“Modern kötülüklerin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kötülüklerin, çok eski üretim biçimlerinin alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdikleri çağdışı toplumsal ve siyasi ilişkilerin altında eziliyoruz. Yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de çekiyoruz. Le mort, saiset le vif! (ölüm, yaşayanı yakalar.) (1)
GİRİŞ: AMAÇ VE YÖNTEM
İlk iki bölümü, Özgürlük Dünyası’nın 76 ve 77 sayılarında yayınlanan çalışmamızın bu son bölümünde, Türkiye’de egemen sınıfların oluş ve gelişme ve süreçleriyle, devletin temel özellikleri arasındaki bağıntıları ele alacağız.
Her toplumsal ve siyasal kurum ve ilişki, kökleri uzak geçmişte yatan bir sürekliliğin üzerinde bulunur. En yeni, şimdiye kadar görülmemiş bir işlev taşıyor gibi görünenleri de dâhil olmak üzere, egemen sınıfların toplum ve devlet hayatının bütün kurum ve ilişkilerinde, eski biçimlerin, eski ihtiyaçların izleri kendisini gösterir. Marx’ın dediği gibi, bu yüzden, yaşayanlardan olduğu kadar, ölülerden de çekeriz.
Sosyal, siyasal ve ekonomik sistemin tarihi, günümüzdeki sınıf egemenliğinin eleştirilmesi ve değiştirilmesi için, yine bu yüzden önem taşır. Eğer devrim, gerçek anlamda, bütün eski ilişkilerin kökten değiştirilmesi olacaksa, neyin gerçekten ne kadar eski ve buna rağmen hâlâ etkili olduğunu görmek de, devrimci sınıfın bugünkü ihtiyaçlarından birisidir.
Öyleyse bu incelemenin amacı, geçmişte neler olup bittiği üzerine bir tartışmayı derinleştirmekten çok, günümüzün egemen sınıflarının ekonomik, siyasal ve sosyal durumunun daha yakından tanınmasını sağlamaya çalışmak olacaktır.
Eski üretim biçimine ait kimi kurum ve ilişkiler, değişen tarihsel koşullarda, üretimin yeni biçimi içinde, kendisini değişen biçimler ve işlevler altında saklarlar. Bu, aynı zamanda, yeni kurum ve ilişkilerin, eskilerin gelişmiş bir biçimi, onların evrilmiş hali olduğu anlamına gelir. Öyleyse, uzak geçmişte olup bitenlerin incelenmesi, güncel ilişkilerin daha derinlemesine anlaşılmasını sağlayacağı gibi, sosyo-ekonomik yapının bugünkü durumu da, öncekilerin anlaşılmasının anahtarını verecektir. Böylece, çalışmamızın genel çizgisi, sosyal ve siyasal sonuçlarını yaşadığımız, geçmiş zamanın bütün olgularının ve olaylarının ele alınışında, günümüzün temel problemlerini temel çıkış noktası olarak alacak ve tarih incelemesi, bu anlamda, güncel bir inceleme olacaktır.
Türkiye’nin siyasi hayatında, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ve özellikle de 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi askeri darbe dönemlerinde, ekonomik sosyal ve kültürel bütün alanlarda ordunun ve yüksek bürokrasinin belirleyici bir rol oynaması, siyasi tarih araştırmacılarının önemli bir bölümünün sosyal sınıflar ve devlet arasındaki ilişkiler konusundaki tezlerinde, Türkiye’nin özgünlüğü kavramının özel bir yer tutmasına zemin hazırladı. “Özgünlük”, daha çok, “klasik model dışı” olmak anlamına geliyordu. Bu modelde, toplumun sınıflara bölünmüş olması, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti elinde tutan bir egemen sınıfın ortaya çıkması ve buna bağlı olarak da, siyasi üstyapının (devletin), sınıf egemenliğinin bir aygıtı olarak oluşması esastı. Türkiye’nin özgünlüğü kavramına bağlı olarak oluşturulan tezler ise, Türk topluluklarının göçebelik ve yerleşik düzene geçiş süreçleriyle, devlet teşkilatlanmasının karakteristikleri bakımından bu modele uymadığını, sınıflar ve devlet arasındaki ilişkinin, Batı toplumlarından farklı olarak, adeta “yukarıdan aşağıya” bir yol izlediğini ve devletin, sınıflara bölünmeye değil, aksine, sınıfların oluşmasının devletin varlığına ve gelişme süreçlerine bağlı olduğunu ileri sürüyordu. Buradan hareketle, bazı araştırmacılar, Türkiye’de, bugün bile henüz sınıfların oluşmadığı, sınıf mücadelesi kavramının toplumsal ilişkileri açıklamak bakımından geçersiz olduğu, devletin sınıfsal bir niteliğinin bulunmadığı gibi sonuçlara ulaştılar.
Bununla birlikte, Türkiye’de kapitalizm olgusunu, egemen sınıfların varlığını ve sınıf mücadelesini reddetmeyen bazı araştırmacılar da, aynı hareket noktasına bağlı kaldılar. Bunlara göre, egemen sınıfların egemen konuma geçmesi, devletle ve bürokrasiyle mücadele içinde gerçekleşmişti ve bu süreçte devlet, egemen sınıfın denetimine yeni yeni geçmeye başlamıştı.
Kuşkusuz, bu tezin de, özü bakımından diğerlerinden farkı yoktur. Sonuçta, Marksizm’in, temel ve üstyapı ilişkileri hakkındaki tezleriyle, üretim ilişkileri, sınıf mücadelesi gibi kavramlarıyla bir hesaplaşmayı ve bu tezlerin revizyonunu gerektirmektedir.
Teori ile tarihsel süreçlerin içeriği arasında bir uyuşmazlık varsa, tarihsel inceleme tümüyle farklı bir teorinin inşasını gerektiriyorsa, bu noktada bilimsel tutum, bütün önyargılardan kurtularak incelemenin sürdürülmesine yönelmek olmalıdır. Ama diğer yandan, bu noktada, iki temel özellik “yeni teori”nin kabulünün önkoşulu olarak kendisini gösterecektir: Her şeyden önce, araştırmanın öncülleri, araştırma sürecinde başvurulan yöntemler, verilerin değerlendirilmesi ve yorumlanmasında başvurulan araçlar ve yönsemeler, tümüyle, “kuşkuyla karşılanan teori”nin yerine yeni teorinin konulmasını haklı çıkaracak bir düzeyde bulunmalıdır. Konu sosyo-ekonomik bakımdan tarihin ele alınışı olunca, diğer bütün zorunlu yöntemsel ve mantıksal araçların yanı sıra, siyasal tutum da belirleyici bir ağırlık kazanmaktadır. Bu ikinci özellik, geçmişe bugünün ilişkileri ve ihtiyaçları açısından bakmak demektir ve günümüzün sosyal sınıfları arasındaki çatışmanın belirlemediği herhangi bir sosyal teorinin mümkün olamayacağı gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde, “yeni teorinin” geçerliliği bakımından bu nokta, en az birincisi kadar önem taşımaktadır.
BÜROKRASİ VE SINIFLAR
Burjuvazinin kimi kesimlerinin devletle ve bürokrasiyle amansız bir mücadele içinde olduğu biçimindeki değerlendirme, tarihin bir biçimde yorumlanmasına dayandırılıyor. Buradan bakılınca da, sosyal ilerleme ve siyasal demokratikleşme, bu burjuva kesimlerin misyonu olarak görülebiliyor. Bu bakış, işçi ve emekçi sınıfları sosyo-tarihsel ilerlemenin gücü olmaktan çıkaran ve siyasal mücadelede burjuvazinin artçısı durumuna düşüren sonuçlar vermektedir. Eğer, nesnel ve bilimsel tutum izlenecekse, şu anda hangi sosyal güçlerin siyasal bakımdan ilerlemeyi temsil ettiği, devlet politikalarının hangi sınıflara karşı olduğu gibi güncel verilerden yola çıkılmalı ve tarihten beklenen de, bu ilişkiyi açıklaması olmalıdır. Tersine, devleti kuranların ve yönetenlerin, ortada henüz sınıflar ve bir sınıfın egemenliği sorunu yokken ortaya çıktıkları ve günümüzdeki modern sınıf ilişkilerinin doğuşuna kadar bunun “gerekçesiz” bir devlet olarak kaldığı varsayımından yola çıkılırsa, pratik politika bakımından ortaya çıkan ve şu ya da bu burjuva kliğinin desteklenmesi biçimini alan yönsemelere gerekçe aranmaya başlanmaktadır.
Günümüzde, Türkiye’de emek ve sermaye arasındaki çelişmenin, sosyal hareket ve siyasal mücadele bakımından belirleyici bir konumda bulunduğunu, diğer bütün ilişki ve çelişkilerin bu eksen etrafında biçimlendiğini, yalnızca son dönemin olaylarına bakarak belirlemek mümkün. Herhangi bir yasanın içeriğinden, ekonominin güncel tercihlerine, siyasal ve ekonomik bunalıma ilişkin çözüm önerilerinden, dış politikaya kadar, bütün belirleyici konularda, işçiler ve emekçilerle burjuvalar arasındaki ilişkilerin niteliği rol oynamakta, fakat işçi sınıfının ekonomik bakımdan bağımlı, siyasal bakımdan geri bir örgütlenme düzeyinde bulunması, işçi sınıfının bu kararlar ve eğilimler üzerindeki etkisini sınırlamakta ve küçültmektedir.
Burjuva klikler arasındaki gerilimlerde ve zaman zaman su yüzüne çıkan çatışmalarda da, işçi sınıfının mücadele düzeyi etkili olmakta, burjuva sınıf içi uzlaşmaların ya da çatışmaların içeriği, işçi sınıfıyla o andaki ilişki tarafından yönlendirilmektedir.
Devletin değişik alanlara ilişkin politikalarının hedeflerini ve içeriğini de belirleyen, esas olarak, bu çelişmedir. Doğrudan bürokrasinin ya da daha açık görünüşüyle ordunun müdahalelerinin çıkış noktasında, egemenlik sistemiyle işçi ve emekçi halkların talepleri arasındaki çelişki bulunmaktadır. Her askeri darbenin, eninde sonunda kapitalizmin bir tıkanıklığını gidermek, ya da bunalımını aşmak gibi bir misyonu bulunduğu, genel olarak işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik siyasi ve iktisadi baskı içeren önlemlerden, darbe dönemi hükümetlerin tümüyle buna yönelik programlarından, plan tercihlerinden görülebilir.
“Bürokrasinin” bu müdahalelerinin, burjuvazinin uzun ya da kısa vadeli çıkarlarından bağımsız olarak sadece soyut “düzenin sürekliliği” endişesiyle açıklanması doğru olmayacaktır.
Ne var ki, Türkiye’de devlet teşkilatının geleneksel şeması ve bürokrasinin oluşum süreçleri, özellikle Cumhuriyet sonrasında devletin ekonomik hayattaki etkin konumu esas alınarak, yalnızca sonuçlar düzeyinde incelendiğinde, ilişki tam tersi gibi görünebilmektedir.
Osmanlının son dönemlerinden başlayarak, devletin ekonomik ve siyasi tercihlerinin (Avrupa ile ilişkiler, sanayileşme girişimlerinin, idari mekanizmanın reforme edilmesinin vs.), etkin bir burjuvazinin yokluğuna karşın belirleniyor gibi görünmesi, yine Cumhuriyet sonrasında Batıcılık, devletçilik gibi politikaların seçilmesinde ve uygulanmasında devlet politikalarının rolünün belirleyici olması, bürokrasinin belirli bir üretim tarzını ve ona ait ilişkileri özel olarak egemen kılmaya çalıştığı ve kapitalizmi yukarıdan aşağıya inşa ederken, aynı zamanda onun ana sınıfını da yaratmaya çalıştığı düşüncesini güçlendirmektedir.
Böylece ortaya şu senaryo çıkıyor: Devlet -ve bürokrasi- Türkiye’de kapitalizmin egemen olmasını istiyor, çünkü devlet ilerleyen Batının karşısında tutunamamaktadır ve çökmek üzeredir; fakat Osmanlı’nın ve sonra da Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı üretim ilişkilerinin yapısı, kendi dinamikleriyle kapitalizme geçmeye olanak vermiyor; bunun üzerine devlet, kapitalizmin gelişme yollarını açmak için elindeki olanaklarla burjuvazi yaratmaya girişiyor; kendi denetimi altında yarattığı burjuvazi, zamanla devlete egemen olmaya çalışıyor ve bu da onunla bürokrasi arasında bir çatışmaya yol açıyor.
Bu tezin, bürokrasiyi bağımsız bir sınıf olarak kabul ettiği görülüyor. Devletin varoluş nedenini, sınıflar arasındaki mücadele ve bir sınıfın egemenliği olarak gören Marksizm’in tezlerine karşıt olarak, devleti sınıflardan bağımsız ve sınıf yaratan bir mekanizma olarak yorumlayan bu görüş, Osmanlı tarihi içinde kendi kanıtlarını bulduğu iddiasındadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve gelişme özelliklerinin bu tezi doğrulayıp doğrulamadığını, önümüzdeki bölümlerde inceleyeceğiz.
