Türkiye’de kentleşme ve yerleşim problemleri, 1960’lardan sonra artan ekonomik iç göç vesilesiyle sonra da Kürt savaşı sırasında gündeme gelen siyasi göç nedeniyle tartışılmaya başlandı. Ancak, yerleşim sorunu, oldukça can yakıcı görünümlerinin yaşandığı Türkiye dışındaki ülkelerde de önemli bir sorun. Haziran ayında ikincisi yapılan HABİTAT konferansının hazırlık aşamalarında ve konferans sırasında gündeme gelen tartışmalara bakıldığında da bu sorun, başta emperyalistler olmak üzere hemen hemen tüm ülkelerin alelacele ele alınmasını istediği bir kangrene dönüştü. Ancak kapitalizmin ikincil sonuçlarından biri olan yerleşim problemi ve konut sorunu, emperyalistlerin süslü ve parlak vaazlarla sundukları temenniler ve söylenen genel geçer laflar göz önüne alındığında, bu konferansın ve hazırlık toplantılarının “gıdaklamalardan daha küçük yumurtaların” yumurtlanmasından başka bir işe yaramadığı, problemi tartışmaya açanların gerçekte, sorunun kaynağında durdukları bir kez daha kanıtlandı.
Sadece günümüze özgü bir sorun olarak görülmesi mümkün olmayan konut sorunu tarihsel süreçte, tüm ezilenlerin ortak sorunlarından biriydi. Bizim şimdi HABİTAT konferansı sırasında tanık olduğumuz bilgiç tartışmaların eskiden de yapıldığı ve bu soruna getirilen çözüm önerilerinin sosyal sınıf ve katmanların ihtiyaçları doğrultusunda yönlendiği görülüyor. Kuşkusuz, konu, en çok feodalizmden kapitalizme geçiş aşamasında, yerlerinden yurtlarından ve evlerinden edilerek “özgür emekçiler” haline getirilmiş işgücü sahiplerinin akın ettikleri sanayi kentlerinde görmezlikten gelinemeyecek bir yerleşim problemini dayatmasıyla gündeme getirildi.
Aynı dönemde iktidar olarak örgütlenmeye başlayan burjuvazinin, Avrupa’daki büyük kentleri yeniden planlamaya girişmesi, işçileri kentin dış mahallelerine sürmeye başlaması ve Haussmann ruhunun tüm kıtayı dolaşması bu altüst oluş döneminin karakteristiklerindendir.
Engels’in, kapitalizmin daha önemli, birincil problemleri çerçevesinde burjuva ve küçük-burjuva ideologlara karşı Marx’Ia birlikte girdiği polemiklerin arasında böylesine ikincil görünen bir dertle ilgilenerek “Konut Sorunu” adını taşıyan bir kitap yayınlaması bu bakımdan bir rastlantı değildir. Sanayi devriminin yaşandığı 19. yüzyıl boyunca, hiçbiri bugün hatırlanmasa da ortalıkta pek çok reçete dolaşıyordu.
Fransa’da 3. Napoléon döneminde, gelişmekte ve siyasal bakımdan olgunlaşmakta olan işçi sınıfı karşısında askeri ve politik bakımdan olduğu kadar başka bakımlardan da donanan egemen sınıflar, Paris’i, olası sokak çatışmalarına göre yeniden hazırlamak ve barikat savaşlarına uygun olmayan caddeler inşa etmek için kentin önemli merkezlerini yıkıp dağıtıp yeniden planladıklarında bu bölgelerdeki emekçiler artık, şehrin gerilerinde askeri garnizonların kontrolü altında yaşamak zorunda kalacaklar; işçi mahallelerinin ortasından geçen caddelerin kenarlarına yapılan yeni konutlar, sefaleti arka mahallelere itecek, üstelik bu mahalleleri birbirinden ayıracaktı. Bütün bu yeniden inşanın mimarı Haussmann, sadece ardı ardına gelen devrimlerin kenti Paris’in düzenlenmesinde değil, diğer büyük Avrupa kentlerinin düzenlenmesinde de ilham kaynağı oldu. Bu, kentin sınıfsal ihtiyaçlara göre yeniden tasarımına, açık ve siyasal çıkarlarla birebir çakıştığı herkes tarafından bilinen ve böyle olduğu zaten açıklanmış olan bir örnektir. Ancak, yerleşim ve kentleşme sorunlarını yaratan kapitalist sistemin burjuva ideologları, soruna dair gerekçeleri ve ortaya sürdükleri çözüm önerilerini her zaman bu kadar açık ve siyasal çıkarlarla doğrudan ilişkili olarak açıklamadılar. Bunda elbette sınıflar arasındaki ilişkilerin o anki durumunun da etkisi vardır. Bu bakımdan Engels’in “Konut Sorunu” adını taşıyan kitabı, bu konuyla ilgili hem burjuvazinin yaklaşımını hem de Proudhon’cu küçük burjuvaların önerilerini tartışırken, apartılmış terminolojiler kullanılarak süslenmiş lafazanlıkların gerçek sınıf içeriklerini kanıtlıyor ve bu tezleri, yazarın üstün polemik yeteneği nedeniyle içi boşaltılmış birer balona dönüştürüyor.
