Die Welt gazetesinin yazarlarından Thomas Schmid, 10 Ocak 2013 tarihinde kaleme aldığı “Birinci Dünya Savaşı’ndan öğrenebileceğimiz şeyler” başlıklı makalesinde , Federal Almanya hükümetinin, 2014’de dünya savaşıyla ilgili dünya çapında düzenlenecek “hatırlama maratonu”nda arka planda kalma kararını şu savla eleştirmekteydi: “Bu trajedi, tam da modernitesi itibarıyla öğretici bir örnek sunmaktadır”. Birinci Dünya Savaşı’ndan ne öğrenebileceğine dair ise şu örneği vermekteydi: “O zamanın Avrupa diplomasisinin; müzakere etme, çatışmaları sınırlama ve savaşı engellemeye dönük –maalesef başarısız kalan– çabalarını takdir ettiğimizde, Avrupa Birliği ve Batılı devletler topluluğuyla ne kadar değerli bir şeye sahip olduğumuzu belki daha iyi anlarız. Kuşkusuz ikisinin de, duruma göre, ölçüsüz, kibirli, bürokratik, hantal ya da etkisiz olan yönleri vardır. Ancak, tarihte eşsiz olan, barışçıl bir kendini bağlama sistemini teşkil etmektedirler. Bu sistem, ortadan kaldırılmamalı, tersine düzeltilmelidir.”
Birinci Dünya Savaşı’nın başlattığı yeni dönem 1989-91’de kapanmış ve artık “barışçıl devrimler”le başka bir döneme geçilmiş gibiydi ki, beklenilenin aksine, “yüzyıl, kendi başlangıcına geri dönmüş”tü (Schmid). Balkan Savaşlarıyla açılan yüzyıl, yine Balkan Savaşlarıyla kapanmıştı! Savaşı “hatırlama maratonu” bağlamında, Schmid, bu olgu karşısında şu sonucu çıkartmaktaydı: “İşte bu nedenle, gelecek yıl, geçtiğimiz yüzyılın başlangıcının ötesine geçme uğraşının tam da ortasında olduğumuz gösterilebilirdi.”
Ne çarpıcı bir itiraf! Demek, komünizmi yendiğini iddia eden kapitalist dünya, hala “geçtiğimiz yüzyılın başlangıcının ötesine geçme” uğraşı içerisinde! Peki, bu uğraş başarılı olmadığında, kapıda bekleyen ne? Yeni bir emperyalist dünya savaşı mı? Yeni bir Ekim Devrimi mi?
Uyurgezerlere dikkat!
Alman hükümetinin “hatırlama maraton”larında geri durmasını gerektirecek bir durumun söz konusu olmadığını düşünen Schmid, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili, sonradan herkesin diline pelesenk olacak bir kitaba dikkat çeker bu makalesinde: “Birinci Dünya Savaşı suç değil, bir trajediydi. 1914’ün kahramanları ‘uyurgezerlerdi, hem uyanık hem de kördüler’ diye yazıyor Avustralyalı tarihçi Christopher Clark, ‘The Sleepwalkers’ (Uyurgezerler) adlı kitabında. Ve haklı: hiçbir şey geçmiş değil.”
Tarih anlayışında, tarihsel olaylarla ilgili neden ve niçini önemsemeyen, bunun yerine nasıla odaklanan bir tarihçinin tezleri üzerinde burada fazla durmanın bir gereği yok (bunun için bkz. Alman tarihçi Kurt Pätzold ile röportaja). Fakat Schmid’in ‘işte bu!’ dercesine dikkat çektiği bu kitap, Alman burjuva tarihçileri ve devleti açısından adeta gökte aradığını yerde bulmak gibi bir etkiye sahip oldu. Avrupa’nın tarihçileri arasında epey toz kaldıran bu kitap, özellikle de Avrupa’daki ‘Almanya diskursu’na, yani geçtiğimiz yüzyılın dünya savaşlarında Almanya’nın “tek başına suçlu” olduğu tezine indirilmiş bir darbe olarak değerlendirildi.
Ortada somut herhangi bir neden ve suç olmadığında, ve aksine uyanık ama kör uyurgezerler ile karşı karşıya kalındığında, şu argüman silsilesi elbette mantıksız olmaz: Hitler faşizmi ve İkinci Dünya Savaşı, “geçtiğimiz yüzyılın ikinci büyük trajedisi”dir. Almanya’nın buradaki sorumluluğu tartışmasızdır. Ancak, Birinci Dünya Savaşı da “Avrupa felaketinin başlangıcı”dır! Başka bir ifadeyle, “ikinci trajedi, aynı zamanda, Versay Antlaşması’nı hazırlayanların uyanıklığı ve körlüğünün bir sonucudur.” Görüldüğü gibi, tarihçi Clark’ın Birinci Dünya Savaşı ile ilgili belirli bir sorumlu saptamaması ve işi “uyurgezerlere” yıkması, Schmid açısından “tek suçlu Almanya” tezinin yanlış olduğunu gösterme ve buradan da Almanya’nın “tek suçluluğu”nu kabul ettiği İkinci Dünya Savaşı’ndaki sorumluluğunu göreceleştirme gerekçesi yapılmaktadır.