Marksizm’in konuya ilişkin temel bir tezini, şöyle özetleyebiliriz:
“Devlet, tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de, başka insanların iradesini zorla baskı altına alacak -hapishaneler, özel birlikler, ordular vb. biçiminde- özel bir aygıtın gerekliliğini duyan özel bir insan grubu ortaya çıktığı zaman doğar. “(Lenin) Bu tanımda, sırayla, önce toplumsal işbölümünün yönetenler ve yönetilenler düzeyine kadar yükseldiği bir tarihsel dönem, devletin ortaya çıkışının ilk koşulu olarak konuluyor. Kısaca, yönetmeyi kendi hakkı olarak gören bir egemen sınıfın varlığı, diğer insanları yönetmek için baskı kurmaya yarayacak bir aygıtın (devletin) varlığını da beraberinde getiriyor. Bu, aynı zamanda, toplumda yöneten-yönetilen biçiminde bir bölünme olmadığı durumda, devlete de ihtiyaç olmayacağı anlamına geliyor.
Toplumun henüz sınıflara bölünmediği durumlarda, ortak çıkarları korumak ihtiyacına cevap veren örgütlenme, sınıfların doğuşu ile birlikte, “görünüşte uzlaşmaz sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar mücadelesine, olsa olsa, ekonomik alanda, yasal denilen bir biçim altında izin veren” yeni türde bir örgütlenmeye dönüştü.
Bu aynı zamanda, bir azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliği koşullarına da denk düşmektedir. Önceleri, topluluğun bütün üyeleri silahlı iken, sınıfların ortaya çıkması koşullarında, silah, azınlığın denetimine alınır ve tekelleştirilir. Bir başka deyişle devlet, kitlelerin gücünü, silahlı ve örgütlü bir azınlığın gücüne bağımlı kılar.
Bürokrasi, devletin bu özelliklerinin bir gereği olarak, bütün bu sıralı ve birbirine bağlı işlevlerin yürütülmesi için görevli insanların oluşturduğu bir tabaka olarak doğar. Baskı aygıtının yönetilmesi, yasaların yapılması ve yürütülmesi, denetleme ve yönlendirme görevinin yerine getirilmesi, işi yalnızca bunlar olan insanlar tarafından yapılabilir. Kuşkusuz, bürokrasinin varlığı da, doğrudan doğruya, kendilerini bu işleri yapmalarından dolayı besleyecek bir üretim mekanizmasının üzerinde yükselecektir. Artı-ürünün bir kısmı, onların yaşaması için gerekli giderlerin karşılanmasına harcanacak ve bu artı ürünün ortaya çıkmasını kendi ekonomik biçimi içinde gerçekleştiren ve toplanmasını kontrol eden sınıf da, dolaysız olarak bürokrasiyi kendi varlığının bir parçası olarak görecektir. Bu karşılıklıdır: Bürokrasi için de, üretimin biçimine göre, artı-ürünün ya da artı-değerin, merkezileşmesini, genişletilmiş yeniden üretiminin sağlanmasını ve bölüşülmesini gerçekleştiren, üretici bir sınıfın varlığı zorunludur.
Tarihte, üretici ve ekonomik yaşama hâkim olan bir sınıfla, devlet, sıralı olarak ve biri diğerinden doğarak ya da daha sonra ortaya çıkmış değildir. Basitçe, önce egemen kir sınıfın doğduğunu, sonra da bunun kendisine hizmet edecek bir bürokratlar tabakası yarattığı söylenemez. Bunun gibi, bir kez doğduktan sonra, bürokrasinin, egemen sınıfın dolaysız ücretli memuru ve emir kulu olduğunu düşünmek de yanlıştır. Egemen sınıf ve bürokrasi, her ikisi de aynı köklerden doğarlar, aynı üretim biçiminin zorunlu unsurları olarak işlev yüklenirler. Ne var ki bu oluş sürecinin özellikleri gereği, bürokrasinin varlığı, egemen sınıfın varlığına bağımlıdır. Bu bağımlılık, yönetsel bakımdan bağımlılık anlamında değildir, idari ve mali bakımdan, bürokrasi, yönetimin vazgeçilmez unsurudur ve genel olarak düzenin işleyişi için gerekli planların yapılması ya da önlemlerin alınması, bürokrasinin işidir. Burada önemli olan, bürokrasinin bu planları yaparken, öncelikleri saptarken, sınıflar arasındaki ilişkileri düzenlerken, “mülkü korurken”, hangi üretim gücünü temel alacağı, hangi sınıfın çıkarlarını neye göre gözeteceğidir. Bunu belirleyen ise, doğrudan doğruya, artı-ürünün elde ediliş ve bunun bir bölümüne, sosyal statüsünün olanaklarıyla belli bir sınıfın el koyuş biçimidir. Bürokrasi, artı-ürünün bir bölümünün devlet hazinesine aktarılmasıyla beslenir. Kaynağını, egemen sınıfın, çalışan sınıfların emeğine el koymasının sonuçlarından alır.
Osmanlı İmparatorluğu, özellikle “yükseliş dönemi” olarak adlandırılan dönem boyunca, İpek ve Baharat yollarının başlıca düğüm noktalarını, limanlan, transit kentleri, deniz yollarını egemenliği altında tutuyordu ve tarımsal üretimden ve ticaretten elde edilen devlet gelirinin büyük bir bölümü, bu yollar üzerindeki egemenliğin devamını sağlayacak olan ordu giderlerine ayrılmıştı. Daha İstanbul’un fethinden önce, Anadolu’nun başlıca ticari yollarını ve merkezlerini ele geçirmiş bulunan Osmanlı, sonraki süreçte de, gelirinin esas bölümünü bu yollardan sağlamaya devam etti. Fatih’in, İstanbul’un fethinden hemen sonra, Trabzon’a yönelmesinin başlıca nedeni de, Avrupa nezdinde İstanbul’un liman olarak önemini bir ölçüde yitirmesinden ve Asya (Hindistan)-Avrupa bağlantısının Karadeniz limanları üzerinden, özellikle de Trabzon-Tebriz bağlantısı ile kurulmasından kaynaklanıyordu.
Fakat bu yöneliş, bir tüccar sınıfının ihtiyaçları ve talepleri sonucu doğmuş bir politika değildi. Egemen bir tüccar sınıfı yoktu. Fetihçiliğin gereği olarak beslenmesi zorunlu olan büyük ordunun giderlerinin ve saray masraflarının karşılanması için, esas olarak ticaret üzerinden haraç almaktan başka bir kaynak bulunamamıştı. Fatih Kanunnamesi, yeni bir arayışın ve toprak üzerinde, kendince beylik gütmeyen, saraya bağlı bir egemen sınıfa dayanmanın zorunluluğunun anlaşıldığını gösterir.
OSMANLI İMPARATORLUGU’NDA ÜRETİM BİÇİMİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun tümüyle göçebe bir halkın kendisine özgü yaşam biçimini bozmadan, mülk sahibi olmayan yöneticilerin “padişah”lığa yükselmesi sürecinde doğduğunu ileri süren tez, bu yönetici-asker grubunun, başka hiçbir sınıfın varlığına ihtiyaç duymayan bir yönetici bürokrat sınıfının da doğuşunu hazırladığını iddia etmektedir.
Gerek Moğol akınlarının önünden kaçarak, gerekse Selçuklular döneminde uygulanan kolonizasyon politikasının sonucu alarak Asya’dan getirilip Anadolu’ya yerleştirilen göçebe Türk kabilelerinin yoğunlaşan nüfusu, yerleşik Hıristiyan halklarla “hayvan mahsulleri ve zirai maddeler” acısına dayanan bir ticareti geliştirmişti. Büyük ölçüde göçebe geleneklerini sürdürmelerine karşın, yarı-yerleşik -yaylacı- konumuna da geçen bu kabilelerin bazılarının şefleri, Bizanslı senyörlerle, barış içinde ya da savaşarak sürdürdükleri ilişkilerde, bir servet birikiminin sahibi durumuna geçtiler.
Menteşe Beyliği’nin dönüşümü bu bakımdan tipiktir: “İki asır içinde, … bu göçebelerden epeyce bir kısmı, göçebelikten tamamen çıkmış, ya da yarı-göçebe hale gelmişti. Eski etnografik vahdetler, yerlerini
siyasi, askeri karakterde, hudut mücadelesinin münferit reisleri etrafında toplanmış klanlara bırakarak parçalanıp dağıldılar. Bu reisler, hudut arazisinin beyleri ve sahipleri olduğu gibi maiyetleri de, hiç olmazsa büyük kısmı, köylerde ve kalabalarda, köylü yahut daha küçük arazi sahipleri olarak yerleştiler.” (2)
Bu değişim süreci, az ya da çok, Anadolu’ya gelen bütün kabileler tarafından yaşandı. Bizans’tan alınan ve bazıları kiliseye ait, bazıları da özel mülkiyet altındaki topraklar üzerinde kurulan beylikler, çoğunlukla kısa ömürlü oldularsa da, siyasi yapıları yıkıldığı zaman, arkalarında yerleşik hayata geçmiş kabile kalıntıları bıraktılar.
Kırsal alandaki bu mülk edinme sürecine, kentlere yerleşen Türklerin de, yine Bizans’tan devralınan zanaat örgütleri etrafında üretimin genel akışına katıldıkları görülüyor.
Bu kabilelerden bazılarında, şef, aynı zamanda, sürülerin ve toprakların sahibi konumundaydı.
Bir beylik durumuna kadar yükselmiş bulunan Osmanlılar, daha sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca belirleyici bir rol oynayacak olan, ticaret yolları üzerinde konuşlanma ve ticaret yollarından gelir elde etme geleneğini, Sivas-Ankara-Konstantinopolis çizgisi üzerinde iş tutarak başlatmışlardı. Yolu hiç sapmadan izlediklerinde, karşılarında İstanbul’u, ticaretin merkezini buldular ve fethettiler.
Ancak oraya gelinceye kadar, Bizans’ın toprak rejimiyle, kentlerdeki ticari ve sınaî faaliyetlerle, yerleşik kültürün maddi ve manevi unsurlarıyla tanışmış, onlar üzerinde etkili olmanın yollarını öğrenmiş bir tabaka da oluşmuştu. Yalnızca savaşçıları değil, aynı zamanda bilginleri de olan bir topluluk haline, İznik, Bursa ve Edirne yıllarında gelmişlerdi. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altındaki kentlerde ve kırlarda, tarım, ticaret ve zanaat, Bizans’tan devralanın ilişkiler ekseninde gelişmeye devam etmiş ve Osmanlı’nın hareketli, çelişkilerle yüklü bir toplum üzerinde hâkimiyet kurmasına zemin olmuştu. Bayezit, Venedikliler ve İtalya’nın diğer tüccar siteleri ile anlaşmalar yapmış, onların hâkimiyeti altındaki topraklar üzerindeki faaliyetini güvence altına almak karşılığında, yüklüce vergi toplamıştı. Yine Bayezit zamanında, sultanın etrafında, hesap defterlerini ve toprak kayıtlarını tutan bir “ulema” sınıfı oluşmaya başlamıştı. Aşıkpaşazade, bu devlet sınıfının, gitgide büyük bir servet yığmaya başladığından yakınmaktadır: “Akçalar cemedip hazinelere koyalar, memleket kesatlık oldu.” Wittek ise, ulemanın vurgun ve rüşvetçiliğinin meslekten savaşçı gazilerin eğilimleriyle çatıştığını yazıyor.
Burada önemli olan, bir devlet sınıfı olarak ulemanın rüşvet alacak, servet biriktirecek bir kaynakla ilişki içinde olmasıdır.
Hiç kuşkusuz, bunlar büyük toprak sahipleri ve yerli-yabancı tüccarlardır. Ve her iki sınıf da, Anadolu’da göçebe Türkmenlerin başıboş, yağmacı gezinmelerine karşı, Bayezit’in yeni düzenlemeler yapmasını zorlarlar. Türkmenler ise, kendilerine dayanak olarak Timur’u bulurlar ve Timur, Anadolu’yu eski haline getirmek, göçebe Türkmenlerin de kendi denetimine girmelerini sağlamak için, güçlü ordusuyla Bayezit’e saldırır. Ankara’da Bayezit ordularının yenilmesinden sonra, Timur, birçok beye topraklarını geri verir ve Türkmen emirliklerini yeniden kurarak Anadolu’dan ayrılır.
Bundan sonra, beyliklerin kendi aralarında giriştikleri ve on bir yıl sürecek olan büyük savaşlar dönemi başlayacaktır.
Burada konumuzla ilgili olarak önemli olan bir nokta, Osmanlı Sultanının ve maiyetinin toprak ve sürüler üzerinde, hem mülk sahibi olarak, hem de devlet yöneticisi olarak hak sahibi olmalarıdır. Bu özellik, toprağın kullanımında ve toprağa bağlı mülk biçimlerinin oluşumunda daha açıkça görünür.
