Genel seçimin gösterdikleri

Türkiye, derinleşen bir siyasal tıkanıklık ve ekonomik kriz ortamında genel seçime gitti.

Egemen sınıfların, seçimlerden beklentilerinin başında, parlamentonun yenilenmesi ve burada sağlanacak güçle, başlıca problemlere istikrarlı çözümler bulabilmekti.

Uluslararası ilişkilerdeki Türkiye’yi sıkıştıran hareketli problemler, ekonomik kriz, Kürt meselesi, işçi ve emekçi hareketindeki sarsıcı dalgalanmalar, bir bütün olarak, sermaye politikalarının daha tutarlı ve kendi içinde uyumlu bir ekiple yürütülmesi için, yürütmenin yenilenmesini gerektiriyordu.

DYP, yürütmeyi tek başına üstlenebileceği iddiasının yanı sıra, hükümeti “kontrgerilla cumhuriyeti”nin belli başlı kadrolarıyla kuracağı imajını da seçtiği adaylarla güçlendirerek seçimlere girdi.

Aslında, ciddi olarak, egemen sınıfların hiçbir sözcüsü, seçimlerin, ekonomik krizin ve siyasal tıkanıklığın çözülmesi yolundaki beklentiyi cevaplayacak bir sonuç getireceği umudunu taşımıyordu. Seçim, buna rağmen, gündeme geldi ve bir çözüm olmak yerine, yeni tıkanıklıkları beraberinde getirdi.

Diğer seçimlere göre, son genel seçimlerin en göze çarpan özelliği, “seçimlerden sonra ne olacağı” sorusundan çok, RP’nin iktidardan nasıl uzak tutulacağının öne çıkmasıydı. Bu yönelimin kaynağında, gerçekten RP’nin iktidardan uzak tutulması kaygısından çok, Amerika’ya ve Avrupa’ya bağımlı “merkez sağ” bir iktidarın yeniden nasıl kurulacağı problemi bulunuyordu. Bugün, seçimlerden sonra yeni koalisyon hükümetinin kurulmaya çalışıldığı şu günlerde, problem, RP’nin iktidar içinde nasıl yönlendirileceği biçimini almıştır. RP de, bu eğilime uygun olarak, kendisine yeniden çeki düzen vermekte, sivri unsurlarını bastırmakta ve seçim propagandasının temel vaatlerinden tümüyle vazgeçtiğini göstermektedir.

Yerel yönetim seçimlerini değerlendiren yazımızda, Refah Partisi’nin asla göründüğü gibi olamayacağını, bu düzenin bir çocuğu olarak, kendisine çizilen sınırlar içinde ve verilen görevler çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınamayacağını yazmıştık. Belediye başkanlarının icraatı, bu öngörüyü yeterince doğruladı. Şimdi sıra, hükümet düzeyinde, Refah’ın bu düzenin bir parçası olduğunu görmeye geldi.

 

SEÇİMİN AYNASINDA BURJUVAZİ

Para ve siyasetin aynı anda ve birbirini etkileyerek iktidar ilişkileri üzerinde bu kadar açıkça oynadıkları bir başka seçim kampanyası, daha önce yaşanmamıştı. İki burjuva partinin lideri, Çiller ve Yılmaz, televizyonda birbirlerini, sahip oldukları gizli mal varlıkları ile suçladılar ve bu tartışmanın verileri, şu anda, koalisyon pazarlıklarının bir parçası olarak el altından, şantaj ve tehdit malzemesi olarak kullanılmaya devam ediyor. Refah Partisi, kendisinin hükümet dışında bırakılma olasılığına karşı, birini kullanarak diğerini kendi yanına çekmeye çalışıyor ve hangisi koalisyon yaparsa öbürünün canını yakacağını söyleyerek, bir korkuluk da o sallıyor. Bu, muhtemel bir koalisyonun aslında ne üzerine ve ne için kurulacağını açıklayan bir olgudur.

Partilerin sermaye ile ilişkileri, hiç kuşkusuz, liderlerinin mal varlığından ibaret değildir. Asıl ilişki, kapitalizmin bütün dünyasıyla, iktidara aday partiler arasın “temsil” ilişkisidir. Temsilcilerinin durumuna bakarak, sermayenin asıl sahiplerinin birbirleriyle olan ilişkileri ve sermayelerinin kaynağı hakkında da yorumda bulunulabilir.

Ancak, bütün bu gerçekler, halkın çoğunluğunun gözünde, “alışılmış ve değiştirilemez” gerçekler haline getirilmiştir ve “hangisi gelse aynı olacak” düşüncesi hâkim kılınmıştır.

Bu şaşkınlık ve umutsuzluk hali, burjuva partiler arasında bir tercihe zorlanan halkın, iki seçenekten birine yönelmesine yol açmıştır.

Bu, seçimlerden önce ve seçim propagandası sürecinde, başlıca “büyük” partilerin ve medyanın en çok üzerinde durduğu tema, Refah Partisi’nin, “laik cumhuriyetin”, “çağdaş yaşamın” düşmanı, Avrupa’yla birleşmenin önünde engel olduğuydu.