Bu kitabın bir başka özelliğiyse, daha önce “Felsefenin Sefaleti”nde defteri durulmuş olan ve işçi sınıfı üzerindeki etkisi oldukça zayıflamış, artık sadece Fransız, İspanyol, İtalyan ve Belçikalı burjuva radikallerine, burjuva ve küçük burjuva emellerinin bir ifadesi olarak hizmet eden bir öğreti haline gelmiş olan Proudhon düşüncesine bir kez daha ve son kez dönülmüş olmasıdır. Engels bunu gerekçelendirirken “Proudhon Avrupa işçi sınıfı hareketinin tarihinde, sessiz sedasız unutulamayacak kadar önemli bir rol oynamıştır; teorik olarak çürütülmüş, uygulamada bir kenara itilmiş olmasına karşın, hâlâ tarihsel önemini korumaktadır. Modern sosyalizmle herhangi bir ayrıntıda ilgilenen herkesin, hareketin ‘defteri durulmuş görüş açılarını’ da öğrenmesi gerekir. Marx’in “Felsefenin Sefaleti”, Proudhon, toplumsal reform için pratik önerilerini ortaya atmadan birkaç yıl önce yayınlandı. Marx, burada, Proudhon’un değişim bankasını ancak çekirdek halinde keşfedip eleştirebiliyordu. Dolayısıyla bu açıdan, benim bu çalışmam Marx’in çalışmasını ne yazık ki, eksik olarak tamamlamaktadır… Ve son olarak, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi şu ana kadar Almanya’da güçlü bir biçimde temsil edilmektedir” ifadelerini kullanıyor.
Proudhon’la girilen polemik bu bakımdan, modern sosyalizmin temel görüşlerini ve bütün üretim araçlarının toplumsal mülk haline dönüştürülmesi istemini kabul ettiğini iddia ederken bunun gerçekleşmesini çok uzak bir geleceğe erteleyen ve bu yüzden mevcut koşullar içinde “emekçi sınıfların kalkındırılmasına kafa yoran gerici küçük-burjuva sosyalizmiyle konut sorunu üzerinden yeniden hesaplaşma anlamını da taşıyor.
Proudhon’un düşüncelerini seslendiren Dr. Mülberger’in Volksstaat’da yayınlanan yazısı vesilesiyle küçük burjuva sosyalistleriyle girdiği polemikte Engels, bütün işçilerin bir konuta sahip olmalarını savunan ve bunun için yollar öneren yazarın önerisinin Almanya’nın koşullan bakımından gerici bir öneri olduğunu söylüyor ve ispat ediyor. Engels’in izlediği polemik yöntemi, herhangi bir siyasal veya sosyal talebin ancak belirli siyasal ve sosyal koşullarda geçerli olabileceğini ve aynı talebin bütün zamanlar için, hep aynı haklılıkta ve doğrulukta olmayacağını gösteriyor. Bu konudaki ölçüt de hiç kuşkusuz üretici güçlerin gelişme düzeyinin hangi eğilimde olduğunun ve sınıflar arasındaki ilişkilerin hangi dengeler üzerinde kurulduğunun saptanmasıdır. Engels, kapitalist pazara geç giren Almanya’da kırsal küçük üretimi sürdüren ve kendi küçük işliğinde ve konutunda bir ayağı kıra bağlı olarak yaşayan emekçilerin, makineleşmenin ve büyük sanayinin gelişmesiyle birlikte yaşam koşullarının kötüleşmesi ve proleterleşmeye başlamalarına karşın kırdaki konutun ve mülkün ayak bağı haline gelmesine; bir ayağı kırda olan işçilerin de bu konumları nedeniyle düşük ücrete boyun eğmek zorunda kalmalarına dikkat çeker ve “herkese konut” talebinin, üretici güçlerin gelişmesinin bu şimdiki düzeyinde geriletici ve gerici bir talep olduğunu gösterir. Modern sanayinin kırsal alanda gelişmeye başladığı Almanya için bu talep daha geri üretim ilişkilerinin sürmesini savunmak anlamına gelmektedir.
