzının yerini, feodal üretim tarzının (toprak köleliği) alması, onun yerine kapitalist üretim tarzının (ücretli kölelik) geçmesi; bir yandan üretici güçlerin, eskimiş üretim ilişkilerinin kabuğuna sığmaz derecede büyümesi; öte yandan, büyüyen üretici güçleri (altyapı) ve kurulu toplumun bağrında gelişen yeni üretim ilişkilerini temsil eden yeni mülklü sınıfların, ezilen sınıfları da arkasına alarak, eskimiş üretim ilişkileri üzerinden egemen durumda bulunan egemen sınıfa, onun egemenlik sistemine (devlet-üstyapı) karşı mücadeleye girişmesi ve devrim yolundan amacına ulaşması (toplumdaki temel çelişkiyi çözmesi) sonucunda gerçekleşmiştir. İnsan toplumunun, yarattığı üretici güçler ve üretici güçleri temsil eden üretici sınıfların, toplumun ayak bağı haline gelmiş üretim ilişkileri ve bu üretim ilişkilerinin ifadesi olan özel mülkiyet biçimi ile bu biçimdeki sömürü sayesinde egemen olmuş sınıflara karşı mücadelesi sayesinde ilerlediği kesin objektif bir gerçekliktir.

Toplumlar tarihinin bu akış ve ilerlemesinde, yıkılan her sınıflı toplum ve her kölelik biçiminin yerini, daha ileri olmakla birlikte, bir başka sınıflı toplumun ve yeni bir kölelik biçiminin aldığı bir olgudur. Bu, ekonomik ve toplumsal bir zorunluluk olarak meydana gelmiştir. Zira insan ve toplumun evrim ve ilerlemesi, şu ya da bu topluluk veya herhangi bir kişinin irade ve isteğinden bağımsız gerçekleşmiş; bu nedenle de, insan ve toplum, üretici güçlerin gelişme derecesiyle koşullanmış ve bu güçlerin büyüklüğüne uygun düşen toplumsal üretim tarzlarından (kölelik biçimi) geçerek ilerlemek zorunda kalmıştır.

Öte yandan, gelişmesinin belli bir aşamasında, bölünme ve insan-dışılığa düşen insan ve toplumun ilerlemesi; bir yandan, kendi köleliğini üretmesi (art arda gelen sınıflı toplumlar) olurken; öte yandan, zorunlu olarak, insan ve toplumun tam insanlaşma ve özgür topluma ulaşmanın (sınıfların kalkması) koşullarını da hazırlamıştır. Toplumsal üretici güçlerdeki büyümenin, uygarlık tarihi boyunca, köleliğin en kaba biçimi klasik kölelikten, toprak köleliğine oradan da en ince ve son biçimi olan ücret köleliğine geçmesine yol açması, insan ve toplumun kölelikten kurtuluş, tam insanlaşma ve bölünme ve yabancılaşmadan arınmış özgür topluma ulaşma yolunda ilerlemesinden başka bir şey olmamıştır. Üretici güçlerin kazandığı toplumsal karakterin, kapitalizmin egemenliğini zorunlu kılmasının, insan ve toplumun, kendi emek ürününe hükmetmenin eşiğine geldiğini ilan ettiği ve bunun başka bir şey ile açıklanamayacağı bir gerçekliktir.

Feodal toplumun bağrında gelişen kapitalizmin, feodalizmi yıkması ve belli başlı ülkelerde topluma hâkim olmasının ardından, sınıf mücadeleleri ve devrimler, önceki mücadele ve devrimlerden ayrılan özellikler kazanmış ve yeni tarihsel bir rol yüklenmişlerdir. Zira kapitalizm, bireysel üretim aracı ve bireysel üretimin yıkımı ve üretim aracı ve üretimin toplumsal karakter kazanması üzerinden egemen olmuş ve toplumun temel üretici devrimci sınıfını, özel mülkten arınmış mülksüz bir sınıf olarak üreten bir sistemdir. Öte yandan, ulusal devletler çağını (demokratik devrim) açarak egemen olan kapitalizm, dünya pazarını kurmakla, dayandığı sınıfların, bu sınıflar arasındaki mücadelelerin ve zorunlu olarak patlak veren devrimlerin, uluslararası karakter taşıyan sınıflar, mücadeleler ve devrimler olmalarını baştan ilan etmiştir. Bunlardan çıkan şudur ki; kapitalizmi yıkarak yükselecek devrim, a) özel mülkiyeti ve sınıfları kaldıran ve toplumsal mülkiyete dayanan sınıfsız bir toplum kuran; b) uluslararası ölçekte gelişen ve sadece sınıflara bölünmeyi değil, ulusal ve devletsel bölünmeleri de aşan ve toplumu ve bütün insanlık dünyasının birliğini öngören bir devrim olarak şekillenmiştir.

Tekelci ve emperyalist aşaması ise, kapitalizmin dünya egemenliği aşaması olarak kendini kabul ettirirken; sistemin genel bunalımının ağırlaştığı ve dünya sosyalist devrim sürecinin fiilen başladığı aşaması da olmuştur. Tekelci kapitalizm ve emperyalizm çağı, kapitalizmden komünizme geçiş çağı olarak karakterize olmuştur. Sistemin dayandığı temel sınıflar olan burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadele; dünyadaki öteki bütün mücadeleleri kendine bağlayan ve uluslararası ölçekte gelişen bu mücadele, toplumun kurtuluşu ve her türden bölünme ve köleliği geride bırakmış yeni bir toplum ve dünya kurma mücadelesinden başka bir şey değildir.

Kapitalist toplum ve emperyalist dünyanın bağrındaki mücadelenin, kapitalizmle komünizm arasındaki mücadele olduğunu, son yüz elli, özellikle de yüz yıldan bu yana ki mücadeleler olgusal olarak kanıtlamıştır. Yüzyılın ikinci yarısında yıkılmış olsa da, devrim ve sosyalizm mücadelesinin yürütücüsü ve komünizmin kurucusu proletarya, sosyalist bir uygarlık kurmayı başarmış ve toplumların ve dünyanın, başka bir yöne değil ileriye, komünizme ve sınıflara bölünmekten ve köleliğin bütün biçimlerinden kurtulduğu bir dünyaya doğru yaklaşmakta olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır. Alınmış yenilgi ve emperyalizmin “zaferi”, durumu değiştirmemiştir; zira üretimin kazandığı toplumsal karakterin, üretici güçlerin, özel mülkiyetin hiçbir biçiminin kabuğuna sığmayacağını açıkça ilan etmiş olduğu kesindir.

Burjuvazi ve gericilik, proletarya ve halkların aldığı yenilgiden yola çıkarak, sınıf mücadeleleri ve devrimler döneminin kapandığını ileri sürmektedir. Bu, proletarya ve halkları aldatmak ve mücadele ve devrim girişimlerini ertelemek üzere uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir; uzlaşmaz sınıflara dayanan bir toplum ve dünyada, sınıf mücadeleleri ve devrimler kaçınılamaz olgulardır ve dünyanın her yerinde her gün ortaya çıkan mücadeleler bunu kanıtlamaya yetmektedir. Sınıflar, sınıf mücadeleleri ve bir sınıfın yerine başka bir sınıfı geçiren devrimler döneminin son bulması; bunun ancak, proletaryanın, sınıf mücadelesi ve devrim yoluyla kapitalizmi yıkması ve amacına ulaşmasıyla gerçekleşebileceği kesin bir şeydir.

Neresinden bakılırsa bakılsın, içinde yaşanılan çağ, emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır ve bugün geri bir mevzide bulunsa bile geçilen süreç, dünya proleter devrimi sürecidir. Bu sürecin, bugün kim ne derse desin, ileriye doğru akmakta olduğu olgusal bir gerçekliktir. Anlaşılması gereken şudur ki; proleter devrimi de, her devrim gibi, yenilgiler, geri çekilişler ve zaferler ve atılımlar içinde gelişmektedir. Ve bu, sınıflar arasındaki mücadele ve devrimlerin gelişme yasasıdır; proletarya ve sosyalizmin aldığı yenilgiden, sınıf mücadeleleri ve devrimlerin “bittiği” sonucu çıkmayacağı açıktır.

Proletarya devrimi ve sosyalizmin uluslararası tarihi, son yüzyıl açısından ele alınırsa, başlıca iki dönemden oluşmuştur, denilebilir, a) I. Dünya Savaşı ve ardından gelen Ekim Devrimi ile açılan, sosyalizmin inşası ve halk devrimlerinin zaferiyle taçlanan ve yüzyılın ilk yarısının sonlarına kadar süren (sistemin genel bunalımının I. ve II. aşamaları) ilerleme, atılım ve iktidar dönemi; b) 1950’li yılların sonlarında alınan yenilgiyle başlayan, son kırk yılı kucaklayan ve sonuçları bugün de etkili olan (kapitalist restorasyon, revizyonist kapitalizmin çöküşü ve Batılı emperyalizmin zaferinin olgunlaşması) yenilgi, gerileme ve iktidarsızlıkla karakterize olmuş dönem. Proletarya hareketinin; proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinin ve dünya sosyalizminin son yüzyılı bu iki dönemden oluşmuştur.

Fakat olgu ve olaylar, bu geri çekiliş döneminin sonuna işaret eden yeni belirtiler ortaya çıktığını; burjuvazi ile proletarya, emperyalizm ile ezilen halklar ve emperyalist büyük güçler arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme yönünde değişiklikler yaşandığını; kapitalist tekeller ve büyük devletlerarasında, yeni bir egemenlik mücadelesi kendini kabul ettirirken; proletarya ve halk hareketi ve dünya devrim sürecinin, ileriye doğru yeni bir dönüş dönemine yol aldığını Vurgulamış ve ilan etmiş bulunmaktadır. Sınıf mücadeleleri ve devrimler döneminin, kendini kabul ettirmekte olduğu bugün açık bir gerçektir.

Proletarya hareketi, sosyalizm mücadelesi ve dünya devrimi sürecinin yeni bir döneme girmekte olduğu kesindir. Bu noktada, proletarya ve ileri proleter güçlerin üzerinde bulundukları platform ve tutmuş bulundukları mevziinin özelliklerinin, proletaryanın kendini bulması ve olanaklarını kullanması bakımından hayati önem taşıdığına kuşku yoktur. Proletarya, sarıldığı koşullarda büyük zaferlerini güvenceye aldığı, fakat uzun süredir unutmuş bulunduğu amaçlarını ve mücadelesinin taktik ilkelerini yeniden hatırlamak ve ileri güçleri, bunları taktik ilkeleri olarak yeniden ilan etmek zorundadır. Zira sosyalizme ve hareketine, küçük burjuvazinin egemen olduğu son kırk yıldan bu yana proletaryanın anlayışı aşındırılmış bulunmaktadır.

Proletaryanın amacı nedir; sermaye egemenliği ve emperyalizme karşı mücadelenin, proletaryaya dayattığı teorik, politik ve örgütsel platform hangi özelliklere sahip bir platformdur; geçerliliğini bütün tarihsel dönem boyunca koruyan teorik ve taktik ilkelerin, bu sorunun objektif olgulara dayanan yanıtlarında yattığı anlaşılabilir bir şeydir. Proletarya, ekonomik ve politik (amacını) programını, kapitalist toplum ve emperyalist sistemin temel karşıtlıklarına; taktik tutum ve ilkelerini, ekonomik ve toplumsal olguların temel tipik özelliklerine ve karşılıklı ilişkilerinin niteliğine dayandırmak zorundadır. Aksi takdirde, proletaryanın burjuvaziye karşı olanaklarını kullanabilmesi ve yolunu şaşırmadan ilerlemesi olanaksız bir şey olmaya mahkûmdur.

Eldeki bu metin, proletarya hareketi ve devrimin gelişmesinin taktik ilkelerinin bazı temel yönlerini, sınıfın amaçlarıyla bağlantı içinde ve gerekçeleriyle birlikte topluca ortaya koymaktadır. Fakat program ya da taktik bir plan olmadığı açıktır. Amacının, liberal ve anarşizan “sosyalizm” cephesinden gelen aşınma ve politik yozlaşma karşısında, ileri proleter güçlerin, politik mücadele yeteneklerini güçlendirme ve çalışmalarını devrimcileştirmeleri gereğine dikkat çekmek ve bunun temel zorunluluklarını vurgulamaktan başka bir şey olmadığı, her kuşaktan devrimci tarafından anlaşılmak zorundadır.

Her devrimde olduğu gibi, proleter devriminde de yenilgiler ve zaferler ve geri çekilmeler ve atılımlar kaçınılamazdır. Fakat bir zorunluluk vardır ki; bu yerine getirilmeden, devrimin herhangi bir zaferi ve sosyalizmin inşasının sonuna götürülmesi olanaksızdır: Proletarya devrimi ve sosyalizmin temel özelliklerinden birisi, kendini eleştirmesi ve kendini eleştiriyi, gelişmesinin dinamiği olarak ele alması ve zaferinin temel koşulu haline getirmesidir. Bu, proletarya ve proleter devriminin, tarihsel olarak önce gelmiş sınıflar ve devrimlerden ayrılması ve üstünlüğünün bir belirtisi; yanı sıra, kullandığı dönemlerde, proletaryanın elinde güçlü bir silah olmuştur.

Nitekim uluslararası proletarya, kendini eleştirdiği; Paris Komünü, 1905 Devrimi, 1914 Savaşı ve 1917 Şubat Devrimi gibi atılım ve yenilgilerden dersler çıkardığı; dolayısıyla, kazanımlarını koruduğu ve tecrübeye dönüştürdüğü için, Ekim Devrimi zaferle taçlanmıştır. Buna karşılık, uluslararası proletaryanın, 1950 ortalarında aldığı yenilginin gerisindeki nedenlerden birisi, dönemin komünist kuşağının kendini eleştirme, yenilgi ve zaferlerden öğrenme ve biriktirdiği bilgiyi, kapitalizme karşı bir silah olarak kullanma yeteneğinin gitgide kaybolmasında dile gelmiştir. Uluslararası proletaryanın, Avrupa’daki büyük bölükleri ve Doğu’daki öncü birliklerinin, saflarında güçlenen burjuva yozlaşması ve emperyalist eğilim karşısında aldanmalara sürüklenmeleri ve partilerini ve sosyalist iktidarlarını kaybetmelerinin nedenlerinden biri burada yatmaktadır.

Proletaryanın bugünkü bilinçli öğeleri ve Marksist-Leninist kişiler, tıpkı Türkiye devrimci komünist hareketi’nin ilke edindiği gibi, kendilerinin ve yaptıkları çalışmanın eleştirisini, sınıfa yaklaşmanın ve devrimci dönüşüm görevinin temeli haline getirmek zorundadırlar.

 

-A-

KAPİTALİZMDEN KOMÜNİZME GEÇİŞ: PROLETARYA VE SOSYALİZM

1)- Kapitalist toplum, insan toplumunun: bir yanda, ücretli emek sömürüsüyle edindiği sermayeye dayanmış ve egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazi; öte yanda, emek sömürüsü yoluyla mülksüz üreticiye dönüştürülmüş, emek pazarında ve toplumsal üretim içinde köleleştirilmiş proletarya olmak üzere birbirlerini dıştalayan iki karşıt sınıfın karşı karşıya konulması üzerine kurulmuş bir toplumdur.

Sermaye toplumunun temel çelişkisi, mülk edinmenin özel kapitalist niteliğiyle üretimin (aracının) toplumsal karakteri arasındadır. Sistemin tekelci aşamasının, son haddine kadar olgunlaştırdığı bu çelişki; sermaye ile emek arasındaki çelişkidir ve bu kendisini, burjuvazi ile proletarya arasındaki karşıtlıkta dışa vurmuştur. Mülk edinmenin özel kapitalist niteliği ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki bu çelişki; bir yandan ücret köleliği sisteminin ve toplumun burjuvazi proletarya olarak ikiye bölünmesinin temelini oluştururken; öte yandan, toplumsal ilerlemenin engeli ve toplumsal üretici güçlerin zincire vurulmasının nedenini de oluşturmuştur. Kapitalizmin son aşamasının ürünü kapitalist tekel, sermaye ile emek arasındaki karşıtlığın tam olgunlaşması mülkiyetin özel biçiminin, toplumsal ün güçlerin ve toplumun gelişmesinin önündeki engel ve ayak bağına dönüşmesinin ilan edilmesi anlamına da gelmiştir.

Emek ile sermaye (proletarya ile burjuvazi) arasındaki karşıtlığın kaldırılması, toplumun gelişme ve ilerleme yoluna girmesinin temel koşulu haline gelmiş; insan toplumunun özgürce gelişme, ilerleme ve birliğe ulaşmasıyla bu karşıtlığın kaldırılması tam özdeşleşmiştir. Emek ile sermaye (proletaryayla burjuvazi) arasındaki karşıtlığın kaldırılması; toplumun birlik ve ilerleme ve üretici güçlerin özgürce gelişme yoluna girmesinin koşulu nedir? Bu koşul kuşkusuz, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, yani kapitalizmin kaldırılması; toplumun, toplumsal mülkiyet biçimi üzerinde, özel mülkiyeti ve sınıfları dışlayarak yeniden kurulması zorunluluğunda dile gelmiştir.

Öte yandan, üretici güçlerdeki gelişme derecesi ile bağlantılı olan toplumsal bölünme biçimi, sermayenin sırtında bir yük haline geldiği insan toplumuna, kurulu düzeni yıkma ve sınıfları dıştalamış bir temel üzerinde yeniden kurma olanaklarını sunmuş bulunmaktadır. Kapitalizmin egemenliği, toplumun, toplumsal mülkiyet üzerinde yeniden kuruluşunun zorunluluk ve olanaklarını yaratırken; tekelci ve emperyalist aşaması, bu zorunluluk ve olanakları tam olgunlaştıran ve yeni kuruluşu güncel, önlenemez ve acil kılan aşaması da olmuştur.

Kapitalizm ve özel mülkiyet sistemi, tekelci aşamasındaki gelişme derecesiyle, yıkılışının koşullarını tam hazırlamış bir sisteme dönüşmüştür. Toplumsal üretici güçler, öylesine büyümüş ve büyük ölçekli üretim öylesine gelişmiştir ki; ekonomi ve toplum, herhangi bir özel mülk edinme biçiminin kabuğuna sığmaz duruma gelmiş; sermaye sisteminin bu tam olgunlaşması nedeniyle, tekelci aşaması, kapitalizmden komünizme geçiş aşaması olarak şekillenmiştir. Öyle ki; toplumu beslemesi gereken kapitalizm, toplum tarafından beslenen asalak bir sisteme; yıkılışının sadece ekonomik koşullarını değil, toplumsal zorunluluklarını hazırlayan bir kapitalizme dönüşmüştür. Kısaca vurgulanırsa; tekelci aşamasıyla birlikte kapitalizm, bizzat kendi yarattığı ekonomik koşullarla karşıtlık içine düşerken; mezar kazıcısı sınıfı da güçlendirmiş ve görevini yerine getirmesinin bütün olanaklarıyla donanmış bir sınıf olarak yeniden şekillendirmiştir.

 

KOMÜNİST TOPLUM VE PROLETARYA

a)- Komünist toplum, kapitalist özel mülkiyetle birlikte bütün özel mülkiyet biçimlerinin; burjuvaziyle birlikte proletaryanın, bütün sınıfların ve sınıf farklarının kaldırıldığı; sermayenin tasfiyesinin geride bırakıldığı, toplumsal üretim araçları ve bütün servetin toplumun mülkiyetinde olduğu, ileri derecede gelişmiş bir toplumdur. Bu toplumun kuruluşu ve zaferinin koşullarının, bizzat sermaye ve kapitalizm tarafından yaratılmış ve olgunlaştırılmış olduğu ise kesindir.

Modern komünizm (geniş anlamda sosyalizm), sermayenin üretime uygulanmasından; üretim araçları ve üretimin toplumsal karakter kazanmasından (emeğin toplumsallaşması) doğmuş; toplumsal bir sistem olarak gerçek sınıf temelini, sermayenin; özel mülkiyetle zincirlenmiş toplumsal üretimin “özel ürünü” proletaryada bulmuştur.

Proletarya, sermayenin; başka bir deyişle, üretimin ve üretim araçlarının toplumsal karakter kazanmasının ürünüdür; özel kapitalist mülkiyetin, başka bir özel mülkiyet biçimiyle değil, toplumsal mülkiyet biçimiyle değiştirilmesi sayesinde (yok olarak) kurtulan bir sınıftır. Sermayeye el konulması ve sahibi sınıfın tasfiyesi; mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi; burjuvaziyle birlikte proletaryanın ve bütün sınıfların kaldırılması: Komünist toplum, bu dönüşümler üzerinden kurulan bir toplumdur; kurtuluşunu, kendini üreten koşulların kaldırılmasında bulan proletaryanın geleceği ile, toplumun komünist yeniden örgütlenmesi birbiriyle özdeşleşmiştir.

Kısaca vurgulanırsa; komünizm, sınıf temelini proletaryada; proletarya kendini, kendi yok oluşundan çıkan komünist toplumda bulmuştur. Kapitalizm, bireysel üretim aracından kopardığı, mülksüz üreticiler ve ücretli köleler sınıfı olarak ürettiği proletaryayla, özel mülkiyetin, sınıfların ve sınıf farklarının yadsınması olan komünizmi birbirlerine kopmazcasına bağlamış ve özdeşleştirmiş bir sistemdir.

 

PROLETARYANIN NİHAİ KURTULUŞU VE KOMÜNİST TOPLUM

b)- Ücretli emek sömürüsünün ve bütün sömürü biçimlerinin tasfiyesi; sömürüyü ve ücretli köleler sınıfı olarak proletaryayı üreten koşulların, sistemin kendisinin tasfiyesi yoluyla kaldırılması: Proletaryanın gerçek ve nihai kurtuluşu, tam ve eksiksiz ifadesini, kapitalizmin ve kalıntılarının tasfiye edildiği, sınıfların ve sınıf farklarının kaldırıldığı ve “herkesten yeteneği herkese ihtiyacı oranında” ilkesinin egemen olduğu komünist toplumda bulmuştur.

Proletarya için, kapitalizmin ve özel mülkiyetin kaldırılmasından başka kurtuluş olanağı yoktur. Örneğin, kapitalizmin refah dönemlerinde de olsa; toplumsal servet ve zenginliğin üreticisi temel sınıf olduğu halde proletarya, artan sömürü, mülksüzleşme, yoksullaşma ve aşağılanmaya mahkûm; mülksüzlüğü ve sefaleti sürekli yeniden üretilen bir sınıf olarak kalmaktadır. Kapitalizmin devrildiği koşullarda ise, onun yerini alacak toplum, zorunlu olarak sınıfları ve özel mülkiyeti dıştalayan bir toplumdur: Komünist toplum. Zira üretici güçlerin toplumsal özellikleri; yani üretimin ve üretim aracının kazandığı toplumsal karakter, herhangi bir özel mülkiyet sistemine olanak tanımadığı gibi; proletaryanın kurtuluşuyla, insan soyunun ve toplumun kurtuluşunu birbirlerine kopmazcasına bağlamış bulunmaktadır.

Özeti şudur ki; toplumsal ve tarihsel evrime sermayenin egemen olduğu dönemin, insan toplumunu tarihsel olarak karşı karşıya getirdiği olanak ve zorunluluk, sınıflara bölünme ve köleliğin bütün biçimlerine son verme olanağı ve zorunluluğu olmuştur. Bu olanak ve zorunluluğun kendisi komünist toplum; olanağı kullanan ve zorunluluğu yerine getiren ise sermayenin “temel ürünü” proletaryadır. Komünist toplum, proletarya ile birlikte insanlığın kurtulduğu toplum; komünizmi kurmuş ve kurtulmuş proletarya ise, insanın ve toplumun kurtarıcısı sınıftır. Kurtuluşunu koşul haline getiren amacı, proletaryanın mücadelesini; kapitalizmin yıkılışı, kalıntılarının tasfiyesi; insan toplumunun kurtuluşu ve özgür birliği olan komünist toplumun nihai kuruluşu uğruna mücadele olarak şekillendirmiştir.

 

BİR GEÇİŞ TOPLUMU OLARAK SOSYALİST TOPLUM VE PROLETARYA

c)- Ne var ki, üretici güçlerin kapitalizmden devralınmış geriliği, kökleri sermayeye dayanan sınıf kalıntıları, emperyalizmin yarattığı uluslararası koşullar ve bir dizi başka faktör, kapitalist toplumdan komünist topluma bir çırpıda geçişe olanak tanımamaktadır. Emek sömürüsünün, özel mülkiyetin ve sınıfların kaldırıldığı; buna karşılık, sınıf farklarının bulunduğu ve “herkesten yeteneği herkese emeği oranında” ölçüsünün geçerli olduğu sosyalist toplum, ekonomik ve toplumsal bir geçiş toplumu olarak tarihsel bir zorunluluk olmuştur.

Öte yandan, tam olgunlaşmış ve son aşamasına ulaşmış kapitalizm, sosyalist toplumu, güncel bir alternatif haline getirmekle kalmamış, inşasının zaferi için bütün maddi koşulları hazırlamış bulunmaktadır. Dolayısıyla, ekonomik, toplumsal ve politik nedenlerle; proletaryanın ilk durağı, egemen sınıf olarak örgütleneceği; bu egemenliği sayesinde, tedricen komünizme dönüştüreceği sosyalist toplumdur. Devrilmiş burjuvazinin girişimlerini bastırmak; toplumsal üretici güçlerin kapitalizmden devralınmış geriliğini yenmek; kafa emeği ile kol emeği ve kent ile kır arasındaki farkları kaldırmak ve “herkesten yeteneği herkese ihtiyacı kadar” ilkesine ulaşmak için; sömürü ve baskıdan kurtulmuş proletaryanın, egemen sınıf olarak bütün tarihsel dönem boyunca örgütlendiği ve sömürücü olmayan üretici sınıfların proletarya çevresinde toplandığı sosyalist toplum. Bu toplumun, proletarya için bundan başka herhangi bir anlamı yoktur.

Proletaryanın, sosyalist toplum aşamasını atlaması ve doğrudan komünist topluma geçmesi olanaksızdır. Proletarya, bu olanaksızlığı anlamadığında; kapitalizmin tasfiyesi olanaksız olduğu gibi, sınıf farklarının aşılmış bulunduğu komünist toplum da olanaksızdır. Buna karşılık, sosyalist toplum, ayrı ve “mutlak kalacak” bir toplum değil; komünist toplumun, sınıfların ve sınıf kalıntılarının tasfiyesi sürecine denk düşen alt evresidir. Bundan şu çıkar ki; proletaryanın mücadelesi, kurtuluşunun ilk adımı ve geçiş aşaması anlamına gelen sosyalist toplum uğruna mücadele olarak gelişmek zorundadır.

Öte yandan proletarya, sosyalizmin tarihsel bir geçiş evresi olduğunu baştan bilmeye; hazırlığı ve çalışmasını daha baştan, sınıf farklarının da kalktığı ve özgür insanal ve toplumsal birliğin gerçekleştiği komünist toplum perspektifi ile yürütmeye zorunludur. Zira bu hazırlık ve perspektif, nihai kurtuluşa ve komünist toplumun kuruluşuna ulaşmak için bir zorunluluk olduğu gibi, sosyalizm mücadelesinin temeline oturması ve zaferi için de bir güvencedir. Proletaryanın nihai kurtuluşu, öteki bütün sınıflarla birlikte kendi yok oluşuna da yol açacak; kurtulduktan sonra dahi işbölümüne bağımlı kalan üreticiyi, özgür emekçiye; sınıf egemenliği toplumunu, özgür üreticiler toplumuna dönüştürecek komünist toplumda yatmaktadır.

 

PROLETARYA DEVRİMİ VE TOPLUMSAL VE SOSYALİST KARAKTERİ

2)- Kapitalist sistem, yıkılmasının; yerini sosyalist sisteme bırakması ve toplumun sosyalist bir topluma dönüşmesinin koşullarını hazırlamış ve olgunlaştırmış bir sistemdir. Kapitalizmin yıkılması, yerini sosyalizme bırakması ekonomik, toplumsal ve tarihsel bir zorunluluktur. Fakat sermayenin, toplumu ve tarih sahnesini, kendiliğinden ve kendi “evrimi” yoluyla terk etmesi de olanaksızdır. Kapitalizmin yıkılışı ve bu yıkılışın, sosyalizmin inşası ve zaferi ile tamamlanması için; proletaryanın, toplumu yöneten egemen sınıf olarak örgütlenmesi mutlak bir gereklilik ve zorunlu bir koşuldur.

Buna karşılık, proletaryanın, toplumun egemen sınıfı olarak örgütlenmesi, kapitalizm koşullarında ve burjuvazi ayakta durduğu sürece olanaksızdır. Bu sınıfın egemen sınıf haline gelmesi ve sosyalizmin zaferi için; koşullarını, sermayenin kaçınılamaz bir şekilde olgunlaştırdığı bir devrim kesin bir zorunluluktur; bir devrim olmadan, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve kapitalizmi yıkma ve tasfiye etmeye girişmesi olanaksızdır. Öte yandan, kapitalizm koşullarında bir devrim, zorunlu olarak proletarya devrimidir; zira modern kapitalist toplumda, sermayenin “özel ürünü” olan, sistemle uzlaşmaz karşıtlık içinde bulunan ve kapitalizm karşısında sonuna kadar devrimci kalma yeteneği taşıyan başka ezilen bir sınıf yoktur.

Şu, tarihsel bir gerçekliktir: Proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadeleler, kapitalist buhranların derinleşmesine; sermaye egemenliğinin işlevsiz kalması ve dağılmasına çoğu zaman ve birçok durumda yol açabilmektedir. Fakat kapitalizmin yıkılması ve tasfiye edilmesi için, bu mücadeleler yetmemektedir; burjuvaziyle proletarya arasındaki mücadele, proletaryayı egemen sınıf haline getirecek bir devrime genişlemediği takdirde; sermayenin buhranlardan kurtulması, politik ve ekonomik egemenliğini yenilemesi önlenemez bir olgudur.

Kapitalizm koşullarında devrim, kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin ifadesi hukuksal ve siyasal üstyapının tasfiye edilmesi; üretici güçlerin gelişmesine uygun düşen yeni üretim ilişkileri ve yeni politik ve hukuksal üstyapının örgütlenmesi hareketidir. Ve kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizmin zaferi sorunu, gerçekte, proletaryanın yapacağı bir devrim sorunundan başka bir şey değildir. Devrim olmadan, sosyalizme geçişin olanaksız olduğu açık bir şeydir.

Proletaryanın mücadele platformu, sosyalizme ulaşmadan kurtulamayacağı gerçeğini temel yapan; öte yandan, sosyalizme ve kurtuluşa ancak, kapitalizmi yıkacak ve sosyalizmi inşa edecek bir devrimle ulaşabileceğini anlayan ve öngören bir platform olmak zorundadır.

 

TOPLUMSAL BİR DEVRİM OLARAK SOSYALİST DEVRİM

a)- Proletarya devrimi, sosyalist karakterde bir devrimdir. Bunun anlamı şuradadır ki, bu devrim salt politik bir devrim değil, aynı zamanda toplumsal bir devrimdir. Onun sosyalist karakteri, gerçek ifadesini, toplumsal bir devrim olmasında bulmuştur. Tarihsel olarak önce gelmiş bütün devrimler, iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte, büyük ölçüde tamamlanan politik devrimler olarak kalmışlardır. Bu devrimler, temellerini oluşturan ekonomik ve toplumsal ilişkilerin ve onları yöneten sınıfların, toplumların ekonomik yaşantılarına, devrimlerden önceki süreçte egemen olmaları üzerinden gelişmişler; bu nedenle de, ekonomik egemenliği ele geçirmiş yeni egemen sınıfların, politik egemenliği ele geçirmeleriyle biten devrimler olmuşlardır. Oysa proleter devrimi, toplumsal bir devrimdir; dolayısıyla da, tam tersi bir yol izlemekte ve tam tersi özellikler göstermektedir.

İlkin: Proletaryanın kurtuluş koşulu; sosyalist üretim ilişkileri ve sosyalist ekonomi, kapitalist toplumun bağrında doğup gelişmemekte; tam aksine, proletarya egemen sınıf olarak örgütlendikten sonra; iktidardaki proletaryanın bilinçli eylemi sonucunda ve yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmekte ve inşa edilmektedir. Proletarya devrimi, kendinden önceki devrimlerden farklı olarak, ekonomik iktidarı, politik iktidarı ele geçirdikten sonra zapt eden bir devrimdir. İkincisi: Bir sömürücü sınıfı yıkan ve yerine başka bir sömürücü sınıfı geçiren önceki devrimlerin aksine; toplumun mülksüz alt sınıfını egemen sınıf haline getiren proletarya devrimi, sömürücü sınıfları tasfiye eden, bütün sınıfları ve sınıf farklarını kaldırma mücadelesine dönüşerek derinleşen ve genişleyen bir devrimdir. Bu iki ayırt edici özelliğinin anlamı şuradadır ki; proleter devrimi, ekonomik ve toplumsal görevlerini, iktidarı ele almasından sonra; kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizmin kesin zaferi sürecinde yerine getiren bir devrimdir.

Bu iki yönlü görevi ve iki yönlü özelliği ile proleter devrimi, iktidarın ele geçirilmesiyle biten değil, adeta yeni başlayan; gittikçe derinleşen, genişleyen ve görevlerini tamamlayıncaya, dolayısıyla devrim büsbütün ihtiyaç olmaktan çıkıncaya kadar süren bir devrimdir. Proleter devrimi, söz konusu özellikleri ve zorunlu görevleri nedeniyle; devrimi toplumsal bir ihtiyaç olmaktan çıkaran ve devrim toplumsal bir ihtiyaç olmaktan çıktıktan sonra aşılan (toplumsal birlik ve özgürlük) bir devrim olarak şekillenmiştir.

 

ÖTEKİ EMEKÇİ SINIFLAR VE PROLETER SOSYALİST DEVRİM

b)- Proletarya devrimi, sadece proletaryayı değil, bütün ezilenleri, bütün toplunu ve bütün insanlığı kurtaran; insan toplumunun yaşantısındaki sömürü ve kölelik dönemine son veren bir devrimdir. Proletaryanın, toplum ve tarih karşısındaki konumu, sadece kendisini değil, öteki ezilenleri ve bütün toplumu kurtaracak bir konumdur; proleter devrimi, toplumsal niteliğini, onun bu konumundan da almıştır.

Tarihsel olarak önce gelmiş devrimler, bu devrimlere katılan emekçi sınıfları, hep yeniden köleleştirmiş devrimler olmuşlardır. Oysa proletarya devrimi, gerek eski topumdan kalmış; gerekse kapitalizm koşullarında doğmuş emekçi sınıflar üzerindeki sömürü ve baskıyı gerçekten kaldıran ve onları nihai olarak kurtaran bir devrimdir. Sınıflar arasında, aldatma ve aldanma ilişkisi bulunmayan ilk ve tek devrim proletarya devrimidir; “devrimin ezilen ve sömürülen sınıfların omuzlarında yükseldiği” ve “örgütlenmiş emekçi kitlelerin eseri” olduğu gerçeği, objektif temelini ve içtenlikli ifadesini, yanılsamasız ve eksiksiz olarak proleter devriminde bulmuştur.

Gerçek bir halk devrimi anlayışı; halk sınıf ve tabakalarının uyanışları, kendi talepleriyle harekete geçmeleri ve örgütlenmelerine yardım ve gönüllülüğe ve iknaya dayanan önderlik ve hegemonya ilişkisi ve içtenlikli halk ve proletarya demokrasisi: Ayrı bir sınıf oluşturan proletaryanın, ezilen ve sömürülen sınıflar ve aynı şekilde ezilen halklar karşısındaki tutumu ve kurduğu ilişkinin içeriği budur. Proletarya, öteki ezilenler ve bütün toplum kurtulmadan, kendi kurtuluşunun olanaksız olduğunu anlamak zorunda olan bir sınıftır.

 

SOSYALİST DEVRİM VE DEVRİMİN SÜRDÜRÜLMESİ

c)- Devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. Öte yandan, proleter devrimindeki iktidar sorunu, salt politik iktidarı ele geçirme sorunu değil, ekonomik iktidarı ele geçirecek ve iktidara ihtiyacın kalmayacağı koşulları hazırlayacak yeteneğe sahip olma sorunudur. İnşa (sosyalist ekonomi ve sosyalist toplumu) görevleri, proletaryanın öteki ezilenler karşısındaki sorumlulukları ve kendine özgü diğer özellikleri, proleter sosyalist devrimi, politik olduğu kadar, toplumsal bir devrim haline de getirmiştir. Proletarya devriminin, toplumsal bir devrim olarak gelişmesinin başlıca zorunlulukları nelerdir?

İktidarı ele geçiren ve devlet olarak örgütlenen devrim: İlkin, sosyalist inşa görevlerini önüne alarak genişlemek ve derinleşmek; ikincisi, öteki ezilen ve sömürülenlerin sosyalizm yoluna gönüllüce girmelerinin amaca ulaşmanın temel koşulu olduğunu anlayan bir çizgi izleyerek gelişmek; üçüncüsü, bir ihtiyaç olmaktan çıkıncaya (sınıf farkları kalkıncaya, toplumca aşılıncaya) kadar sürmek zorundadır.

Proletarya, söz konusu bu zorunluluklar nedeniyle; sadece, devlet olarak örgütlenmesinden sonraki dönemde değil, devrimden önceki bütün dönem boyunca da şu görevlere özel önem vermek zorundadır.

a) Egemen sınıf olarak örgütlenmeyi başarmakla, devrimin bitmediğini; aksine, yeni başladığını ortaya koyan bilgiyi baştan edinmek; eğitimini, emekçi kitleler arasındaki çalışmasını bu bilginin yol göstericiliği altında yürütmek; hazırlığını, devrim ve sosyalizmin nihai toplumsal sonuçlarına ulaştırılması hedefine göre yapmak.

b) Devrim ve sosyalizm mücadelesinin her aşaması ve dönemecinde; ezilen ve sömürülen sınıfların çevresinde toplanacağı ve onlarla ittifakının sürekli yenileneceği platformlar açmak; daha da önemlisi, bu sınıfları çevresinde toplamadan, amacına ulaşmasının olanaksız olduğunu anlayan bir çizgi ve tutumu sıkıca benimsemek.

Proletarya, sömürü ve kölelikten kurtulabilmek; kendisiyle birlikte öteki sömürülen ve ezilenleri kurtarabilmek için; burada işaret edilen iki göreve özel önem vermeye, yapacağı devrimin, sosyalizmin kesin zaferine kadar sürmesi gerektiğini bilen bir çizgi izlemeye ve öteki sömürülenler karşısındaki görevine sıkı sarılmaya mahkûmdur.

 

SOSYALİZM UĞRUNA MÜCADELE VE DEVRİM VE DEVLET İKTİDARI

3)- Proletarya, kapitalizmden komünizme geçiş sorununun, devrim sorunu; devrimin temel sorununun, devlet iktidarı sorunu olduğunu kabul ve ilan eden bir platform üzerinde mücadele etmek zorundadır. Zira devrim yapmadan ve devlet iktidarını ele geçirmeden, sosyalizme geçiş ve proletaryanın durumunun değişmesi olanaksızdır. Proletarya devrimi ve sosyalizmin zaferi sorununun, proletaryanın egemen sınıf yani devlet olarak örgütlenmesi sorunu olduğu açıktır.

Önceki devrimlerde olduğu gibi, proletarya devriminin temel sorunu da devlet iktidarı sorunudur. Öte yandan, proletarya devrimindeki devlet iktidarı sorunu, burjuva devlet aygıtının ele geçirilmesi sorunu değil, bu aygıtın parçalanması ve yerine proleter devlet aygıtının konulması sorunudur. Çünkü proletarya ancak, kendi örgütünü kurduğu ve kendisini gerçekten iktidar yapacak aygıtlara sahip olduğu takdirde bir güç olabilir. Aksi takdirde, burjuvaziden devraldığı bürokratik aygıta dayanarak yapabileceği hiçbir şey yoktur.

Nitekim tarihteki proleter devrimleri, burjuva devlet aygıtının parçalanması zorunluluğunu pratik olarak kanıtlarken; proletaryanın devlet olarak örgütlenmesinin, önce gelmiş devletlerden farklı ve kendine özgü özelliklerini ve biçimlerini yaratmış devrimler de olmuşlardır. Paris Komünü ve Ekim Proleter Devrimi’yle kurulan proletarya diktatörlükleri; proletarya hegemonyası altında şekillenmiş ve bağımlı ülkelere özgü bir geçiş biçimi olarak orta çıkmış olan halk demokrasisi devletleri: Her birisi, kendine özgü özelliklere sahip olmasına karşın; ortak karakterleri, bürokratik aygıtın dağıtılması ve proletaryanın egemen, öncü ve yönetici sınıf olarak örgütlenmesi olan devlet egemenliği biçimleri bunlardır; bunlar kuşkusuz, proletarya diktatörlükleri ve özgül geçiş biçimleri olan proleter (halk) devletlerdir. Modern tarihin kanıtladığı şudur ki; burjuva devlet aygıtı kırılıp dağıtılmadan ve proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi olan proletarya diktatörlüğü kurulmadan, devrimden; proletarya iktidarı ve sosyalizmin inşasının zaferinden söz edilmesi olanaksızdır.

Proletaryanın mücadelesi, burjuva devleti yıkma; egemen sınıf olarak örgütlenme ve örgütlenmesini, bütün sosyalizm tarihsel dönemi boyunca sürdürme mücadelesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, devlet iktidarı sorunu, proletarya açısından, hem kapitalizm ve burjuvazinin egemenliğine karşı mücadele, hem de devrimin zaferi ve sosyalizmin inşası dönemi boyunca en temel sorundur. Ve kendisini, proletaryanın önüne, diktatörlük sorunu olarak koymuştur.

Tarihte egemen olmuş ve devlet olarak örgütlenmiş bütün sınıflar, devletlerinin sınıf karakterlerini gizlemişler; ilahi ya da ulusal yasalarla kurulmuş dokunulmaz kamusal organ olarak ilan etmişlerdir. Oysa bu devletler, sömüren egemen sınıfın, sömürülen sınıflar üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey olmamışlardır. Proletaryanın devleti de, bir sınıf devletidir; yıkılmış burjuvazi ve kalıntıları üzerinde örgütlenmiş bir diktatörlükten başka bir şey değildir. Proletarya, kendini iktidarsızlaştırma ve düzen içinde tutmayı öngören “genel demokrasi” ve “her sınıf için demokrasi” gibi devlet tanımlarını dıştalamak zorunda olduğu gibi; devletinin, burjuvan ve gericiliğe karşı örgütlenmiş bir diktatörlük olduğunu da unutmamak zorundadır. O, proleter devriminin temel özünün, bütün devrim dönemi boyunca, proletarya diktatörlüğü olarak kaldığını öğrenmeye, hazırlığı buna göre yapmaya ve örgütü buna göre kurmaya mahkûm bir sınıftır.

Proletarya diktatörlüğü: a) Burjuvazinin gerçekten devrilmesi ve burjuva bürokratik devlet aygıtının dağıtılması; b) proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi, kapitalizmin yıkılması, kalıntılarının tasfiyesi ve sosyalizmin inşasının zaferi için zorunlu bir koşuldur. Devrimin temel sorunu, devlet iktidarı; iktidar sorunu ise, devlet olarak örgütlenme; bu örgütlenmeyi koşullara göre yenileme, ihtiyaç var olduğu sürece sürdürmeyi başarma sorunundan başka bir şey değildir.

 

DEVLET İKTİDARI MÜCADELESİ VE TEMEL ARACI PARTİ

a)- Devlet, toplumun sınıflara bölünmesinden doğmuş ve egemen sınıfın ezilen sınıf üzerindeki egemenlik aygıtı olarak örgütlenmiştir. Burjuva devlet de, önceki bütün devletler gibi bir egemenlik aygıtı ve burjuvazinin, halk üzerinde örgütlenmiş zoru ve bastırma aracıdır. Proletarya, burjuvazinin örgütlü iktidar aygıtı ve silahlanmış egemenlik aracı olan burjuva devleti, kendi sınıf zoru ve devrim yoluyla parçalamak; görevi, devrilmiş burjuvaziyi bastırmak ve sosyalizmi inşa etmek olan proletarya diktatörlüğü olarak örgütlenmek zorundadır. Proletaryanın önünde, ayaklanmaya dayanan devrimden başka bir yol; elinde, sınıf diktatörlüğünden başka geçerli bir araç yoktur.

Devlet olarak örgütlenme mücadelesinin, ilk temel görevi; proletaryanın, burjuva gerici devleti yıkma ve proletarya diktatörlüğünü kurma yeteneğinde bir parti oluşturması görevidir. Mücadele ettiği koşullar ve devrimci amaçları; partinin, proletaryanın öncü kitlesini örgütlerinde birleştirmiş; ana kitlesi üzerinde otoritesini kabul ettirmiş ve öteki emekçi sınıfları etki alanına çekmiş sosyalist bir sınıf örgütü olmasını zorunlu kılmıştır. Proleter sosyalist teoriyi kılavuz edinmiş; devrimi ve devlet iktidarı sorununu güncel ve pratik bir sorun olarak ele almış; her türden saldırıya karşı dayanıklı ve değişen koşullarda yolunu şaşırmayacak derecede esnek işçi örgütleri toplamı: Proleter partinin, bu nitelikte bir parti olması zorunludur.

Proletarya, burjuvazinin egemenliğine karşı harekete geçme; başta kendi kitlesi olmak üzere halkın mücadelesini örgütleme; devlet iktidarını ele geçirme ve proletarya diktatörlüğünü kurma cesaret ve yeteneğine sahip bir parti olarak örgütlenmeden, devlet iktidarından ve sömürüyü kaldıran bir devrimden söz edilmesi olanaksızdır.

Proletarya, bağımsız devrimci bir parti olarak örgütlenmek; proletarya partisi, devrim sorununu, devlet iktidarı sorunu; devlet iktidarı sorununu ise, burjuva devletin yıkılması ve proletaryanın devlet olarak örgütlenmesi sorunu olarak ele almak zorundadır. Aksi takdirde, devrim yapma ve sosyalizmi inşa etme bir yana; onun, öteki sınıflardan ayrılması ve ayrı bir sınıf oluşturması dahi olanaksızdır. Devrim ve sosyalizm sorununun; proletarya ve halkın devrimci ayaklanmasına dayanma ve proletarya diktatörlüğü olarak örgütlenme sorunundan başka bir şey olmadığını görmeyen ve anlamayan bir partinin, proletaryanın partisi olmasının olanaksız olduğu açıktır.

 

DEVRİMİN GÖREVLERİ VE PROLETER DEVLETİN GÜÇLENMESİ ZORUNLULUĞU

b)- Devlet iktidarının proletaryanın eline geçmesi, devrimin yeni bir aşamaya yükselmesi olduğu gibi, sınıflar arasındaki mücadelenin genişlemesi, derinleşmesi ve şiddetlenmesi anlamına da gelmektedir.

Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya, a) devrilmiş fakat direncini eskisine göre bin kat daha artırmış burjuvaziyi bastırmak; b) kapitalizmin yıkıntıları arasından sosyalist üretim ilişkilerini, sosyalist ekonomiyi, sosyalist toplumu, sosyalist kültürü ve sosyalist insanı inşa etmek; c) üretici güçlerin kapitalizmden devralınmış geriliğiyle ve sınıf kalıntıları ve bürokratik yozlaşma eğilimleriyle sürekli savaş yoluyla, toplumu ve halkı komünizme doğru adım adım ilerletmek; d) kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele etmekte olan kardeş proletarya ve halkları ve devletleri desteklemek; e) ülke içinde tehlike teşkil eden yozlaşma eğilimlerinden de destek bulacak emperyalist kuşatmaya karşı savaşmak zorundadır. Sınıf mücadelesinin genişlemesi ve şiddetlenmesi anlamına gelen bütün bu görevlerin üstesinden gelmek ve amaçlarına ulaşmak için; parti ve devlet olarak örgütlü proletarya, bütün sosyalizm tarihsel dönemi boyunca, kendisini ve halkı durmaksızın ilerletmek; partisini ve egemenliğinin ifadesi devletini, bürokratik yozlaşma, başlı başına amaç haline gelme gibi kötü eğilimlerden sürekli arındırarak yenilemek zorundadır. Zira devletinin, devrimci kalması ve proletaryanın, görevinin gereklerini yerine getirecek gücü bulmasının koşullarından birisi buradadır.

Proletarya devletlerinin, örgütlenme biçimi olarak, tümü de “Sovyet temeli”ne dayanmakla birlikte; ulusal farklara ve devrimin gelişme aşamalarına vb. bağlı olarak, değişik özellikler göstermeleri ve nispi biçim farklılıkları içinde ortaya çıkmaları kaçınılamazdır. Proletarya, bu durumu dikkate almak zorunda olduğu gibi; sosyalizmin uluslararası ölçekteki zaferi sürecinde, sınıflar ve sınıf güç ilişkilerindeki değişiklikler (sosyalizmin kuruluş dönemi ve inşasının zaferi sonrası dönem gibi) ve uluslararası devrimin gelişme seyrine bağlı olarak; proletarya devletinin, koşullardaki değişikliklere yaslanmış ve yönünü ileriye dönmüş bir evrim geçireceğini; demokratik merkeziyetçi devlet örgütlenmesinin, yani toplumun toplumsal politik örgütlenmesinin (ilerlemenin ortaya çıkardığı yeni olgu ve sorunlar ve emperyalizme karşı mücadelenin gerekleriyle vb. bağlantılı) işlevsel ve organsal değişiklikler göstereceğini de bilmek zorundadır. İktidardaki proletaryanın, gitgide genişleyen sınıf mücadelesi koşullarında, sosyalizmin inşasını sonuna kadar götürme yeteneği göstermesinin koşullarından bir diğeri de işte burada yatmaktadır.

Devlet iktidarı olarak örgütlenme sorunu, iktidardaki proletarya açısından, bünyesinde tehlikeler de barındıran, bu nedenle de hayati önemi önceki devrimlere göre bin kat daha artan bir sorundur. Proletarya, iktidarını koruma, sosyalizmi inşa etme ve sürdürmenin; iktidarı ele geçirme, kapitalizmi yıkma ve burjuvaziyi tasfiye etmekten daha zor ve çetin bir iş olduğunu unutmamak zorundadır.

 

PROLETER DEVLET VE TEMEL ÖZELLİKLERİ

c)- Proleter devlet, proletarya ve proleter devriminin, önceki devrimci sınıflar ve önceki devrimlerden ayrılması gibi, önce gelmiş bütün devletlerden ayrılmış bir devlettir. Bu devlet, tarihin gördüğü anlamda “devlet olmayan bir devlet”tir. Proleter devlet, proletarya iktidarının sona kadar devrimci kalan özünü vurgulamasının yanı sıra; amaçları, özellikleri ve örgüt biçimleriyle de yeni tipte bir devlettir.

Proletarya devleti, bir diktatörlük; aynı zamanda bir demokrasidir. Fakat bu devlet, hem devrilmiş burjuvazi karşısındaki diktatörlük; hem de halk nezdindeki demokrasi olarak, burjuva diktatörlük ve demokrasiden; temeli ve içeriği ile olduğu gibi, biçimiyle de farklıdır.

Burjuva diktatörlüğü (ve demokrasisi), proletarya ve halkın uyuşturulması, örgütsüzleştirilmesi ve silahsızlandırılması üzerine; silahlanmış, topluma yabancılaşmış bir bürokrasinin oturtulmasıdır. Oysa proletarya devleti, emekçi halkın bürokrasiyi dıştalamış girişkenliği, örgütlenmesi ve silahlanmasına dayanan; demokrasiyi, yönetenle yönetilen arasındaki farkı asgariye indirerek, emekçilerin yaşam ve örgütlenme biçimi haline getirirken; diktatörlüğü, örgütlü halkın gücü olarak gerçekleştiren toplumsal politik örgüt sistemidir. Proletarya diktatörlüğü, bütün toplumsal örgütleri kucaklayan; toplumun, gerçekten demokratik toplumsal politik örgütlenmesi ve toplumsal örgütler sistemi olarak şekillenen yeni tipte bir devlettir.

a) Proletarya devleti, sömürücü sınıflar için diktatörlük; emekçi sınıflar için demokrasidir. Bu devlet ve demokrasi, ekonomik eşitsizlik üzerine değil, eşitlik üzerine oturan bir devlet; temelini bu eşitlikte bulan bir demokrasidir. Proleter devlet ve demokrasinin özgün özelliği, sömürücü sınıflar ve kalıntıları üzerinde sistematik bir baskı olmasının yanı sıra; emekçilerin ve yönetilenlerin, devlet işlerini yönetmeyi sistematik olarak öğrenmeleri ve uygulamaları; bu yoldan yönetenler seviyesine çıkmalarının aracı olmasındadır. Bu devlet ve demokrasi, halka yabancılaşmış bürokrasiden arınmış; proleter ve emekçi sınıfların uyanışı, yaratıcı eylemi, girişkenliği ve örgütlenmesi ile yaşama geçen ilk devlet ve tek demokrasidir. Proleter devlet ve demokrasi, halk üzerinde baskı aracı olmayan, toplumu özgürlüğe götürme yeteneği taşıyan ve özgür toplum tarafından yutulan en gelişmiş biçimdeki ilk ve son devlet ve ilk gerçek demokrasidir.

b) Proletarya devleti, önceki devletlerin aksine, geleceğini mutlak kalmasında değil, kendi yok oluşunda bulan bir devlettir. Bu devlet, sınıflar ve sınıf farkları kaldırıldıktan ve devlet toplumsal bir ihtiyaç olmaktan çıktıktan sonra, kendini tarihe terk eden ve tarih sahnesinden çekilen bir devlettir. Proletarya devleti, tarihin görüp göreceği son; insan toplumunu devleti besleme yükünden kurtarma ve kendini gereksiz kılma gibi görevleri yücelten ve yerine getiren ilk devlettir. Çünkü onu karakterize eden şey, kendi yok oluşu uğruna mücadele eden proletaryanın, görevini tamamlamış devleti, toplumu götürdüğü özgürlük tarafından yutulmaya terk eden özelliğidir.

c) Daha önce kurulmuş bütün devletler, sömürülen ve ezilen sınıflarla olduğu gibi, benzer öteki devletlerle de karşıtlık içinde olan devletlerdir. Oysa proletaryanın kurduğu devlet, uluslararası karakterde bir devlettir; amacı uluslararası proletarya diktatörlüğü sisteminde kaynaşmak olan tek ülkedeki proletarya diktatörlüğü, proletaryanın uluslararası devletler sisteminin temel bir bileşenidir. Proletaryanın uluslararası egemenliğinin zaferi için mücadele etmek, tek bir uluslararası sistemde kaynaşmak ve tarihe gömülmeye, bu kaynaşma üzerinden hazırlanmak proleter devletlerin karakteridir.

Proletarya devletinin ayırt edici başlıca özellikleri bunlardır. Ve bu üç özelliği, proleter devleti, toplumun, sınıfları dıştalamış yeni toplumsal politik örgütlenmesi haline getirdiği gibi, kendinden önceki öteki bütün devletlerden de ayırmıştır. Proletarya, devlet olarak örgütlenmeye; burjuvaziyi ve kalıntılarını tasfiye etmek ve sosyalizmin inşası üzerinden özgür komünist topluma ulaşmak için ihtiyaç duyan, ihtiyaç olmaktan çıkmasının ardından tarihe terk eden bir sınıftır.

 

PROLETARYANIN BUGÜNKÜ MÜCADELESİ VE DEVLET İKTİDARI

d)- Bilinmek ve anlaşılmak zorundadır: Proletarya ve sosyalizmin, 1950’li yılların ortalarında aldığı yenilgiye yol açan nedenlerden birisi, devlet iktidarı ile diktatörlük ve diktatörlük olarak örgütlenme ile sosyalizmin zaferi arasındaki özdeşleşmenin kaybolmasıdır. Proletarya, “parlamenter yol”, “demokratik sosyalizm” ve “özgür halk devleti” gibi sloganların etkisinde kaldığı içindir ki, devletindeki iktidarını ve iktidar mücadelesini kaybetmekten kaçınamamıştır.

Proletaryanın, devlet iktidarını ele geçirme düşüncesinin bulanması ve proletarya diktatörlüğü olarak örgütlenme tutumundan gerilemesi, burjuvazi ve gericiliğin son elli yıldaki en önemli kazanımı olmuştur. Söz konusu yenilgi ve yenilginin, proletaryanın anlayış ve eyleminde yol açtığı iktidarsızlığın, uluslararası burjuvazi ve gericiliğe, yıkıcı ve aldatıcı saldırısını, son sınırına kadar genişletme ve iktidarının “mutlaklığı”nı ilan etme olanağı da verdiği bilinmektedir.

Fakat durumun böyle sürüp gitmeyeceği; girilen yeni dönemin, burjuvazi ve yandaşlarını, sosyalizmi ve sınıfı tanımaya zorlayacağı; bu zorlamanın, proletarya diktatörlüğü sorununu, burjuvazi ile proletarya arasındaki temel sorun haline yeniden getireceği kesindir. Proletarya harekete geçtiğinde; mücadelesinin genişleyeceği alanın, politik (devlet iktidarı) mücadele alanı; varacağı hattın, proletarya diktatörlüğü hattı olması kaçınılamaz bir olgudur. Sosyalizmi kurmak ve kurtulmak için; proletaryanın, devlet iktidarını ele geçirmek ve proletarya diktatörlüğü olarak örgütlenmekten başka çaresinin bulunmadığı, bütün tarih tarafından yadsınamazcasına kanıtlanmıştır.

Proletarya, geçmişte olduğu gibi gelecekte de, önüne dikilecek şu tehditlere karşı uyanık olmak zorundadır: a) Hareket geliştikçe ve sosyalizm eğilimi ilerledikçe; gerileme döneminde sönmeye terk edilmiş “parlamenter geçiş” ve “demokratik sosyalizm” gibi, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesini dıştalamış sloganların yeniden canlandırılması, b) Sermayenin bu aldatıcı manevrasının, gelişen kitle hareketi içinde örgütlenecek yeni bir tabakaya dayandırılması: mücadelenin elde edeceği yeni mevzilerin, fiiliyatta bu tabakanın kullanacağı mevzilerine dönüştürülmesi. Bunlar, tehdit olarak kalmamış; bugünden girişime dönüşmüş birer olgudur ve proletarya, devrim ve iktidar sorununda, saflarında patlak verecek ve mutlaka kazanmak zorunda olduğu mücadeleyi göze almak zorundadır.

Hareketin bir adım ileri gittiği koşullarda; burjuva “sosyalist” akımların, sermaye ve gericilikten büyük destek görmesi: bunun, proletarya açısından bir tehdit halini alması kaçınılamazdır. Devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir zorunluluğu şudur ki: proletarya, devlet olarak örgütlenmesine karşı barikat olarak kullanılan “parlamenter geçiş”, “genel demokrasi” ve “demokratik sosyalizm” gibi sloganları dıştalamada; mücadelesinin, “sosyalizm” adına istismar edilmesine hiçbir şekilde izin vermeyecek bir tutumu benimsemede ve elde ettiği mevzileri, devrim ve devlet iktidarı mücadelesinin dayanakları olarak kullanmada büyük bir kararlılık ve kesin bir uyanıklığa zorunludur. Çünkü sosyalizm mücadelesi, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi mücadelesinden başka bir şey değildir; bütün kuvvetleri elinde toplayacak ve toplumu yeni bir temel üzerinde yeniden örgütleyecek demokratik merkeziyetçi bir devlet olarak örgütlenmeden, proletaryanın iktidar olması ve sosyalizmi inşa etmesi olanaksızdır.

