yunanistan almanya’yı kurtarır mı?

Ahmet Cengiz

Temmuz’un ortasında bu satırlar kaleme alındığında, “Yunanistan krizi”yle ilgili belirsiz- likler özü itibarıyla devam etmekteydi. Atina’da muhalefetin de bir kısmının oylarıyla, emperya- list kurumlarca dayatılan ağır tasarruf ve yaptı- rım paketine Meclis’ten onay çıkmasına karşın, ülkenin cari harcamalarını sürdürebilmek için ih- tiyaç duyduğu “köprü finansman” sorunu henüz çözülmemişti. Euro Bölgesi maliye bakanları, bu ihtiyacın karşılanması için Brüksel’den yeni kay- nak aktarmak yerine, Yunanistan Hükümetinin bu yakıcı sorunu borç senedi”yle çözmesini tar- tışırken, Euro Bölgesi üyesi olmayan İngiltere’nin Maliye Bakanı George Osborne, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin katkıları ile oluşturulan Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması’nın (EFSM), Yuna-

Bölgesi’nin devlet başkanı ve başbakanlarının on yedi saatlik müzakere maratonunun ardın- dan, Yunanistan Başbakanı Çipras’ın dayatıl- mış olan ağır koşulları kabul etmesine rağmen, Grexit şıkkı (Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden ayrılması) hâlâ gündemden düşmüş değildi (bu şık, özellikle de Alman Maliye Bakanı’nın ısrarı üzerine, Almanya’nın Euro’ya ilişkin çizgisinin geleceğini ilgilendiren bir iç tartışma boyutları kazanmaktaydı). Dahası, Uluslararası Para Fonu (IMF), sözü edilen zirvenin hemen ardından yap- tığı yeni bir analizde, Yunanistan’ın Avrupalı kreditörlerinin gözden geçirmeye istekli olduğu miktardan ‘çok daha öte’ bir borç hafifletmesine ihtiyaç duyduğunu(yani aslında mevcut şart- larda Yunanistan’ın bu borcu ödeyemeyeceğini)

nistan’a köprü finansman sağlamak için kulla-

nılamayacağını buyurmaktaydı.1 Kısacası, Euro

1 Makale tamamlanmak üzereyken, Avrupa Konseyi Başkan Yardımcısı Valdis Dombrovskis, “Yunanistan’a Pazartesi günü 7,16 milyar Euro kısa dönem finansmanın, Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması (EFSM) aracılığıyla sağla- nacağı”nı açıkladı. Kredinin Yunanistan’a 3 ay vade ile verildiğinin ve maksimum 2 taksit halinde ödenebileceği- nin belirtildiği açıklamada, söz konusu krediyle “Yunanis- tan, 3 yıllık yeni kurtarma programının uygulanmasına

başlanıncaya dek IMF ve Avrupa Merkez Bankası’na olan birikmiş borçlarını ödeyecek” ifadeleri yer aldı. Açıklama- da ayrıca, “Euro üyesi olmayan AB ülkelerin fonlarının garanti altında olduğu vurgulanırken”, Yunanistan’ın borcunu şartlara uygun şekilde geri ödememesi duru- munda bu ülkelerin sağladıkları kredilerin iade edileceği belirtildi. Son güvenceyle İngiltere’nin onayının alındığı anlaşılıyor! (Bkz.: http://www.bloomberght.com/haberler/ haber/1813762-yunanistana-7-16-milyar-euro-kopru-finans- man-saglanacak)

belirterek, bir yerde Almanya’nın konseptine ay- kırı bir tutum sergilemişti. Aynı anda ise, ABD Maliye Bakanı “Yunanistan krizi” dolayısıyla, Av- rupa Merkez Bankası ve Alman ve Fransız mev- kidaşlarıyla görüşmek üzere bir Avrupa turuna çıkmıştı…

MEVZU NE?

Olaylar böyle seyrederken, şu soruyu sor- makta fayda var: Ekonomik gücü ve büyüklüğü belli ve AB’nin görece en zayıf ekonomilerinden birisine sahip olduğu aşikar olan bir ülke, nasıl oluyor da, AB gibi “demokrasi, dayanışma ve re- faha” dayalı olduğu iddia edilen bir birlik içinde yılları kapsayan trajik bir sorun haline gelebi- liyor? Ortada hem ekonomik hem de politik bir krizin olduğu gayet açık, ancak bunun yalnızca ve esas olarak da Yunanistan ile sınırlı olduğunu söylemek için, olup bitene özel bir çabayla yü- zeysel bakmak lazım. AB’nin ve özelde de Euro Bölgesi’nin, “Birlik”e mensup bir ülkenin soru- nunu yıllarca şu ya da bu biçimde aşamaması, daha doğrusu aşma amaçlı olduğu söylenen adımlarının sonuç vermemesi, onun dinamizmi ve diriliğinin bir göstergesi olmasa gerek.

Aslen Yunanistan krizi”nde kendini açığa vuran Yunanistan’ın mecalsizliği değildir. Daha ziyade tersi doğrudur; AB ile Euro Bölgesi’nin bünyesel sorunları, aynı zamanda ve en belirgin bir biçimde Yunanistan krizi”nde kendini ortaya koymaktadır. AB ve özelde de Euro Bölgesi’nin temelli sorunlarının Yunanistan’dan ibaret olma- dığı, gelişmeleri az çok izleyen ve İspanya’sından

benzetmesiyle söylenecek olursa, “bölgenin 2.,

3. ve 4. büyük ekonomilerinin yürüyen zombiler durumunda oluşu)2 bir sır değildir şüphesiz.