TOPRAK REJİMİ
Osmanlı İmparatorluğu’nda üretim biçiminin ne olduğuna ilişkin tartışmalar, esas olarak modeller ekseninde bir tartışma biçiminde sürmüştür. Bu konuda ileri sürülen başlıca iki görüş, Osmanlı imparatorluğu’nun kendisine özgü, Asyatik bir üretim tarzına sahip olduğu ve diğeri de, Batı feodalizminden farklı, fakat yine de merkezi karakterde bir feodalizm olduğu biçimindedir.
Osmanlı’nın feodal olup olmadığı tartışması, üretim biçimlerinin birbirini düzenli olarak izlediği yolundaki bir anlayış açısından ele alındığı için, çoğunlukla, doğrudan doğruya, günümüz devlet ve sınıf ilişkilerinin niteliğinin saptanması bakımından önem taşımıştır. Bürokrasinin ve burjuvazinin Türk devlet tarihindeki ve sınıf ilişkileri içindeki rolü ve bunun siyasal sonuçları, Osmanlı’nın sosyo-ekonomik düzeniyle dolaysız olarak ilişkili görülmüştür.
Avrupa feodalizminin genel özelliklerini bir üretim biçimi modelinin ana unsurları olarak kabul ederek, Türk-İslam feodalitesi üzerinde bunun çerçevesinde bir analoji geliştirmek, yanıltıcı sonuçlar vermektedir. Tartışmanın, ya feodalizm, ya da Asya Tipi üretim biçiminde bir sınırlanmıştık içine sıkışmasının nedeni, toplumların belli üretim biçimlerini art arda ve düzenli bir sırayla yaşadığı biçimindeki şematik anlayıştır. Genel olarak bütün tarih için bir soyutlama olan, toplumların gelişmesinin üretim biçimlerinin birbirini izlemesi biçiminde olduğu yolundaki genelleme, tek tek toplumlar bakımından zorunlu ve geçerli bir evrim çizgisi olarak uygulanamaz. Tarihsel gelişim çizgisinin her tekil olgu için geçerli bir model olarak kabul edilmesi ve kapitalizm öncesine tekabül eden biçimin feodalizm olması gerektiğinin önsel olarak kabul edilmesi, tarihin diyalektiğine uygun değildir. Üretim biçimlerinin, her toplum için düzenli bir sıra oluşturduklarını kabul etmek, tarihsel gerçekliği bir modele sığdırmaya çalışmak anlamına gelecektir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda üretim biçiminin feodalizm olduğunu savunanlardan bazılarının çıkış noktasında, bu şematik anlayış vardır: Türkiye, şu anda kapitalist bir ülke olduğuna göre bundan önceki aşaması, feodalizm olmalıdır!
Diğer yandan, model olarak kabul edilen üretim biçiminin temel özeliklerini veri olarak almak ve bunların bulunmadığı durumlarda, üretim biçimini feodalite olarak kabul etmemek sıkça rastlanan ikinci bir yanlışa karşılık düşmektedir. Bu durumda da, şu anda yaşanan toplumsal biçim hakkında herhangi bir belirlemede bulunmak mümkün görünmemektedir. Asya Tipi Üretimin Osmanlı İmparatorluğunun temel karakteristiklerini açıkladığını düşünen kimi yazarlar, yine aynı şematik düşünmenin sonucu olarak, yaşanan üretim biçiminin kapitalizm olmadığını savunabilmişlerdir.
Bu ayrıca, her bir kurum ve hatta gelenek karşısındaki siyasal tavrın kararlaştırılmasında belirleyici bir etkiye sahip kabul edilmiştir. Örneğin, eğer Osmanlı’nın sınıflar-üstü bir devlete, sınıf yaratan bir bürokrasiye sahip olduğunu düşünüyorsanız, buna bağlı olarak gelişen analizlerden birisi, ordunun devrimci- ilerici rolü hakkında saptamalara götürecektir. Osmanlı İmparatorluğumda sınıf mücadelesinin bulunmadığı, bu yüzden de devrimin olanaksızlığı biçimindeki sonuç bir başkası olacaktır.
Bu saflaşma, daha çok 1970 ve öncesi sol içi tartışmaların sınırları içinde gelişmiştir.
Oysa özellikle uluslararası ilişkilerin bütünü göz önüne alındığında, kapitalizmin bir dünya sistemi haline geliş süreçleri ile birlikte düşünüldüğünde her ülkenin kendisine özgü gelişme koşullarının kapitalizme geçişte yalnızca biçimsel bir rol oynadığı, ama kapitalizmin hâkimiyetini engelleyecek bir etki gösteremediği görülmektedir.
Öyleyse, kural olarak, kapitalist ilişkilerin egemen hale geldiği bir ülkenin öncesinde, feodalitenin bulunması bir koşul değildir. Herhangi bir üretim biçiminden, dünya koşulları gereği, kapitalizme geçilebilir; bu, sistem içinde asimile edilmek, kapsanmak vs.dir. Dünya üzerinde birçok ülke, bu yoldan kapitalizmin egemenliği altına girmiştir ve bu süreç devam etmektedir. Şu halde, Türkiye’de bugün kapitalizmin hâkim üretim ilişkisi olduğunu söyleyebilmek için, önceki üretim biçiminin feodalizm olduğunu kanıtlamak şart değildir. Önemli olan, önceki üretim biçiminin temel özellikleriyle, dünya koşulları ve bununla ülkenin ilişkilerinin boyutlarının birlikte ortaya çıkardığı durumu saptayabilmektir.
Gerçekte, Marksist olmayan kimi tarihçiler, bu tartışmalardan çok önce, Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısı üzerine incelemeler yapmışlardı.
Başta Fuat Köprülü olmak üzere, bazı Türk tarihçileri, Osmanlı’nın toprak rejiminin Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşu ile biçimlenen Dirlik sisteminin bir devamı olduğunu, bunun da, Selçukluların anayurtlarından Anadolu’ya getirdiği derebeylik sisteminin devamı olduğunu ileri sürerler. Bu tezde, Osmanlı kurumları üzerinde Bizans’ın ya da Abbasilerin etkisi olmadığını kanıtlamak gibi milliyetçi bir endişe ağır basmaktadır. Gerçekte, Osmanlıların, yıkılışının üzerinden uzun bir zaman geçmiş bulunan Selçukluların toprak rejimini, üstelik Fatih zamanında, yani İstanbul’u alıp Bizans’ın yerine geçtikten sonra hatırlamış olmalarının bir açıklaması olamaz. Türklerdeki derebeylik hayatının, Türk boylarına ve eski devletlerine ait feodal sistemle, Bizans’ta yeni tanınan ilişkilerin bileşimi olarak doğduğunu söylemek tarihsel gerçeklere daha uygundur. Kaldı ki, gerçekten, Abbasilerdeki İkta sisteminin askeri feodaliteye dönüşmesi üzerine meydana çıkan Türk-İslam feodalitesinin kalıntıları da, yerleşik boylar üzerinde hâlâ etkili bir model oluşturuyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküntü devrelerindeki ayan ve derebeylerin toprak üzerindeki mülkiyeti de, feodalitenin devlet dışındaki, çoğu zaman geçici, biçimleriydi.
Eski Türk kavimlerinde, feodal sisteme, devlet topraklarından pay alma, faydalanma hakkı anlamında “ülüş” denirdi. Bu sistemde, toprak mülkiyeti, yurtluk, inçü (has), kopı (mukataa), çerig yurtları (ikta), şeklinde dağıtılırdı.
Yaylak ve kışlakların, mülkiyeti efsanevi atalar tarafından verilmiş kabul edilen YURTLUK biçiminde idi.
Devletin esas topraklarına fetih yoluyla katılan topraklarına, İNÇÜ denirdi. Bu, hükümdarın öz mülküydü. Yönetimleri, “inçü divanı” tarafından yapılırdı.
Devlet ve hanlık ailesinin hizmetinde bulunan görevlilere ve kumandanlara askeri hizmetleri karşılığında, babadan oğla geçmek üzere verilen topraklara, KOPI adı verilirdi. Bu toprakların üzerindeki hâkimiyet biçimi, bir tür askeri derebeylikti.
Devlet hizmetindeki din adamlarına, şeyhlere ve bilginlere (din) verilen, babadan oğla geçen topraklara ARPALIK denirdi.
Türk-İslam derebeyliğinin başlıca karakteristiklerini, Fuat Köprülü şöyle özetliyor:
“-Derebeyler, genellikle şehirlerde yaşarlar, toprağın işlenmesi ile doğrudan doğruya ilgilenmezlerdi. Fakat Osmanlılarda ve Memluklarda, toprağa yerleşmiş derebeyleri de vardı.
-Yurtlukların dışındaki topraklar, kanun gereği, hükümdara aitti.
-Kuvvetli bir kimsenin veya toplumun koruyuculuğuna dayanan bir himaye sistemi vardı. Bu sistem sonucunda, Batı’dakinden farklı bir sosyal hiyerarşi ortaya çıktı. Korunan kişi, bu hakkı kuvvetli devletçilik sisteminden ve merkezden alıyordu.
-Köylü ile derebeyleri arasındaki ilişkilerin bütün ülkeler için geçerli değişmez bir sistemi yoktu. Avrupa’daki toprak köleliğine karşılık, Doğu’da köylü, kişi hürriyetine sahipti. Mısır’da ve Moğollarda kölelik sistemi olmasına karşılık. Selçuklularda ve Osmanlılarda kölelik yoktu.
-Büyük dirlikler, göreve bağlı olarak verilir, görev bitiminde başka bir derebeyine devredilirdi.
Türk-İslam devletlerinde Selçuklularda başlayan ve İlhanlılar tarafından geliştirilen derebeylik sistemi, Osmanlılar tarafından özellikle imparatorluk merkezi İstanbul’a yerleştikten sonra uygulanmaya başladı ve Fatih zamanında en verimli devresini yaşadı. Bu dönemde derebeyleri gelir, rütbe ve unvana göre düzene bağlandı. Buna göre, derebeylik şekilleri, küçükten büyüğe doğru, timar, zeamet ve has’tı. Herhangi bir ikta tasarrufu için hükümdardan izin alınırdı.” (Fuat Köprülü’nün “Ortazaman Türk-İslam Feodalizmi” başlıklı makalesinden özetlenmiştir, Belleten, 1941, sa-y.19)
Osmanlılarda da, toprağın esas kaynağını fetih oluşturuyordu ve fethedilen topraklar, İslamiyet’in başlangıcından beri, beytülmal denilen devlet hazinesine kalıyordu. Devlet, bu toprakların tasarrufunu kişilere bırakırdı. Özel mülkiyete konu olmayan fakat üzerinde tarımsal üretim yapılan bu topraklara miri arazi denirdi. Bu arazideki faaliyetten devletin harç alması masraflı bir organizasyonu gerektirdiğinden, Osmanlı devleti bu hakkı dirlik sahiplerine devrederdi. Toprak üzerinde esas olarak özel mülkiyet yoktu. Bunun bir istisnası, eski Müslüman devletlerden, özellikle de Selçuklulardan ve beyliklerden devralınan topraklardır. Selçuklulardan arta kalan ve üzerinde Türkmen beylerinin kendi feodal sistemlerini kurdukları bu topraklar, özel mülkiyet sayılıyordu. Osmanlılar, bu topraklar üzerindeki kazanılmış hakkı tanımak zorunda kaldılar. Bunun yanı sıra, Balkanlarda, özellikle de Macaristan’da fethedilen topraklarda, üzerinde bina bulunan topraklar, bahçeler ve bostanlar, sahiplerinde bırakıldı. Anadolu’da da, benzeri durumda bulunan toprakların bir bölümü, özel mülkiyet sayılabiliyordu. Reaya (bu terim, başlangıçta yalnızca Hıristiyan, ya da Müslüman olmayan diğer halklardan köylüler için kullanılırdı. Sonraları, bütün köylülüğü kapsayacak biçimde kullanılmaya başladı. Bu da, ilk yerleşik tarım nüfusunun Anadolu’nun Türklerden önceki yerleşik halkları olduğunu gösterir.) kural olarak, Bizans’ta olduğu gibi, toprak üzerindeki kullanma ve yararlanma hakkını (intifa hakkı) miras yoluyla devredebiliyordu. Ancak, arazinin tümü üzerinde “dirlik” hakkına sahip olanın hakları, reayanın haklarının üzerinde bulunurdu. Bir başka deyişle, reaya, “kullanma ve yararlanma” hakkını, başına dikilen dirlik sahibinin yönetiminde ve onun hakkının gerçekleşmesi için kullanabiliyordu.