 

SOSYALİZMİN ULUSLARARASI KARAKTERİ VE DÜNYA DEVRİMİ

4)- Proleter sosyalist devrim, tarihi olarak önce gelmiş devrimlerden farklı olarak, uluslararası ölçekte bir devrimdi. Onun bu uluslararasılığı kuşkusuz bir rastlantı olmamıştır. Sermayenin yükselişi ve belli başlı gelişmiş ülkelerdeki egemenliği aşaması, iç pazarın fethedilmesi, ulusal sınırların aşılması ve uluslararası pazarın oluşması aşaması olmuştur. Tekelci ve emperyalist aşaması ise; yeryüzünü bütünüyle ele geçirdiği ve dünyanın bütününü, pazar ve etki alanı olarak yeniden fethettiği; tek tek ülkeleri, emperyalist bir zincirin halkaları olarak birbirine bağlayan bir dünya sistemine dönüştüğü aşaması anlamına gelmiştir. Kapitalizmin, daha yükseliş aşamasında; ulusal sınırları aşması, uluslararası bir pazar oluşturması (mal ihracı), ardından bu pazarı yeniden fethederek (sermaye ihracı) bütün yeryüzüne genişletmesi ve uluslararası bir sistem olarak egemen olmasının gerisinde yatan nedir? Bu neden kuşkusuz, sermayenin doğasındadır; o uluslararası karakterde bir olgu olarak doğmuş ve uluslararası bir toplumsal güç oluşturmuştur. Bunun anlamı şuradadır ki; gerçekte burjuvazi ve proletaryanın yeniden üretilmesi olan sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi; sermayenin ve burjuvazi ve proletaryanın, durmadan yenilenen bu yeniden üretimi, ulusal değil uluslararası ölçekte gerçekleşen bir üretimdir.

Kısaca vurgulanırsa; kapitalizm, önceki bütün sistemlerden farklı olarak, uluslararası bir toplumsal sistem; burjuvazi ve proletarya, önceki toplumların dayandığı sınıflardan farklı olarak uluslararası sınıflardır; proleter devrimi ve sosyalizmin, uluslararası bir devrim ve uluslararası bir sistem olarak şekillenmesinin temelini, sermaye ve ürünü olan sınıfların bu uluslararasılığı oluşturmuştur. Tarihin daha önceki dönemlerine göre değişen şu olmuştur: Kapitalizmin, eski feodal toplum karşısında, gelişmiş ülkelerde kazandığı ilk zaferin ardından; toplumların ve dünyanın bağrında meydana gelen mücadeleler, uluslararası ölçekteki devrim karşı devrim mücadelesinin unsurları olarak patlak vermişler; şu ya da bu ülkedeki bir devrim girişimi veya devrim, dünya sosyalist devriminin bir bileşenine dönüşmüştür.

Burjuvazi ile proletarya (kapitalizm ile komünizm) ve emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki mücadele, uluslararası ölçekte bir mücadele; öteki bütün mücadeleleri kendine bağlayan proleter sosyalist devrim, zaferi uluslararası ölçekteki mücadeleler içinde kazanan ve nihai amacına uluslararası zaferle ulaşan bir devrimdir. Çünkü kapitalizm ve tekelci aşaması; insan toplumunu, sınıfları kaldırmaya ve toplumsal birliğe hazırlamakla kalan değil; aynı zamanda, ulusu aşmaya ve uluslararası birliğe hazırlayan ve zorlayan bir sistemdir.

 

DÜNYA DEVRİMİ; DEVRİMİN GELİŞME ÇİZGİSİ VE KESİN ZAFER

a)- Proleter sosyalist devrim dünya ölçeğinde bir devrimdir. Bu devrimin, dünya devrimi olmasının anlamı şudur ki; kapitalizm ve emperyalizm, uluslararası ölçekte yıkılmadan ve sosyalizm uluslararası ölçekte zafere ulaşmadan, proleter devrimin kesin ve nihai zaferi olanaksızdır. Kapitalizm, proletarya devrimini; kesin zaferi uluslararası alanda kazanan bir devrim, sosyalizmi; uluslararası ölçekteki zaferle nihai amacına varan bir sistem olarak şekillendirmiştir.

Öte yandan, proleter devrimin dünya devrimi olması, kapitalizm ve emperyalizmin toptan çöküşü ve sosyalizmin toptan zaferi anlamına da gelmemektedir. Kapitalizmin tekelci ve emperyalist aşamasında ortaya çıkan olgular, dünya devriminin bir hamlede gerçekleşmesi ve zincirleme gelişmesi olanağını ortadan kaldırmış; gelişme koşullarını ve zafere ulaşma yolunu değiştirmiştir. Tek tek ülkelerin, tek bir emperyalist zincirin halkalarına dönüşmesi; kapitalizmin eşitsiz ve kesintili gelişmesinin gücünü artırması; bu değişikliklerin başlattığı genel bunalım ve yol açtığı emperyalist ülkeler arasındaki çıkar mücadelesi gibi olgular, emperyalist zincirin zayıf halkasından yarılması ve tek ülkede devrim ve sosyalizmin zaferi olanağının doğması anlamına gelmiştir. Emperyalist zincirde zayıf halkalar oluşması; sistemin, bu zayıf halkalardan yarılması ve tek ülkede sosyalizmin inşası olanağından yararlanılması yolu: Tekel ve emperyalizm olgusuyla birlikte, dünya devrimine açılan yol işte budur.

Emperyalist zincirin zayıf halkasından yarılması ve tek ülkede sosyalizmin inşası olanağından yararlanılmadan, devrim ve sosyalizmin ve dünya devriminin zaferi olanaksızdır. Buna karşılık, tek ülkede devrim ve sosyalizmin inşasının başarılması, kesin ve nihai zaferin kazanılması anlamına gelmemektedir. Devrim ve sosyalizmin, herhangi bir ülkede amacına ulaşması, yani geri dönüş tehlikesinin geride bırakılması ve kesin zaferin elde edilmesi, kapitalizmin uluslararası ölçekte yıkılışını zorunlu kılan bir olgu olarak kalmıştır. Çünkü proletarya devrimi, amaçlarına kapitalizmin uluslararası ölçekteki yıkılışıyla ulaşan; tamamlanmasını, proletaryanın uluslararası ölçekteki egemenliğinde bulan bir devrim olarak şekillenmiştir.

 

TEK ÜLKEDE DEVRİM VE ULUSLARARASI DEVRİM

b)- Proletarya devriminin, dünya devrimi; sosyalist sistemin, uluslararası sistem olması; dünya devriminin, tek ülkede devrim ve sosyalizm olanağından yararlanarak gelişmesi gibi olgular, bütün ülkeler proletaryalarını, önceki devrimlerde görülmeyen özgün bir tutum ve çizgiye mahkûm etmiştir. Proletaryanın mahkûm olduğu bu tutum ve çizginin başlıca özellikleri şunlarda dile gelmiştir:

a) Devrim ve sosyalizme ve proletarya ve halklara karşı tek bir uluslararası kapitalist parti olarak hareket eden uluslararası burjuvazi ve gericilik karşısında; tek tek ülkeler proletaryaları, tek bir uluslararası proleter parti olarak hareket etmek ve koşullarını oluşturduklarında, uluslararası tek bir hareket ve tek bir parti olarak örgütlenmek zorundadır. Aksi takdirde, dünya devriminin ilerletilmesi olanaksız olduğu gibi, tek tek ülkelerdeki devrimlerin zaferi ve sosyalizmin inşası olanağından yararlanılması da olanaksızdır.

b) Soyut ve tek tek ülkelerdeki devrimlerden ayrı bir dünya devrimi ve tek tek ülkelerdeki devrim mücadelelerinden bağımsız, genel bir dünya devrimi mücadelesi yoktur; tek tek her ülke proletaryasının temel görevi, kendi ülkesindeki devrimi hazırlama ve örgütleme görevidir. Bunu anlamamak; dünya devriminin gelişme yolunu ve devrim yapma ve sosyalizmi inşa etme görevini anlamamak demektir.

c) Kendi ülkesinde devrim yapma ve sosyalizmi inşa etme görevini benimsemek, ülke sınırlarına kapanmak; dünyadan yalıtılmış “devrim” konumunda kalmak ve tek ülkede sosyalizmi “nihai amaç” haline getirmek demek de değildir. Hangi ülkede bulunursa bulunsun; proletarya, dünya devrimi zemininde bulunmak; tek ülke devriminin sorunlarını, dünya devrimi perspektifi ile ele almak; ülkesindeki devrimin, dünya devriminin bileşeni olduğunu bilmek ve devrim ve sosyalizm mücadelesini uluslararası bir temele oturtmak zorundadır.

Devrimin uluslararası karakteri ve dünya kapitalizminin proletaryaya dayattığı tutum ve çizgi, işte bu özellikleriyle karakterize olan bir çizgidir. Proletaryanın sınıf olarak uluslararasılığı ve proleter dünya devrimi objektif bir olgudur; fakat ne var ki, proleter enternasyonalizmi ve dünya devriminin zaferi; proletaryanın tek tek ülkelerdeki öncü bölüklerinin, ülkelerindeki devrimleri, dünya devrimi perspektif ve tutumuyla ele almaları, ilerletmeleri ve örgütlemeleri sayesinde bir gerçek olabilir. Proleter enternasyonalizmi ve dünya devrimi anlayışı, proletarya devrimi ve sosyalizmin en temel özelliğidir.

 

ULUSLARARASI ÖLÇEKTE MÜCADELE VE PROLETARYA VE HALKLAR CEPHESİ

c)- Proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadele uluslararası ölçekte bir mücadeledir; tek tek ülkelerdeki mücadeleler, öteki ülkelerdeki mücadele ve devrimlerin ve dünya devriminin dayanağı ve bileşenidir. Öte yandan, emperyalist zinciri yaran, sosyalizmi inşa etmeye girişen ve bu nedenle de kuşatma ve müdahale tehdit ve girişimlerine hedef olan herhangi bir ülke, uluslararası proletaryanın ve dünya devriminin üssüdür. Bunların yanı sıra; hem kapitalizm öncesi dönemlerden kalan ve hem de tekel ve emperyalizmle birlikte ortaya çıkan sorunlar; esas olarak, ezilen halklar ve proletarya dışındaki ezilen sınıflarla ilgili olan ve ulusal özgürlük ve demokrasi sorunları olarak özetlenebilecek olan bu sorunlar, uluslararası bir karakter kazanmışlar ve çözmekle proletarya devrimi ve sosyalizm mücadelesinin görevli olduğu sorunlar biçimine bürünmüşlerdir.

Dolayısıyla, proletaryanın değişik uluslardan bölükleri, hem kendi ülkelerindeki devrimlerin, hem de uluslararası devrimin ilerlemesinin temel koşulları anlamına gelen uluslararası görevlerle de yükümlüdür.

a) Tek tek ülkeler proletaryaları, öteki ülkeler proletaryalarını sınıf kardeşleri olarak görmek; mücadelelerini, kendi mücadeleleri olarak ele almak; her yönden desteklemek ve onlarla tam kaynaşma halinde hareket etmek zorundadır. Çünkü proletaryanın, uluslararası tek bir sınıf oluşturmasının yanı sıra; nerede vurulmuş olursa olsun, kapitalizme, burjuvaziye ve emperyalizme vurulan her darbe, bütün ülkeler proletaryalarına verilmiş bir destek anlamına gelmektedir.

b) Proletaryanın bütün kolları, devrim yapmış ülkeleri, emperyalizme ve restorasyon girişimlerine karşı savunmak zorundadır; çünkü bu ülkeler, sadece emperyalizme karşı mücadele eden ve öteki ülkelerdeki mücadeleleri destekleyen ülkeler değil; aynı zamanda, uluslararası proletaryanın kurtulmuş kaleleri ve gelecekteki dünya proletarya diktatörlüğünün öncülleridirler. Bir proletarya devleti, sadece ilgili ülke proletaryasının değil, öteki proletaryaların da devletidir.

c) Proletarya, ezilen halklar ve ezilen ve sömürülen sınıfların, tekelci kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelelerini desteklemek, geliştirmek ve onlara yardım etmek zorundadır. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi, devrim ve sosyalizmin yedeği haline gelmiş bir mücadele olduğu gibi; emperyalizme karşı mücadele, gerçekte kapitalizme karşı mücadeledir ve öteki ezilenlerin ve ezilen halkların desteğini almadan devrimin zaferi ve sosyalizmin inşası olanaksızdır.

Dünya devriminin, uluslararası alandaki görevlerinin başlıcaları bunlardır. Bu görevlere sıkı sıkıya bağlanmadan, tek tek ülkeler devrimlerinin ilerletilmesi olanaksız olduğu gibi; proletaryanın, uluslararası tek bir parti olarak hareket etmesi ve örgütlenmesi de, olanaksız ve aynı zamanda anlamsız bir şey olarak kalmaya mahkûmdur.

 

“YENİ DÜNYA DÜZENİ” VE DÜNYA SOSYALİST DEVRİMİ

d)- Uluslararası proletarya hareketi ve devrim mücadelesinin aldığı yenilginin, açıkça kendini kabul ettirmesinden sonraki dönemin karakteristik özelliklerinden birisi şudur: Sermaye ve sisteminin uluslararasılaşma derecesi, tekel ve emperyalizmin tarihinde hiç görülmemiş bir seviyeye ulaşmış; aralarındaki anlaşmazlıklar gitgide çoğalmasına karşın, uluslararası tek bir kapitalist parti olarak hareket eden burjuva gerici sınıfların, proletarya ve halklar karşısındaki gerici ortak blokları hiç olmadığı kadar güçlenmiştir. Proletarya ve halkların, sektörel, mesleki ve ulusal dar görüşlülük yönünde kışkırtılması; proleterler ve emekçilerin, günlük “çıkar” uğruna bireysel rekabet, parçalanma, yozlaşma ve boyun eğişe mahkûm edilmeleri; buna karşılık, başını birkaç büyük ülkenin çektiği burjuva ve gerici uluslararası ortak burjuva sınıfsal bloğun korunması ve güçlendirilmesi: Burjuvazi ve gericiliklerin genel çizgisinin ve özellikle son beş yıldan bu yana izledikleri ortak politikanın özü budur.

Bu olgunun kanıtladığı şudur ki; en “önemsiz”, en “yerel” ve en “ulusal” görünen çatışma ve mücadeleler dahi, uluslararası devrim ve karşı devrim cephelerini büyük bir önemle ilgilendirme durumundadır. Kendi ülkesinde devrim yapmakla, uluslararası ekonomik ve politik durumun, söz konusu bu “entegrasyon” olgusunun etkisinde olduğu koşullarda görevli olan herhangi bir ülke proletaryasının tutumu ne olmalıdır? Herhangi bir ülke proletaryasının, her şeyden önce anlamak zorunda olduğu şey şudur: Ülkesindeki devrimin gelişmesi, zafere ulaşması ve sosyalizmin inşasına genişlemesi; sadece kendi ülkesindeki burjuvazi ve gericiliğe karşı mücadele içinde değil, parçası olduğu uluslararası burjuvazi ve gericiliğe karşı mücadele içinde olanaklıdır. Ve bu nedenle de; her ülke proletaryasının, uluslararası tek bir sınıfın parçası olarak hareket etmesi; öteki ülke proletarya ve halklarıyla kaynaşma ve dayanışma içinde bulunması, her zamankinden çok daha büyük ve daha hayati bir önem kazanmış bulunmaktadır.

“Uluslararasılaşma” ve “entegrasyon” ve burjuvazi ve gericiliğin ortak bloğunun, bugünkü boyutlarından henüz uzakta bulunduğu dönemlerde meydana gelmiş olan devrimci zaferler ve yenilgiler, uluslararası proletarya ve değişik ülkelerdeki bölükleri açısından, hayati önemde tecrübe oluşturan olgular olarak orta yerde durmaktadırlar. Proletaryanın her ülkedeki bölüğü bilmelidir ki; Ekim proleter devrimi, tek ülkede sosyalizmin inşası ve II. Büyük Savaş’taki zafer; uluslararası karşıdevrimci bloğu parçalayarak ortaya çıkan bu atılımlar, tek tek ülke proletaryalarının; dünya devrimi anlayışı ve dayanışma tutumuyla hareket etmeleriyle ortaya çıkmış kazanımlardır. Ve gene anlaşılmalıdır ki; I. Büyük Savaş öncesinde ve 1950’li yılların ortalarında alınan yenilgiler, proletaryanın dünya devrimi anlayışının ve uluslararası dayanışmasının bozulmasının kaçınılamaz sonuçları olarak yaşanmış yenilgiler olmuşlardır. Bu kazanım ve yenilgilerin, burjuva kampın görülmemiş genişlikte bir blok oluşturduğu bugünkü koşullarda büyük tecrübe oluşturduğu açıktır.

Uluslararası proletarya ve her ülkedeki bölüğü; yenilgilerden kaçınmak ve zaferi kazanmak için, bu gerçeği ve şunları unutmamak zorundadır: Uluslararası sermaye cephesi, proletaryaya ve halklara; tek ülke devrimine ve dünya devrimine karşı örgütlenmiş bir birliktir. Burjuvazi ve gericiliğin, uluslararası bloğu parçalanmada: tek tek ülke devrimlerinin gelişmesi ve zaferi ve dünya devrimi olanaksızdır. Öte yandan, burjuva gerici kampın parçalanması olgusu; demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin genişlemesi, proletaryanın uluslararası birliğinin yeniden oluşması ve halklar arasındaki dayanışmanın kurulmasıyla bağlı bir olgudur. Buradan çıkan en önemli görevlerden birisi şudur ki; proletarya, dünya devrimi cephesini ve dünya halkların; ortak mücadelesini örgütlemek; uluslararası burjuva bloğun karşısına, kendi uluslararası birliğini ve dünya halklarının anti-emperyalist dayanışmasını koymak zorundadır. Proletarya ve halklar cephesinin parçalanmışlığı ile karakterize olan koşullar:: uluslararası sosyalist ve anti emperyalist görevleri, her zamankinden daha hayati görevler haline getirdiğinden asla kuşku duyulmayacağı açıktır.

 

PROLETARYA SAFLARINDAKİ YOZLAŞMA VE SOSYALİZM MÜCADELESİ

5)- Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesinin, başta gelişmiş ülkeler proletaryası olmak üzere, dünya proletaryasının saflarındaki yankısı, yaşantısı ve düşünüş biçimiyle proletaryadan ayrılan besleme, aristokratik, bürokratik ve küçük burjuva bir tabakanın doğması olmuştur. Gelişmiş ülkelerde büyük ölçüde, emperyalist sömürünün kırıntılarından verilen pay üzerinde oluşan bu tabaka; daha zayıf olmakla birlikte, proletarya örgütlerinin yönetim kademelerinin ayrıcalıklı kılınması ve bürokratikleştirilmesi yoluyla gitgide geri ülkelerde de yaratılmış ve uluslararası ölçekte örgütlendirilmiştir.

Proletaryadan çıkan bu küçük burjuva tabaka, gelişmiş kapitalist ülkelerde emperyalizm; geri ve bağımlı ülkelerde, emperyalizmle işbirliği eğilimlerinin proletarya içindeki toplumsal temeli olmuştur. Küçük burjuva bu tabaka da, tıpkı proletarya gibi, uluslararası bir karakter taşımaktadır ve uluslararası alanda örgütlenme tutumundadır. İşçi aristokrasisi, sendika (ve sosyalizm koşullarında yozlaşan devlet) bürokrasisi tabakası, burjuvazinin proletarya içindeki uzantısı olarak teşekkül etmiş ve yaşantısı ve ideolojisiyle proletaryadan ayrılmış küçük burjuva bir tabaka olarak doğmuştur.

Proletarya içindeki burjuvazi olarak da tanımlanabilir olan bu tabakanın çıkarları, proletaryanın çıkarlarıyla değil burjuvazinin ve uluslararası sermayenin çıkarlarıyla birleşmiştir; bu tabakayla proletarya arasındaki karşıtlık, gerçekte burjuvaziyle proletarya arasındaki karşıtlığın gösterdiği özellikler içinde şekillenmiştir. Liberal sendikalist ideolojinin egemenliği; proleter sosyalist ideolojinin revize edilmesi ve burjuva sosyalizmi halinde yozlaştırılması; sınıfın mücadele ve örgütünde (sendika, parti ve devlet vb.), oportünist sınıf işbirliği çizgi ve tutumunun ve küçük burjuva bir kastın hakimiyeti; uyanan ve mücadele eden proletaryanın, sisteme ve sermayeye “demokratik” ve “sosyalist” biçimde yeniden bağlanması: İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin, proletarya hareketinde oynadığı rol budur; bu rol kuşkusuz proletaryanın, devrim ve devlet iktidarı fikrinden uzak tutulması; öteki sınıflardan ayrı ve iktidarı ele geçirme, ele geçirmişse sürdürme yeteneğine sahip bir parti (iktidarı ele geçirmişse devlet) olarak örgütlenmesinin baltalanması ve sınıf girişkenliğinin aşındırılması gibi bir rol olarak şekillenmiştir.

Gerçek şudur ki; sermaye sisteminin aldatıcı etkisini kaybetmesi ve proletaryanın, tek başına cepheden saldırılarla durdurulmasının olanaksızlaşması, tekelci burjuvaziyi, sınıf içinde aldatıcı etkiye sahip besleme bir tabaka yaratmaya ve kendi partisinin uzantısı olarak örgütlemeye mahkûm etmiş; azami kâr ve emperyalizm, bu küçük burjuva “işçi” tabakasının beslenmesine olanak sunmuştur. Öte yandan; aristokratik ve bürokratik yozlaşma, sadece kapitalist sömürü altındaki proletarya saflarında ortaya çıkan bir olgu olarak değil, devrim yapmış ve sosyalizmi kurmuş proletarya saflarında da oluşan ve kendini bu koşullar altında da yenileyen bir olgu olarak doğmuştur.

İşçi aristokrasisi ve sendika ve devlet (örgüt) bürokrasisi, sermayenin çürümesi ve asalaklaşmasının proletarya saflarındaki dışavurumudur; emperyalizm yeryüzünde yaşadığı sürece de, kapitalist ülkelerde ve sosyalist ülkelerde; proletarya hareketi, sosyalizm ve sosyalist toplumun ve proleter parti ve proleter devletin bozulması ve yozlaşmasının; biçimde “sosyalist” kalsalar bile, kapitalizme ve uluslararası sermaye sistemine sürekli yeniden bağlanmasının toplumsal dayanağı olarak yeniden üretilen bir tabakadır. Küçük burjuva “işçi” tabakası, ister kapitalist isterse sosyalist hangi ülkede olursa olsun; uluslararası sermayenin uluslararası karakterdeki ürünü, ondan beslenen ve hizmetinde olan bir tabaka olarak meydana gelmiştir.

Sonuç olarak vurgulanırsa: proletarya, bağımsız parti olarak örgütlenmek ve iktidar mücadelesine girebilmek; bağımsız parti olarak örgütlenmiş ve iktidar mücadelesine girmişse, partisini ve mücadelesini ilerletebilmek: iktidarı ele geçirmiş ve egemen sınıf olarak örgütlenmişse, egemenliğini sürdürebilmek ve sosyalizmin inşasını sonuna kadar götürebilmek için; kendisini, hareketini, partisini ve devletini, bağrında oluşan küçük burjuva tabakadan sürekli ve sistematik bir mücadele ile ayırmak zorundadır. Çünkü emperyalizm, proletaryanın öteki sınıflardan ayrı bir sınıf olması sorununu, saflarında sürekli yeniden üreyen burjuva tabakadan, teorik ve pratik olarak ayrılma sorununa dönüştürmüş bir kapitalizmdir.

 

KAPİTALİZM KOŞULLARINDAKİ PROLETARYA VE SAFLARINDAKİ ÇÜRÜME

a)- Kapitalist sömürü altındaki proletarya saflarında meydana gelen küçük burjuva tabakanın hareket içinde üstlendiği görev, özet olarak vurgulanırsa yangın söndürücülükten başka bir görev değildir. Sendikalarda, açık kapitalist partilerde ve eğer varsa reformist “proleter” ve “halk” partilerinde örgütlenen ve gelişmiş ve nispeten gelişmiş bütün ülkelerde eski bir “işçi” asalaklar ordusu oluşturan bu küçük burjuva tabakanın ilk amacı, proletarya ve hareketinin, kendiliğindenlik ve ekonomik “mücadele” sınırında boğulmasıdır. Buna karşılık, sınıfın ve hareketinin ilerlemesi; kendisi için sınıf ve kendisi için hareket eğilimine girmesi, “işçi” uşaklar tabakasının, “sosyalist” sloganlar atmasına, “sosyalist” biçimli partiler örgütlemesine ve bu türden partilerde örgütlenmesine de yol açmlaktadır.

Bunların yanı sıra ve daha önemli olan şudur ki; sermayenin, sınıf içindeki faaliyetinin merkezi hedefi, başta bağımsız devrimci partisi ve sendikalar olmak üzere, proletaryanın düzenden koparak oluşturduğu devrimci örgütleri, “sosyalist” biçimlerle yozlaştırma; ele geçirme, bürokratikleştirme ve aldatıcı ve örgütsüzleştirici düzen örgütlerine dönüştürme hedefidir. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi süreci, aynı zamanda bu faaliyetin; bu faaliyetin temeli olan revizyonist ideolojinin ve ileri proleterler arasındaki taşıyıcısı oportünist “işçi” aristokrasi ve bürokrasisinin yeniden üretilmesi sürecidir. Bu süreç, kesintisiz bir süreçtir; çünkü burjuvazi, tutunabilmek için; proletaryanın ileri öğelerini, hareketin her yeni aşamasında yeniden satın almak; sınıfın gelişmesinin sürekli yenilediği sosyalizm ideolojisi ve devrimci örgütlenmenin önünü her dönemeçte yeniden kesmek zorundadır. Sermaye, belli koşullar altında, bu zorunluluğu karşılayacak olanakları çoğu zaman bulabilmektedir.

Nitekim İngiliz İşçi Partisi yönetici aygıtının, sömürge kârlarının kırıntılarıyla beslenen bir “işçi” aristokrasisine dönüşmesi ve partinin, reformist bir sermaye partisi olarak yozlaşması; sosyal demokrat partiler ve II. Enternasyonal’in, parlamentoculuk oyununun kuklası haline gelmesi ve sosyal şovenizme ve sosyal emperyalizme kayarak çürümesi; Avrupalı komünist partilerin, 1950’Ier ve ’60’larda “sosyal demokrasi” ve “sosyal devlet” aracılığıyla satın alınması ve “Euro komünist” ve emperyalist partiler halinde kokuşması; proletaryanın “sosyalist”çe aldatılması ve “gönüllü”ce yenilgilere sürüklenmesini vurgulayan bu olgular, sermayenin bu olanakları (yozlaşmaya karşı partilerdeki çürüme bir yana) bulabildiğinin bir kanıtlanmasıdır.

Olgular göstermektedir ki; emperyalizmin tarihi, burjuvaziyle proletarya arasında, proletarya saflarında patlak veren amansız bir mücadelenin de tarihi olmuş: proletarya, bu mücadelede ileri adımlar attıkça kazançlı çıkmış; aksi olduğunda ise acı ve yıkıcı yenilgilere uğramaktan kaçınamamıştır. Emperyalizm, proletaryaya “işçi” aristokrasisi ve sendika bürokrasisi tabakasına karşı mücadele etme; bu tabakayı ve yayıcısı olduğu ideolojiyi saflarından ayıklama görevini dayatmış; bu görevi, bağımsız bir sınıf olarak hareket etmesinin en temel görevi haline zorunlu olarak getirmiştir. Proletarya, kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesini, saflarındaki ve örgütlerindeki küçük burjuva tabakaya; her türden oportünizme, liberalizme ve revizyonizme karşı mücadeleyle kararlılıkla birleştirmek zorundadır.

 

SOSYALİST TOPLUM VE SOSYALİZMDEN GERİ DÖNÜŞ EĞİLİMİ

b)- Sosyalizmi inşa etmiş ülkelerde, kapitalist restorasyon girişimi, gücünü başlıca iki kaynaktan almaktadır. Dışarıda, emperyalizm; içeride, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrılık biçimindeki sınıf farkları. Emperyalist istilayla yıkılması girişimleri dışta tutulsa dahi; sosyalist ülkelerdeki kapitalist restorasyon girişimlerinin, dışarıdaki ve içerideki kaynakları bunlardır. Sosyalist toplumdaki sınıf farklarının, yıkılan kapitalizmin kalıntısı olduğu ve emperyalist kuşatma ile doğrudan bağlantılı bulunduğu çok açıktır.

Emperyalizmin dünyadaki egemenliği, sosyalist toplumdaki yönetenler ile yönetilenler (kafa ile kol emeği) arasındaki ayrılıkların, “mutlak” ayrıcalıklara dönüşmesini; amaç haline gelen bu ayrıcalıklar üzerinde, uluslararası sermaye ile bağlantılı küçük burjuva bir sınıfın oluşmasını kışkırtan ve besleyen bir kaynak durumundadır. Sosyalist toplumdaki sınıf farkı ise, burjuva yozlaşma ve kapitalizme dönüşü zorlayacak etkenlerin yeniden üremesinde temel olan; bu nedenle de, sermayeye olanak sunan bir zayıflık oluşturmaktadır. Emperyalist kuşatma koşulları ve sosyalist toplumdaki sınıf farkları: Sosyalist toplum üzerinde, biri diğeriyle bağlantılı tehditlerin; kapitalist dönüşe temel oluşturan faktörlerin burada yattığı kesindir.

Nitekim, Sovyetler Birliği ve eski Sosyalist Kamp ülkelerinde; 1950’li yılların ortalarında başlayan ve bu ülkeleri, uluslararası kapitalist pazara yeniden bağlayan kapitalist restorasyon bu yoldan gerçekleşmiştir. Sosyalist toplumlardaki mücadele ve bu restorasyondan alınması gereken temel ders şudur ki; bu ülkelerde kapitalist restorasyonu gerçekleştiren sınıf, proletaryanın bağrında oluşmuş ve ondan ayrılarak egemen sınıf olarak ortaya çıkmış küçük burjuva “sosyalist” kapitalist bir sınıftır. Ve “işçi” aristokrasisi ve örgüt bürokrasisi, söz konusu bu ülkelerde; sosyalist ekonomiyi, devlet kapitalizmi ekonomisine; proletaryanın parti ve devlet örgütünü, burjuva bürokratik “parti” ve “devlet” aygıtına dönüştüren bir parti ve devlet bürokrasisi sınıfıdır. Bu sınıfın, devlet bürokrasisi sınıfı görüntüsü içinde ortaya çıkması, iktidardaki sosyalist proletarya saflarında meydana gelmiş olmasıyla ilgili bir olgu olduğu gibi; “sosyalizmi ilerletme” ve “komünizme yürüme” sloganlarına sarılması, devlet kapitalizminin ihtiyaçları, uluslararası koşullar ve proletaryanın aldatılması gibi zorunluluklardan ileri gelmiştir.

Sosyalizmin inşası tarihi ve olaylar ve olgular kanıtlamıştır: İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi, sadece kapitalist ülkelere özgü bir olgu değildir; iktidardaki proletarya, ayrıcalık ve yozlaşma eğilimlerine karşı sistematik bir mücadele yürütmediği takdirde, sosyalist toplum koşullarında da oluşması; sosyalizmi yozlaştırması ve kapitalizmi restore eden bir sınıf olarak oluşması kaçınılamazdır. Sosyalist ülkelerdeki işçi aristokrasisinin farkı şudur ki; bu ülkelerdeki aristokratik ve bürokratik tabaka, devlet kapitalizminin egemen sınıfı olan sömürücü ve tekelci küçük burjuva bir sınıf olarak doğmakta; klasik kapitalizme geçme, klasik tekelci büyük burjuvazi haline gelme ve sınıf içinde dayanacağı yeni aristokratik bir tabaka yaratma tutumuyla hareket etmektedir. İktidardaki proletarya açısından; en önemli tehlike kuşkusuz, saflarındaki yozlaşma ve içten çürümenin farkına varamamasıdır. Emperyalizm yeryüzünde yaşadığı ve sınıf farkları bulunduğu sürece de, bu tehlikenin var olması ve gündemde kalması kaçınılamaz bir olgudur. Buradan şu çıkar: İktidardaki proletarya, bağrındaki yozlaşma belirtileri ve örgütlerindeki bozulmalara karşı; teori ve pratikte, sistematik ve koşullara göre yenilenen kesintisiz bir mücadeleye mahkûmdur. O, yönetenler ve yönetilenler arasındaki farkları kaldırma; yönetilenleri, yönetenler seviyesine çıkarma görevini, sosyalizmi inşa mücadelesinin temel yönü olarak ele almak; devlet örgütünü bir silah haline getirmek zorundadır.

Çünkü saflarında yalpalayan, yozlaşma ve bürokratlaşma eğilimine giren kesimlere karşı yürüttüğü mücadele, kapitalizm ve emperyalizm ile sosyalizm ve komünizm arasındaki mücadeledir. Ve proletarya, iktidarını koruyabilmek için; kendini ve iktidar organlarını, aristokratik ve bürokratik yozlaşmadan sürekli arındırmak; yozlaşmış bir tabakanın oluşmasına olanak tanımamak ve bunu, ekonomik inşanın yanı sıra, proletaryanın mümkün olan en geniş kesimlerinin; parti ve devlet işlerinde görev alması ve devleti ve işleri yönetmeyi öğrenmesini teminat altına alarak başarmak zorundadır. Aksi takdirde; sosyalist bir ülkenin, ülkenin durumuna göre, emperyalist veya işbirlikçi bir sermaye ülkesine dönüşmesi kaçınılamazdır.

 

BUGÜNKÜ PROLETARYA VE SAFLARINDAKİ MÜCADELENİN ÖNEMİ

c)- Proletaryanın bugünkü durumunu karakterize eden özellik, yaşantı ve hareketine, liberal, reformist ve sendikalist bir platform üzerinde bulunan işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin, görülmemiş oranda genişlemiş ve tekele dönüşmüş hâkimiyetidir. İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin ve elindeki temel araç olan sendikaların bugün üzerinde bulunduğu platform, proletaryanın yenilgisi, mevzilerini kaybetmesi ve sermayeye boyun eğdirilmesi üzerinden şekillenmiş liberal, sendikalist ve parlamentarist bir platformdur. Öte yandan, bu aristokrasi ve bürokrasinin hareket üzerindeki egemenliği, ulusal sınırlarda sona eren bir egemenlik değildir; uluslararası ölçekte örgütlere sahip bir egemenlik pozisyonuna yükselmiştir. Sınıf içindeki küçük burjuva tabaka, burjuva kapitalist partinin fraksiyonları, özellikle de “sol” fraksiyonlarında;, yarı resmi devlet kuruluşları haline getirilmiş ulusal sendikaların yanı sıra, uluslararası sermaye kuruluşlarıyla iç içe geçmiş sendika federasyon ve konfederasyonlarında uluslararası ölçekte örgütlendirilmiş bulunmaktadır.

Buna karşılık; sermayenin proletarya saflarındaki çalışması, mevcut küçük burjuva tabakaya ve bugünkü sendikal aygıtlara bağımlı olmadığı gibi; liberal, sendikalist ve klasik parlamentarist platform üzerinde sınırlanmış ve bu alanda biten bir çalışma da değildir. Onun faaliyeti; bir yandan, proletaryayı açık liberal sendikalist platformda ve mevcut sendikal bürokratik aygıtlar içinde tutmayı öngörürken; öte yandan, özü ve içeriği liberal fakat biçimi “sosyalist” alternatifi hazır tutmayı; hareketin gelişmesinin yaratacağı sosyalist araçları bozma ve yozlaştırma gibi bir hedefi de ihmal etmemektedir. Nitekim burjuva “sosyalist” akımların, kurulu düzen içinde yer bulan varlık ve çalışmalarının, sermayenin gelecekle ilgili hedef ve planlarından bağımsız bir varlık ve çalışma olmadığı bir şekilde görülmektedir. Çünkü emperyalizm ve burjuvazi, açık liberalizmin ve düzene doğrudan bağlanmış kurumların, proletaryayı aldatma yeteneğinin sınırlı olduğunu tarihsel deneyim yoluyla bilmektedir. Ve amaç ve hedefini, proletaryanın devrimci bir ideoloji ve devrimci bir örgütle silahlanmasını her yol ve yöntemle baltalama olarak belirlemiştir.

Sermaye, bu hedefine ancak; proletaryanın uyanan ve sosyalizme ilerleyen ileri kitlesi içindeki örgütlenmeyi gitgide ön plana alarak; yer açtığı burjuva “sosyalist” akımlar ve sosyalizm içinde yenilediği burjuva “işçi” tabakası aracılığıyla başarabileceğini bilmektedir. Proletaryanın, bütün öteki proleter örgütleri çevresinde toplayan bağımsız devrimci parti olarak örgütlenmesi ve emekçi yığınların sosyalizm yoluna girmesinin klasik liberalizmi., baltalanması; bu başarılamamışsa, baskı ve şiddetle iç içe geçmiş “olanaklar” ve “ayrıcalıklarda sosyalizmin dejenere edilmesi, parti ve öteki örgütlerin yozlaştırılması ve devrimci hareket ve örgütün, devrimi dıştalamış fakat aldatıcı özelliklerini koruyan liberal “sosyalist” bir hareket ve örgüt olarak düzenle uyuşturulması: Sermayenin, genelde olduğu gibi; sınıf içindeki bugünkü çalışmasının özü ve bağlandığı hedef, henüz çok öne çıkmış görünmese de bundan başka bir şey değildir.

Hareketinin durumu ve bugünkü özellikleri ve sermayenin sınıf içindeki küçük burjuvaziye dayanan gerici faaliyeti, proletaryanın kendi saflarındaki bu tabakaya karşı mücadelesinin zayıflıklarına ve temel sorun ve görevlerine de işaret etmektedir. Sorunlar ve görevlerin, ileri proleterler kitlesinin gündemine gerçek içerikleriyle girmesi, proletarya saflarında cereyan eden sert bir mücadelenin patlak vermesi anlamına geleceği gibi; sınıfın, girişkenliği ve örgütlenme yeteneğinin yeni bir atılım göstermesi, bağımsız devrimci bir tutuma yönelmesi ve iktidar mücadelesi yoluna adım atması da demektir.

a) Sınıf bilinçli proleter güçlerin önünde duran sorunun bir yönü, proletaryanın burjuva liberalizmi ve sendikalizmin etkisi altında kalması; bu burjuva etkinin taşıyıcısı burjuva tabakanın, şu anda başlıca proletarya örgütleri olan sendikalarda egemen ve sınıfın saflarında çalışma yapar durumda bulunmasında dile gelmektedir.

b) Söz konusu sorunun öteki yönü ise, mücadele içindeki sınıfın, burjuva sosyalizmiyle proleter sosyalizmini birbirinden ayırt etme; ileri proleterler kitlesinin, bağımsız parti olarak örgütlenme ve sendikaları, proletarya örgütleri olarak yeni baştan kurmayı öngörme ve bunu girişime dönüştürme yeteneğindeki zayıflıklarda yatmaktadır.

Zihinlere kazınması gereken şudur ki; proletarya, 1950’li yılların ortalarında aldığı yenilginin ardından; sadece sosyalist toplumları ve devletlerini değil, her şeyini; politik iktidar bilincini, partilerini, sendikalarını ve bütün kazanım ve mevzilerini kaybetmiştir. Ve iktidar yeteneğinin farkına yeniden varmaya; partilerini yeniden kurmaya ve sendikalarını yeniden ele geçirmeye mahkûm olmuş bir sınıftır.

Dolayısıyla da, tarihinde düştüğü en geri ve daha gerisinin olanaksız olduğu bir mevziiye sürülmüş olan sınıfın; kapitalizmin yeni dönemindeki mücadelesi, proletarya hareketi ile sosyalist hareketin yeniden birleşmesi mücadelesinden başka bir şey değildir. Gelmekte olan dönem, proletarya partilerinin ve öteki proleter örgütlerinin yeniden örgütlenme ve kuruluş dönemidir; ileri proleter güçlerin, teoriyi yeniden öğrenmek; dönemin çalışmasını yeniden bulmak ve yeniden planlamak zorunda oldukları son derece açık bir gerçektir.

Proletaryanın kendi saflarındaki mücadele (bu mücadele bugün de vardır), hareketinin geleceği açısından hayati bir önem taşımaktadır. Ve sınıfın bilinçli ileri güçleri, proleterler arasında örgütlenmiş küçük burjuva aristokrat ve bürokrat tabakayı alt etmeden; kendi devrimci örgütlerindeki bürokratikleşme eğilimine ve proleter kitle örgütlerindeki bürokrasiye olanak tanımayacak bir mevziiyi tutmadan, sermayeye karşı mücadelenin tek bir adım bile ileri götürülemeyeceğini öğrenmek ve çalışmalarını bu bilgi üzerinden yapmak zorundadırlar. Sorun böyle ele alınmadığında; sermaye ve gericilik karşısındaki mücadele ne kadar gelişirse gelişsin, proletaryanın, burjuva ideolojinin etki alanından çıkma yeteneği kazanması, ayrı bir sınıf ve devrimci parti olarak örgütlenmeyi başarması olanaksızdır.

O halde görev nedir? Görevler kuşkusuz, yukarıda iki temel sorun olarak ortaya konulan sorunlar tarafından karakterize edilmektedir. Bugün gündemde olan ve bütün öteki görevleri kendilerine bağlamış bulunan ilk iki temel görev: a) Proleter sosyalist hareketin, proletarya içinde örgütlü liberal ve sınıf dışı “sosyalist” akımlara karşı yeni bir ideolojik saldırı cephesi açması; sosyalizmin, ileri proleterler arasında bir güç haline gelmesi ve kitlesel bir parti olarak yeniden örgütlenmesi; b) sermayenin uzantısı küçük burjuva tabakanın, sınıf içindeki aygıtlarının tasfiyesi ve bu aygıtların denetiminde bulunan ve şu anda otorite sahibi tek sınıf örgütü durumunda olan sendikaların, proleter örgütler olarak dönüştürülmesi görevidir. Birbirleriyle iç içe geçmiş olan bu görevlerin, proletarya açısından hem en stratejik, hem de bugünün en acil görevleri oldukları kesindir.

Gelişmekte olan hareketinin, proletaryanın sosyalizmi yeniden bulmasına; kitlesel parti olarak yeniden örgütlenmesi ve öteki örgütlerini demokratikleştirmesine olanaklar da sunduğu bir gerçekliktir. Denilebilir ki, sınıfın ileri örgütlü güçlerinin, hareketin talep ettiği görevleri yerine getirmesinin koşulları gitgide olgunlaşmaktadır.

Buna karşılık, görevlerin üstesinden gelmek için, tutarlılıkla yerine getirilmesi gereken koşulların bulunduğu da bir gerçektir. Bu zorunlu koşulların, ifadelerini; sosyalizmin bilinçli güçlerinin, proletarya saflarındaki burjuva tabakaya karşı mücadeleyi, kapitalist partiye ve sermayenin cepheden saldırısına karşı mücadelenin çıkarlarına bağlayan; hareketin, teorik ve pratik platformunu, güncel ihtiyaçlarla yenilerlerken; kendilerini ve ileri proleterleri, sınıf dışı örgütlenme alışkanlıklarından arındıracak ve sınıfın ana kitlesine yakınlaştıracak bir mevziiyi tutmalarında bulduğu kesindir. Öte yandan, sınıfın gündelik mücadelesine, geçerli taktiklerle ve tutarlı bir tutumla katılmak; başta sendikalar olmak üzere, proleterlerin katıldığı bütün kurumlarda çalışmak ve bunları yaparken, burjuva “işçi” tabakasının kendisini yeniden üreten bir tabaka olduğunun bilgisinin kitleler arasında yayılmasına önem vermek bir zorunluluktur.

Hareketin bugünkü özellikleri ve sosyalizmin proletarya üzerindeki şimdiki etki derecesi, gündemdeki görevleri ve söz konusu zorunlulukları ve bu görev ve zorunlulukları yerine getirmek üzere izlenmesi gereken çizgiyi birbiriyle kopmazcasına kaynaştırmıştır. Unutulmaması gereken şudur ki; sermaye, proleter hareket karşısındaki üstünlüğünü, proletarya saflarındaki etkisinden; bu etkinin dayanağı ve yayıcısı küçük burjuva tabakanın yeteneğinden; sürekli yenilenen ve “sendikacı ya da “sosyalist” işçi “temsilcisi” olarak hareket etmesinden almaktadır. Proletarya, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi, saflarındaki küçük burjuva tabakaya karşı mücadeleyle ustaca birleştirmeyi öğrenmek, öncelikle bu mücadeleyi kazanmak ve kazanımın sonuna kadar korumak zorundadır. Aksi takdirde, bağımsız bir sınıf olarak hareket etmeyi; devrimci parti olarak örgütlenmeyi ve örgütünü korumayı başarması olanaksızdır.

 

-B-

PROLETER DEVRİMİ VE EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE

6)- Proletarya, amacına ulaşmak için, tekel ve emperyalizmin doğurduğu olguları dikkate almak, tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekte yarattığı koşullardan yararlanmak zorundadır. Sermaye grupları ve kapitalist devletlerin kazandığı bazı özellikler ve aralarındaki ilişkilerde meydana gelen değişiklikler bir yana bırakılırsa; tekel ve emperyalizmin doğurduğu başlıca toplumsal olgular ve bu olgular üzerinden şekillenmiş ideolojik eğilimler şunlardır denilebilir.

a) Gelişmiş kapitalist ülkelerde, proletarya saflarında besleme, aristokratik bir tabaka oluşması; bu besleme tabakanın (bazı küçük burjuva tabakalarla birlikte), uluslararası emperyalist soygun ve yağmanın ortağı olarak güç kazanması; emperyalizmin, bu ülkelerde halk sınıfları arasında, dayanacağı toplumsal bir temel yaratması.

b) Sömürge ve geri kalmış ülkelerde gelişen kapitalizmin, uluslararası sermayenin yeniden üretilmesi temelinde ortaya çıkan tekelci bir kapitalizm biçimini alması; bu ülkelerdeki burjuva sınıfların, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve tekel dışı burjuvazi olmak üzere ikiye bölünmesi; birincisi işbirlikçi karakter kazanırken, ikincisinin ulusal uzlaşma eğiliminin payandası haline gelmesi; bu olguların ortaya çıkması sonucunda bu ülkelerin, tekelci kapitalizmin kendi “anavatan” ülkelerindeki iktidarının cephe gerisi desteklerine dönüşmeleri.

c) Uluslararası sermayenin, tek tek ülkeleri ve ekonomilerini; uluslararası burjuvazi, yarı feodal gericilikler ve işbirlikçi burjuva sınıfları birbirlerine bağlaması; başında emperyalist burjuvazinin bulunduğu ve öteki gericiliklerin çevresinde toplandıkları uluslararası emperyalist bir cephe oluşturma ve yararlanma olanağı bulması.

Kapitalizmin mevzi kazanması, muazzam güçler edinmesi ve dünyaya egemen olmasını vurgulayan bu olgu ve eğilimlere karşın; kapitalist tekel ve emperyalizmin egemenliğini karakterize eden olgu ve eğilimler, hiçbir şekilde bu olgu ve eğilimlerden ibaret olmamıştır. Sermayenin uluslararası egemenliğini karakterize eden asıl olgu ve eğilimler, devrimi güçlendiren karşıt olgu ve eğilimler olmuşlardır. Çünkü tekel ve emperyalizmle birlikte ortaya çıkan ekonomik ve toplumsal olgular, kapitalizmin genel bunalımını başlatan ve proleter dünya devrimi çağının açılmasını ilan eden olgular olmuşlardır.

a) Gelişmiş ülke halkları arasında yaratılmış emperyalist eğilime karşılık; kapitalizmin, sosyalizmin arifesine; proletarya hareketinin, sistemin merkezinde sıkışmış patlama unsuruna dönüşmesi; sermaye iktidarının dayandığı ara sınıf ve tabakaların, proletaryanın yanına gitme ve devrim ve sosyalizmin yedeği olma zorunluluğunun doğması.

b) Bir yandan, geri ve bağımlı ülkelerdeki proletaryanın büyümesi ve olgunlaşmasını hızlandıran koşulların genişlemesi; öte yandan, bu ülkelerde gündemde olan ulusal özgürlük ve demokrasi hareketinin, bağımsız bir sınıf olarak büyüyen proletaryanın silahı ve uluslararası sosyalist devrimin bileşeni bir hareket olarak yeniden şekillenmesi.

c) Bütün ülkelerin birbirlerine bağlanması ve devrimin koşullarının geri ülkelerde de olgunlaşmasının sonucu olarak; uluslararası proletaryanın hareketiyle ezilen halk ve sömürülen sınıfların hareketinin birbirlerine yaklaşması; dünya devrimi cephesinin genişlemesi ve halkların anti-emperyalist ittifakının olanak bulması.

d) Tekelci kapitalist gruplar ve emperyalist ülkeler arasında, sermayenin büyük güçlerini karşı karşıya getiren bir egemenlik mücadelesine temel oluşturan olguların ortaya çıkması; bu mücadele nedeniyle, sermayenin öz güçlerinin parçalaması ve proletarya ve halklar karşısındaki ön cephesinin zayıflamasının kaçınılamaz hale gelmesi.

Öteki karşıt olgu ve eğilimler bir yana; burada vurgulanan karşıt olgu ve eğilimler, tekele ve emperyalizme dayanan uluslararası egemenliği aşamasının, kapitalizmin ölüm aşaması olmasına yetmiştir. Sermayenin dünya egemenliğini vurgulayan tekelci ve emperyalist evresi, devrim ve sosyalizmin koşullarının sadece gelişmiş ülkelerde değil, geri ve bağımlı ülkelerde de olgunlaştığı evresi olmuştur.

Gerçek şudur ki; olgular, sermaye sisteminin bu en yüksek aşamasını, ölüm döşeğine yattığı, genel bunalımının olgunlaştığı ve sosyalizmin arifesine dönüştüğü aşaması olarak şekillendirmiştir. Vurgulanan dört olgu bile yetmektedir ki; tekel ve emperyalizme karşı mücadele, proletarya için ek bir yük değil bir olanak olmuştur.

Nasıl bakılırsa bakılsın; tekelci kapitalizm ve emperyalizm, sermayenin mezar kazıcısı sınıfın, sosyalizm uğruna harekete geçmesini olgunlaştırırken; ulusal özgürlük ve demokrasi silahlarıyla donanmasını; öteki ezilen ve sömürülenlerin, proletaryaya yaklaşmasını da hazırlamıştır. Kapitalizmin tekelci ve emperyalist aşaması; sermayenin kurduğu toplumu sosyalizmin arifesi olan bir toplum olarak yeniden şekillendirirken; burjuva devrimleri çağına son vermiş ve bu çağın temel sorunları olan ve çözülmeden kalan uluslaşma ve demokratikleşme sorunlarını, başlatmış bulunduğu proleter dünya devrimine bağlayan aşaması olarak da şekillenmiştir. Ulusal hareketin, ağırlıklı olarak bugün emperyalizme meyletmiş olması ve “demokrasi”nin halklara karşı silah olarak kullanılması proletaryayı asla aldatmamalıdır. Bu durumun nedenleri, proletarya hareketinin aldığı yenilgi ve özgürlük ve demokrasi hareketinin, sosyalizm adına uzun süre istismarında yatmaktadır. Proletarya hareketindeki yeni dönemin, ezilen halkların ve öteki ezilenlerin eğilimini değiştirmesi; özgürlük ve demokrasiyi, sosyalizmin yedeği haline getirmesi kaçınılmaz bir şeydir.

 

İLERİ PROLETARYA; SOSYALİZM VE EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE

a)- Emperyalist ve gelişmiş ülkelerdeki ekonomik ve toplumsal yaşamı karakterize eden temel karşıtlık, emek ile sermaye arasındaki karşıtlık; tayin edici mücadele, proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadeledir. Bu ülke proletaryalarının mücadelesi, burjuvazinin devrilmesi, kapitalizmin tasfiyesi, sosyalizmin inşası mücadelesidir. Fakat gelişmiş ülke proletaryaları, emperyalizme karşı da mücadele etmek zorundadırlar. Emperyalizm, emperyalist ülke proletaryalarına hem özel görevler yüklemiş, hem de olanaklar ve yedekler sunmuştur. Proletarya, bu özel görevleri yerine getirmek zorunda olduğu gibi, emperyalizmin sunduğu olanaklardan yararlanmaya da mahkûmdur.

İleri proletaryanın, emperyalizm karşısındaki tutumu;,bir yandan, “başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağı” gerçeğine; öte yandan, ezilen halklar ve sömürülen sınıfların, sermaye iktidarına karşı mücadele konumunda bulunduğu anlayışına dayanmıştır. Gelişmiş proletaryanın anlaması gereken şudur ki; dünya gericiliğine ve bütün halkların ve ezilenlerin ortak düşmanına dönüşmüş kapitalizm olan emperyalizme karşı mücadele etmeden; emperyalizm ve tekellerin soyduğu, ezdiği ve karşısına aldığı halklara ve sınıflara kurtuluş umudu olacak ve bütün ezilenleri çevresinde toplayacak bir savaş mihrakı oluşturmadan; genel olarak sermayeden kurtuluşun ve proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin inşasının zaferi olanaksızdır.

İleri proletarya, emperyalizm karşısındaki konumunun; kendi kurtuluşu ile öteki ezilenlerin kurtuluşunu özdeşleştirmiş; ezilenlerin kurtuluşuna yardım etmek, onları örgütlemek ve önderlik yapmakla kendisini görevlendirmiş bir konum olduğunu unutmamak zorundadır.

* İleri ve gelişmiş ülkeler proletaryaları, emperyalizme karşı mücadele etmek zorundadırlar. Gelişmiş ülke proletaryasının emperyalizme karşı mücadelesi, ekonomik ve toplumsal temelini hem uluslararası alanda, hem de kendi ülkesinde bulan bir mücadeledir. Çünkü emperyalizm, sermayenin merkez ülkelerinde egemen olan kapitalizm olduğu gibi; iktidarının bir ayağını sömürge ve geri ülkelere dayandırmış ve egemenliğini çifteleştirmiş kapitalizmdir. Bundan çıkan şudur ki; sermayenin sömürge ve geri kalmış ülkelerdeki egemenliği, ezilen halkların ulusal ve demokratik hareketini; hangi sınıfların önderliği altında gelişirse gelişsin, proletaryanın kapitalist merkezlerdeki sosyalist devriminin yedeği olarak yeniden şekillendirmiştir.

a) Sömürgeler ve bağımlı ülkeler olmadan, emperyalizm olamayacağı gibi; tekelci kapitalizmin gelişmiş ülkelerdeki iktidarının ayakta kalması da olanaksızdır; bu olanaksızlığın, ezilen halkların kurtuluş hareketini, proletaryanın gelişmiş ülkelerdeki mücadelelerinin bir parçası haline getirdiği kuşkusuz objektif bir gerçekliktir.

b) Safları geri ülkelerde de güçlenmiş proletarya, bu ülkelerin yaşamak zorunda olduğu ulusal demokratik devrimi; proleter devrime geçişin olanağına genişletmesinin yanı sıra, gelişmiş ülkelerdeki devrim ve uluslararası devrimin fiili bir unsuru haline de getirmiştir.

Bu iki olgunun vurguladığı şey şudur ki; geri ülkelerde emperyalizme vurulmuş her darbe, gelişmiş kapitalizme vurulmuş bir darbe olduğu gibi, gelişmiş ülkelerdeki sosyalist devrim mücadelesine verilmiş bir destektir de; ileri proletarya, emperyalizmin ezdiği ulus ve halkların mücadelesini, kendi kurtuluş mücadelesinin bir unsuru olarak görmek ve kendi öz mücadelesi olarak desteklemek zorundadır.

Öte yandan, ezilen ulus ve halkların emperyalizme karşı mücadelesinin, gelişmiş ülke devrimlerine verilmiş bir destek olmasından bağımsız olarak; ileri proletarya, emperyalizmin, özellikle de kendi ülkesindeki emperyalizmin, ulusal baskı ve sömürgeciliğine karşı çıkmak; geri ve sömürge ülkelerin, kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkını kayıtsız koşulsuz desteklemek ve savunmak zorundadır.

a) Özgürlüğün temsilcisi; mensup olduğu emperyalist ulusu özgür ve sosyalist bir ulus olarak örgütlemek ve egemen bir sınıf ve özgür bir ulus olarak örgütlenmek için ileri proletarya, her ulusun kendi kaderini özgürce belirleme hakkını hiçbir çıkar gözetmeksizin desteklemekle de yükümlüdür. Başka ulusları ezen bir ulus özgür bir ulus olamaz; ileri proletarya, ulusların özgürlüğünü, özgürlüğü bulabilmek ve özgür bir ulus olarak örgütlenebilmek için de desteklemek zorundadır.

b) Bir ulusal hareketin, emperyalist ülke proletaryalarından destek görmemesi; söz konusu hareket içinde, proletaryanın zayıflaması, burjuvazi ve emperyalizmle uzlaşma eğiliminin güçlenmesi demektir. Bu, emperyalizmin güçlenmesi olduğu gibi, geri ülke proletaryasının sosyalizm mücadelesinin baltalanması anlamına da gelmektedir.

Demek ki; gelişmiş ülke proletaryaları, ezilen ulus ve halkların emperyalizme karşı mücadelelerini; bu mücadelelerin, kendi ülkesindeki sosyalizm mücadelesine sunduğu destekten bağımsız olarak desteklemek, onlara yardım etmek zorundadır. Zira ileri proletaryanın pozisyonu, ezilenleri savunma ve kurtuluşlarına yardım pozisyonudur.

Gelişmiş ülkeler proletaryalarının, emperyalizme karşı mücadeleleri ve bu mücadelenin kendi ülkeleri dışındaki zorunluluk ve olanakları, yukarıda spotlar halinde vurgulanmış olan dört maddedeki zorunluluklar, olanaklar ve görevler olarak şekillenmiştir, denilebilir. Bilinmesi ve göz ardı edilmemesi gereken şudur: Emperyalizme karşı mücadele etmeden; hangi eğilimler içinde bulunurlarsa bulunsunlar, ezilen ulus ve halklar üzerindeki sömürü ve baskıya karşı savaş açmadan; anti-emperyalist ulusal demokratik hareketi, kayıtsız koşulsuz desteklemeden ve ezilen ulus ve halkların desteğini almadan; ileri proletaryanın, kapitalist burjuvaziyi devirmesi, devlet iktidarını ele geçirmesi ve kendi burjuva ulusunu sosyalist bir ulusa dönüştürmesi olanaksızdır. Gelişmiş proletarya, emperyalizmin ezdiği halklar karşısındaki görevini yerine getirmediği takdirde; uzlaşmacı ulusal burjuvazinin, ezilen ulusun saflarında güç kazanması; halkı yedeklemesi, emperyalizme yamanma eğilimi göstermesi ve ulusal kurtuluş hareketini sosyalizme karşı bir hareket olarak kullanması, bugün olduğu gibi gelecekte de kaçınılamaz bir olgudur.

* İleri ve gelişmiş ülkeler proletaryaları, emperyalizmle uyutulan kendi ülke halklarının tekeller karşısında adalet ve demokrasi talep eden direnişlerinin, kapitalizme karşı mücadelenin olduğu gibi, anti-emperyalist mücadelenin ülke içindeki bir unsuru ve sosyalizm mücadelesinin yanı başındaki yedeği olduğunu anlamaya zorunludur.

Özellikle ekonomik kriz (tekeller ile tekel dışı işletmeler arasındaki karşıtlığın şiddetlenmesi) ve artan siyasal zorbalık, bazı küçük burjuva katmanları, proletarya dışı emekçi tabakaları ve kadın ve gençlik yığınlarını, çoğu zaman burjuvaziden uzaklaştırmakta, proletaryaya yaklaştırmakta, tehdit halindeki kötülüklere karşı ayağa kalkmaya, yaşam güvencesi ve demokrasi talep etmeye zorlamaktadır. Öte yandan, ekonominin askerileşmesi, silahlanma ve doğa ve kültür yağmalaması karşısında; gelişmiş ülke halkları ve gençliği, tepkisiz ve tekelci yağmalama ve tehditlere ilgisiz kalmamaktadır. Proletarya dışındaki halk sınıflarının ve gençliğin, emperyalist savaşların yol açtığı yıkımlar karşısındaki tepkisinin proletaryaya sunduğu olanaklar bir yana; tekellerin ezici egemenliği ve yol açtığı yağmalama ve çözümsüzlük, gelişmiş ülkelerdeki küçük burjuva ve emekçi tabakaların ve gençliğin ve kadınların taleplerini, büyük ölçüde tekelci sermaye ve emperyalizme karşı demokratik içerikli ve iktidarının temellerini koyan devrime yakın talepler olarak şekillendirmektedir.