Belirtmekte fayda var ki, bu argümanı “güçlü kılan” bir tarihsel gerçeklik yok değil. Nitekim Birinci Dünya Savaşı gerçekten de tek başına Almanya’nın suçlu olduğu bir savaş değildi. Lenin ve dönemin Marksistleri, Birinci Dünya Savaşı’nı emperyalistler arası bir paylaşım savaşı olarak tahlil etmişlerdir. Kuşkusuz, nispeten yeni gelişen Alman emperyalizmi, mevcut paylaşıma itiraz eden ve yeni bir paylaşımı talep eden taraf olarak savaşı istemiş, aramış, buna göre hazırlanmış ve başlatmıştır. Bu olgu ama, diğer emperyalist devletlerin mağdur ve suçsuz oldukları anlamını taşımıyordu. Onlar da, gelişen bu yeni gücün “güneşli bir yer” kapma talebini reddetmişler, dahası onun hırsını onun belini kırmanın ve kendi nüfuz alanlarını genişletmenin bir fırsatı bilmiş ve bu savaşta da bu amaçla yer almışlardır…
Bu argümanın birleşebileceği diğer bir zemin de, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında bütünlüklü bir bağlantının olduğunu düşünen geniş bir tarihçi kesiminin var olmasıdır. Örneğin bazı tarihçiler, bu dönemi, “İkinci Otuz Yıl Savaşı” olarak değerlendiriyor. Daha kesin belirlemelerde bulunanlar da var. ABD’li tarihçi Jay Winter mesela, “Verdun olmasaydı Auschwitz olmazdı” demektedir! Winter, Toplumsal Tarih dergisinin Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili kendisiyle yaptığı bir söyleşide, “I. Dünya Savaşı’nın bir ‘Avrupa İç Savaşı’ olarak uzaması ve mevcudiyetinin yas ve anma etkinliklerinde sürmesi tespitinizden yola çıkarsak, aslında savaşın asla sona ermediğini mi düşünüyorsunuz?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “’Soğuk Savaş’, aslında Batı, devrimci Rusya’yı 1918-19’da karantina altına almaya karar verdiğinde başladı. I. Dünya Savaşı olmasaydı Hitler asla iktidara gelemezdi; savaşın mahal verdiği ve 1929-32 dünya ekonomik krizine yol açan ekonomik felaket olmasaydı Hitler olmazdı. Verdun ve Somme muharebeleri olmasaydı Auschwitz tahayyül edilemezdi.”
Uzun lafın kısası, Clark’ın kitabının açtığı yorum kapısı, ister istemez, İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzamaktadır. Ve tarih, her zaman, şimdiki zamanın konusu olduğundan, bu kapıdan haliyle bugüne kadar da uzanılmaktadır.
“EĞRİ BÜĞRÜ ANALOJİLER”
“Uyurgezerler” Alman medyasını adeta uyandırdı! “Uyurgezerler” aylarca Alman stüdyoları, gazete-dergi sütunları ve üniversitelerinde dolaştırıldı. En ilginci de, Clark’ın geçtiğimiz Ekim ayında Potsdam’a davet edilmesiydi, yani Federal Almanya Ordusu’nun Askeri Tarih ve Sosyal Bilimler Merkezi’ne. Bu merkezde düzenlenen podyum tartışmalarını yansıtan bir habere göre, Almanya’nın “tek suçlu olduğu” fikriyle eğitim görmüş kişiler, tartışmanın sonunda tarihçi Clark’a soruyorlar: ‘kitabınızın Alman ruhuna ilaç olarak anlaşılabileceğinden korkmuyor musunuz?’ ‘Clark’ın cevabı çarpıcı’ oluyor: “Sadece Almanya’da ‘Alman dostu’ ithamlarıyla karşılaşıyorum”! Clark’ın, ‘yalnızca çok kutuplu, Avrupai bir bakışın, aktörlerin oyun hamlelerini anlaşılır kılacağı’ vurguları karşısında, “dinleyiciler coşkuyla alkışlıyor ve tartışmacılar teslim oluyorlar. Bir katılımcının kabul ettiği üzere, ‘Almanya savaş suçlusu’ fikrine kendimizi kaptırmaktan, Avrupai perspektifi yitirmişiz anlaşılan.’”