Devlet toprakları da işletilmek üzere, değişik biçimler altında, bazen yalnızca kişiye özel kullanım hakkıyla, bazen da babadan oğla geçen mülkiyet biçiminde kişilere verilebiliyordu. “Dirlik” denilen bu topraklar üzerindeki hakkın esas olarak üç biçimi vardı:
TİMAR: Belirli hizmet karşılığında kişilere tahsis edilen ve yıllık geliri 1000 akçe ile 20.000 akçe arasında olan araziler, devlet hizmetinde bulunmuş kişilerin hizmetinin derecesine göre verilirdi. Osmanlı timar sisteminde, timar sahipleri, devletin memuruydular. Merkezin emri altında bulunurlardı. Timar sahibi, ticaretle uğraşamaz, başka bir yoldan para kazanamazdı. Böyle bir durumda, timarı elinden alınırdı. Hizmet karşılığı gelirinden yararlandıkları topraklar üzerindeki haklar ve mülkiyet veraset yoluyla geçmezdi. Timar sahiplerinin idari, mali, hukuki serbestlikleri yoktu. Batı feodal sistemiyle timarın benzerliği, gelirin devlet hazinesine girmeden, timar sahibinin eline geçmesiydi. Timar sahibi, devlete ait miri toprakları, devlet adına kullanırdı. Kendisine sahibi arz denirdi. Köylü (reaya) onu efendi olarak tanırdı. Timar, bir yandan devlete gelir sağlıyordu ve masrafa girmeden büyük bir askeri güç yığılmasına olanak tanıyordu, diğer yandan Timar sahiplerinin görevleri arasında sayıldığı gibi, köylünün korunması, toprağa bağlanması için de ortam hazırlıyordu. Timarlı sipahi, reayanın, artı-emeğinin ödenmemiş kısmına, emek, ürün ve para biçiminde el koymaktadır. Fatih kanunnamesi ile emek-hizmeti (angarya) nispeten azaltılmış, fakat nakdi ödeme yükseltilmiştir. (3)
ZEAMET: Yıllık geliri 20.000 ile 100.000 akçe arasında olan ve esas olarak askeri bir görev karşılığında tahsis edilen dirliklere zeamet denirdi. Bir başka adı, Büyük Timar’dı.
HAS: Geliri bir milyon akçenin üzerindeki dirliklere has denirdi. Fatih Kanunnamesi gereğince, bu topraklardan, yüz ile yüz yirmi bin akçe arasında vergi alınırdı. En büyük has, padişaha ve veziriazamlara aitti. Bunları derece ve rütbelere göre, vezirler, beylerbeyiler ve sancakbeyleri izlerdi. Has sahipleri, kendileri gidip vergi toplamazlar, Voyvoda denilen görevliler bu işi yapardı. Has kime verildiyse, o topraklardaki köylüler de has sahibinin gerçek malı olurdu. Köylü, elindeki toprağı iyi işlemezse, toprak elinden alınır ve başkasına verilirdi. Çünkü toprakların öşür ve rüsum gibi vergileri, has sahibi tarafından devlete ödenirdi.
İkta, Padişahın, birisine, bir toprağı mülk olarak ya da sadece gelirinden yararlanmak üzere verdiği topraklara denirdi. İkta, bir veya birkaç vilayette hüküm sürme hakkı anlamına geliyordu ve merkezi otoritenin zayıflamasına, siyasi iktidarın parçalanmasına yol açıyordu.
Özetlediğimiz bu sistemde, Avrupa’daki gibi, malikâne sistemine dayanan ve köylüleri “toprak kölesi” durumunda tutan feodaliteden görünüş özellikleri bakımından farklı bir uygulama vardır. Bununla birlikte, artı- ürüne el koymanın ekonomi dışı yöntemleri açısından bakıldığında, angarya ve zorunlu askerlik gibi uygulamalar ve özellikle “has” toprakları üzerindeki köylülerin de has sahibinin malı sayılması gibi özellikler bakımından, Anadolu köylüsünün sultan ve ona karşı sorumlu olan dirlik sahibi karşısındaki konumu, toprakla birlikte alınıp satılma dışında, Avrupa köylüsünden farklı değildir. “Sahibi mülk”, yani sultan, en büyük feodal olarak, bu hakkı kendisinde tutuyordu ve topraklarla birlikte, üzerinde yaşayan insanların da sahibi sayılıyordu. Çoğunun esas mesleği askerlik olan, “meslekten savaşçı” bu sınıf, aynı zamanda yüksek yaşama düzeyine sahipti ve gerek yaşam düzeylerini, gerekse iktidar içindeki yerlerini sürdürebilmeleri, ancak onlara hizmet edecek bir köylü sınıfının varlığı ile mümkündü. Savaşçı, Batı’daki gibi, hem toprak sahibi, hem de ağadır. Köylülerini sözde korur, toprağa bağlanmalarını sağlar, buna karşılık onlardan ürün alır ve her türlü angaryayı yükler.
Bu yapının, klasik feodal modelden farkı, merkezi bir devletin kendi feodal yöneticilerini atama yoluyla toprakların başına geçirmesidir. Kaldı ki, dirlik sahiplerinin, asker toplama ve devlet hazinesine para aktarma gibi görevleri, kendi egemenliklerini kurma yolunda kullanarak bağımsızlaşma eğilimleri gösterdikleri durumlar da çok ender değildi.
Osmanlılarda eyalet sisteminin çökmesinden sonra, (XVII. yüzyıl) derebeyliğin, taşra teşkilatına hâkim olmasının da, köklerinde bu olanak vardı. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren, kendi başlarına hüküm süren, daha önce Osmanlı hükümetinin memuru iken, yavaş yavaş vasalı haline gelen nüfuz ve kudret sahibi beyler ortaya çıktı. Beyler, XVII. yüzyılda, birer hanedan gibi davranmaya başladılar. XIX. yüzyıl başlarında derebeylerin hâkimiyetleri genişledi. Hükümetin nüfuzu yok denecek kadar azaldı. Babıâli, derebeylere, muhassıl veya mütesellim unvanı veriyor ve bu kimseleri, bulundukları bölgede, validen daha üstün görmek zorunda kalıyordu.
Aydın-Saruhan bölgesini idare eden, fakat nüfuzları İzmir ve Bursa’ya kadar uzanan Karaosmanoğulları; Yozgat, Kayseri, Ankara, Amasya ve Niğde civarını idare eden, Bozoklu Çapanoğulları; Canikli Hacı Ali Paşa ailesi, Kuşadalı İlyasoğulları… başlıca derebeyleridir.
KÖYLÜNÜN BAĞIMSIZLIĞI
Osmanlı İmparatorluğu’nun üretim biçiminin feodal olmadığını savunanlardan, Çağlar Keyder’in ileri sürdüğü iddialardan birisi de, Osmanlı’nın köylülüğün bağımsızlığına önem verdiğidir. Gerçekten Bizans feodalitesinde de, köylülük, kural olarak, toprakla birlikte alınıp satılan bir toprak kölesi değildi. Osmanlı, Bizans köylülerinin bu durumunu değiştirecek bir müdahaleye girişmedi. Toprak rejimi, Bizans’tan alındığı gibi ve kimi özellikler eklenerek korundu.
Köylülüğün bağımsızlığının korunması gerçekten Osmanlı için gerekli ve önemli miydi?
Aslında Osmanlı için asıl tehlike, mahalli otoritelerin oluşmasıydı. Bu, tıpkı Batı derebeyliğinde olduğu gibi, köylülerin esas olarak, derebeyini ya da devleti besleyecek, asker olarak kendisine katılacak bir yığın olarak görülmesinin sonucudur. Mahalli senyörlerin oluşması, bu bakımdan iki yanlı bir tehlike oluşturur. Bir yandan salt vergi olarak kendisine akması beklenen artı-ürün’ün kesilmesi anlamına gelecektir; diğer yandan da, köylülüğün potansiyel bir hasım için askeri güç olarak kullanılması olanaklı hale gelecektir. Bu yüzden, yerel beyler (derebeyleri), fazla güçlenmelerine izin verilmeyen, ama devletin genel düzeninin devamı için gerekli artı-ürün akışını da sağlayabilen bir güç konumunda bulunmalıydılar. Ne çok güçlü olup devletle kavgaya girebilmelidirler, ne de vergi toplayamayacak kadar zayıf olmalıydılar. Aynı şekilde, köylülük de, tümüyle derebeyine bağlanmamalı, onun malı haline gelmemeliydi, ama beyden kopup vergi vermeyen, askere gelmeyen bir başıbozuk da olmamalıydı.
Keyder, Bizans merkezi iktidarının, köylülerden yalnızca vergi talep eden bir ilişkiyi koruduğunu, bunun bağımsız köylülüğün de, devletin de işine geldiğini söylüyor. Bu ilişkinin kırılmasına yönelik bağımsız-yerel senyörler sisteminin ise, hem köylülüğün, hem de devletin tepkisiyle karşılanıp tutunamadığını anlatıyor. Senyör ve serf ilişkisinin karakterize ettiği feodalitenin yerine, Bizans’ta hâkim olan ilişki, böylece, merkezi devlet ile vergi vermekle mükellef bağımsız küçük köylülük ilişkisidir.
Burada tartışılması gereken konu, bunun bir tür feodalizm olup olmadığıdır. Merkezi otoritenin vergi toplama biçimi, doğrudan doğruya, yerel iktidar kurumlarının, bölgesel bir beyin, güç sahibi bir adamın omuzlarındadır. Bu adam zaman zaman gücünü, merkezi otoriteye başkaldırmaya kadar vardırır. Kendi adına vergi toplamaya, ordu kurmaya kalkışır.
“Mahalli senyörler, merkezi bürokrasiyi atlatarak köylülerden çekilen artığa el koymanın yolunu bulduklarında, bağımsız iktisadi güç elde ederek merkezi bürokrasi karşısında bir tehdit oluşturdular. Başka bir deyişle, mahalli senyörlerin bir ölçüde güç kazanmaları ve bu özerkliğin tarımsal artıktan kendine düşen paya el koyamayan merkezi otoriteye karşı bir tehdide dönüşmesi mümkündü. Örneğin 10. yüzyılda güçlü Anadolu hanedanları, kendi adlarına vergi toplamaya başlamışlardı. Bu kural dışı uygulama, mahalli iktidar sahiplerinin daha da güçlenmesi, merkezi bürokrasinin göreli olarak gerilemesi ve muhtemelen köylülüğün daha da yüksek oranda sömürülmesi demekti. Yine de mahalli güç sahiplerinin, rakip bir toplumsal sistemin kurucuları olarak konumlarını sağlamlaştırmalarına imkân verecek şartlar mevcut olmadığından, bu sapmalar, tarımsal yapının ve içerdiği sınıf yapısının dönüşmesine yçl açmadı.” (s. 16-17)
Burada, “rakip toplumsal sistem”, “içerdiği sınıf yapısı” gibi kavramların neyi ifade ettiği boşlukta kalmaktadır. Mahalli ya da merkezi otoritenin köylüden istediği, vergi kaynağı ve askeri güç olarak yararlanmaktır. Merkezi otorite ile mahalli senyörler arasındaki mücadele, bir sistem mücadelesi değildir. Sorun, kimin vergi toplayacağı ve köylüleri askeri güç olarak kullanacağıdır. Çekişmenin “bağımsız köylüler”, küçük üreticiler üzerinde cereyan etmesi, Avrupa feodalitesinden farklı bir durum ortaya çıkarıyorsa da, artı-ürüne el koymanın özel biçimi açısından bakıldığında, özü bakımından farklı bir ilişki söz konusu değildir.
“Senyörlerin bağımsız köylüleri serilere çevirmesi mümkün olmadı. Köylülük esas olarak aynı emek örgütlenmesiyle ve aynı toprak dağılımıyla, aynı ölçekteki üretimini sürdürdü. Mahalli senyörlerin güçlendiği durumlarda da, vergi/kira, daha önce merkezi otoritenin hizmetinde olan memurlar tarafından, aynı şekilde toplandı. Değişen tek şey, verginin nereye gittiğiydi. Mahalli özerkliğin sınırlarının genişlemesi, beraberinde, alternatif bir toplumsal proje getirmedi. Bu ise, toplumsal bir değişmeden ziyade, artığın kullanımının örgütlenme biçimleri olarak, merkezileşme ve âdem-i merkezileşmenin birbirini izlemesi demekti. Merkezin güçlü olduğu zamanlarda, artık ürün etkin biçimde imparatorluk bürokrasisine aktarıldı.”
Çağlar Keyder, vergi/kira toplamanın biçiminde değişiklik olmadığını, merkezi bürokrasi ya da derebeyi tarafından toplanmasının ilişkilerde bir değişikliğe işaret etmediğini söylüyor. “Değişen tek şey, paranın kimin hazinesine aktığıdır.” İkinci olarak, aynı paragrafta, beylerle merkezi otorite arasındaki mücadelenin, merkeziyetçilikle, merkezden kopma eğilimleri arasındaki mücadele olduğu ileri sürülüyor.