Gelişmiş ülke proletaryası, bu durumdan yararlanmak; demokrasi, özgürlük ve yaşanılabilir bir dünya talep eden halk hareketini desteklemek; teşvik etmek ve bu hareketi yedeklemek zorundadır.

a) Demokrasi, özgürlük verecek ve yaşanılabilir bir dünyayı kuracak; ara sınıf ve tabakaların sermaye ve emperyalizm karşısındaki isteklerini karşılayacak sosyalizmden başka bir sistem ve proletaryadan başka bir sınıf yoktur. Çünkü kapitalizm koşullarında, tekellere boyun eğmekten başka bir yollarının olmamasının yanı sıra; alt ara sınıflar, üretim araçları karşısındaki konumları ve toplumsal üretimdeki yerleri vb nedenlerle, tekelci kapitalizm karşısında ayrı bir mevzi tutma ve kendilerini kurtarma yeteneği taşımamaktadırlar.

b) Emperyalizm, tekel dışı tabakalar ve ara sınıfların bir bölümünü, uluslararası kârların bir kısmıyla beslese bile; tekellerin doymak bilmez talepleri ve özellikle kriz eğilimi, işsizlik ve kriz koşullarındaki tekelci yağmalama (ve silahlanma ve savaş), alt ara tabakaları ve gençlik ve kadın kitlelerini, proletarya ile işbirliğine girmeye ve ortak bir hat üzerinde ilerlemeye mahkûm bir pozisyona getirmiş; bu pozisyon, sosyalist proletaryaya, bu tabakaların özel mülkiyeti savunan taleplerini budama ve sınırlama olanağı sunmuştur:

Bu iki olgu, kuşku yoktur ki önce, sermaye toplumunun çözülmesinin bir yönünü; ardından, demokrasi ve özgürlük isteklerinin, anti-emperyalist mücadeleye ve sosyalizm mücadelesine bağlanmasını vurgulamıştır. Sermayenin, bu ara sınıf ve tabakaları karşısına alması, kurduğu toplumun çözülmesi anlamına geldiği gibi; proletaryanın, onları yanına çekme, yedekleme ve demokrasi ve adalet isteklerini, sosyalizme bağlama olanağının genişlemesi de demektir. Alt ara sınıflar ve gençlik ve kadın cinsi gibi toplumsal kesimlerin, tekellere ve tekelci sermaye egemenliğinin kötü ve insan dışı sonuçlarına karşı harekete geçmeleri, proletaryanın kapitalizme karşı mücadelesinin güçlenmesine yol açmasının yanı sıra, emperyalizme karşı mücadelenin toplumsal temelinin genişlemesi de olmaktadır.

Demek ki; ülke içindeki demokrasi mücadelesi, proletaryanın emperyalizme karşı mücadelesinin dinamiklerinden birisidir; bu mücadelenin, emperyalizme karşı mücadeleye genişlemesinin güvencesi ise proletaryadır. Ülke içindeki demokrasi mücadelesini, kendi mücadelesi olarak ele almak; fakat bağımsız tutumu ve tarihsel tecrübeyi asla unutmamak: Proletaryanın, ülkesindeki demokrasi sorunlarına yaklaşımı böyledir. (Yakın faşist diktatörlük tehlikesi ya da faşizm koşullarında, demokratik ittifaklar içine girmesi kanıt gösterilerek, proletaryanın sosyalist devrim ve iktidar hedefini geriye atabileceği ve sosyalist çalışmasını sınırlayabileceği ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Proletarya bu ittifaklara, koşullar zorunlu kıldığında girer; fakat onun mücadelesi, burjuvazinin demokratik diktatörlüğü mücadelesi olmadığı gibi, kendisinin katıldığı burjuva demokratik bir hükümet mücadelesi de değildir. Proletaryanın çizgisi, anti-faşist mücadeleyi doğrudan sosyalist devrime bağlama ve demokratik hareketi, kendi iktidarının ve sosyalist devrimin yedeği haline getirme çizgisidir.) Özet olarak vurgulanırsa; ileri ülke proletaryası, a) 1968’lerde ve sofrasında yaşananın aksine demokratik gençlik, kadın ve çevre vb. hareketi karşısında asla kayıtsız kalmamak; b) 1950’li ve ’60’lı yıllarda ve sonrasında görülenin aksine, demokratik küçük burjuvazi içinde (demokrasi ve barış hareketi) erimekten kaçınmak zorundadır. Aksi takdirde, emekçi tabakalar ve çeşitli toplumsal kesimlerin; proletarya çevresinde toplanmaları ve emperyalizme karşı mücadeleye çekilmeleri olanaksızdır. Oysa ileri proletarya, ara sınıf ve tabakaları, gençlik ve kadın kitlelerini ve demokratik içerikteki bütün hareketi, sadece anti-emperyalist demokratik bir platform üzerinde birleştirme değil, sosyalizm mücadelesinde ilerletme olanağına da sahip bir sınıftır.

* Gelişmiş ülkeler proletaryaları için, emperyalizme karşı mücadele; ezilen ulus ve halkları desteklemek ve ülkesindeki tekelci egemenliğe, gericilik eğilimine ve faşizme karşı gelişen demokrasi mücadelelerine önderlik etmek yetmemektedir. Gelişmiş proletaryanın, emperyalizme karşı mücadele etmek zorunda olduğu açıktır. Buna karşılık proletarya, burjuva parlamentarizmini ve emperyalist barışı; bunların belirlediği kurulu statükoyu meşrulaştırma pozisyonuna düşmemeye özel bir önem vermek zorunda olan bir sınıftır.

Gelişmiş kapitalist ülkeler proletaryalarının görevi; emperyalist burjuva devleti yıkma, iktidarı ele geçirme; emperyalist ulusu tasfiye etme ve devrimci ve sosyalist ulus olarak örgütlenme görevidir. Proletarya, bütün mücadeleleri, burjuvaziyi devirme, iktidarı ele geçirme ve proletarya diktatörlüğü olarak örgütlenme hedefine bağlayan; emperyalizmin, proleter devrimin yedeği haline getirdiği hareketleri kendi çevresinde toplayan çizgisini korumak zorundadır.

İleri proletarya, tekellere ve emperyalizme karşı mücadeleyi; demokrasi mücadelesini, burjuvaziyi devirme ve kapitalizmi tasfiye etme mücadelesine doğrudan bağlamadığı takdirde, emperyalizme karşı gerçek bir mücadele yürütemeyeceğini bilen bir tutuma mecburdur.

 

BAĞIMLI ÜLKELER; ANTİ-EMPERYALİST HALK DEVRİMİ VE SOSYALİZME GEÇİŞ

b)- Geri ve bağımlı ülkelerdeki ekonomik ve toplumsal yaşam, emperyalizmin uluslararası ölçekteki egemenliğinin bu ülkelerde yarattığı karşıtlık ve bölünmeler tarafından şekillendirilmiştir. Bir yanda, gerisinde uluslararası sermayenin bulunduğu feodal tekelin kalıntıları ve onlarla iç içe geçmiş işbirlikçi tekelci sermaye işletmeleri; öte yanda, ana kitlesini (yarı feodal bağımlılık içindekiler de dâhil) köylü ve gitgide şehirli bireysel ve öteki küçük ve orta ölçekli kuruluşların oluşturduğu tekel dışı (ulusal ekonomi) işletmeler. Bir yanda, emperyalist burjuvazi, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve var oldukları ya da kaldıkları kadarıyla feodalizmin kalıntısı sınıflar; öte yanda, tekel dışı burjuvazi, kapitalizm geliştikçe parçalanan köylülük ve köylülük parçalandıkça büyüyen şehirli emekçi sınıflar cephesi. Emperyalizmin, sömürgeler ve bağımlı ülkelerde yarattığı bölünme ve karşıtlık budur ve emperyalizm (işbirlikçi sınıflar) yıkılmadan, meydana getirdiği karşıtlık ve bölünme kaldırılmadan, söz konusu bu ülkelerin bağımsız ülkelere dönüşmeleri ve demokratik dönüşümlerini az çok tamamlamaları olanaksızdır.

Öte yandan, kapitalizm sınırında çözülebilir bir karşıtlık ve bölünme olmasına karşın; bu karşıtlık ve bölünmenin çözülmesi sorunu, bu ülkeler burjuva sınıflarının emperyalizmin yanına geçmeleri nedeniyle, artık anti-emperyalist ve demokratik bir halk devrimi sorunu haline gelmiştir. İstisna bazı geri ülkeler dışta bırakılırsa; geri ve bağımlı ülkelerdeki ulusal kurtuluş ve halk devrimleri denildiğinde, bu kurtuluş ve devrimlere ve bu toplumların ilerlemelerine damgasını basan ve basacak olan sınıf proletaryadan başka bir sınıf değildir.

a) Ulusu ve halkı oluşturan sınıflar içinde; halka önderlik etme, örgütleme ve ulusal özgürlük ve demokratik dönüşüm sorunlarını gerçekten çözme yeteneğinde proletaryadan başka bir sınıf yoktur; çünkü tekel dışı burjuva tabakalar güçsüz ve emperyalizme yamanma; öteki sınıflar, dağılma eğilimi ve yeteneksizlik içinde olan sınıflardır.

b) Sosyalist devrimi başarmak için proletarya, burjuva devrimleri döneminde çözülmemiş; proleter devrimleri çağına aktarılmış olan ulusal kurtuluş ve demokratikleşme sorunlarını çözmek zorundadır; çünkü egemenliğini bu sorunların varlığına borçlu ve aynı zamanda çözülmelerinin önünde başlıca engel olan emperyalizm yıkılmadan ve özgürlük ve demokrasi aşamasından geçmeden, bağımlı ülkelerin sosyalizme geçmeleri ve sosyalist inşayı başarmaları olanaksızdır.

c) Emperyalizmin yıkılması; yaşattığı ve yarattığı karşıtlık ve bölünmelerin kaldırılması, proletarya açısından ek bir yük değil; aksine, ezilen ve sömürülen sınıfları harekete geçirme, devrim yoluna sokma ve ülkeyi sosyalizme ilerletmesinin olanağı durumundadır; çünkü ulusal özgürlük ve demokrasi sorunları, bu sorunları iktidar mücadelesi platformuna dönüştüren proletaryaya, halk sınıf ve tabakalarını yedekleme ve devlet iktidarını ele geçirme olanağı sunan sorunlardır.

Devrim ve sosyalizmin, bağımlı ülkelerdeki olanak ve zorunlulukları burada üç noktada vurgulanan bu olgularda dile gelmiştir. Emperyalizmin, burjuva devrimleri çağına son veren; buna karşılık, sömürgeler ve geri ülkelerde çözülmeden kalmış burjuva demokratik sorunları, başlattığı proleter devrimi ve dünya sosyalist devrimine bağlayan bir kapitalizm olmasının anlamı bu olgularda yatmaktadır.

* Emperyalizmin egemenliği, geri kalmış ülkelerdeki ulusal özgürlük ve demokratik dönüşüm sorununu, burjuvazinin yükselişi ve iktidarı sorunu olmaktan çıkarmış, halkın sorunu ve proletarya ve sosyalizmin olanağı ve yedeği haline getirmiştir. Dolayısıyla, kurtuluşunu sosyalizmde bulan ve sosyalizm uğruna mücadele eden proletaryanın, sömürge ve bağımlı ülkelerdeki platformu, ulusun ve halkın öncüsü ve öteki ezilenlerle birlikte ulus ve halk olarak örgütlenme; ulusal (demokratik) devrimi, proletarya hegemonyası altında gelişen halk devrimine genişletme; devrim cephesinde kurduğu otoriteye dayanarak devlet iktidarını ele geçirme (demokratik halk diktatörlüğü) ve ardından sosyalizmin inşasına geçme platformudur.

Önce, köylülükle ve kentlerdeki halk sınıflarıyla birlikte, emperyalizm, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve yarı feodal gericiliklere karşı ulusal özgürlük ve demokrasi için; ardından, kırlar ve kentlerdeki yarı proleter ve sömürülen tabakalarla birlikte, kapitalizme ve genel olarak burjuvaziye karşı sosyalizm için mücadele. Bağımlı ülkelerde izlenmesi zorunlu olan çizgi (kesintisiz devrim) budur; bu ülkelerdeki proletarya, öteki sorunların çözümünü, emperyalizmin yıkılmasına bağlayan anti-emperyalist demokratik devrim aşamasının atlanılıp geçilemeyeceğini; buna karşılık, nispeten gelişmiş ülkelerde, uygun ulusal ve uluslararası koşullar altında devrimin, daha devrim sırasında sosyalist devrime dönüşebileceğini bilmek zorundadır.

Bağımlı ülke proletaryasının unutmaması gereken şudur ki; ulusal bağımsızlık ve demokrasi sorunları, burjuva demokratik karakterli ve kapitalizmin sınırları içindeki sorunlar olmalarına karşın; emperyalizmi yıkarak bu sorunları çözecek devrim, alelade bir burjuva devrimi değil; proleter devrimleri çağında gelişen ve ilk zaferin ardından sosyalist devrime dönüşecek olan yeni tipte bir devrimdir. Temel gücünü proletaryanın oluşturduğu; aynı zamanda yönettiği ve halka dayandırdığı bu halk devriminin kurduğu devlet; proletaryayı halk iktidarının yönetici sınıfı haline getiren demokratik halk devleti, sosyalizm uğruna mücadelenin aracı olan bir halk demokrasisi devletidir. Anti-emperyalist halk devrimi ve demokratik halk diktatörlüğü: Geri ve bağımlı ülkelerde, sosyalist proletarya diktatörlüğüne geçişin özgül biçiminin; proletaryanın, iktidarı ele geçirmesi ve sosyalist proletarya diktatörlüğünü kurma olanağı bulmasının özel çizgisi budur.

* Bağımlı ülke proletaryaları, ulusal özgürlük ve demokratikleşme sorunlarını, ancak kendilerinin çözebilecekleri sorunlar olarak ele almak ve bu sorunları, anti-emperyalist demokratik programlarının temeli haline getirmek zorundadırlar. Buna karşılık, emperyalizme karşı mücadelede, bu ülke proletaryalarının başka görevleri de vardır. Bu görevlerden ilki, ileri ülkeler ve bütün ülkeler proletaryaları ile ortak bir çizgi üzerinde ve tam kaynaşma halinde olmak; ikincisi ise, ezilen öteki ulus ve halkları, eğer varsa kendi ulusunun ezdiği halkları tutarlılıkla ve koşulsuzca desteklemektir, a) Uluslararası anti-emperyalist görevler, proletarya ve halkların sırtında ek bir yük değil; aksine, halkların kendi kurtuluşlarının asli görevleridirler, b) Emperyalizm, bütün ezilenlerin ortak düşmanıdır; nerede ve hangi ülkede vurulmuş olursa olsun, ona vurulan her darbe, öteki ülke halklarına verilen ve aynı zamanda onlardan alınan bir destektir. İki noktada burada vurgulananların özet ifadesi şudur ki; öteki ülke proletarya ve halklarıyla dayanışma içinde bulunmayan; kendisini uluslararası devrimin unsuru ve bileşeni haline getirmeyen bir geri ülke devriminin zafere ulaşması ve sosyalizme genişlemesi olanaksızdır.

* Öte yandan proletaryanın, ulus ve halkın öncüsü olarak örgütlenmesi ve amacına ulaşması açısından hayati önemde başka zorunlulukların ve görevlerin bulunduğuna da kuşku yoktur: a) İstismarcı ve uzlaşmacı orta burjuvazinin, hareket üzerindeki etkisini kıracak ve halk sınıflarını proletarya çevresinde toplayacak; b) genel anti-emperyalist demokrasi hareketi içinde erimesini dıştalayacak ve proletaryayı hareketin yöneticisi konumuna getirecek bir çizgi ve tutum: Emperyalizme karşı zaferin güvencesi; proletaryanın, halkın örgütleyicisi ve yöneticisi olması; devrimin halk devrimine genişlemesi ve sosyalizmin inşasına geçişin kaldıracına dönüşmesinin temel koşulu kuşkusuz buradadır. Emperyalizme darbe vuran her ulusal hareketi desteklemekle birlikte; proletarya bir yandan, ulus ve halkın öncüsü ve örgütleyicisi olarak hareket etmek; öte yandan, onu öteki halk sınıflarından ayıran bağımsızlığını ve sosyalizmi savunmak ve korumak zorundadır. Bu zorunlulukları dikkate almadıkları takdirde; bu ülke proletaryalarının, emperyalizmi ve gericilikleri yıkmaları; devlet iktidarını ele geçirmeleri, emekle sermaye arasındaki karşıtlığı kaldırmayı ve ülkeyi sosyalizme götürmeyi başarmaları olanaksızdır.

 

DÜNYA PROLETARYASI VE ULUSLARARASI ANTİ-EMPERYALİST CEPHE

c)- Bütün ülkeler proletaryalarının sosyalist; ezilen ulus ve halklar ve ezilen ve sömürülen sınıfların, merkezinde proletaryanın yer aldığı anti-emperyalist demokratik hareketi: Emperyalizme karşı mücadelenin (ve dünya devriminin) bileşenleri ve güçleri bunlardır.

Uluslararası emperyalizm, bütün ülkeleri birbirlerine bağlamakla; sadece sermaye ve gericiliğin uluslararası karşı devrimci cephesini oluşturmuş olmakla kalmamış; ezilen uluslar ve ezilen ve sömürülen sınıfların ileri proletarya çevresinde toplanmaları ve dünya devrimci cephesini oluşturmalarının koşulunu da hazırlamıştır. Emperyalizmin ezdiği ulus ve halkları ve tekelci kapitalizmin yıkıma sürüklediği ezilen sınıfları, anti-emperyalist uluslararası cephede birleştirecek uluslararası bir platforma sahip olmak ve emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelenin uluslararası öncüsü olarak hareket etmek: Proletaryanın kaçınamayacağı temel uluslararası görev işte budur.

Daha önce de vurgulandığı gibi, a) emperyalizme karşı mücadeleyi, kapitalizmin yıkılması ve iktidarın ele geçirilmesinin bir yönü olarak ele alan ve ülkesinde devrimi örgütlemekle görevli olan tek tek ülke proletaryaları, uluslararası tek bir parti olarak hareket etmek ve gelişmiş ve geri ülkelerdeki proletarya bölükleri, yaşanılan dönemin ihtiyaçlarına uygun düşecek uluslararası proletarya örgütlerinde toplanmak: b) proletaryanın uluslararası örgütü, ezilen halkların ve dünya halklarının emperyalizme karşı mücadelesini destekleyecek ve onları çevresinde toplayacak anti-emperyalist uluslararası bir platformun oluşmasını ısrarla istemek ve gerçekleştirmek zorundadır.

Uluslararası proletarya, bu ihtiyacı karşılamadan; emperyalizme karşı mücadelenin uluslararası öncüsü ve örgütleyicisi pozisyonunu kazanmadan, emperyalizmin gerçekten yıkılması; halkların özgürlük ve demokrasi hareketinin ilerlemesi ve sosyalizmin yeni bir atılımı olanaksızdır. Emperyalizme karşı mücadele, uluslararası ölçekte bir mücadeledir; uluslararası proletarya ve tek tek bölükleri, bu mücadelenin uluslararası gereklerini de yerine getirmek zorundadır.

 

-C-

EMPERYALİST KAMP İÇİNDEKİ MÜCADELE VE SOSYALİZM

7)- Dünyanın kapitalist tekelci gruplar ve emperyalist büyük devletler tarafından, pazar ve toprak bakımından paylaşılmasının tamamlanması, kapitalizmin emperyalizm biçimini alması ve dünya sistemine dönüşmesinin en önemli belirtilerinden birisidir. Emperyalizme varmış ve sömürge sistemine dönüşmüş kapitalizm, daha önce vurgulanan ekonomik ve toplumsal olguların yanı sıra, kapitalist gruplar ve büyük devletlerarasındaki ilişkileri ve dünyada oynadıkları rolü değiştiren olguların doğmasına da yol açmıştır.

Kapitalist tekeller ve emperyalist devletler tarafından, dünyanın pazar ve toprak olarak paylaşılmasının tamamlanması; nispeten bu olguyla nispeten de tekel olgusuyla bağlantılı olarak, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin gücünü artırması ve sıçramalı bir özellik kazanması: Emperyalizmi vurgulayan bu iki olgu, sermaye grupları ve büyük devletlerarasındaki ilişkileri ve sistemdeki rollerini baştan aşağı değiştirmiştir. Kapitalist gruplar ve büyük devletlerarasındaki karşıtlıklar, sistemin bağrındaki uzlaşmaz karşıtlıklara dönüşmüş; bu grup ve devletlerin birbirleri ve ötekilerle kurdukları ilişkiler, paylaşılması tamamlanmış dünyanın, eşitsiz ve sıçramalı gelişmenin yol açtığı güç değişikliklerine göre yeniden paylaşılması uğruna durmaksızın yenilenen bir egemenlik mücadelesi ilişkisi olarak yeniden şekillenmiştir. Emperyalist tekeller ve büyük devletlerarasındaki mücadele, yeryüzünü ele geçirme ve bütün pazara egemen olma mücadelesidir ve bu, dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla girişilen paylaşım savaşlarını da kaçınılamaz kılan bir olgu olarak doğmuştur.

Paylaşılması tamamlanmış pazarların, etki alanlarının ve dünyanın, sürekli değişen güç ilişkilerine göre yeniden paylaşılması: Pazarları ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, emperyalist kapitalizmin mutlak bir olgusudur ve yeniden paylaşma söz konusu olduğunda ise, emperyalist devletler ve büyük güçlerin ellerinde, kuvvetten ve savaştan başka “geçerli” bir bölüşme aracı yoktur.

Emperyalizm, kurduğu toplumu çözen; örgütsüzlüğe ve anarşiye sürükleyen kapitalizmdir; onun bu özelliği, en tam ifadesini, sistemin büyük güçlerinin parçalanması ve karşıt mihraklar olarak bloklaşmalarında; savaşlara ve dünya savaşlarına girmelerinin kaçınılamazlaşmasında bulmuştur. Bu mutlak olgu, kapitalizmin “tek bir dünya tekeli”ne doğru gidiş eğiliminin önünün kesilmesi olduğu gibi; bir yandan, sistemin genel bunalımının ağırlaşması; öte yandan, sermayenin içten çözülmesidir. Bir yanda, dünya karşı devrimci cephesi saflarındaki mücadele ve savaş; öte yanda, bir ölçüde bu mücadele ve savaşla, bir ölçüde de tekelin doğurduğu öteki olgularla bağlantılı ve en uç biçimini kriz ve savaş koşullarında bulan ekonomik ve toplumsal çözülme: Dünya devrimine ve emperyalizme karşı mücadeleye, sermaye cephesinde yedekler bulan mutlak olgular bunlardır.

Sermayenin uluslararasılaşma (entegrasyon) derecesindeki genişlemeye; nükleer ve termonükleer silahlanmadaki karşılıklı (en üst derecedeki dünyayı yok etme gücü-silah dengesi) artışa; ve bu ve benzer olguların güçlendirdiği “karşılıklı bağımlılık” ilişkilerine yaslanılarak, “artık dünya savaşının olanaksızlaştığı” savunulmuş; bu görüşler, uzun süre önce sosyalizm adına teori düzeyine çıkarılmıştır. Öte yandan “Yeni Dünya Düzeni” kampanyası, bu “sosyalist” teori ve tezlerin dayandırıldığı olgulara; bu vb. olguların, sınıfsal ve ulusal karşıtlıkları sistem içinde “çözülebilir” kıldığı; sınıfları ve ulusları “işbirliği” eğilimine “soktuğu” ve emperyalist dünya savaşlarını olanaksız hale getirdiği gibi görüşlere dayanılarak yürütülmüştür. İleri sürülen görüş ve yürütülen kampanyanın, “kapitalizmin değiştiği ve emperyalizmin aşıldığı”nı kanıtlamayı hedeflediği bilinen gerçektir.

Şunlar gerçek ve aynı zamanda doğrudur: Sermaye ve kapitalist tekelin geneldeki eğilimi, tek bir dünya tekeline ulaşma eğilimi olarak şekillenmiş; bu eğilim kendisini, sermaye grupları ve devletlerin uluslararası ilişkilerinin gitgide genişlemesi ve tekeller arası uluslararası birleşmelerin gitgide hızlanan artışında dışa vurmuş; bu genişleme ve hızlanan bu artış, tekelci gruplar ve devletlerin karşılıklı “bağımlılık ilişkileri”ni büyük boyutlara ulaştırmıştır. Nükleer ve termonükleer silahlanma ise, insan toplumu üzerinde bir tehdit olarak ortaya çıkmış ve dünyada bir “yok olma” korkusu yaratmıştır. Bunlar kuşkusuz birer olgudur; fakat ne var ki, emperyalist mücadele ve savaşın ortadan kalkması ve “dünyanın barışçı birliği”nin gerçekleşmesi iddiası sıradan bir yalandan ibarettir.

İlkin: Sermayenin uluslararası faaliyetinin genişlemesi ve uluslararası sermaye “entegrasyonu”, son beş on yıl içinde ortaya çıkmış bir olgu değil kapitalizmle, özellikle de tekelci ve emperyalist aşamasıyla birlikte ortaya çıkmış bir olgudur. Ayrıca bu olgu, sermayenin tek bir dünya tekeli eğiliminin bir belirtisi olduğu kadar; tekeller ve devletlerarasındaki ilişki ve karşıtlıkların karmaşıklaşması ve aralarındaki çıkar mücadelesinin kapsamının genişlemesi ve şiddetlenmesinin belirtisi de olmuştur. Öte yandan, sermayenin tek eğilimi, uluslararası birleşme ve tek tekele doğru eğilim değildir; kapitalizmin ve emperyalist dünyanın karşıtlıkları, “entegrasyon” ve “tek tekele gidiş” eğilimi ile ilgili olgulardan bağımsızdır ve tekeller ve devletler arasındaki karşıtlıklar ve bu karşıtlıklardan kaynaklanan mücadelelerin, tek tekele gidişi baltalayan ve olanaksız kılan olguları yenilediği ve yeniden ürettiği kuşku götürmez bir gerçektir.

İkinci olarak: Nükleer silah gücü, sermaye cephesindeki pazar, etki alanı ve egemenlik uğruna mücadeleyi ortadan kaldırmamakta; aksine şiddetlenmesine ve yeni sorunlarla genişlemesine yol açmaktadır. Nitekim nükleer silahlanma ve yüksek derecedeki silah “dengesi”, dünya savaşını, belli ölçülerde zorlaştırmasına karşın, bundan daha çok kolaylaştıran ve yakın tehdit halinde tutan bir etken olmuştur. Nükleer silahların yarattığı “toptan yok oluş” korkusunun, objektif ilişkileri ve sistemin mutlak olgularını yok edemediği; silah gücünün, savaş kışkırtıcı bir etken olduğu görülebilir bir olgu, bir gerçekliktir.

Sonuç olarak vurgulanırsa; uluslararası “entegrasyon”un ulaştığı boyut ve nükleer silah gücü, emperyalist egemenlik mücadelesi ve emperyalist savaşı gündemden kaldıran değil; tam tersine, koşullarını genişleten, şiddetlendiren ve daha tahrip edici kılan bir olgudur. Gerçek şudur: Uluslararası “entegrasyon” ve “nükleer güç dengesi”ne dayandırılmış olan “yeni dünya düzeni” ve “dünya barışı”, bir yanılsama ve yalandan başka bir şey değildir; dolayısıyla, sermayenin kâr ve azami kâr yasaları; emperyalist egemenlik mücadelesi ve dünya savaşını kaçınılamaz kılan karşıtlıklar hükümlerini sürdürmektedirler. Öte yandan, tekeller ve büyük devletlerarasındaki karşıtlık ve mücadelenin bugünden dışa vurmuş bulunduğu emperyalist sistem, “evrensel barış ve birlik ve istikrar içinde kalkınma” bir yana, yeni parçalanma ve bloklaşmaları, yeni silahlanma dalgalarını ve yakın savaş tehlikesini gündeme getiren yeni bir döneme adım atmıştır. Proletarya, “yeni düzen” ve “evrensel barış”la ilgili bütün demagojileri bir kenara itmek; öte yandan, sermaye cephesinde açığa çıkmakta olan yedekleri dikkate almak; bu yedeklerden yararlanmayı öngören bir tutum geliştirmek ve devrimci bir çizgi benimsemek zorundadır.

 

EMPERYALİST KAMP İÇİNDEKİ MÜCADELE VE TEK ÜLKEDE DEVRİM

a)- Emperyalist zincirde zayıf halkasının (ya da halkalarının) oluşması; sermaye cephesinin, oluşan bu zayıf halkadan (ya da halkalardan) yarılması; proletaryanın, zafer kazandığı ülkede (ya da ülkelerde) sosyalizmi inşa etme olanağı bulması: Kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi ve emperyalist egemenlik mücadelesinin ürünü olan bu olgular sadece, dünya devriminin gelişme çizgisindeki bir değişikliği değil; aynı zamanda, sistemin çöküşü ve tasfiyesi ve devrim ve sosyalizmin zaferinin dolaylı yedeklerini de vurgulamıştır.

a) Emperyalist cephe içindeki çıkar mücadelesi ve bu temelde meydana gelen kamplaşma, ister bir savaşa yol açmış isterse henüz açmamış olsun, sermaye cephesinin bölünmesi, zayıflaması ve proletarya ve halk hareketi ve sosyalizmin şu ya da bu ülkedeki zaferine karşı ortak bloğunun zorlaşması ve olanaksızlaşmasıdır.

b) Emperyalist zincirin zayıf halkasından yarılması ve devrim ve sosyalizmin herhangi bir ülkedeki zaferi, emperyalizmin uluslararası egemenliğinin zayıflaması olduğu gibi, proletarya ve sosyalizmin öz güçlerinin büyümesi ve güçlenmesidir; çünkü bu zafer, devrim ve sosyalizmin, uğruna mücadele edilen bir ülkü olmaktan çıkması; somut bir sistem olarak canlanması ve proletaryanın, emperyalizme karşı devlet olarak mücadele etmenin olanaklarıyla silahlanmasıdır.

Bu iki yönlü gerçekliğin anlamı şuradadır ki; bir yandan, emperyalist cephe parçalanmakta ve zayıflamakta; öte yandan, proletarya ve sosyalizm şu ya da bu ülkede zafer kazanmakta ve güçlenmektedir. İşaret edilen olguların, proletaryaya yüklediği görev şudur: Tekel ve emperyalizm olgusuyla birlikte, dünya proleter devriminin gelişme çizgisi değişikliğe uğramıştır; proletaryanın tutumu artık, genel ve zincirleme gelişen dünya devrimini beklemek değildir. Emperyalizm cephesindeki mücadele ve çatışmadan yararlanma; oluşmasında bu çatışmanın da rol oynadığı zayıf halkaları yarma ve tek ülkede devrim ve sosyalizmin zaferi için mücadele: devrimin çizgisi budur; proletaryanın tutumu buradadır. Öte yandan, proletarya ve tek tek bölüklerinin çizgisinin özelliklerinden birisinin; bu tutum ve bu mücadelenin zorunlu olarak, şu veya bu ülkede yol açacağı devrimleri ve kuracağı proleter devletleri, kendi öz devrimleri ve devletleri olarak desteklemeyi temel görev olarak benimsemesinde dile gelmiştir, denilebilir.

 

EMPERYALİST SAVAŞ, TOPLUMUN ÇÖZÜLÜŞÜ VE DEVRİMCİ SAVAŞ

b)- Kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasındaki karşıtlık, parçalanma ve mücadelenin kaçınılamaz sonuçlarından birisi de; ekonomilerin askerileşmesi, silahlanma yarışı, savaş tehlikesi ve patlak veren savaşlar olmuştur. Gerici savaş ve emperyalist paylaşım savaşı, emperyalizmin kaçınılamaz ve mutlak bir olgusu olduğu gibi; sermayenin, toplumun kurtulması gereken asalak bir yüke dönüştüğünün kanıtlanması ve açıkça ilan edilmesi de demektir.

Bir yandan, emperyalizmin, proletarya ve halklar karşısındaki birleşik bloğunun (yukarıda değinilmiştir) parçalanması; öte yandan, sermaye ve gericiliğin, öncelikle gelişmiş ülkelerde, iktidarını dayandırdığı ara sınıfların yıkılması, sermayeye karşı ayaklanmaya zorlanması ve mücadele halindeki proletarya saflarına itilmesi: Kapitalist tekeller ve egemen emperyalist devletlerarasındaki mücadele ve savaşın, sermayenin kurduğu toplumdaki yankısı budur. Emperyalist savaş hazırlığı ve savaşın yarattığı çöküntü ve tahribat, insan toplumu için bir yıkım ve felaket olmaktadır ve bu durumun, proletarya ve halklara, bu yıkım ve felaketin sermaye egemenliği ile bağlantısını öz-deneyimle anlama olanağı sunduğuna kuşku yoktur.

a) Emperyalist savaşın bizzat kendisi, iktidar mücadelesi veren proletaryayı, gelişmiş ülkeler ve dünya halklarının barış talep eden hareketinin alternatifi bir sınıf olarak ilan etmektedir; çünkü barış isteyen bu sınıflara, demokrasi, adalet ve barış verebilecek proletaryadan başka bir sınıfın bulunmadığını pratik olarak kanıtlamaktadır.

b) Proletarya, savaşta taraf olan; savaşan ve savaşmaktan yorgun düşen devletleri, devrimci iç savaşla ve anti-emperyalist devrimci savaşla tehdit etme; gerici savaşı, devrimci iç savaşa ve anti-emperyalist devrimci savaşa dönüştürme ve gerici hükümetleri yıkma olanağını genişletmektedir; çünkü emperyalist bloklaşma, savaş hazırlığı ve özellikle savaş, sermayenin içten zayıflaması, savaş yanlısı ve savaşan hükümetlerin toplumsal desteğini kaybetmesidir.

Emperyalist savaş hazırlığı ve paylaşım savaşı, sermayenin ortak hareketini zorlaştırması ve olanaksız hale getirmesinin yanı sıra; burjuvazinin halk arasındaki toplumsal örgütünü zayıflatması, proletaryanın cephesini genişletmesi ve müttefiklerini çoğaltması nedeniyle, devrim ve sosyalizm mücadelesinin dolaylı yedeği olmaktadır.

Burada iktidar mücadelesindeki proletaryanın anlaması gereken şudur ki; bu sınıf, emperyalist devletlerarasındaki çatışmanın onları bölmesi ve karşı karşıya getirmesinden yararlanmakla yetinmemek; bir yandan, yükselen savaş etkenlerinin tahrik ettiği demokrasi ve barış mücadelesini desteklemek; öte yandan, faşizm ve savaş karşıtı tepkileri devrimci savaşa genişletecek bir çizgi izlemek zorundadır. Proletaryanın gerici savaş karşısındaki tutumu, her türden savaşa karşı ve pasifist bir tutum değil; devrimci iç savaşa ve anti-emperyalist devrimci savaşa dönüştürme; toplumu çözmüş gerici savaşı, bu savaşı sürdüren sınıfı devrimci savaşla yıkarak bitirme tutumudur.

 

YENİ GÜÇ MÜCADELESİ DÖNEMİ VE HAREKETİN YARARLANMA OLANAĞI

c)- Emperyalist pazar ve egemenlik mücadelesi ve emperyalist cepheleşme, kapitalizmin genel bunalımının başlaması, olgunlaşması ve ağırlaşmasının; emperyalist savaş ise, genel bunalımın yeni aşamasının patlak vermesinin nedenleri ve aynı zamanda ürünlerinden birisidir. Buna karşılık, devrim ve sosyalizmin yenilgisinin açıkça ilan edilmesinin ardından yürütülen propagandanın temel amaçlarından birisinin, emperyalist egemenlik mücadele ve savaşlarının “artık geride kaldığı”nı kanıtlamak olduğu herkesçe bilinmektedir.

Oysa durumun propaganda edildiği gibi olmadığı; bu mücadelenin, bugünden genişlemekte olduğu olgularca ilan edilmiş bulunmaktadır. Neresinden bakılırsa bakılsın, tekeller ve büyük devletlerarasındaki mücadele etkisini artırmakta ve genel savaş etkenleri birikmektedir. Girilen dönemin, kapitalist gruplar ve büyük devletlerarasındaki yeni bir güç mücadelesi ve iktidar kavgası dönemi olduğuna kuşku yoktur. Emperyalist kapitalizmin, a) öz güçlerinin, sermayeye karşı açıktan döndüğü ve çöküşünün unsuruna dönüştüğü; b) iktidarını dayandırdığı ara sınıfları karşısına alarak kendini örgütsüzleştirdiği ve yıkıma vardığı bir sürece bugünden girmiş bulunduğu olgusal bir gerçekliktir.

Kısaca vurgulanırsa; kapitalizm ve emperyalizm koşullarında “evrensel barış”, kim ne söylerse söylesin olanaksızdır; proletarya, emperyalist mihraklar arasındaki mücadelenin yarattığı yedeklerden, son yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi yetenekle yararlanmak zorundadır. Aksi takdirde, nasıl mücadele ederse etsin; devrimin zaferi ve sosyalizmin inşası olanaksız bir hayal olarak kalmaya mahkûmdur.

Burada hayati önemi olan şey şudur ki; proletarya, emperyalist kamp içindeki çatışma ve parçalanmadan; bu parçalanma ve çatışmanın her aşamasından ve tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekteki sonuçlarından, bütün olanaklardan ve açık diplomasinin bütün biçimlerinden yararlanmak; buna karşılık, bir emperyalist mihraka karşı mücadele ederken, ötekinin ağına düşmesine izin vermeyen; yanı sıra, ulusal demokratik hareketi de düşürmeyen bir çizgiye sahip olmak zorundadır. Proletaryanın mücadelesi, kendi öz güçlerine ve devrim cephesindeki güçlere dayanan; fakat karşı devrim kampındaki çatışmalardan ve doğurduğu sonuçlardan yedek olarak yararlanmaya ihtiyaç duyan; bu yeteneği göstermek zorunda olan bir mücadeledir.

 

Aralık 1995-Şubat 1996

 

İşçi hareketindeki gelişme, büyük işçi grevinin gösterdikleri ve hareketin yönü

Türkiye işçi sınıfının en büyük eylemlerinden biri olarak gerçekleşen son grev eyleminin üzerinden kısa sayılamayacak bir süre geçti. Buna karşın bu önemli eylemi çeşitli yönleriyle ele alma ve hangi gelişmelerin devamı olarak gerçekleştiğine bakma ihtiyacı devam ediyor. Çeşitli kesimlerden politikacı, sendikacı ve yazarların greve ilişkin değerlendirmeler yaptıkları ve sınıf hareketine karşı tasfiyeci konumda bulunan “sosyalist” etiketli küçük-burjuva grupların da bu greve övgü düzmekten geri durmadıkları biliniyor.

Devrimci işçi basınında yer alan bazı değerlendirmelerde ise, daha çok grevin, işçilerin kendi güçlerini görmelerine sağladığı katkı ve grev-ücret ilişkisi ağırlıklı yanı oluşturdu. Büyük grevin bu açıdan ele alınması kuşkusuz gerekliydi. Ancak bu grevin başkaca önemli özellikleri üzerinde durulmadan ve greve gelen süreçte işçi hareketinin izlediği çizginin ana özellikleri ortaya konmadan doğru sonuçlara ulaşmak olanaklı değildir.

Son grevin öne çıkan ve kuşkusuz işçilerin deney birikimiyle doğrudan bağlı özelliklerine değinmeden önce, bu grevin daha önceki grev ve eylemlerden farklı yeni özellikler kazanmasını sağlayan, ya da onları hazırlayan önceki gelişmeleri kısaca da olsa gözden geçirmek zorunludur.

İşçi hareketi hangi süreçlerden geçerek bu büyük eyleme ulaştı ve yeni özellikler nelerdi?

İlk önce bu grev, Türkiye işçi sınıfının son on yıllık mücadelesi ve deney birikimi üzerinden gerçekleşti. 85’te Netaş greviyle başlayan eylemler, 89 yılında ülke düzeyinde gerçekleşen “Bahar Eylemleri”yle tırmanışa geçti, 90–91 yıllarındaki direnişlerle ve Zonguldak madencilerinin 40 günü aşkın eylemleri ve sonrasında başvurulan ‘genel eylem’le genel grev doğrultusuna girdi. Ancak burjuvazi ve emperyalizmin, özellikle Körfez Savaşı’nı kullanarak geliştirdiği karşı saldırı dalgasıyla bir miktar geri püskürtülen işçi eylemleri, ’94 yılında yeniden ve kitlesel olarak yükselişe geçti. Bunlar, son büyük greve ön-gelen başlıca önemli işçi eylemleriydi.

Netaş grevi, cunta yasaklarına vurulan ilk işçi darbesi ve sonraki yıllarda gelişecek eylemlerin habercisiydi. ’89 bahar eylemleri işçi hareketinde, kendi koşullarında yeni bir ‘zirve’nin yakalanmasını sağladı, işçi hareketi yaygınlaşırken, daha ileri mücadele biçimleri gündeme giriyor, eylem öncesi ve eylemler sırasında “işyeri komiteleri”, “grev komiteleri” gibi örgütler kurularak, mücadele daha ileri mevzilerden sürdürülmeye çalışılıyordu.

’89 bahar eylemleri ve (89–90) 1 Mayıs kutlamaları, işçinin kendi gücüne güvenini artırdı, bu eylemler içinde bir ileri işçi kuşağı giderek daha genişleyen bir güç olarak ortaya çıktı. ’89 bahar eylemleri, işçi hareketinde hem bir yükselişe işaret ediyordu, hem de genel grev talebinin giderek daha fazla işçi tarafından dile getirildiği ve gelişmenin bir genel işçi-emekçi eylemine doğru olduğunu gösteriyordu. İşçiler, sermayenin topyekûn saldırılarına karşı, işyerleri ya da birbirinden kopuk olarak çeşitli işçi merkezlerinde ve çeşitli işkollarında başvurulan grev, direniş, fabrika işgali vb. eylemlerin yetersiz kaldığını görüyor, özellikle öncü işçi kuşağı tarafından genel grev sloganı, hemen her işçi eyleminin baş sloganı olarak haykırılıyordu.

Zonguldak madencileri, yöre halkının aktif desteğine sahip olan, Aralık ’90’da başlayıp ’91’e ve 3 Ocak’a uzanan büyük direnişi, 40 gün boyunca bütün olumsuzluklara göğüs gererek sürdürdüler. Madenciler, eşleri-çocukları ve yöre halkının önemli bir kesimi, kış havasına aldırmadan, sınıf ve emekçilerin mücadele gücü ve kararlılığını ortaya koyarak, sermaye ve diktatörlüğün saldırılarına karşı, Ankara’ya doğru yola koyuldular. Zonguldak madencilerinin bu direnişi, işçi ve emekçiler tarafından coşkuyla karşılandı. Bu süreçte birçok fabrika ve işyerinde direnişler baş gösterirken, Kürt emekçileri bu direnişlerde moral bir güç buluyorlardı. Pendik ve Taşkızak tersanelerinde, Beykoz Sümerbank’ta, Ereğli Demir-Çelik’te, Paşabahçe, Maga Deri, Toros Gübre, Kargo ve belediye işyerlerindeki direnişler, birbirini izleyen, birbirinden cesaret alan ve harekette genel bir direniş için koşulları olgunlaştıran eylemler olarak gerçekleştiler.

İşçi hareketi, bütün bu gelişmelere karşın, üzerinde daha sonra duracağımız nedenlerle ’91 ortalarından başlayarak bir durgunluk dönemine girdi. ’92 1 Mayıs’ıyla birlikte işçi hareketinde yeniden yükseliş eğilimi görülmesine ve çeşitli illerde gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamaları, işçi ve kamu çalışanı emekçilerin eylemlerinin gelişmesini etkilemesine karşın, hareketteki durgunluk esas olarak devam etti. ’93 yılındaki “Çöp grevi” ise, büyük oranda desteksiz kaldı ve sermayenin burjuva basın aracılığıyla yürüttüğü karşı devrimci ve işçi düşmanı propagandanın da etkisiyle bitirildi.

 

İŞÇİ HAREKETİNİN BU SÜREÇTE KAZANDIĞI ÖZELLİKLER, HAREKETİN OLUMLULUKLARI VE ZAYIFLIKLARI, SONRAKİ GELİŞMELER ÜZERİNDE ETKİLİ OLDU

İşçi hareketinin ’80 sonrası ilk yükseliş dönemi, kısa durgunluk ve ardından gelen yeni yükseliş süreci harekette başlıca şu özelliklerin belirginleşmesini sağladı.

1- Belirtilmesi gereken ilk şey, bu sürecin ve özellikle son yedi-sekiz yıllık dönemin, işçi hareketinin, bütün tarihinin inişli-çıkışlı da olsa en ileri düzeyini yakaladığı bir dönem olduğudur. Kapitalist saldırının fütursuzluğuna karşı, kitlesel işçi hareketi, yalnızca bütün yasakları çiğneyerek ve sokaklara taşarak değil, ama ülke düzeyinde gösterdiği yaygınlıkla da yeni mevziler için zemin hazırladı, işçilerin ellerine kendi güçlerinin farkına varmaları için önemli silahlar verdi. İşçi hareketi bir yandan sınıfın ana kitlesini kucaklayarak genişler ve gelişirken, diğer yandan öncü bir işçi kuşağının giderek daha etkin tarzda sınıf eyleminin yönlendirici gücü olarak ileri çıkmasını sağladı. Sınıf içindeki sosyalizm çalışmasının bu öncü işçi kuşağıyla buluşmasını ve aynı kanalda akmak üzere birleşmesini kaçınılmaz hale getirdi.

a-) İşçi sınıfının ve diğer emekçilerin, burjuva partisi ve devletle çelişkilerinin uzlaşmaz karakteri, sınıfın mücadele içinde burjuvazi ve diktatörlükten kopuşunu hızlandırdı. Burjuva partilerine karşı güvensizlik, giderek açık bir kopuş ve uzaklaşmaya yol açarken; sınıfın ileri kitlesi, hareketin kendi diyalektiği içinde, deneyimini ve bilgisini geliştirdi.

b) İşçi kitle hareketinin geliştiği koşullarda, baskı altındaki diğer emekçi yığınlar sınıfın direnişinden aldıkları güç ve destekle sınıf hareketinin çekim alanı içine girerek, kendi talepleriyle işçi talepleri arasında kurulan bağ üzerinden sermaye cephesine karşı, sınıfla birlikte davranmaya başladılar.

İşçi kitle hareketi ve ondan güç alarak gelişen şehir ve kır emekçilerinin mücadelesi, doğal olarak işçi ve emekçilerle, hareketin önüne barikat kuran sermaye güçleri ve sınıf içindeki uzantıları arasındaki çelişkileri giderek keskinleştirdi.

c) İşçi sınıfı içindeki çalışmayı tüm devrimci çalışmasının merkezine alan ve işçilerin kendi deneyleri temelinde kendi mücadelelerinden öğrenerek, burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleyi geliştirmelerinde, onlara yardımcı olmayı günlük eyleminin içeriği olarak benimseyen proleter sosyalist hareketin, sınıf hareketinin öne çıkardığı ileri işçi kitlesiyle birleşmesi, bu ileri işçi kuşağının, sınıf içindeki konumunu güçlendirdiği gibi, onların sendika bürokrasisine karşı mücadelesini de ilerletici bir rol oynadı.

d) Sendika bürokrasisinin sınıf içindeki gücü bu dönem içinde büyük darbe yedi. Bir öncü işçi kuşağı, hareketi örgütleme ve sınıfın taleplerini kararlılıkla savunma tutumunu daha açıktan üstlenmeye başladı. Sendikaların taban örgütlerinden başlayarak işçi muhalefeti, bürokrat sendikal kastın çözülmesine, eski gücünü yitirmesine yol açtı. Sendikaların şube ve işyeri temsilcilikleri önemli oranda yenilenirken, ileri işçilerin ve sınıfa yakın sendikacıların mevzi kazanma olanakları genişledi, hareket içinde oynadıkları rol arttı. Tabandan gelen ve sınıfın talepleri üzerinde yükselen muhalefet, sendika şubelerinin bir kısmının bu işçilerin yönetimine geçmesiyle sonuçlandı. Bu sınıfın, burjuvaziye ve onun sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadelesinin yeni ve daha güçlü bir mevziden sürdürülmesi demekti. ‘89 sendika şube genel kurulları, mücadeleci işçi kuşağının bir bölümünün şube yönetimlerine gelmesiyle sonuçlandı. ’92 Türk-İş Genel Kurulu, mücadeleci-ileri işçi kuşağının sesini duyurmaya başladığını gösteren bir kurul oldu. Sendika şube yönetimleri, genel merkez ve Türk-İş delegeliklerine de yansıyan bu mücadele içinde işçiler, bürokratik sendikal kastın parçalanıp çökertilebileceğini ve daha iyi organize edilmiş, fabrika temeline oturan ve sendika şubeleri üzerinde yükselen bir çalışmayla ve güç biriktirilerek alaşağı edilebileceğini somut olarak da gördüler.

e) Bu süreç aynı zamanda, işçi hareketinin biriktirdiği öfkeyi gören sendika bürokrasisinin, mücadeleyi yozlaştırmak amacıyla, eylemlerin başına geçmeye başladıkları bir süreç oldu. İşçi hareketindeki yükseliş sürer ve daha etkili eylemlere eğilim güçlenirken, sendika ağaları da tabandan yükselen mücadelenin bütünüyle karşısında durulamayacağını gördüler ve mücadeleyi, burjuvaziye karşı yaptırım gücü zayıf olacak tarzda, geri bir düzeyde tutmak amacıyla işçi eylemlerinin başında boy göstermeye ve “genel eylem” kararları almaya başladılar. Zonguldak madenci direnişine çekilen barikat, 3 Ocak “genel eylemi” ve sonraki “eylem kararları” sendika ağalarının bu tutumunu açıklıkla ortaya koydu.

2-) Yenilgi yıllarının suskunluğunun kırılmasında başrolü oynayan işçi hareketi, sonraki tüm gelişmelerde, emekçi hareketinin motoru oldu ve işçiler hareketin başında yürümeye devam ettiler.

İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü mücadelesinin dağıtılması ve yığınların susturulmasını baş hedef olarak belirleyen 12 Eylül cuntasına ve onun çizgisinde yürüyen hükümetlere en önemli darbeyi işçi sınıfının, bütün bu eylemleriyle vurduğu açık bir gerçektir. İşçi hareketinin öne çıkardığı mücadeleci işçilerin işten atılması, çoğunun tutuklanması, sendikaların işlevsiz kılınması ve sendika bürokrasisinin generallerin “emir eri” haline gelmesi; işçi hareketinin mücadele platformunda bütün bu saldırı ve yasakların etkisiz kılınmasını acil bir görev haline getirmişti.

İşçiler, ülke yönetiminin esas yürütücü gücü olan MGK’nın kararlarına öfke duymalarına karşın, bir süre sürdürdükleri suskunluklarını, açlık, sefalet ve işsizliğin artmasının etkisiyle ve sendika bürokrasisinin “bu yasalar varken hiçbir şey yapılmaz” fetvalarını da duymazdan gelerek, Netaş greviyle yeni bir mücadele süreci başlattılar.

Zonguldak madenci direnişi önemli bir dönemeç oluşturdu. Mengen’de barikatın iki yanında duranlar iki sınıfın temsilcileriydi ve sendika ağaları her zamanki gibi sermayenin safındaydılar. Bu dönemde 100 bini aşkın işçinin greve çıkması ve diğer işyerlerinde de mücadelenin yükselmesinin koşulları oluşmasına karşın, sınıfın genel eylemi, genel grev gerçekleştirilemedi. Her bölge ve her işyerinin direniş merkezine çevrilmesine hizmet eden bir çalışma yerine, dayanışma ziyaretleri türünden ‘destek eylemleri’ daha fazla ilgi gördü.

İşçi hareketindeki bu yükseliş, bir genel grev eylemiyle sermayenin saldırılarının püskürtülmesi ya da geri atılmasını olanaklı kılıyordu. Kuşkusuz, sendika ağalarının, hareketteki yönelime karşın böyle bir eylemden yana olmaları beklenemezdi. Yerel düzeyde başlayan grevlerin birleştirilebilir, işyerleri ve işkolları arasında dayanışma eylemlerine gidilerek, işçi ve kamu çalışanlarının eylemleri birleştirilebilir ve bir genel grev gerçekleştirilebilirdi; bu mümkün ve olanaklıydı. Ancak, sendika bürokrasisinin engelleyici ve dağıtıcı rolünün yanı sıra, ileri işçi kuşağı ve sınıftan yana sendikacıların sınıfın ana kitlesiyle ilişki düzeyi sermaye ve hükümetin manevralarının etkisizleştirilmesini engelledi ve genel grev gerçekleştirilemedi.

3 Ocak “genel eylemi”, sınıfın mücadele isteğinin ve alttan gelen baskının sonucu, alınan kararla ve Türk-İş üyesi işçilerin bir günlük iş bırakmasıyla gerçekleşti. Sendika bürokrasisi, işçilerin alanlara çıkmasını ve işyerlerinde direnişlerin yükselmesini engellemek için, bu eylemin “evde kalarak” gerçekleştirilmesini istediler ve bir kez daha devlete yardımcı olma kararlılıklarını gösterdiler.

Bütün bunlar ve kendiliğinden hareketin bilinen zaaf ve zayıflıkları, burjuvazi ve sermayenin işçi-emekçi hareketini bir süre için de olsa geri atmayı başarmasına ve harekette bir düşüş ve durgunluk döneminin yaşanmasına yol açan etkenler oldular.

 

HAREKETİN DURGUNLUK DÖNEMİ VE BUNA YOL AÇAN BAZI ETKENLER

Zonguldak direnişi, Metal grevleri ve 3 Ocak eylemiyle işçi hareketi doruğa çıkarken, bu hareketin moral desteğiyle güçlenen Kürt emekçi hareketi de Vedat Aydın’ın katledilmesini protesto gösterileri ve Newroz kutlamalarıyla kitlesel katılımın üst düzeye çıktığı bir boyut kazanmıştı.

İşçi-emekçi hareketi, kendiliğinden-ekonomik karakterli bir hareket olarak gelişmesine karşın, genişliği ve giderek yükselen bir çizgide yaygınlaşmasıyla, sermaye ve gericiliğin saldırılarının püskürtülmesinin olanaklarını genişletmiş, Özal hükümeti eliyle yürürlüğe sokulan “Sansür ve Sürgün Kararnamesi”nin geçersiz kılınmasını sağlayarak, ANAP Hükümeti’nin işlevsiz kalması ve ömrünü tamamlamasında başrol oynamıştı.

Ancak işçi hareketinin, sendikal bürokrasinin denetimini ve gerici barikatlarını esas olarak aşamaması, öncü işçi kuşağı ve sendika şube platformlarının hareket içindeki zayıf konumu, hareketin ortaya çıkardığı potansiyele ve düzenden kopuş eğiliminin sürmesine karşın, bu potansiyelin kitlesel bir politik parti olarak örgütlenememesi vb. etkenlerle birleşen sermayenin “demokratikleşme” demagojisinin yarattığı beklenticilik ve Körfez Savaşı nedeniyle estirilen şoven rüzgârlar, kitle hareketinde bir durgunluk ve düşüş döneminin başlamasına yol açtı. Kuşkusuz, düşüş ve durgunluğun daha başka ve birçok etkeni de vardı.

İşçi hareketini geri çekici, pasifleştirici bir rol oynayan sendika bürokrasisi, sermayenin çok yönlü ideolojik ve politik saldırılarına destek oluyordu. Kürt emekçi hareketine Kürt reformcu burjuvazisinin platformundan müdahale eden küçük burjuva ulusalcı akımın üzerinde bulunduğu platform ve eylem çizgisi bir diğer olumsuz etkendi. İşçi hareketindeki gelişmeden aldığı güçle hak mücadelesine girişen kamu emekçileri, işçilerin eylemiyle birleşen bir mücadele için yeterli yeteneği gösteremiyorlardı.

Hareketin düşüş eğilimine girmesinde rol oynayan etkenlerden biri, 12 Eylül sonrasında sürekli olarak düşen reel ücretlerin 91–92 yıllarında göreli bir artışı yakalaması ve bu durumun, hareketin kendiliğinden zemininde filizlenen zaaf ve zayıflıklarla birleşerek bir rehavetin yaşanmasına yol açmasıydı.

Grev ve direnişlerin öne çıkardığı mücadeleci işçi kesiminin tasfiyesi, işyeri ve birim örgütlenmesinin zayıflığı, DYP-SHP hükümeti aracılığıyla yaratılan beklenti tutumu, “sol”culuk adına girişilen kör terör eylemlerinin, MİT ve kontrgerilla gibi diktatörlük örgütlerinin cinayet ve katliamlarına karşı tepkisizliğe yol açması vb. etkenler kitleleri bir dönem için de olsa hareketsizliğe ve durgunluğa itebildi.

İşçi hareketi ve yığın eylemindeki durgunluk ve geri çekiliş Kürt kentlerinde daha net ve güçlü olarak yaşandı. Kürt burjuva ulusalcı hareketin Amerikancı “barış” planına gösterdiği güçlü eğilim, Kürt emekçi hareketinde yılgınlık ve karamsarlığa yol açarken, şoven Türk milliyetçiliği ve faşist ırkçı akım, Kürt milliyetçiliği bahanesiyle, Türk emekçi kitleleri içinde belli bir destek görerek örgütlenmesini geliştirdi. “Adriyatik’ten Çin Seddine büyük Türk dünyası” demagojisiyle şovenizmi körükleyen Türkeş ve Demirel’in başını çektiği Türk milliyetçiliği, ABD’nin Körfez Savaşı’yla yarattığı yeni durumdan emperyalizmin taşeronluğuna soyunarak yararlanmaya, “Türkî Cumhuriyetler”le ilişkilerini ABD politikaları doğrultusunda düzenlemeye, Azerbaycan’da olduğu gibi, bu ülkelerde hükümet darbelerinin tezgâhlanmasına katılarak, “Türkî” ve “İslami” bağlar üzerinden dış ilişkileri, içerde sınıf ve halk hareketinin bastırılmasının aracı olarak kullanmaya başladılar. Bütün bu girişim ve gerici-şoven propaganda, özellikle küçük burjuva kitlelerde milliyetçi-dini duyguları geliştirerek, onların bazı kesimlerinin sınıf ve emekçi hareketine karşı tutum almalarını sağlarken, “dış olanaklar” ve “dış düşman” demagojisiyle bir “milli mutabakat”ın yolu da açılmış oldu. Bu durum, MHP, RP gibi partilerin yığınlar içindeki desteğini artırmalarını ve burjuvazi ve gericiliğin daha genişlemiş bir platform üzerinden saldırılarını sürdürmesini olanaklı kıldı.

Burjuvazi, Körfez Savaşı’yla birlikte şovenist propagandaya hız verdi. Küçük-burjuva “solcu”luğu ve Kürt burjuva-reformcu ulusalcılığının, sınıf ve halk hareketinde tahrip edici, güçten düşürücü rol oynayan eylem ve çizgilerinden de yararlanarak, hareketi bir miktar geri püskürtmeyi başardığı gibi, burjuva düzen partileri ve devletten kopuş eğiliminin devam etmesine karşın, yığınları “demokratikleşme” beklentisine sürükleyebildi. DYP-SHP koalisyonunun, seçim faaliyeti kapsamında ve hükümet programı’nda, sendikal hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılacağı, ‘Kürt realitesi’nin tanınacağı, “demokratikleşme”nin sağlanacağı vb. propagandaya ağırlık vermesi ve bu propagandanın “sol”, “sosyalist” küçük burjuva parti, akım ve grupları da kazanan bir etki yaratması, sendika ağalarının hareketi geri çeken tutumuyla birleşince, sınıf ve emekçi hareketinde kısa süreli de olsa bir durgunluk dönemine girildi.