AB, belirli bir ekonomik çıkar ilişkileri ağı- na ve bunların dolaylı ifadesi olan siyasi den- gelere ve hukuka dayanmakta. AB, emperyalist bir entegrasyon projesidir. Euro Bölgesi ise, bu entegrasyon projesinin en ileri biçimidir. Dola- yısıyla, emperyalist bir entegrasyon projesi ola- rak AB’nin bugünkü dünya koşullarında yüzyüze kaldığı sorunları anlayabilmek için bizzat bu ile- ri biçimine bakmak lazım. “Yunanistan krizi”nin bu bağlamda genellikle “Euro krizi” kavramıyla birlikte anılması, nedenselliği tersyüz etmemek koşuluyla, bütünüyle yanlış değildir. Şöyle de ifade edebiliriz: Gelinen yerde, AB bağlamında çeşitli ekonomik-politik sorunları çözme kabili- yeti ve esnekliği ne denli genişse henüz, en ileri biçimi Euro Bölgesi’nde o denli daralmaktadır.

Anahtar soru şudur: Euro Bölgesi’ni düzenle- yen ve yönlendiren ekonomik ilişkiler, dengeler ve ilkeler, genelde dünya ekonomisinin ve özelde de Avrupa ekonomisinin bugünkü gerçekliğiyle ne denli uyumludur? Almanya’nın Agenda 2010 ve Hartz IV yasalarıyla ün kazanmış eski baş- bakanı Gerhard Schröder’in zamanıyla, “maraz- bir erken doğum olarak tabir ettiği Euro’yu, mevcut şekliyle sürdürülebilir kılan ekonomik ve giderek de politik koşullardaki seyir ne yönde ilerlemiş ve ilerlemektedir? Vurgulamak gerekir ki, Euro ortak para sistemini, mevcut biçim ve bileşimle ayakta kalmasını sağlayan temel eko- nomik denge ve göstergelerde, son büyük eko- nomik krizden bu yana, çok ciddi ağırlaşmalar vuku bulmuştur. Kapitalist dünya ekonomisinin

–ABD dışta tutulursa– krizden bu yana ciddi bir

toparlanmaya girememiş olması, dahası, krizle birlikte akut hale gelen üretim ile tüketim arasın- daki orantısızlığın giderilmek şöyle dursun daha da büyümesi, Euro’nun doğuştan gelen marazla- rını oldukça tehlikeli boyutlara vardırmıştır. Ve ekleyelim ki, bu bakımdan hiçbir şekilde Yunan olmayan bu “drama”nın henüz birinci perdesin- deyiz. Mecazi olarak ifade edersek, Euro ortak

İtalya’sına pek çok ülkenin somut ekonomik du-

rumu hakkında genel bir fikri olan herkes açı- sından (Bloomberg HT’den Cüneyt Başaran’ın

2 Cüneyt Başaran, 25.06.2015: http://www.bloomberght. com/yorum/cuneyt-basaran/1809081-keske-abnin-tek-der- di-yunanistan-olsa

para sisteminin hayatta kalabilmesi için acilen tedaviye ihtiyacı vardır! Tedavi masraflarını şu ya da bu ülkeye yıkarak, ancak, tedavinin sürdü- rülebilirliği bir yere kadar güvence altına alınabi- lir. Ne ki bu, kendi başına, uygulanan tedavinin kendisinin de doğru ve başarılı olduğunun bir güvencesi olarak görülemez!

ALMANYA’NIN ACIMASIZLIĞI MI, AÇMAZI MI?

Başta Almanya olmak üzere, Euro Bölgesi ile- ri gelenlerinin dayattığı tedavinin başarılı olma- dığı ve olamayacağı giderek daha görünür hale gelmektedir. Düşününüz ki, dünya ölçeğinde çeşitli çevrelerin (aralarında Nobel ödüllü eko- nomistler de olmak üzere!) “darbe”, kölelik”, aşağılama”, işgal vb. kelimelerle sıfatlandır- dığı küstahça bir dayatmada bulunuluyor, ilgili ülkenin başbakanı ve ardından meclisi buna bo- yun eğiyor; fakat buna rağmen, yapılan yorum- ların pek çoğunda bu pilavın daha çok su kaldı- racağı söyleniyor. Bu çarpıcı durumla ilgili çok sayıda örnekler verilebilir. Ama biz Almanya’dan sağcı ve neoliberal çevrelerden iki örnekle yeti- nelim. Örneğin Heike Göbel, muhafazakâr FAZ gazetesinin 14 Temmuz 2015 tarihli nüshasında Yunanistan ile Euro Bölgesi liderleri arasında- ki son “anlaşmayla” ilgili şu tespiti yapmakta: Bu anlaşma; birlik sağlayan ve Avrupa’yı ger- çekten ileriye götürecek bir anlaşma değildir. Aynı konuda daha sert bir değerlendirmeyi ise, Financial Times yazarı Wolfgang Münchau’dan okumaktayız: Alacaklı ülkelerin hafta sonundaki icraatları, “demokratik politik birliğe yönelik bir adım olarak para birliği düşüncesini ve böylece de bildiğimiz şekliyle Euro Bölgesi’ni yıkmıştır… Zira onlar, yalnızca Almanya’nın çıkarlarına hiz- met eden ve egemen düzene meydan okuyanla- rın mutlak yoksullukla tehdit edilmesiyle bir ara- da tutulan” Euro Bölgesi’ni, “sabit kurlu toksik bir sistem derekesine düşürdüler.3

Son büyük krize kadar AB’nin (özellikle de Almanya’nın), tabiri caizse, “lüks” bir sorunu vardı: Örneğin AB’nin yeni üyelerle genişlemesi- nin, giderek daha fazla ulusal egemenlik hakkı-