Merkeziyetçilik ve âdem-i merkeziyet kavramları, siyasal sistem bakımından bir birine tümüyle karşıt iki tavrı ifade eder. Eğer mücadele, gerçekten yönetim biçiminin ekseninde dönüyordu ise, mücadele eden tarafların birbirlerine karşı farklı siyasal rejimleri savunduklarını da varsaymamız gerekecektir. Merkeziyetçiliğe karşı, iki tür muhalefet olabilir: Birincisi, bağımsız ve yerel derebeylerin merkezi krallığa karşı kendi egemenliklerini savundukları merkezîleştirilmeye karşı koyma biçimindedir. Bu durum, uluslaşma sürecinde, ulus krallıkların yerel ve bağımsız derebeyliklere karşı, pazar birliğinin sağlanması yolundaki girişimlerinde görülmüştür. İkincisi ise, tarihte ilerici bir rol oynayan, uluslaşma süreçlerinin bir parçası halinde ve yerel-ulusal ekonominin kendi pazarına hâkim olma mücadelesinin bir sonucu olarak görülen merkezden kopma eğilimidir. Osmanlı’da, ne devlet ulusal pazarı birleştirmek ve tümüne egemen olmak için yerel otoritelere karşı savaşmaktadır, ne de yerel beyler kendi gelişen ekonomilerinin zorunlu bir sonucu olarak bağımsızlaşma eğilimine girmektedir. Her ikisinin de derdi, kır nüfusu ve tarımdan elde edilen artı-ürün üzerinde hâkimiyet kurmaktan ibarettir. Bu mücadelenin, “bürokrasiyle, derebeyler arasındaki mücadele” olarak yorumlanması da mümkün değildir. Doğrusu, mücadele, biri yerel kalmış diğeri ise merkezi bir devletin egemeni haline gelebilmiş iki feodal güç arasındaki mücadeledir. Çağlar Keyder’in, dediği gibi, mücadeleyi kim kazanırsa kazansın, “değişen tek şey, verginin nereye gittiği”dir.
Sonuç olarak, nasıl ki, bir derebeyi, topraklarının defterlerini tutmak, geliri-gideri hesaplamak için yanında beslediği adamlar, kurduğu ordular var diye “bürokrasinin egemenliğini” kurmuş olmazsa, Osmanlı padişahı da, öylece, bir “bürokrasi padişahı” sayılamaz.
Köylülüğün bağımsızlığı da, “nereden bağımsız” olduğu noktasında önem kazanıyor. Osmanlıda reaya, topraktan ayrılması yasaklanan insandı. Ziraat onun başlıca işiydi ve bunun dışında herhangi bir işle uğraşması yasaktı. Özellikle, yönetici sınıflar içinde yer alabilecek bir değişikliği reayanın yaşaması mümkün değildi. “Reaya, ata binüp kılıç kullanmak yoktur” sınırlamasını koyan yasaya göre, reaya, soyu sopu ile toprağa bağlanmış bir sınıftır. Aynı yasa, “raiyet oğlı, raiyettir” diyerek, bunu belirler. Göç eden, “çifti bozan” reaya, gittiği yerden tutulup bağlı olduğu toprağa getirilir. Reaya, eğer göçtüğü yerde, on beş yıl kalmayı becerebilmişse, geri götürülmekten kurtulur.
XVI. yüzyılda “çiftbozan” sayısı olağanüstü artınca, Osmanlı, bundan vergi alarak kârlı çıkmaya ve çiftbozmanın kurala bağlı bir hale getirilmesine çalışır. Bütün bu göstergeler, büyük göçlerle kırılıncaya kadar, köylülüğün toprak üzerindeki diğer mallar gibi, toprağa bağlı bir statüsü olduğunu gösteriyor. En basit deyimle, bu, serbest bir emek piyasasının olmadığının işaretidir. Bu da, köylünün “bağımsızlığı” hakkındaki saptamayı yanlışlayan bir olgudur. Bağımsızlık, yerel bir otoriteye, yerel bir toprak sahibine karşı bağımsızlık anlamında kullanıldığı sürece doğrudur, fakat Osmanlı toprak rejiminin genel niteliği göz önünde tutulduğunda, bu “bağımsızlık”, merkezi feodal sisteme bağımlılık anlamı kazanmakta ve “Avrupa feodalizmi ile temel farklılık” olarak gösterilen bu özellik, “fark belirleyen” özellik olmaktan çıkmaktadır.
Kaldı ki, topraktan alınan verimin azalmasına yol açan bu durumdan, doğrudan doğruya toprağın dirlik ya da iktâ olarak kendisine verilen kişi sorumlu tutulmakta ve gelirin azalması halinde, kullanan kişiden alınarak bir başkasına verilmektedir. Böylece, toprağın tasarrufunu elinde bulunduran kişiye, köylüler üzerinde ekonomi dışı bir zor uygulaması için de kapı açılmaktadır. Bu da, Avrupalı senyörün, yerinde uyguladığını, Osmanlı’da merkezi otoritenin, uzaktan ve dolaylı olarak uygulaması anlamına gelmektedir.
Bütün bu gerekçelerle, Osmanlı rejimini tanımlayan en uygun kavram, “merkezi feodal” olmaktadır.
Feodaliteyi karakterize eden başlıca unsurun, yerel iktidar olarak toprak üzerinde mülki ve askeri hâkimiyet sahiplerinin bulunması olduğu kabul edilirse, bir imparatorluğun kendisinin feodal olduğunu söylemek çelişki gibi görünür. Oysa Osmanlı İmparatorluğu gibi, kendisine özgü gelişme koşulları bakımından, yerel senyörler kurumunun doğmasına izin vermeyen ama, toprak ve üzerinde yaşayanlarla olan ilişkiyi ve artı-ürüne el koymanın ekonomik ve ekonomi dışı yollarını feodal tarzda kuran bir kurum için bu terim yerindedir.
OSMANLI VE KAPİTALİZM: KAPİTALİZM ÖNCESİ SERMAYE BİÇİMLERİ
Çağlar Keyder, Türkiye’de, burjuvazinin hâkimiyetinin kurulamamasının nedeni olarak da, tarımsal yapının özelliklerini gösteriyor. Ona göre, Osmanlı İmparatorluğu döneminde toprakta özel mülkiyet bulunmadığından ve sermaye sınıfı olarak kabul edilebilecek azınlık Hıristiyan burjuvazisinin de büyük bölümü ülkeden çıkarıldığı için, “özerk toplumsal tabana dayanan toprak sahibi bir sınıfın” çıkması mümkün olmamıştır. “Aynı zamanda”, diyor, Çağlar Keyder, “yabancı sermayeyle bağlantılı, bir ‘oligarşik’ hakimiyet ihtimali de yoktu. … Bunun yerine, bürokrasi ile yeni gelişen burjuvazi arasında bir mücadele başladı.”
Oysa tarımda timar sisteminin çözülmeye başlaması ve bunun yerine mukataa’nın geçmesi, bir yandan devletin toprak üzerindeki merkezi denetimini kırmış, diğer yandan da, toprak gelirinden oluşan bir ilkel sermaye birikiminin yolunu açmıştı. Mukataa (iltizam), feodal rantın, devlet, mültezim ve tefeci sermayesi arasında bölüşülmesinin bir biçimini yarattı. Burada artık, timar gibi, hizmet karşılığında toprağın kullanılması ve ondan yararlanılması, belirli bir kişiye özel koşullarla verilmiyor, doğrudan doğruya bu haklar devlet tarafından satılığa çıkarılıyordu. Toprak üzerindeki hakları belli bir dönem için satın alan mültezim, devlete de, anlaşmanın koşullan gereği, belli bir süre sonunda belli bir miktar ayni ve nakdi bedel ödüyordu. Bu sistemin nasıl bir baskı ve sömürü mekanizmasını beraberinde getireceği açıktır. Mültezim, devletle olan anlaşması gereği ona ödeyeceği bedeli, belli bir süre içinde köylüden fazlasıyla toplamak zorundaydı. Çünkü köylüden toplanacak olan, yalnızca devlete ödenecek miktar olarak kalamazdı: Kendisine kalacak olan ve iltizam bedelini aldığı tefeciye ödenecek olan miktar da köylünün emeğinden çıkarılacaktı. Devlete ödenecek miktar peşin olarak verileceği için, mültezim, bu parayı önce tefecilerden toplardı. Sonra da köylüden, bir ile üç yıl arası bir süreyle, tefeciye ödenecek borcu faiziyle birlikte çıkaracak bir miktarı ve kendi saltanatı için gerekli miktarı toplamaya çalışırdı.
Mukataa sistemi, başlangıçta bir tür tahsildarlık gibi işlerken, sonradan ticarete konu olan bütün vergileri devletle paylaşan bir para servet sahibinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu da, topraktan bağımsız bir büyük para-servetin birikimini sağladı. (4)
Tefecilik, kır ilişkilerinin bir sonucu olarak kazandığı boyutlarıyla iltizamın işlemesine yetecek bir birikime sahip olmadığından, “Galata Bankerleri” denilen ve uluslararası bir ağa sahip yabancı tefeciler, kendileri için verimli bir alan buldular. Bu arada, kimi timarlar, iltizamla yönetilmek üzere mezata çıkarılmış, açık artırmayla satılmaya başlanmıştır. Bu andan itibaren de, artık devletin merkezi otoritesinin ortadan kalktığı, tefeci-bankerler aracılığıyla uluslararası para hareketine bağlanan, mültezim ve üretici arasındaki ilişkinin belirlediği bir dolaşım kurulmuştur. Bu, devletin tefeci-banker sermayesine olağanüstü borçlanması sürecinin de başlangıcını oluşturmuştur.
Görünüşte ve kural olarak, toprakta özel mülkiyet yoktur. Fakat toprak, büyük bir para-servetin elde edilmesine olanak verecek biçimde özel kişiler elinde bulunmakta, artı-ürün ve rant kaynağı olarak kullanılmaktadır. Buradan bir büyük burjuva sınıfının doğmamasının nedeni, toprak üzerindeki mülkiyetin biçimi değil, elde edilen servetin dolaşım ve yeniden üretim koşullarıdır. Para-servetin, sermaye haline gelebilmesi için -ki, burjuva sınıfının gelişmesi buna bağlıdır- genişletilmiş yeniden üretim süreçlerine girmesi gerekir. Paranın “tekrar tekrar dolaşıma girmesi” (Marx), sermayenin oluşması ve birikimi için başlıca koşulken, Osmanlı’da, servet kaynağı, yalnızca toprak ve üzerindeki emek arasındaki ilişkinin her defasında daha da artan bir baskıyla ürüne dönüştürülmesinden ibarettir. Buradan elde edilen para ise, tefeciye, bankere, devlete ödenir ve mültezimin saltanatına harcanır. Üretici emeğin karşılığı ise, para olarak değil, ürün ya da mal olarak ödendiği için, köylünün eline de para geçmez ve asla birikmez.
Bunun yanı sıra, “toprakta özel mülkiyetin olmadığı” tezi, ayrıntılar göz ardı edildiğinde, temel bir veri haline getiriliyor ki, Osmanlı mülkiyet sisteminin kimi özellikleri, bunun gerçekte bir abartma olduğunu göstermektedir. Gerçekte, imparatorlukta toprak üzerinde mülkiyetin değişik biçimleri vardı: Devlet mülkünün yanı sıra, vakıf mülkleri, aşiret ya da kabile mülkleri ve özel mülk bir arada bulunuyordu. Kuşkusuz burada niceliği bakımından belirleyici olan, devlet mülkü topraklardı. Onların da kullanım ve yararlanma biçimi bakımından, bireysel servetin kaynağı haline gelebildiğini, dolayısıyla “devlet mülkü” olma özelliğinin sözde kaldığını gösteren olguları yukarıda özetledik.
Devlet mülkü biçiminde tanımlanan topraklar üzerindeki özel tasarruf hakkının yol açtığı karışıklıklar, 1960’lı yıllara kadar devam etmiş ve 1966’da çıkarılan bir yasayla, ellerinde imparatorluktan kalma senetler bulunan eski timar sahiplerinin ve mültezimlerin torunları, toprakların mülkiyet hakkını da ele geçirmişlerdir. Bu, gerçekte biçimsel bir düzenlemeydi ve toprak, senetli kullanımdan “tapulu mal” haline geçmişti. (5) O yıllarda, (1966–1971 arası), Anadolu’nun her yerinde ve toprak sorununun esas olarak bulunmadığı varsayılabilen Akdeniz ve Ege köylerinde yaşanan “toprak işgalleri” biçimindeki köylü eylemlerinin nedeni de bu idi. Kentlileşmiş mültezim torunları, uzun yıllardır varlığını bile unuttukları “atadan dededen, padişah fermanıyla kalmış topraklarına” birer toprak beyi olarak dönebilirlerdi. Bunu pek azı yaptı. Çoğu, yine atadan dededen gördükleri usullerle, toprağı bir üretim aracı olarak değil, rant aracı olarak değerlendirdiler.
Gerçekte, Osmanlı’da, köylülerin tasarruf hakkı, 1858 yılında çıkarılan bir kanunla, borcuna karşılık ipotek olarak gösterilebilir hale getirilmiş ve özel mülkiyetle tasarruf hakkı birbirine karışmıştı.
Bu noktada, tekrar “bürokrasinin egemenliği” tartışmasına dönebiliriz.
Tarımdaki mülkiyet ilişkilerinin, giderek devlet topraklarının özel mülk biçimini alması süreçleri, özellikle Osmanlı’nın son yıllarında, yerli azınlık ve yabancı bankerlerin, toprak sahiplerinin, tüccarların ve kısmen de yabancı sermaye işletmecilerinin ekonomiye egemen olma süreçleriyle çakışmaktadır. Şu halde, başta komprador liman burjuvazisi olmak üzere, tarımdaki artı-ürünün dolaşımı ve işlenmesi mekanizmalarında yer alan, buna artı-değer sömürüsünü de ekleyerek, Osmanlı ekonomisini Avrupa kapitalizminin bir eklentisi durumuna getiren bir burjuva ve feodal sınıf egemenliği dönemi başlamıştı.