Engels, kitabının ikinci baskısının önsözünde şöyle yazıyor: “Daha önceki bir tarihsel aşamada, işçilerin göreli gönencinin temeli olan şey, yani tarım ve sanayi bileşimi, ev, bahçe ve tarla ve mesken mülkiyeti güvencesi, günümüzde, büyük ölçekli sanayi egemenliğinde, yalnızca işçiler için en kötü engel değil, ama bütün işçi sınıfı için en büyük şanssızlık, yalnızca ayrı bölgelerde ve iş kollarında değil, ama bütün ülkede ücretlerin, örneği görülmemiş düşüklüğünün temeli haline gelmektedir. Ücretlerden yapılan bu anormal indirimle geçinen ve zenginleşen büyük ve küçük burjuvazinin, kırsal sanayi ve işçilerin kendi evlerinin sahibi olmalarını heyecanla savunmalarına ve kırsal sıkıntılara tek çare olarak yeni ev sanayilerinin başlatılmasını görmelerine şaşmamak gerekir… Ve bununla her işçiye kendi küçük evinin mülkiyetini verecek ve böylece onu, özel kapitalistine yarı feodal biçimde zincirleyecek olan burjuva ve küçük burjuva ütopyası çok değişik bir görünüm almaktadır.”(s. 16–17)
Ama Dr. Mülberger’e kalırsa, kentle kır arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmak ütopiktir. Bu karşıtlık ona göre “doğaldır ya da daha doğrusu tarihsel olarak ortaya çıkmıştır. ” Hem tarihsel hem de doğal olabilen(!) bu çelişkiyi olduğu gibi korumak gerekir. Engels alay ederek yanıtlar: kapitalistlerle ücretli işçiler arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmak da ütopiktir; çünkü hem doğaldır hem de tarihsel!
Kuşkusuz, şimdi, Engels’in düşünme yöntemi değil de, o dönem için çıkardığı sonuçlar dogmatik bir biçimde dikkate alındığı takdirde de aynı türden gerici önermelere varmak mümkün olur. Bugün, işçiler için konut hakkını savunmakla, ülkedeki üretici güçlerin durumu ve sınıfların karşılıklı ilişkileri göz önüne alındığında, işçi sınıfının politik mücadelesini geliştirici bir talep öne sürülmüş olacaktır.
PROUDHON KONUT SORUNUNU NASIL ÇÖZÜYOR
“Proudhon’un dahil olduğu küçük burjuva sosyalizmi” diye yazıyor Engels, “Çoğunlukla, işçi sınıfının öteki sınıflarla ve özellikle küçük burjuvazi ile ortaklaşa katlanmak zorunda kaldığı bu gibi zorluklarla uğraşmayı yeğlemektedir. Ve dolayısıyla bizim Alman Proudhoncularımızın esas olarak, gördüğümüz gibi, hiçbir şekilde yalnızca bir işçi sınıfı sorunu olmayan konut sorununa eğilmesi; ve tam tersine, onun gerçek ve yalnızca işçi sınıfına özgü bir sorun olduğunu ileri sürmesi hiç de rastlantı değildir.” Ve ardından “herhangi bir ekonomik olayın içinde cereyan ettiği gerçek, fiili koşullarla hiçbir zaman ilgilenmek zahmetine katlanmamak”\a eleştirdiği Proudhon’un konut sorunuyla ilgili olarak, kiracıların ödedikleri kira karşılığında günün birinde oturdukları evlere sahip olmasının hukuki bir düzenlemeyle güvence altına alınması önerisiyle dalga geçer. Proudhon, önerinin ekonomi yasalarıyla çelişip çelişmediğine aldırmamakta; ekonomiden hukuk bilimine cüretli bir atlayış yapmaktadır: “Proudhonumuz ekonomik bağlantılarını yitirdiği her zaman -ve bu her ciddi sorunda onun başına gelmektedir- yasalar alanına sığınmakta ve ebedi adalete başvurmaktadır” diye yazar Engels. Proudhon, yürürlükteki meta üretimi biçimini ve buna tekabül eden hukuk sistemini kendi bulduğu ebedi adalet ilkesine uydurma gayretindedir.