3 Junge Welt, 15.07.2015; Rainer Rupp’un makalesinden

nın “ulus üstü” kurumlara devri suretiyle politik entegrasyonun ilerleyişini sekteye uğratmama- sını sağlamak gibi, derinleşme ile genişleme arasındaki diyalektik ilişkinin sorunlarıyla baş etmek. Büyük kriz ve onun çeşitli tahribatları ise, bir taraftan derinleşme adımlarına özel bir acillik kazandırmış, öte taraftan ama genişleme- nin derinleşme etaplarına doğası gereği getirdiği bariyerleri olağanüstü büyütmüştür. Bu açmaz, krizin AB’nin yapısal sorunlarına yaptığı etkileri- nin bir ifadesiyken, meselenin diğer boyutunda ise, krizin, kapitalist ülkelerin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi yasasına yaptığı etkiler bulunmakta- dır. Kriz dönemleri, bu müessir yasanın adeta önünü açarak, ona ayrı bir dinamizm katar. Bazı ülkelerin daha hızlı gelişmesini sağlarken, bazı- larının da daha hızlı gerilemesine neden olur. Bugünkü dünya ekonomisinde apaçık gözlemle- nebilen bu süreç, karşılıklı ilişki ve dengeleri, AB gibi belirli bir bağlayıcı korelasyonu bulunan ya- pılarda cereyan eden kapitalist ülkeler bakımın- dan genelde olduğundan ya daha yıkıcı (Fran- sa-İtalya örneği)4 ya da daha yapıcı (Almanya

4 Başaran, Fransa ve İtalya ile ilgili şu verileri aktarıyor adı

örneği) yaşanır. Bu gerçeklik ise, ister istemez, emperyalist bir proje olarak AB’nin temel bir açmazını –hukuki eşitliğin ekonomik eşitsizliği kamufle etmekten öteye gidememesi nedeniyle, geride kalanların ekonomide yitirdikleri mevzi- leri hukuki (yapısal) değişikliklerle telafi etmesi ve karşıtı eğilimler– giderek idare edilemez kılar. İşte bugün AB bünyesindeki her bir emperyalist devlet kendi çıkarlarını, Avrupa bağlamında, bu somut koşullar ve açmazlar içinde hakim kılma- ya çalışmaktadır.

Bu koşullar ve açmazın kendini Yunanistan krizi”nde nasıl dışa vurduğunu kısaca Almanya ve Fransa’nın tutumu üzerinden somutlaştıra- lım. Bill Clinton’un eski danışmanlarından ünlü ekonomist Stiglitz, bu makalenin kaleme alındığı günlerde, bir panelde, Yunanistan’a verilen kre- dilerin “en azından yüzde 90’nın alacaklı ülkele- rin finans şirketlerine geri aktığını”, “en başta da Almanya ve Fransa’daki bankalaraverildiğini ve “Yunanistan değil, bankaların kurtarıldığı”nı açıklamaktaydı. Bu olgu, Almanya ve Fransa’nın; değişiminin gerekliliği pratik bir zaruret haline gelmiş Euro Bölgesi’nin geleceğinin nasıl yapı- landırılacağı ve bu çerçevede nasıl bir politika izleneceği konusundaki derin görüş ayrılıklarına rağmen, neden “Yunanistan krizi” konusunda ta- yin edici bir noktaya kadar birlik sergilediklerini gayet net açıklamaktadır. Tersinden söyleyecek olursak, Fransa ve Almanya’nın son “cezalandır- ma örneğindeki birliktelikleri, Euro Bölgesi’n-

geçen makalesinde: “Her iki ülkenin de durumu vahim. Gırtlağa kadar borç var. İtalya’nın kamu borcu Yunanis- tan’ın yüzde 170’ler seviyesindeki borç/GSMH oranına yaklaşmış vaziyette. Fransa’da da özel sektör inanılmaz borçlu.

Peki bu ülkeler bu borcu çevirebilecek şekilde ‘büyüme sergileyebiliyorlar ?’

İtalyan ekonomisinin son 10 yılda ortalama büyümesi ‘0’. Yazı ile sıfır. Krizin başlamasından önce, yani 2007’den bugüne kadar ise İtalyan ekonomisi yüzde 10 küçülmüş vaziyette.

Fransa’da da durum benzer. Son yılda ortalama büyüme yüzde 0.90. Son 7 yıldır ise Fransa ekonomisi dolar bazın- da yüzde 5 oranında küçülmüş vaziyette. Kısaca, Fran- sa’nın son 7 yılda borcu dolar bazında yüzde 30 artarken ekonomisi yine dolar bazında yüzde 5 küçülmüş. İtalya’nın aynı dönemde borcu aynı kalmış ama ekonomisi yüzde 10 daralmış.

deki çelişkileri aşma dolayısıyla bu eksenin ciddi bir sınavla yüzyüze bulunduğunun görülmesini engellememelidir.

Nitekim bu süreci yakından takip edenler bunu açıktan belirtiyorlar da. Örneğin Jacques Delors Enstitütüsü’nün direktörü ve Berlin’deki Hertie School of Governance’de profesör olan Henrik Enderlein bunlardan biridir: “Geçtiğimiz hafta sonu [Yunanistan’a bilinen ağır koşulların kararlaştırıldığı hafta sonu kastediliyor – A.C.], Almanya ve Fransa’nın, kur birliğinin hangi yönde gelişmesi gerektiği konusunda tamamen farklı tasavvurlara sahip olduklarını ortaya koy- muştur… Mevcut yapısıyla kur birliği uzun vade- de yaşayabilecek durumda değildir.” (15.07.2015 tarihli Spiegel-Online’de Stefan Kaiser’in maka- lesinden).

Fransa Devlet Başkanı François Hollande ise, müzakere maratonunun hemen ertesi günü, “14 Temmuz Ulusal Günü” kutlamaları nedeniyle televizyonların ortak yayınında halka yaptığı ko- nuşmada, “Yunanistan krizi”nden Euro Bölgesi için çıkartılması gereken dersleri sıraladı: Birinci etapta, Almanya ile anlaşarak, Euro Bölgesi’nin ekonomik-politik içiçeliği daha da ilerletilmeli, nam-ı diğer bir ekonomi hükümeti kurulmalı. İkinci etapta, ülkeler, özellikle kamusal yatırım- ları finanse edecek ortak bir bütçe oluşturmalı.