Ne var ki, burjuvazi, izlediği taktiklerle işçi hareketini geri atmasına karşın, bunu, ancak yeni dönemin olanaklarını tüketerek, içinde bulunduğu açmazı derinleştiren yöntemlere başvurarak sağlayabiliyordu. Diğer yandan işçi ve halk hareketinin bütünüyle püskürtülmesi söz konusu değildi. Sınıf ve emekçilerin düzen partilerinden kopuşu devam ediyor, işçiler çeşitli eylemlere başvuruyorlardı. Belediye işçilerinin İstanbul, Gebze ve diğer işyerlerindeki eylemleriyle Petro-Kimya işkolunda başvurulan eylemler buna örnek olarak gösterilebilir. “Demokratikleşme” ve “refah” propagandasına karşın, yığınlara yönelik saldırı politikasını daha da sertleştiren sermaye ve hükümete karşı, yığınların yer yer zaten sürdürdükleri mücadelenin yeniden yükselişe geçmesinin koşulları devam ediyordu. Burjuva propagandası inandırıcılığını yitiriyor, yığınların hükümet politikalarına karşı tepkisi yeniden büyüyordu. Kamu emekçilerinin, hükümetin ‘sendikal hak vaadi’ni tutmaması üzerine başvurdukları eylemler giderek yaygınlaşıyordu.

 

İŞÇİ VE HALK HAREKETİNDE YENİ YÜKSELİŞ DÖNEMİ, ‘94 VE SONRASI

Burjuvazi, yığınlara yönelik ekonomik-politik saldırıların kapsamını daha da genişleten bir programla 1994 yılına girdi. Ekonomik kriz ve ‘yeni 24 Ocak Planı’ olarak adlandırılan 5 Nisan kararları, burjuvazi ve gericilik açısından olduğu kadar, işçi hareketi ve ezilen yığınlar açısından da yeni bir dönemin başlamasını ifade ediyordu. Sermayenin saldırılarına karşı işçi yığınlarının hoşnutsuzluğu, yeni bir öfke patlamasını gündeme getiriyordu.

‘94′ 1 Mayıs’ı, 20 Temmuz genel eylemi, 20 Aralık gösteri ve direnişleriyle, hareket yeniden yükselişe geçti. 5 Nisan paketiyle, açlık, sefalet ve işsizlik dayatılıyor, iç ve dış borçların birikmiş büyük yükünün emekçilerin sırtından karşılanması hedefleniyor, kazanılmış sosyal haklar gasp ediliyor, ücretler fiilen donduruluyor, yüz binlerce işçinin sokağa atılması planlanıyordu. Kürt kentleri ve köylerinde saldırılar aralıksız sürüyor, köylerin boşaltılmasına devam ediliyor, zora dayalı göçler sonucu kent merkezlerine yönelen Kürt emekçileri buralarda iş, ekmek, barınma vb. gibi sorunların yanı sıra, polis baskısıyla karşılaşıyor, işkence ve gözaltı kayıpları artarak devam ediyordu.

Bütün bunlar, işçi ve emekçi mücadelesinin ekonomik temellerini güçlendirirken, yığınlar içinde politik saldırı ve zorbalığa karşı öfke de büyüyordu. İşçi ve emekçilerin düzenden kopuş eğilimine bağlı olarak burjuva partilerinin, yığınlar üzerindeki etkileri önemli oranda zayıflıyor, hareket geçici durgunluğu aşarak, sendika bürokrasisini de açmaza alan ve hareket önünde sürüklenmesini sağlayan bir çizgide yeniden, yükseliyor ve yeni bir zirveye doğru yol alıyordu.

1 Mayıs ’94 kutlamaları, önceki bir Mayıslardan farklı olarak, hareketin biriktirdiği bu öfke üzerinden ve daha kitlesel, daha yaygın bir katılımla gerçekleşti. Gösterilerin başında yürüyenler işçilerdi. Sendika bürokrasisinin, liberal-‘sol’ çevrelerin, küçük burjuva grupların reformcu-sağcı dayatmalarına karşın, proleter sosyalist hareketin ve öncü işçi kuşağının, mücadeleyi tüm ülkeye ve tüm işyerlerine yayma tutumuyla sınıf ve emekçiler içinde yürüttüğü çalışma ve sendika şube platformlarının, önceki dönemle kıyaslandığında sınıfın gücünü dağıtıcı rol oynayanlara karşı gösterdiği daha net tutum, 1 Mayıs’ın güçlü gösterilere sahne olmasını sağladı ve bu durum işçi hareketindeki yeni yükselişe güç verdi.

20 Temmuz eylemi, sendika ağalarının, eylemi, süre, katılım vb. bakımlardan sınırlamalarına karşın, genel bir iş bırakma ve iş yavaşlatmayla gerçekleşti ve kamu çalışanlarının aktif desteğini aldı.

20 Aralık 1994’te kamu çalışanı emekçilerin gerçekleştirdikleri genel eylem ise, “grevli, toplusözleşmeli sendika hakkı” talebiyle gelişen ‘memur’ mücadelesinde bir üst noktayı ifade ediyordu. 200 bin kamu emekçisi sokaklara çıkarken, sendikalarda örgütlü kamu çalışanları sayısını katlayan genişlikte bir kitleyi kapsayarak gelişen bu eylem, işçi sendika şube platformlarının destek kararıyla, daha güçlü bir eyleme dönüştü.

İşçi hareketi ve giderek daha açık biçimde yönünü işçilere dönen diğer emekçi kesimlerin mücadelesi ’95 yılında da yükselişini sürdürdü. 1 Mayıs ’95 sendika üst yönetimlerinin ve kamu çalışanları sendikaları yöneticilerinin engelleyici ve moral bozucu tutum ve faaliyetlerine karşın, yüz binlerce işçi ve emekçinin alanlara çıktığı, iş bıraktığı, taleplerini dile getirdiği ve baskı ve saldırıları lanetlediği bir gün oldu. Yanı sıra bu 1 Mayıs, sınıf ve emekçi hareketinde tasfiyeciliğe soyunan küçük burjuva grupların, hareketin dışına süpürüldüğü ve işçi devrimciliği ile küçük burjuva devrimciliğinin daha net ayrıştığı bir 1 Mayıs oldu.

İşçi hareketindeki yükseliş ve yüz binlerin sokaklara çıkarak faşizm ve sermayenin saldırılarını ve IMF patentli ekonomik programı protesto etmeleri, diğer olumlu etkilerinin yanı sıra, öncü işçi kuşağının hareket içinde tuttuğu mevziinin güçlenmesine yol açtı. Proletarya partisinin yeniden ve sınıf temeline daha sağlamca oturmuş biçimde inşa edilmesini ve işçi hareketinin politik bir kitle partisi biçiminde örgütlenmesinin olanaklarını genişletti. Bu gelişme aynı zamanda ileri işçi kuşağı ve sınıftan yana sendikacıların hareket içindeki yerini güçlendirici bir rol oynadı.

 

İŞÇİ HAREKETİNDE ÖNEMLİ BİR GELİŞME; İLERİ İŞÇİ KUŞAĞININ HAREKET İÇİNDE MEVZİ KAZANMASI VE SENDİKA ŞUBE PLATFORMLARININ OLUŞUMU

Yasakları çiğneyerek sokağa taşan işçi hareketi, bu süreçte, sendika bürokrasinin harekete çektiği barikatları yıkmayı da hedefleyen bir oluşumu, Sendika Şube Platformları’nı gündeme getirdi. ’89 Bahar eylemleri ve sonrasında yükselişini sürdüren işçi hareketi, işçi sınıfının ileri kesimlerinin başlıca işçi merkezlerinde hareketin başına geçmelerini adeta zorunlu hale getirmişti ve bunun olanakları giderek genişliyordu.

İstanbul başta olmak üzere büyük işçi merkezlerinde ileri işçiler, daha örgütlü bir mücadeleyle sendikaları sınıf hareketinin gerçek örgütleri haline dönüştürme hedefini de içeren bir çalışmanın içine girdiler. Önce İstanbul’da, daha sonra diğer illerde mücadeleci-ileri işçilerin örgütlü oldukları sendikalardan başlayarak Sendika Şube Platformları oluşturuldu. Sendika Şube platformları, yalnızca kararlarıyla değil, örgütledikleri çeşitli eylemlerle de işçi hareketinde önemli bir rol oynadılar. 1 Mayıs’larda, çeşitli işçi eylemlerinde, diktatörlüğün saldırılarını püskürtme hedefi güden ve düzen sınırlarına hapsolmayı reddeden bir eylem çizgisinden yana tutum alarak sendika bürokrasisinin hareket üzerindeki etkisini zayıflatmada olumlu rol oynadılar. Bu olumlu rol, platformların işçiler içindeki etkisini artırdı ve bir mücadele mevzisi olarak benimsenmelerini sağladı.

Ancak, platformlar henüz önemli zaaflara sahipti; öncü işçilerin, tuttukları mevziinin hareket içindeki ve üzerindeki etkisini yeterince kavrayamamaları ve bunun kaynaklık ettiği inisiyatifsizlik, küçük burjuva sınıf dışı akımların rekabeti körükleyen ve işçilerin birliğini sabote eden tutumları vb. gibi nedenlerle önemli zaaflar taşımaktaydılar. Bu zaafların bugün aşıldığı ise henüz söylenemez. Bununla birlikte, mücadelenin yükseltilmesinde önemli bir rol oynayan bu platformlar bugün de ileri işçilerin elinde hareketi ilerletmede dayanacakları önemli bir mevzi durumundadır. Bu mevziinin daha etkili kullanılması ise, ancak öncü işçi kuşağının, sınıfın geniş kesimleriyle birleşmeyi esas alan bir çizgide ısrarıyla ve “dıştan” gelen küçük burjuva baskıyı etkisiz kılacak bir tutumu benimsemesiyle mümkün olacaktır.

 

SENDİKA AĞALARININ İŞÇİ HAREKETİNİ SAPTIRMA ÇABALARI; “İŞÇİ PARTİSİ” DEMAGOJİSİ VE “İŞÇİ KURULTAYLARI”

Burjuvazi bir yandan doğrudan saldırılarla hareketi geri atmayı hedeflerken, diğer yandan, işçi kitlesi içindeki kaynaşmanın açık politik bir Emek Partisi’ne evrilmesini sendika bürokrasisi eliyle saptırma çabalarını artırdı. Türk-İş üst yöneticilerinin ortaya attıkları “işçi partisi” sloganı bu kapsamda gündeme geldi. Sendika üst yönetimi, işçilerin kendi gerçek partileriyle birleşmelerini ve bağımsız bir parti olarak örgütlenmelerini engellemeyi ve yanı sıra kof böbürlenmelerle sözde burjuva partilerine karşı bir politika izleyebileceklerini göstermek suretiyle hükümeti “sıkıştırma”yı hedefliyorlardı.

Sendika üst yönetimleri, öncü işçi kuşağı ve proletarya sosyalizmi akımının işçi hareketinde tuttuğu mevziinin güçlenmesi durumunda, saltanatlarının son bulmasının kaçınılmaz hale geleceğini kavramakta gecikmediler. İşçi sendika şube platformlarının hareket içinde kazandığı ve giderek güçlenen konum; sınıftan yana sendikacıların ve öncü işçilerin girişimiyle üst bürokrasiyi hedefleyen gelişmelerin güçlenmesi ve bir işçi kurultayının toplanması yönünde çalışmaların başlaması, sendika ağalarının telaşa kapılmaları için yeterliydi. Sendikal bürokrasi, kendisini de hedefe koyan gelişmeleri etkisiz kılmak için, işçiler tarafından ortaya atılan “kurultay” fikrini sahiplenerek, Zonguldak, İstanbul, İzmir, Adana gibi kentlerde “işçi kurultayları” topladı.

Ancak, tüm burjuva ayak oyunlarına karşın, “İşçi kurultayları”, işçilerin mücadele isteklerinin dile getirildiği, mücadele kararlılığının haykırıldığı platformlar oldular ve bu platformlarda sermayeye karşı daha kararlı bir tutum alınması ve genel grev yapılması yönündeki işçi istekleri dile getirildi.

Özellikle İstanbul ‘İşçi Kurultayı’nın örgütlenmesinde öncü işçiler ve sınıftan yana temsilci ve sendikacıların önemli bir rol oynaması, 200 civarında ve çeşitli sendikalara üye işçinin Kurultay hazırlık çalışmaları içinde yer alması, çalışmaların fabrika ve işyerlerine taşınması ve çalışma süresinde yapılan toplantılarda işçilerin sorunları tartışmaları, harekette yeni bir canlılık sağlamaktaydı. İşçi kurultayları, sendika şube platformlarının, çalışmayı işyeri ve fabrikalara taşımada gösterdiği zaaf sonucu, nispeten işlevsiz kaldıkları bir süreçte gündeme gelmeleri ve sendika üst yönetimlerinin sinsi bir manevra ile bu kurultayları örgütleme işini üstlenerek denetimlerine almaları nedeniyle, istenen sonucu doğurmamalarına karşın, özellikle 3000 civarında işçinin katıldığı İstanbul İşçi Kurultayı ve İzmir İşçi Kurultayı, sendika ağalarının manevra alanının sınırlanmasına ve işçilerin, öncü işçilere ve şube platformlarına güveninin artmasına yol açtı.

Sendika ağaları, ileri işçileri, hareket içindeki mevzilerinden geri atmak için “tüm çalışanların partisinin kurulması” tartışmalarını kurultaylara da taşıdılar ve bu tartışmalarla işçilerin dikkatini dağıtarak kendi konumlarını güçlendirmeye çalıştılar. Sendika bürokrasisi, hareketin kendi denetiminden çıkmamasının yollarını aramaktaydı ve farklı nedenlere dayanmasına, farklı yerlerden gelmesine karşın sınıf dışı küçük burjuva grupların rekabetçi-dağıtıcı faaliyetinden destek bulmaktaydı.

Kısaca, kurultay toplantıları, sınıftan yana sendikacılar, öncü işçiler ve işçiler bir yanda, sendika ağaları ve onların konumunu güçlendiren tutumlarıyla küçük burjuva sınıf dışı akımlar diğer tarafta olmak üzere, bu iki taraf arasında bir mücadelenin yaşandığı platformlar olarak gerçekleştiler. Zaaf ve eksikliklerine ve sendika ağalarının denetimine karşın, işçi hareketinin yeniden yükselişe geçmesine, taban inisiyatifinin ve öncü işçilerin konumunun güçlenmesiyle hizmet ettiler.

 

‘ANKARA YÜRÜYÜŞLERİ’ VE İŞÇİ-EMEKÇİ HAREKETİNDEKİ YERİ

İşçi-emekçi mücadelesinin son yıllarda ortaya çıkardığı eylem biçimlerinden biri de Ankara Yürüyüşleri’dir. ‘Ankara Yürüyüş ve mitingleri’ işçi hareketine Zonguldak madencilerinin büyük direnişiyle, bu direnişi ‘daha etkili kılma’ düşüncesinin ürünü olarak girdi.

Zonguldak madencilerinin, yöre halkının ve ülke emekçilerinin desteğini alan direnişi ve sonrasında gelişen Ankara yürüyüşü Mengen barikatıyla geri çevrilir ve bu durum işçiler içinde tepkiyle birlikte moral bozukluğuna yol açarken, sonrasında gelişen birçok işçi ve kamu çalışanı eylemlerinin ‘Ankara’ya yapılacak bir yürüyüş’le bitirilmesi adeta alışkanlık haline geldi.

İzmir’de işten atılan Belediye işçileri, grevli toplusözleşmeli sendika mücadelesi yürüten kamu çalışanları, çeşitli işkollarına mensup işçiler, eylemlerini “Ankara’da bitirme”ye başladılar. Kamu çalışanları sendikalarının ve Türk-İş’in yöneticileri, müjdelenin ülkenin her tarafında ve tüm çalışma alanlarına yayılarak gelişmesi için çaba gösterme yerine, “hükümete baskı yapma” gerekçesiyle işçileri ve diğer çalışanları

Ankara’ya toplayarak, bu yürüyüş ve gösterilerden, hareketi güçten düşürme yönünde yararlanmaya çalıştılar. Yüz binlerin bir araya gelerek, burjuvazi ve hükümete karşı taleplerini ve öfkelerini haykırmalarına karşın, içine girilen eylemlerin ‘son durağı’ olan bu yürüyüşler, giderek belirginleşen bir biçimde bıkkınlık ve yorgunluğu besleyen bir rol de oynadılar. Bu özelliğiyle Ankara yürüyüşleri, hareketin gücünün değil, zaafının göstergesi oldular. Türk-İş yöneticileri, bu yürüyüşler aracılığıyla on binlerce ve bazen yüz binlerce işçinin öfkesini Kızılay Meydanı’nda, ya da “Atanın huzuru”nda etkisiz kılarken, işyerlerinde geliştirilecek yaygın grev ve direnişlerin önünü de kesti.

Ancak işçilerin bizzat kendilerinin örgütledikleri ve ‘kamuoyu’ desteği alarak burjuvazi ve hükümetin saldırılarını püskürtmek amacı taşıyan eylemlerle, sendika ağalarının, hareketi geriye atma yönünde yararlanmayı hedefledikleri ‘Ankara yürüyüşleri’ arasında da ayrım yapılmalıdır. Sermayeye karşı belli merkezlerde yoğunlaşan yürüyüş ve gösterilerin genel olarak reddedilemeyeceği açıktır. Dahası, bu türden eylemler bazen zorunlu hale de gelebilir. Sendika bürokrasisinin çağrılarıyla Ankara’da gerçekleştirilen ‘merkezi’ eylemlerin, hareketin ivmesini düşürme yönünde kullanıldığı ise bir gerçektir. Buna karşın işçiler, sendika üst bürokrasisinin gerici barikatlarını kırma tutumunu bu eylemler sırasında da gösterdiler ve eylemlerin sendika ağalarının denetim ve kontrolünde bir resmigeçide dönüştürülmesine önemli ölçüde engel oldular.

Türk-İş üst yönetiminin, işçileri yatıştırma amacıyla başvurduğu Ankara yürüyüşleri, kamu çalışanları tarafından adeta tek eylem biçimi haline getirildi. Birçok kez, memurlar, ülkenin her tarafından büyük baskılara, sürgünlere ve mali sıkıntılara katlanarak Ankara’ya geldiler, polis saldırılarını göğüsleyerek yürüdüler, taleplerini haykırdılar ve dağılıp gittiler. Son olarak 17–18 Haziran ’95’te alınan eylem kararı üzerine 150 bin civarında memur Ankara-Kızılay Meydanı’nda ‘oturma eylemi’ yaptı. Hükümetten beklentiyi güçlendiren bir işlev de gören bu yürüyüşlerle güç toplamaya çalışan reformist sendikal çizginin, mücadeleci işçi ve emekçi kitlesinin enerjisinden yararlanmayı başardığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Yazının daha önceki bölümünde, işçi-emekçi hareketinde yeni bir yükseliş için güç ve öfke birikimine işaret ederken; sendika bürokrasisi ve doğrudan sermayenin, hareketin önünü kapamak için çeşitli oyunlara başvurduğunu, bu kapsamda “işçi partisi kurma” türünden demagojilerle birlikte ‘Ankara yürüyüş ve mitingleri’ne daha fazla rağbet edildiğini belirtmiştik. Bütün bunlara karşın, sermaye ve hükümetin saldırılarının işçi-emekçi mücadelesinde yeni bir yükselişi zorladığına da dikkat çekmiştik.

 

HAREKETİN YÜKSELİŞİNDE YENİ BİR ZİRVE OLARAK SON BÜYÜK İŞÇİ GREVİ

Yukarıda, son işçi grevinin Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından taşıdığı özel öneme vurgu yaparken, bu grevin son yılların işçi mücadelesinin birikmiş deneyleri üzerinde yükseldiğini harekete yeni kazanımlar eklediğini, bir genel grev için koşulları bugüne kadar olmadık ölçüde olgunlaştırdığını, öncü işçi kuşağı ve sınıftan yana sendikacıların hareket içinde tuttukları mevziiyi daha da güçlendirdiğini, hükümet ve sermaye planlarını önemli oranda bozduğunu, emperyalizme karşı mücadeleye genişleme yönünde adımların atılmasını sağladığını ve işçi sınıfının, tüm ezilenlerin hareketinin gerçek motor ve merkezi gücünü oluşturduğunu bir kez daha gösterdiğini belirtmeye çalıştık. Son büyük greve gelen sürecin işçi-emekçi hareketindeki gelişmeler bakımından incelenmesi, bu grevin özel öneminin kavranması bakımından gerekliydi. Gelişmeleri kısaca da olsa özetlemeye çalıştık. Şimdi yeniden son büyük işçi grevine dönebiliriz.

“Cumhuriyet tarihinin en büyük grevi” olarak adlandırılan son işçi grevi, birinci olarak, son yedi-sekiz yıllık işçi-emekçi mücadelesinin birikimi üzerinden, bu mücadelenin deneylerinden öğrenen işçilerin kararlı tutumları sonucu ve sınıfın baskısıyla gerçekleşti.

İkinci olarak, ilk kez 300 ila 400 bin arası bir işçi kitlesi yirmi beş gün süreyle bir grev gerçekleştirdi. Bütün tehditlere karşın işçiler, coşku ve kararlılıkla grevi sürdürdüler. İşyerlerine kapanıp kalmadılar, sokaklara ve alanlara çıktılar; IMF’yi, hükümeti ve Meclis’in şahsında devleti hedefe koyan sloganlar haykırdılar. Büyük işçi grevi ülkenin iç ve dış politika tartışmalarının merkezine oturdu. Hükümetin düşmesi, yeni hükümet tartışmaları, burjuva partilerin hükümet pazarlıkları, “Gümrük Birliği” Ve Hazar Petrolleri görüşmeleri bu greve bağlanarak tartışılır hale geldi.

Bu grev, bir kez daha ve kesin bir biçimde, bir yanda IMF, hükümet, valisinden Cumhurbaşkanına devlet güçleri, burjuva partileri, sermayenin çeşitli diğer örgütleri; diğer yanda, grevci işçiler onların aileleri başta olmak üzere diğer emekçi kesimler, işçilerin ve emekçilerin kapitalist sömürüden kurtulmaları için yıllardır sınıf ve emekçiler içinde çalışma yürüten proletarya sosyalistleri, sınıfın çıkarlarını savunma kararlılığı içindeki bazı sendikacılar ve sınıftan yana aydınlar olmak üzere, işçilere karşı olanlarla, işçileri ve onlardan yana olanları açıktan karşı karşıya getirdi.

Çiller Hükümeti, IMF’yle yapılan anlaşmalar uyarınca işçi ücretlerini, memur maaşlarını ve tarım ürünleri taban fiyatlarını artırmama (ki bu ‘dondurma’ anlamına geliyordu) politikası izleyerek, önce “sıfır sözleşme”, sonra % 5,4 gibi komik bir rakamda diretiyordu. Sermaye ve hükümet, grev durumunda, ekonomik kayıpların, işçilerin istediği ücret artışı tutarından daha fazla olacağını bilmelerine karşın, uzlaşmaz davrandılar. Kuşkusuz, bu bir sınıf tutumuydu, ve dayatma yalnızca ücretler sorununu değil, özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikaları etkisizleştirme yoluyla işçi sınıfının mücadelesini püskürtme hedefiyle doğrudan bağlıydı. Eğer, işçiler ücret sorununda geri püskürtülürlerse, sınıfa ve tüm emekçilere yönelik daha kapsamlı saldırılar için yol açılmış olacaktı.

Grevin başlaması ve uzunca sayılabilecek bir süreye yayılması, sermaye ve diktatörlük cephesinin güçlerini derlemesi ve grevci işçilerin şahsında işçi sınıfı ve emekçilere karşı, “bölücü” ve güçten düşürücü bir karşı kampanya başlatmasını birlikte geldi. Burjuvazi ve hükümet çevreleri, yüz binlerin eyleminin anlamını, denebilir ki işçilerin ana kitlesine göre daha iyi kavramışlardı. Grevlerin bir an önce ve en geri düzeyde hak kazanımı veya yenilgiyle bitirilmesi, sermayenin kısa vadeli çıkarları ve hükümetin kurulup güven oyu alması gibi günlük politik hedeflerden öte; uzun vadeli çıkarları açısından da zorunluydu. Grev, sistemi sorgulayan fikirlerin güç bulmasının olanaklarını genişletecek; burjuvazinin sınıf egemenliğinin işçi sınıfı ve emekçilerin köleliği anlamına geldiği fikrinin, işçilerin bilincinde yer etmesini kolaylaştıracaktı. Burjuvazi ve politik temsilcilerinin esas korkusu buydu.

Burjuvazi ve diktatörlük tüm kurum ve güçleriyle, işçilere karşı saldırı cephesinde birleşti. İşçi ve emekçilere, ‘milli gelir’ denen ve bizzat onların yarattığı toplumsal değer toplamından ne kadar az ‘verilir’se, büyük burjuvazi, rantiyerler ve devlet asalakları güruhu o denli palazlanacak, o denli fazla kâr sağlayacaktı. Onun içindir ki, tekelci burjuvazinin ekonomik, politik ve askeri kurumlarının sözcü ve yetkilileri, işçilere karşı, “birlik ruhu”yla harekete geçtiler. Bir yandan grevlerin “ülke ekonomisine verdiği zarar”, öte yandan, “işçilerin işsizlerin, memurların, emeklilerin vb. hakkına göz diktiği” üzerine gerici propagandalarla, grevci işçileri yalnızlaştırma ve bu yolla dize getirme taktiği izlendi. Bu taktiğin sökmemesi üzerine, ordu ve polis gibi “vurucu güçler”in “üst düzey yetkililerinin sesleri yükselmeye başladı. Önce, Ankara Valisi’nin “birlikte çay içme” teklifini geri çevirmeyen Türk-İş Başkanı’nı, “bir general, iki albay, üç binbaşı, iki emniyet müdür yardımcısı ve kim oldukları belli olmayan siviller'” karşıladılar. Bu resmi heyetin, grevler nedeniyle, Bayram Meral’in sağlık durumunu ‘kontrol etme’sinden sonra, Meral, Genel Kurmay Başkanı’na “durumu anlatma” ihtiyacını(!) dile getirdi. Türk-İş’in, 15 Ekim günü yapacağını açıkladığı büyük işçi eylemini bastırmak ve engellemek için ülkenin birçok bölgesinden polis kuvvetleri Ankara’ya taşındı. Burjuva basın, yalnızca “işçilerin aşırı istekleri” üzerine yalana dayalı ve hedefi diğer emekçi kesimlerin aldatılıp, işçilere verilen desteğin zayıflatılması olan bir kampanya başlatmakla kalmadı, “ordu grevlerden kaygılı” başlıklı haber ve yorumlarla, işçileri tehdit etmeye çalıştı. Genelkurmay yetkililerinin, “grevlerin milli güvenliğe zarar getirecek boyutlara ulaştığı” biçimindeki açıklamalarına yer veren bu gazeteler, ordu sopasını sallayarak işçileri korkutmaya çalıştılar.

Demirel, “kimse devletten güçlü olamaz, kimse hak arıyoruz diye devlet karşısında kaba kuvvet göstermeye kalkmasın” diyerek, devlet adına tehditler savururken, genelkurmay, grevlerin “milli güvenliğe zarar getirecek boyutlara ulaştığını” belirterek, “bitirin” diyordu. Oluşturulmasından buyana ilk kez toplanan ve on sekiz üyesinden on altısı sermaye ve devlet örgütlerinin temsilcilerinden oluşan “Ekonomik ve Sosyal Konsey”, burjuvazi adına, işçilere karşı, bir “savaş bildirisi” anlamı taşıyan deklarasyonunu yayınladı.

Devlet ve hükümet yetkilileri, bir yandan emekçilerin diğer kesimlerini işçilere karşı harekete geçirme taktiği izlerken, öte yandan, bütünüyle işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin yarattığı değerleri holding patronlarının kasalarına aktarma politikalarını aklamaya çalışıyor, emperyalizme bağımlı kapitalist ekonominin mahkum olduğu krizleri işçilerin ücret artışı talebiyle gerekçelendiriyorlardı.

Burjuvazi, işçi sınıfının sömürülmesi sayesinde, çalışmadan yaşama olanağı bulurken, İşçilerin ‘milli gelir’den aldıkları pay sürekli düşer ve örneğin son on yıl içinde % 30’lardan, % 14’lere kadar (yani % 50 oranında) gerilerken, işçi ücretleri, işçi ailesinin geçimi ve artan enflasyon karşısında erime dikkate alınmaksızın tespit ediliyorken, devlet bürokrasisinin üst kesimi devlet arpalığından besleniyor ve şirketlerin, devlet kurumlarının, holdinglerin yönetim kurullarında görevlerle ek vurgunlar sağlama ve rant gelirinin paylaşımına katılıyorken, yüz binlerce trilyon büyük tekelci şirketlere “iç borç faizi” olarak peşkeş çekiliyor ve Kürt illerinde sürdürülen ve gerçekte işçi ve emekçilere karşı savaş anlamı taşıyan devlet operasyonlarında yüz trilyonlar harcanıyorken, işçilerle ‘genel müdür’lerin, valilerle garsonların gelirleri kıyaslanarak emekçilerin aldatılması yoluyla işçiler yalnızlaştırılmak ve eylemleri etkisizleştirilmek istendi.

“Cumhuriyet tarihinin en büyük grevi” olma özelliği kazanan son işçi grevi, hangi ekonomik kazanımların elde edildiğinden bağımsız olarak, katılan işçi sayısı, kamu işçileriyle diğer işçi, işsiz ve emekçi kesimlerin desteğini almasıyla, grev sürecinde yaşanan kamplaşma ve dolaylı-dolaysız kapışmalarla, iki sınıf ve iki cephenin güçlerini açıktan tutum alacak biçimde karşı-karşıya gelmek zorunda bırakması gibi özellikleriyle, sınıfın mücadele deneylerine yeni derslerin eklenmesini kaçınılmaz hale getirdi. İşçilerin ve onların şahsında tüm emekçilerin, sermaye, hükümet ve diktatörlüğün tüm diğer kurumlarıyla, TİSK gibi büyük burjuva örgütleri ve TOBB, Ziraat Odaları ve Esnaf Birlikleri gibi burjuva-ekonomik (politik tutum almayan, salt ekonomiyle ilgili bir sermaye kuruluşu yoktur) kuruluşlarla daha açıktan karşı karşıya gelmelerine yol açarken, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın, işçiler cephesinden de daha net olarak görülmesinin olanaklarını genişletti.

Üçüncü olarak, bu grev, sınıfın eylem içinde devrimci eğitiminde yeni ve daha kapsamlı bir rol oynadı.

Sınıfın devrimci eğitiminin, ya da kendi siyasal deneyleri temelinde eğitiminin, küçük burjuva aydınının masa başı kurgularıyla değil, ama ancak mücadele içinde ve sabırlı bir devrimci çalışmayla, fabrika, işyeri ve sendikalarda kesintisiz sosyalist faaliyetle gerçekleştirilebileceği, devrimci militan ve öncü işçi açısından yeniden ve daha net olarak görüldü. Hükümetin dayattığı IMF patentli “sıfır zam” uygulamasına karşı başlayan grev, eylem sürecinde, yüz binlerin, doğrudan IMF’yi hedefe koyan ve hükümet ve meclise karşı sloganları içeren tutumuna genişledi. Eylem içindeki işçiler, diğer emekçi kesimleri kendilerini desteklemeye çağırarak, “biz sizlerin de haklarınız için mücadele ediyoruz” mesajını verdiler. “Hükümeti yıktık, sıra Mecliste” biçimindeki sloganlarıyla, “tehlikeli bir yöneliş”e yol alan işçiler, Tansu Çiller’in, “istikrar” üzerine demagojilerini “Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye” sloganlarıyla cevaplayarak, emperyalizmin hegemonyasına karşı mücadelenin zorunluluğuna da işaret ettiler.

Grev, henüz bütün bir sınıfın eylemi düzeyine yükselmediği koşullarda bile, sermayenin varlık koşulları ve yaşam damarlarının işçilerin elleri arasında olduğunu ortaya koydu. Yalnızca, sınıfın kendi örgütlü gücünün farkına varması ve haklarını almak için mücadeleden başka yol olmadığını kavraması açısından değil, dost ve düşmanlarını daha iyi tanıması ve özellikle kendi sınıf örgütlerinin tepesine çöreklenmiş sendika bürokrasisinin, sistemi ve devleti temsilen sınıf eylemini yönlendirmeye, sınırlamaya ve durdurmaya çalıştığını, ancak, ikiyüzlü bir Mumla ve burjuva çıkarlar gereği, eylemin önünde yürümekten de geri durmadığının görülmesi açısından da yeni bir deneyim oldu.

Büyük grev, sendikal bürokrasinin sınıf içindeki işlevini bir kez daha ve netlikle açığa çıkarmakla kalmadı, ama sendika ağalarının “ihaneti”nin yalnızca düşük ücret-yüksek ücret çerçevesinde değerlendirilmesinin yanlışlığını da gösterdi. Daha yüksek ücretlerin sağlandığı durumlarda bile, sendika ağalarının işçi sınıfının çıkarlarını savundukları söylenemezdi.

Sorun şuydu: Sendikal bürokrasi, işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin temel hak ve özgürlükleri bakımından hangi konumdadır? Sömürü ve baskının ortadan kaldırılmasını ve işçi ve emekçilerin iktidarını hedefleyen bir mücadeleye nasıl bakmaktadır? Burjuva devlet ve düzenle ilişkilerinin niteliği nedir? İşçilerden alınan üye aidatlarını nasıl değerlendirmektedir? İşçilerin daha iyi koşullarda çalışmaları, işsizlik sorununun çözümü, işçi sağlığı vb. konularda sendika ağalarının tutumları nedir? vb.

Bu soruların cevabı açıktır. Sendikal bürokrasi, ihanetten çok, burjuvazinin sınıf içindeki uzantısı olarak kendi görevini yerine getirmektedir. İşçilerden yana gözükmesi, işçi eylemlerini engelleyemediğinde bu eylemlerin başına geçmesi, üstlendiği rol gereğidir ve ikiyüzlü bir tutumu ifade etmektedir. Bunun için sendika bürokrasisine karşı mücadele, sermaye ve burjuvaziye karşı bir mücadele olarak, bu mücadelenin bir yanı olarak ele alınmak zorundadır.

Grevin işçi sınıfı için “bir savaş okulu” olduğu, bu okulun, ‘devam eden öğrencileri’ için olduğu kadar, henüz herhangi bir grev eylemine katılmamış genç kuşak işçilerin ve bir bütün olarak işçi sınıfının eğitimine hizmet ettiği bir kez daha görüldü. Burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleye atılmaksızın ve bu mücadele içinde birleşmiş bir sınıf olarak yer almaksızın, herhangi bir hakkın alınamayacağı bir kez anlaşılmış oldu… Yüz binlerce işçinin, grev eylemini Ankara sokaklarına taşımalarının sınıfın devrimci eylemi, kararlılığı ve atılganlığını daha da pekiştirdiği, burjuvaziye karşı mücadele mevzilerinde bir adım daha ileri atılmasını olanaklı kıldığı açıktır. Elbette, bu grevin de bir bitiş noktası olacaktı. Ancak, işçi sınıfının bu grevle, sermaye ve diktatörlüğün hesaplarını altüst ettiğinden kuşku duyulmamalıdır.

Bu grevin, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvazi ve sermayeye karşı mücadelenin deneyleriyle eğitilip ilerletileceğini göstermiş olmasının yanı sıra, işçilerin eylemlerinin Kürt halkının mücadelesine büyük bir destek anlamına geldiği, sınıfsal zemine oturmasına katkıda bulunduğunu anlaşılır kılmıştır. İşçiler, yalnızca yüz trilyonların askeri operasyonlara ayrılmasını protesto ederek değil, ama daha da önemli olarak, burjuvazinin Kürt emekçilerine yönelik saldırılarının püskürtülmesinin ancak kendi eylemleriyle, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesiyle mümkün olduğunu herkese göstermiş olmakla da, işçi devrimciliği ve proleter sosyalizmi tutumuyla, burjuva, küçük burjuva re-formcu-ulusal ve gerici, şoven-milliyetçi tutum arasındaki kalın çizgiyi çekmiş oldular.

Bundan böyle artık ne sermayenin faşist-inkârcı politikası, ne de sorunun “sınıflar-üstü olduğu” demagojisi tutmayacaktır. İşçi sınıfının, Kürt sorununa sınıf tutumuyla müdahalede bulunacağı açıktır. Ve gene yönünü işçi kitle hareketine ve emekçi sınıfların mücadelesine değil de, burjuvazi ve emperyalizmin “çözüm” planlarına dönen her anlayışın sınıf karşıtı ve gerici özü, Kürt işçi ve emekçisi açısından da artık daha kolay görülür hale gelmiştir.

İşçi sınıfının, bu büyük grev eyleminden öğrendiği kesindir ve grevin ortaya çıkardığı zayıflık eksikliklerini giderme doğrultusunda çaba göstereceğine kuşku yoktur. Grevin gösterdiği en önemli şey, üretim içindeki konumunun, sınıfa, tüm toplumsal yaşamı yönlendirme gücü verdiğidir. Grev, işçilere çok açık ve basit biçimde güçlerini görme olanağı verdi.

Yukarıda uzunca anlatıldığı gibi, işçiler ve onların müttefikleriyle burjuvazi ve kapitalizmin tüm güçleri, örtüsüzce karşı karşıya gelirken; bu mücadele kaçınılmaz biçimde basın alanını da içerecek biçimde genişledi, işçi basınıyla burjuva-gerici basının rolü bu grev sırasında net olarak ortaya çıktı. İşçi mücadelesinin daha ileri mevzilere yükselmesi için çaba gösteren işçi basını, bütün gücüyle bu eylem içinde ve işçilerle birlikte olurken, sermayenin sesi burjuva basın açık kimliğiyle işçilerin ve eylemlerinin karşısında yer aldı. İşçiler, burjuva basınla da çatışmaya girdiler. Grev sırasında açık işçi düşmanlığı yapan burjuva basını ve TV kanallarına karşı işçilerin protestosu ve sendikacıların ‘boykot’ çağrısı ve bunun bir parçası olarak, Haber-İş kolundaki işçilerin özellikle İstanbul’da, bu gazete ve televizyonların telefon ve fakslarını kilitlemeleri, onlara, işçi usulü verilmiş bir ders olarak, grevin sonuçları arasında sayılabilir.

Dördüncü olarak, bir genel grev için koşulların son derece uygun olmasına karşın, işçilerin, diğer çalışan ve ezilen emekçi kesimlerin ve onların örgütlerinin bu koşulları doğru değerlendirmediği, burjuvazinin artan saldırılarını püskürtme ve yalnızca kısmi ekonomik hakların elde edilmesini değil, demokratik-siyasal hak ve özgürlüklerin elde edilmesi için de hamle üstünlüğünü ele geçirmekten geri durmuş olmalarıdır. Bu bakımdan bir olanağın harcandığı söylenmelidir. Kamu işçilerinin grevi, eğer özel sektör başta olmak üzere, diğer işkolları ve işyerlerindeki işçiler ve hak alma mücadelesi içindeki öğretmen, sağlıkçı, vb. diğer çalışan kesimlerle, işsizler ve gençlik kitleleri tarafından aktif eylemlerle desteklenseydi, zaten büyük bir açmaz içinde olan sermaye ve gericilik cephesine birçok alanda geri adım attırmak mümkün olabilecekti. Kuşkusuz bu tutum ve onunla birleşen pratik, yalnızca grevci işçilerin eyleminin başarısı için değil, ama bu kesimlerin kendi taleplerinin elde edilmesi için de zorunluydu.

Bu grev, grevin etkin tarzda sürdürülmesinden ve güçlendirilmesinden yana olduğunu söyleyen kesimler açısından, daha çok da çeşitli illerdeki ‘işçi sendikaları şube platformları’ bakımından, sözlerin ve ‘destek ziyaretleri’nin öne çıktığı fakat grevi fiili olarak diğer işyerleri ve işkollarına yayma ve alanlara taşıma tutumundan geri durulduğunu, ya da en azından bu doğrultuda ciddi olarak çaba gösterilmediğini de ortaya koydu. Oysa işçi sendika şube platformları, mücadeleci ve öncü işçilerin girişimiyle ortaya çıkan ve sınıfın, sendika bürokrasisine ve sermayenin saldırılarına karşı mevzi kazanmasında olumlu rol oynayan bir oluşumdu ve bu grev, şube platformlarının daha da etkin tarzda öne çıkmasını, öncü işçilerin, bulundukları işyeri ve sendikalarda sınıfın ana kitlesiyle birlikte, hareketi daha ileri mevzilere taşımasını hem olanaklı ve hem de zorunlu kılıyordu.

İşçilerin, yalnızca şu ya da bu işkolu ve işyeri düzeyindeki ekonomik talepleri öne sürme ve bu talepler için eyleme geçmekle yetinmemeleri, tüm sınıfın ve tüm emekçilerin taleplerini birleştirmeleri, politik özgürlükler için mücadeleye daha fazla önem vermeleri zorunluluğu bu grev tarafından bir kez daha ortaya kondu. İşçiler, grev sınırlamalarının, dayanışma ve politik amaçlı grev yasaklarının, toplantı, yürüyüş ve örgütlenme hakları önündeki barikatların, işçi basınına yönelik saldırı ve yasakların ortadan kalkmasının doğrudan doğruya kendilerinin sorunu olduğunu ve bu saldırı ve yasakların püskürtülmesinin ancak sınıf olarak başında bulunacakları bir mücadeleyle mümkün olabileceğini bu grev sırasında bir kez daha görme olanağı buldular ve kuşkusuz bunun üzerinde düşüneceklerdir.

Şimdi, mücadelenin keskin çatışmaları içerecek biçimde gelişeceği yeni bir döneme giriliyor. Seçimler geçici ve kısmi bazı beklentilere yol açsa da, burjuvazinin açmazı, yeni saldırıları ve yeni 5 Nisan paketlerinin açılmasını kaçınılmaz kılıyor. “Acı reçete” kesin uygulanacaktır.

İşçi ve emekçiler ise bütün bu saldırılara sessiz kalmayacak, bu yazının önceki bölümlerinde özetlemeye çalıştığımız son 7-8 yılın mücadele deneyleri ve birikimi üzerinden cevap verecektir. Son büyük grevin bu bakımdan öğretici deney hazinesine önemli katkılarda bulunduğu açıktır. Sonuç olarak şu söylenebilir; işçi kitle hareketi, bundan sonra, bugüne kadar biriktirilen deney ve derslerin üzerinden gelişecektir. Artık, tek tek işyerleri, işkolları ya da, bölgelerde geçici geri biçimler görülse bile hareketin esas olarak 400 bin işçinin grev eylemi ve son 7-8 yılın deney birikiminden güç alarak gelişmesi ve diğer emekçi kesimleri de etkileyerek mücadeleye çekmesi için gereken birikim vardır. Dahası bugün işçi hareketi içinde bir öncü işçi kuşağı ortaya çıkmış, çeşitli işkollarında, sendika şube platformlarında, sendika bürokrasisinin etkisini kıran bir çizgide işçi hareketinin gelişmesinde kesin devrimci rol oynayabilecek bir mevzi tutmuştur. Bu, işçi ve emekçi hareketinin ve proletarya mücadelesinin burjuvazi ve emperyalizme karşı zafere ulaşması için bir güvencedir. Proletarya ve emekçilerin öncü-ileri kesimleri, yukarıda özetlemeye çalıştığımız birikim ve mücadele üzerinden bugün bağımsız politik bir parti olarak örgütlenmekte, sınıftan yana sendikacı ve aydınları da yanlarına alarak, daha ileri mevzilere yürümeye çalışmaktadırlar. Proletarya ve emekçi hareketinin başında artık Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin öncü kuşağı durmaktadır. Artık, bu devrimci gelişmeye bağlanmayan ve sınıfın ileri kitlesinin tutumunu gözetmeyen hiçbir eylem ve hareketin başarı şansı kalmamıştır.

İşçi sınıfı, bizzat kendi eylemi içinde edindiği deneyim ile faşist, gerici ve reformcu burjuva politikası ve platformuna karşı devrimci sınıf platformu ve politikasıyla dikilme gerekliliğini bugün daha iyi anlamış durumdadır. O, tarihin kendisine biçtiği rolü oynamak için, güçlerini eğitmeye devam ediyor ve yeni mücadele araçları ediniyor. Grev ve direnişlerden öğrendiği kesindir.

 

Aralık 1995-Şubat 1996

Devlet ve sınıflar–3 Türkiye’de sınıflar ve devlet

“Modern kötülüklerin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kötülüklerin, çok eski üretim biçimlerinin alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdikleri çağdışı toplumsal ve siyasi ilişkilerin altında eziliyoruz. Yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de çekiyoruz. Le mort, saiset le vif! (ölüm, yaşayanı yakalar.) (1)

 

GİRİŞ: AMAÇ VE YÖNTEM

İlk iki bölümü, Özgürlük Dünyası’nın 76 ve 77 sayılarında yayınlanan çalışmamızın bu son bölümünde, Türkiye’de egemen sınıfların oluş ve gelişme ve süreçleriyle, devletin temel özellikleri arasındaki bağıntıları ele alacağız.

Her toplumsal ve siyasal kurum ve ilişki, kökleri uzak geçmişte yatan bir sürekliliğin üzerinde bulunur. En yeni, şimdiye kadar görülmemiş bir işlev taşıyor gibi görünenleri de dâhil olmak üzere, egemen sınıfların toplum ve devlet hayatının bütün kurum ve ilişkilerinde, eski biçimlerin, eski ihtiyaçların izleri kendisini gösterir. Marx’ın dediği gibi, bu yüzden, yaşayanlardan olduğu kadar, ölülerden de çekeriz.

Sosyal, siyasal ve ekonomik sistemin tarihi, günümüzdeki sınıf egemenliğinin eleştirilmesi ve değiştirilmesi için, yine bu yüzden önem taşır. Eğer devrim, gerçek anlamda, bütün eski ilişkilerin kökten değiştirilmesi olacaksa, neyin gerçekten ne kadar eski ve buna rağmen hâlâ etkili olduğunu görmek de, devrimci sınıfın bugünkü ihtiyaçlarından birisidir.

Öyleyse bu incelemenin amacı, geçmişte neler olup bittiği üzerine bir tartışmayı derinleştirmekten çok, günümüzün egemen sınıflarının ekonomik, siyasal ve sosyal durumunun daha yakından tanınmasını sağlamaya çalışmak olacaktır.

Eski üretim biçimine ait kimi kurum ve ilişkiler, değişen tarihsel koşullarda, üretimin yeni biçimi içinde, kendisini değişen biçimler ve işlevler altında saklarlar. Bu, aynı zamanda, yeni kurum ve ilişkilerin, eskilerin gelişmiş bir biçimi, onların evrilmiş hali olduğu anlamına gelir. Öyleyse, uzak geçmişte olup bitenlerin incelenmesi, güncel ilişkilerin daha derinlemesine anlaşılmasını sağlayacağı gibi, sosyo-ekonomik yapının bugünkü durumu da, öncekilerin anlaşılmasının anahtarını verecektir. Böylece, çalışmamızın genel çizgisi, sosyal ve siyasal sonuçlarını yaşadığımız, geçmiş zamanın bütün olgularının ve olaylarının ele alınışında, günümüzün temel problemlerini temel çıkış noktası olarak alacak ve tarih incelemesi, bu anlamda, güncel bir inceleme olacaktır.

Türkiye’nin siyasi hayatında, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ve özellikle de 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi askeri darbe dönemlerinde, ekonomik sosyal ve kültürel bütün alanlarda ordunun ve yüksek bürokrasinin belirleyici bir rol oynaması, siyasi tarih araştırmacılarının önemli bir bölümünün sosyal sınıflar ve devlet arasındaki ilişkiler konusundaki tezlerinde, Türkiye’nin özgünlüğü kavramının özel bir yer tutmasına zemin hazırladı. “Özgünlük”, daha çok, “klasik model dışı” olmak anlamına geliyordu. Bu modelde, toplumun sınıflara bölünmüş olması, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti elinde tutan bir egemen sınıfın ortaya çıkması ve buna bağlı olarak da, siyasi üstyapının (devletin), sınıf egemenliğinin bir aygıtı olarak oluşması esastı. Türkiye’nin özgünlüğü kavramına bağlı olarak oluşturulan tezler ise, Türk topluluklarının göçebelik ve yerleşik düzene geçiş süreçleriyle, devlet teşkilatlanmasının karakteristikleri bakımından bu modele uymadığını, sınıflar ve devlet arasındaki ilişkinin, Batı toplumlarından farklı olarak, adeta “yukarıdan aşağıya” bir yol izlediğini ve devletin, sınıflara bölünmeye değil, aksine, sınıfların oluşmasının devletin varlığına ve gelişme süreçlerine bağlı olduğunu ileri sürüyordu. Buradan hareketle, bazı araştırmacılar, Türkiye’de, bugün bile henüz sınıfların oluşmadığı, sınıf mücadelesi kavramının toplumsal ilişkileri açıklamak bakımından geçersiz olduğu, devletin sınıfsal bir niteliğinin bulunmadığı gibi sonuçlara ulaştılar.

Bununla birlikte, Türkiye’de kapitalizm olgusunu, egemen sınıfların varlığını ve sınıf mücadelesini reddetmeyen bazı araştırmacılar da, aynı hareket noktasına bağlı kaldılar. Bunlara göre, egemen sınıfların egemen konuma geçmesi, devletle ve bürokrasiyle mücadele içinde gerçekleşmişti ve bu süreçte devlet, egemen sınıfın denetimine yeni yeni geçmeye başlamıştı.

Kuşkusuz, bu tezin de, özü bakımından diğerlerinden farkı yoktur. Sonuçta, Marksizm’in, temel ve üstyapı ilişkileri hakkındaki tezleriyle, üretim ilişkileri, sınıf mücadelesi gibi kavramlarıyla bir hesaplaşmayı ve bu tezlerin revizyonunu gerektirmektedir.

Teori ile tarihsel süreçlerin içeriği arasında bir uyuşmazlık varsa, tarihsel inceleme tümüyle farklı bir teorinin inşasını gerektiriyorsa, bu noktada bilimsel tutum, bütün önyargılardan kurtularak incelemenin sürdürülmesine yönelmek olmalıdır. Ama diğer yandan, bu noktada, iki temel özellik “yeni teori”nin kabulünün önkoşulu olarak kendisini gösterecektir: Her şeyden önce, araştırmanın öncülleri, araştırma sürecinde başvurulan yöntemler, verilerin değerlendirilmesi ve yorumlanmasında başvurulan araçlar ve yönsemeler, tümüyle, “kuşkuyla karşılanan teori”nin yerine yeni teorinin konulmasını haklı çıkaracak bir düzeyde bulunmalıdır. Konu sosyo-ekonomik bakımdan tarihin ele alınışı olunca, diğer bütün zorunlu yöntemsel ve mantıksal araçların yanı sıra, siyasal tutum da belirleyici bir ağırlık kazanmaktadır. Bu ikinci özellik, geçmişe bugünün ilişkileri ve ihtiyaçları açısından bakmak demektir ve günümüzün sosyal sınıfları arasındaki çatışmanın belirlemediği herhangi bir sosyal teorinin mümkün olamayacağı gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde, “yeni teorinin” geçerliliği bakımından bu nokta, en az birincisi kadar önem taşımaktadır.

 

BÜROKRASİ VE SINIFLAR

Burjuvazinin kimi kesimlerinin devletle ve bürokrasiyle amansız bir mücadele içinde olduğu biçimindeki değerlendirme, tarihin bir biçimde yorumlanmasına dayandırılıyor. Buradan bakılınca da, sosyal ilerleme ve siyasal demokratikleşme, bu burjuva kesimlerin misyonu olarak görülebiliyor. Bu bakış, işçi ve emekçi sınıfları sosyo-tarihsel ilerlemenin gücü olmaktan çıkaran ve siyasal mücadelede burjuvazinin artçısı durumuna düşüren sonuçlar vermektedir. Eğer, nesnel ve bilimsel tutum izlenecekse, şu anda hangi sosyal güçlerin siyasal bakımdan ilerlemeyi temsil ettiği, devlet politikalarının hangi sınıflara karşı olduğu gibi güncel verilerden yola çıkılmalı ve tarihten beklenen de, bu ilişkiyi açıklaması olmalıdır. Tersine, devleti kuranların ve yönetenlerin, ortada henüz sınıflar ve bir sınıfın egemenliği sorunu yokken ortaya çıktıkları ve günümüzdeki modern sınıf ilişkilerinin doğuşuna kadar bunun “gerekçesiz” bir devlet olarak kaldığı varsayımından yola çıkılırsa, pratik politika bakımından ortaya çıkan ve şu ya da bu burjuva kliğinin desteklenmesi biçimini alan yönsemelere gerekçe aranmaya başlanmaktadır.

Günümüzde, Türkiye’de emek ve sermaye arasındaki çelişmenin, sosyal hareket ve siyasal mücadele bakımından belirleyici bir konumda bulunduğunu, diğer bütün ilişki ve çelişkilerin bu eksen etrafında biçimlendiğini, yalnızca son dönemin olaylarına bakarak belirlemek mümkün. Herhangi bir yasanın içeriğinden, ekonominin güncel tercihlerine, siyasal ve ekonomik bunalıma ilişkin çözüm önerilerinden, dış politikaya kadar, bütün belirleyici konularda, işçiler ve emekçilerle burjuvalar arasındaki ilişkilerin niteliği rol oynamakta, fakat işçi sınıfının ekonomik bakımdan bağımlı, siyasal bakımdan geri bir örgütlenme düzeyinde bulunması, işçi sınıfının bu kararlar ve eğilimler üzerindeki etkisini sınırlamakta ve küçültmektedir.

Burjuva klikler arasındaki gerilimlerde ve zaman zaman su yüzüne çıkan çatışmalarda da, işçi sınıfının mücadele düzeyi etkili olmakta, burjuva sınıf içi uzlaşmaların ya da çatışmaların içeriği, işçi sınıfıyla o andaki ilişki tarafından yönlendirilmektedir.

Devletin değişik alanlara ilişkin politikalarının hedeflerini ve içeriğini de belirleyen, esas olarak, bu çelişmedir. Doğrudan bürokrasinin ya da daha açık görünüşüyle ordunun müdahalelerinin çıkış noktasında, egemenlik sistemiyle işçi ve emekçi halkların talepleri arasındaki çelişki bulunmaktadır. Her askeri darbenin, eninde sonunda kapitalizmin bir tıkanıklığını gidermek, ya da bunalımını aşmak gibi bir misyonu bulunduğu, genel olarak işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik siyasi ve iktisadi baskı içeren önlemlerden, darbe dönemi hükümetlerin tümüyle buna yönelik programlarından, plan tercihlerinden görülebilir.

“Bürokrasinin” bu müdahalelerinin, burjuvazinin uzun ya da kısa vadeli çıkarlarından bağımsız olarak sadece soyut “düzenin sürekliliği” endişesiyle açıklanması doğru olmayacaktır.

Ne var ki, Türkiye’de devlet teşkilatının geleneksel şeması ve bürokrasinin oluşum süreçleri, özellikle Cumhuriyet sonrasında devletin ekonomik hayattaki etkin konumu esas alınarak, yalnızca sonuçlar düzeyinde incelendiğinde, ilişki tam tersi gibi görünebilmektedir.

Osmanlının son dönemlerinden başlayarak, devletin ekonomik ve siyasi tercihlerinin (Avrupa ile ilişkiler, sanayileşme girişimlerinin, idari mekanizmanın reforme edilmesinin vs.), etkin bir burjuvazinin yokluğuna karşın belirleniyor gibi görünmesi, yine Cumhuriyet sonrasında Batıcılık, devletçilik gibi politikaların seçilmesinde ve uygulanmasında devlet politikalarının rolünün belirleyici olması, bürokrasinin belirli bir üretim tarzını ve ona ait ilişkileri özel olarak egemen kılmaya çalıştığı ve kapitalizmi yukarıdan aşağıya inşa ederken, aynı zamanda onun ana sınıfını da yaratmaya çalıştığı düşüncesini güçlendirmektedir.

Böylece ortaya şu senaryo çıkıyor: Devlet -ve bürokrasi- Türkiye’de kapitalizmin egemen olmasını istiyor, çünkü devlet ilerleyen Batının karşısında tutunamamaktadır ve çökmek üzeredir; fakat Osmanlı’nın ve sonra da Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı üretim ilişkilerinin yapısı, kendi dinamikleriyle kapitalizme geçmeye olanak vermiyor; bunun üzerine devlet, kapitalizmin gelişme yollarını açmak için elindeki olanaklarla burjuvazi yaratmaya girişiyor; kendi denetimi altında yarattığı burjuvazi, zamanla devlete egemen olmaya çalışıyor ve bu da onunla bürokrasi arasında bir çatışmaya yol açıyor.

Bu tezin, bürokrasiyi bağımsız bir sınıf olarak kabul ettiği görülüyor. Devletin varoluş nedenini, sınıflar arasındaki mücadele ve bir sınıfın egemenliği olarak gören Marksizm’in tezlerine karşıt olarak, devleti sınıflardan bağımsız ve sınıf yaratan bir mekanizma olarak yorumlayan bu görüş, Osmanlı tarihi içinde kendi kanıtlarını bulduğu iddiasındadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve gelişme özelliklerinin bu tezi doğrulayıp doğrulamadığını, önümüzdeki bölümlerde inceleyeceğiz.

Marksizm’in konuya ilişkin temel bir tezini, şöyle özetleyebiliriz:

“Devlet, tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de, başka insanların iradesini zorla baskı altına alacak -hapishaneler, özel birlikler, ordular vb. biçiminde- özel bir aygıtın gerekliliğini duyan özel bir insan grubu ortaya çıktığı zaman doğar. “(Lenin) Bu tanımda, sırayla, önce toplumsal işbölümünün yönetenler ve yönetilenler düzeyine kadar yükseldiği bir tarihsel dönem, devletin ortaya çıkışının ilk koşulu olarak konuluyor. Kısaca, yönetmeyi kendi hakkı olarak gören bir egemen sınıfın varlığı, diğer insanları yönetmek için baskı kurmaya yarayacak bir aygıtın (devletin) varlığını da beraberinde getiriyor. Bu, aynı zamanda, toplumda yöneten-yönetilen biçiminde bir bölünme olmadığı durumda, devlete de ihtiyaç olmayacağı anlamına geliyor.

Toplumun henüz sınıflara bölünmediği durumlarda, ortak çıkarları korumak ihtiyacına cevap veren örgütlenme, sınıfların doğuşu ile birlikte, “görünüşte uzlaşmaz sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar mücadelesine, olsa olsa, ekonomik alanda, yasal denilen bir biçim altında izin veren” yeni türde bir örgütlenmeye dönüştü.

Bu aynı zamanda, bir azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliği koşullarına da denk düşmektedir. Önceleri, topluluğun bütün üyeleri silahlı iken, sınıfların ortaya çıkması koşullarında, silah, azınlığın denetimine alınır ve tekelleştirilir. Bir başka deyişle devlet, kitlelerin gücünü, silahlı ve örgütlü bir azınlığın gücüne bağımlı kılar.