Bir evin ilk maliyet bedelinin kira şeklinde, iki, üç, beş ya da on katı geri ödenmesinin bir yasal hakka dayandığını ve yasal tasarruf hakkının ‘ebedi adaletle’ çeliştiğini düşünen Proudhoncu doktorun önerisi ise açıktır: Yasal tasarruf hakkının ortadan kaldırılması ve ebedi “adalet sayesinde, ödenen kiranın, meskenin kendi maliyet hesabına dayanan bir ödemeyle yapılması; yani kiracının kendi meskeninin sahibi olması.
Oysa ev sahipleri hukuki önlemler sayesinde toprak kirası ve faiz alma olanaklarından yoksun bırakılsalar dahi, işçi sınıfından alınan ödenmemiş emek miktarı kesinlikle aynı kalacaktır. Proudhoncu doktor varsın ev sahibinin, çalışmadan toprak kirası ve eve yatırdığı sermayeden faiz almasını ebedi adalete karşı işlenmiş suç olarak ilan etmeye ve eve yatırılan sermayenin faiz ve toprak rantı getirmemesi gerektiğini öne sürmeye devam etsin. Engels yanıtlar: “İşçi sömürüsünün döndüğü eksen, işgücünün kapitaliste satılması ve kapitalistin bu alışverişi kullanışı, yani işçiyi ödenmiş işgücünün karşılığı olandan çok fazla üretmeye zorlaması gerçeğidir. Daha sonra toprak kirası, ticari kâr, sermaye faizi, vergi vb. biçimlerinde kapitalist ve hizmetkârlarının çeşitli türleri arasında bölüştürülen artı değeri yaratan, işte kapitalist ve işçi arasındaki bu alışveriştir.”
Yeterince konut bulunmasına karşın bir konut sorununun doğmasına yol açan da kapitalistle işçi arasında cereyan eden alışveriştir. İşçinin işgücünü burjuvaya satmak zorunda kaldığı, burjuvanın da üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurması nedeniyle işçinin ödenmemiş emeğine artı değer olarak el koyduğu sistem, yani kapitalizm konut sorununun nedenidir.
Engels, “Proudhon Konut Sorununu Nasıl Çözüyor” başlıklı makalesinin daha girişinde, Marksistler açısından bu sorunun nasıl çözüleceğine dair anahtarı verir. “Bu konut darlığına son vermek için bir tek araç vardır: İşçi sınıfının egemen sınıflarca sömürüsüne ve ezilmesine tümüyle son vermek.” Bu, bütün iş araçlarına, sanayiye işçi sınıfının el koymasıyla mümkün olacaktır. Üretim araçlarına el konması ise Proudhoncu geri satın almanın tam karşıtıdır.
BURJUVAZİ KONUT SORUNUNU NASIL ÇÖZÜYOR
Proudhoncu zihniyetin konut sorununa yaklaşımı, gerçekte burjuvazininkinden farklı değildir. Burjuvazi için ise bir konut sorununun gündeme getirilmesi iki nedene dayanır; birincisi hiçbir altyapısı bulunmayan kulübe ve barakalarda sefil bir hayat süren proleterlerin yaşadığı izbe mahallelerde baş gösteren salgın hastalıklar, hiçbir sınıfsal ayrım gözetmeksizin uygar kentleri tehdit etmeye başlamıştır; ikincisi de özellikle, kırsal alandaki sanayi bölgelerinde baraka ve kulübe yapımının oldukça kârlı olabileceğinin süreç içinde fark edilmesidir.