Ve üçüncüsü, aynı zamanda bir “Euro Bölgesi parlamentosu” kurulmalı (“Daha fazla demokra- si yaratmalıyız”!).1

Belirtelim ki, bu dersler yeni çıkartılmamış- tır. Fransa bir süreden beri bu tür önerilerde bulunmaktaydı zaten. Dolayısıyla, Hollande “Yu- nanistan dersi”ne işaret ederek, aslında Alman- ya’nın çıkartmasını istediği dersi ifade ediyor. Yani: Euro Bölgesi bu şekliyle yürümez. Ben de mevcut düzenleme ve şartlarından zarar görü- yorum. Ekonomik üstünlüğünü, demokrasiyle sı- nırlamak lazım. Madem ortağız, madem ilkemiz dayanışmadır, salt tasarruf politikasıyla olmaz bu, birliğimizin sana sağladığı kaynakları bizim- le de paylaşmalısın!

“BERLİN BULDOZERİ” NE YAPACAK?

ABD’nin önde gelen dergilerinden Foreign Policy’den Philippe Legrain, “Berlin buldozeri ve Atina’nın yağmalanması” başlıklı makalesinde, şu soruyu soruyordu: “Avrupa’nın baş kreditö- rü; demokrasi ve ulusal egemenlik gibi değerler üzerinde tepindi ve kendi dümen suyunda vasal bir devlet yarattı. Bir sonraki ülke hangisi ola- cak?” Legrain’e göre, “ekonomik olarak yardıma muhtaç ve demokratik utanç kalıntısı haline” ge- len Euro Bölgesi, kendini, kabusa dönüşen bir açmaz biçiminde gösteren bir kapana kıstırıldı”. Bu kapanda, bir taraftan korku, onun kurban- larının ayrılmasını engellerken”, diğer taraftanAlman gücünü dizginleyip yerine Avrupa Mer- kez Bankası’nı geçirecek ortak kurumların yara- tılması” önlenmektedir. “Bu, Avrupa rüyası için çok fazla.2

  1. http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1813162-hol- lande-euro-bolgesi-parlamentosu-kurulmali

  2. http://foreignpolicy.com/2015/07/13/the-berlin-bulldo- zer-and-the-sack-of-athens-greece-eurozone/?utm_sour-

Bilindiği gibi, Alman emperyalizmi son bü- yük krizden görece güçlenerek çıktı. Artan gücü, AB’deki ortakları üzerinde daha bugünden ağır bir baskı oluşturuyor. Ve geçen her gün, kendi- siyle ilgili beslenen kaygıları artıran bir seyirde ilerliyor. Margaret Thatcher’in Almanya’nın bir- leşmesini izleyen yıllarda dile getirdiği kaygı (“Siz Almanlar, Almanya’yı Avrupa’ya değil, Av- rupa’nın kalan kısmını Almanya’ya bağlamak istiyorsunuz.”), pratik bir gerçekliğe dönüşüyor. İleri kapitalist ülkelerin yazarları ve ekonomistle- rince, çift anlamlı “Almanya geçmişini unutma hatırlatmaları daha sık dile getiriliyor. ABD ve Al- man ekonomistleri arasında Almanya’nın ekono- mi politikasıyla ilgili sert polemikler yapılıyor…

Gidişata ilişkin örnekler çoğaltılabilir. Fakat, AB içinde oluşmuş bulunan ve giderek büyüyen orantısızlık ve dengesizliklerden kaynaklı riskle- rin artık idare edilerek, ötelenerek denetleneme- yeceği, Almanya’nın bir şekilde AB ve özellikle de Euro Bölgesi politikalarını yenilemesi gerekti- ği, bu gidişattan da anlaşılacağı üzere, pratik ve ertelenemez bir sorun haline gelmiş bulunuyor.

Bugün Almanya, Avrupa’nın diğer ülkelerine kendi politikasını, AB ve Euro Bölgesi üzerinden dayatır durumda. Ancak, ona bu gücü sağlayan bu mevziinin kendisi bu dayatmalara ne kadar dayanır? Öte yandan Almanya, sahip olduğu mevzilerden büyük tavizler vermeksizin ve AB konusunda iç politikada büyük sarsıntılar ya- şamaksızın mevcut politikasını yenileyebilecek mi? Bunları önümüzdeki süreçte göreceğiz…

Hiç şüphesiz Yunan draması”nın yazarı Al- manya’dır; bununla birlikte, son perdesinin de Atina’da inmeyeceğinden emin olunabilir.

ce=Sailthru&utm_medium=email&utm_term=*Editors%20 Picks&utm_campaign=2015_EditorsPicks_Swiss_Jul8

35

Modern sosyal Reformizm ve KKE

Bugünkü Avrupa , kapitalist dünyadaki o eski merkezi konumunu çoktan yitirmiş olmasına karşın, yine de; gerek tekelci kapitalizmin kendisinin ve gerekse sosyalizmin  maddi önkoşullarının en çok gelişkin olduğu ülkelerden meydana gelmektedir. Bu gerçeklik karşısında, uluslararası işçi sınıfının geçici tarihsel büyük yenilgisinin çok yönlü tahribatlarının ve en derin yaralarının Avrupa halkları ve Avrupa işçi hareketinde kaydedilmiş olması şaşırtıcı değildir. Burada ama görülmesi gereken spesifik asimetri şu ki, tam da sosyalizmin maddi önkoşullarının en çok gelişmiş olduğu ve dolayısıyla sosyalist devrimi gerçekleştirmeye muktedir yegane sınıfın (işçi sınıfı) en gelişkin bölüklerinin bulunduğu bir coğrafyada, işçi hareketi; tarihinin  görece en güçsüz, en örgütsüz, en çok bölünmüş ve sosyalizme güveninin en derinden sarsıldığı bir pozisyonda bulunmaktadır. Ve, objektif koşullar ile öznel koşullar arasındaki tarihsel yenilgi kaynaklı bu görece ters orantı, hala aşılmış değildir.