Bürokrasi, devletin bu özelliklerinin bir gereği olarak, bütün bu sıralı ve birbirine bağlı işlevlerin yürütülmesi için görevli insanların oluşturduğu bir tabaka olarak doğar. Baskı aygıtının yönetilmesi, yasaların yapılması ve yürütülmesi, denetleme ve yönlendirme görevinin yerine getirilmesi, işi yalnızca bunlar olan insanlar tarafından yapılabilir. Kuşkusuz, bürokrasinin varlığı da, doğrudan doğruya, kendilerini bu işleri yapmalarından dolayı besleyecek bir üretim mekanizmasının üzerinde yükselecektir. Artı-ürünün bir kısmı, onların yaşaması için gerekli giderlerin karşılanmasına harcanacak ve bu artı ürünün ortaya çıkmasını kendi ekonomik biçimi içinde gerçekleştiren ve toplanmasını kontrol eden sınıf da, dolaysız olarak bürokrasiyi kendi varlığının bir parçası olarak görecektir. Bu karşılıklıdır: Bürokrasi için de, üretimin biçimine göre, artı-ürünün ya da artı-değerin, merkezileşmesini, genişletilmiş yeniden üretiminin sağlanmasını ve bölüşülmesini gerçekleştiren, üretici bir sınıfın varlığı zorunludur.

Tarihte, üretici ve ekonomik yaşama hâkim olan bir sınıfla, devlet, sıralı olarak ve biri diğerinden doğarak ya da daha sonra ortaya çıkmış değildir. Basitçe, önce egemen kir sınıfın doğduğunu, sonra da bunun kendisine hizmet edecek bir bürokratlar tabakası yarattığı söylenemez. Bunun gibi, bir kez doğduktan sonra, bürokrasinin, egemen sınıfın dolaysız ücretli memuru ve emir kulu olduğunu düşünmek de yanlıştır. Egemen sınıf ve bürokrasi, her ikisi de aynı köklerden doğarlar, aynı üretim biçiminin zorunlu unsurları olarak işlev yüklenirler. Ne var ki bu oluş sürecinin özellikleri gereği, bürokrasinin varlığı, egemen sınıfın varlığına bağımlıdır. Bu bağımlılık, yönetsel bakımdan bağımlılık anlamında değildir, idari ve mali bakımdan, bürokrasi, yönetimin vazgeçilmez unsurudur ve genel olarak düzenin işleyişi için gerekli planların yapılması ya da önlemlerin alınması, bürokrasinin işidir. Burada önemli olan, bürokrasinin bu planları yaparken, öncelikleri saptarken, sınıflar arasındaki ilişkileri düzenlerken, “mülkü korurken”, hangi üretim gücünü temel alacağı, hangi sınıfın çıkarlarını neye göre gözeteceğidir. Bunu belirleyen ise, doğrudan doğruya, artı-ürünün elde ediliş ve bunun bir bölümüne, sosyal statüsünün olanaklarıyla belli bir sınıfın el koyuş biçimidir. Bürokrasi, artı-ürünün bir bölümünün devlet hazinesine aktarılmasıyla beslenir. Kaynağını, egemen sınıfın, çalışan sınıfların emeğine el koymasının sonuçlarından alır.

Osmanlı İmparatorluğu, özellikle “yükseliş dönemi” olarak adlandırılan dönem boyunca, İpek ve Baharat yollarının başlıca düğüm noktalarını, limanlan, transit kentleri, deniz yollarını egemenliği altında tutuyordu ve tarımsal üretimden ve ticaretten elde edilen devlet gelirinin büyük bir bölümü, bu yollar üzerindeki egemenliğin devamını sağlayacak olan ordu giderlerine ayrılmıştı. Daha İstanbul’un fethinden önce, Anadolu’nun başlıca ticari yollarını ve merkezlerini ele geçirmiş bulunan Osmanlı, sonraki süreçte de, gelirinin esas bölümünü bu yollardan sağlamaya devam etti. Fatih’in, İstanbul’un fethinden hemen sonra, Trabzon’a yönelmesinin başlıca nedeni de, Avrupa nezdinde İstanbul’un liman olarak önemini bir ölçüde yitirmesinden ve Asya (Hindistan)-Avrupa bağlantısının Karadeniz limanları üzerinden, özellikle de Trabzon-Tebriz bağlantısı ile kurulmasından kaynaklanıyordu.

Fakat bu yöneliş, bir tüccar sınıfının ihtiyaçları ve talepleri sonucu doğmuş bir politika değildi. Egemen bir tüccar sınıfı yoktu. Fetihçiliğin gereği olarak beslenmesi zorunlu olan büyük ordunun giderlerinin ve saray masraflarının karşılanması için, esas olarak ticaret üzerinden haraç almaktan başka bir kaynak bulunamamıştı. Fatih Kanunnamesi, yeni bir arayışın ve toprak üzerinde, kendince beylik gütmeyen, saraya bağlı bir egemen sınıfa dayanmanın zorunluluğunun anlaşıldığını gösterir.

 

OSMANLI İMPARATORLUGU’NDA ÜRETİM BİÇİMİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun tümüyle göçebe bir halkın kendisine özgü yaşam biçimini bozmadan, mülk sahibi olmayan yöneticilerin “padişah”lığa yükselmesi sürecinde doğduğunu ileri süren tez, bu yönetici-asker grubunun, başka hiçbir sınıfın varlığına ihtiyaç duymayan bir yönetici bürokrat sınıfının da doğuşunu hazırladığını iddia etmektedir.

Gerek Moğol akınlarının önünden kaçarak, gerekse Selçuklular döneminde uygulanan kolonizasyon politikasının sonucu alarak Asya’dan getirilip Anadolu’ya yerleştirilen göçebe Türk kabilelerinin yoğunlaşan nüfusu, yerleşik Hıristiyan halklarla “hayvan mahsulleri ve zirai maddeler” acısına dayanan bir ticareti geliştirmişti. Büyük ölçüde göçebe geleneklerini sürdürmelerine karşın, yarı-yerleşik -yaylacı- konumuna da geçen bu kabilelerin bazılarının şefleri, Bizanslı senyörlerle, barış içinde ya da savaşarak sürdürdükleri ilişkilerde, bir servet birikiminin sahibi durumuna geçtiler.

Menteşe Beyliği’nin dönüşümü bu bakımdan tipiktir: “İki asır içinde, … bu göçebelerden epeyce bir kısmı, göçebelikten tamamen çıkmış, ya da yarı-göçebe hale gelmişti. Eski etnografik vahdetler, yerlerini

siyasi, askeri karakterde, hudut mücadelesinin münferit reisleri etrafında toplanmış klanlara bırakarak parçalanıp dağıldılar. Bu reisler, hudut arazisinin beyleri ve sahipleri olduğu gibi maiyetleri de, hiç olmazsa büyük kısmı, köylerde ve kalabalarda, köylü yahut daha küçük arazi sahipleri olarak yerleştiler.” (2)

Bu değişim süreci, az ya da çok, Anadolu’ya gelen bütün kabileler tarafından yaşandı. Bizans’tan alınan ve bazıları kiliseye ait, bazıları da özel mülkiyet altındaki topraklar üzerinde kurulan beylikler, çoğunlukla kısa ömürlü oldularsa da, siyasi yapıları yıkıldığı zaman, arkalarında yerleşik hayata geçmiş kabile kalıntıları bıraktılar.

Kırsal alandaki bu mülk edinme sürecine, kentlere yerleşen Türklerin de, yine Bizans’tan devralınan zanaat örgütleri etrafında üretimin genel akışına katıldıkları görülüyor.

Bu kabilelerden bazılarında, şef, aynı zamanda, sürülerin ve toprakların sahibi konumundaydı.

Bir beylik durumuna kadar yükselmiş bulunan Osmanlılar, daha sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca belirleyici bir rol oynayacak olan, ticaret yolları üzerinde konuşlanma ve ticaret yollarından gelir elde etme geleneğini, Sivas-Ankara-Konstantinopolis çizgisi üzerinde iş tutarak başlatmışlardı. Yolu hiç sapmadan izlediklerinde, karşılarında İstanbul’u, ticaretin merkezini buldular ve fethettiler.

Ancak oraya gelinceye kadar, Bizans’ın toprak rejimiyle, kentlerdeki ticari ve sınaî faaliyetlerle, yerleşik kültürün maddi ve manevi unsurlarıyla tanışmış, onlar üzerinde etkili olmanın yollarını öğrenmiş bir tabaka da oluşmuştu. Yalnızca savaşçıları değil, aynı zamanda bilginleri de olan bir topluluk haline, İznik, Bursa ve Edirne yıllarında gelmişlerdi. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altındaki kentlerde ve kırlarda, tarım, ticaret ve zanaat, Bizans’tan devralanın ilişkiler ekseninde gelişmeye devam etmiş ve Osmanlı’nın hareketli, çelişkilerle yüklü bir toplum üzerinde hâkimiyet kurmasına zemin olmuştu. Bayezit, Venedikliler ve İtalya’nın diğer tüccar siteleri ile anlaşmalar yapmış, onların hâkimiyeti altındaki topraklar üzerindeki faaliyetini güvence altına almak karşılığında, yüklüce vergi toplamıştı. Yine Bayezit zamanında, sultanın etrafında, hesap defterlerini ve toprak kayıtlarını tutan bir “ulema” sınıfı oluşmaya başlamıştı. Aşıkpaşazade, bu devlet sınıfının, gitgide büyük bir servet yığmaya başladığından yakınmaktadır: “Akçalar cemedip hazinelere koyalar, memleket kesatlık oldu.” Wittek ise, ulemanın vurgun ve rüşvetçiliğinin meslekten savaşçı gazilerin eğilimleriyle çatıştığını yazıyor.

Burada önemli olan, bir devlet sınıfı olarak ulemanın rüşvet alacak, servet biriktirecek bir kaynakla ilişki içinde olmasıdır.

Hiç kuşkusuz, bunlar büyük toprak sahipleri ve yerli-yabancı tüccarlardır. Ve her iki sınıf da, Anadolu’da göçebe Türkmenlerin başıboş, yağmacı gezinmelerine karşı, Bayezit’in yeni düzenlemeler yapmasını zorlarlar. Türkmenler ise, kendilerine dayanak olarak Timur’u bulurlar ve Timur, Anadolu’yu eski haline getirmek, göçebe Türkmenlerin de kendi denetimine girmelerini sağlamak için, güçlü ordusuyla Bayezit’e saldırır. Ankara’da Bayezit ordularının yenilmesinden sonra, Timur, birçok beye topraklarını geri verir ve Türkmen emirliklerini yeniden kurarak Anadolu’dan ayrılır.

Bundan sonra, beyliklerin kendi aralarında giriştikleri ve on bir yıl sürecek olan büyük savaşlar dönemi başlayacaktır.

Burada konumuzla ilgili olarak önemli olan bir nokta, Osmanlı Sultanının ve maiyetinin toprak ve sürüler üzerinde, hem mülk sahibi olarak, hem de devlet yöneticisi olarak hak sahibi olmalarıdır. Bu özellik, toprağın kullanımında ve toprağa bağlı mülk biçimlerinin oluşumunda daha açıkça görünür.

 

TOPRAK REJİMİ

Osmanlı İmparatorluğu’nda üretim biçiminin ne olduğuna ilişkin tartışmalar, esas olarak modeller ekseninde bir tartışma biçiminde sürmüştür. Bu konuda ileri sürülen başlıca iki görüş, Osmanlı imparatorluğu’nun kendisine özgü, Asyatik bir üretim tarzına sahip olduğu ve diğeri de, Batı feodalizminden farklı, fakat yine de merkezi karakterde bir feodalizm olduğu biçimindedir.

Osmanlı’nın feodal olup olmadığı tartışması, üretim biçimlerinin birbirini düzenli olarak izlediği yolundaki bir anlayış açısından ele alındığı için, çoğunlukla, doğrudan doğruya, günümüz devlet ve sınıf ilişkilerinin niteliğinin saptanması bakımından önem taşımıştır. Bürokrasinin ve burjuvazinin Türk devlet tarihindeki ve sınıf ilişkileri içindeki rolü ve bunun siyasal sonuçları, Osmanlı’nın sosyo-ekonomik düzeniyle dolaysız olarak ilişkili görülmüştür.

Avrupa feodalizminin genel özelliklerini bir üretim biçimi modelinin ana unsurları olarak kabul ederek, Türk-İslam feodalitesi üzerinde bunun çerçevesinde bir analoji geliştirmek, yanıltıcı sonuçlar vermektedir. Tartışmanın, ya feodalizm, ya da Asya Tipi üretim biçiminde bir sınırlanmıştık içine sıkışmasının nedeni, toplumların belli üretim biçimlerini art arda ve düzenli bir sırayla yaşadığı biçimindeki şematik anlayıştır. Genel olarak bütün tarih için bir soyutlama olan, toplumların gelişmesinin üretim biçimlerinin birbirini izlemesi biçiminde olduğu yolundaki genelleme, tek tek toplumlar bakımından zorunlu ve geçerli bir evrim çizgisi olarak uygulanamaz. Tarihsel gelişim çizgisinin her tekil olgu için geçerli bir model olarak kabul edilmesi ve kapitalizm öncesine tekabül eden biçimin feodalizm olması gerektiğinin önsel olarak kabul edilmesi, tarihin diyalektiğine uygun değildir. Üretim biçimlerinin, her toplum için düzenli bir sıra oluşturduklarını kabul etmek, tarihsel gerçekliği bir modele sığdırmaya çalışmak anlamına gelecektir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda üretim biçiminin feodalizm olduğunu savunanlardan bazılarının çıkış noktasında, bu şematik anlayış vardır: Türkiye, şu anda kapitalist bir ülke olduğuna göre bundan önceki aşaması, feodalizm olmalıdır!

Diğer yandan, model olarak kabul edilen üretim biçiminin temel özeliklerini veri olarak almak ve bunların bulunmadığı durumlarda, üretim biçimini feodalite olarak kabul etmemek sıkça rastlanan ikinci bir yanlışa karşılık düşmektedir. Bu durumda da, şu anda yaşanan toplumsal biçim hakkında herhangi bir belirlemede bulunmak mümkün görünmemektedir. Asya Tipi Üretimin Osmanlı İmparatorluğunun temel karakteristiklerini açıkladığını düşünen kimi yazarlar, yine aynı şematik düşünmenin sonucu olarak, yaşanan üretim biçiminin kapitalizm olmadığını savunabilmişlerdir.

Bu ayrıca, her bir kurum ve hatta gelenek karşısındaki siyasal tavrın kararlaştırılmasında belirleyici bir etkiye sahip kabul edilmiştir. Örneğin, eğer Osmanlı’nın sınıflar-üstü bir devlete, sınıf yaratan bir bürokrasiye sahip olduğunu düşünüyorsanız, buna bağlı olarak gelişen analizlerden birisi, ordunun devrimci- ilerici rolü hakkında saptamalara götürecektir. Osmanlı İmparatorluğumda sınıf mücadelesinin bulunmadığı, bu yüzden de devrimin olanaksızlığı biçimindeki sonuç bir başkası olacaktır.

Bu saflaşma, daha çok 1970 ve öncesi sol içi tartışmaların sınırları içinde gelişmiştir.

Oysa özellikle uluslararası ilişkilerin bütünü göz önüne alındığında, kapitalizmin bir dünya sistemi haline geliş süreçleri ile birlikte düşünüldüğünde her ülkenin kendisine özgü gelişme koşullarının kapitalizme geçişte yalnızca biçimsel bir rol oynadığı, ama kapitalizmin hâkimiyetini engelleyecek bir etki gösteremediği görülmektedir.

Öyleyse, kural olarak, kapitalist ilişkilerin egemen hale geldiği bir ülkenin öncesinde, feodalitenin bulunması bir koşul değildir. Herhangi bir üretim biçiminden, dünya koşulları gereği, kapitalizme geçilebilir; bu, sistem içinde asimile edilmek, kapsanmak vs.dir. Dünya üzerinde birçok ülke, bu yoldan kapitalizmin egemenliği altına girmiştir ve bu süreç devam etmektedir. Şu halde, Türkiye’de bugün kapitalizmin hâkim üretim ilişkisi olduğunu söyleyebilmek için, önceki üretim biçiminin feodalizm olduğunu kanıtlamak şart değildir. Önemli olan, önceki üretim biçiminin temel özellikleriyle, dünya koşulları ve bununla ülkenin ilişkilerinin boyutlarının birlikte ortaya çıkardığı durumu saptayabilmektir.

Gerçekte, Marksist olmayan kimi tarihçiler, bu tartışmalardan çok önce, Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısı üzerine incelemeler yapmışlardı.

Başta Fuat Köprülü olmak üzere, bazı Türk tarihçileri, Osmanlı’nın toprak rejiminin Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşu ile biçimlenen Dirlik sisteminin bir devamı olduğunu, bunun da, Selçukluların anayurtlarından Anadolu’ya getirdiği derebeylik sisteminin devamı olduğunu ileri sürerler. Bu tezde, Osmanlı kurumları üzerinde Bizans’ın ya da Abbasilerin etkisi olmadığını kanıtlamak gibi milliyetçi bir endişe ağır basmaktadır. Gerçekte, Osmanlıların, yıkılışının üzerinden uzun bir zaman geçmiş bulunan Selçukluların toprak rejimini, üstelik Fatih zamanında, yani İstanbul’u alıp Bizans’ın yerine geçtikten sonra hatırlamış olmalarının bir açıklaması olamaz. Türklerdeki derebeylik hayatının, Türk boylarına ve eski devletlerine ait feodal sistemle, Bizans’ta yeni tanınan ilişkilerin bileşimi olarak doğduğunu söylemek tarihsel gerçeklere daha uygundur. Kaldı ki, gerçekten, Abbasilerdeki İkta sisteminin askeri feodaliteye dönüşmesi üzerine meydana çıkan Türk-İslam feodalitesinin kalıntıları da, yerleşik boylar üzerinde hâlâ etkili bir model oluşturuyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküntü devrelerindeki ayan ve derebeylerin toprak üzerindeki mülkiyeti de, feodalitenin devlet dışındaki, çoğu zaman geçici, biçimleriydi.

Eski Türk kavimlerinde, feodal sisteme, devlet topraklarından pay alma, faydalanma hakkı anlamında “ülüş” denirdi. Bu sistemde, toprak mülkiyeti, yurtluk, inçü (has), kopı (mukataa), çerig yurtları (ikta), şeklinde dağıtılırdı.

Yaylak ve kışlakların, mülkiyeti efsanevi atalar tarafından verilmiş kabul edilen YURTLUK biçiminde idi.

Devletin esas topraklarına fetih yoluyla katılan topraklarına, İNÇÜ denirdi. Bu, hükümdarın öz mülküydü. Yönetimleri, “inçü divanı” tarafından yapılırdı.

Devlet ve hanlık ailesinin hizmetinde bulunan görevlilere ve kumandanlara askeri hizmetleri karşılığında, babadan oğla geçmek üzere verilen topraklara, KOPI adı verilirdi. Bu toprakların üzerindeki hâkimiyet biçimi, bir tür askeri derebeylikti.

Devlet hizmetindeki din adamlarına, şeyhlere ve bilginlere (din) verilen, babadan oğla geçen topraklara ARPALIK denirdi.

Türk-İslam derebeyliğinin başlıca karakteristiklerini, Fuat Köprülü şöyle özetliyor:

“-Derebeyler, genellikle şehirlerde yaşarlar, toprağın işlenmesi ile doğrudan doğruya ilgilenmezlerdi. Fakat Osmanlılarda ve Memluklarda, toprağa yerleşmiş derebeyleri de vardı.

-Yurtlukların dışındaki topraklar, kanun gereği, hükümdara aitti.

-Kuvvetli bir kimsenin veya toplumun koruyuculuğuna dayanan bir himaye sistemi vardı. Bu sistem sonucunda, Batı’dakinden farklı bir sosyal hiyerarşi ortaya çıktı. Korunan kişi, bu hakkı kuvvetli devletçilik sisteminden ve merkezden alıyordu.

-Köylü ile derebeyleri arasındaki ilişkilerin bütün ülkeler için geçerli değişmez bir sistemi yoktu. Avrupa’daki toprak köleliğine karşılık, Doğu’da köylü, kişi hürriyetine sahipti. Mısır’da ve Moğollarda kölelik sistemi olmasına karşılık. Selçuklularda ve Osmanlılarda kölelik yoktu.

-Büyük dirlikler, göreve bağlı olarak verilir, görev bitiminde başka bir derebeyine devredilirdi.

Türk-İslam devletlerinde Selçuklularda başlayan ve İlhanlılar tarafından geliştirilen derebeylik sistemi, Osmanlılar tarafından özellikle imparatorluk merkezi İstanbul’a yerleştikten sonra uygulanmaya başladı ve Fatih zamanında en verimli devresini yaşadı. Bu dönemde derebeyleri gelir, rütbe ve unvana göre düzene bağlandı. Buna göre, derebeylik şekilleri, küçükten büyüğe doğru, timar, zeamet ve has’tı. Herhangi bir ikta tasarrufu için hükümdardan izin alınırdı.” (Fuat Köprülü’nün “Ortazaman Türk-İslam Feodalizmi” başlıklı makalesinden özetlenmiştir, Belleten, 1941, sa-y.19)

Osmanlılarda da, toprağın esas kaynağını fetih oluşturuyordu ve fethedilen topraklar, İslamiyet’in başlangıcından beri, beytülmal denilen devlet hazinesine kalıyordu. Devlet, bu toprakların tasarrufunu kişilere bırakırdı. Özel mülkiyete konu olmayan fakat üzerinde tarımsal üretim yapılan bu topraklara miri arazi denirdi. Bu arazideki faaliyetten devletin harç alması masraflı bir organizasyonu gerektirdiğinden, Osmanlı devleti bu hakkı dirlik sahiplerine devrederdi. Toprak üzerinde esas olarak özel mülkiyet yoktu. Bunun bir istisnası, eski Müslüman devletlerden, özellikle de Selçuklulardan ve beyliklerden devralınan topraklardır. Selçuklulardan arta kalan ve üzerinde Türkmen beylerinin kendi feodal sistemlerini kurdukları bu topraklar, özel mülkiyet sayılıyordu. Osmanlılar, bu topraklar üzerindeki kazanılmış hakkı tanımak zorunda kaldılar. Bunun yanı sıra, Balkanlarda, özellikle de Macaristan’da fethedilen topraklarda, üzerinde bina bulunan topraklar, bahçeler ve bostanlar, sahiplerinde bırakıldı. Anadolu’da da, benzeri durumda bulunan toprakların bir bölümü, özel mülkiyet sayılabiliyordu. Reaya (bu terim, başlangıçta yalnızca Hıristiyan, ya da Müslüman olmayan diğer halklardan köylüler için kullanılırdı. Sonraları, bütün köylülüğü kapsayacak biçimde kullanılmaya başladı. Bu da, ilk yerleşik tarım nüfusunun Anadolu’nun Türklerden önceki yerleşik halkları olduğunu gösterir.)   kural olarak, Bizans’ta olduğu gibi, toprak üzerindeki kullanma ve yararlanma hakkını (intifa hakkı) miras yoluyla devredebiliyordu. Ancak, arazinin tümü üzerinde “dirlik” hakkına sahip olanın hakları, reayanın haklarının üzerinde bulunurdu. Bir başka deyişle, reaya, “kullanma ve yararlanma” hakkını, başına dikilen dirlik sahibinin yönetiminde ve onun hakkının gerçekleşmesi için kullanabiliyordu.

Devlet toprakları da işletilmek üzere, değişik biçimler altında, bazen yalnızca kişiye özel kullanım hakkıyla, bazen da babadan oğla geçen mülkiyet biçiminde kişilere verilebiliyordu. “Dirlik” denilen bu topraklar üzerindeki hakkın esas olarak üç biçimi vardı:

TİMAR: Belirli hizmet karşılığında kişilere tahsis edilen ve yıllık geliri 1000 akçe ile 20.000 akçe arasında olan araziler, devlet hizmetinde bulunmuş kişilerin hizmetinin derecesine göre verilirdi. Osmanlı timar sisteminde, timar sahipleri, devletin memuruydular. Merkezin emri altında bulunurlardı. Timar sahibi, ticaretle uğraşamaz, başka bir yoldan para kazanamazdı. Böyle bir durumda, timarı elinden alınırdı. Hizmet karşılığı gelirinden yararlandıkları topraklar üzerindeki haklar ve mülkiyet veraset yoluyla geçmezdi. Timar sahiplerinin idari, mali, hukuki serbestlikleri yoktu. Batı feodal sistemiyle timarın benzerliği, gelirin devlet hazinesine girmeden, timar sahibinin eline geçmesiydi. Timar sahibi, devlete ait miri toprakları, devlet adına kullanırdı. Kendisine sahibi arz denirdi. Köylü (reaya) onu efendi olarak tanırdı. Timar, bir yandan devlete gelir sağlıyordu ve masrafa girmeden büyük bir askeri güç yığılmasına olanak tanıyordu, diğer yandan Timar sahiplerinin görevleri arasında sayıldığı gibi, köylünün korunması, toprağa bağlanması için de ortam hazırlıyordu. Timarlı sipahi, reayanın, artı-emeğinin ödenmemiş kısmına, emek, ürün ve para biçiminde el koymaktadır. Fatih kanunnamesi ile emek-hizmeti (angarya) nispeten azaltılmış, fakat nakdi ödeme yükseltilmiştir. (3)

ZEAMET: Yıllık geliri 20.000 ile 100.000 akçe arasında olan ve esas olarak askeri bir görev karşılığında tahsis edilen dirliklere zeamet denirdi. Bir başka adı, Büyük Timar’dı.

HAS: Geliri bir milyon akçenin üzerindeki dirliklere has denirdi. Fatih Kanunnamesi gereğince, bu topraklardan, yüz ile yüz yirmi bin akçe arasında vergi alınırdı. En büyük has, padişaha ve veziriazamlara aitti. Bunları derece ve rütbelere göre, vezirler, beylerbeyiler ve sancakbeyleri izlerdi. Has sahipleri, kendileri gidip vergi toplamazlar, Voyvoda denilen görevliler bu işi yapardı. Has kime verildiyse, o topraklardaki köylüler de has sahibinin gerçek malı olurdu. Köylü, elindeki toprağı iyi işlemezse, toprak elinden alınır ve başkasına verilirdi. Çünkü toprakların öşür ve rüsum gibi vergileri, has sahibi tarafından devlete ödenirdi.

İkta, Padişahın, birisine, bir toprağı mülk olarak ya da sadece gelirinden yararlanmak üzere verdiği topraklara denirdi. İkta, bir veya birkaç vilayette hüküm sürme hakkı anlamına geliyordu ve merkezi otoritenin zayıflamasına, siyasi iktidarın parçalanmasına yol açıyordu.

Özetlediğimiz bu sistemde, Avrupa’daki gibi, malikâne sistemine dayanan ve köylüleri “toprak kölesi” durumunda tutan feodaliteden görünüş özellikleri bakımından farklı bir uygulama vardır. Bununla birlikte, artı- ürüne el koymanın ekonomi dışı yöntemleri açısından bakıldığında, angarya ve zorunlu askerlik gibi uygulamalar ve özellikle “has” toprakları üzerindeki köylülerin de has sahibinin malı sayılması gibi özellikler bakımından, Anadolu köylüsünün sultan ve ona karşı sorumlu olan dirlik sahibi karşısındaki konumu, toprakla birlikte alınıp satılma dışında, Avrupa köylüsünden farklı değildir. “Sahibi mülk”, yani sultan, en büyük feodal olarak, bu hakkı kendisinde tutuyordu ve topraklarla birlikte, üzerinde yaşayan insanların da sahibi sayılıyordu. Çoğunun esas mesleği askerlik olan, “meslekten savaşçı” bu sınıf, aynı zamanda yüksek yaşama düzeyine sahipti ve gerek yaşam düzeylerini, gerekse iktidar içindeki yerlerini sürdürebilmeleri, ancak onlara hizmet edecek bir köylü sınıfının varlığı ile mümkündü. Savaşçı, Batı’daki gibi, hem toprak sahibi, hem de ağadır. Köylülerini sözde korur, toprağa bağlanmalarını sağlar, buna karşılık onlardan ürün alır ve her türlü angaryayı yükler.

Bu yapının, klasik feodal modelden farkı, merkezi bir devletin kendi feodal yöneticilerini atama yoluyla toprakların başına geçirmesidir. Kaldı ki, dirlik sahiplerinin, asker toplama ve devlet hazinesine para aktarma gibi görevleri, kendi egemenliklerini kurma yolunda kullanarak bağımsızlaşma eğilimleri gösterdikleri durumlar da çok ender değildi.

Osmanlılarda eyalet sisteminin çökmesinden sonra, (XVII. yüzyıl) derebeyliğin, taşra teşkilatına hâkim olmasının da, köklerinde bu olanak vardı. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren, kendi başlarına hüküm süren, daha önce Osmanlı hükümetinin memuru iken, yavaş yavaş vasalı haline gelen nüfuz ve kudret sahibi beyler ortaya çıktı. Beyler, XVII. yüzyılda, birer hanedan gibi davranmaya başladılar. XIX. yüzyıl başlarında derebeylerin hâkimiyetleri genişledi. Hükümetin nüfuzu yok denecek kadar azaldı. Babıâli, derebeylere, muhassıl veya mütesellim unvanı veriyor ve bu kimseleri, bulundukları bölgede, validen daha üstün görmek zorunda kalıyordu.

Aydın-Saruhan bölgesini idare eden, fakat nüfuzları İzmir ve Bursa’ya kadar uzanan Karaosmanoğulları; Yozgat, Kayseri, Ankara, Amasya ve Niğde civarını idare eden, Bozoklu Çapanoğulları; Canikli Hacı Ali Paşa ailesi, Kuşadalı İlyasoğulları… başlıca derebeyleridir.

 

KÖYLÜNÜN BAĞIMSIZLIĞI

Osmanlı İmparatorluğu’nun üretim biçiminin feodal olmadığını savunanlardan, Çağlar Keyder’in ileri sürdüğü iddialardan birisi de, Osmanlı’nın köylülüğün bağımsızlığına önem verdiğidir. Gerçekten Bizans feodalitesinde de, köylülük, kural olarak, toprakla birlikte alınıp satılan bir toprak kölesi değildi. Osmanlı, Bizans köylülerinin bu durumunu değiştirecek bir müdahaleye girişmedi. Toprak rejimi, Bizans’tan alındığı gibi ve kimi özellikler eklenerek korundu.

Köylülüğün bağımsızlığının korunması gerçekten Osmanlı için gerekli ve önemli miydi?

Aslında Osmanlı için asıl tehlike, mahalli otoritelerin oluşmasıydı. Bu, tıpkı Batı derebeyliğinde olduğu gibi, köylülerin esas olarak, derebeyini ya da devleti besleyecek, asker olarak kendisine katılacak bir yığın olarak görülmesinin sonucudur. Mahalli senyörlerin oluşması, bu bakımdan iki yanlı bir tehlike oluşturur. Bir yandan salt vergi olarak kendisine akması beklenen artı-ürün’ün kesilmesi anlamına gelecektir; diğer yandan da, köylülüğün potansiyel bir hasım için askeri güç olarak kullanılması olanaklı hale gelecektir. Bu yüzden, yerel beyler (derebeyleri), fazla güçlenmelerine izin verilmeyen, ama devletin genel düzeninin devamı için gerekli artı-ürün akışını da sağlayabilen bir güç konumunda bulunmalıydılar. Ne çok güçlü olup devletle kavgaya girebilmelidirler, ne de vergi toplayamayacak kadar zayıf olmalıydılar. Aynı şekilde, köylülük de, tümüyle derebeyine bağlanmamalı, onun malı haline gelmemeliydi, ama beyden kopup vergi vermeyen, askere gelmeyen bir başıbozuk da olmamalıydı.

Keyder, Bizans merkezi iktidarının, köylülerden yalnızca vergi talep eden bir ilişkiyi koruduğunu, bunun bağımsız köylülüğün de, devletin de işine geldiğini söylüyor. Bu ilişkinin kırılmasına yönelik bağımsız-yerel senyörler sisteminin ise, hem köylülüğün, hem de devletin tepkisiyle karşılanıp tutunamadığını anlatıyor. Senyör ve serf ilişkisinin karakterize ettiği feodalitenin yerine, Bizans’ta hâkim olan ilişki, böylece, merkezi devlet ile vergi vermekle mükellef bağımsız küçük köylülük ilişkisidir.

Burada tartışılması gereken konu, bunun bir tür feodalizm olup olmadığıdır. Merkezi otoritenin vergi toplama biçimi, doğrudan doğruya, yerel iktidar kurumlarının, bölgesel bir beyin, güç sahibi bir adamın omuzlarındadır. Bu adam zaman zaman gücünü, merkezi otoriteye başkaldırmaya kadar vardırır. Kendi adına vergi toplamaya, ordu kurmaya kalkışır.

“Mahalli senyörler, merkezi bürokrasiyi atlatarak köylülerden çekilen artığa el koymanın yolunu bulduklarında, bağımsız iktisadi güç elde ederek merkezi bürokrasi karşısında bir tehdit oluşturdular. Başka bir deyişle, mahalli senyörlerin bir ölçüde güç kazanmaları ve bu özerkliğin tarımsal artıktan kendine düşen paya el koyamayan merkezi otoriteye karşı bir tehdide dönüşmesi mümkündü. Örneğin 10. yüzyılda güçlü Anadolu hanedanları, kendi adlarına vergi toplamaya başlamışlardı. Bu kural dışı uygulama, mahalli iktidar sahiplerinin daha da güçlenmesi, merkezi bürokrasinin göreli olarak gerilemesi ve muhtemelen köylülüğün daha da yüksek oranda sömürülmesi demekti. Yine de mahalli güç sahiplerinin, rakip bir toplumsal sistemin kurucuları olarak konumlarını sağlamlaştırmalarına imkân verecek şartlar mevcut olmadığından, bu sapmalar, tarımsal yapının ve içerdiği sınıf yapısının dönüşmesine yçl açmadı.” (s. 16-17)

Burada, “rakip toplumsal sistem”, “içerdiği sınıf yapısı” gibi kavramların neyi ifade ettiği boşlukta kalmaktadır. Mahalli ya da merkezi otoritenin köylüden istediği, vergi kaynağı ve askeri güç olarak yararlanmaktır. Merkezi otorite ile mahalli senyörler arasındaki mücadele, bir sistem mücadelesi değildir. Sorun, kimin vergi toplayacağı ve köylüleri askeri güç olarak kullanacağıdır. Çekişmenin “bağımsız köylüler”, küçük üreticiler üzerinde cereyan etmesi, Avrupa feodalitesinden farklı bir durum ortaya çıkarıyorsa da, artı-ürüne el koymanın özel biçimi açısından bakıldığında, özü bakımından farklı bir ilişki söz konusu değildir.

“Senyörlerin bağımsız köylüleri serilere çevirmesi mümkün olmadı. Köylülük esas olarak aynı emek örgütlenmesiyle ve aynı toprak dağılımıyla, aynı ölçekteki üretimini sürdürdü. Mahalli senyörlerin güçlendiği durumlarda da, vergi/kira, daha önce merkezi otoritenin hizmetinde olan memurlar tarafından, aynı şekilde toplandı. Değişen tek şey, verginin nereye gittiğiydi. Mahalli özerkliğin sınırlarının genişlemesi, beraberinde, alternatif bir toplumsal proje getirmedi. Bu ise, toplumsal bir değişmeden ziyade, artığın kullanımının örgütlenme biçimleri olarak, merkezileşme ve âdem-i merkezileşmenin birbirini izlemesi demekti. Merkezin güçlü olduğu zamanlarda, artık ürün etkin biçimde imparatorluk bürokrasisine aktarıldı.”

Çağlar Keyder, vergi/kira toplamanın biçiminde değişiklik olmadığını, merkezi bürokrasi ya da derebeyi tarafından toplanmasının ilişkilerde bir değişikliğe işaret etmediğini söylüyor. “Değişen tek şey, paranın kimin hazinesine aktığıdır.” İkinci olarak, aynı paragrafta, beylerle merkezi otorite arasındaki mücadelenin, merkeziyetçilikle, merkezden kopma eğilimleri arasındaki mücadele olduğu ileri sürülüyor.

Merkeziyetçilik ve âdem-i merkeziyet kavramları, siyasal sistem bakımından bir birine tümüyle karşıt iki tavrı ifade eder. Eğer mücadele, gerçekten yönetim biçiminin ekseninde dönüyordu ise, mücadele eden tarafların birbirlerine karşı farklı siyasal rejimleri savunduklarını da varsaymamız gerekecektir. Merkeziyetçiliğe karşı, iki tür muhalefet olabilir: Birincisi, bağımsız ve yerel derebeylerin merkezi krallığa karşı kendi egemenliklerini savundukları merkezîleştirilmeye karşı koyma biçimindedir. Bu durum, uluslaşma sürecinde, ulus krallıkların yerel ve bağımsız derebeyliklere karşı, pazar birliğinin sağlanması yolundaki girişimlerinde görülmüştür. İkincisi ise, tarihte ilerici bir rol oynayan, uluslaşma süreçlerinin bir parçası halinde ve yerel-ulusal ekonominin kendi pazarına hâkim olma mücadelesinin bir sonucu olarak görülen merkezden kopma eğilimidir. Osmanlı’da, ne devlet ulusal pazarı birleştirmek ve tümüne egemen olmak için yerel otoritelere karşı savaşmaktadır, ne de yerel beyler kendi gelişen ekonomilerinin zorunlu bir sonucu olarak bağımsızlaşma eğilimine girmektedir. Her ikisinin de derdi, kır nüfusu ve tarımdan elde edilen artı-ürün üzerinde hâkimiyet kurmaktan ibarettir. Bu mücadelenin, “bürokrasiyle, derebeyler arasındaki mücadele” olarak yorumlanması da mümkün değildir. Doğrusu, mücadele, biri yerel kalmış diğeri ise merkezi bir devletin egemeni haline gelebilmiş iki feodal güç arasındaki mücadeledir. Çağlar Keyder’in, dediği gibi, mücadeleyi kim kazanırsa kazansın, “değişen tek şey, verginin nereye gittiği”dir.

Sonuç olarak, nasıl ki, bir derebeyi, topraklarının defterlerini tutmak, geliri-gideri hesaplamak için yanında beslediği adamlar, kurduğu ordular var diye “bürokrasinin egemenliğini” kurmuş olmazsa, Osmanlı padişahı da, öylece, bir “bürokrasi padişahı” sayılamaz.

Köylülüğün bağımsızlığı da, “nereden bağımsız” olduğu noktasında önem kazanıyor. Osmanlıda reaya, topraktan ayrılması yasaklanan insandı. Ziraat onun başlıca işiydi ve bunun dışında herhangi bir işle uğraşması yasaktı. Özellikle, yönetici sınıflar içinde yer alabilecek bir değişikliği reayanın yaşaması mümkün değildi. “Reaya, ata binüp kılıç kullanmak yoktur” sınırlamasını koyan yasaya göre, reaya, soyu sopu ile toprağa bağlanmış bir sınıftır. Aynı yasa, “raiyet oğlı, raiyettir” diyerek, bunu belirler. Göç eden, “çifti bozan” reaya, gittiği yerden tutulup bağlı olduğu toprağa getirilir. Reaya, eğer göçtüğü yerde, on beş yıl kalmayı becerebilmişse, geri götürülmekten kurtulur.

XVI. yüzyılda “çiftbozan” sayısı olağanüstü artınca, Osmanlı, bundan vergi alarak kârlı çıkmaya ve çiftbozmanın kurala bağlı bir hale getirilmesine çalışır. Bütün bu göstergeler, büyük göçlerle kırılıncaya kadar, köylülüğün toprak üzerindeki diğer mallar gibi, toprağa bağlı bir statüsü olduğunu gösteriyor. En basit deyimle, bu, serbest bir emek piyasasının olmadığının işaretidir. Bu da, köylünün “bağımsızlığı” hakkındaki saptamayı yanlışlayan bir olgudur. Bağımsızlık, yerel bir otoriteye, yerel bir toprak sahibine karşı bağımsızlık anlamında kullanıldığı sürece doğrudur, fakat Osmanlı toprak rejiminin genel niteliği göz önünde tutulduğunda, bu “bağımsızlık”, merkezi feodal sisteme bağımlılık anlamı kazanmakta ve “Avrupa feodalizmi ile temel farklılık” olarak gösterilen bu özellik, “fark belirleyen” özellik olmaktan çıkmaktadır.

Kaldı ki, topraktan alınan verimin azalmasına yol açan bu durumdan, doğrudan doğruya toprağın dirlik ya da iktâ olarak kendisine verilen kişi sorumlu tutulmakta ve gelirin azalması halinde, kullanan kişiden alınarak bir başkasına verilmektedir. Böylece, toprağın tasarrufunu elinde bulunduran kişiye, köylüler üzerinde ekonomi dışı bir zor uygulaması için de kapı açılmaktadır. Bu da, Avrupalı senyörün, yerinde uyguladığını, Osmanlı’da merkezi otoritenin, uzaktan ve dolaylı olarak uygulaması anlamına gelmektedir.

Bütün bu gerekçelerle, Osmanlı rejimini tanımlayan en uygun kavram, “merkezi feodal” olmaktadır.

Feodaliteyi karakterize eden başlıca unsurun, yerel iktidar olarak toprak üzerinde mülki ve askeri hâkimiyet sahiplerinin bulunması olduğu kabul edilirse, bir imparatorluğun kendisinin feodal olduğunu söylemek çelişki gibi görünür. Oysa Osmanlı İmparatorluğu gibi, kendisine özgü gelişme koşulları bakımından, yerel senyörler kurumunun doğmasına izin vermeyen ama, toprak ve üzerinde yaşayanlarla olan ilişkiyi ve artı-ürüne el koymanın ekonomik ve ekonomi dışı yollarını feodal tarzda kuran bir kurum için bu terim yerindedir.

 

OSMANLI VE KAPİTALİZM: KAPİTALİZM ÖNCESİ SERMAYE BİÇİMLERİ

Çağlar Keyder, Türkiye’de, burjuvazinin hâkimiyetinin kurulamamasının nedeni olarak da, tarımsal yapının özelliklerini gösteriyor. Ona göre, Osmanlı İmparatorluğu döneminde toprakta özel mülkiyet bulunmadığından ve sermaye sınıfı olarak kabul edilebilecek azınlık Hıristiyan burjuvazisinin de büyük bölümü ülkeden çıkarıldığı için, “özerk toplumsal tabana dayanan toprak sahibi bir sınıfın” çıkması mümkün olmamıştır. “Aynı zamanda”, diyor, Çağlar Keyder, “yabancı sermayeyle bağlantılı, bir ‘oligarşik’ hakimiyet ihtimali de yoktu. … Bunun yerine, bürokrasi ile yeni gelişen burjuvazi arasında bir mücadele başladı.”

Oysa tarımda timar sisteminin çözülmeye başlaması ve bunun yerine mukataa’nın geçmesi, bir yandan devletin toprak üzerindeki merkezi denetimini kırmış, diğer yandan da, toprak gelirinden oluşan bir ilkel sermaye birikiminin yolunu açmıştı. Mukataa (iltizam), feodal rantın, devlet, mültezim ve tefeci  sermayesi arasında bölüşülmesinin bir biçimini yarattı. Burada artık, timar gibi, hizmet karşılığında toprağın kullanılması ve ondan yararlanılması, belirli bir kişiye özel koşullarla verilmiyor, doğrudan doğruya bu haklar devlet tarafından satılığa çıkarılıyordu. Toprak üzerindeki hakları belli bir dönem için satın alan mültezim, devlete de, anlaşmanın koşullan gereği, belli bir süre sonunda belli bir miktar ayni ve nakdi bedel ödüyordu. Bu sistemin nasıl bir baskı ve sömürü mekanizmasını beraberinde getireceği açıktır. Mültezim, devletle olan anlaşması gereği ona ödeyeceği bedeli, belli bir süre içinde köylüden fazlasıyla toplamak zorundaydı. Çünkü köylüden toplanacak olan, yalnızca devlete ödenecek miktar olarak kalamazdı: Kendisine kalacak olan ve iltizam bedelini aldığı tefeciye ödenecek olan miktar da köylünün emeğinden çıkarılacaktı. Devlete ödenecek miktar peşin olarak verileceği için, mültezim, bu parayı önce tefecilerden toplardı. Sonra da köylüden, bir ile üç yıl arası bir süreyle, tefeciye ödenecek borcu faiziyle birlikte çıkaracak bir miktarı ve kendi saltanatı için gerekli miktarı toplamaya çalışırdı.

Mukataa sistemi, başlangıçta bir tür tahsildarlık gibi işlerken, sonradan ticarete konu olan bütün vergileri devletle paylaşan bir para servet sahibinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu da, topraktan bağımsız bir büyük para-servetin birikimini sağladı. (4)

Tefecilik, kır ilişkilerinin bir sonucu olarak kazandığı boyutlarıyla iltizamın işlemesine yetecek bir birikime sahip olmadığından, “Galata Bankerleri” denilen ve uluslararası bir ağa sahip yabancı tefeciler, kendileri için verimli bir alan buldular. Bu arada, kimi timarlar, iltizamla yönetilmek üzere mezata çıkarılmış, açık artırmayla satılmaya başlanmıştır. Bu andan itibaren de, artık devletin merkezi otoritesinin ortadan kalktığı, tefeci-bankerler aracılığıyla uluslararası para hareketine bağlanan, mültezim ve üretici arasındaki ilişkinin belirlediği bir dolaşım kurulmuştur. Bu, devletin tefeci-banker sermayesine olağanüstü borçlanması sürecinin de başlangıcını oluşturmuştur.

Görünüşte ve kural olarak, toprakta özel mülkiyet yoktur. Fakat toprak, büyük bir para-servetin elde edilmesine olanak verecek biçimde özel kişiler elinde bulunmakta, artı-ürün ve rant kaynağı olarak kullanılmaktadır. Buradan bir büyük burjuva sınıfının doğmamasının nedeni, toprak üzerindeki mülkiyetin biçimi değil, elde edilen servetin dolaşım ve yeniden üretim koşullarıdır. Para-servetin, sermaye haline gelebilmesi için -ki, burjuva sınıfının gelişmesi buna bağlıdır- genişletilmiş yeniden üretim süreçlerine girmesi gerekir. Paranın “tekrar tekrar dolaşıma girmesi” (Marx), sermayenin oluşması ve birikimi için başlıca koşulken, Osmanlı’da, servet kaynağı, yalnızca toprak ve üzerindeki emek arasındaki ilişkinin her defasında daha da artan bir baskıyla ürüne dönüştürülmesinden ibarettir. Buradan elde edilen para ise, tefeciye, bankere, devlete ödenir ve mültezimin saltanatına harcanır. Üretici emeğin karşılığı ise, para olarak değil, ürün ya da mal olarak ödendiği için, köylünün eline de para geçmez ve asla birikmez.

Bunun yanı sıra, “toprakta özel mülkiyetin olmadığı” tezi, ayrıntılar göz ardı edildiğinde, temel bir veri haline getiriliyor ki, Osmanlı mülkiyet sisteminin kimi özellikleri, bunun gerçekte bir abartma olduğunu göstermektedir. Gerçekte, imparatorlukta toprak üzerinde mülkiyetin değişik biçimleri vardı: Devlet mülkünün yanı sıra, vakıf mülkleri, aşiret ya da kabile mülkleri ve özel mülk bir arada bulunuyordu. Kuşkusuz burada niceliği bakımından belirleyici olan, devlet mülkü topraklardı. Onların da kullanım ve yararlanma biçimi bakımından, bireysel servetin kaynağı haline gelebildiğini, dolayısıyla “devlet mülkü” olma özelliğinin sözde kaldığını gösteren olguları yukarıda özetledik.

Devlet mülkü biçiminde tanımlanan topraklar üzerindeki özel tasarruf hakkının yol açtığı karışıklıklar, 1960’lı yıllara kadar devam etmiş ve 1966’da çıkarılan bir yasayla, ellerinde imparatorluktan kalma senetler bulunan eski timar sahiplerinin ve mültezimlerin torunları, toprakların mülkiyet hakkını da ele geçirmişlerdir. Bu, gerçekte biçimsel bir düzenlemeydi ve toprak, senetli kullanımdan “tapulu mal” haline geçmişti. (5) O yıllarda, (1966–1971 arası), Anadolu’nun her yerinde ve toprak sorununun esas olarak bulunmadığı varsayılabilen Akdeniz ve Ege köylerinde yaşanan “toprak işgalleri” biçimindeki köylü eylemlerinin nedeni de bu idi. Kentlileşmiş mültezim torunları, uzun yıllardır varlığını bile unuttukları “atadan dededen, padişah fermanıyla kalmış topraklarına” birer toprak beyi olarak dönebilirlerdi. Bunu pek azı yaptı. Çoğu, yine atadan dededen gördükleri usullerle, toprağı bir üretim aracı olarak değil, rant aracı olarak değerlendirdiler.

Gerçekte, Osmanlı’da, köylülerin tasarruf hakkı, 1858 yılında çıkarılan bir kanunla, borcuna karşılık ipotek olarak gösterilebilir hale getirilmiş ve özel mülkiyetle tasarruf hakkı birbirine karışmıştı.

Bu noktada, tekrar “bürokrasinin egemenliği” tartışmasına dönebiliriz.

Tarımdaki mülkiyet ilişkilerinin, giderek devlet topraklarının özel mülk biçimini alması süreçleri, özellikle Osmanlı’nın son yıllarında, yerli azınlık ve yabancı bankerlerin, toprak sahiplerinin, tüccarların ve kısmen de yabancı sermaye işletmecilerinin ekonomiye egemen olma süreçleriyle çakışmaktadır. Şu halde, başta komprador liman burjuvazisi olmak üzere, tarımdaki artı-ürünün dolaşımı ve işlenmesi mekanizmalarında yer alan, buna artı-değer sömürüsünü de ekleyerek, Osmanlı ekonomisini Avrupa kapitalizminin bir eklentisi durumuna getiren bir burjuva ve feodal sınıf egemenliği dönemi başlamıştı.

Bürokrasi, esas olarak, Avrupa’nın ekonomik ve siyasal hedeflerinin somutlandığı bu sınıfların ihtiyaçlarına, kendi aralarındaki çelişme ve çatışmalara paralel gelişen bir uygulayıcı konumundaydı.

Emperyalistler arasındaki dünya çapında çelişkiler ve savaş koşulları da, bürokrasinin şekillenmesinde ve uyguladığı politikalarda rol oynuyordu.

Bütün bu çelişkiler ve gerek imparatorluk içinde, gerekse uluslararası ilişkiler planında büyük sarsıntılar yaratan çatışmalar ortamında, bürokrasinin uyguladığı politikaları tayin eden faktörler, esas olarak, egemen sınıf bileşiminin karmaşık ve değişken yapısında, egemen sınıf fraksiyonlarının bağlı olduğu emperyalist ülke ile olan ilişkilerde, yerli feodal-burjuva katmanların egemenlik mücadelesinde bulunacaktır.

 

CUMHURİYET DÖNEMİNDE DEVLET VE SINIFLAR

Çağlar Keyder, Türkiye’nin siyasal tarihine karakterini veren çelişme olarak gördüğü “Bürokrasi-burjuvazi çatışması”nın kendince tipik örneklerini esas olarak Cumhuriyet döneminde bulmaktadır.

Milli Mücadelenin sosyal sınıf tabanını, yerli feodal burjuvalar olarak adlandırabileceğimiz, tüccar, ayan ve eşraf örgütlerinin ekseninde hareket eden kent ve kasaba emekçileri ve esas olarak da köylüler oluşturuyordu. Milli Mücadelenin öncülüğünde ise başlıca çelişkileri, azınlık banker-tefeci ve komprador tüccarlarla olan Türk-Müslüman tüccarlar bulunuyordu. Daha Mustafa Kemal Anadolu’ya geçmeden önce, “Kuvayi Milliye”, “Müdafaayı Hukuk” cemiyetlerinde bir araya gelerek, Yunan askeri işgaline karşı silahlı direnişi örgütleyen ve bu mücadeleye siyasal bir biçim vermeye girişen, onlardı. Mustafa Kemal, hiç olmayan bir hareketi başlatmış, ya da Milli Mücadeleyi tepeden tırnağa örgütlemiş değildi.

Çağlar Keyder ise, bu sürece ilişkin olarak, tümüyle olayı tersinden gören bir yorumu benimsiyor.

“Müslüman tüccarların ve toprak sahiplerinin davaya bağlanmasıyla, milliyetçi hareket güçlü bir toplumsal taban kazanmıştı; bu tabanı belirleyen ülkeden ayrılmış veya kovulmuş burjuvaziye muhalif olan konumuydu.”(6)

Bu anlatıma bakılırsa, tıpkı resmi tarih yazarlarının anlattığı gibi, Erzurum Kongresi’ni toplayan da Mustafa Kemal olmalı! Oysa Mustafa Kemal, Samsun’a geldikten sonra, Amasya ve Sivas’a uğramış, Erzurum’da yerel eşraf ve tüccarın öncülüğünde bir kongre toplanacağını haber aldıktan sonra oraya gitmiş ve kongreye katılanlar tarafından önceleri hiç de iyi karşılanmamıştır.

Aynı zamanda, Ege ve Trakya’da benzeri girişimler yapılıyordu ve bunların örgütlenmesi, 19 Mayıs 1919’dan çok önce başlamıştı. Bir başka deyişle, eğer bürokrasinin temsilcisi olarak görürsek Mustafa Kemal’i, o, kendi sosyal tabanının çağrısına biraz gecikerek uymaktan başka bir şey yapmış olmamaktadır.

Milli Mücadelenin temel ekonomik hedeflerini ve zaferden sonraki uygulamaları yönlendiren de, bu sınıflardır.

Keyder, yanlış yorumuna doğru verileri kullanarak ulaşıyor:

“Müslüman tüccar ve iş adamları ise, elde ettikleri ayrıcalıkları savunmak ve Hıristiyan azınlıkların hazırlayıp terk ettiği bol kazanç getiren konumları ele geçirmek için, siyasal kayırmadan etkin bir biçimde yararlandıkları İttihat ve Terakki dönemini uzatmak istiyorlardı.”(7)

Tabii, mantıksal olarak, eğer İttihat Terakki dönemi uzatılmak isteniyorsa, bu, İttihat ve Terakki Fırkası’nın bir bürokratlar partisi değil, Müslüman tüccar ve işadamlarının partisi olduğunu gösterir. Fakat bu cümlede tarihsel durumla uyuşmayan bir saptama vardır: Müslüman tüccar ve işadamlarının büyük bir çoğunluğu, İttihat ve Terakki Fırkasını, azınlık burjuvaziyle banker-tefeci ittifakının partisi olarak gördüğünden, çoğunlukla Hürriyet ve İtilaf Fırkası yanlısıydı. Mustafa Kemal, desteğini almaya mecbur olduğu bu kesimler karşısında, kendisinin “İttihatçı” olmadığını kanıtlamak için, bütün mücadele boyunca epey zorlanacaktır.

Zaferden sonra, özellikle büyük mübadele yıllarında, bir milyondan fazla Rum’un ülkeden ayrılmak zorunda bırakılmasından arta kalan mülk ve servet, Müslüman eşrafın eline geçmişti. Keyder’e göre, bu, bürokrasinin, kendi mücadelesini destekleyen tüccar ve eşrafa bir ödülüdür! Açıkça söylenirse, bürokrasi, Milli Mücadele’ye katıldığı için, eşrafı ve tüccarı ödüllendirmiştir! Doğrusu, tüccar ve eşrafın, Milli Mücadele’yi başlatma amaçlarına uygun olarak, bürokrasi, onların temel talepleri doğrultusunda bir politikayı yürürlüğe koymuştur. Bütün milli mücadeleye rengini veren temel talep bu idi ve bürokrasinin bundan başka herhangi bir savaş sonrası politikası olamazdı.

İktidar ve sınıflar arasındaki ilişkiyi ters yüz eden bu analizin ulaştığı sonuçlardan bir başkası şöylece özetleniyor: “1914–24 arasında Rum ve Ermeni burjuvazisinin ülkeden ayrılması ya da çıkarılmasıyla, Osmanlı burjuvazisi, iktisadi, siyasi ve ideolojik kazançlarını kaybetti. Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü, bürokrasinin iktidarını korumasını ve devlet merkezli bir sosyo-ekonomik dönüşümü kontrol etmeye ve yönlendirmeye girişmesini mümkün kıldı.” (8)

Bürokrasinin etkin görünmesinin nedeni, gerçekten burjuvazinin güçsüzlüğüdür. Ama izlenen bütün ekonomi politikaları, burjuvazinin kendi güçsüzlüğünü gidermeye yöneliktir. Nitekim daha sonraki bölümlerde, Keyder, Milli Mücadele sonrasında, “beş yıl boyunca, yerli burjuvazinin zenginleşmesine izin verildiğini” (9) yazmaktadır. Bu anlatım tarzının ifade ettiği duruma göre, bürokrasi, iktidarını sağlama almak için, burjuvazinin fazla güçlenmesini istemiyor, ama zaman zaman, onun birazcık zenginleşmesine izin veriyor! Bunun karşılığında, “Ticaret burjuvazisi, savaş öncesi dönemde tomurcuklanmaya başlayan burjuva kültürel gelenekleri de sürdürmedi. Bir başka deyişle, sivil toplum kurma hakkından vazgeçerek, karşılığında para kazanma ayrıcalığını aldı.” (10)

Burjuvazinin “para kazanma”sı, tümüyle devlet olanaklarının ve hatta kimi zaman kolluk kuvvetlerinin desteğinin hemen omuz başında bulunmasına bağlıydı. Gerek azınlık burjuvazisinin ve Avrupa sermayesinin baskısı, gerekse uluslararası koşullar, siyasal bakımdan, ticaret burjuvazisinin bir “sivil toplum” projesi geliştirmesine ve uygulamasına olanak verebilecek durumda değildi. Keyder bu güçsüzlüğün sosyal, ekonomik koşullarını ve uluslararası ilişkiler bakımından zorunluluğunu görmek yerine, burjuvazinin bürokrasiye bir tavizi olarak değerlendiriyor.

Daha önceleri, Prens Sabahattin çevresinin ileri sürdüğü “âdemi merkeziyet ve teşebbüsü şahsi” prensiplerinin uygulanabilmesine, ticaret sermayesinin yaratabildiği birikim de yetmezdi, bu sermaye etrafında seferber edilebilecek sosyal güç de buna olanak tanımazdı. Bir bakıma, bu proje, Osmanlı burjuvazisinin gelişme düzeyiyle uyuşmayan, doğrudan doğruya Prens Sabahattin’in (ki Sultan Abdülmecid’in torunudur), İsviçre’de, Fransa’da gördüğü eğitimin ve Avrupa’da gelişen yeni görüşlerin etkisiyle geliştirdiği bir projedir ve ülke içinde nesnel koşulları yoktur. Nesnel duruma uygun olan, burjuvazinin o günkü koşullar içinde kendi programı olarak benimseyebileceği, Prens Sabahattin’in muhalifi olduğu İttihat ve Terakki Fırkasının uygulamakta olduğu programdır. Dolayısıyla, Prens Sabahattin’in görüşlerini, burjuvazinin bir ara benimseyip sonra da bürokrasi ile uzlaşma uğruna terk ettiği görüşler olarak değerlendirmek, tümüyle yanlıştır. Prens Sabahattin’in görüşleri, zamanına göre oldukça ilerici bir içeriğe sahipti, ama bunun Osmanlı burjuvazisinin nesnel gelişme düzeyiyle bir ilişkisi yoktu.

Keyder’e göre, Cumhuriyet döneminde bürokrasinin iktidarını sağlamlaştırmasına ve burjuvazinin gerilemesine yol açan olaylardan birisi de, Şeyh Sait isyanıdır. Şeyh Sait isyanı dolayısıyla ilan edilen sıkıyönetim ve Takriri Sükûn Kanunu, “hükümete otoriter bir yönetim için gereken kurumsal çerçeveyi” sağlamakla kalmıyor, “burjuvazinin, bürokrasi karşısında iktidar mücadelesini kolayca sürdüremeyeceği anlamına da geliyordu.” (11)

Kimdir, bürokrasiye karşı iktidar mücadelesi sürdüren burjuvazi? Şeyh Sait’in önderliğindeki yoksul Kürt köylüleri mi, isyan bahane edilerek tutuklanan komünistler mi, sendikaları, partileri, dernekleri kapatılan işçiler mi?