Halkın büyük çoğunluğunun, kimi yeni türetilmiş, kimi gündelik yaşamın bütün süreçlerinde defalarca tekrarlanarak “temel ve değişmez değerler” halinde kürdisine sunulmuş bu propaganda temaları karşısında, “durumu korumak” güdüsüyle davranacağı ve bu “büyük tehlike” karşısında, egemen sınıfların iki ana partisi etrafında birleşeceği umuluyordu. Yapılan hesap, DYP ya da ANAP’tan birinin birinci, diğerinin ikinci parti konumunda bulunması ve bunlar arasında uzun vadeye bağlanmış bulunan birleşme yolunun da, birlikte yürütecekleri bir koalisyon sürecinde geliştirilmesiydi. Türkiye’nin egemen sınıfları kadar, ABD ve Avrupa emperyalistleri de, Türkiye’de “merkez sağ”da güçlü tek bir partinin bulunmasının, istikrar sorunlarını önemli ölçüde çözeceğine inandıklarından, seçim süreci boyunca, bunun gerçekleşmesinin yollarını açmaya çalıştılar.

“Sosyal demokrat” partilerin programları ve genel hedefleri bakımından “merkez sağ” partilerden esaslı bir farklarının kalmadığı ve genel olarak, egemen sınıfların bütün siyasal partilerinin birbirlerine benzetildiği koşullarda, seçmen kitlesinin partileri birbirinden ayırt etmek için kullanacağı kıstasları da böylece oluşturmaya çalıştılar. Refah Partisi, bu kıstasın oluşması için en uygun propaganda temalarını veriyordu. Gerçekten de, Refah Partisi’nin seçimlere, “onların hepsi bir parti, biz bir partiyiz” sloganıyla girmesi, bir yandan RP’nin, diğer yandan da, yönetim mekanizmasını gerçek anlamda böyle bir partiler sistemi üzerine oturtmaya çalışanların işine geliyordu.

Seçmen kitlesi, bu şaşırtmaca için ayrıca propagandaya gerek kalmaksızın, partilerin birbirinden farkı bulunmadığını deneyerek öğrendiğinden, Refah, bir bilinmeyen olarak daha ilgi çekici hale geliyor ve bu durumda da, “iki partiden biri” sloganı, “Refah’a karşı olanlar ve Refahçılar” biçiminde sahte bir bölünme etrafında saflaşmaya yol açıyordu.

Önümüzdeki süreç Refah ve ötekilerin, aynı madalyonun iki yüzü olduklarını, RP’nin de, sermaye ve emperyalizm karşısında ötekiler kadar bağımlı olduğunu gösterecektir.

RP karşısındaki tutumuyla da burjuvazi, seçeneklerinin bolluğu ve siyasi partileri kendisine bağımlı hale getirmekteki deneyimliliği hakkında ilginç görüntüler sundu.

RP korkuluğu sallanarak diğer iki partinin güç toplaması sağlanırken, RP de “evcil” ve sistem içi bir parti halinde yeniden tanıtılmaya başlandı. Buna rağmen, RP’nin en azından göründüğünden daha zayıf bir biçimde seçimden çıkabilmesi için, HADEP, utangaç bir biçimde desteklendi.

 

TÜRKİYE SAĞA MI KAYIYOR?

Seçim sonuçlarına bakılarak yapılan yorumlardan birisi, Türkiye’nin sağa kaydığı yolunda. Bu değerlendirme, İşçi Partisi’nin oylarının % 0,21 oluşuna, CHP, DSP ve İP’in toplam oylarının ise (bu toplama HADEP’in neden katılmadığı ayrıca sorulabilir), % 25,57’de kalmış olmasına bakılarak yapılıyor. Bu sonuca ulaşan Aydınlık dergisi, bir yandan da, emekçi ve işçi hareketinin Türkiye tarihinin doruk noktasında bulunuşunu görüyor ve bu nesnel durumla, sandık sonuçları arasında bir çelişki bularak, “işçi sınıfı devrimcileri”nin bunu açıklaması gerektiğini ileri sürüyor.

Bu yorumda, her şeyden önce, veri olarak değerlendirilen kimi unsurlara yüklenen nitelikler yanlıştır.

Yukarıda da değindiğimiz gibi, SHP ve DSP’nin seçmenin gözünde “sol” bir parti olarak değeri kalmamıştır.