Bürokrasi, esas olarak, Avrupa’nın ekonomik ve siyasal hedeflerinin somutlandığı bu sınıfların ihtiyaçlarına, kendi aralarındaki çelişme ve çatışmalara paralel gelişen bir uygulayıcı konumundaydı.
Emperyalistler arasındaki dünya çapında çelişkiler ve savaş koşulları da, bürokrasinin şekillenmesinde ve uyguladığı politikalarda rol oynuyordu.
Bütün bu çelişkiler ve gerek imparatorluk içinde, gerekse uluslararası ilişkiler planında büyük sarsıntılar yaratan çatışmalar ortamında, bürokrasinin uyguladığı politikaları tayin eden faktörler, esas olarak, egemen sınıf bileşiminin karmaşık ve değişken yapısında, egemen sınıf fraksiyonlarının bağlı olduğu emperyalist ülke ile olan ilişkilerde, yerli feodal-burjuva katmanların egemenlik mücadelesinde bulunacaktır.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE DEVLET VE SINIFLAR
Çağlar Keyder, Türkiye’nin siyasal tarihine karakterini veren çelişme olarak gördüğü “Bürokrasi-burjuvazi çatışması”nın kendince tipik örneklerini esas olarak Cumhuriyet döneminde bulmaktadır.
Milli Mücadelenin sosyal sınıf tabanını, yerli feodal burjuvalar olarak adlandırabileceğimiz, tüccar, ayan ve eşraf örgütlerinin ekseninde hareket eden kent ve kasaba emekçileri ve esas olarak da köylüler oluşturuyordu. Milli Mücadelenin öncülüğünde ise başlıca çelişkileri, azınlık banker-tefeci ve komprador tüccarlarla olan Türk-Müslüman tüccarlar bulunuyordu. Daha Mustafa Kemal Anadolu’ya geçmeden önce, “Kuvayi Milliye”, “Müdafaayı Hukuk” cemiyetlerinde bir araya gelerek, Yunan askeri işgaline karşı silahlı direnişi örgütleyen ve bu mücadeleye siyasal bir biçim vermeye girişen, onlardı. Mustafa Kemal, hiç olmayan bir hareketi başlatmış, ya da Milli Mücadeleyi tepeden tırnağa örgütlemiş değildi.
Çağlar Keyder ise, bu sürece ilişkin olarak, tümüyle olayı tersinden gören bir yorumu benimsiyor.
“Müslüman tüccarların ve toprak sahiplerinin davaya bağlanmasıyla, milliyetçi hareket güçlü bir toplumsal taban kazanmıştı; bu tabanı belirleyen ülkeden ayrılmış veya kovulmuş burjuvaziye muhalif olan konumuydu.”(6)
Bu anlatıma bakılırsa, tıpkı resmi tarih yazarlarının anlattığı gibi, Erzurum Kongresi’ni toplayan da Mustafa Kemal olmalı! Oysa Mustafa Kemal, Samsun’a geldikten sonra, Amasya ve Sivas’a uğramış, Erzurum’da yerel eşraf ve tüccarın öncülüğünde bir kongre toplanacağını haber aldıktan sonra oraya gitmiş ve kongreye katılanlar tarafından önceleri hiç de iyi karşılanmamıştır.
Aynı zamanda, Ege ve Trakya’da benzeri girişimler yapılıyordu ve bunların örgütlenmesi, 19 Mayıs 1919’dan çok önce başlamıştı. Bir başka deyişle, eğer bürokrasinin temsilcisi olarak görürsek Mustafa Kemal’i, o, kendi sosyal tabanının çağrısına biraz gecikerek uymaktan başka bir şey yapmış olmamaktadır.
Milli Mücadelenin temel ekonomik hedeflerini ve zaferden sonraki uygulamaları yönlendiren de, bu sınıflardır.
Keyder, yanlış yorumuna doğru verileri kullanarak ulaşıyor:
“Müslüman tüccar ve iş adamları ise, elde ettikleri ayrıcalıkları savunmak ve Hıristiyan azınlıkların hazırlayıp terk ettiği bol kazanç getiren konumları ele geçirmek için, siyasal kayırmadan etkin bir biçimde yararlandıkları İttihat ve Terakki dönemini uzatmak istiyorlardı.”(7)
Tabii, mantıksal olarak, eğer İttihat Terakki dönemi uzatılmak isteniyorsa, bu, İttihat ve Terakki Fırkası’nın bir bürokratlar partisi değil, Müslüman tüccar ve işadamlarının partisi olduğunu gösterir. Fakat bu cümlede tarihsel durumla uyuşmayan bir saptama vardır: Müslüman tüccar ve işadamlarının büyük bir çoğunluğu, İttihat ve Terakki Fırkasını, azınlık burjuvaziyle banker-tefeci ittifakının partisi olarak gördüğünden, çoğunlukla Hürriyet ve İtilaf Fırkası yanlısıydı. Mustafa Kemal, desteğini almaya mecbur olduğu bu kesimler karşısında, kendisinin “İttihatçı” olmadığını kanıtlamak için, bütün mücadele boyunca epey zorlanacaktır.
Zaferden sonra, özellikle büyük mübadele yıllarında, bir milyondan fazla Rum’un ülkeden ayrılmak zorunda bırakılmasından arta kalan mülk ve servet, Müslüman eşrafın eline geçmişti. Keyder’e göre, bu, bürokrasinin, kendi mücadelesini destekleyen tüccar ve eşrafa bir ödülüdür! Açıkça söylenirse, bürokrasi, Milli Mücadele’ye katıldığı için, eşrafı ve tüccarı ödüllendirmiştir! Doğrusu, tüccar ve eşrafın, Milli Mücadele’yi başlatma amaçlarına uygun olarak, bürokrasi, onların temel talepleri doğrultusunda bir politikayı yürürlüğe koymuştur. Bütün milli mücadeleye rengini veren temel talep bu idi ve bürokrasinin bundan başka herhangi bir savaş sonrası politikası olamazdı.
İktidar ve sınıflar arasındaki ilişkiyi ters yüz eden bu analizin ulaştığı sonuçlardan bir başkası şöylece özetleniyor: “1914–24 arasında Rum ve Ermeni burjuvazisinin ülkeden ayrılması ya da çıkarılmasıyla, Osmanlı burjuvazisi, iktisadi, siyasi ve ideolojik kazançlarını kaybetti. Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü, bürokrasinin iktidarını korumasını ve devlet merkezli bir sosyo-ekonomik dönüşümü kontrol etmeye ve yönlendirmeye girişmesini mümkün kıldı.” (8)
Bürokrasinin etkin görünmesinin nedeni, gerçekten burjuvazinin güçsüzlüğüdür. Ama izlenen bütün ekonomi politikaları, burjuvazinin kendi güçsüzlüğünü gidermeye yöneliktir. Nitekim daha sonraki bölümlerde, Keyder, Milli Mücadele sonrasında, “beş yıl boyunca, yerli burjuvazinin zenginleşmesine izin verildiğini” (9) yazmaktadır. Bu anlatım tarzının ifade ettiği duruma göre, bürokrasi, iktidarını sağlama almak için, burjuvazinin fazla güçlenmesini istemiyor, ama zaman zaman, onun birazcık zenginleşmesine izin veriyor! Bunun karşılığında, “Ticaret burjuvazisi, savaş öncesi dönemde tomurcuklanmaya başlayan burjuva kültürel gelenekleri de sürdürmedi. Bir başka deyişle, sivil toplum kurma hakkından vazgeçerek, karşılığında para kazanma ayrıcalığını aldı.” (10)
Burjuvazinin “para kazanma”sı, tümüyle devlet olanaklarının ve hatta kimi zaman kolluk kuvvetlerinin desteğinin hemen omuz başında bulunmasına bağlıydı. Gerek azınlık burjuvazisinin ve Avrupa sermayesinin baskısı, gerekse uluslararası koşullar, siyasal bakımdan, ticaret burjuvazisinin bir “sivil toplum” projesi geliştirmesine ve uygulamasına olanak verebilecek durumda değildi. Keyder bu güçsüzlüğün sosyal, ekonomik koşullarını ve uluslararası ilişkiler bakımından zorunluluğunu görmek yerine, burjuvazinin bürokrasiye bir tavizi olarak değerlendiriyor.
Daha önceleri, Prens Sabahattin çevresinin ileri sürdüğü “âdemi merkeziyet ve teşebbüsü şahsi” prensiplerinin uygulanabilmesine, ticaret sermayesinin yaratabildiği birikim de yetmezdi, bu sermaye etrafında seferber edilebilecek sosyal güç de buna olanak tanımazdı. Bir bakıma, bu proje, Osmanlı burjuvazisinin gelişme düzeyiyle uyuşmayan, doğrudan doğruya Prens Sabahattin’in (ki Sultan Abdülmecid’in torunudur), İsviçre’de, Fransa’da gördüğü eğitimin ve Avrupa’da gelişen yeni görüşlerin etkisiyle geliştirdiği bir projedir ve ülke içinde nesnel koşulları yoktur. Nesnel duruma uygun olan, burjuvazinin o günkü koşullar içinde kendi programı olarak benimseyebileceği, Prens Sabahattin’in muhalifi olduğu İttihat ve Terakki Fırkasının uygulamakta olduğu programdır. Dolayısıyla, Prens Sabahattin’in görüşlerini, burjuvazinin bir ara benimseyip sonra da bürokrasi ile uzlaşma uğruna terk ettiği görüşler olarak değerlendirmek, tümüyle yanlıştır. Prens Sabahattin’in görüşleri, zamanına göre oldukça ilerici bir içeriğe sahipti, ama bunun Osmanlı burjuvazisinin nesnel gelişme düzeyiyle bir ilişkisi yoktu.
Keyder’e göre, Cumhuriyet döneminde bürokrasinin iktidarını sağlamlaştırmasına ve burjuvazinin gerilemesine yol açan olaylardan birisi de, Şeyh Sait isyanıdır. Şeyh Sait isyanı dolayısıyla ilan edilen sıkıyönetim ve Takriri Sükûn Kanunu, “hükümete otoriter bir yönetim için gereken kurumsal çerçeveyi” sağlamakla kalmıyor, “burjuvazinin, bürokrasi karşısında iktidar mücadelesini kolayca sürdüremeyeceği anlamına da geliyordu.” (11)
Kimdir, bürokrasiye karşı iktidar mücadelesi sürdüren burjuvazi? Şeyh Sait’in önderliğindeki yoksul Kürt köylüleri mi, isyan bahane edilerek tutuklanan komünistler mi, sendikaları, partileri, dernekleri kapatılan işçiler mi?
Gerçek şu ki, gerçekten iktisadi bakımdan oldukça zayıf olan burjuvazi, sermaye birikiminin olanaklarını, yoğun sömürü ve siyasi baskı koşullarında görüyordu. Emperyalizmin, yeni kompradorları olabilmek, bir yandan Avrupa sermayesi ile ilişkilerin düzenlenebilmesi için, siyasi ve kültürel kimi reformlar yapmayı gerektiriyordu, diğer yandan iç siyaset bakımından da, kendi pazarına ve hammadde kaynaklarına, emek gücüne hakim olabilmeyi… Şeyh Sait isyanı, bütün bu ihtiyaçların karşısına bir engel olarak dikilirken, giderilmesi için geliştirilen siyasi araçlar da, aynı zamanda, aynı yolun açılabilmesinin olanaklarını oluşturdu. Dolayısıyla, Takriri Sükûn Kanunu, emekçi halk ve işçi sınıfının “zapturapt altına alınmasını” sağlarken, sermayenin birikimi ve merkezileşmesi için de yolun açılması için gerekli siyasi düzenlemeleri içeriyordu. Hiç kuşkusuz, aynı zamanda, burjuvazinin kimi muhalif kesimleri de bu darbeden nasibini alıyordu; ama bürokrasi, esas olarak, burjuvazinin tümünün temel ve kalıcı çıkarları doğrultusunda hareket ediyordu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ise, tıpkı açılması gibi, burjuvazi için, yalnızca yükselen muhalefeti kanalize etmek bakımından bir ihtiyaçtı. Bizzat Mustafa Kemal’in izni ve atamaları ile açılan bu parti, beklenmedik bir halk muhalefetinin ekseni haline geldiği için kapatıldı. Kemalist diktatörlüğe karşı birikmiş bütün halk hoşnutsuzluğu, daha sonra Demokrat Parti’nin etrafında ortaya çıkacak olan ikinci belirişinde olduğu gibi, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın gölgesinde açığa vuruldu. Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Fethi Okyar’ın başkanlığını yaptığı partinin İzmir’deki bir mitinginde, iktidar partisinin binası ve iktidar yanlısı gazeteler saldırıya uğradı ve Serbest Fırka, denetlemeyi umduğu halk muhalefetinin bir aracı haline gelmeye yöneldi. Bunun üzerine, parti bizzat kurucuları tarafından, kuşkusuz Atatürk’ün direktifiyle kapatıldı.
İttihat Terakki kadrolarıyla çok eskiden beri sürüp gelmekte olan çelişkiler de, bu noktada kendisine bir çözüm olanağı buldu.