Gerçek şu ki, gerçekten iktisadi bakımdan oldukça zayıf olan burjuvazi, sermaye birikiminin olanaklarını, yoğun sömürü ve siyasi baskı koşullarında görüyordu. Emperyalizmin, yeni kompradorları olabilmek, bir yandan Avrupa sermayesi ile ilişkilerin düzenlenebilmesi için, siyasi ve kültürel kimi reformlar yapmayı gerektiriyordu, diğer yandan iç siyaset bakımından da, kendi pazarına ve hammadde kaynaklarına, emek gücüne hakim olabilmeyi… Şeyh Sait isyanı, bütün bu ihtiyaçların karşısına bir engel olarak dikilirken, giderilmesi için geliştirilen siyasi araçlar da, aynı zamanda, aynı yolun açılabilmesinin olanaklarını oluşturdu. Dolayısıyla, Takriri Sükûn Kanunu, emekçi halk ve işçi sınıfının “zapturapt altına alınmasını” sağlarken, sermayenin birikimi ve merkezileşmesi için de yolun açılması için gerekli siyasi düzenlemeleri içeriyordu. Hiç kuşkusuz, aynı zamanda, burjuvazinin kimi muhalif kesimleri de bu darbeden nasibini alıyordu; ama bürokrasi, esas olarak, burjuvazinin tümünün temel ve kalıcı çıkarları doğrultusunda hareket ediyordu.

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ise, tıpkı açılması gibi, burjuvazi için, yalnızca yükselen muhalefeti kanalize etmek bakımından bir ihtiyaçtı. Bizzat Mustafa Kemal’in izni ve atamaları ile açılan bu parti, beklenmedik bir halk muhalefetinin ekseni haline geldiği için kapatıldı. Kemalist diktatörlüğe karşı birikmiş bütün halk hoşnutsuzluğu, daha sonra Demokrat Parti’nin etrafında ortaya çıkacak olan ikinci belirişinde olduğu gibi, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın gölgesinde açığa vuruldu. Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Fethi Okyar’ın başkanlığını yaptığı partinin İzmir’deki bir mitinginde, iktidar partisinin binası ve iktidar yanlısı gazeteler saldırıya uğradı ve Serbest Fırka, denetlemeyi umduğu halk muhalefetinin bir aracı haline gelmeye yöneldi. Bunun üzerine, parti bizzat kurucuları tarafından, kuşkusuz Atatürk’ün direktifiyle kapatıldı.

İttihat Terakki kadrolarıyla çok eskiden beri sürüp gelmekte olan çelişkiler de, bu noktada kendisine bir çözüm olanağı buldu.

Siyasi tarihte, bu türden kapışmaları ve çetin hesaplaşmaları, burjuva klikler arasındaki ekonomik ve siyasal program farklılıklarından doğan hesaplaşmalara bağlayabilmek, genellikle şematik bir soyutlamayla mümkündür. Burjuva egemenlik koşullarında, burjuva klikler arasındaki farklı talepler yüzünden, bunlardan herhangi birinin diğerini devlet aracılığıyla ezmesinin, ya da siyasetten uzaklaştırmasının fazla örneği yoktur. Türkiye siyasi tarihindeki kimi kanla biten çatışmaların ardında farklı sektör çıkarlarını, farklı kliklerin sistem içindeki durumlarını aramak yanlıştır. Türkiye’de burjuvazi bu ölçüde ayrışmamış ve çıkarları birbirine bu kadar karşıt hale gelmemiştir. Kapışma, daha çok siyasi temsilciler aracılığıyla gerçekleşir ve çoğunlukla da, siyasi temsilciler arasındaki çatışmalar, burjuva kliklerin kendi aralarındaki çelişkilerinin gerçek içeriğini aşan biçimler alabilir. Bunun nedenini, siyasi partilerin işlevlerinde, yapılarında ve sınıfla olan ilişkilerinin hareketli değişkenliğinde aramak gerekir. Devlet, siyasi partilerin üzerinde durur ve onların işlevlerini yitirdiği ve sınıfın temel ve kalıcı- çıkarlarını temsil etmekte yetersizliğe düştükleri noktada devreye girer. Egemenlik aracı olmak bakımından etki ve gücünü yitirmiş siyasi temsilciler, parti, lider ya da kadro düzeyinde yeni bir statü kurulmasının zorunlu olduğu hallerde, kelimenin tam anlamıyla harcanırlar. Devlet, sınıflar ve partiler ayrı ayrı kurumlar olarak görünse de, sonuçta bunların tümü aynı sınıf egemenliğinin değişik aygıtlarıdır.

Devletin, egemen sınıftan bağımsız görünmesine yol açan, birkaç görüngü sayılabilir: Devlet, çoğu zaman, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmaların üzerinde yer alır. Devletin genel ya da bir soruna özgü politikası, egemen sınıf sözcüleri tarafından, hatta kimi zaman sınıfın tüm temsilcileri tarafından eleştirilebilir. Devlet politikaları ile egemen sınıfın tercih ettiği politikalar arasında, önemli farklılıklar bulunabilir. Bunun bir örneğini, günümüzde de yaşıyoruz. Kürt sorununun çözümü konusunda, devletin temel kurumlarının (ordu, polis, bürokrasi) tercihleriyle, burjuvazinin başlıca ağır toplarının önerileri arasında, önemli farklılıklar bulunmaktadır. Avrupa Birliği konusunda da uzun vadeli perspektifler bakımından değilse bile, kısa vadede uygulanacak taktikler ve atılması gereken adımlar konusunda, önemli farklılıklar bulunduğu gözlenmektedir.

Bu farklılıklar, devletin “bağımsızlığından”, bürokrasinin ayrı bir sınıf oluşturmasından kaynaklanmıyor. Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki farklılık ve çelişmeler, devlet politikalarına doğrudan doğruya yansımazlar. Devlet politikaları, görece daha uzun vadelidir ve fraksiyonlar arasındaki farklılıkların ya bir ortalaması, ya da uzun vadedeki kesişme noktaları üzerine kuruludur. Devletin asıl görevi, burjuvazinin şu ya da bu hizbine hizmet etmek değil, doğrudan doğruya burjuvazinin emirlerini yerine getirmek değil, kurulu düzeni korumak ve devam ettirmektir. Devlet örgütünün kimi birimleri, hiç kuşkusuz, sermaye birikiminin ve dolaşımının günlük ihtiyaçlarının karşılanmasına, burjuvazinin ekonomik ve siyasal sorunlarına acil çözümler üretilmesine ayrılmıştır ve burada, burjuvaziyle bürokrasi arasında kimi zaman bir “emir komuta” ilişkisinin bulunduğu da gözlenebilir. Ama bu ilişkiyi, devletin bütünü içinde ve her zaman aramak, bulamayınca da, bürokrasinin burjuvaziden bağımsız bir sınıf olduğu sonucuna ulaşmak yanlıştır.

Devletin genel ve uzun vadeli programlarını belirleyen başlıca unsurları şöyle özetleyebiliriz:

-Egemen sınıfların temel ve genel çıkarları,

-Karşı karşıya bulunan sınıflar arasındaki çatışmanın muhtemel eğilimleri ve bu eğilimlerin genel düzen açısından taşıdığı anlam,

-Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki uzlaşma noktaları ve genel çıkar bakımından bunların rolü,

-Uluslararası durum.

Bütün bunlar, “kurulu düzenin korunması ve sürdürülmesi” genel hedefine bağlı olarak, her özel durumda göz önünde tutulan parametreler rolü oynar.

Bunlar arasında, karşılıklı etkileşme vardır ve her bir unsur, diğerinin alacağı yeni bir nitelik karşısında, yeniden biçim ve içerik kazanabilir. Kuşkusuz bunlar içinde, diğerlerinin biçimini, etki gücünü ve diğerleriyle bağıntısını belirleyen esas unsur, karşı karşıya bulunan sınıflar arasındaki çatışmanın güncel, tarihsel ve geleceğe ilişkin eğilimleriyle oluşturduğu genel niteliktir.

Dolayısıyla, devleti, burjuvazinin günlük hesaplarını tutan ve her durumda onun en acil ihtiyacını tespit edip günlük kararlar veren bir memurlar örgütü olarak göremeyiz. Bu takdirde, burjuvazinin tümünün ya da bir kesiminin o andaki yönelimleriyle devletin görece uzun vadeli “koruma ve kollama” görevi arasında görülebilen farklılıklar, bürokrasinin bağımsız davrandığı kanısını uyandırabilir. Burjuvazinin programlarının devlet programı halini alması, bir dizi dolayımdan geçerek gerçekleşir. Burada, çoğu zaman egemen sınıfın gelişme koşullarıyla bire bir çakışmayan devletin kuruluş tarzı, gelenekleri, görece kalıcı ve bir sürekliliği olan ideolojisi, yukarıda saydığımız diğer faktörlerle birlikte, egemen sınıfın plan ve programlarının devlete yansıması koşullarını birlikte belirler.

Bu farklılıklar, devletin egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı olması gerçeğini değiştirmez.

Özetle, egemen sınıf, politik, ekonomik, kültürel egemenliği elinde tutan, toplumsal hayatı, hukukuyla düşünme biçimleriyle yeniden üretebilmenin kendine özgü tarzını geliştirebilmiş olan sınıf demekse, bu ilişkiler bütünü içinde, sınıf ve devlet, bir ve aynı tarihsel sürecin bağıntılı kategorileri olarak düşünülmelidir. Tersine, devlet ve sınıf ayrı ayrı gelişmiş birbirinden bağımsız olgular olarak görünürler ve sonuçta, siyasal egemenlik, “bir sınıfın devleti ele geçirmesi” olarak tanımlanabilir. Bu yanlış tanım, sınıf egemenliği ve iktidarı kavramlarını da, devlet üzerindeki egemenliğe indirgemeye yol açar ki, bu da bütün bir toplumsal varoluş üzerindeki egemenlik demek olan sınıf egemenliğini, şu ya da bu kurum üzerindeki egemenlikle sınırlamak demektir. Gerçekte devlet biçiminde örgütlenmiş bir egemenlik, toplumsal ve ekonomik egemenliğin en somut görünüşüdür ve bütün bunların toplamını ifade eder.

Türkiye Cumhuriyeti gibi, köklü ve geleneksel bir merkeziyetçi Osmanlı İmparatorluğu devletinin, bir ölçüde devamı olarak ortaya çıkmış bir devlette, bürokrasinin kendisine özgü yönetme gelenekleri ve toplumla ilişki biçimleri geliştirmiş olması kaçınılmazdı. Bu, tümüyle bürokrasinin ayrı bir toplumsal sınıf niteliği taşıdığı yanılgısına yol açacak görünümler de kazanabiliyordu. Öte yandan, sermaye birikiminin olağan koşullarının önemli ölçüde tahrip olmuş olması nedeniyle, üretici güçlerin geliştirilmesi, istihdam sorununun çözülmesi, sermaye dolaşımı ve birikimi için gerekli koşulların yaratılması, devletin elinde toplanan nakdin, sermaye olarak kullanılmasını zorunlu hale getiriyordu. Devletçilik, bürokrasinin kendisi için seçtiği bir yol değildi; esas olarak burjuvazinin kendi eksikliklerini, zayıflığını gidermesi için zorunlu olarak girdiği bir yoldu.

 

27 MAYIS 1960 ASKERİ DARBESİ

Keyder’e göre, 27 Mayıs askeri darbesi, aydınlar, askerler ve bürokratların sanayi burjuvazisini (henüz gelişmediği erken bir dönemde) destekleme planı çerçevesinde ilerlemişti. “Açıkça dile getirilen anti-popülist bir boyut içinde, (kalkınmacı) ideoloji, ülkenin sanayileşmesine hizmet eden teknokratik bir elitin oynayacağı rolü göklere çıkarıyordu. İşçi sınıfı henüz keşfedilmemişti; hâkim düşünce akımı ‘kapitalist olmayan’ yol eğilimleriyle birlikte Paul Baran’dan mülhem bir bağımlılık analizine dayanıyordu; bu düşünceye göre, iktidar yalnız kendi çıkarlarını gözeten kokuşmuş politikacılardan alınıp milliyetçi plancılara verilmeliydi.” (Keyder, s. 201)

Keyder, 27 Mayıs darbesi sonrasında, dünyanın genel gidişine paralel olarak kimi etkili aydın grupları tarafından savunulan bir düşünceyi, darbenin başlıca amacı olarak gösteriyor.

Darbecilerin esas çekirdeğini oluşturan genç ve görece düşük rütbeli subaylar, kuşkusuz, Demokrat Parti iktidarı altında, ordunun geleneksel rolünün arka plana itilmesinden duyulan hoşnutsuzluğu en derin biçimde yaşıyordu. Maaşlar düşüktü ve özellikle de “Atatürk ilke ve inkılâplarından taviz verilmesi” gibi, kışkırtıcı bir de ideolojik gerekçe vardı. Ortadoğu’da, önce Mısır’da Nasır’ın başını çektiği bir “ilerici askeri yönetimler” baş göstermişti ve bu yönetimlerin emperyalizmle ilişkileri sınırlayan, milli kalkınmacı programlar izlemesi ve Sovyetler Birliği’ne yakın bir konumda bulunması da, uluslararası bir örnek oluşturuyordu. Fakat daha ilk darbe hazırlıkları sırasında, ABD gizli servisi Türkiye’de olası bir gelişmenin önünü kesecek önlemleri almış bulunuyordu ve ABD yönetiminin, kitlesel muhalefet karşısında, Menderes iktidarını gözden çıkarmış olmasına paralel olarak, askeri hareketin el altından desteklendiği ve yönlendirildiği bir kompozisyon yaratılmıştı. Bu yüzden, darbenin ilk bildirisi, NATO’ya, CENTO’ya bağlılığı önemle vurgulamaktaydı.

Darbecilerin, siyasi durumu genel bir anarşi ve “kardeş kavgası”ndan kurtarmak olarak formüle ettikleri ve aslında, devletin kaybolmakta olan otoritesini yeniden kurmak, siyasi çelişmelerin devlet katında yarattığı bölünme ve etkisizleşmeyi durdurmak olarak ortaya çıkan temel eğilimlerinin soyutluğu, sonradan genel ekonomik ve sosyal problemlere bağlanarak netleştirilmek istenmiştir. Bu belirsiz ve karmaşık ortamda, Demokrat Parti’nin baskıcı rejiminden kurtulan bütün düşüncelerin ve siyasi eğilimlerin sistemsiz ve aslında hiçbiri genel bir çizgi durumuna yükselemeyen talepleri, sınıflar bazında yeni bir kapışmanın da habercisiydi. Sanayi burjuvazisinin yönelimlerine uygun kimi programların hükümetler düzeyinde etkili olması ise, bürokrasinin bu heterojen eğilimler içinde kendi yaptığı bir tercih değildi. Demokrat Parti döneminde, önemli bir sermaye birikimine ulaşan ve özelikle de Amerikan sermayesinin genişletilmiş yeniden üretimi çerçevesinde emperyalizme bağımlı bir sanayi burjuvazisinin doğmuş bulunması, bu tercihin nedenidir. Dolayısıyla, bürokrasi, yine bağımsız ve kendisine özgü bir karar mekanizmasının elemanı olarak değil, sınıf egemenliğinin değişen dengelerinin bir unsuru olarak hareket etmektedir. Keyder, “kıt kaynakların ve bu kaynakları kullananların elde edeceği rantın”, sanayi burjuvazisine aktarılmasını ise, sanayi burjuvazisinin en üst idari düzeye erişme imkânı bulabilmesine bağlıyor. Bundan şu sonuç da çıkarılabilir: Diyelim ki, işçiler, en üst düzey bürokratlara ulaşma şansını bulabilselermiş, bu kaynak onlara akardı! Bürokrasiyi kim kafaya alırsa, malı o götürüyor!

Oysa burada gözlenen, tam da yukarıda özetlediğimiz bir ilişkinin sonucudur. Sınıf egemenliği, devlet düzeyinde, birebir ilişki demek değildir. Bu, birbirini etkileyen pek çok faktörün belirlediği bir dolayımlar ortamında, egemen sınıfın temel ve genel çıkarları tarafından yönlendirilen bir politikalar bütünü olarak ortaya çıkar. Amerikan sermayesi ve onun doğrudan temsilcileri durumunda bulunan kesim, gelişme düzeyi ne olursa olsun, en etkili burjuva sektörü oluşturuyordu. Buna paralel olarak, gelişen ve etkisini hissettiren bir başka sınıf da, işçi sınıfıydı. Bir yandan ekonomik ve siyasal düzenlemelerin asıl ekseni burjuvaziyken, toplumsal planda gücünü göstermeye başlayan işçi sınıfının talepleri de, bu politikalar üzerinde “dikkate alınması gereken bir güç” olarak etkili oluyordu, işçi sınıfının payına da, grevli toplusözleşmeli sendika hakkı düştü. Bu hak, yine Amerika denetimindeki Hür İşçi Hareketi”nin Türkiye’deki temsilcisi olan Türk-İş eliyle elde edilmiş gibi gösterilerek, sınıfın yığınsal gücü burada toplandı. Uzun yıllar “demokratik ve özgürlükçü” bir Anayasa izlenimini güçlendiren özellikler de, işçilerin, aydınların ve topraksız köylülüğün Demokrat Parti yönetimi altındaki güçlü muhalefetlerinin kopardığı bir taviz olarak Anayasa’da yer aldı.

Keyder, siyasal ve ekonomik politikaların belirlenmesinde esas gücün, bürokrasi ile burjuvazi arasındaki çelişme olduğunu düşündüğünden, işçi ve halk hareketinin payını, çalışması boyunca bilerek ihmal etmiştir. Ancak, toplumsal tarihin açık verileri, bu unsurun politikalar üzerindeki etkisinin dikkate alınmaması halinde, yorumlanamaz hale gelebilmektedir.

“Kapitalist üretim tarzına özgü sınıf mücadelesi, henüz toplumsal dönüşümün motoru olmamıştı. Sağlanan sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev hakkı ve sosyal güvenlik alanının genişlemesi, yeni birikim modelinin ihtiyaçları uyarınca işçilere verilmişti.” (12)

’50’li yıllar boyunca, Türkiye’de toprak üzerinde mülksüzleşme süreçlerinin hızlanması ve kentlerde de özellikle inşaat sektöründe açılan yeni iş alanları nedeniyle kırdan kentlere doğru bir akın başlamış ve büyük kentlerin kenarlarında büyük gecekondu mahalleleri oluşmuştu. 1955 nüfus sayımına göre, ücretli işçilerin genel nüfusa oranı, %14 iken, bu sayı, 1960’ta % 20’ye yükselmişti.

Sendikalaşma hakkını düzenleyen ilk yasa, 1947’de çıktı. Yasanın getirdiği haklar, sendikalar kurma ve sendikalara üye olmaktan ibaretti.

‘50’li yıllar boyunca, birçok sendika toplusözleşme girişiminde bulundu. Ancak grev silahından yoksun bu girişimler, çoğunlukla sendika önderlerinin kişisel ilişkileriyle yürütülen görüşmelerle sürdürülüyor ve en sonunda da Yüksek Hakem Kurulu’nun kararıyla sonuçlanıyordu.

1951’de, “çok partili hayat”ın ilk önemli direnişini, tekstil işçileri gerçekleştirdi. Pamuğun aşırı ihracı sonucunda ortaya çıkan işsizliğin önlenmesi talebiyle yürütülen direniş, hükümet tarafından, sendikalar kanununun sendikalara siyaseti yasaklayan hükmüne dayanılarak yasadışı ilan edildi ve durduruldu. Değişik taleplerle işçiler tarafından düzenlenmek istenen protesto gösterileri ya da toplantılar, daima valilikler tarafından yasaklandı.

Tek sendika konfederasyonu durumunda bulunan Türk-İş’in, 1960’daki üye sayısı, 174 bin idi. İşçi kitlesinin diğer kesimlerini de yönlendirme ve kontrol etme olanağına sahip bu kitle, doğrudan hükümet yanlısı yöneticilerin elindeki sendikalara bağlıydı.

Tümüyle kuşatılmış ve örgütsüz bırakılmış olmasına karşın, iş ve yaşam koşulları bakımından toplumun en geri kesimini oluşturan işçilerin kendilerine özgü talepleri formüle edebilmeleri ve bunlar için mücadeleye girişmeleri, baskı ve kuşatmanın görece gevşediği genel koşullar doğduğunda gerçekleşti. Demokrat Parti diktatörlüğünün ortadan kalkmasıyla toplumun her kesiminde görülen söz ve eylem hakkını olabildiğince kullanma eğilimi, önce işçilerde görüldü. 1960’tan sonraki büyük kitle eylemleri, sendikacıların bunları mümkün olan en geri içerikte tutmaya çalışmasına karşın, işçi sınıfının gücünü ve potansiyellerini açığa vurdu.

Daha sonra TİP ve DİSK’in kurucuları arasında görülecek olan, Rıza Kuas, Kemal Türkler, İbrahim Güzelce gibi işçi önderleri de, bu potansiyelin başlıca göstergesi sayılabilirler.

Gerek 27 Mayıs darbesinden önce, gerekse sonraki dönemde, her partide, mutlaka bir “işçi milletvekili” bulunmasına özen gösterilmesinin nedeni de, bu sosyal gücün egemen sınıf temsilcileri tarafından kabul edildiğini gösteriyor.

Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu, 1963’te yeni Sendikalar Kanunu ile birlikte çıktı ve bu yasalar, 12 Eylül 1980 darbesine kadar, bazı küçük değişikliklerle yürürlükte kaldı. Yirmi yıl süreyle, işçi hareketinin temel taleplerinin savunulması için asgari koşulları sağlayan bu yasaların çıkmasında, işçi sınıfının kendi gücü ve bu güce dayanarak ileri sürdüğü talepleri, belirleyici rol oynamıştır.

Kuşkusuz, işçi sınıfının hak ve çıkarlarının yasalar düzeyinde ifade edilmesi, tek taraflı olarak işçilerin mücadelesine bağlı değildir. Belirleyici unsuru bu olmakla birlikte, burjuvazinin siyasal ve ekonomik bakımdan bu taleplere cevap verecek bir konjonktürde bulunması da gerekmektedir. Fakat burjuvazinin bu durumunu, yukarıdan ve hiç mücadelesiz hak ve çıkar sağlayacak bir ihtiyaçla açıklama olanağı yoktur.

 

12 EYLÜL VE BÜROKRASİ

Bürokrasi ile burjuvazi arasındaki çelişmelerin siyasal ve ekonomik düzeni belirlediği tezi, özellikle 12 Eylül darbesinin temel yönelimleri göz önüne alındığında, gelişmeleri iyice açıklayamaz duruma gelmektedir.

Keyder bu süreçte ve sonrasında (Özal döneminde) olup bitenlerin, artık bürokrasinin burjuvazi tarafından hizaya getirilmesi olarak yorumluyor. Ona göre, bürokrasi, nihayet şimdi burjuvazinin bürokrasisi, devlet şimdi burjuvazinin devleti olmuştur.

Genel olarak, darbe türü bir siyasal hareketin kendi varlığının başlangıç nedeni olarak gösterdiği gerekçelerle, sonuçta ulaştığı yer arasında farklılıklar bulunur. 12 Eylül darbesi gibi, toplumsal muhalefeti tümüyle ve zor kullanarak bastırmayı esas hedefi olarak formüle etmiş eylemlerde, bu daha açıkça görülür. Bu, basitçe, propaganda ile gerçek arasındaki farklılıktan ibarettir.

12 Eylül’ün hedefleri aslında çok yalın ve açıktı: Siyasal ve ekonomik krize eşlik eden toplumsal kalkışma haline son verilmesi, devlet ve toplum hayatındaki “düzensizliğin ve anarşinin” giderilmesi… Buna uluslararası plandaki çelişkiler, özellikle de İran İslam Devrimi’nin Amerikan emperyalizmi bakımından önemi ve bölgedeki etkileri de eklenince, darbenin genel içeriği ve yönelimleri netleşti.

Kapitalizmin kendisi için hayati bir önemde gördüğü “24 Ocak İstikrar Tedbirleri” paketinin uygulanabilmesi için de, işçi örgütlerinin kapatılması, etkisiz hale getirilmesi ve işçilerin genel eylem ve direniş platformunun yok edilmesi gerekiyordu.

Burjuvazinin temel ve acil çıkarları doğrultusunda, devletin bütün organlarıyla tek bir hedefe kilitlenmesinin bu derece açık göründüğü bu çapta başka bir operasyon yoktur Türkiye siyasi tarihinde.

İlişkilerin ve hedeflerin bu açıklığı, Keyder’e, burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişkilerin, nihayet modele uygun hale gelerek “normalleştiği” izlenimini veriyor.

Gerçekte, hükümet programları ile devlet programları ve burjuvazinin güncel eğilimleri ve ihtiyaçları, her zaman aynı olamaz. Belli bir programın uygulanması sırasında görülebilecek kişisel etkinliklerin niteliği de devlet programının özelliği olarak tanımlanamaz. Bu faktörler, devlet programlarının uygulanmasına, biçimsel özellikler kazandırırlar. 12 Eylül, bu türden farklılıkların tümüyle lüks sayılabileceği bir aciliyet ortamının siyasal rejimi olarak boy verdi. Bunu, biçimin ve içeriğin tümüyle çakıştığı ender siyasal durumlardan biri olarak da değerlendirebiliriz. Askeri rejim bu bakımdan, örneğin 27 Mayıs ve 12 Mart dönemlerinden farklı olarak, aynı zamanda, tarafsızlık görüntüsüne hiç ihtiyaç duymadan işlerin yürütüldüğü bir biçim kazandı. Burada, hükümet, devlet, burjuvazi ve devlet başkanı kimliğindeki kişinin kişisel özellikleri, burjuvazinin genel ve temel çıkarlarının da ötesinde, güncel, acil bütün taleplerinin ve eğilimlerinin tam bir netlikle hayata geçirilmesinde seferber oldu.

Kriz, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin olağan koşullarda değişik biçimler altında gizlenen gerçek içeriğini açığa çıkarır, dolayımları kaldırır ve her şeyi en çıplak haliyle görünür kılar. Kriz ortamlarının olguları, bu bakımdan kendisine öncel olay ve olguların anlaşılmasının anahtarını da verirler. 12 Eylül, yalnızca bu bakımdan olağan koşulların yönetim tarzından farklıdır.

 

SONUÇ

Egemen sınıflar ve devlet bürokrasisi arasındaki ilişkilerin temel ve değişmez bir içeriği vardır: Kurulu düzenin kalıcı ve sürekli karakteristiklerinin yeniden üretilmesi ve korunması. Bunun dışında, elbette, egemen sınıfın diğer sınıflara (halk sınıflarına) karşı kollanması, genel düzen ve hukuk ilişkilerinin burjuvazinin tümünün çıkarlarını gözetecek bir “adalet” içinde sürdürülmesi için gerekli önlemlerin alınması da devletin görevleri arasındadır. Bütün bu ilişki süreçlerinde, genel ve özel, konjonktürel ve stratejik sorunlar ve planlar arasında farklılıklar, hatta çelişmeler bulunabilir. Devletin kimi zaman, burjuvazinin kalıcı çıkarlarının bir ifadesi olan “düzenin korunması ve sürdürülmesi” işlevini, burjuvazinin güncel çıkarlarını sınırlayarak yerine getirdiği durumlar da olabilir.

Bunlara bakarak, bürokrasi ile egemen sınıfın kimi zaman birlikte kimi zaman ayrı ayrı hareket ettikleri, bürokrasinin genel olarak düzen ve egemen sınıf ilişkilerinin dışında, bağımsız ve kendine özgü bir sınıf olduğu yolunda sonuçlar çıkarılamaz.

 

NOTLAR

(1) K. Marx, Almanca Birinci Baskıya Önsöz, Kapital, Sol Yayınları, Mart 1978, s.17

(2) Wittek, “Menteşe Beyliği”, 1944, Aktaran, Yerasimos Stefanos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, s.104

(3) Muzaffer İlhan Erdost, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Mülkiyet İlişkileri”, Onur Yayınları, Şubat 1989, s. 86 vd.

(4) Muzaffer İlhan Erdost, “Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet ilişkileri”, Onur Yayınları, Şubat 1989, s.93.

(5) M. İlhan Erdost, “Kapitalizm ve Tarım”, Onur Yayınları, 1988, s.114

(6) Keyder. s. 114

(7) Keyder, s. 115

(8) Keyder, s. 10–11

(9) Keyder, s. 117

(10) Keyder s. 117

(11) Keyder, s. 118

(12) Keyder, s. 204

 

Aralık 1995-Şubat 1996

Devrim, karşı-devrim çatışmasında yeni dönem: Hareketin Gelişme Seyri, “Sosyalist” Gruplar ve Parti Örgütünün Görevleri

Karşıt toplumsal sınıfların karşılıklı kopma ve uzaklaşma süreci yaşadıklarına, son birkaç yıldan bu yana daha belirgin bir vurgu yapıldığı ve bu sürecin gündeme getirdiği görevlerin altının gitgide daha kesin çizildiği, parti basınını az çok izleyen herkesçe bilinmektedir.

Dolayısıyla, devrimle karşı-devrim arasındaki güç ilişkisi ve sınıfın olgunlaşma derecesine işaret eden olgularını, işçi ve emekçi hareketinin ve sosyalist akımların bu hareket içindeki yerleriyle ilgili parti görüş ve tespitlerini bilmeyen bir taraftarın varlığını düşünmek olanaksızdır.

Buna karşın; ayrıntıya ve daha sonra giderilmiş eksikliklerine girmeden de olsa, politik durum, devrim ve karşı-devrim cepheleri arasındaki mücadelenin şekillenişi, sosyalist akımların bu mücadele içindeki yer ve rolleri ile ilgili partimizin görüşleri ve bu görüşler üzerine oturan tespitlerini, burada ele alacağımız güncel görevler ve acil sorunlar nedeniyle yeniden vurgulamamız bir zorunluluk olmuştur.

Bu yazıda esas olarak, sermaye cephesiyle emek cephesi arasındaki mücadelenin gelişme seyri ve gidiş yönü; sınıf ve sosyalizm adına hareket eden akımların durumları, özellikleri ve bu mücadele üzerindeki etkileri ve devrimle karşı-devrim arasındaki çatışmanın acilleştirdiği görevler ve yapılması gereken zorunlu çalışmayı baltalayan sorunlar üzerinde duracağız.

I

GERİDE KALAN DÖNEM: İŞÇİ SINIFI VE HALK HAREKETİ VE SOSYALİST AKIMLAR

Devrimle karşı-devrim arasındaki mücadelenin bugünkü durumunu, gelişme yönünü; karşı sınıflar arasındaki çatışmanın gösterdiği özelliklerin örgütümüzün karşısına çıkardığı sorunların temel hatlarıyla ve daha berrak kavranmasını sağlamak için ilk olarak, işçi ve halk hareketinin gelişme seyri, olanakları ve sorunları; ikinci olarak, sınıf adına çalışma yapan sosyalist akımların oynadıkları rol üzerine önceden yapılmış bazı tespitleri yenilememiz gerekmektedir. Partimizin bugün yürüttüğü çalışmanın zayıflıkları; örgüt ve sempatizan çevrelerin bugünkü mevzileniş biçimleri ve kendilerine biçtikleri rol dikkate alındığında, bunun bir gereklilik olduğu görülmektedir. Devrim cephesiyle karşı devrim cephesi arasındaki çatışmayı ve emek cephesinin olanak ve sorunlarını dikkatle izlemeyen bir örgütün gerçek bir örgüt olamayacağı, politik ve örgütsel bir çalışma yapamayacağı olaylar tarafından durmaksızın kanıtlanan bir gerçekliktir.

 

İŞÇİ VE HALK HAREKETİ; GERİDE KALAN DÖNEM VE YENİ DÖNEM

Sermaye ve gericilik ile işçi sınıfı ve halk arasındaki mücadele, zaman zaman karşılıklı cepheleşme ve açıktan karşı karşıya gelme boyutlarına ulaşmış olsa da, devrim ve karşı-devrim cepheleri arasındaki yedi sekiz yıllık çatışmayı karakterize eden şey, karşılıklı istikrarsızlık, kan kaybı ve çatışmayı karşılıklı geriye iten bir mecalsizlik olmuştur. İşçi sınıfı ve emekçi hareketi, nispi ilerlemeler elde etmesine karşın, bu çatışmada olanaklarını kullanamamasına, vermeyebileceği kayıplar vermesine ve almayabileceği yenilgiler almasına yol açan zayıflıklarından tam kurtulamamış bir hareket olarak şekillenmiş ve yeni döneme, bünyesindeki kendiliğindenci zayıflıkla girmiş bir hareket durumundadır.

Devrimle karşı devrim arasındaki çatışmanın son yedi sekiz yılını karakterize eden özellik şudur: Sermaye ve gericilik, topyekûn ve istikrarla gelişen bir sindirme kampanyasına girişemediği gibi işçi sınıfı ve halk hareketi de kesin bir hesaplaşma denemesine dönüşen birleşik bir atılım gösterememiştir. Denilebilir ki, burjuva gerici cephe, her saldırısının ardından “günü kurtarmakla yetinen ve dolayısıyla saflarındaki parçalanmanın derinleşmesine boyun eğen bir geri çekilişe mahkûm olurken; işçi ve emekçi hareketi kazanımlar elde etmesine karşın kayıplar vermekten, yorgunluk ve aldanmalara sürüklenmekten ve saflarını bozan beklentilere kapılmaktan kaçınamayan bir hareket olarak şekillenmiştir. Devrimle karşı-devrim cepheleri arasında 1988 yılı ile ’94 Nisanı arasındaki dönemde yaşanan çatışmanın bu özellikler içinde yaşanmış bir çatışma olarak şekillendiği görülür bir gerçekliktir.

Hareketin 1988–94 arası gelişme sürecinin, iki dönem tarafından karakterize edildiğine kuşku yoktur. 1988–91 arasında kalan dönem, işçi sınıfı ve Kürt halk hareketinin o güne kadar görülmemiş bir gelişme göstermesine ve mevziler (hakların genişlemesi, SS Kararnamesi’nin çöpe atılması ve Özal-ANAP iktidarının çökmesi vb.) kazanmasına, geniş bir ileri işçi kitlesinin ortaya çıkmasına yol açan bir atılım ve ilerleme dönemidir. 1991 sonları ’94 arası dönem ise, safları önemli oranda parçalanmış burjuvazi ve gericiliğin, saldırısını genişletme, taktik üstünlüğü ele geçirme (demokrasi beklentisi ve terörün genişletilmesi) ve olanaklarını daraltma pahasına da olsa, uyuşuk alt-orta tabakalar arasından aktif bir kitle (milliyetçi demagoji ve RP, MHP ve DSP’nin ilerlemesi vb) desteği bulması; buna karşılık, açık işçi ve emekçi hareketinin ve ileri işçi kitlesinin nispi bir düşüş ve durgunluk (grevci sayısı, genel grev ve Kürt hareketinde düşüş) göstermesi gibi olgular tarafından karakterize edilmiştir.

Açık kitle hareketinin durumu bakımından farklı özellikler göstermesine karşın, peş peşe gelen bu iki dönemin ortak özelliği, işçi ve emekçi kitlelerin, dalgalı bir gelişme seyri izleyerek olsa da düzenden ve düzen partilerinden kopmasıdır.

Öte yandan, politik durumu karakterize eden olgu ve olaylar ve devrimle karşı-devrim arasındaki ilişkiler, 1992–94 arası dönemdeki özelliklerine ve düzey ve biçimlere kuşkusuz çakılıp kalmamıştır. 1994 Krizi ve 5 Nisan kararları ve işçi sınıfının bu kriz ve kararlara Meclis Yürüyüşü’yle verdiği yanıt, politik durumda ve devrimle karşı-devrim arasındaki çatışmada yeni bir döneme dikkat çeken bir yanıt da olmuştur. ’94 Nisan krizi, 5 Nisan kararları, işçi sınıfı ve kent emekçilerinin, bu kriz ve kararlara verdiği yanıt, sermaye ve emeğin karşılıklı yeni bir cepheleşmesine ve Türkiye’deki politik durumun yeni ve bugüne kadar yaşanmamış bir dönemece girmesine yol açmıştır. ’94 Nisanından bugüne, devrim karşı-devrim çatışmasındaki genişleme ve hareketteki yeni atılım dönemini vurgulayan mücadele bilinmektedir.

Baştan beri vurgulananlardan görüldüğü gibi, 1988’lerden ’95’lere kadar devrim karşı devrim çatışması ve işçi-emekçi hareketi dalgalı bir seyir izleyerek gelişmiş; başlıca üç döneme damgasını basarak ilerlemiştir.

Gelinen bu noktada şu soru kuşkusuz büyük bir önem kazanmaktadır: İşçi sınıfı ve emekçi sınıfların, bu üç dönemdeki kitle hareketinin toplamında dile gelen düzenden kopuş derecelerinin bugüne aktardığı kazanımlar nelerdir?

Sermaye cephesinde bulduğu yankının sonuçları bir yana bırakılırsa; bu kazanımların, ifadelerini şu noktalarda bulduğu açıktır: Başta işçi sınıfı olmak üzere halkın; a) hem günlük mücadelede hem de kendi örgütlerinde fiili ve yasal mevziler kazanması, daha ileri mücadelelere dayanak oluşturacak olanaklar elde etmesi ve manevra ve hareket alanını genişletmesi b) politik mücadele tecrübesi genelde güçlenirken, saflarında, modern politikanın bilgisine az çok sahip, sınıf bilinci nispeten de olsa kristalize olmuş işçi ve emekçi kitlesini biriktirmeyi başarması. Sınıfın ve halkın, geride kalan dönemden bugüne aktardığı kazanımların bu iki olguda dile geldiğine kuşku yoktur.

Devrim karşı-devrim çatışmasının, önümüzdeki yeni dönemde nereye gideceği sorununun, ileri işçi kitlesinin bu kazanımlar üzerinden hareket etmeyi başarıp başaramamasına bağlı olduğu bir gerçektir.

 

İŞÇİ HAREKETİ VE “SOSYALİST’ AKIMLAR

Fakat hareketin geride kalan yıllarından bugüne aktarılmış olan sorunlara ve açılmış yeni dönemin bize yüklediği görevlere geçmeden önce, geride kalan yedi sekiz yılı şu ya da bu yönde etkilemiş ve emek cephesinin gelecekte de önemli bir konusu olacak bir sorunu; başka bir deyişle, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin temel yönünü oluşturan sorunu burada ele almamız gerekmektedir.

Bu sorunun önümüze, sosyalizm adına hareket eden akımlar sorunu olarak geldiği ve işçi ve emekçi cephesinin karakterini ve devrim karşı-devrim çatışmasının nasıl bir hat izleyeceği ve nereye varacağını tayin eden bir önem taşıdığı açıktır.

Sosyalizm iddiasındaki grup ve partiler söz konusu olduğunda; bugün ilk akla gelen sorular kuşkusuz, sınıfsal karakterlerinin yanı sıra, geride kalan yıllar boyunca, işçi ve halk hareketini ne yönde etkilemişler ve tarihinde görülmemiş bir mücadele yaşamış işçi sınıfından, bütün dönem boyunca nasıl etkilenmişler ve bu akım, grup ve partiler arasındaki ilişkiler nasıl şekillenmiş ve ne gibi biçimler almıştır, gibi sorulardır.

Burada, altı öncelikle çizilmesi gereken olgu şudur: Yedi sekiz yıldan bu yana, atılımlar ve gerilemeler içinde nispi kazanımlar elde ederek ve kayıplar vererek gelişen işçi ve emekçi hareketine, partimiz ve örgütümüz dışındaki “sosyalist” herhangi bir akımın kayda değer herhangi bir yardım ve katkısı olmamıştır. Tam aksine, söz konusu bu akımlar, yürüttükleri sınıf-dışı ve halka yabancı “çalışma”yla, gelişen hareket içinde tasfiyeci ve olumsuz bir ağırlık oluşturmuşlardır. Denilebilir ki, öğretici derslerle dolu olmasına karşın hareketten öğrenmede gösterdikleri yeteneksizlik bu “sosyalist” akımların hem harekete hem de kendilerine zarar veren en önemli özelliklerinden birisi olmuştur.

İşçi ve emekçi hareketi, bu akımların dışında ve olumlu bir rolleri olmadan gelişmiş ve denilebilir ki, bunların toplam etkisinin yarattığı tahribata, sosyalizmi gözden düşüren aldatıcı “çalışmalarına” rağmen ilerlemiştir. Burada sayıp dökmenin bir gereği yoktur: Kimilerinin, “enerjilerini sınıfın rolü ve sınıf mücadeleleri devrinin” kapandığına ve emeğin, sermayenin “tamamlayıcısına dönüştüğü”ne işçileri ikna etme çalışması içinde tükettikleri; bazıları, hareketi sendika bürokrasisine yamama ve sınıfı kendiliğinden bilince mahkûm etme faaliyeti yürütürken; ötekilerinin, hükümetin, kitle hareketine karşı koz saydığı “eylem” biçimlerini çizgi haline getirerek “önderlik” ettikleri, bu nedenle de, sınıfın ve hareketinin ancak kendilerine rağmen ve kendilerini aşarak gelişeceği bir pozisyona zorunlu olarak düştükleri bilinmektedir.

Bu “sosyalist” akımlar, hareket üzerinde neden geriletici bir rol oynamış ve neden işçilerden öğrenme yeteneği göstermemişlerdir? Bunun nedeni bellidir. Büyük bir kesim için bu, emperyalizmin dayattığı gerici liberal bir platforma kapanarak harekete gözlerini kapatmalarında, sosyalizmin, sınıfın ve sınıf mücadelesinin “öldüğü” gerici tezini “kanıtlama” çizgisine kapılanmalarında yatmaktadır.

Başka bir “sosyalist” kesimin sorununun ise: sınıfa dayalı bir sosyalizm perspektifinden ve kitle hareketinin diyalektiğini anlayan bir mücadele çizgisinden yoksunluk ve halka yabancı, neyi niçin yaptığını bilmez kör bir terörizme batmışlık sorunu olduğu herkesçe görülebilir bir olgudur.

Bir yandan, harekete verdikleri zarar öte yandan hareketten öğrenmedeki yeteneksizlikleri nedeniyle bu “sosyalist akımlar, işçi ve emekçilerden herhangi bir destek bulamamışlar, güç kaybetmişler, krizler ve parçalamalarla yüz yüze gelmekten kaçınamamışlardır. İşçi hareketi gelişirken; gelişen bu hareketin dışına sürüklenmelerinin, tasfiye ve parçalanma yaşamalarının, ilgili “sosyalist” akımların niteliği, hareket içindeki yerleri ve oynadıkları rol bakımından, bir veri olduğu açıktır. Bu “sosyalist” akımların, işçi sınıfı ve hareketi bir yana, yaslandıkları ara sınıflarla “devrimci” tarzda birleşme olanak ve dinamiklerinden dahi yoksun reformist, marjinal akımlar durumuna düştükleri bir gerçektir.

İşçi ve emekçi hareketi, geride kalan yedi sekiz yıl boyunca bu akımların, ayak bağı olmalarına ve baltalamalarına rağmen gelişmiş; ileri işçi ve emekçilerde zayıf da olsa birikmiş olan demokrasi ve sosyalizm bilinci, bu akımların sosyalizmi bozan, devrimi, devrimci kişiyi ve örgütü gözden düşüren “çalışma” ve “etkisi”ni aşarak birikmiştir. Bu bir gerçektir. Fakat bu, söz konusu akımlara rağmen nasıl gerçekleşmiştir?

a) Sınıfın saflarında önceden oluşmuş bilinç birikiminin açığa çıkması ve ileri işçi kitlesinin ideoloji ve politikaya ilgisinin gitgide artmasında, kendiliğinden gelişen ve ana kitleyi sarsacak bir genişlik kazanan işçi ve emekçi kitle hareketinin geniş bir zemin yaratması.

b) Partimizin, proleter sosyalizmine; sınıfın uyanışı, olgunlaşması ve kitle hareketinin diyalektiğine uygun düşen çizgisinin ve örgütlerinin yaptığı çalışmanın bu diyalektiğe ve çizgiye yaslanan yönlerinin, gelişen kitle hareketinin yarattığı zemin üzerinde, işçiler arasında, ayrı sınıf oluşturma, iktidar uğruna mücadele etme ve sosyalizm duygu ve fikrinin ilerlemesi ve ülke çapında birleşme girişiminin yanı sıra, kitlesel politik örgüt oluşturma eğiliminin gelişmesi ve ilerlemesini güvenceye alması.

Hem açık kitle hareketinin, olanaklarını nispeten de olsa kullanmayı başarması hem de sınıfın bağrında politik bilgi ve bilincin ve bilinçli ileri güçlerin az çok birikmesi, bu iki koşul nedeniyle, objektif ve sübjektif faktörün uygun teşekkülüyle gerçekleşmiştir. Fakat sorunun başka bir yüzünün bulunduğu da doğrudur; işçi ve emekçi hareketi, olanaklarını olabilir düzeyde kullanamamış, mevziler kazanmasına karşın, tutabileceği mevzileri tutmayı başaramamıştır. Öte yandan, sınıf ve halk, bağrında oluşan ileri güçlerini gerektiği oranda koruyamamış; olabilir eğilimi verme, ilerleme ve örgütleme yeteneğini objektif koşulların elverdiği düzeyde geliştirme olanağı bulamamıştır.

Bu zayıflık ve yeteneksizliğin sorumluluğu kimilerinin savunduğunun aksine, sınıf ve halkın “geriliği” ve “anlayışsızlığında ve ileri işçi ve emekçilerin “tarihsel” yeteneksizliğinde değildir. Sorumluluk, partimiz ve örgütlerimizin yaptığı çalışmaların devrim ve sosyalizm amacına ve partimizin çizgisine uzak düşen yönlerindedir. Bu, kabul edilmek zorundadır. Zira partimizin çalışması, parti çizgisine yaslanan ve hareketin ilerlemesi ve örgütlenmesine yardım eden bir çalışma olmasının yanı sıra, sınıfın gelişme dinamiklerini tahrip eden, ileri işçileri bir tür silahsızlandıran çelişkili, yarımlaşmış, zayıf bir çalışma da olmuştur. Küçük burjuva sınıfların yaşantı ve eyleminden öğrenilmiş eski “çalışma”nın gelenekleşmiş kötü kalıp ve alışkanlıklarına yaslanma ve piyasa “sosyalizmi”nin çürümüş, yüzeysel “norm” ve “tip”lerine (doğru norm ve özgün kişilikten yoksunluk) eğilim gösterme! Örgüt ve kadrolarımızın genel olarak partimizi zayıflatan, çalışmasını çelişkili kılan ve sınıftan uzaklaştıran dolayısıyla da işçi hareketinin olanaklarını kullanmayı, ileri kitlenin genişlemesi, eğitim görmesi ve girişkenlikle örgütlenmesini baltalayan nedenlerin burada yattığı kesindir.

İşçi ve emekçi sınıfların, tutulabilir mevzileri tutamadığı, bağrındaki bilinçli ileri kitlenin olabilir oranda çoğalıp ilerleyemediği ve dolayısıyla partimizin hareket içindeki etki ve yerinin objektivitenin elverdiği düzeyde güçlü bir etki ve yer haline gelemediği bir olgudur.

Öte yandan, partimizin, devrimci bir temelde ve içtenlikle sınıfa bağlanmasına karşın hareketin kayıpları ve ön cephesindeki tahribatın sorumluluğunu öteki “sosyalist” akımlarda aramak büyük bir yanılgıdır. Partimiz ve onun örgütünün görevinin, sınıfın ve halkın burjuva liberal sendikalist etkiden kurtulmasına, mücadele ve örgütlenmesinin gelişmesi ve genişlemesine yardım etmek olduğu gibi; ileri kitlenin “sosyalist” tarzda uyutulmasına karşı, ileri öğeleri ve örgütlerinin silahlanmaları çalışması yapmak olduğu da anlaşılmak zorundadır. Hareketin, kaçınılabilir kayıplara uğraması, bünyesindeki zaaf ve zayıflıkların olabilir olandan fazla etkili olmasının ve işçinin istikrar ve inisiyatifinin zayıf kalmasının nedenlerinin örgütümüzün çalışmasında yattığı kesindir.

Sosyalist akımların, işçi ve emekçi hareketi içindeki etkileri, tuttukları yer ve hareket karşısındaki sorumlulukları yukarda konulduğu gibidir. Buna karşılık işçi ve emekçi hareketi ve bu hareketteki ilerleme, sosyalist akımları hiç etkilememiş midir? Bu olanaksızdır ve akımların, hareket ve ilerlemesinden önemli oranda etkilendikleri açıktır.

İşçi hareketindeki sekiz yıllık ilerleme ve gelişmeden, partimiz dışındaki “sosyalist” grupların iki biçimde etkilendiklerinden söz edilebilir. Bunlardan birincisine aslında yukarıda değinilmiştir: işçi sınıfı, “sosyalist” akım ve grupların “çizgi” ve “çalışma”larını benimsememiş; gelişen hareket, bu akım ve grupları gitgide kendi dışına sürmüştür. Hareketin dışına düşmeleri süreci, bu akım ve gruplarda ortaya çıkan bölünmelerin zeminini güçlendirirken her birindeki kendi “toplumsal” temeline dönme eğiliminin; örneğin BSP-DY-İP gibi kimilerinde üst tabaka memur, memur ve “işçi” aristokrasisi ve esnaf tabakalarında; THKP-C ve TKP-ML gibi bazılarının, gençliğin dar çevreleri ile sınıfsız ve yüzergezer ara tabakalarda kapanma eğiliminin meşrulaşması da olmuştur.

Bu “sosyalist” akımların işçi emekçi hareketinden etkilenmelerinin öteki biçimi, ‘94 Nisan sonrasının yarattığı ilişkiler ve yeni politik durum üzerinden ortaya çıkmıştır. Şu bir olgudur: Geride kalan yedi yıllık dönem, sadece, söz konusu “sosyalist” akımlarla sınıf hareketi arasındaki ilişkileri şekillendiren bir dönem değil, aynı zamanda, ideolojik akımlar arasındaki ilişkileri yeniden biçimlendiren bir dönemdir. Öte yandan, işçi hareketi ve devrim karşı-devrim çatışmasında yeni bir dönemeci vurgulayan ’94 Nisan sonrası, devrim cephesi açısından olduğu gibi, “sosyalist” akımlar arasındaki mücadele açısından da yeni bir dönemdir. Sosyalizm iddiasındaki akımlar açısından bugün yaşanmakta olan sürecin, yeniden mevzilenme ve yeniden bloklaşma ve aralarında başlayan yeni ve sert bir mücadele süreci olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Olan şudur: Bir yandan işçi sınıfının kendisini kabul ettirdiği bir mücadele içinde olması; öte yandan, proleter sosyalist hareketin, alternatif bir mevziiyi bugünden tutmuş bulunması; bu olgular, “sosyalist” grupları, yeni bir mevzilenme denemesine zorlayan bir etken de olmuştur. Bir yandan, işçi hareketiyle proleter sosyalist hareketin yeni ve kitlesel bir birleşmesinin somut bir olgu haline gelmesi; öte yandan, burjuva/küçük-burjuva sosyalist akımların uluslararası ölçekte yeniden hareketlenmesi: Girilen yeni dönemi, sosyalist akımlar arasındaki mücadele açısından da yeni bir dönem haline getiren olgular bunlardır.

İşçi hareketinin, partimiz üzerindeki etkisi hangi yönde olduğu bilinmektedir. Öte-sosyalist” akımlar üzerindeki etkisinin ilk biçiminin, -bu akımları hâlâ etkisi altında tutsa bile-, geride kalan döneme ait bir etki olduğu yukarıda vurgulanmıştır. Bugün anlam ve önem taşıyanın; işçi sınıfı çevresi ve halk içinde olan ideolojik akımların, yeniden saflaşmaları; bu saflaşmanın karakteri, yaratacağı ilişkiler ve belirginleşen bloklaşmalar olduğu açıktır. Sosyalist akımlar, nasıl ve hangi hat üzerinde mevzilenmektedirler; sınıfın konusu olması ve güncel özellikleri nedeniyle, bu soruna kısaca da olsa eğilmemiz gerekmektedir.

“Sosyalizm” çok sayıda parti ve örgütte temsil edilse de; gerçekte bir yanda, partimizin temsil ettiği proleter sosyalist hareket; öte yanda, ötekilerin toplamında temsil edilen burjuva-küçük burjuva “sosyalist” akımlar bloğu olmak üzere başlıca iki eğilimden söz edilebilir. Fakat bu tespitin, genel ideolojik nitelik ve çerçevenin ötesini açıklamadığı; ideolojik mihrakları sadece, “ideolojik” karakterleriyle değil; aynı zamanda, politik mevzileniş ve platformlarıyla da görmek gerektiği de bir gerçektir. Sorun bu yönüyle ve partimiz dışta tutularak’ ele alındığında; sosyalizm iddiasında olan ve birbirleriyle hem ilişki ve hem de mücadele halinde bulunan dört kümenin belirginleşmekte olduğu görülmek zorundadır.

Bunlar şöyle gruplandırılabilirler: a) BSP ve DY çevresinin başını çektiği, Kruşçevci ve Troçkistinden “sivil toplumcu”suna çeşitli grupların yer aldığı liberal “sosyalizm” bloğu; b) iflas etmiş sosyal demokrasi ile açık birleşme platformu ve statükocu rejim savunucularıyla birlikte “milli birlik” politikası üzerinde kalmakta karar kılan Deng’çi İP çevresi; c) Gitgide terörizme varmış THKP-C ve TKP-ML gibi “yeraltı” gruplarından oluşan yarı anarşist ve terörist “sosyalizm” eğilimi; d) “Sosyalizm”den ihtiyaç duydukça söz etmekle yetinir bir hat üzerinde bulunmasına karşın, merkezinde PKK’nin yer aldığı, öteki Kürt grupları ve Kürt burjuvazisinin Batıcı kanadının çevrelediği reformist Kürt “sosyalizmi” cephesi: Türkiye’deki başlıca sınıf dışı “sosyalist” eğilimler bunlardır; bu eğilimleri temsil eden parti ve örgütlerin, gelişmesini kaçınılamaz gördükleri işçi emekçi kitle hareketini kullanmak ve 1992–94 arasında baş başa kaldıkları ve bugün hâlâ etkisi altında oldukları parçalanma, güç kaybı ve gerileme sürecini tersine çevirmek üzere, yeni bir hareketlenme, birleşme ve bloklaşma denemesinde oldukları açıktır.

Bu akım ve blokların, politik platform ve çizgilerinin ne olduğu, işçi ve emekçi hareketi ve devrimci ilke ve değerler karşısında hangi konumda bulundukları az çok politika içinde olanlar için bir sır değildir. Burada “üçüncü” küme olarak ele alınanlar (amaç edindikleri kör terör nedeniyle politikasız, politika olunca da diğerleri gibi reformist) bir yana bırakılırlarsa; Türk sayılanlar, Türk cephesinden; Kürt olanlar Kürt cephesinden milliyetçi ve birbirine “karşı” konumda olmalarına karşın, sermaye düzeninin “istikrar” arayışı karşısında, öteki üç küme de aynı özellikleri taşıyan bu platform üzerinde bulunmaktadır. Aralarındaki fark, “yöntem”de, liberal ya da despotik görüntü ve bu görüntüyü örtüleyen “ideolojik” malzeme ve motiflerdeki fark olarak görünmektedir.

“Birinci” grup, sermayenin “istikrarı” ve yeni dünya düzenine “istikrar” içinde uyumu “sosyalizmi”nin; yani Gorbaçovcu, Troçkist ve sivil toplumcu liberal revizyonizmin temsilcisi olarak ortaya çıkarken; ikincisi “milli birlik”in devletçi “sol sosyal demokrat” platformunun despotik geleneğine yaslanan Deng’çi revizyonist bir çizgi üzerinde bulunmaktadır. Dördüncü grup ise bellidir: Türk ve Kürt burjuvazisi arasındaki anlaşmanın yenilenmesi ve yeni bir anlaşma yapılması platformu üzerinde oluşmuş bir blok durumundadır. Köylü ve emekçi tabakalarının “temsili”, gitgide yutulmuş; iki milliyetten burjuvazi arasında uluslararası düzenin sorunları üzerinden yapılacak ittifakın bölgede Türkiye’ye sunacağı olanaklar bu bloğun güncel programı haline gelmiştir. “Barış programı”nın, “birinci” ve “ikinci” gruptaki revizyonist akımlar ve burjuvazinin (TÜSİAD, TİSK, TOBB) istediği “istikrar, toplumsal uzlaşma ve barış” planıyla fazla ayrılığının bulunmadığı görülebilir bir gerçektir.

Deng’çi İP’in, “birinci” ve “dördüncü” olarak anılan bloklar arasındaki anlaşmalarda yer almamasının nedeni; grup çıkarları, güç ilişkileri ve İP’in, devletçi “istikrar” arayışına; Türk milliyetçisi “sol” statükocu eğilime fazlaca “angaje” olmasından ileri gelmektedir. Özetlenecek olursa: Kimileri silah kullansa ve ötekiler parlamenter bir zeminde kalsa da kimileri daha liberal, kimileri daha despotik bir hat üzerinde olsa da bu grup ve blokların politik platform ve çizgilerinin ortak özelliği gerçekte, demokrasiyi dıştalamış bir “istikrar” ve “barış”, bu “istikrar” ve “barış” üzerinden “yeni” dünya düzeni ile “entegrasyon”dur. Oluşturulmuş “istikrar” ve “barış” platformunun, kendi kurumlarıyla da “sorunları” çıkmış işbirlikçi burjuvaziye, bu sorunlarını “çözme”de yardım eden yedekler sunan ve olanaklar tanıyan bir platform olduğunu yadsımak olanaklı değildir.

Oysa gerçekten sosyalist ya da devrimci olan bir akım ya da akımlar bloğunun; demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin sorunu, sermayenin “istikrar” kazanması ve ulusal ya da sınıfsal “barış” sorunu değil; tam tersine, istikrarsızlığın derinleşmesi, sömürülen ve ezilenlerin mücadelesinin gelişmesi, sistemin olanaklarının baltalanması sorunudur. Bu, her durumda olduğu gibi, bugünkü Türkiye’de de geçerlidir; aksi yöndeki bir platformun ancak, “Filistin Barışı” platformu olacağı kesindir. Bu nedenle de, bu “sosyalist” akım ve blokların çizgisi gerçekte, işçi ve emekçi kitlelerin ilerlemesi ve örgütlenmesi; kitle hareketinin gelişmesi ve devrimci bir harekete dönüşmesi değil, kitlelerin ve hareketlerin, sermaye sınıfıyla yeni bir “anlaşma” yapmakta “kullanılması” çizgisidir.

Bu platformun, örgütsel alandaki yansımasıdır; burjuvazi ve sermayenin “liberal” sözcüsü (Kürt-Türk) üst ara tabakalarını memur aristokrasisi ve gitgide çözümsüzlüğe giren işçi sendika bürokrasisinin; umutsuz küçük grupların, yorgun ve “mağdur” esnaf tabakasının temsilciliği, ve örgütlenmesine denk düştüğü örtülemez bir şekilde açıktır. Öte yandan, politik mücadelede etkili olmak ve egemen sınıf tarafından muhatap alınmayı başarmak açısından; sendikalarda, kitle örgütleri ve kamuoyu örgütlerinde tepeden mevzi tutma “çalışmasında her yola başvurması” ve gerektiğinde “keskin” sloganlar atması bir zorunluluktur. BSP -DY Grubu, Deng’çi İP- devletçi “Laik” ittifakı ve Kürt Bloğu gibi oluşumlar, ortak ya da biri diğerini dışlayan bloklaşmalar olsalar da; ve olaylar, kimilerini “aşırı devrimci” sloganlar atmaya zorlasa da, platformlarının ortak karakteri ve gericilikle halk arasındaki mücadele karşısında oynadıkları rolün değişmesi beklentisi bugün anlamsızdır.