Evet, hala; yani Avrupa’yı da sarsan 2007-2009 büyük ekonomik krizine rağmen. Şu açıktır ki, tekelci kapitalizmin genel bunalımının yeni bir ağırlaşma dönemine geçiş sürecini başlatan bu büyük ekonomik kriz, işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin etkilerinin sürdüğü koşullarda patlak vermemiş olsaydı, sınıf mücadelelerinin seyri çok farklı gelişebilirdi.
Bununla birlikte, bu kriz, sözü edilen spesifik asimetri üzerinde hiçbir etkide bulunmadı da değil. Kriz; tekelci kapitalizminin asalak karakterini ve çürümüşlüğünü açığa vurmadı sadece; aynı zamanda, tekelci burjuvazi  dışında, ekonomik-sosyal konumları sarsılan tüm sınıflar ve onların politik temsilcileri arasında kendi konum ve gelecekleri hakkında yeni kaygı ve arayışları da gündeme getirdi. Kriz; bir yandan Avrupa işçi hareketinin kapitalist saldırılar karşısında halihazırdaki mecalinin sınırlarını görünür kılarken, diğer yandan işçi hareketini örgütlemek ve ona yön vermekle yükümlü (veya bu iddiayı taşıyan) partilerin ciddi zaaf ve zayıflıklarını da açığa vurdu…
Bu makalede; Avrupa işçi ve emekçi hareketinin  bir yerde ideolojik-politik sorunlarını açığa vuran iki tipik örnek üzerinde durulacak. Bu örneklerden biri, Syriza’da belirginleşen modern sosyal reformizm iken, diğeri Yunanistan Komünist Partisi (KKE)’de kendini gösteren sol doktrincilik ve sekterizm eğilimidir. Yukarda dikkat çekilen genel bağlam göz önünde bulundurulduğunda, bu tipik iki örneğin tam da krizin en büyük toplumsal sarsıntılara yol açtığı bir ülkede karşı karşıya gelmiş olması anlamsız değildir.