Tahmin edilebileceği gibi, Clark sadece Almanya’da dolaştırılmadı. Yazarının Avrupa’nın “Uyurgezerler”inden bahsediyor olmasından hareketle olsa gerek, Almanya’nın Paris Büyükelçisi, geçtiğimiz Şubat ayında, Clark’ı, basının da katılması öngörülen bir kahvaltıya davet etti. Büyükelçi Susanne Wasum-Rainer, sahanda yumurta ve Croissants eşliğinde tarihçiler ve gazetecilerle birlikte, Clark’ın kitabını tartışmak istemiş! Neden Paris Büyükelçisi? Haberde yanıtlanıyor bu soru: “Fransa’da Clark’ın kitabı, özellikle de Birinci Dünya Savaşı ile ilgili anlattıklarıyla ilgili pek takdir edilmemekte. Zira bu düzlemde, Fransız okurunu sıkça alışık ve hiç de nahoş olmayan tarih bilgilerinden kopmaya zorlamakta.”
Bu arada Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Clark’ın “Uyurgezerler”ini okuduğu haberi de Fransız kamuoyuyla paylaşıldı. Merkel, tam da Avrupa Konseyi’ndeki tartışmaların ortasında, “savaşa giden yolu tarif eden bir kitap” olarak bahsetmiş “Uyurgezerler”den.
Açıktır ki, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili tartışmalar hep Almanya’nın istediği yönde gitmiyor. Eski söylemleri tekrarlayanlar olduğu gibi, “Alman ruhuna” hiç de ilaç olmayan “eğri büğrü analojileri” kuranlar da çıkmaktadır!
Fransa’nın eski savunma bakanı Jean-Pierre Chevènement örneğin, tarihçi Clark’ın savaşın asıl nedenlerini ihmal ettiğini söyleyenlerden. Nedenler arasında, Chevènement, “Almanya’nın büyük güç olma hırsıyla İngiltere ile girdiği donanma yarışını” saymaktadır. Öte yandan Britanya’nın muhafazakar Eğitim Bakanı Michael Gove, yılın başlarında, “Daily Mail”de “geçmişin hiçbir zaman daha iyi bir geleceği yoktu” disturuyla yazdığı bir makaleyle, savaşla ilgili tartışmaların adada da kızışmasına neden oldu. Gove’e göre, savaşın patlak vermesinin suçlusu, “agresif yayılmacı savaş hedefleri olan Almanya”dı. Haliyle ona karşı çıkmak, Büyük Britanya’nın “demokratik görevi”ydi. “Yurtseverlik, şeref ve cesaret gibi” erdemler, “özgürlük ve demokrasinin galip gelmesi”ni sağlamıştı sonuçta! Gove’un bu savlarına, makalesinde doğrudan eleştirdiği Cambridge profesörü Richard J. Evans şu soruyla karşılık verdi: “İngiltere’nin demokrasi için mücadelesi, otokratik Çarlıkla kurduğu paktla nasıl bağdaştırılabilir? (…) 100 yıldan sonra daha ölçülü hareket edilmeli ve savaş üzerine Britanya propagandası zırvalayıp durulmamalı.”
Bakan Gove’a itiraz eden bir başka tarihçi de, İskoçya kökenli Harvard profesörü Niall Ferguson’du. “Yanlış Savaş” adlı kitabın da yazarı olan Ferguson’a göre, 1914’deki uluslararası durum, Almanya’ya savaş ilan etmeyi gerektirecek dolaysız bir tehdit teşkil etmiyordu. Birleşik Kraliyet’in 1914 yılında savaşa girmesini “modern tarihin en büyük hatası” olarak değerlendiren tarihçiye göre, Britanya’nın “hazırlıksız girdiği” bu savaşta, “aristokratik subaylardan ziyade”, saymakla bitmeyen “vasıflı işçiler yitirildi ya da sakatlandı.” Sonuçta, “imparatorluk da kaybedildi”.
Ferguson, savaşın engellenebileceğinden yola çıkan tarihçilerden. Tezlerinde, zamanın Alman başbakanı Bethmann-Hollweg’in “Eylül Programı”na gönderme yaparak, savaşın Batı Avrupa’daki ana hedefinin, ortak gümrük anlaşmaları üzerinden Merkez Avrupa Ekonomik Birliği’nin kurulması olduğunu hatırlatıyor: “Orta Avrupa için öngörülen bu projeyi, bugün bildiğimiz Avrupa Birliği ile kıyaslamak, Alman hassasiyetlerine dokunuyor olabilir. Fakat Britanya perspektifinden bakıldığında; Alman liderliğinde askeri bir zafer ile kurulan bir gümrük birliği, askeri bir yenilgi sonucunda Alman liderliğinde yaratılmış olan bir gümrük birliğinden o kadar da büyük bir fark arz etmiyor.”