İkinci olarak, bütün propaganda araçları ve bütün partiler, seçimin Refah Partisi ile “cumhuriyetçilik”, “laiklik” vs. arasında bir kapışma olacağını yaymış ve bu da aslında, Aydınlık dergisinin ve İP’in, oluşturmaya ya da dâhil olmaya çalıştığı bir blok için elverişli koşullar sunmuştu. Ancak, İP, henüz binde-yirmi bir gibi bir oy oranının ötesine geçebileceğine dair açık, maddi bir işaret vermediği için, örneğin DYP ile MHP arasında kurulan türden bir seçim ittifakını, çok istediği halde, bunun için CHP’den ya da DSP’den herhangi bir eğilim görmedi. Aydınlık’ın, yaptığı seçim değerlendirmesinde, bundan sonraki seçim için, bu partilerin “akıllarını başlarına toplamaları” yolunda uyarılar bunun için yapılıyor. İşçi Partisi’nin kayan oyları sayesinde CHP’nin barajı aştığı propagandası da buna yönelik. Ne var ki, böyle bir “cumhuriyetçi, laik, milli kurtuluşçu” cephenin kurulması halinde bile, toplam oyların % 25,57’de kalacağının görülmesinden, Aydınlık, Türkiye’nin sağa kaydığı sonucunu çıkarabiliyor.

Gerçekte, Emek Partisi Girişimi’nin yaygın çalışmaları ve bunların (sandığa ya sımayan) sonuçları, HADEP ve hatta RP’nin aldığı oylar, bu yorumun yanlışlığı göstermektedir. Türkiye işçi ve emekçileri, gerçekte, düzene karşı onulmaz bir tepkiyle doludur ve bunu siyasal bakımdan ifade edebilecek kanalları henüz yaratamamış olmasının sıkıntılarını çekmektedir. Fakat nesnel olarak, bütün göstergeler, halkın büyük çoğunluğunun düzenden kopuş sürecini yaşamakta olduğu yolundadır. Dolayısıyla, “Türkiye’nin sağa kaymakta olduğu” değerlendirmesi, tamamen içi boşalmış kavramlarla yapılan bir yorumdur. Bugün artık, “sağ” ve “sol”, partilerin kendileri hakkındaki iddiaları ile değil, işçi ve emekçi hareketinin bizzat kendisi tarafından tanımlanabilecek kavramlar haline gelmiştir. Dolayısıyla, işçi ve emekçi hareketinin dorukta olduğunu söyleyen bir analiz, bunun “sola kayış” anlamına geldiğini de görmek zorundadır. Gerçekten, işçi ve emekçi hareketi, nicelik olarak Türkiye tarihinin en yüksek noktasını yakalamış bulunuyor. Ne var ki, seçimlere katılan hiçbir “sol” partinin, bu hareketle bir ilişkisi yoktur. İşçi ve emekçi hareketinin ve ekonomik durumun “sola açık” bir nesnel durum yaratmış olması, bunun hemen siyasal bir karşılık bulmasını kendiliğinden getirmemektedir. Fakat bütün göstergeler, artık işçi ve emekçi hareketinin kendisini bir parti olarak örgütleme aşamasına geldiğini göstermektedir.

“Sol” denilince, CHP’yi, DSP’yi ve bir de kendisini kasteden İP açısından bakılınca, bu yorum doğru gibi görünmektedir. Oysa seçimin resmen açıklanan sonuçları, “sosyalist sol” açısından bir yorum yapmak için, gerçekte hiçbir veri sunmamaktadır.

Aynı bakış açısı, HADEP ekseninde de yanlış sonuçlar verecektir. HADEP’in temsil ettiği blok, sosyalizm iddiası taşımıyordu. Seçime, sosyalist bir parti olarak iktidarı talep ederek de katılmamıştı. Seçmen karşısına, soyut özgürlük, barış ve emek kavramlarıyla çıkan HADEP, aldığı oyu da, büyük bir çoğunlukla, “solcu” olduğu için değil, Kürtleri temsil ettiği iddiası nedeniyle almıştır. İP ise, kendi değerlendirmelerine bakılarak söylenecek olursa, seçmenin gözünde, DSP ya da CHP ile farkı açık olmayan bir partidir. Onlarla aynı temaları kullanan bir konumda kalmıştır. Laiklik, demokrasi, Kemalist devrimin kazanımları ve HADEP (“Kürt milliyetçiliği”) aleyhtarlığı biçimindeki milliyetçilik, propagandasının başlıca temalarıydı. Örneğin ’60’lı yılların TİP’i ile karşılaştırırsak, bu iki partinin de, ona göre, en azından söylem düzeyinde, fazlasıyla sosyalizmin uzağında kaldığını söyleyebiliriz. Propaganda ve ajitasyon temalarında, kendi kimlikleriyle gündemi belirlemek yerine, başkalarının söylediklerinin sahte, kendilerinin söylediklerinin gerçek olduğunu kanıtlamaya çalışmak gibi bir açmazdan çıkamamışlardır. ’60’ların TİP’i karşısında, o zamanın CHP’si kendisini “ortanın solunda” ilan etmek zorunda kalmıştı. Bugün ise, “sosyalizm” adına hareket edenler, neredeyse kendilerinin daha gerçek “sosyal demokratlar” olduğuna inanmaktadırlar.

Dolayısıyla, “Türkiye’nin sağa kaydığı” yolundaki yorum sağa kaymış “sol”cuların kendi durumlarını, Türkiye’ye mal etmelerinden başka bir şey değildir.

 

Aralık 1995-Şubat 1996

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