MODERN SOSYAL REFORMİZM VE İŞÇİ HAREKETİ

Alman sermayesinin yetkin borazanlığını yapan yayın organlarından “Die Wirtschaftswoche” , Yunanistan’da Syriza’nın hükümeti oluşturması üzerine çarpıcı bir kapakla okuyucusunun karşısına çıkmıştı: Kapakta, dalgalanan kızıl bayrağın üstünde üç kafa resmedilmişti; solda İspanya’daki “Podemos hareketinin şefi” Pablo İglesias, ortada Yunanistan’ın yeni başbakanı Aleksis Çipras ve sağda yeni maliye bakanı Yanis Varoufakis. Kapağın başlığı olarak, Enternasyonal’in nakaratı seçilmiş, altbaşlığında ise şunlar yazılmıştı: “Avrupa’nın yeni sol popülistleri fakir, seksi – ve refahımız için tehlikeliler”!
Bu kapağı gören her Marksist-Leninist, hemen ilk bakışta gülünç bulmuştur. Zira Podemos ve Syriza’nın komünizmle, devrimci işçi hareketiyle ilişkilendirilmesi gerçekten de gülünçtür! Alman sermayesinin yetkin yayın organı, bu yeni yetme “sosyalistler”in devrimci sosyalizmle hiçbir alakalarının olmadığını gayet iyi biliyordur. Anlaşılan o ki, sermayenin dergisi, fırsatı bulmuşken, bu “yeni sol popülistler” üzerinden bir kez daha komünizmle dalga geçmek istemiştir. Ama aynı anda, uyarma gereği de duymuştur; ‘bunların şu yada bu saik ile tetikleyebilecekleri şeyler, refahımız için tehlikeli olabilir!’ demeye getirilmiştir.
Bu uyarı ihtiyacının nedenine sonra geliriz, önce ama şunu netleştirmemiz lazım: Modern sosyal reformizmin , önceki sosyal reformizm ile temel farkı ne? Ortak noktası açık: işçi sınıfı devrimi ve iktidarını reddetmek; devrimci sınıf mücadeleleri yerine, kapitalizmi kamuoyu baskısı ve parlamenter yolla sosyal yönden reforme etmek, “insancıl kılmak”; “vahşi kapitalizmin” yerine “sosyal ve ekolojik kapitalizmi” geçirmek; sermaye ilişkisinin ön kabulü temelinde kısmi “reformlar” ile tedricen sosyal iyileştirmeler sağlamak vb. vb.. Kısacası, ideolojik bakımdan modern ve eski sosyal reformizm arasında esasa ilişkin hiçbir fark yoktur.
Modern ve klasik sosyal reformizm arasındaki en önemli fark ise, işçi hareketiyle ilişkisi, daha doğrusu ilişkisizliğidir. Bir kere bugünkü sosyal reformizm, işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin yaşandığı ve etkilerinin şu ya da bu şekilde sürdüğü koşullardaki sosyal reformizmdir. Öncekisi; dinamik ve devrimci olan bir işçi hareketini kapitalist düzenin sınırları içinde tutmak, işçi hareketini frenlemek ve devrimci mücadeleden saptırmak üzere ortaya çıkmış ve politik anlamını bu rolde bulmuştu. Hiç şüphesiz, önümüzdeki dönemde şu ya da bu ülkede ciddi bir devrimci işçi hareketi geliştiğinde, bugünkü sosyal reformizm de rolünü hemen bu yöne doğru genişletecektir.
Fakat bugün, sınıfının ana kitlesini kucaklayan devrimci bir işçi hareketi yok. Ve modern sosyal reformizm, onun yokluğuna rağmen ortaya çıkmış ve güçlenmiştir! Başka bir deyişle, sosyal reformizm sosyal reformizmdir diyerek, yani soruna salt ideolojik bakarak, mevcut olanın somut gerçekliği yeterince anlaşılamayacaktır.
Eğer, (bırakalım devrimci) işçilerin henüz belli başlı politik talepler için az çok bir sınıf olarak hareket edip, burjuvazinin saldırganlığını geri püskürtemediği koşullarda sosyal reformizm kendine gelişme alanı bulabilmişse, o zaman bugünkü sosyal reformizmde asıl esprinin onun reformizminden ziyade sosyalliğinde yattığını görmek gerekir. Başka bir ifadeyle, bugün Avrupa’nın pek çok ülkesinde görülen ve esasta da sosyal-liberal reformist ideolojinin etkisinde bulunan kitle hareketlerinin ideolojik zaafları, bu hareketlerin sosyal gerçekliğini görmemizi engellememelidir.
Bilindiği gibi, uluslararası sermaye ve özelde de Avrupa sermayesi, Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Bloku’nun dağılmasından bu yana, işçi ve emekçi halklara yönelik geniş ve dizginlerinden boşanmış bir saldırganlık içerisindeydi. İşçi ve emekçiler oldukça kısa sayılabilecek bir sürede, “komünizmi yenen” kapitalizmin, iddia edildiği gibi sosyal refah ve güvence getirmediğini anlamak durumunda kaldılar. Nitekim bir önceki tarihsel dönemde elde ettikleri pek çok sosyal, ekonomik ve demokratik kazanımlarını yitirdiler. Büyük ekonomik kriz bu saldırganlığı daha da katmerleştirdi. Krizin faturası işçi ve emekçilere kesildi. Şu ya da bu burjuva veya sosyal liberal ideologlar mevcut duruma ne açıklama getirirse getirsinler, gelinen yerde; geniş işçi, emekçi ve gençlik kitleleri bu saldırganlığı artık protesto ediyor, kabullenmek istemedikleri bu sosyal ve ekonomik koşullara artan tepkiler veriyor ve mevcut gidişattan hoşnutsuz olduklarını çeşitli biçimlerde dile getiriyorlar.
İşçi ve emekçi kitleler sermayenin ve hükümetlerinin saldırganlığına giderek artan vesilelerle karşı çıkıyorlar, ama ne istiyorlar? Bu saldırganlığın durdurulmasını, tasarruf politikalarına son verilmesini, sosyal hakların kısıtlanmamasını, başta genç işsizler için olmak üzere yeni iş sahalarının açılması ve bu amaçla yeni yatırımların yapılmasını, mali sermayeden daha yüksek vergiler alınmasını, özelleştirmelerin yapılmamasını, ücretlerin artırılmasını, taşeron işçiliğin sınırlanmasını ya da yasaklanmasını, iş yasalarında emekçiler aleyhine yapılan değişikliklerin iptal edilmesini, eşit işe eşit ücret verilmesini, sağlığa eğitime kaynak ayrılmasını, grev, yürüyüş ve gösteri haklarına yönelik kısıtlamaların geri çekilmesini vb. vb. sosyal, ekonomik ve politik talepler ileri sürmektedirler.
Nasıl ki seçimler işçi ve emekçilerin olgunluk düzeyini yansıtıyorsa, talepler de işçi ve emekçi hareketinin politik düzeyini ortaya koyar. Elbette soyut anlamda değil; belirli bir zaman, belirli koşullar ve belirli bir durumla bağıntılılığı içinde. Buradan bakıldığında, taleplerin genellikle savunma ve yitirilen hakları geri alma odaklı oldukları görülmektedir. Taleplerin bu özelliklerinde, mevcut işçi ve emekçi hareketiyle sosyal reformizmin örtüştükleri görülmektedir.
Nitekim, modern sosyal reformist hareketin sosyal açıdan omurgasını oluşturanlar, işçi aristokrasisi, küçük ve (sınırlı sayıda olsa da) orta burjuvalar ve aydınlardır.  Bunlar, kapitalist kriz ve onun daha da katmerleştirdiği kapitalist saldırganlık (“neoliberalizm”!) karşısında, kapitalizmin kendisi hakkında hayal kırıklığına uğramışlar ve aslında eski olan (“sosyal devlet”!) “yeni” bir “sosyal kapitalizm” (“sosyal piyasa ekonomisi”!) hayal ediyorlar. Yani, burjuvazi sosyalizmin tarihsel bir sapma olduğunu söylerken, modern sosyal reformistler kapitalizmin kendi özünden saptığını ileri sürmektedirler!
Bugünkü sosyal reformizm, bu yönüyle bir tür romantizmi (Fransız Burjuva Devrimi’nin “ilkelerine dönüş”ten, “sosyal devletin” yeniden tesisine kadar!) temsil etmektedir. Klasik sosyal reformizm ama romantik değildi, kapitalizmi sosyal reformlar yoluyla dönüştürme ufkuyla sınırlanmış olarak da olsa, yüzü ileriye dönüktü.
İşçiler ise; yaşanan büyük tarihsel yenilgi nedeniyle, sosyalizme olan güveni sarsılmış ve ideolojik bakımından büyük oranda sosyal-liberal görüşlerin etkisi altındadırlar. Tabiri caizse, iki sınıf/kesim de hayal kırıklığı ve güven sarsıntısı bakımından (birisi sosyalizmden, diğeri kapitalizmden) benzer bir halet-i ruhiyle “sosyal kapitalizm”de buluşmaktadırlar. Bu örtüşme ve buluşma; geniş işçi ve emekçi kitleleri içerisinde sosyalizm için mücadelenin bir hayal olarak görüldüğü bugünkü koşullarda, işçi sınıfını dolaysız bir biçimde şekillendirmekte; onu, krizin ve toplumsal sarsıntının etkileri ölçüsünde söylemi de radikalleşebilen modern sosyal reformist harekete yöneltmekte; günümüz sosyal reformizmin önerdiği hat üzerinden kendi sosyal ve ekonomik durumunda somut ve elle tutulur iyileştirmeler için mücadele etmeyi benimser hale getirmektedir.
Belirtmek bile gereksizdir ki, günümüz Avrupa işçi ve emekçi hareketlerinin yukarda özetlenmeye çalışılan sosyal ve politik gerçekliği anlaşılmadan, hiçbir devrimci görev doğru ve gereğiyle yerine getirilemez. Ve bu gerçeklik kavrandığı ölçüde, günümüz komünistlerinin halihazırdaki işçi hareketi karşısındaki görevlerinin ne denli karmaşık ve zor olduğu ve onlardan ne denli öngörü, sabır ve esneklik talep ettiği de görülecektir.
Wirtschaftswoche dergisinin, kapitalizmi ortadan kaldırmayı amaçlamayan ve aslında bir önceki “sosyal devlet” ya da “sosyal refah toplumu”nu talep eden modern sosyal reformizmin güçlenmesine yönelik “tehlike” uyarısının nedenine gelince. Bu uyarıda dile gelen, tekelci burjuvazinin tecrübesidir. Onların ideologları gayet iyi bilmektedirler ki, tarihte belirli sosyal ve politik amaçlarla yola çıkıp bambaşka hedeflere ya da sonuçlara ulaşan ya da neden olan pek çok hareketler vardır. O nedenle, hiçbir şekilde ateşle oynanmasını istememektedirler!