Ferguson gibi, gelişen Almanya ile geçinebilir bir İngiliz politikasının olabileceğini söyleyen tarihçiler dışında, “eğri büğrü analojilere” (Die Welt gazetesine) başvuranlar da var. Avrupa’nın güneyine doğru gidildikçe, İspanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde örneğin, “tek suçlu Almanya” tezini güncel bağlamlarda yenileyen makale ve başyazılara daha sık rastlanılmakta. Bunlara göre, Almanya şimdi de, Avro-Kriziyle birlikte “kıtayı üçüncü bir kez felakete” sürüklemektedir. Örneğin Syriza partisinin başkanı Alexis Tsipras, Le Monde için kaleme aldığı bir makalede, “Uyurgezerler”i okuyan Almanya Başbakanı Merkel’in kendisinin, katı tasarruf politikasında ısrar etmesi nedeniyle, “Avrupa’nın modern bir uyurgezeri” olduğunu ifade etmektedir.
“TARİHSEL REVİZYONİZM”
Avrupa’nın bugünkü güç dengeleri karşısında, Almanya’nın savaşı anma “maraton”larında fazla toz kaldırmak istememesi anlaşılır bir durumdur. Çeşitli etkinlikler, ulusal ve uluslararası konferanslar kuşkusuz olacaktır. Ama ikinci sırada kalınarak, zamanın galip güçlerine sahneyi vererek yapılacaktır bu etkinlikler.
Bununla birlikte, tarihi revizyondan geçirme çabalarından vazgeçilmemektedir. Almanya, “tek suçlu Almanya” tezini çürütmeye hizmet eden her çalışmaya destek vermektedir. İşin ilginç kısmı ama, özellikle galip gelen ülkelerdeki tarihi gözden geçirme eğilimlerinden Almanya’nın doğrudan faydalanmasıdır. Bu ülkelerdeki tarihçiler arasında; düz ve o ülkenin ulusal efsanelerinin altını çizen söylemlerden, daha karmaşık sorulara yönelme ve “çok sesli anlatımlara” açılma eğilimleri güçlenmekte. Muhafazakar Alman basını ise, Almanya’daki sol liberal tarih tezlerini, İngiltere, Fransa vb. ülkelerdeki sol eleştirel tarihçilerin tezlerini öne sürerek teşhir etmektedir! (Tersini de diğer ülkeler yapmakta, yani Alman sol liberal tarihçilerini kendi “milli söylemleri”ne dayanak yapmaktadırlar!) Avrupa’nın güncel gelişmeleri ve keskinleşen sorunlarınca da beslenen bu türden eğilimlerin, bu koşullarda, “tek suçlu olmadığını” kanıtlayabilmiş bir Almanya’ya getirisi ortadadır. Hele ki savaşın hatırlanan korkunçluğunun telkin ettiği statükoyla oynamama (ya da tehlikeye atmama) fikirleri de oldukça yaygınsa.
Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü, aynı zamanda “tarihsel revizyonizmin” yayıldığı bir döneme tekabül etmektedir. Tarihi revize etme, yani geriye bakıp gözden geçirme eğilimi, son yıllarda hemen hemen her emperyalist ülkede güçlenenmektedir. Bu bağlamda Rusya’da Çarlık ve kilise; Japonya’da savaş tarihi ve kurbanları anma kültürü; Almanya’da “tek suçlu saplantısı” vb. örneklerden söz edilebilir. Bilindiği gibi, emperyal bir geçmişe sahip Türkiye’de de bir süredir tarihin revizyonu rüzgarları esmektedir.
Geçmiş üzerinde hegemonya kurmayı politik bir ihtiyaç haline getiren, genellikle, ilgili ülkelerin egemen sınıflarının şu ya da bu nedenle yeniden pozisyon almak zorunda kalmalarıdır. Tarih bilimi açısından, bu, bir yönüyle bir yavanlaşmaya (basit indirgemeler, siyah beyaz kalıplar ve tali ve esas faktörlerin yer değiştirmesi gibi) tekabül ederken, diğer yandan ezberlerin de bozulduğu bir sürecin önünü açmaktadır. Tarihin, tarihçilerle sınırlanmayan ideolojik-politik bir mücadele alanı olduğu daha görünür hale gelmektedir.
Bu koşullarda bu revizyonist eğilimin, en başta da “uyurgezer” tarihçileri uyandırması umut edilebilir…