Ancak burjuva ideologlar, konut sorununun nereden kaynaklandığını özenle gizlerler ve bundan söz etmek gerektiğinde ahlaki gerekçeler ileri sürerler veya hemen suçlamalara girişirler. Bu makalede Engels’in polemiğe giriştiği Herr Sax da bu konuda suçu, işçilerin bilgisizliklerinde ve ev sahibi olanların yeterince uyanık olmamalarında aramaktadır. “Ev sahipleri konut gereksinimlerinin normal bir şekilde karşılanmasının ne kadar büyük ve önemli bir rol oynadığını hiç bilmiyorlar; genel kural olarak böylesine sorumsuzca kötü ve zararlı meskenler sunmakla, insanlara neler yaptıklarını bilmiyorlar ve son olarak kendi kendilerine nasıl zarar verdiklerini bilmiyorlar” diye yazmaktadır Sax ve bilgiççe saptamaktadır: “Çünkü iyi bilinen bir gerçektir ki, işçilerin arasında pek çoğu dikkatsizlikten ama esas olarak bilgisizlikten ötürü, bedenlerini, hatta denebilir ki ustalıkla, doğal gelişme ve sağlıklı yaşam koşullarından yoksun bırakmaktadırlar. Şöyle ki, rasyonel sağlık koşulları ve özellikle bu sağlık koşulları içinde meskenin taşıdığı büyük önem konusunda hiçbir fikirleri yoktur. “
Buradan anlaşıldığına göre bir konut sorununun varlığı kabul görmektedir ama, problemin çözümü ev sahibi ile kiracının eğitimiyle iyi niyetine havale edilmektedir; emek ve sermaye arasındaki karşılıklı uyumun bekası için bu herzelerin sarf edilmesi bir burjuva için koşuldur doğal olarak. Ama Sax, bir eğitilmiş burjuva olarak bu iki ifadesinden sadece bu kadar sonuç çıkarmaz, tıpkı Proudhon gibi, işçilerin kendi konutlarına sahip olmalarını önerir; kapitalistlere de, gerçek çıkarlarının farkına vararak işçilere iyi evler vermelerini salık verir. Herr Sax’in kira ödemeyen, sermaye sahibi tarafından yatırım olarak inşa edilmiş konutlarda yaşayan işçilerinin ya da kırsal sanayinin geliştiği Almanya’da kendi kırsal konutuna sahip olduğu için “mülk sahibi haline” gelen proleterin gerçek halini ise Engels tanımlar: “Bu durumda o bölgenin işçi sınıfı kirasız yaşamaktadır; konut harcamaları, artık onun işgücü değerine girmemektedir. İşgücünün üretim maliyetindeki azalma, yani işçinin geçim araçlarındaki her kalıcı fiyat düşüşü ‘ulusal ekonomi öğretisinin tunç yasaları uyarınca’ işgücünün değerinde bir gerilemeye eşdeğerdir ve dolayısıyla sonunda ücretlerde bunu karşılayan bir düşme ile sonuçlanacaktır… Yani işçiler kendi evlerine eskiden olduğu gibi ev sahibine para ile değil, ama kendisi için çalıştığı fabrika sahibine ödenmemiş emekle kira ödeyeceklerdir. “
Çünkü zaten bir konut sorununu da doğuran, işçinin ödenmemiş emeğine kapitalistin el koyması üzerine kurulmuş olan sistemdir. Dolayısıyla, burjuvanın kimi zaman bir büyük fabrikanın çevresine, zamanla kasabalara hatta kentlere dönüşen işçi köyleri kurma eğilimine girmesinin de herhangi bir yardımseverlik duygusu ve iyi niyetle ilgisi yoktur. Bu, basit bir kâr hesabının karşılığında gündeme gelmiştir. Nitekim 19. yüzyılda, İngiltere’de büyük kırsal fabrika sahipleri işçi konutları yapmanın “yalnızca bir zorunluluk, bizzat fabrika gereçlerinin bir bölümü olmadığını ama aynı zamanda çok kârlı olduğunu da çok önceden fark etmişlerdi. ” Ardından gelen Fransız ve Alman burjuvaları da aynı deneyleri tekrarlamaya başlamışlardı ama işçilerin bu konutlara sahip olmasının da birtakım koşullan vardı. Herhangi bir grev döneminde ya da işten çıkarıldıklarında yerlerine gelenlere verilmek üzere evler işçilerden geri alınıyordu. Demek ki, bu konutların yapılması burjuvanın akıllı bir seçimiydi; her türlü grev ve direniş, işçilerin küçük evlerine bağlanması yöntemiyle engellenebilirdi. Diğer yandan fabrika çevrelerinde oluşan bu işçi köylerinin kurulmasında, en yakın köyden fabrikaya yürüyerek gelirken bütün enerjisini yolda tüketen ve bütün gün yorgun argın çalışan işçinin işgücünden mümkün olduğu kadar çok yararlanabilme hesabı da yatıyordu.