MODERN REVİZYONİZMİNİN NEDEN OLDUĞU TAHRİBAT
Marksist-Leninistler olarak biliyoruz ki, sözünü etmeye değer sosyal reformların olabilmesi için, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerinin devrimci bir mücadelesi gerekir. Zira tarihte reformlar, her zaman bu devrimci mücadelenin bir yan ürünü olmuşlardır (yani, bu devrimci mücadeleyi zayıflatmak, onu törpülemek üzere alınan tedbirler ve verilen tavizler olarak reformlar). “Sosyal Demokratlar olmasaydı, sosyal reformlar da olmazdı” (Bismarck). Aynı şekilde, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği olmasaydı, “sosyal devlet” de olmazdı. Avrupa işçi hareketinin tarihi, bu savı doğrulayan örneklerle doludur. Dolayısıyla, sorunun bu yönü açıktır.
Ancak, açık olan diğer gerçek de şu ki, günümüz işçi hareketi kendi tarihi ve tarihsel birikiminden büyük oranda kopmuş durumundadır. Çelişik ve özgül bir durumla yüz yüzeyiz: İşçi sınıfının politik bir sınıf olarak tarihsel-teorik birikimiyle, halihazırdaki pratik mücadelesinin teorik ufku arasında ciddi bir orantısızlık söz konusudur. Bu çelişik durumun doğmasına neden olan faktörlerin asıl kaynaklarını görebilmek için, SBKP’nin 20. Kongresi’nde iktidarı gasp eden modern revizyonizme ve onun fiilen ebeliğini yaptığı tarihsel yenilginin nedenlerine bakmak gerekir.
Konumuzu dağıtmamak için burada şu kadarını belirtmekle yetinelim: Modern revizyonizm işçi sınıfının devrimci teorisini sığ ve formel bir teoriye dönüştürdü; Lenin’in “Marksizmde tayin edici” olarak gördüğü “onun devrimci diyalektiği”ni  köreltti ve bu yolla Marksizm-Leninizmi işçi hareketi için bir eylem kılavuzu olmaktan çıkarttı. Modern revizyonizmin hakimiyeti boyunca, özellikle Batı Avrupa’da verilen işçi mücadeleleri ciddi anlamda devrimci bir işçi hareketi düzeyine çıkamadı. Avrupa’da 1960’ların sonu ile 1980’li yıllara kadar sayısız işçi mücadeleleri gerçekleşti. Ancak bu mücadeleler, gerek SB’de iktidarı ele geçiren modern revizyonizm (ve haliyle Batı Avrupa’da onunla birlikte hareket eden revizyonist partiler) tarafından, gerekse Avro-Komünizmi tarafından devrimci bir işçi hareketini geliştirmek ve örgütlemek anlayışıyla, işçi sınıfını iktidarı almaya muktedir kılacak bir perspektif ve pratikle yönlendirilmedi. İşçi hareketinin bu süreçte devrimci nitelikleri zayıflatıldıkça, işçi sınıfı sosyal reformizmle liberal burjuva görüşlerin tam hakimiyetine girmeye başladı. SB ve Doğu Blok’un dağılması ise işin tuzu biberi oldu, daha doğrusu belirginleşmeye başlamış bir durumun politik olarak da görünür hale gelmesi ve böylelikle Avrupa işçi hareketinin devrimci niteliklerinin erozyona uğratılması sürecinin tamamlanmasını beraberinde getirdi…
Peki belirtilenler bakımından KKE ne tür bir pozisyondadır? KKE, özellikle son yıllarda, 20. Kongre ve Kruşçev revizyonizminin eleştirilmesi  gibi belli başlı ideolojik ve politik konularda olumlu bir yönelim ve tutum içerisinde olmasına karşın, modern revizyonizmin Marksist-Leninist teorinin devrimci özünü boşaltmasının, en başta da komünist partilerin işçi hareketi karşısındaki konum ve görevlerinin kavranmasında yol açtığı tahribatları hala aşamamıştır. Nitekim, dünya ekonomik krizinin Yunanistan’daki çok yönlü tahribatlarının gündeme getirdiği siyasal, sosyal ve ekonomik çalkantılar, bunların yol açtığı toplumsal sarsıntılar, oldukça kısa bir sürede KKE’nin bu konudaki zaaflarını açığa vurmuştur. KKE’nin sözü edilen konulardaki zaaf ve yanlışlıkları; onun, sınıf mücadelesinin Yunanistan’da aldığı biçim ve koşullarda  bir komünist partisi olarak üstesinden gelmesi gereken karmaşık ve zor görevleri hakkıyla yerine getirememesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu zaafların ve yanlışlıkların dostça eleştirisi hem Yunanistan hem de Avrupa işçi hareketinin çıkarları bakımından elzemdir.
Dostça diyoruz, çünkü bilinmesi gerekir ki, burada yöneltilen eleştirilerin mantığının, KKE’yi “sağ oportünist” bir mevziden eleştirenlerin mantığıyla hiç bir alakası yoktur.  Nitekim KKE, bir süredir, kendisinin de mensubu olduğu uluslararası mihrak saflarında belirli tartışmalar içerisindedir. KKE’ye göre, “komünist hareket içinde bir kriz” mevcuttur: “Oportünizmin güçlenmesi, kendini, uluslararası komünist hareketin ideolojik-politik ve örgütsel krizinde göstermektedir”.  Hareket içinde “ayrılıklara neden olan” sorunlar; devrimin karakteri ve aşamalarından parlamenter anlayışlara kadar, kapitalist krize karşı tutumdan proletarya enternasyonalizmine kadar çok geniş bir alanı kapsamaktadır. “Kritik sorunlar” üzerine beliren görüş ayrılıkları artık ortak politik açıklamaları dahi zorlaştırmıştır. Örneğin bu hareket, iki yıldan bu yanadır ki, yıllık genel konferanslarının ardından ortak deklarasyonlarını çıkartamamıştır.
Gelinen yer itibarıyla; KKE, “Uluslararası komünist hareketin birliğinin bazı sorunları üzerine” başlıklı açıklamasıyla, hareketi içerisindeki tartışmalarla ilgili kendi fikirlerini kamuoyuyla paylaşmıştır. Bu ve pek çok başka metinde açık sağcı tezlerle ilgili (Avrupa Birliği’nin halkların lehine dönüştürülebilirliği; BRİCS ülkeleri bağlamında Çin ve Rusya hakkında yayılan hayaller; Latin Amerika’daki “ilerici hükümetler”le ilgili “sosyalist” nitelemeler; “21. yüzyıl sosyalizmi”ni ve Çin ve Vietnam’daki “pazar sosyalizmi”ni olumlama vb. vb.) birçok doğru şeyler söylenmektedir. (Bu arada belirtelim ki, KKE’nin belirtilen konularda yaptığı bazı değerlendirmelerin, modern revizyonizme karşı mücadeleden doğan ve karşı-devrimin şaha kalktığı yıllarda Quito Deklarasyonu ile kendini yeniden mevzilendiren Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın –CIPOML– baştan beri savunduğu fikirlerle örtüşen yönleri de bulunmaktadır.) Ancak, bu olumluluğa karşın, aşağıda da göreceğimiz gibi; partinin işçi hareketi karşısındaki konumu ve sorumlulukları, ona ilişkin görevleri ve bu amaçla geliştirmesi gereken taktikler ve ittifaklar konusunda doktriner ve sekter eğilimler muhafaza edilmektedir.