Siyasi tarihte, bu türden kapışmaları ve çetin hesaplaşmaları, burjuva klikler arasındaki ekonomik ve siyasal program farklılıklarından doğan hesaplaşmalara bağlayabilmek, genellikle şematik bir soyutlamayla mümkündür. Burjuva egemenlik koşullarında, burjuva klikler arasındaki farklı talepler yüzünden, bunlardan herhangi birinin diğerini devlet aracılığıyla ezmesinin, ya da siyasetten uzaklaştırmasının fazla örneği yoktur. Türkiye siyasi tarihindeki kimi kanla biten çatışmaların ardında farklı sektör çıkarlarını, farklı kliklerin sistem içindeki durumlarını aramak yanlıştır. Türkiye’de burjuvazi bu ölçüde ayrışmamış ve çıkarları birbirine bu kadar karşıt hale gelmemiştir. Kapışma, daha çok siyasi temsilciler aracılığıyla gerçekleşir ve çoğunlukla da, siyasi temsilciler arasındaki çatışmalar, burjuva kliklerin kendi aralarındaki çelişkilerinin gerçek içeriğini aşan biçimler alabilir. Bunun nedenini, siyasi partilerin işlevlerinde, yapılarında ve sınıfla olan ilişkilerinin hareketli değişkenliğinde aramak gerekir. Devlet, siyasi partilerin üzerinde durur ve onların işlevlerini yitirdiği ve sınıfın temel ve kalıcı- çıkarlarını temsil etmekte yetersizliğe düştükleri noktada devreye girer. Egemenlik aracı olmak bakımından etki ve gücünü yitirmiş siyasi temsilciler, parti, lider ya da kadro düzeyinde yeni bir statü kurulmasının zorunlu olduğu hallerde, kelimenin tam anlamıyla harcanırlar. Devlet, sınıflar ve partiler ayrı ayrı kurumlar olarak görünse de, sonuçta bunların tümü aynı sınıf egemenliğinin değişik aygıtlarıdır.
Devletin, egemen sınıftan bağımsız görünmesine yol açan, birkaç görüngü sayılabilir: Devlet, çoğu zaman, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmaların üzerinde yer alır. Devletin genel ya da bir soruna özgü politikası, egemen sınıf sözcüleri tarafından, hatta kimi zaman sınıfın tüm temsilcileri tarafından eleştirilebilir. Devlet politikaları ile egemen sınıfın tercih ettiği politikalar arasında, önemli farklılıklar bulunabilir. Bunun bir örneğini, günümüzde de yaşıyoruz. Kürt sorununun çözümü konusunda, devletin temel kurumlarının (ordu, polis, bürokrasi) tercihleriyle, burjuvazinin başlıca ağır toplarının önerileri arasında, önemli farklılıklar bulunmaktadır. Avrupa Birliği konusunda da uzun vadeli perspektifler bakımından değilse bile, kısa vadede uygulanacak taktikler ve atılması gereken adımlar konusunda, önemli farklılıklar bulunduğu gözlenmektedir.
Bu farklılıklar, devletin “bağımsızlığından”, bürokrasinin ayrı bir sınıf oluşturmasından kaynaklanmıyor. Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki farklılık ve çelişmeler, devlet politikalarına doğrudan doğruya yansımazlar. Devlet politikaları, görece daha uzun vadelidir ve fraksiyonlar arasındaki farklılıkların ya bir ortalaması, ya da uzun vadedeki kesişme noktaları üzerine kuruludur. Devletin asıl görevi, burjuvazinin şu ya da bu hizbine hizmet etmek değil, doğrudan doğruya burjuvazinin emirlerini yerine getirmek değil, kurulu düzeni korumak ve devam ettirmektir. Devlet örgütünün kimi birimleri, hiç kuşkusuz, sermaye birikiminin ve dolaşımının günlük ihtiyaçlarının karşılanmasına, burjuvazinin ekonomik ve siyasal sorunlarına acil çözümler üretilmesine ayrılmıştır ve burada, burjuvaziyle bürokrasi arasında kimi zaman bir “emir komuta” ilişkisinin bulunduğu da gözlenebilir. Ama bu ilişkiyi, devletin bütünü içinde ve her zaman aramak, bulamayınca da, bürokrasinin burjuvaziden bağımsız bir sınıf olduğu sonucuna ulaşmak yanlıştır.
Devletin genel ve uzun vadeli programlarını belirleyen başlıca unsurları şöyle özetleyebiliriz:
-Egemen sınıfların temel ve genel çıkarları,
-Karşı karşıya bulunan sınıflar arasındaki çatışmanın muhtemel eğilimleri ve bu eğilimlerin genel düzen açısından taşıdığı anlam,
-Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki uzlaşma noktaları ve genel çıkar bakımından bunların rolü,
-Uluslararası durum.
Bütün bunlar, “kurulu düzenin korunması ve sürdürülmesi” genel hedefine bağlı olarak, her özel durumda göz önünde tutulan parametreler rolü oynar.
Bunlar arasında, karşılıklı etkileşme vardır ve her bir unsur, diğerinin alacağı yeni bir nitelik karşısında, yeniden biçim ve içerik kazanabilir. Kuşkusuz bunlar içinde, diğerlerinin biçimini, etki gücünü ve diğerleriyle bağıntısını belirleyen esas unsur, karşı karşıya bulunan sınıflar arasındaki çatışmanın güncel, tarihsel ve geleceğe ilişkin eğilimleriyle oluşturduğu genel niteliktir.
Dolayısıyla, devleti, burjuvazinin günlük hesaplarını tutan ve her durumda onun en acil ihtiyacını tespit edip günlük kararlar veren bir memurlar örgütü olarak göremeyiz. Bu takdirde, burjuvazinin tümünün ya da bir kesiminin o andaki yönelimleriyle devletin görece uzun vadeli “koruma ve kollama” görevi arasında görülebilen farklılıklar, bürokrasinin bağımsız davrandığı kanısını uyandırabilir. Burjuvazinin programlarının devlet programı halini alması, bir dizi dolayımdan geçerek gerçekleşir. Burada, çoğu zaman egemen sınıfın gelişme koşullarıyla bire bir çakışmayan devletin kuruluş tarzı, gelenekleri, görece kalıcı ve bir sürekliliği olan ideolojisi, yukarıda saydığımız diğer faktörlerle birlikte, egemen sınıfın plan ve programlarının devlete yansıması koşullarını birlikte belirler.
Bu farklılıklar, devletin egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı olması gerçeğini değiştirmez.
Özetle, egemen sınıf, politik, ekonomik, kültürel egemenliği elinde tutan, toplumsal hayatı, hukukuyla düşünme biçimleriyle yeniden üretebilmenin kendine özgü tarzını geliştirebilmiş olan sınıf demekse, bu ilişkiler bütünü içinde, sınıf ve devlet, bir ve aynı tarihsel sürecin bağıntılı kategorileri olarak düşünülmelidir. Tersine, devlet ve sınıf ayrı ayrı gelişmiş birbirinden bağımsız olgular olarak görünürler ve sonuçta, siyasal egemenlik, “bir sınıfın devleti ele geçirmesi” olarak tanımlanabilir. Bu yanlış tanım, sınıf egemenliği ve iktidarı kavramlarını da, devlet üzerindeki egemenliğe indirgemeye yol açar ki, bu da bütün bir toplumsal varoluş üzerindeki egemenlik demek olan sınıf egemenliğini, şu ya da bu kurum üzerindeki egemenlikle sınırlamak demektir. Gerçekte devlet biçiminde örgütlenmiş bir egemenlik, toplumsal ve ekonomik egemenliğin en somut görünüşüdür ve bütün bunların toplamını ifade eder.
Türkiye Cumhuriyeti gibi, köklü ve geleneksel bir merkeziyetçi Osmanlı İmparatorluğu devletinin, bir ölçüde devamı olarak ortaya çıkmış bir devlette, bürokrasinin kendisine özgü yönetme gelenekleri ve toplumla ilişki biçimleri geliştirmiş olması kaçınılmazdı. Bu, tümüyle bürokrasinin ayrı bir toplumsal sınıf niteliği taşıdığı yanılgısına yol açacak görünümler de kazanabiliyordu. Öte yandan, sermaye birikiminin olağan koşullarının önemli ölçüde tahrip olmuş olması nedeniyle, üretici güçlerin geliştirilmesi, istihdam sorununun çözülmesi, sermaye dolaşımı ve birikimi için gerekli koşulların yaratılması, devletin elinde toplanan nakdin, sermaye olarak kullanılmasını zorunlu hale getiriyordu. Devletçilik, bürokrasinin kendisi için seçtiği bir yol değildi; esas olarak burjuvazinin kendi eksikliklerini, zayıflığını gidermesi için zorunlu olarak girdiği bir yoldu.
27 MAYIS 1960 ASKERİ DARBESİ
Keyder’e göre, 27 Mayıs askeri darbesi, aydınlar, askerler ve bürokratların sanayi burjuvazisini (henüz gelişmediği erken bir dönemde) destekleme planı çerçevesinde ilerlemişti. “Açıkça dile getirilen anti-popülist bir boyut içinde, (kalkınmacı) ideoloji, ülkenin sanayileşmesine hizmet eden teknokratik bir elitin oynayacağı rolü göklere çıkarıyordu. İşçi sınıfı henüz keşfedilmemişti; hâkim düşünce akımı ‘kapitalist olmayan’ yol eğilimleriyle birlikte Paul Baran’dan mülhem bir bağımlılık analizine dayanıyordu; bu düşünceye göre, iktidar yalnız kendi çıkarlarını gözeten kokuşmuş politikacılardan alınıp milliyetçi plancılara verilmeliydi.” (Keyder, s. 201)
Keyder, 27 Mayıs darbesi sonrasında, dünyanın genel gidişine paralel olarak kimi etkili aydın grupları tarafından savunulan bir düşünceyi, darbenin başlıca amacı olarak gösteriyor.
Darbecilerin esas çekirdeğini oluşturan genç ve görece düşük rütbeli subaylar, kuşkusuz, Demokrat Parti iktidarı altında, ordunun geleneksel rolünün arka plana itilmesinden duyulan hoşnutsuzluğu en derin biçimde yaşıyordu. Maaşlar düşüktü ve özellikle de “Atatürk ilke ve inkılâplarından taviz verilmesi” gibi, kışkırtıcı bir de ideolojik gerekçe vardı. Ortadoğu’da, önce Mısır’da Nasır’ın başını çektiği bir “ilerici askeri yönetimler” baş göstermişti ve bu yönetimlerin emperyalizmle ilişkileri sınırlayan, milli kalkınmacı programlar izlemesi ve Sovyetler Birliği’ne yakın bir konumda bulunması da, uluslararası bir örnek oluşturuyordu. Fakat daha ilk darbe hazırlıkları sırasında, ABD gizli servisi Türkiye’de olası bir gelişmenin önünü kesecek önlemleri almış bulunuyordu ve ABD yönetiminin, kitlesel muhalefet karşısında, Menderes iktidarını gözden çıkarmış olmasına paralel olarak, askeri hareketin el altından desteklendiği ve yönlendirildiği bir kompozisyon yaratılmıştı. Bu yüzden, darbenin ilk bildirisi, NATO’ya, CENTO’ya bağlılığı önemle vurgulamaktaydı.
Darbecilerin, siyasi durumu genel bir anarşi ve “kardeş kavgası”ndan kurtarmak olarak formüle ettikleri ve aslında, devletin kaybolmakta olan otoritesini yeniden kurmak, siyasi çelişmelerin devlet katında yarattığı bölünme ve etkisizleşmeyi durdurmak olarak ortaya çıkan temel eğilimlerinin soyutluğu, sonradan genel ekonomik ve sosyal problemlere bağlanarak netleştirilmek istenmiştir. Bu belirsiz ve karmaşık ortamda, Demokrat Parti’nin baskıcı rejiminden kurtulan bütün düşüncelerin ve siyasi eğilimlerin sistemsiz ve aslında hiçbiri genel bir çizgi durumuna yükselemeyen talepleri, sınıflar bazında yeni bir kapışmanın da habercisiydi. Sanayi burjuvazisinin yönelimlerine uygun kimi programların hükümetler düzeyinde etkili olması ise, bürokrasinin bu heterojen eğilimler içinde kendi yaptığı bir tercih değildi. Demokrat Parti döneminde, önemli bir sermaye birikimine ulaşan ve özelikle de Amerikan sermayesinin genişletilmiş yeniden üretimi çerçevesinde emperyalizme bağımlı bir sanayi burjuvazisinin doğmuş bulunması, bu tercihin nedenidir. Dolayısıyla, bürokrasi, yine bağımsız ve kendisine özgü bir karar mekanizmasının elemanı olarak değil, sınıf egemenliğinin değişen dengelerinin bir unsuru olarak hareket etmektedir. Keyder, “kıt kaynakların ve bu kaynakları kullananların elde edeceği rantın”, sanayi burjuvazisine aktarılmasını ise, sanayi burjuvazisinin en üst idari düzeye erişme imkânı bulabilmesine bağlıyor. Bundan şu sonuç da çıkarılabilir: Diyelim ki, işçiler, en üst düzey bürokratlara ulaşma şansını bulabilselermiş, bu kaynak onlara akardı! Bürokrasiyi kim kafaya alırsa, malı o götürüyor!