Dolayısıyla Engels’in saptamasıyla “İngiliz kapitalistleri, Almanya gerçekten büyük sanayiye sahip olmadan çok önce kırsal bölgelerdeki fabrika üretimi için işçi konutlarına yapılan harcamaların, sermayenin toplam yatırımının bir bölümü ve dolaylı ve dolaysız çok kârlı bir bölümü olduğunu kavramış bulunuyorlardı.” Alman ideolog Sax’ın Almanya için önerdiği çözüm, modern sanayinin beşiği İngiltere’yi iki adım geriden izleyen bu ülke burjuvazisine fener tutmaktan başka bir işlev görmüyordu, tarihsel bakımdan.
Burjuva sözcünün tüm amacı, önerisiyle artık kör kör gözüm parmağına bir gerçeklik olarak sırıtan konut sorununun kaynağındaki asıl kötülüğün gizlenmesi olmaktadır. Engels şöyle yazar: “Günümüzün toplumundaki bütün kötülüklerin temelini koruyup aynı zamanda bizzat kötülükleri yok etmeyi istemek, burjuva sosyalizminin esasıdır. Komünist Manifesto’da da zaten belirtildiği gibi, burjuva sosyalistleri ‘burjuva toplumunun sürekli varlığını sağlamak için toplumsal düşmanlıkların kılıf değiştirmesini’ arzulamaktadırlar… Burjuva sosyalizmi konut darlığının mevcut koşullardan doğduğunu açıklamaya cesaret edemez. Ve dolayısıyla konut darlığım, insanoğlunun kötülüğünün, deyim yerindeyse ilk günahın bir sonucu olarak ahlakileştirmekten başka açıklama yolu yoktur.”
Engels’in bütün saptamaları bugün için de geçerlidir. Geri kalmış ülkelerden Avrupa’daki büyük metropollere ve ABD’ye doğru yoğunlaşan işçi göçü, taşradan ve kırdan büyük kentlere doğru tehdit edici işgücü akını, Doğu Avrupa, eski Sovyet cumhuriyetleri, Uzakdoğu’daki siyasal gelişme ve çatışmaların yol açtığı bölgeden kaçış hareketlerinin gündeme getirdiği yerleşim ve iş problemi, gelişmiş kapitalist ülke burjuvalarını ve emperyalistleri tedirgin etmeye başladı. Konferanslar, sempozyumlar yapılıp kararlar üstüne kararlar alınırken de şimdi aynı şey yapılıyor. Kötülüklerin, gerçek nedenini gözlerden gizleyerek bu sistem içinde giderilebileceği yanılsaması yaratılıyor. Ama bütün bu çabalar da Neron’un, karnına düştüğü annesi Agripin’i boğması gibi konut sorununun da bir ur olarak onu doğuran sistemin dölyatağında bir kanser gibi büyümeye başladığını ve metastaz yaptığını gösteriyor. Kürsülerden yapılan bütün cafcaflı öneriler ise, birer fantezi olmaktan öteye geçemiyor. Böylece emekçiler, burjuvazinin kendileri için önerdikleri düşleri görmeye devam ederken kanserden kaynaklanan acılara, bir doz morfinle katlanmış olacaklar ama neşter tutmayan bu yara, bütün öteki kötülükleriyle birlikte kapitalizmin ortadan kaldırılacağı güne dek yayılıp duracak.
Engels’le sürdürelim: “Büyük emekçi kitlelerinin yalnızca ücrete, yani varlıkları için ve kendi türlerinin korunması için gerekli geçim araçlarının miktarına bağımlı oldukları; makinelerin iyileştirilmesinin vb. sürekli olarak işçi kitlelerini işten attığı; şiddetli ve düzenli olarak yinelenen sınaî dalgalanmaların bir yandan büyük bir işsiz işçiler yedek ordusunun varlığını belirlediği ve öte yandan da zaman zaman işçi kitlelerini işsiz olarak sokaklara sürdüğü; işçilerin kitleler halinde büyük kentlerde, mevcut koşullarda onlar için doğan meskenlerden daha hızlı bir oranda yığıldıkları; dolayısıyla her zaman için en kötü domuz ahırları için bile kiracıların mutlaka bulunacağı… bir toplumda, konut darlığı zorunlu olarak var olacaktır. Bu, burjuva toplum biçiminin zorunlu bir ürünüdür. Konut darlığı, ancak onun kaynaklandığı bütün toplumsal düzen temelden yeniden şekillendirildiği zaman sağlık vb. üzerindeki bütün etkileriyle birlikte ortadan kaldırılabilir.”
(Konut Sorunu, F. Engels, Çev: Güneş Özdural, Sol Yay. Ağustos 1992)
Ağustos 1996