Özet olarak söylersek; önümüzdeki dönemin “sosyalist” akımlar ve “muhalif” çevreler arasında yeni “bloklaşmalar”, yeni “bozuşmalar” ve yeniden “mevzilenmeler” dönemi olması, zorunlu ve önlenemez bir şeydir. Bütün bu burjuva “sosyalist”, “bloklaşma”, “bozuşma” ve “mevzilenme” girişimlerinin, işçi sınıfı ve halk hareketinin başı üzerinden olması ise, Türkiye “sosyalist” hareketinin kuşkusuz başka bir özelliğidir. İşçi sınıfındaki sosyalist birikimin; proleter sosyalist hareketin, işçi ve halkoyundaki gelişmesinin henüz yeterince kökleşmemiş olduğu koşullarda, böyle bir durumun, işçi ve halk hareketinin gelişmesi ve devrimle karşı devrim arasındaki güç ilişkisinin, devrim cephesi çıkarına değişmesi bakımından hayati bir tehdit oluşturduğu görülür bir olgudur.

 

AKIMLAR ARASINDA YENİ BİR MÜCADELE

Devrimle karşı-devrim arasındaki çatışma ve işçi ve emekçi hareketinin yeni gelişme döneminin; proleter sosyalist hareketle burjuva “sosyalist” akım ve bloklar ırasında kapsamı gitgide genişleyen yeni bir mücadele dönemi de olması kaçınılamazdır. Çünkü bu mücadele gerçekte, işçi sınıfı ve emek cephesinin, hareketin önceki yıllardan bugüne aktardığı kazanımları ve yeni dönemdeki gelişmesinin sunacağı olanakları kullanma yeteneği gösterip gösterememesi mücadelesidir. İleri işçi kitlesi, kitlesel politik hareket olma ve bütün sınıfı devrimci bir çizgi üzerinde birleştirme yeteneğini kazanabilecek mi; yoksa liberal reformizm ya da bürokratik küçük burjuva geleneğin etkisi altında yalpalayacak, yetenek eksikliği içinde kapanıp kalacak mıdır? Cepheleşmiş bulunan sosyalist akımlar arasındaki mücadelenin bugünkü içeriği budur.

Parti örgütünün ve sınıf bilinçli işçinin, göz ardı etmemesi ve hayati önemde görmesi gereken şey şudur: Burjuva “sosyalist” akımların, sınıftan, devrimden ve sosyalizmden, gitgide daha fazla söz etmeleri ve “birisine” ve “bloklaşma” girişimlerini hızlandırmalarının nedenleri, sınıfa ve sosyalizme bağlanma eğilimine girmiş olmalarında değil; işçi ve emekçi hareketinin dışına düşmeleri ve aldatıcı işlevlerini yerine getirme olanağını kaybetmelerinde yatmaktadır. İşçi ve emekçi hareketindeki ve proleter sosyalist akımdaki ilerlemenin, her birini yeni bir hamleye mahkûm etmesinin yanı sıra, burjuva “sosyalist” akımların, uluslararası ölçekteki girişimleri, bu “sosyalist” grup ve örgütlere, yeni bir bloklaşma denemesi olanağını vermiş bulunduğu görünür bir olgudur.

Parti ve örgütümüzün ve bilinçli işçinin önümüzdeki dönemdeki mücadele alanlarından biri, burjuva “sosyalizm”ine; bu akımın ileri emekçilerin anlayışında ve örgütümüzün çalışmasında, perspektifsizlik ve kavrayış ve yaşantı bozuklukları ve bürokratik örgütleme alışkanlıkları vb. olarak yansıyan etkisine karşı mücadele alanıdır. Bu alandaki mücadelenin gereklerine uygun bir mevzi tutulmadan; örgütlerimiz ve örgütlü çevrelerimiz, burjuva “sosyalist” akımın yeni atak denemesini; onun halk arasında ve günlük örgüt çalışmasındaki geleneksel etkisini, teoride olduğu kadar pratikte de kırıp püskürteceği görevleri önlerine almadan, ileri işçi kitlesinin, hareketin olanaklarını kullanacak bir dönüşüm yaşaması ve mücadele ve örgütlenme yeteneğini tazelemesi olanaksızdır. Burjuva “sosyalist” akım ve “bloklaşma”nın teorik geriliğe, politik bilinç ve tecrübe zayıflığına ve gerileme ve yorgunluk belirtileri üzerine oturan “barış” ve “istikrar” özlemine yaslandığı; sermaye çevreleri, sendika bürokrasisi ve emekten geçindiği halde, burjuva liberalizmine hizmet eden “aydın”dan destek aldığı görülmek zorundadır.

 

II

DEVRİM KARŞI DEVRİM ÇATIŞMASI, YENİ DÖNEM VE “YENİ DURUM”

1994-Nisan krizi ve burjuvazinin 5 Nisan “istikrar tedbirleri” ve işçi sınıfının bu kriz ve “tedbirlere” karşı Ankara yürüyüşünün, Türkiye’de başlattığı dönemin özelliği şudur: Devrim ve karşı-devrim cepheleri, kesin hesaplaşma denemelerine girme yolunda hızlanma anlamına gelen bir dönemeci geride bırakmış; bir yanda, “sağ”ı ve “sol”u ile sermaye ve gericilik; öte yanda, işçi sınıfı ve Türk ve Kürt milliyetinden halk olmak üzere karşıt sınıflar ve güçler, yeniden mevzilenecekleri yeni bir döneme adım atmışlardı. Girilen dönem, bu özellikleriyle yeni bir dönemdir. Nasıl gelişirse (bu iradeye bağlı değildir ve önceden kestirmek olanaksızdır) gelişsin bu sürecin, Türkiye’nin, dizginsiz karşı-devrime olduğu kadar, devrimci ilerleme, atılım ve patlamalara da gebe bir ülke olma yoluna girmiş olduğunu göstermektedir.

İşçi ve emekçi kitlelerin ve Kürt halkının, düzenden ve düzen partilerinden kopuşun ulaştığı boyut ve açık kitle hareketinin öne sürdüğü taleplerdeki genişleme vb. bir yana; faşist gerici burjuvazinin, kendi demagojik kurumsal ve yasal yapısını da bozan din-tarikat ve ırk-milliyet kışkırtmalarına girişmek ve devlet örgütünü açıktan provokasyon, terör, katliam ve cinayet örgütü olarak işletmek zorunda kalması, kitleler karşısındaki inandırıcılığının ne ölçüde sarsıldığı ve saflarındaki parçalanmanın ne oranda derinleştiğinin açık ve görmezden gelinemez bir göstergesidir. Sermaye ve gericiliğin, “istikrar” için attığı her adımın; istikrarsızlığı derinleştiren, saflarındaki parçalanmayı genişleten ve kurumlarıyla arasına çelişki sokan bir etken haline gelmesi, faşist rejimin yaşadığı derin çıkmazı açıklamaya yetmektedir.

Nitekim 1994 ortalarından, ’95’in son çeyreğine gelen işçi ve öteki kent emekçilerinin mücadeleleri ve özellikle son büyük grev ve yürüyüşler, önemli özgünlükler gösteren eylemler olmuşlardır. İşçi ve emekçi kitleler, sendikaların bütün baltalama çalışmaları ve bütün olumsuzluklara rağmen; başlatılan saldırıyı ve dayatılan planı, sermayenin bu planını bozmakla sınırlı da olsa püskürtmüşler; iktidarın ön cephesini çözmeyi ve hükümeti geriye atmayı başarmışlardır. Hükümetin çökmesi, Anayasa “değişiklikleri” ve erken “seçim”, hiç kuşku yoktur ki, işçi ve emekçilerin son atılımı ile bağlantılı olgular olarak gündeme girmişlerdir. Olguların gösterdiği şeyin, işçi sınıfı ve halkın, düzen parti ve kurumlarından kopuşu ve açık kitle hareketinin gelişme sürecinde yeni bir dönemecin geride kalmasından başka bir şey olmadığı kesin bir gerçektir.

Erken “seçimler”in, mevcut hükümet ve parlamentonun, emekçi halk nezdindeki “itibar” ve “inandırıcılığı”nın büyük ölçüde aşınması nedeniyle gündeme girdiği bilinmektedir. Nitekim hiçbir partinin işine gelmediği ve tek biri bile istemediği halde, gerici rejimin kış ortasında “seçim”lere gitmek zorunda kalması dahi bunu kanıtlamaktadır. Fakat gündemdeki “seçim”in sadece, bir erken “seçim” olmadığı; sermaye ve gericilik açısından, çok yönlü, aldatıcı ve aynı zamanda, güçlerini mevzilendirme biçimini yenilemeyi öngören yeni bir kampanyanın örgütlenmesi zorunluluğu vardır. “İstikrar” ve “demokrasi”  ve Türkiye’nin sorunlarının çözümü için barış”. Kampanyanın görüntü özeti böyledir. Bu görüntünün, “sol”daki ve Kürt cephesindeki muhataplarını bulduğu ve harekete geçirdiği görülmektedir. Oysa sermaye ve gericiliğin amacının, işçi ve emekçi sınıflar ve Kürt halkı karşısındaki cephesini genişletmek ve yeniden örgütlemek olduğu açık bir şeydir.

Mevcut uluslararası koşullarda ve Türkiye’nin bugünkü durumunda; sermaye ve gericiliğin, Kürt sorununun “çözümü”nde ileri adım atacağı; Gümrük Birliği’nin ekonomiyi “rahatlatıcı”, “demokratikleşme”yi hızlandırıcı bir ağırlık oluşturacağı; dolayısıyla da “ülkenin ihtiyacı” olan “istikrar” ve “barış” ortamının olanaklı olacağı anlamında tespitler yapılmakta ve görüşler ileri sürülmektedir. Bu tespit ve görüşlerin; sermaye örgütlerinden, “sosyalist” bloktan Kürt bloğuna geniş sayılabilecek bir çevreyi kucaklaması ise, yürütülen kampanyanın ilginç yönünü oluşturmaktadır.

Seçimler ve Gümrük Birliği, Türkiye’deki “demokrasi”nin “tek ana sorunu” olduğu ileri sürülen Kürt sorununun gerçekten çözülmesi yönünde bir gelişme midir? Türkiye’deki ekonomik ve politik gidişatın, tersine dönmesi; “istikrar”, “yumuşama” ve “barış”a yönelmesi olanaklı mıdır? Daha da önemlisi, sözü edilen “istikrar” ve “barış”ın anlamı nedir? Durumu anlamak için, seçimler, Gümrük Birliği ve Kürt “barışı”na ve içinden çıktıkları koşullara daha yakından bakmamız gerekmektedir.

 

ERKEN SEÇİMLER VE POLİTİK “İSTİKRAR”

Parlamento seçimlerinin, niteliği ne olursa olsun, parlamenter rejimler için, “istikrar” unsuru olan bir mekanizma olduğu doğrudur. Ne var ki, gündemdeki “seçim”in, böyle bir özellik taşımayacağı; tersine, politik istikrarsızlığı derinleştiren bir etken olacağı, sermayenin olanaklarının daha daralması ötesinde pek bir işlev görmeyeceği bir olgudur. Zira “belli başlı” partiler, halkın nezdinde tek bir kapitalist parti olarak eşitlenmişlerdir ve bu partilerden bazılarının yeniden “itibar” kazandıkları ya da kazanacakları üzerine ortada herhangi bir belirti yoktur.

Parlamento ve düzen partilerinin, 12 Eylül karşıtlığının yalan olduğu ortaya çıkmış; önceki yıllarda şu ya da bu şekilde “umut” olan “sosyal demokrasi”, sermayenin kişiliksiz payandası olarak iflas etmiştir. Öte yandan, MHP-DSP-RP gibi “yükselen” partiler, %10-20’lerdeki oy oranları ve rejimi, büyük bir emekçi çoğunluğu karşısında daha da aşağılayan özellikleriyle “gelişmeleri”nin sonuna gelmiş bulunmaktadırlar. Denilebilir ki; halkın önceki dönemdekinden çok daha geniş bir kesimi, ülkeyi sermaye, onun adına dar bir asker-sivil kastı ve gerideki terör aygıtlarının yönettiği; politik partilerin aldatıcı bir görüntü ve yürürlükteki yağma ve vurgunun örtüsünden başka bir rolünün bulunmadığı inancındadır. Öyle ki, bu partilere üye emekçi kitlesinin çoğunluğunun üye olduğu partiye de güvensizlik duymakta olduğu ve partisi hakkında herhangi bir umut beslemediği görülmektedir.

Oluşacak parlamento ve kurulacak hükümetin, seçimler yoluyla oluşturulmuş parlamento ve kurulmuş hükümetler içinde, en etkisiz ve en itibarsızı olacağı ile ilgili bütün verilerin bulunduğu bir gerçektir. Halk arasındaki örgütlenmesi ve manevi ve politik otoritesi, bundan öncekilerin daha gerisinde olan; yeterli inandırıcılığa sahip olmamasına ve saflarındaki çatışma daha tahrip edici bir hal almış bulunmasına karşın, ekonomik ve politik saldırı mahiyetinde kararlar almaya mahkûm olmuş bulunan bir parlamento ve hükümet: Ülkedeki politik durumu karakterize edecek olan olgulardan birisinin böyle teşekkül edeceği açıktır.

Öte yandan, kurulacak hükümetin işçi sınıfı ve halka karşı saldırısının, olağan ve rutin saldırılardan ibaret kalmayacağı, politikayla ilgisi bulunmayanlarca dahi görülebilecek bir şeydir. Çünkü yeni bir ekonomik kriz dalgası kapıdadır ve “seçimleri hangi parti “kazanırsa” kazansın, 5 Nisan saldırısının yarım kalan hedefleri üzerinden, yeni bir “ekonomik önlemler paketi” gündeme girmiş bulunmaktadır. Bu “paket”in herhangi bir şekilde ertelenmeyeceği ve nispi saldırılarda yetinmeyeceğinin aylar öncesinden acilen ilan edildiği bilinmektedir. Politik durumu karakterize edecek temel faktörlerden bir diğerinin, birikmiş sorunlar ve bugünden kriz tehdidi altında olan bir ekonomi, ekonomik krizler ve “tedbir paketleri” olacağı yadsınamaz bir gerçekliktir.

Bir yanda, halk arasında kayda değer bir itibar ve desteği bulunmayan ve safları parçalı-çatışmalı bir hükümet; öte yanda, kriz unsurlarını aşırı biriktirmiş, yakın kriz tehdidi altına düşmüş ve peş peşe gelmesi beklenen “istikrar” önlemlerine muhtaç hale gelmiş bir ekonomi: Halka verecek bir şeyi bulunmayan; buna karşılık, sömürü ve yağmanın acil ve sistematik olarak genişletilmesi ve yakın ve orta vadedeki bütün yükün halka yıkılması ihtiyacı içindeki sermaye ve gericiliğin “umudu”nun sınıfın ve halkın boyun eğmesinde dile geldiği açıktır.

“İstikrar ve barış umudu” burada yattığına göre, işçi ve emekçi sınıfların ve gençliğin mevcut duruma ve seçim sonrasında gündeme girmesi kaçınılmaz olan saldırı kampanyasına sessizce boyun eğmesi beklenmeli midir? Böyle bir beklenti için bir nedenin bulunmadığı ortadadır. Bağrında birikmiş derin hoşnutsuzluk ve güvensizlik bir yana; sermaye partilerince de, “rahatlatılma” ve “demokrasi” vaatleriyle kışkırtılmış işçi sınıfı, halk, Kürt halkı ve gençliğin, bu saldırıları kabullenebileceği, birkaç yıl öncesinde olduğu gibi, nispeten uzun süreli beklentilere girebileceği “öngörü”sünde bulunmak için bir neden yoktur. Tam aksine, emekçi yığınların tepkisinin genişlemesi ve şiddetlenmesini öngörmek için bütün nedenlerin bulunduğu bir gerçektir. Gitgide ağırlaşmış ekonomik ve politik koşullar ve bu koşulların, Türk ve Kürt halkının saflarında yarattığı güvensizlik ve umutsuzlukla ilgili duygular; başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların yedi sekiz yıldan bu yana ki mücadelelerle ve bu mücadelenin, son bir buçuk yıldır gitgide belirginleştirdiği politik eğilimler, bu yalın gerçeği kanıtlamaya yetmektedir.

Olguların işaret ettiği şudur ki; seçimler sonrası yakın dönemin, “iyileşme” ve “yumuşama” bir yana; sermayenin görülmemiş şiddetteki ekonomik saldırılar dönemi olması kaçınılamazdır. İşçi ve emekçi cephesinin bu saldırılara karşı direnişi ise, beklenmesi gereken şeydir. Seçimlerden sonraki dönemin, sınıfın ve halkın düzen partilerinden uzaklaşmalarını hızlandıracağı; bu hızlanma ve ifadesi olan mücadelelerin, karşı devrim cephesindeki parçalanmayı daha da derinleştiren bir faktör olarak etkili olacağı bugünden görülebilir bir olgudur, “istikrar” ve “barış” değil, artan ekonomik ve politik istikrarsızlık, kriz ve genişleyen mücadele; seçimlerin yakın dönem için vaat ettiği şey işte budur.

 

GÜMRÜK BİRLİĞİ, EKONOMİK “İSTİKRAR” VE “DEMOKRASİ”

Gümrük Birliği’nin sunacağı ekonomik “olanaklar”ın, ekonomiyi “geliştireceği” ve kitlelerin yaşam düzeylerinde “düzelme”ye yol açacağı; karşılık olarak Avrupa’ya verilmiş garantilerin, “demokratikleşme”nin “önünü açacağı” gibi görüşler propagandadan ibarettir. “Gümrük Birliği” olgusunun söz konusu bu ekonomik ve politik “beklentiler” aleyhine bir ağırlık oluşturduğunu, görmeyen gözlerin dahi görmesi olanaklıdır.

İlkin: “Gümrük Birliği”, Türkiye ekonomisinin “rahatlaması” ve halkın yaşam koşullarının, nispeten de olsa “iyileşmesi”, “birliği” değil; tam aksine, ekonominin sırtına yeni yükler vurulması, çeşitli sektör ve çoğu işletmenin çökmesi ve uluslararası tekellerin dizginsiz sömürü ve “rekabet”inin ekonomide kriz ve çöküntüler hazırlamasının birliğidir. Öte yandan işçi ve emekçi sınıflara, bitip tükenmez yükler vurulması; ülkenin hırsla yağmalanması, kitlesel işsizliğin başını alıp gittiği ucuz işgücü ülkesine dönüştürülmesi “anlaşması”ndan başka bir şey değildir. Denilebilir ki, Gümrük Birliği, Türkiye’nin ekonomik tam sömürgeleşmesinde ve Türk devletinin, bu tam sömürgeleşmenin büsbütün yozlaşmış bekçisine dönüşmesinde yeni bir adım anlamına gelmektedir. Seçimlerden sonra açılacak ilk “istikrar paketini, peş peşe Gümrük Birliği “paketlerinin izlemesinin kaçınılamaz olduğu bugünden görülmektedir. Sermaye, tam sömürgeleşme sürecinin bütün yükünün, emeğe yüklenmesinin zorunlu olduğumu ilan etmiş bulunmaktadır

İkinci olarak; Türkiye’nin ‘Birlik’e girmesi, “demokratikleşme”nin ilerlemesine değil; zorba gerici rejimin, uluslararası ölçekte yeniden tescil olanağı bulması ve sermayenin Türk ve Kürt halkı arasında yedekler bulmasına hizmet etmektedir. Öte yandan, demokrasi havarisi” olarak uluslararası sermayenin: a) İşçi sınıfı, halk ve Kürt halkının anti-emperyalist demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önünü kesme ve yeni dünya “demokrasisine bağlanma; b) Bu mücadeleyi, burjuvazi ve gericiliği sıkıştırma, tam teslim alma ve işlerini kolaylaştırmada bir şekilde kullanma olanaklarını genişletmesi anlamına geldiğine kuşku yoktur.

Uluslararası sermaye ve burjuvazi ve gericiliğin, bu olanak ve avantajları etkili bir biçimde kullanma olanağı bulup bulamaması sorunu, kuşkusuz başkaca faktörlerce belirlenecek ayrı bir sorundur. Burjuvazi ve gericiliğin işlerini yürütmek için attığı her adımın ve halkı aldatmak için başvurduğu her demagoji ve manevranın, karşıt faktörlerin güçlenmesine de yol açması bir yana; Gümrük Birliği’nin, sermayenin yeni bir saldırısı olduğu ve demokrasi mücadelesinin yolunun kesilmesi yönünde bir ağırlık oluşturduğu kesin bir gerçektir.

Gerçek şudur: Burjuvazi, demokrasi talep eden halka karşı aldatıcı bir koza sahip olmayı başarmıştır; fakat ekonomik koşullar, kitle mücadelesi ve güçlenen politik eğilimlerin Türkiye’de ulaştığı boyutlar dikkate alındığında, bu kozun, “politik rahatlama”, “politik istikrar” ve “yumuşama” yönünden fazlaca bir geçerliliğinin olmadığı açıkça görülmektedir. Gümrük Birliği ile verilmiş “demokrasi garantilerinin; burjuvazinin ve “sosyalist” öteki savunucularının halk arasındaki “etkileri”nin ötesinde bir aldatıcılık yeteneği gösteremeyeceği beklenebilir bir şeydir.

 

KÜRT SORUNU VE “BARIŞ” VE “DEMOKRASİ” PLANI

Kürt sorununun, gündeme sürülen platformda “çözümü”, sermayenin sorununu “çözer” ve Türkiye’deki gidişatı “yumuşama” ve “barış” yönünde değiştirebilir mi? Sorun böyle ortaya konulmakta ve böyle tartışılmaktadır. Sorunun bu konuluşunun, sermaye cephesinden bir konuluş olduğu bir gerçektir. Ne var ki, Kürt sorunu, partimiz dışındaki Kürt ve Türk “sosyalist” akımlarınca da böyle konulmaktadır. Bu nedenle, bu yazının sınırlarını aşma pahasına da olsa, konuyu biraz geniş tutmamız ve bu soruna daha yakından bakmamız gerekmektedir.

Sermaye daha önce de vurgulandığı gibi, istisnasız bütün kesimleriyle, “ihmal edilmiş” bölgeyi “kalkındırmak” ve “Kürt kimliğini tanımak” gerektiğini söylemekte ve “barış” istemektedir. Kürt ve Türk “sosyalist”leri ve Kürt burjuvazisinin ortaklaşa istedikleri “barış” da budur. Türk burjuvazisi ile bu “sol” akımlar bloğunun “barışı” arasındaki fark, sadece teknik farklardan ibaret duruma gelmiş bulunmaktadır. Dünyadaki hâkim büyük güçler ise, Türkler ve Kürtleri aşan hesaplar yapmakla birlikte, her iki tarafın da istediği bu “barışı”, şimdilik Türk cephesinden ve Türkiye’yi cesaretlendirerek desteklemektedirler.

Öte yandan, Türk burjuvazisinin, bir süreden bu yana, kendi geleneksel devlet statükosunu aşmada zorlanmaktan ileri gelen bir “sorunu” vardır. Şu anda sorunun istenildiği biçimde “çözümü”nün önündeki “engel” budur ve bir yanda büyük devletler, öte yanda Kürt ve Türk “sosyalist”leri bloğunun TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK ve TOBB’un, “sorunları”nı çözmesine yardım eder bir pozisyonda bulunduklarına kuşku yoktur.

Partimizin dört yıldan bu yana vurguladığı gibi; Türk burjuvazisi, hiç olmazsa bir süre, Kürt sorununu sorun olmaktan çıkarma yeteneği taşıyan bir “çözüm”ü gerekli görmektedir. Çünkü böyle bir “çözüm”ün; en azından bir süre, Türkiye’yi uluslararası pazarlık konusu olmaktan çıkarmasının yanı sıra; önemli ve ek olarak, öteki Kürt bölgeleri için “insan hakları” talep etme ve bölge devletlerine müdahale olanağı sunmaktadır. Öte yandan, Türk ve Kürt burjuva gericiliği, söz konusu bu “barış” ve “çözüm”ün Türk ve Kürt birleşik emek hareketinin patlamalı gelişmesi ve emek cephesinin kesin hesaplaşma denemesine yönelmesi karşısında, “dalga kıran” olarak kullanılırlığını görmüş bulunmaktadır.

Kürt sorununun, böyle bir “çözümü” veya Kürt ulusal hareketi ve çevresinde toplanmış akımların, söz edilen “barış” ve “çözüm” platformunda ısrarla kalmaları, işçi sınıfı ve halk hareketinin gelişmesi karşısında, sürecin yönünü değiştirecek bir “koz” olarak kullanılabilir mi? Emperyalizmin müdahale olanaklarını çoğaltmış olması dışta bırakılsa dahi; özellikle ’91-Kasım seçimlerinden bu yana, her biri kendi cephesinden olmak üzere Kürt burjuvazisi ve Kürt gericiliğinin, Kürt ulusal hareketinin bugün üzerinde bulunduğu platformdan; bu platformun Türk-Kürt düşmanlığına yaslanan ve halk arasında parlamentarist “beklenti” yaratan içeriğinden büyük ölçüde yararlanmıştır.

“Barış” ve “siyasi çözüm” platformunun bugün “sınıflar arası barış”, emekle sermayenin “uyumu” ve Türkiye’nin sorunlarının “yeni dünya düzeni” tarzında “çözümü” platformuyla çakışmış olduğu bir gerçektir. Türk burjuvazisi, “liberal sosyalist” akımlar ve Kürt bloğunu çevresinde toplayan ve Kürt ve Türk halkı için demokrasiyi dıştalamış bir “barış” ve “çözüm” arayışına girilmiş bulunulduğu bugün açıkça görülmektedir.

Öte yandan, böyle bir platform ve bloklaşmanın güç kazanması; yanı sıra, bu bloğun, işçi ve emekçi hareketini “barış” mevzisine çekmeyi başarması, emekçi ve Kürt emekçi hareketinin yenilgisi demektir. Çünkü işçi, halk ve Kürt halk hareketinin “barış” ve “siyasi çözüm” platformuna çekilmesinin başarılması, sermaye ve gericiliğin önünün açılması ve gündemdeki saldırıların artarak sürmesine boyun eğilmesi anlamına gelmektedir. Sermaye cephesinin bugünkü ihtiyacının, işçi sınıfı ve halkın, “barış” planına ve ağırlaşmış sorunlarına “çözüm” bulacağı bir politik ortama bir süre de olsa, boyun eğmesinde dile geldiği belli bir gerçektir.

Sermaye, bu hedefine ulaşabilir ve içinde bulunduğu acil sorunları “çözebilir” mi? Orası henüz belli değil. Fakat “barış” ve “istikrar” savunucusu bir cephenin “sol”da oluşmuş olmasının; onun halk arasından yedekler bulması ve önemli bir avantaj ele geçirmesi olduğu kuşkusuzdur. Buna karşılık, işçi sınıfı, halk ve Kürt halkının bu “istikrar” ve “barış” barikatını yarabilecek potansiyele sahip bir kopuş ve hareketlenme içinde olmasının, sermayenin açmazı olduğu ise bilinebilir bir şeydir. Bu durum bir yana; yeni ekonomik kriz belirtileri ve “Avrupa ile birleşme” faturalarının, “barış” ve “istikrar” planlarının uygulanamaz hale gelmesine yol açacak olguları çoğaltmasının kaçınılamaz olduğu da bir gerçektir.

Kürt sorununun, gündemdeki “barış” platformu üzerinden “çözümü”nün, devrim ve karşı-devrim cepheleri üzerindeki bugünkü etkisi böyledir. Burjuvazi ve gericilik, Kürt sorununun bu “çözümü”nü, şu anda karşı olan bazı “kurumlar”ına kabul ettirebilir mi; sermaye ve devletin tutumunun, şu ya da bu yönde gelişmesinden çıkacak sorunlar ne gibi sorunlar olabilir; bu türden sorunlar üzerine bugünden “tespitler” yapmak, anlamsız işlerle uğraşmaktan başka bir “önem” taşımamaktadır. Öte yandan, Kürt sorunuyla ilgili devlet politikası önümüzdeki yakın dönemde hangi yönde gelişirse gelişsin; Türkiye’nin yaşamakta olduğu sürecin yönünü, şu ya da bu doğrultuda etkilese bile değiştirmesinin olanaksız olduğu, bütün yönlerden görülmek ve anlaşılmak zorundadır.

 

YENİ DÖNEM VE DEVRİMLE KARŞI DEVRİM ARASINDAKİ ÇATIŞMANIN YÖNÜ

Erken seçimler, Gümrük Birliği ve Kürt “barışı” gibi güncel olgular ve bu olguların anlamı üzerine yürütülen aldatıcı propagandanın ekonomik ve politik durum ve devrim karşı devrim üzerinde bugünden görülebilir etkilerinin yukarıda ortaya konulanlar yönünde olacağı açıktır. Öte yandan, ekonomik, toplumsal ve politik olguların ortaya koyduğu Türkiye’nin, “sağ”dan ve “sol”dan yapılan propagandayla tanıtılan Türkiye’den farklı olduğu açıkça görülmektedir.

Türkiye’nin ekonomik durumu ortadadır. Bütün cıvataları yalama olmuş durumdadır. Bağımlı ekonominin, istikrar bulma; bunu belli bir süre korumanın, ekonomik olanak ve dinamiklerini büyük ölçüde tahrip ettiği; uygulanan her “tedbir paketinin sorunları bir süre ertelese ve acil ihtiyaçları bir süre “karşılasa” dahi, kısa bir sürede yeni bir krizi kamçılayan bir etkene dönüştüğü görülmektedir. Ekonomi, büyük uluslararası “destekler” alamadığı koşullarda, yıkıntı ve çöküntünün bir tehdit biçimini alması kaçınılamazdır. Sektörler arasındaki “denge”lerin risk unsurlarını gitgide çoğaltması, kriz tehditleri ve krizlerin periyotlarını gitgide sıklaştırması, her birinin faturasının bir öncesine göre daha yüklü olarak ortaya çıkması ve ’94-Nisan krizinin gösterdiği özellikler ve ekonomik sonuçları vb. olgular, ekonomideki eğrinin nereye doğru “geliştiğini göstermeye yetmektedir.

Nasıl bakılırsa bakılsın, Türkiye ekonomisinin sorunu, bir ya da iki “önlem paketi” sorunu gibi “basit” bir sorun değildir. “Önlem paketleri” uygulamaları “başarılı” olduğunda, bazı nispi iyileştirmeler olması, ekonominin acil ihtiyaçlarının karşılanması ve kriz tehditleri ve krizlerin geriye atılması ya da atlatılması kuşkusuz olanaklıdır. Fakat ekonomideki gidişatın yönünü karakterize eden gerçek olguların bir ya da iki “paket”in sınırlarına hapsedilemeyeceği de açıktır: Son derece ağırlaşmış bugünkü sorunları bir yana; Gümrük Birliği “anlaşması” ve “özelleştirme programı” vb. gelişmelerin, Türkiye’yi geri dönülemezcesine soktuğu yolun, gerçekte hasta olan ekonominin uluslararası yağmalamaya tam açılması ve uluslararası krizlerin yüklerinin boşaltıldığı bir çöplük ekonomisine dönüştürülmesi yolu olduğu çıplak gözle dahi görülebilir bir gerçektir. Bu sürecin, dalgalı bir seyir izlese de, üretici güçlerde ağır yıkımlara yol açan, çöküntüleri tahrik eden, gündemden düşürmeyen ve “paket” ihtiyacını kronikleştiren bir süreç olacağı görülemez değildir.

Denilebilir ki; ekonominin, yıkıntı ve çöküntülerden kaçınması ya da kurtulması ve az çok “iyi” denilen “istikrar” dönemleri bulmasının başlıca tek olanağı; başta işçi sınıfı olmak üzere, köy ve kent emekçi sınıflarının, kendilerini uluslararası sermaye ve tekelci burjuvaziye teslim etmeleri; açlık sınırına ve nüfusun neredeyse yarısının, belki de daha fazlasının işsizliği ve sefaleti koşullarına boyun eğmelerindedir. Zira burjuvazinin sarıldığı sloganların, içi boş sloganlar olduğu; ekonomik gidişatın gelişme yönünü tersine çevirme yeteneğinden yoksun bulunduğu ve gitgide ağırlaştırılacak olan sömürü oranlarını maskelemekten başka “olumlu” herhangi bir anlam taşımadığı ortadadır. İşçi sınıfı, köylülük ve kent emekçisi öteki sınıf ve tabakalar, gitgide dayatma biçimini alması kaçınılamaz olan saldırılar karşısında sonuna kadar boyun eğecekler midir? İşçi ve emekçi cephesinin, sistematik saldırılara “gönüllü” rıza göstermesi yönünde bir belirtinin ortada olmadığı açıktır.

Buna karşılık, aksi yöndeki belirtiler on yıldan bu yana çoğalmışlar ve ’94-Nisan’ından bugüne, kendilerini hemen herkese kabul ettirmişlerdir. Daha önemli olan şudur ki; halkın nereye gideceğinin tayin edicisi olan işçi hareketinin girdiği yol, sadece saldırılara direnmekle sınırlı “dar” bir yol olarak kalmamış; sınıfın kendi öz dünyasına uyanışının ilk dönemecini geride bırakmış bir yol olarak şekillenmiştir. Emek dünyasının, bağrındaki patlama unsurlarını çoğalttığı; sermaye ve gericiliğin saldırısına karşı direniş ve cepheden karşı karşıya gelme eğilim ve tutumunu her gün daha ileri götürdüğü yadsınamaz olgudur.

Sermaye ve gericiliğin, hem ekonomik koşulları hem de işçi ve emekçi sınıfların yönelimlerini bilmekte olduğuna kuşku yoktur. Sistemin sorununun, saldırı politikasına gitgide ertelenemez bir şekilde mahkûm olmasında değil; emekçi kitleleri, sistematik olarak uyuşturma ve aldatma olanak ve yeteneğinin büsbütün felç olmasını ilk kez gündeme getiren bir dönemin gelip çatmış olmasında dile gelen köklü bir sorun olduğunu epeyce zamandır anladığı kesindir. Nitekim “sahiplenmek” zorunda kaldığı “demokrasi” ve “refah” gibi sloganlara rağmen; burjuvazi ve gericilik, bu sloganların aldatıcı yeteneğine güvenmemekte; geniş çaplı çatışma ve başkaldırılara hazırlık olan bir planlama ve örgütlenmeye özel önem veren tutumu asla gevşetmemektedir. Gerici terörün hâlihazırdaki boyutu; gitgide genişletilen özel polis gücü ve resmi ve sivil faşist reorganizasyon bir yana; olağanüstü rejimi bütün ülkeye yayan yeni “İller İdaresi Yasası” taslağı bile planlanan terörün niteliğini anlatmaya yeter.

Türkiye, daha önce yaşanmamış türden olayların yaşanacağı bir ülke olma yoluna, geri dönemezcesine girmiş bulunan bir Türkiye’dir. Sermaye ve gericiliğin, dış sorunlarda da batakta olan Türkiye’yi, girmiş bulunduğu bu yoldan, bugünkü araç ve aygıtlarla geri döndürme olanaklarının tükenmekte olduğu ise çıplak gözle görülebilir bir olgudur. Bir yanda, topyekûn bir mücadeleye hazırlanan burjuvazi ve gericilik; öte yanda, öfke patlamasının bütün dinamiklerini gitgide biriktirmekte ve henüz tam farkında olmasa bile, kesin bir mücadeleye yönelmekte olan Türk ve Kürt ulusundan işçi sınıfı ve halk, “istikrar” ve “barış” değil; istikrarsızlık, kriz ve gitgide şiddetlenen çatışma: Karşı-devrim ve devrim cepheleri arasındaki çatışmasının girdiği sürecin karakteristiği budur.

Seçimlerden sonra, “yumuşama”ya dönük “yeni” bir durumun “oluşacağı”, Gümrük Birliği’nin “demokratikleşme” garantisi “olacağı” türünden slogan ve politikaların propaganda olduğu ve işçi ve emekçi sınıfların, gündemdeki saldırıya sessizce boyun eğmesini hedeflediği ortadadır. Burjuvazinin, emekçi yığınlarda yeni bir “beklenti” duygusu uyandırırken; kendi saflarındaki parçalanmayı etkisizleştirme ve seçimle “yenilenmiş” ön cephesini güçlendirme politikası izlediğinden kuşku duyulamaz. Öte yandan, Kürt “barışı”, bir çözüm planı olmadığı gibi; Kürt halkının, Kürt sermayesinin etkisinde kalması ve burjuvazinin birleşik bloğu ve yedeklerinin yenilenmesi planından başka bir şey de değildir. Bunlar bir gerçektir; bu slogan ve planların, Türk ve Kürt halkı için herhangi bir “rahatlama” ve “demokratikleşme” vaat etmedikleri; burjuvazinin, emek cephesine karşı yürüttüğü mücadeleyi genişletmesi ve bunu örtülemesinden başka bir anlam taşımadıkları yadsınamaz bir gerçektir.

İşçi ve emekçi sınıflar, seçim sonrasındaki kaçınılmaz saldırı dalgası karşısında hangi tutumu benimseyeceklerdir; yürütülen “demokrasi” ve “barış” demagojisinin etki alanında mı kalacaklar; yoksa saldırıyı püskürtmek üzere harekete mi geçeceklerdir? Sermayenin yapacağı demagoji ve sınıfın alacağı tutumun biçimi ne olursa olsun, seçim sonrası yakın dönemde, halkın yaşamının daha da zorlaşması kaçınılmazdır.

Sürecin, sermaye ve hükümeti her bakımdan zora sokması işçi ve emekçilerdeki hoşnutsuzluk ve öfkenin yeni bir biçim alması ise, aksi düşünülemeyecek derecede açıktır. Seçim sonrasındaki durum ne olursa olsun, ana sorunun; sınıfın ve halkın, burjuvazi ve gericilik kadar hazırlıklı olup olmadığının görülmesi ve anlaşılması sorunu olduğuna kuşku yoktur.

Sınıf ve halk ne kadar hazırlıklıdır; bugünkü temel sorunun bu olduğu kesin bir gerçektir.

 

III

TEMEL SORUN VE TEMEL GÖREV

Devrimle karşı devrim arasında ki çatışmanın, girilen sürecin gelişmesi içinde nereye varacağı; hangi cephenin hangi noktada nasıl üstün gelebileceği ve ilk önemli mevziiyi kimin hangi koşullarda tutabileceği sorunu, işçi sınıfının, kendisini ve halkı örgütleyecek gerekli hazırlığı yapması sorunudur. Buna karşılık, işçi sınıfı, girmekte olduğu yeni döneme hazırlıklı mıdır? Onun, kendisini bekleyen yeni döneme; güçlerini ve halkın güçlerini yeniden mevzilendirme ve sermaye karşısında cephe oluşturma görevine yeterince hazırlıklı olmadığı açıktır. Sosyalist bir hareket için, girilen dönemdeki temel sorunun, sınıfın bu hazırlıksızlığının giderilmesi sorunu olacağı ise tartışılamaz bir şeydir.

Eğer, Türkiye’nin girmekte olduğu dönem, karşıt sınıf ve cephelerin, kesin hesaplaşmalara doğru yol alışları tarafından karakterize ediliyorsa; devrimci bir sınıf partisi ve onun örgütleri açısından, gündemde olan ve hatta bütün gündemi belirleyen sorunun; işçi sınıfının, bu döneme ne oranda hazır olup olmadığı sorunu olacağı, hiçbir tereddüdü kabul etmeyecek derecede açıktır. Çünkü emek cephesinin tutunması, saldırı dalgalarını püskürtme ve çatışmalardan üstün çıkma yeteneği kazanması sorunu, işçi sınıfının yeterli asgari hazırlığı yapmış ya da yapmamış olmasıyla doğrudan bağlı bir sorundur. İşçilerin ayrı, bağımsız bir parti oluşturmasının bir nedeni de gerçekte burada yatmaktadır.

İşçi sınıfının, girilen yeni dönemdeki hazırlığının anlamı nedir? Sınıfın, a) İleri kitlesinin, bağımsız devrimci partisinin ön cephesinde mevzilenmesi; b) Ana kitlesinin, fabrikalar ve işyerlerindeki örgütler ve dönüşüme uğramış sendikalar aracılığıyla, partide ve parti çevresinde bölünmeden birleşmesi; c) Partinin, emekçi sendikaları, öteki kitle örgütleri ve kültür ve kamuoyu kuruluşları, dernekler ve yerel inisiyatiflerde vb. örgütlenmiş ezilen sınıfları ve gençlik ve kadın yığınlarına (uyanış, mücadele ve örgütlenmelerine yardım yoluyla) demokrasi hedefinde ve sınıfın çevresinde toplaması: Sınıfın ve halkın, yeni dönemdeki eksiksiz hazırlığının anlamının ve saldırı halindeki sermaye karşısında üstün çıkma yeteneği kazanmasının güvencesinin burada dile geldiği açıktır. Öte yandan, ileri işçi kitlesinin, kendini, sınıfı ve halkı örgütleme yeteneğini ancak, dışarıdan yapılan ve bağrındaki bilinçli güçlerden gelen yardımla, bu yardımın öz deneyimle birleşmesi yoluyla ve her günkü mücadelenin gelişme seyri içinde başarabileceği ise anlaşılabilir bir şeydir.

İşçi sınıfının, sermayenin savaş ilanı karşısındaki hazırlığını yapması ve alternatif bir mihrak olarak gelişmesinin ilk birikim ve koşulunun oluşmuş bulunduğu yadsınamazdır. Öte yandan, sınıfın yeni dönemdeki hazırlığının ilk dayanağının, daha önce özellik ve kazanımlarına dikkat çektiğimiz mücadele dönemlerinde saflarında biriktirdiği, eğittiği ve örgütleyip bugüne getirdiği güçler olduğu ortadadır. Sınıfın, birikmiş güçlerinden söz edildiğinde; örgütlerimiz, çevrelerimiz ve onlarla aynı hat üzerinde toplanmış emekçi kümeleri, bunların birikimleri, olanakları ve araçlarının toplamından söz edildiği ise kesindir.

Başka bir deyişle, işçi sınıfının, kendi ürünü olan olanakları kullanma yeteneği kazanması; hareketinin, dinamiklerini tahrip eden bir hareket olmaktan kurtulması; böylece de yeni dönemdeki hazırlığını ilerletmesi sorunu, örgütlerimizin ve çevrelerimizin, devrimci bir temele oturan verimli, enerjik bir çalışma yürütüp yürütmemesi sorunudur. Buna karşılık, örgütlerimiz ve sempatizan kitlemiz, işçi sınıfı ve hareketi ve devrim karşı-devrim mücadelesinin nereye gideceği sorunu açısından taşıdığı önem ve yüklenmiş olduğu görevin kapsamının farkında mıdır? İşçi ve emekçi hareketi ve ileri emekçi kitlesi bizden ne talep etmektedir; örgütlerimiz ve parti sempatizanları hangi mevkide bulunmakta, ne gibi işler yapmakta ve nelerle uğraşmaktadırlar? Çeşitli milliyetlerden işçi sınıfı ve halk ve devrim cephesinin, bağrındaki olanakları kullanma ve sermaye ile gireceği kesin hesaplaşmalara hazırlanma olanağı bulup bulamaması gibi sorunların bu sorularda dile geldiği kesindir.

Tek tek örgütlerimiz ve çevrelerimizin, bu sorulara pratik çalışmada; bizzat çalışmaları ve çalışmalarının devrimci niteliği ile verecekleri yanıtın, hangi sınıf ve cephenin üstün geleceği sorusuna verilmiş bir yanıt olacağı yadsınamaz derecede açıktır. Örgütümüzün, hiç olmazsa işçi ve emekçiler içinde, geride kalan yıllarda olup bitenlerden anlaması gereken; buna karşın anlayamadığı, fakat bugün anlaması kesin bir zorunluluk olan ilk şeyin, yukarıdaki soruların devrimci bir mevziden yanıtlanması anlamına gelen bir çalışma içine girmeleri olduğu kesindir.

Zira daha önce de vurguladığımız gibi, sınıf içinde birikmiş ileri güçleri, örgütlerimiz ve birlikte olduğu çevreler temsil etmektedir ve sınıfa yardım edecek yetenekte başka bir güç yoktur.

 

SINIF ÜZERİNDEKİ TEHDİTLER VE GÖREVİN KAPSAMI

İşçi sınıfının ön cephesindeki durum böyle şekillendiği halde, örgütlerimiz hangi çalışma içindedir ve görevlerine ne oranda sarılmaktadırlar; ileriki çatışmaların yukarıda söz ettiğimiz karakteri bir yana, önümüzdeki yakın dönem bizden ne talep ediyor; buna karşılık örgüt ve çevresi nelerle uğraşıyor? Bu noktada, söz konusu yakın dönem için yapılmış bu tespite yeniden dikkat çekmemiz zorunluluk durumundadır.

Türkiye’de, seçimlerin hemen sonrasındaki yakın dönemde, işbaşına hangi parti gelirse gelsin, yeni bir saldırı kampanyası kaçınılmazdır. Öte yandan, bu saldırıya karşı açık kitle tepkisinin düzeyinden bağımsız olarak; emekçi yığınların düzen partilerinden kopuşunun yeni aşamalara doğru derinleşmesinin yanı sıra sermaye kampındaki çatışmanın daha da hızlanması önlenemez bir olgudur.

Buna karşın, şu bir gerçekliktir: Sistem hiçbir zaman tam çözümsüz değildir; eğer sınıfın örgütü, fırsat ve olanaklardan yararlanma ve görevini yerine getirme yeteneği gösteremezse, sermayenin şu ya da bu yolla sürecin önünü kesecek yeni barikatlar oluşturması, hareketi bölme ve geriye atmayı başarması olanaklıdır. Nitekim bir süreden beri, bu yönde, iki yönlü yeni bir hareketlenme olduğu açıkça görülmektedir.

İlki: Hükümet, mevcut resmi partiler, klasik sendika bürokrasisi ve basına dayanan ve demagoji ve polis terörü eşliğinde cepheden saldırı ile gerçekleştirilmesi öngörülen plan. İller İdaresi Yasası’ndan sendikaların tasfiyesine; oradan “esnek çalışma” ve “iş güvencesizliğine varan bu planın, sınıfın ve halkın dağılması ve etkisizleşmesini ve ana kitlenin ileri emekçi kitlesinden kopmasını hedeflediği görülebilir bir olgudur.

İkincisi: Sistem adına yeni hareketlenmenin bu ikinci yönü; sınıfın, halkın ve gençliğin uyanan ve sosyalizme yönelen ileri kitlesinin bölünmesi, “sosyalist” biçimle yeniden düzene bağlanmasını hedeflemiştir. Sermayenin bu eğilimi, ifadesini, “sol”daki ‘hareketlenme”de bulmuştur. Yeni dünya düzeni sosyalizmini temsil eden BSP-DY Parti Girişimi ve Deng’çi İP’i de yanına alan, statükocu “laik” (anti-liberalleşmeci) çevrelerden oluşturulan ve sosyalizmin, bürokratik “sol”, sosyal demokrasi olarak yozlaştırılması üzerinden şekillendirilen Kemalist “sosyalist” cephe. Bunların, Kürt “barışı” isteğine, liberal “aydın” ve küçük burjuva çevrelerdeki yorgunluğa ve sendika bürokrasisinden sıkışmışlığa yaslandıkları, sistemin yeni dönemdeki ihtiyaçları üzerinden oluştukları ve sermaye organları tarafından özel olarak palazlandırıldıktan bilinmektedir.

Sermayenin, Kürt ve Türk kanatları aracındaki yeni anlaşma denemeleri ve işçi sınıfı ve halka karşı cephenin genişletilmesi girişimlerinin olanaklarına daha önceki bölümlerde değinilmiştir. Bu duruma dikkat çeken olguların yanı sıra; bir yandan gündemde olan ve sınıfın bütün olanaklarını ortadan kaldırmayı öngören cepheden saldırı planları; öte yandan, sermaye ve sistem adına “sol”dan başlatılan yeni girişimler dikkate alındığında, devrim cephesinin ne büyük bir tehdit altında olduğunun, herkesçe rahatlıkla anlaşılabileceğine kuşku yoktur.

Örgütlerimiz ve çevreleri, büyüyen bu tehditleri görüp anlayamamakta mıdır; bunları anlamaması ve gereklerini yerine getirmemesi için bir nedenin bulunmadığı açıktır. Fakat özellikle son bir yıldan bu yana ki çatışmaları; fırsat, olanak ve kürsüleri değerlendirme ve kullanma biçimleri; yürüttükleri politik ve örgütsel faaliyetin içeriği ve kapsayıcılık derecesi ve saflarında artan sorumluluk duygusu, dayanışma, disiplin ve ruh hali bozukluklarını dikkate aldığımızda, örgütlerimiz ve taraftarlarının, hem hareketin olanaklarındaki, hem de üzerindeki tehditlerdeki büyümeyi anlamadıklarını ya da anlamada isteksizlik içinde bulunduklarını kabul etmemiz bir zorunluluktur. Zira olgular orta yerde durmaktadır; bunları görmezden gelmenin, devrimi baltalamak olacağı kesindir.

Partimiz ve örgütümüzün görevi, burjuva liberalizmi ve parlamenter sendikalizmin baskısı altındaki işçi ve emekçilerin bu baskıdan kurtulmasına; uyanışının, burjuva sosyalizmi ile proleter sosyalizmini ayırt etmeyi bilen bir uyanış olmasına; başka bir akım tarafından bölünmeden örgütlenmeyi, halkı örgütlemeyi ve iktidar alternatifi olarak ortaya çıkma yeteneği kazanmayı başarmasına, bütün olanakları ve kürsüleri değerlendirerek yardım etmektir. Oysa örgütlerimizin çalışması, bir süreden beri adeta, şu anlama gelen bir çalışma durumundadır: “Biz fazla ileri gittik; gereksiz oranda güçlendik ve gereksiz olanak ve kürsülere sahip olduk. Sermayeye karşı mücadelede, işleri rölantiye alabileceğimiz ve olanak ve kürsülerin bir bölümünün yok olmasını seyredebileceğimiz gibi; “sosyalist” grupların, işçileri bölmeleri ve yeniden güç toplamaları, devrim için iyi ve kabul etmemiz gereken bir şeydir.” Durum, ne yazık ki böyledir. Kuşkusuz, hiçbir kişi ve yoldaş böyle bakmamaktadır; fakat ne var ki, tuttuğu mevzi, kendine biçtiği rol ve işe yaklaşım tarzı, çalışmayı böyle bir içerik ve anlamla şekillendirmiştir.

Burada anlaşılması gereken şudur ki; partimiz, örgütümüz ve çevrelerimizin; ister parti üyesi isterse taraftar olsun devrimci ve komünist olduğunu iddia eden kişilerin, böyle hareket etmeye; fırsatların göz göre göre geçip gitmesi ve olanakların sorumsuzca çarçur edilmesine şu ya da bu nedenle izin vermeye haklarının bulunmadığı ortadadır. Zira parti ve örgütümüz, sınıfın bugüne kadarki mücadelesinin birikimi ve geleceğinin güvencesi olduğu gibi; örgütümüzün şahsında elde edilmiş mevzi, oluşmuş kürsü ve birikmiş güçlerin, sınıfın ve halkın kürsüsü, kazanımı ve güçleri olarak elde e-dildiği, oluştuğu ve biriktiği yadsınamaz bir olgudur. Bunların, atıl kalması, sorumsuzca ve piyasa “sosyalizmi” biçimleriyle kullanılmasına, asla izin verilemeyeceği anlaşılmak zorundadır.

Öte yandan, partimiz ve çalışmasının durumunun burada çizilen tablodan ibaret olmadığı bilinebilir bir şeydir, alışmanın değişmesi, örgütlerimiz ve çevrelerinin, mevzilerini, ilişkilerini ve mücadele azimlerini yenilemesi ve politik ve örgütsel çalışmadaki birikimin patlama göstermesi için, hemen her nedenin var olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Partimizin çizgi ve tecrübesi ve örgütlerimiz ve çevrelerimizin çatışma ve eylemlerinin, şu ya da bu toplumsal örgütte ve direniş ve kampanyada dışa vuran proleter ve devrimci yönü, bu bakımdan bir güvencedir. Öte yandan, işçi ve emekçi hareketinin genişlettiği öğretici ortam ve öncü işçilerin şurada burada ortaya koydukları ve gitgide daha belirgin hale gelen kesinlik, kararlılık, disiplin ve olgunluk gibi sınıf değerlerinin, örgütlerimiz ve çevrelerimizin öğrenmeleri bakımından, hiçbir akım ve örgütün ulaşamayacağı zenginlikte bir kaynak oluşturduğu ise kesindir.

Liberal burjuva ve anarşizan küçük burjuva “sosyalizmi” akımlarının, iğdiş olmuş sekter bürokratik gelenekleri ve piyasa “devrimciliği”nin sorumluluk, disiplin ve devrimci örgüte düşman bireyci, asalak ve ruhsuz “normları”ndan kendilerini ayırdıkları; dikkatlerini, parti çizgisi, örgüt görev ve değerleri, hayatta olup bitenler ve bu olup bitenlerin gündeme getirdiği ihtiyaçlar üzerinde yoğunlaştırdıkları takdirde, örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimizin atılım yapmaları, enerjik ve verimli bir çalışma içine girmeleri önlenemez bir şeydir. Örgütlerimiz ve kadro ve taraftarlarımız, bizzat işçi hareketi, partimiz ve çalışmanın olumlu deneyleri tarafından önlerine sürülmüş olanaklardan yararlanmak ve proleter dönüşüm yolunu genişletmek zorundadırlar. Çünkü böyle bir dönüşüm olmadan, bugünün koşullarında devrimci kalmak, devrim ve sosyalizme hizmet etmek olanaksız olduğu gibi, mücadele içindeki işçi ve gence yardım etmeyi başarmak da olanaksızdır.

Özellikle büyük kent örgütleri ve işçi merkezlerinde ve proleter ve emekçi kentlerinde mevzilenmiş parti üye ve taraftarları, üye ve taraftar ve her şeyden önce de devrimci kişi ve örgüt olmanın sorumluluğu içinde şunları kesin bir dürüstlükle anlamak zorundadırlar: Partimiz ve örgütümüzün çalışmasındaki dönüşüm sorunu, işçi sınıfı ve halkın olanaklarını değerlendirme ve sermayenin saldırısına karşı savaş yeteneği kazanması sorunudur. Devrimle karşı-devrim arasındaki mücadele nereye varacak; kesin çatışmalar gelip çattığında, emek cephesi gerekli savaş yeteneğini gösterebilecek mi; bunun, örgütümüzün bugünkü çalışması ve sınıfın eğitim ve örgütlenmesine yardım derecesine bağlı olduğu kesindir. Dolayısıyla da, partimizin ve sınıfın mücadele kapasitesini kemiren, emekçiler karşısındaki itibar ve güvenilirliğini zedeleyen ve enerjisini yarımlaştıran alışılmış, iddiasız grup tutumunun kalıntılarından kurtulmak ve enerjik, kararlı ve kapsayıcı işçi örgütü tutumuna geçmek bir zorunluluktur. Hiçbir örgütümüz ve kendini parti yanlısı olarak gören hiçbir kişinin, ayak sürümeye hakkının olmadığı anlaşılmak zorundadır. Aksi takdirde, devrimci bir örgüt olmanın olanaksız olacağı açıktır.

 

YENİLENME VE YENİ ATILIMDA İLK KOŞUL, İLK HALKA

Öte yandan, çalışmanın ve örgütün proleter dönüşümünü başarmanın; örgüt olarak çalışma, örgüt disiplini ve devrimci sorumluluk duygusunun önemini; örgüt olmanın iskelesi olan araçların rolünü kavrama, kullanma ve yaygınlaştırma zorunluluğunu, bilinçli bir işçinin tutumuyla anlamak ve uygulamakta yattığı tartışılamaz bir gerçektir. Herkesin ve her örgütün anlaması gereken şudur ki; parti ve örgüt olmanın temel ilkesi, özveriyle çalışma, devrimin araç ve organlarını yaygınlaştırma ve gelişmiş bir iş disipliniyle hareket etme tutumunda dile gelmektedir. Buna karşılık, örgütümüzün tutum ve eyleminde bu bakımdan olup bitenlerin kabul edilemez olduğu bir gerçektir ve çalışmadaki değişimin, öncelikle ve acilen bu alanda görülmesi ve ilerlemesi gerektiği açıktır.

Bugünün Türkiye’sinin özelliklerinden birisi, işçi sınıfı ve komünist hareketin, partimizin şahsında, dünyada on yıllardır elde edilememiş olanak ve mevzilere sahip olmasında yatmaktadır. Bu olanak ve mevzilerin değerlendirilememesi, çarçur edilmesi ve tasfiye olmasının sorumluluğu, herhalde cinayet işlemek kadar büyük bir sorumluluktur.

Bütün örgütlerimiz; geçmişten bugüne gelen devrimci kuşak ve partinin gençliği, hangi mevzide duruyor ve hangi eylem içindedir? Sınıf ve halk hareketi; komünizm ve devrim davası, yeni mevzilere ve daha etkili ve gelişmiş kürsülere ihtiyaç duyarken, mevcut olanların yok olmasına seyirci mi olacaktır? Böyle bir tutum ve mevcut durumun asla kabul edilemeyeceği ortadadır. Ve örgüt ve çevresindeki hareketlenme ve atılımın öncelikle bu alandan başlaması bu bakımdan da bir zorunluluktur. Bu olmadığı, hareketin olanak ve araçları tahrip olduğu takdirde, bunun sınıfa karşı işlenmiş bir cinayet olacağı açıktır. Eski ve yeni kuşağı ile örgütümüz, yüksek bir moral, enerjik bir tutum ve devrimci bir girişkenlikle harekete geçmek, gidişatı tersine çevrilmek zorundadır.

Devrimci çalışma ve verili devrimci tipinin proleter dönüşümünün halkasını buradan kavramak, gelişmenin diyalektiğinin bir gereği olduğu gibi, sermayenin önümüzdeki dönemdeki çok cepheli saldırısına karşı mücadele açısından da bir gerekliliktir. Mevcut olanaklar elde tutulup güçlendirilmediği takdirde; sermayeye karşı mücadelede ileri adımların atılmasının zorlaşması kaçınılmaz bir tehdit durumundadır. Örgütümüz, sınıfa, halka ve devrim ve sosyalizm davasına sadakatini pratik olarak ortaya koymalı ve gereklerini yerine getirmede asla duraksamamalıdır.

DEVRİMİN SESİ, Kasım-Aralık 1995

Aralık 1995-Şubat 1996 1 47

Fransız proletaryası ve burjuvazinin anladığı dilden yanıt

Devrimler ülkesi Fransa bir kez daha sarsıldı. Fransa proletaryası, bir ayı aşkın süredir sermayenin saldırı planlarına karşı grev ve eylemleriyle, sadece Fransa’nın değil, dünyanın gündeminin birinci maddesine yerleşti. Mücadeleci gelenekleri ve kazanımlarıyla Fransız işçi sınıfı içerisinde ayrı bir yere sahip olan demiryolu işçilerinin, bir ay süren grevine çeşitli iş kollarından sınıf kardeşleri ve toplumun diğer emekçi tabakaları da katılarak, emperyalist sermayenin uluslararası planda pervazsızlaşan saldırganlığına sert bir tepki gösterdiler. Hareketin açığa çıkan bazı özellikler, bunun gelip geçici bir öfke patlamasından ibaret olmadığını; kökleri derinde olan, kendi gelenekleri ve birikimleri üzerinde yükselen bir işçi kuşağının, başta Fransız kapitalistleri olmak üzere, emperyalist dünyaya, planlanmış, tarihsel bağları ve sürekliliği olan eylemler olduğunu gösterdi.

Fransa yalnız grevlerle sallanmadı, bundan bir süre önce seçim eksenli bir hareketlenme de yaşadı. Ancak bu ikisi arasındaki bağ, başka bütün zamanlardan daha bir doğrudandı. Seçimler, giderek olağanüstü boyutlar kazanan, bir işçi ve toplumsal rahatsızlık üzerinde yapılıyordu.

FO (İşçi Gücü) sendika konfederasyonun genel sekreteri Marc Blondel’ın şu sözleri bu açıdan dikkat çekicidir: “Evet, ikinci turda adaylardan birisi seçilecek, ama bu işin bir de üçüncü turu var. Yani sosyal turu, sokak turu var. Ve bu kez, eğer gerekli önlemler alınmazsa oldukça çetin geçeceğini söyleyebilirim. Benden uyarması.”