Oysa burada gözlenen, tam da yukarıda özetlediğimiz bir ilişkinin sonucudur. Sınıf egemenliği, devlet düzeyinde, birebir ilişki demek değildir. Bu, birbirini etkileyen pek çok faktörün belirlediği bir dolayımlar ortamında, egemen sınıfın temel ve genel çıkarları tarafından yönlendirilen bir politikalar bütünü olarak ortaya çıkar. Amerikan sermayesi ve onun doğrudan temsilcileri durumunda bulunan kesim, gelişme düzeyi ne olursa olsun, en etkili burjuva sektörü oluşturuyordu. Buna paralel olarak, gelişen ve etkisini hissettiren bir başka sınıf da, işçi sınıfıydı. Bir yandan ekonomik ve siyasal düzenlemelerin asıl ekseni burjuvaziyken, toplumsal planda gücünü göstermeye başlayan işçi sınıfının talepleri de, bu politikalar üzerinde “dikkate alınması gereken bir güç” olarak etkili oluyordu, işçi sınıfının payına da, grevli toplusözleşmeli sendika hakkı düştü. Bu hak, yine Amerika denetimindeki Hür İşçi Hareketi”nin Türkiye’deki temsilcisi olan Türk-İş eliyle elde edilmiş gibi gösterilerek, sınıfın yığınsal gücü burada toplandı. Uzun yıllar “demokratik ve özgürlükçü” bir Anayasa izlenimini güçlendiren özellikler de, işçilerin, aydınların ve topraksız köylülüğün Demokrat Parti yönetimi altındaki güçlü muhalefetlerinin kopardığı bir taviz olarak Anayasa’da yer aldı.
Keyder, siyasal ve ekonomik politikaların belirlenmesinde esas gücün, bürokrasi ile burjuvazi arasındaki çelişme olduğunu düşündüğünden, işçi ve halk hareketinin payını, çalışması boyunca bilerek ihmal etmiştir. Ancak, toplumsal tarihin açık verileri, bu unsurun politikalar üzerindeki etkisinin dikkate alınmaması halinde, yorumlanamaz hale gelebilmektedir.
“Kapitalist üretim tarzına özgü sınıf mücadelesi, henüz toplumsal dönüşümün motoru olmamıştı. Sağlanan sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev hakkı ve sosyal güvenlik alanının genişlemesi, yeni birikim modelinin ihtiyaçları uyarınca işçilere verilmişti.” (12)
’50’li yıllar boyunca, Türkiye’de toprak üzerinde mülksüzleşme süreçlerinin hızlanması ve kentlerde de özellikle inşaat sektöründe açılan yeni iş alanları nedeniyle kırdan kentlere doğru bir akın başlamış ve büyük kentlerin kenarlarında büyük gecekondu mahalleleri oluşmuştu. 1955 nüfus sayımına göre, ücretli işçilerin genel nüfusa oranı, %14 iken, bu sayı, 1960’ta % 20’ye yükselmişti.
Sendikalaşma hakkını düzenleyen ilk yasa, 1947’de çıktı. Yasanın getirdiği haklar, sendikalar kurma ve sendikalara üye olmaktan ibaretti.
‘50’li yıllar boyunca, birçok sendika toplusözleşme girişiminde bulundu. Ancak grev silahından yoksun bu girişimler, çoğunlukla sendika önderlerinin kişisel ilişkileriyle yürütülen görüşmelerle sürdürülüyor ve en sonunda da Yüksek Hakem Kurulu’nun kararıyla sonuçlanıyordu.
1951’de, “çok partili hayat”ın ilk önemli direnişini, tekstil işçileri gerçekleştirdi. Pamuğun aşırı ihracı sonucunda ortaya çıkan işsizliğin önlenmesi talebiyle yürütülen direniş, hükümet tarafından, sendikalar kanununun sendikalara siyaseti yasaklayan hükmüne dayanılarak yasadışı ilan edildi ve durduruldu. Değişik taleplerle işçiler tarafından düzenlenmek istenen protesto gösterileri ya da toplantılar, daima valilikler tarafından yasaklandı.
Tek sendika konfederasyonu durumunda bulunan Türk-İş’in, 1960’daki üye sayısı, 174 bin idi. İşçi kitlesinin diğer kesimlerini de yönlendirme ve kontrol etme olanağına sahip bu kitle, doğrudan hükümet yanlısı yöneticilerin elindeki sendikalara bağlıydı.
Tümüyle kuşatılmış ve örgütsüz bırakılmış olmasına karşın, iş ve yaşam koşulları bakımından toplumun en geri kesimini oluşturan işçilerin kendilerine özgü talepleri formüle edebilmeleri ve bunlar için mücadeleye girişmeleri, baskı ve kuşatmanın görece gevşediği genel koşullar doğduğunda gerçekleşti. Demokrat Parti diktatörlüğünün ortadan kalkmasıyla toplumun her kesiminde görülen söz ve eylem hakkını olabildiğince kullanma eğilimi, önce işçilerde görüldü. 1960’tan sonraki büyük kitle eylemleri, sendikacıların bunları mümkün olan en geri içerikte tutmaya çalışmasına karşın, işçi sınıfının gücünü ve potansiyellerini açığa vurdu.
Daha sonra TİP ve DİSK’in kurucuları arasında görülecek olan, Rıza Kuas, Kemal Türkler, İbrahim Güzelce gibi işçi önderleri de, bu potansiyelin başlıca göstergesi sayılabilirler.
Gerek 27 Mayıs darbesinden önce, gerekse sonraki dönemde, her partide, mutlaka bir “işçi milletvekili” bulunmasına özen gösterilmesinin nedeni de, bu sosyal gücün egemen sınıf temsilcileri tarafından kabul edildiğini gösteriyor.
Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu, 1963’te yeni Sendikalar Kanunu ile birlikte çıktı ve bu yasalar, 12 Eylül 1980 darbesine kadar, bazı küçük değişikliklerle yürürlükte kaldı. Yirmi yıl süreyle, işçi hareketinin temel taleplerinin savunulması için asgari koşulları sağlayan bu yasaların çıkmasında, işçi sınıfının kendi gücü ve bu güce dayanarak ileri sürdüğü talepleri, belirleyici rol oynamıştır.
Kuşkusuz, işçi sınıfının hak ve çıkarlarının yasalar düzeyinde ifade edilmesi, tek taraflı olarak işçilerin mücadelesine bağlı değildir. Belirleyici unsuru bu olmakla birlikte, burjuvazinin siyasal ve ekonomik bakımdan bu taleplere cevap verecek bir konjonktürde bulunması da gerekmektedir. Fakat burjuvazinin bu durumunu, yukarıdan ve hiç mücadelesiz hak ve çıkar sağlayacak bir ihtiyaçla açıklama olanağı yoktur.
12 EYLÜL VE BÜROKRASİ
Bürokrasi ile burjuvazi arasındaki çelişmelerin siyasal ve ekonomik düzeni belirlediği tezi, özellikle 12 Eylül darbesinin temel yönelimleri göz önüne alındığında, gelişmeleri iyice açıklayamaz duruma gelmektedir.
Keyder bu süreçte ve sonrasında (Özal döneminde) olup bitenlerin, artık bürokrasinin burjuvazi tarafından hizaya getirilmesi olarak yorumluyor. Ona göre, bürokrasi, nihayet şimdi burjuvazinin bürokrasisi, devlet şimdi burjuvazinin devleti olmuştur.
Genel olarak, darbe türü bir siyasal hareketin kendi varlığının başlangıç nedeni olarak gösterdiği gerekçelerle, sonuçta ulaştığı yer arasında farklılıklar bulunur. 12 Eylül darbesi gibi, toplumsal muhalefeti tümüyle ve zor kullanarak bastırmayı esas hedefi olarak formüle etmiş eylemlerde, bu daha açıkça görülür. Bu, basitçe, propaganda ile gerçek arasındaki farklılıktan ibarettir.
12 Eylül’ün hedefleri aslında çok yalın ve açıktı: Siyasal ve ekonomik krize eşlik eden toplumsal kalkışma haline son verilmesi, devlet ve toplum hayatındaki “düzensizliğin ve anarşinin” giderilmesi… Buna uluslararası plandaki çelişkiler, özellikle de İran İslam Devrimi’nin Amerikan emperyalizmi bakımından önemi ve bölgedeki etkileri de eklenince, darbenin genel içeriği ve yönelimleri netleşti.
Kapitalizmin kendisi için hayati bir önemde gördüğü “24 Ocak İstikrar Tedbirleri” paketinin uygulanabilmesi için de, işçi örgütlerinin kapatılması, etkisiz hale getirilmesi ve işçilerin genel eylem ve direniş platformunun yok edilmesi gerekiyordu.
Burjuvazinin temel ve acil çıkarları doğrultusunda, devletin bütün organlarıyla tek bir hedefe kilitlenmesinin bu derece açık göründüğü bu çapta başka bir operasyon yoktur Türkiye siyasi tarihinde.
İlişkilerin ve hedeflerin bu açıklığı, Keyder’e, burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişkilerin, nihayet modele uygun hale gelerek “normalleştiği” izlenimini veriyor.
Gerçekte, hükümet programları ile devlet programları ve burjuvazinin güncel eğilimleri ve ihtiyaçları, her zaman aynı olamaz. Belli bir programın uygulanması sırasında görülebilecek kişisel etkinliklerin niteliği de devlet programının özelliği olarak tanımlanamaz. Bu faktörler, devlet programlarının uygulanmasına, biçimsel özellikler kazandırırlar. 12 Eylül, bu türden farklılıkların tümüyle lüks sayılabileceği bir aciliyet ortamının siyasal rejimi olarak boy verdi. Bunu, biçimin ve içeriğin tümüyle çakıştığı ender siyasal durumlardan biri olarak da değerlendirebiliriz. Askeri rejim bu bakımdan, örneğin 27 Mayıs ve 12 Mart dönemlerinden farklı olarak, aynı zamanda, tarafsızlık görüntüsüne hiç ihtiyaç duymadan işlerin yürütüldüğü bir biçim kazandı. Burada, hükümet, devlet, burjuvazi ve devlet başkanı kimliğindeki kişinin kişisel özellikleri, burjuvazinin genel ve temel çıkarlarının da ötesinde, güncel, acil bütün taleplerinin ve eğilimlerinin tam bir netlikle hayata geçirilmesinde seferber oldu.
Kriz, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin olağan koşullarda değişik biçimler altında gizlenen gerçek içeriğini açığa çıkarır, dolayımları kaldırır ve her şeyi en çıplak haliyle görünür kılar. Kriz ortamlarının olguları, bu bakımdan kendisine öncel olay ve olguların anlaşılmasının anahtarını da verirler. 12 Eylül, yalnızca bu bakımdan olağan koşulların yönetim tarzından farklıdır.
SONUÇ
Egemen sınıflar ve devlet bürokrasisi arasındaki ilişkilerin temel ve değişmez bir içeriği vardır: Kurulu düzenin kalıcı ve sürekli karakteristiklerinin yeniden üretilmesi ve korunması. Bunun dışında, elbette, egemen sınıfın diğer sınıflara (halk sınıflarına) karşı kollanması, genel düzen ve hukuk ilişkilerinin burjuvazinin tümünün çıkarlarını gözetecek bir “adalet” içinde sürdürülmesi için gerekli önlemlerin alınması da devletin görevleri arasındadır. Bütün bu ilişki süreçlerinde, genel ve özel, konjonktürel ve stratejik sorunlar ve planlar arasında farklılıklar, hatta çelişmeler bulunabilir. Devletin kimi zaman, burjuvazinin kalıcı çıkarlarının bir ifadesi olan “düzenin korunması ve sürdürülmesi” işlevini, burjuvazinin güncel çıkarlarını sınırlayarak yerine getirdiği durumlar da olabilir.
Bunlara bakarak, bürokrasi ile egemen sınıfın kimi zaman birlikte kimi zaman ayrı ayrı hareket ettikleri, bürokrasinin genel olarak düzen ve egemen sınıf ilişkilerinin dışında, bağımsız ve kendine özgü bir sınıf olduğu yolunda sonuçlar çıkarılamaz.
NOTLAR
(1) K. Marx, Almanca Birinci Baskıya Önsöz, Kapital, Sol Yayınları, Mart 1978, s.17
(2) Wittek, “Menteşe Beyliği”, 1944, Aktaran, Yerasimos Stefanos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, s.104
(3) Muzaffer İlhan Erdost, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Mülkiyet İlişkileri”, Onur Yayınları, Şubat 1989, s. 86 vd.
(4) Muzaffer İlhan Erdost, “Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet ilişkileri”, Onur Yayınları, Şubat 1989, s.93.
(5) M. İlhan Erdost, “Kapitalizm ve Tarım”, Onur Yayınları, 1988, s.114
(6) Keyder. s. 114
(7) Keyder, s. 115
(8) Keyder, s. 10–11
(9) Keyder, s. 117
(10) Keyder s. 117
(11) Keyder, s. 118
(12) Keyder, s. 204
Aralık 1995-Şubat 1996