Bütün burjuva medyası Blondel’i, felaket tellallığı yapmakla suçladı. Kapitalistler ve hükümet ise Fransızların unutkan bir millet olduğu sanısına kapıldı. Üstelik sendikalar, “sarsıcı eylemler yapamayacak kadar hantal, güçsüz ve işbirlikçi huylar edinmişlerdi” Biraz ürperseler bile, burjuvalar, bu ve benzeri sözlerden bir mesaj alamamış ya da söylenenler işlerine gelmemişti? Kısaca pek umursamamış göründüler. Aradan beş ay geçmemişti ki, ‘sosyal tur’ başladı.

Burjuva sendikal akımın bir temsilcisi olmakla birlikte Blondel, aslında yerinde bir tespit yapmakta ve sermaye sınıfını biraz makul davranmaya davet etmekteydi.

Seçimlerin nasıl bir zemin üzerinde geçtiğini anlamak için, Chirac’ın, seçim konuşmalarında vurgu önceliği verdiği noktalara bakmak yeterlidir. “Sosyal uçurumlar kapatılacak!” “Ekonominin sosyal yaşam üzerindeki boğucu etkileri hızla giderilecek.” Bunlar, Blondel’i cesaretlendirmiş miydi? Bu ayrı bir sorun. Ancak, örtük olan bütün rahatsızlıkların, karşıt sınıflar arasında bir hiddetlenmeye yol açacak biçimde ortaya çıkacağı rahatça gözleniyordu.

Gelgelelim sermaye sınıfının Fransa, Avrupa ve hatta dünya çapındaki mevcut politikası ve eğilimleri herhangi bir gecikmeyi kaldırabilecek, ‘makul’ davranışları sineye çekebilecek tahammülden yoksundur. Çünkü burjuvazi uluslararası planda yeni bir yönelime girmiş bulunuyor. Kapitalist-emperyalist sistemin devreyi krizlerindeki sıklaşma, iki kriz arasındaki nispi rahatlama aralıklarının giderek kısalması, genel bunalımın sürekli bir hal aldığının açık ve örtük bütün itkileri, onu yeni bir yönelime soktu.

Sadece birkaç ülke ile sınırlı olmayan, tek bir pazar olarak birleşmiş bütün kapitalist dünyayı kapsamak üzere gündeme gelmiş olan politika, Reagan’ın ABD’de, Thatcher’in İngiltere’de gerçekleştirdiklerinden farksızdır. Üstelik ABD ve İngiltere deneylerinden ders çıkarılmış ve revizyonist Doğu Bloğu’nun çöküşü ‘dünyanın sonu’, ‘kapitalizmin ebediyeti’nin kanıtı olarak öne sürülmüş ve kabul edildiği varsayılarak işe başlanılmıştır.

Bu politikanın başlıca çerçevesi; devlete ekonomik ve sosyal yaşamdan el çektirilmesi, kamu işletmelerinin en kârlıları ve stratejik önemde olanları başta olmak üzere özelleştirilmesi, tekel tahakkümü önündeki bütün yasal ve idari engellerin ortadan kaldırılması, on binlerce işçinin sokağa atılması, sosyal sigorta, emeklilik aile ve konut yardımları vb. gibi işçi mücadelesi ile kazanılmış hakların süpürülmesi, sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin parçalanarak etkisizleştirilmesi, ücretlerin dondurulması ve hatta düşürülmesi, çalışma saatlerinin mesailer vb. yollarla artırılması gibi, sermayenin azami çıkarlarını gözeten, işçi ve emekçi düşmanı bir politikadır. Öteki yanı ise, bütün bu önlemleri hayata geçirebilmek üzere siyasal gericiliğin yoğunlaştırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin budanması, ırkçı-faşist partilerin teşvik edilmesi ve palazlanmasıdır.

Bu politika emperyalist metropollerde uygulandığı gibi, oraların krizinin yükünü de taşıttırmak üzere, geri ve bağımlı ülkelerde çok daha tahrip edici boyutlarda yürütülmektedir. Fransa, emperyalist dünyanın liderliğine soyunmuş birkaç ülkeden biri olarak bütün bu gelişmelerden azade tutulamazdı doğal olarak.

Juppe hükümetinin ‘reform planı’ olarak öne sürdüğü saldırı dalgası, aslında burjuvazinin işçi haklarına son yıllardaki ilk saldırısı değildir. Süreç bu planla başlamadı. On yılı aşkın bir süre iktidarda kalan Sosyalist Parti ve 1992’den ’95’e kadar işbaşında olan Balladur hükümeti de benzer saldırılara girişmiş, önemli bir bölümünü de güçlü bir muhalefet olmaksızın yürürlüğe sokmuştu. Ama başından beri emperyalizmin yeni stratejisine uygun saldırılarına en şiddetli tepkilerin ileri kapitalist ülkeler içerisinde Fransa’da gösterildiği de bir gerçektir.

Şimdi uygulanan plana, Sosyalist Parti hükümetleri, özellikle de Michel Rocard’ın başbakan olduğu dönemde, başlama niyeti olmasına karşın, bütünlüyle başaramadılar. 1993 seçimlerinde Sosyalist Parti’yi büyük bir bozguna uğratarak işbaşına gelen Sağ koalisyon hükümeti ise, birçok “reformu” sessiz sedasız gerçekleştirirken, böylesine toplu bir saldırıya girişme cesareti bulamamıştı. 1994 yılı ilkbaharında Balladur hükümetinin, gençleri ucuz işgücü olarak değerlendirme projesine (CİP projesi) ise yüz binlerce genç haftalarca direnerek geçit vermemişler ve hükümet geri adım atmak zorunda kalmıştı.

Ama aradan geçen süre boşuna akıp gitmedi. Burjuvazi, medyası, ideologları ve özellikle de dönek aydınları vasıtasıyla uzun süren bir zemin hazırlama faaliyeti yürüttü. “Ekonominin uluslararasılaştığı, rekabetin arttığı bir ortamda Fransa’nın eski kurum ve avantajlarla, devletçi sistemiyle bir yere varamayacağı ve rakipleri karşısında ezilmekten kurtulamayacağı, eğer gereklerini yerine getirmezse büyük ulus-büyük ülke konumundan bir üçüncü dünya ülkesi statüsüne doğru kayacağı” vb. yönlü propaganda ile beyinler uzun süre yıkandı. De Gaulle’cü sağcı partinin adayı ve tekellerin has adamı Chirac’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması ile birlikte, koşulların yeterince olgunlaştığına karar kılındı.

 

JUPPE PLANI NELERİ İÇERİYOR?

Adına ‘Juppe Planı’ denen kapsamlı saldırı dalgasının ilk işaretleri yaz aylarından itibaren verilmeye başlandı. Birinci Juppe hükümetinin ekonomi ve maliye bakanı, Alain Madelin, en yoksullara “ayrıcalıklar” diyerek saldırdığı ve arkadan gelmekte olan saldırı dalgasının hedeflerini sabırsızca açığa vurduğu için kısa sürede erken öten horoz sayıldı ve feda edildi. Ama yürürlüğe konulacak olan politikanın rengi belli olmuştu. Yeni bir dönem açılıyordu. Daha birkaç ay önce seçim meydanlarında söylenen ‘sosyal uçurumlar süratle kapatılacak’ sözünün tam tersi bir şekilde en alttakilerinin canını çıkaracak reformlar ardı ardına patlatıldı.

Juppe Planı’nın kapsamı şöyle idi:

*Kamu sektörü, işçi ve memur ücretlerinin 1996 yılında dondurulması.

*Kamu sektöründe emekli olabilmek için 37,5 yıl olan prim ödeme süresinin 40 yıla çıkarılması.

*Genel ve ortak sosyal sigorta sisteminin parçalanması. Amerikan usulü özel sandıkların oluşturulması.

*Sosyal sigorta açıklarının kapatılması için ek bir vergi konulması, mevcut bazı vergi oranlarının artırılması.

*Sağlık giderlerinde geri ödenti miktarının kısıtlanması.

*Avrupa standartlarına uyum gerekçesi ile elektrik-gaz işletmesi (EDE-GDF), posta, telekomünikasyon işletmeleri, Air-France gibi kuruluşlarda kısmi ya da tam özelleştirme, işten atma ve ‘yeniden yapılanma’ planları.

*Devlet Demir Yolları İşletmesi (SNCF)’de 30 ile 50 bin kişinin önümüzdeki 5 yıl içerisinde işten atılması. Demiryolu personelinin özel emeklilik sisteminin ortadan kaldırılması.

Verimli olmadığı gerekçesiyle 6 bin kilometrelik demiryolu hattının iptal edilmesi, buna karşın bilet ve abonman fiyatlarının artırılması.

*Üniversite ve orta dereceli okullar için ayrılan fonların kısılması, ek kredi ve öğretim üyesi kadrosu taleplerinin reddedilmesi vb. vb…

Saldırı son derece kapsamlıdır. Toplumun çeşitli kesimlerini aynı anda hedef alan, 50 yıldır dokunulamamış hakları gaspa yönelen işçi ve emekçilerin sırtlarını tek hamlede yere vurmayı hedefleyen cesaretli(!) bir plan. Hükümetin ve patronların gerekçesi oldukça açık: “İki binli yıllara girerken Fransa eski, arkaik sistemle devam edemez. Modernizasyon gerekiyor. “Fransa 1950’lerden bu yana Avrupa Birliği fikrinin esas destekleyicisi ve motoru oldu. Almanya ile birlikte Avrupa’nın belkemiğini oluşturuyoruz. Bunca adım atılmışken ve ekonomik birliğin ortak para birliğine geçişle taçlanacağı bir sırada taahhütlerimizden vazgeçemeyiz.”

Taahhüt nedir? Maastrich kriterlerine uyum. Yani iki yıl içerisinde bütçe açıklan kapatılacak, devlet borçları belirlenmiş düzeyine düşürülecektir… Şimdi, sadece Fransa’nın değil, bütün Avrupa halklarının başında sallanmakta olan Demokles’in kılıcı budur. Mevcut koşullarda ve bilinen politikanın çerçevesi dışına çıkılmadıkça bütçe açıklarını kapatmanın ve devlet borçlarını belirlenen seviyeye düşürmenin Juppe Planı’ndan başka bir yolu da gerçekten yoktur. Hesap pusulasının adresi işçi sınıfı ve emekçi katmanlardır.

Bununla birlikte, kimi ekonomistlerin çekimserce de olsa üzerinde durdukları, başka yollardan söz edebiliriz: Örneğin 1994 yılında 400 zengin ailenin, işletmelerin, banka ve finans kuruluşlarının sadece spekülasyondan elde ettikleri kâr, 1 trilyon 84 milyar frankı buluyor. Kârların kısıtlanması değil, yalnızca spekülasyondan elde edilen gelirlerin, ücretlilerin tabi tutuldukları oranda vergilendirilmesi durumunda, 300 milyarı aşkın miktar devlet kasasına girebilecektir. (INSEF -Ulusal İstatistik ve Araştırma Enstitüsü rakamlarına göre)  Böylece  bütçe  açıklarının önemli bir kesimini oluşturan sosyal sigorta borçlan fazlasıyla kapatılmış olacaktır.

Ama böyle bir yola başvurmak elemek, Avrupa Birliği’nin üzerine oturduğu temelleri ve sermayenin bu döneme ilişkin politikalarını altüst etmekle eş anlama gelmektedir.

 

VE SAFLAR BELİRGİNLEŞİYOR

Bütün bu olup biten karşısında, çalışan sınıfların tepkisinin kuvvetli olacağı ilk andan belli olmasına karşın hükümet, adına hareket ettiği sermaye sınıfının, Avrupa tekellerinin ve uluslararası emperyalist sistemin desteğini de arkasına alarak geri adım atmamakta inatla direndi. Ekim ayı başından itibaren kozların nispeten açık oynandığı bu süreç içerisinde, saflar da olağan dönemlerdekine nazaran on kat daha berrak bir şekilde belirlendi. Fransız burjuvazisi ve faşist Le Pen’in milliyetçi cephesinden, en liberal merkezine kadar onu temsil eden çeşitli politik partiler, hükümet, başta Avrupa’nın patronu Alman hükümeti ve tekelleri olmak üzere Avrupa tekelleri ve gerici hükümetleri, Paris – Londra – Frankfurt – Tokyo-New York borsaları, uluslararası finans kuruluşları… Hepsi de Juppe Planı’na tam destek vererek arkasında durdular. Bütün burjuva partileri, tek bir blok halinde işçi hareketine karşı tutum almakta tereddüt etmediler. Bu, bir taraftan emekçi kitlelerin gözünde, dostu düşmandan daha kolay ayırmaya olanak tanımak gibi olumlu bir işlev görmüş olmakla birlikte, sermaye cephesinin mevzilerinin yeniden tahkim edilmesi gibi, güç ilişkilerinde önem taşıyan bir başka sonucu da beraberinde getirdi.

Seçim dönemi küskünleri de dâhil olmak üzere burjuva partiler cenahının istisnasız bütün ağır topları Juppe’ye açık çek verdiler. Irkçı-faşist Milliyetçi Cephe (FN) partisi ve onun lideri Le Pen’in tutumu da; sadece yabancı işçilere değil, bununla birlikte ağırlıklı olarak hangi milletten olursa olsun, proletaryaya düşman olduğunun altını bir kez daha çizdi.

Faşist-ırkçı partilerin, yalnızca kontrol dışı, lümpen, küçük burjuva tabakaların partisi değil, tekelci sermayenin kriz dönemlerinde ve son aşamada öne süreceği vurucu kolu olduğu bir kez daha görüldü. Le Pen, grevlerle ilgili olarak şunları söylüyor: “Grevde geçen her gün, Fransa’ya vurulmuş bir darbedir… Sendikalar sorumsuzca hareket ediyor ve belli bir kesimin ayrıcalıklarını koruma çabası içerisindeler… Grev, modası geçmiş ve yıkıma yol açan bir yöntemdir. Devleti güçsüz düşürmeyi hedefliyor… Grevler, gerekli her yola başvurularak hemen durdurulmalı ve devlet otoritesi yeniden tesis edilmelidir.” Ve şu önerileri ekliyor:

“Çalışma saatleri artırılmalı, demiryollarında bir kısım personelin 50 yaşında emekli olmasına son verilmeli, ekonominin uluslararasılaşması göz önüne alınarak ücretler düşürülmeli, çeşitli prim ve avantajlar kaldırılmalı. Yıllık izin süresi kısıtlanmalıdır.” Başka zamanlarda kapitalizme de komünizme de karşı(!) olduğunu söyleyen, sistemin bozuk yanlarını eleştiren ve sorumluluğu yabancı işçilere yükleyerek kenar mahallelerin işçi ve işsizlerinden oy toplayan faşist Le Pen, gerçekte hangi sınıfın çıkarlarının örtüsüz savunucusu olduğu yeterince açık değil mi?

Sosyalist Parti, eylemlerin başından itibaren tarihsel rolüne uygun olarak “yapıcı muhalefet” figüranlığı yaptı. Parlamento’da ezici çoğunluğun desteğini arkasına almış olan Başbakan A. Juppe tarafından muhatap bile alınmamış olmalarına rağmen, göstermelik de olsa muhalefet yaparak sokağın gücünü yedekleme girişiminde bulunma mecali bile gösteremedi. Çünkü şimdi Juppe tarafından öne sürülen reform paketinin asıl fikir babası Sosyalist Parti idi. Ve 1988 sonrası Rocard ve Beregovoy hükümetleri döneminde bazı adımlar atmışlar, ama yarım bırakmışlardı. Şimdi yalnızca, reformları gerçekleştirme ‘onurunu’ Juppe hükümetine kaptırmış olmanın burukluğu ile sadece izlenen yöntemin yanlışlığına ve aceleciliğine eleştiri yöneltmekteydiler. Sosyalist Parti’ye göre reformlar gerekli ve zorunludur, ama hepsini tek seferde yaşama geçirmeye kalkışmakla yanlış yapılmıştır. Yapılması gereken, tartışma ve ikna yöntemi ile adım adım ilerlemektir.

Öte yandan Avrupa hükümetlerinin ve tekellerinin, uluslararası finans kuruluşlarının tutumuna da değinmekte yarar var. Avrupa’nın patronu Almanlar, grev dalgasının tam ortasında Fransa ile zirve gerçekleştirdiler. Zirvede Kohl, Fransa’daki hareketlerin Avrupa Birliği sürecini tehdit eden karakterine değinerek, Chirac’a ve dolayısıyla Fransız burjuvazisine destek sözü verdi. Kaygılarını da açıkça dile getirdi. Alman Merkez Bankası ise, gelişmeleri günü gününe izleyerek krizin atlatılması için gerekli tüm çabayı sarf etti.

Amerikalı yatırımcılar daha eylemlerin başlangıcında sattıkları hisselerini, krizin tam ortasında Paris borsasının % 5 oranında gerileme kaydederek panik belirtileri gösterdiği bir ortamda, yeniden satın aldılar. Böylelikle borsaya güven aşılayarak Juppe hükümetine açık destek sundular. Fransız patron kuruluşu CNPE (Fransız Patronları Ulusal Konseyi) başından sonuna kadar açık ve kararlı bir tutum takınırken, grevlerin 20. gününde yapılan bir ankete göre patronların % 71’i Juppe hükümetine tam destek sunuyorlardı ve şu mesajı veriyorlardı: “Ne kadar sürerse sürsün geri adım atma. Hükümetin arkasında olacağız. Bu ülke sokaktan yönetilemez.” Burada, son derece doğal ve bir o kadar da çıplak bir sınıf tutumu vardır. Tepeden tırnağa kadar örgütlü bir sınıfın tutumu…

Barikatın öteki tarafı ise doğal olarak şöyle oluşuyordu: Saldırıların bizzat muhatabı durumundaki kamu ve özel sektör işçileri, emekliler, işsizler, gençler, küçük üreticiler velhasıl Fransız toplumunun tüm emekçi ve ezilen kesimleriyle onlara destek veren ilerici, namuslu aydınlar. Başta Avrupa’nın olmak üzere bütün dünyanın işçileri ve onların sendikal, siyasal örgütleri. Barikatın bu yanındaki saflaşmanın doğal ve olması gereken tarzda teşekkülüne uygun bazı belirtiler (ki bunlar, bugünkü koşullarda önemli bir gelişme olarak değerlendirilmesi gereken belirtilerdir ve daha sonra değineceğiz) bulunmasına karşın tam olarak gerçekleştiğini kim iddia edebilir?

Evet, sınıfın başarı hanesine yazılması gereken ve önümüzdeki dönemin işçi hareketlerinde örnek teşkil edecek önemli olumluluklar vardı. Ama hareket oldukça can alıcı bazı noktalarda ise önemli eksiklikler ve zaaflar taşıyordu. Hareketin, gelecekteki mücadeleler açısından da önem taşıyan önemli bazı olumluluklarını kısaca özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:

Birincisi; bilimsel sosyalist dünya görüşünü çürütmek üzere son otuz yıldır aralıksız ve ısrarlı bir tarzda çalışan, dönek Marksistler tarafından ileri sürülen karşı devrimci iddia, bir kez daha pratikte yalanlandı. İşçi sınıfının, kapitalizmin nimetlerinden yararlanmakla meşgul olduğu, devrimci barutunu tükettiği ve zincirlerinden başka da kaybedecek şeylerinin bulunduğu yönündeki şarlatanlık iflas duvarına bir kez daha çarptı. Kapitalizme karşı derin bir sınıf kini ile yürüyen proletarya, koşulları olgunlaştığında ve harekete geçtiğinde, kendisiyle birlikte toplumun tüm emekçi kesimlerini de sürükleyebilecek yetenekte tek devrimci sınıf olduğunu pratik eylemiyle kanıtladı. Lenin’in işçilerin, hareket çizgisini ve etki alanını anlatan şu sözleri, Avrupa’nın bu en önemli ülkesinde bir kez daha kanıtlandı. “Bütün devrimlerin, bütün ezilen sınıflar hareketinin deneyimi, bize, yalnızca proletaryanın emekçi ve sömürülen nüfustan geri ve dağınık katmanlarını bir araya getirecek ve ardından sürükleyecek durumda olduğunu gösterir.”

Abartıya ve kendinden geçmeye gerek yok. Son bir aydır Fransa’yı sarsan işçi ve emekçi hareketinin bırakalım açık ve net politik hedeflere sahip olmayı, ekonomik demokratik hakları için mücadeleyi kapitalizmin köküne kibrit suyu dökecek politik iktidar perspektifiyle birleştirmeyi; saldırıya uğramış haklarını koruma çerçevesinde bile büyük eksikliklerinin olduğu açık bir gerçektir. Ancak bu gerçek, hiçbir şekilde işçi sınıfı hareketinin diğer emekçi tabakaları etkileyen, harekete geçiren, moral aşılayan rolünün görülmesini engelleyemez. Demiryolcular greve çıktıklarında, onları PTT’ciler, elektrik-gaz işletmesi çalışanları, madenciler izledi. Birçok özel işletmenin işçileri yer yer iş durdurarak ve eylemlere güçlü bir şekilde katıldılar, sınıfın bir parçası olarak görevlerini yerine getirdiler.

İşçi sınıfının, bu sınırlı kıpırdanışı bile, kamu çalışanlarını, gençleri, küçük üreticileri ve hatta umutsuzluğa kapılarak köşesine çekilmiş bir kısım aydını yeniden harekete eklenmeye teşvik edebildi.

Hareketin tam ortasında, hükümetin işçi-öğrenci dayanışmasını boğmak maksadıyla geliştirdiği manevralar etkisiz kaldı. Üniversite taleplerinin önemli bir kısmı kabul edilmiş olmasına rağmen öğrenci hareketi, sınıfın ve diğer emekçi tabakaların taleplerine bağlanarak sürdü. Eylemler boyunca çeşitli kesimler tarafından defalarca ve birçok konuda *68 hareketleriyle paralellikler kuruldu. Birçoğu da, gerçekleri ifade etmekteydi. Eğer illa da ’68’le bir karşılaştırma yapılacaksa; işçi ve gençlik hareketi arasındaki ilişki bakımından mühim bir farklılığa dikkat çekmek gerekmektedir. ’68’de hareketin başını çeken ve hatta işçi sınıfına önderlik iddiasıyla ortaya çıkan ve hareketin ana dinamiğini oluşturanlar öğrencilerdi.

Nitekim hareketin bilinen şekliyle sona ermesinin ve sonraki döneme devrettiği olumsuzlukların temelinde, başka şeylerin yanı sıra bu gerçeklik önemli bir faktör oluşturmuştur. Şimdiki hareketin ayırt edici özelliği ise, kapitalizmin krizinin faturasını ödemekten bıkmış, çıplak toplumsal adaletsizliğe daha fazla tahammül gösterme niyetinde olmayan işçi sınıfının, aralarında öğrencilerin de bulunduğu diğer emekçi ve ezilen tabakaları yedekleyerek eyleme her bakımdan sınıf damgası vurmuş olmasıdır. Ve bu yönüyle de ’68 hareketinin oldukça ilerisinde özellikler taşımaktadır.

Değinilmesi gereken önemli bir gelişme de, sınıf hareketinin, moral bozukluğu içerisindeki ilerici aydınlar arasında kısa süre içerisinde yaratmış olduğu olumlu etkidir. Aydınlar, uzun bir aradan sonra ilk defa deklarasyonlar yayınlayarak, işçi toplantılarında hararetli konuşmalar yaparak ve hatta yürüyüşlerde bildiri dağıtımına çıkarak, maddi destek kampanyaları açtılar. Uyuşukluktan, üzerlerine çökmüş moral bozukluğundan sıyrılma eğilimleri gösterdiler. Daha iki ay önce ‘en Marksistlerin’ düzenlediği ‘Marx Kongresi’nde bile, Marksizm’i savunmaktan ziyade, burjuvazinin anti-komünist kampanyasına malzeme taşıyacak bir “sorumlu eleştirellik” tutumu içerisinde bulunan aydınlar, kısa sürede gaza gelerek ‘yeni bir proleter dalganın gelmekte olduğundan’ söz eder oldular. Bu durum, her ne kadar aydınlar hesabına talihsiz bir açmazın ve dar görüşlülüğün göstergesi olsa da, işçi sınıfı hareketinin bir kazanımı ve olumlu yönü olarak görülmelidir. Ve hareketin daha ileri bir düzeye sıçraması koşullarında olabileceklere dair ipuçları vermektedir.

İkincisi, bu hareket, sınıfın kendi saflarında, değişik katmanlar arasında ve işçi sınıfı ile toplumun diğer emekçi kesimleri arasında dayanışma duygusunu, eylem içerisinde birlikte hareketin ve omuz omuza yürümenin sıcaklığını bir kez daha açıkça yaşatmıştır. Bazı örnekler vermek gerekirse: İşçiler grev çadırlarında eş ve çocuklarının, semt sakinlerinin katıldıkları ortak eğlencelerde, uzun süreden bu yana ilk kez ortak kazanlarda yemek pişirdi ve aynı tabaktan yediler. Uzun bir greve hazır olduklarını, bir sonraki hafta sonu için yapılacak ortak eğlencelerin programını önceden belirleyerek gösterdiler. Birbirlerinin sorunlarına her zamankinden daha hassas davranarak yardımlaşma örnekleri sergilediler. Grev çadırları başka işletmelerden işçilerin, gençlerin, işsizlerin ve semt halkının ziyaret akınına uğradı. Ülke çapında yürütülen kampanyalarda önemli miktarlarda maddi destek toplandı. Elektrik-gaz işletmesi çalışanları grev boyunca birçok şehirde emekçi semtlerindeki yüz binlerce kişiye ucuz tarifeli elektrik vererek, hem sempati topladılar ve hem de özellikle emekçi semtlerini hedefleyerek, kime karşı kiminle ittifak arayışı içerisinde olduklarını gösterdiler. İşçiler bu sebeple ‘ülke ekonomisine zarar vermek’ suçlamasıyla mahkemeye verildiklerinde ise, mahkeme salonları işçilerle ve o semtlerin emekçi insanlarıyla doldu.

Benzer bir örnek, Toulouse ve Bordeaux şehirleri belediye temizlik işçilerinin grevinde yaşandı. Belediye, özel araçlar tutarak, şehrin şık semtlerini ve ticaret merkezini özel şirketlere temizlettirince, grevci işçiler ise, günlerdir sürdürdükleri grevlerinin etkisinin nispeten kırılması pahasına da olsa, belediye çöp arabalarından bir konvoy oluşturarak işçi ve emekçi semtlerinin yolunu tuttular. Hoparlörlerle yaptıkları propagandada ise, eylemlerinin sınıf karakterinin altını çizmekten kaçınmadılar. Gazeteler bu haberi ‘sınıf savaşı’ başlığıyla verdi.

Boykot ve işgalde bulunan Jussieu üniversitesi öğrencileri, Paris’te, sayıları on binleri bulan evsizlerin bir kısmını, işgal ettikleri üniversite amfisine yerleştirerek, kendi aralarında topladıkları para ile sıcak çorba servisi yaparak, dayanışma örneği sergilediler. Hükümetin ve medyanın ‘metro istasyonları grev nedeni ile kapalı olduğundan, evsizler soğuktan ölümle yüz yüze’ yollu demagojileri, böylece boşa çıkarılmış ve aynı zamanda grevdeki metro işçilerine de dolaylı destek sunulmuş oluyordu. On binlerce insanın niçin evsiz oldukları ve soğuktan ölmemek için niçin metro istasyonlarına sığınmak zorunda kaldıklarına ilişkin sorular bu pratik içinde, asıl yorumuyla buluşuyordu.

Genel eylem günlerinde düzenlenen yürüyüşlere milyonlar katıldı. Son iki ay içerisinde 10 Ekim, 24 Kasım, 28 Kasım, 5 Aralık, 7 Aralık, 12 Aralık ve 16 Aralık günlerinde tam yedi kere ve son ikisine ikişer milyon olmak üzere ülke çapında milyonlarca işçi ve emekçi katıldı. Taşınan pankartlar, atılan sloganlar giderek sadece Juppe Planı’na karşı olmaktan çıkıp, sınıfsal ve belirli ölçülerde politik içerikler kazandı. Son iki eylemin en gür atılan sloganları “Adalet yoksa barış da yok” vb. idi.

Bir başka önemli gösterge ise, toplumun ezici çoğunluğunun baştan sona kadar grevlere destek vermesi ve sempatiyle yaklaşmasıydı. Burjuvazinin bütün çabalarına ve rakamlar üzerinde oynamalarına rağmen, gerçekleştirilen kamuoyu anketlerinin hemen hepsinde, çoğunluğun grevlere sempatiyle baktığı inkâr edilemedi. Özel sektörde ve küçük işletmelerde çalışan, işten atılma korkusuyla her gün kilometrelerce yol yürüyen, otostop yapan, maddi olarak zarar gören insanlar, (özellikle de Paris ve civarında oturanlar) her seferinde eylemlerin haklı olduğunu, kendilerinin de çıkarlarını savunduğunu ve desteklediklerini belirtiyorlardı. Burjuva medyasının oyunları bu bakımdan tutmuyordu.

Fransız işçi, emekçi ve gençlerinin bu eylemleri, aynı zamanda Avrupa ve dünya çapında da etkiler yarattı. Başka ülkelerin işçileri ve emekçileri gelişmeleri yakından izledi ve çeşitli biçimlerde destek oldular. ’80’i aşkın ülkeden sendika temsilcileri, yöneticisi oldukları sendikalar ve işçiler adına destek açıklamaları yaptılar. Avrupa ülkelerinin birçoğunda çeşitli eylemler yapıldı. Kendi benzer talepleri için eylemde bulunan Belçika, İtalya, Lüksemburg, İspanya işçileri grev ve gösterilerinde Fransız işçileriyle dayanışmalarını ifade ettiler. Almanya’nın Kassel şehrinde binlerce gencin ‘Fransa, Fransa’ diye yürümeleri, IG Metal sendikası ile patronlar ve hükümet arasında imzalanması öngörülmüş işçi aleyhtarı anlaşmanın ileri bir tarihe ertelenmek zorunda kalması dikkat çekiciydi. Paris’te 16 Aralıkta düzenlenen ve 300 bin kişinin katıldığı eylemde, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Norveç ve İngiltere’den işçiler, çeşitli politik parti ve gruplar, kortejler oluşturarak yer aldılar. Dağıttıkları bildirilerde, yaptıkları konuşmalarda, Fransız işçilerinin eylemlerinde kendileri için de bir ümit ışığı gördüklerini ifade ediyorlar, yürüyüşteki Fransız işçileri ve yürüyüşü izleyen halk tarafından coşkuyla alkışlanıyorlardı.

Üçüncüsü: Bu hareket, sendikalar, işçilerin sendikalara bakışı ve reformist-uzlaşmacı önderliklerin etkinliklerinin nasıl kırılabileceğine dair derslerle de doludur.

Fransa, ileri kapitalist ülkeler içerisinde ve dünyada sendikalaşma oranının en düşük olduğu ülkelerden biri olmakla birlikte, sendikal bölünmenin ileri boyutlarda gerçekleştiği bir ülkedir. İşçilerin sadece % 10-12’si sendikalıdır ve bunlar da dört büyük ve bir dizi küçük konfederasyon arasında bölünmüşlerdir. Üstelik bölünmüşlük içerisindeki sendikal hareketin hemen tümünün yönetim kademeleri çeşitli burjuva sendikal akımlara tekabül eden uzlaşmacı-uysal sendikacıların elindedir.

Ancak keskinleşen sorunların ve eylemlerin dışına düşen sendikaların giderek güç kaybettiğinin pek çok kanıtı vardır.

Örneğin, 1986’da da bir aylık büyük grev gerçekleştiren demiryolu işçileri, o dönemde sendikayı bir tarafa atmış ve kendi aralarında ‘koordinasyon komitesi’ şeklinde örgütlenmelere giderek grevi sürdürmüşlerdi. Daha sonraki dönemde demiryolcuların bu geleneğini başka sektörlerdeki işçiler, kamu çalışanları, öğrenciler, çiftçiler vb. de devralmışlar ve birçok grev ve eylem, koordinasyon komiteleri aracılığıyla gerçekleştirilmişti.

Bu türden bir gelişmenin aleyhte etkilerini fazlasıyla yaşayan sendikalar, bu kez gafil avlanmadılar. Ve üstelik belirli radikal bir söylem tutturarak etkinliklerini artırdılar ve prestij kazanmış olarak çıktılar. Bu değişimin sırrı neydi peki? Bunun bir nedeni, sermayenin saldırılarının artık bizzat sendikaların varlıklarını ortadan kaldırmaya yönelmesi, sendikacıların ayaklarının altındaki toprağın kaymakta oluşu ve buna duyulan içgüdüsel ve profesyonel tepkidir. Ama asıl belirleyici neden, işçilerin tabandan yükselen öfkesi, sendikalarını pratik hareket içerisinde zorlamalarıdır. Üç büyük konfederasyondan vereceğimiz örnekler, bu bakımdan önemlidir.

Bir: Fransa’nın en eski ve köklü işçi konfederasyonu ve aynı zamanda da geleneksel olarak Fransız Komünist Partisi (FKP)’nin etkinliği altındaki CGT (Genel İş Konfederasyonu) 45. kongresi, eylem dalgasının tam ortasına denk geliyordu. Bir yıl süren kongre hazırlıkları boyunca en önemli tartışma konularından birisi, sendikaların tüzüğünde yer alan ‘sınıf sendikası’ tanımının tüzükten çıkarılması sorunu idi. Reformist yöneticilerin savunuculuğunu yaptıkları ve sendikada neredeyse genel kabul gördüğü söylenen görüş, ‘geçmişe ait ve eskimiş formülasyonlardan, şablonlardan kurtulmak ve çağdaşlaşmak’ adına, öneriyordu. Fakat hareketin taşıdığı dinamikler, sınıf mücadelesinin o esnada bizzat sokakta yürütülüyor olması ve tabanın zorlaması dolayısıyla, öneri sahipleri, önerilerini savunacak cesareti gösteremediler. CGT, tüzüğünde ‘sınıf sendikası’ yazan ve ‘kapitalizme karşı sınıf savaşımı yürüten’ bir örgüt olarak kaldı.

İki: İkinci savaş sonrası “soğuk savaş” döneminde Amerika usulü sendikacılık akımınca 1947 yılında CGT’nin parçalanmasından doğan FO (İşçi Gücü) konfederasyonu, geleneksel olarak mensubu olduğu sendikal akımın görüşleri doğrultusunda Türk-İş’vari itfaiyecilik rolü oynayan bir sendikadır. Ama son hareketler içerisinde mücadeleci bir çizgi izlediği gibi, genel sekreteri Marc Blondel nezdinde burjuvazi ve hükümet tarafından ‘sınıf savaşçısı, hırçın sendikacılık’ yapmakla suçlandı. Elbette Blondel’in, FO’nun ve mensubu oldukları burjuva sendikal akımın niteliği değişmedi. Ama tabandan yükselen öfke dalgası sendika yönetiminin manevra alanını alabildiğine emekten yana çevirdi.

Üç: Sosyalist Parti çizgisinde ‘çağdaş sendikacılık’ akımının temsilcisi CFDT (Fransa Demokratik İşçi Konfederasyonu)’da yaşananlar ise, tabandaki mücadele isteğini daha açık bir tarzda yansıttığı gibi, ona karşı durmaya çalışan bürokratların ne durumlara düşebileceğinin göstergesi oldu. Juppe Planı’ndan yana tutum takınarak grevlere son verilmesi çağrısı yapan CDFT genel sekreteri Nicole No-tat, katılmaya cesaret edebildiği bir yürüyüşte, kendi sendikasından işçiler tarafından linç edilmekten güç bela kurtulabildi. Sonraki günlerde her gün ve giderek de saldırganlaşarak, radyo ve televizyondan greve son verilmesi çağrısı yaptı. Başta CDFT demiryolu federasyonu olmak üzere, konfederasyona bağlı birçok sendika ve işçiler bu çağrılara kulak asmadıkları gibi, yürüyüşlerde “Juppe-Notat planına hayır!” pankartlarıyla yürüdüler. Şimdi, CFDT’nin birçok kolu, olağanüstü kongre için çağrı yapmış bulunuyor ve Notat’nın sendikanın başından defedileceğine kesin gözüyle bakılıyor. Çünkü işçiler, “sendikadan çekil, kendine hükümette yer bul!” diye slogan atıyorlar.

Görülen odur ki; dipten gelen dalga kuvvetlendikçe işçi sınıfı örgütlerinin başına, düşman sınıfların ajanlarının oturması gibi bir gariplik ve hile de giderek ortadan kalkabilecektir.

Dördüncüsü: Bu eylem dalgasının önemli bir başka yönü ise, sermayenin saldırı planlarının sadece mücadele ile geriletebileceğinin, burjuvalara anladıkları dilden cevap vermek gerektiğinin bir kez daha işçinin gözünde anlaşılmış olmasıdır. Başlangıçta işçilerle alay edercesine sendikaları ve sokak hareketini muhatap bile almaya yanaşmayan başbakan A.Juppe ve bakanları, kısa süre içerisinde sendikaların kapısını aşındırmaya, diyalog yanlısı pozlarına bürünmeye başladılar. Sonuçta, hükümet ‘reform’ planın birçok maddesini geri çekmek zorunda kaldı. Demiryolu işletmesi ile ilgili plandan ise bütünüyle vazgeçildi. Bütün bunların toplamı, ‘Juppe Planı’ denen şeyi, kevgire çevirdi.

Bu önemli bir kazanımdır. Ama hareket, Juppe Planı’nı bütünüyle geri aldıracak, onunla sınırlı kalmayıp son on beş yılın kayıplarını telafi edecek ve belki de onun ötesine geçebilecek kapasiteyi gösteremedi. Çünkü böylesi bir kapasiteyi gösterebilmesinin önünde engel teşkil eden önemli zaaflar taşımaktaydı.

Bunlar kısaca şöyledir:

Bir: Sendikalar önemli ölçüde güç ve ondan da önemlisi, güven kaybettikleri bir dönemden geçip geldiler. Tabanın hâlâ sendika yönetimlerine güveni yoktur. Sendikaların başına çöreklenmiş uzlaşmacı bürokratlar, tabanın zorlamasıyla her ne kadar mücadeleci görünmek zorunda kaldılarsa da, doğalarına uygun olarak, her fırsatta hareketi yatıştırma ve hükümetle uzlaştırma girişimlerinden vazgeçmediler. Eylemin daha ileri boyutlara varması önündeki önemli engellerden birisi de bu idi.

İki: Sendikalar tarafından başından itibaren salt “Juppe Planının geri çekilmesi ve diyalog masasına oturtulması”nın önkoşul olarak öne sürülmesi, hareketin kapsamını daraltan, burjuvazinin minderinde güreşi baştan kabullenen bir anlayıştı. Ekonomik mücadelenin dar sınırları çerçevesinden bakılsa bile, salt Juppe Planı’nın geri çekilmesi talebi ile yetinmek demek, en iyi durumda, üç-beş ay önceki koşullara razı olmak demektir. Hâlbuki beş ay önce de ücret artışı, işten atmaların ve özelleştirmelerin durdurulması, çalışma saatlerinin düşürülmesi vb. talepler doğrultusunda bir mücadele vardı. Öyleyse, böylesine kitlesel bir hareketin kapsamına, yakın dönemin işçi mücadelesinin bütün ekonomik talepleri alınmalı ve hem kitle tabanı ve hem de hedefleri bakımından genişletilmeliydi.

Üç: Belirli bir aşamadan sonra hareketin kendini tekrar edip tıkanmaması ve hükümetin geriletilebilmesi için, bütün sektörleri kapsayan, ülke çapında ve süresiz genel greve sıçratılması zorunlu idi. Her birine ikişer milyon kişinin katıldığı 12 ve 16 Aralık eylemlerinde işçiler ‘genel grev’ sloganları haykırmış olmalarına rağmen, sendika yöneticileri böyle çağrıyı yapabilecek istek ve cesaretten yoksundu. Aksine, kontrolü kaçırabilecekleri yönünde sinyaller çoğaldıkça, hükümetle ne pahasına olursa olsun uzlaşma arayışlarını yoğunlaştırdılar. Gerici, Hıristiyan İşçiler Kon-federasyonu’nun bir ‘sosyal zirve’ önerisine ise, oradan, sokağın baskısı olmadıkça hiçbir şey çıkmayacağını bile bile balıklamasına daldılar.

Dört: Bütün bu ve burada bahsedilmeyen diğer zaaflara kaynaklık eden en önemli eksiklik ise, hareketin birleştirici, yönetici bir merkezden, politik önderlikten yoksunluğudur. Partisi önderliğinde kapitalist-emperyalist sistemin temellerine yönelmemiş proletarya, en iyi ihtimalle ekonomik kazanımlarının çerçevesini genişletebilir ya da var olanları koruyabilir. Hâlbuki ona, daha fazlasını gerçekleştirme, planlarıyla birlikte Juppe’si, Chirac’ı, Jospin’i ve Le pen’inin tarihin çöp sepetine atıldığı, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırıldığı bir başka toplumsal sistemi kurmak gibi bir tarihsel görevin yüklendiği açıktır.

Fransız proletaryası ve emekçileri haftalarca süren grev ve direnişleri ile ders alınması ve ders çıkarılması gereken bir örnek sundular. Bütün zayıflıklarına rağmen, tarihinde var olan ve uzun süredir üzeri küllenmiş değerlerini de nispeten yeniden canlandıran, olumlu tecrübeler biriktiren bu hareket, henüz bitmiş değildir. Önümüzdeki dönemin daha güçlü mücadelelere sahne olacağı kesindir. Çünkü burjuvazi, planlarının bir kısmını geri çekti ama başka yöntemlerle yeniden gündeme getireceği bilinmeyen bir şey değil. Üstelik yara almış bir hayvan saldırganlığı ile hareket edeceğini söylemek abartı olmayacaktır. Öte yandan, bu hareketten moral ve güç toplamış, sınıf kini bilenmiş olarak çıkan işçi sınıfının, sınıfın eyleminden kuvvet alarak hareketlenen diğer emekçi kesimlerin, burjuvazinin saldırıları karşısında sessizce boyun eğmeyecekleri de gözle görülür bir açıklık kazanmıştır.

 

Aralık 1995-Şubat 1996

Emek Gençliği; mücadelesi ve örgütlenmesi

İşçi sınıfı son on yılın mücadelelerinde biriktirdiği tecrübeyle, bu mücadelenin içinde yetişmiş öncü işçi ve sendikacı kuşağının azımsanamayacak bir kısmını açık politik bir örgüt olarak bir araya getirme, işçi sınıfının politik örgütünü yeniden inşa etme yönelimine girdi.

Sınıfının bu yöneliminin toplumun diğer emekçi kesimlerini etkilememesi ve onların yaşantılarında bir değişikliğe yol açmaması düşünülemez. Etkilenen bu kesimlerin başında da gençliğin gelmesi son derece doğaldır. Gençlik, yeniye olan tutkusu ve değiştirme isteğinin büyüklüğü ile toplumun en devrimci sınıfının bu hareketlenmesi karsısında heyecan duymakta, kendi özlemlerinin karşılanması olanağını işçi sınıfı hareketinde bulmakta; şimdiden önemli bir gençlik kesimi işçi sınıfının bu devrimci çabasına katılmaktadır.

İşçi sınıfının gençliği kazanmak istemesi ve gençliğin de kendi özlem ve taleplerinin gerçekleşmesini işçi sınıfının mücadelesinde ve onun geleceği kurmasında görmesi sınıflar mücadelesinin nesnel sonuçlarından birisidir ve güçlü maddi temellere sahiptir.

Tam da bu nedenlerden dolayı burjuvazi de gençliğe “ilgi” duymakta, gençliği gerici bir temelde kazanmak ve kendisine bağlamak istemektedir. Çünkü gençlik sorunu, karşılıklı olarak mücadele eden ve bu mücadelede eskiyi, statükoyu, egemen sömürü ilişkilerini temsil eden sınıfla -burjuvazi- yeniyi, geleceği ve özgürlükler dünyasını temsil eden sınıf -işçi sınıfı- arasındaki mücadelede çözüme kavuşturulması gereken kilit sorunlardan birisidir.

Gençliği kim kazanacak? Gençlik kimin yedek gücü olacak? Sorusunun yanıtında düğümlenen bu sorun, gençliği kazananın geleceği de kazanacağı belirlemesi üzerine kurulmuştur. Oysa burjuvazinin bir sınıf olarak geleceği yoktur ve bu anlamda gençliğe sunabileceği hiçbir gelecek ve hiçbir insani değer de yoktur. Burjuvazi gençliğe daha bu günden işsizliği, hayvanca rekabeti, eğitim olanaklarının gasp edilmesini, uyuşturucu bağımlılığını ve tüm dünyada militarizmi ve şovenizmin kışkırtılmasını “vermekte”, kendi gerici sınıf çıkarları için gençliği kurban etmeyi, gençliğin yaşam enerjisini bu yolla tüketmeyi hedeflemektedir.

Bugün ülkemizde Türk ve Kürt milyonlarca emekçi çocuğu daha temel eğitimini alamadan mevcut düzen tarafından eğitimin dışına atılmakta, Kürt gençleri kendi ana dillerinde eğitim olanağından yoksun bulunmakta “okuma” şansına sahip gençler her gün biraz daha ticarethaneye dönen okullarda gerici-faşist eğitim anlayışı ile kişiliksiz bireyler olarak kalıba dökülmek istenmekte, üniversite çağına gelmiş milyonlarca gencin suratına üniversite kapıları kapatılmaktadır. Üniversiteye girme şansına sahip olan gençlerde bilimdışı bir öğretimle karşılaşmakta, pek çok emekçi çocuğu her yıl artan harçlar yüzünden okullarından ayrılmak zorunda kalmaktadırlar. Okullarına devam edenleri ise gerici disiplin yönetmelikleri, kalitesiz ve bilimdışı bir eğitim, jandarma ve polis terörü, sermaye beslemesi sivil faşistlerin saldırıları beklemektedir. Kürt gençleri bütün bunlara ek olarak bir de ulusal baskı altında tutulmakta, dizginsiz bir şiddete maruz kalmaktadır.

Genç işçiler ise sendikasız ve sigortasız ağır sömürü koşulları altında ucuz işgücü olarak çalıştırılmakta, çalışma koşulları her türlü sağlık ve insani yaşam koşullarından yoksun durumda bulunmaktadır. Ülkenin başlıca büyük sanayi siteleri ve genç işçilerin yoğunlaştığı merkezler, -Merter, Siteler, Ünaldı vb.- genç işçiler için adeta bir cehennemi andırmaktadır.

Büyük kent varoşları ise işsiz ve geleceğe ilişkin umutsuz gençlerin çığ gibi büyüdükleri yerler durumundadır. Bu gençlik burjuvazi tarafından faşist demagoji ve dinsel uyuşturuculukla zehirlenmek, kahve köşelerinde çürütülmek, enerjileri düzen kanalları içinde boşaltılmak ve gericiliğin dayanağı haline getirilmek istenmektedir.

Bütün bu gerici çabalara rağmen gençlik yığınları kendi bulundukları alanda mücadeleye atılma ve gericiliğin saldırılarına karşı direnme eğilimine girmişler, ancak gençlik mücadelesi kitleselleşememiş, ileriye doğru güçlü bir atılım yapamamıştır.

İşçi ve emekçi hareketinin en yüksek mücadelelerini yaşadığı dönemler de dâhil olmak üzere gençlik hareketinin tüm bu yıllar boyunca “geri mevzide, düşük düzeyde seyreden bir hareket” olarak kaldığı bilinmektedir.

Bu durumun nedeni ise gençliğin mücadele potansiyelini yitirmesi ya da durumunda herhangi bir düzelme değildir. Bu durumu belirleyen nesnel nedenler olduğu gibi, etkili olan sübjektif nedenler de -sözde sosyalizmin yıkılmasıyla estirilen burjuva liberal rüzgârlar ve gençlik içinde yürütülen çalışmaların zaafları vb.- bulunmaktadır. Ancak gençlik yığınlarının bu nedenlerden etkilenme dereceleri ne düzeyde olursa olsun gençliğin elde etmek istediği tüm talepler karşılanmadan durmaktadır.

Sendika ve sigorta talebi, parasız demokratik eğitim talebi, özerk ve demokratik üniversite talebi, özgürce ve insanca bir yaşam ve güvenli gelecek, bağımsız, özgür ve demokratik bir ülke gençlik yığınlarının isteği durumundadır.

Gençliğin tek başına bu talepleri elde edebilmesi, burjuvazinin ve gericiliğin saldırılarını püskürtebilmesi elbette beklenemez ve beklenmemelidir. Gençlik yığınlarının ve onların bir parçası olan komünist gençliğin tek başlarına ve ellerindeki mevcut mücadele araçları ile bunu başaramayacakları açıktır. Gençlik yığınlarının ihtiyacı, işçi sınıfının mücadelesine bağlanan, tüm talep ve özlemlerinin karşılanması olanağını bu bağlanmada bulan bir mücadele ve örgütlenmedir.

Türk ve Kürt gençlerinin mücadele tarihi de kanıtlamaktadır ki, gençliğin her uyanış dönemi sosyalizme ve sınıfa bir uyanış olmuş, gençlik yığınları kendi sorunlarının çözümünü genel olarak sosyal kurtuluşta bulma yönelimine girmişlerdir. Bugün de gençlik bu olumlu hasleti taşımaktadır ve gençliğin eline şimdi ihtiyaç duyduğu; gençlik hareketindeki gelişme ve değişmelere karşılık düşen yeni mücadele araçlarını verecek olan, onun önüne yeni olanaklar açacak olan, işçi sınıfı ve onun mücadelesi olacaktır. Bu dönemde milyonlarca genci uyandırıp mücadeleye çekecek yeni bir mücadele platformuna ve yeni araçlara ihtiyaç vardır. Kapsamı genişleyen bu görevlerin üstesinden ancak bu araçlara sahip olmakla gelinebilir. Bugünden gençliğin azımsanmayacak bir kesiminin güçlü bir şekilde bu yönelime girmeye başladığının, işçi sınıfının kendisine sunduğu olanakları büyük bir istekle kullanmaya yöneldiğinin tüm belirtileri mevcuttur, gençlik işçi sınıfının bu devrimci çağrısını coşkuyla yanıtlamaktadır.

 

BİRİMLER TEMELİNDE MÜCADELE VE ÖRGÜTLENME

Bugün Türk ve Kürt halkından başta işçi gençlik olmak üzere işsiz, öğrenci, köylü tüm gençlik yığınlarının işçi sınıfının politik hareketine katılması, kendisini yeniden inşa eden bu hareketin bir parçası olması sorunu hangi içerik ve biçimde gerçekleşecektir? Şimdi yanıtlanması gereken soru budur.

Emeğin gençliğinin bugüne kadar kurulmuş olan “sosyalist” ve “sol” partilerin sözde gençlik örgütlerinin örgütlenme çizgi ve anlayışından temelde farklı bir anlayışta ve tarzda mücadeleye yaklaşması ve örgütlenmeye yönelmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. O iktidara yetenekli bir sınıf örgütünün önderliğinde örgütlenmekte, daha baştan bu niteliği ile kendisini yasalcı ve parlamentarist anlayış ve örgütlenmelerden ayırmaktadır.

Emeğin gençliği, üretim, eğitim ve yerleşim birimleri temelinde, gençliği temel alarak; işçi, öğrenci, köylü gençliğin bulunduğu tüm alan ve birimlere giden, gençliği buralarda örgütleyen bir örgütlenme çizgisine ve birimleri temel alan bir mücadele hattına ve ayakları sağlamca buralara basan güçlü bir merkezileşmeye sahip olmak zorundadır. Emeğin gençliğinin faaliyeti ve mücadelesi bürolarda ve sadece kampanya dönemlerinde yürütülen ve merkezileşen bir faaliyet değil, birimler temelinde yürütülen, bu temel üzerinde merkezileşen, gençlik yığınlarının talep ve ihtiyaçlarına bağlanan, günlük bir mücadele yürüten, bu mücadeleyi genel politik mücadeleye -emeğin partisinin iktidar mücadelesine, ideolojik, politik platformuna ve günlük çağrılarına- bağlayan bir faaliyet ve mücadele olmak zorundadır. Emeğin gençliği bulunduğu ve mücadele ettiği her alanda, gençlik yığınlarının mesleki ve akademik örgütlenmesini teşvik edecek, gerçek kitle örgütlerinin doğması için çaba gösterecek, gençliğin anti-emperyalist, anti-faşist kitlesel mücadelesinin gelişmesine yardım edecektir.

Bu gençlik çalışmasının sözde sosyalist, yasalcı partilerin gençliği kendi binalarına çağıran, “gençlik çalışması” ile bir benzerliğinin olmadığı ortadadır. Emeğin gençliği birimler temelinde, bulunduğu her alanda gençlik yığınlarının günlük talep ve ihtiyaçları doğrultusunda, içtenlikli bir çabayla, gençlik yığınlarının mücadelesinin geliştirilmesine yardım edecek, bu mücadelenin en kararlı ve militan, aynı zamanda politik olarak donanmış gücü olacaktır. Gençlik yığınları girdikleri her mücadelede emeğin gençliğini bu mücadelenin en kararlı, militan ve savaşan gücü olarak yanlarında bulacaklardır.

Emeğin gençliğinin bu anlayışı ve örgütlenmesi gençliğin önüne gerçek anlamda kitlesel ve militan bir mücadele olanağı koymakta, gençliğin devrimci enerjisini, coşkusunu, fedakârlığını ve yiğitliğini özgürce ortaya koyabileceği kanalları açmaktadır. Gençliğin militan devrimci kişiliği ancak karşı devrimle açıkça ve göğüs göğse girilen bir mücadele içinde şekillenebilir ve gençlik yığınları gerçekten devrimci bir eğitimden ancak bu yolla geçebilir.

Emeğin gençliği birimler temelinde gruplar biçiminde örgütlenen, birimlerin en alt kesimlerine kadar örgütlenmeyi amaçlayan, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmeyi başarmak zorunda olan kendi iş yaşantısı gereği aynı zamanda tüm yöneticilerini buralarda ve aşağıda yukarıya doğru seçen bir iç örgütsel yaşantıya sahip olacaktır.

Emeğin gençliği örneğin bir üniversitenin tek tek fakültelerinde ve giderek bu fakültelerin sınıf, bölüm vb. de gruplar temelinde örgütlenmeyi başarmak zorunda olan bir örgütlenme ve mücadele hattına sahip olacaktır. Aynı durum sanayi siteleri vb. için de geçerlidir.

Gruplar biçiminde örgütlenmenin ne anlama geldiğini kısaca açmak gerekirse ilk elden şunları söylemek olanaklıdır. Bu gruplar rasgele bir araya gelmiş gençlik kümeleri değil, eğitim, üretim, yerleşim birimleri temelinde, bu birimlerin en alt -işyeri, bölüm, sınıf, mahalle, sokak vb.- bölümlerine kadar inen ve bu anlamda doğal olarak bir araya gelen ve bir araya gelmeleri her zaman mümkün ve gerekli olan, pek çok işi birlikte yapabilen, kendi yöneticilerini demokratik bir tarzda aşağıdan yukarı doğru seçebilen gençlik kümeleridir. Mücadele etmek isteyen, düzenden kopuş içindeki her genç bu gruplara katılabilmeli, bu gruplara katılmak isteyen gençlerin önlerine başkaca bir kıstas konmamalıdır. En küçük bir birimde bir grup olabileceği gibi, potansiyele göre birden fazla grubun olması da doğaldır.

Gruplarda yer alan gençliğin eğitilmesi ve işçi sınıfının politik platformuna kazanılması ayrıca yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Bu görev gençliğin günlük mücadelesi içinde ve bunun yanı sıra giden bir eğitimle başarılmak zorundadır. Gençlik örgütünün bir okul olma işlevini yerine getirebilmesinin bu çalışmanın başarılmasına bağlı olduğu bilinmelidir.

Her gencin mücadeleye katılan örgütlü birey haline gelmesi, buralarda ilk eğitimini alması ve mücadeleye katılması, bu örgütlenmenin ve özel olarak da bu grupların bir okul işlevi görebilmesi ile doğrudan ilişkilidir ve grupların varlık nedeni de bu işlevi yerine getirmektir.

Ancak bu gençlik örgütlenmesinin sıradan gençten isteyeceği disiplin ile yönetici organlarından ve buralarda yer alan gençlerden isteyeceği disiplinin farklı olması da kaçınılmazdır. Gençliğin yönetici organlarının ve buralarda yer alan gençlerin, emeğin partisinin ideolojisine, günlük politika ve çağrılarına tam bir bağımlılık içinde çalışması gerekir. Gençlik yolunu ancak böyle bulabilir ve enerjisini doğru bir biçimde özgürlük ve demokrasi mücadelesine kanalize edebilir. Emeğin gençliğinin örgütsel inisiyatifi ise anlamını kendi iç yaşantısını özgürce düzenlemesinde, emeğin partisinin önderliğinde ve çizgisinde kendi adına ideolojik, siyasal, kültürel, eğitsel ve örgütsel faaliyet örgütleyebilmesinde bulmaktadır. Parti bünyesindeki gençliğin bu biçimdeki örgütlenmesinin, gençliğin mücadele istek ve enerjisine, yaratıcılığına ve atılım gücüne uygun düşen en iyi biçim olduğundan kuşku yoktur. Gençlik inisiyatifini ve devrimci kişiliğini ancak bu tür bir örgütsel yapı içinde geliştirilebilir.

Gençliğin bu örgütlenmesinin partinin önderliği ile çelişmeyen, partinin önderliği anlayışını zedelemeyen, gerektiğinde partinin gençlik kollarını feshetmesi -ideolojik, politik sapma vb.- ve yeniden kurmasına engel teşkil etmeyen bir örgütlenme olması anlaşılması gereken bir zorunluluktur. Çünkü emeğin partisi daha baştan gençliği kendi ideolojisi ve politikası temelinde örgütlemiştir. Gençlik bu anlayış ile örgütlendiğinde hem partinin çağrı ve direktiflerini en üst düzeyde uygulama ve katılma olanağını elde edecek, hem kendi iç yaşantısını demokratik merkeziyetçilik temelinde düzenleyecek, aşağıdan yukarıya doğru tüm yöneticilerini seçimle işbaşına getirecek, hem de kendi adına bir çalışma yürütebilecektir.

Burada ana hatları ile özetlenmeye çalışılan gençlik çalışmasına ve mücadelesine ilişkin çizginin, gençliğin yeni dönemdeki ihtiyaçlarına yanıt vermeye çalışan ama kendisini yine bu mücadelenin ihtiyaçlarına göre sürekli yenilemeye ve geliştirmeye çalışacak bir çizgi olduğunu vurgulamak gerekir. Bu durum bizzat hayatın kendisinden kaynaklanmaktadır. En geniş anlamı ile ifade edilecek olursa örgüt biçimleri mücadelenin ve hareketin değişen koşullarına uyum sağlamak, yine dönüp ona hizmet etmek zorundadırlar. Aksi takdirde hareketin gerisinde kalmaları ve doğal olarak devrimci görevleri omuzlamakta yetenek gösterememeleri kaçınılmazdır. Özetlersek, emeğin gençliği üretim, eğitim, yerleşim esasına göre gruplar temelinde aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen, gençliğin günlük mücadele ve ihtiyaçlarına bağlanan ve bu mücadeleyi emeğin partisinin yürüttüğü genel politik mücadeleye ve onun platformuna bağlayan, kendi iç yaşantısında demokratik merkeziyetçiliği uygulayan, tüm yöneticilerini seçim yoluyla görevlendiren, örgütsel bağımsızlığa sahip bir gençlik olacaktır.

Emek Gençliği bu olanağı gerçekliğe çevirebilecek, mücadele birikimine ve olgunluğuna sahiptir. Sorun bu çizgide enerjik bir çalışma ve pratik adımları atma sorunudur.

 

DEVRİMİN SESİ, Kasım-Aralık 1995

 

Aralık 1995-Şubat 1996

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