KKE’NİN “İTTİFAK VE MÜCADELE ÇİZGİSİ”

Sözü edilen metinde KKE, ülkesinde geliştirdiği “ittifak ve mücadele çizgisi”ne dikkat çekmekte. Bu çizginin “ağırlık noktasının”; “işçi hareketini yeniden inşa etmede, sınıf yönelimi ile işçi sınıfının sınıf birliğini güçlendirmede yattığı” belirtilmekte. Ayrıca partinin, “halk ittifakının; yani işçi sınıfıyla yoksul köylülerin, küçük esnafların, kadınların ve halk tabakalarının ailelerinden gelme gençliğin ittifakının inşası için çalıştığı” vurgulanmakta. “Verili koşullarda bu ittifak bugün ifadesini, örneğin işçi sınıfında PAME gibi, köylülükte PASY gibi, serbest çalışan ve kentlerdeki esnaflarda PASEVE gibi, üniversiteli gençlikte MAS gibi ve kadınlarda OGE gibi mücadeleci birliklerin eylemlerinin koordinasyonunda bulmaktadır.”
İlk bakışta sanılabilir ki, Yunanistan’da gerçek bir halk ittifakı kurulmuştur. Ama maalesef öyle bir durum söz konusu değildir. Denilmektedir ki, “toplumsal halk ittifakının anti-kapitalist anti-tekelci bir doğrultusu vardır”. Yani? Yani gerçek şu: PAME, PASY, PASEVE, MAS, OGE; bu “mücadeleci birlikler” KKE’nin kendisinin kurduğu ve kendi çizgisinde bulunan birliklerdir! Zaten böyle olduğundan da, “anti-kapitalist anti-tekelci” birliklerdir. KKE ve Yunanistan’ı takip eden herkes bilmektedir ki, bu birlikler, “yüz binlerce işçi ve halk güçlerini seferber ediyor” olsalar da, milyonlarca işçi ve emekçinin yalnızca bir kesimini temsil etmektedirler. Dolayısıyla bu birlikler yalnızca “mücadeleci” değil, aynı zamanda “öncü” birliklerdir. KKE’nin tabiriyle bunlar, “öncü yığın aktiviteleri”ni gerçekleştiriyorlar! Kısacası, ortada gerçek bir “toplumsal halk ittifakı” yok, tersine KKE’nin kendi ya da kendi çizgisindeki sendikal, gençlik, kadın, köylü vb. örgütlerinin bir birliği var.
Öte yandan, bu “mücadeleci birlikler”, KKE ile birlikte, “anti-kapitalist anti-tekelci” yönelimleri doğrultusunda, bir yerde devrim için hazırlanmaktadırlar; “halk ittifakı”, “halkın her sorunu için mücadeleyle büyüyecek, yeni koşullara uyum sağlayacak ve kendisini hazırlayacak, öyle ki devrimci durum koşullarında öncü bir rol oynayabilsin.” “Devrimci durumun nesnel bir karakteri vardır ve her parti kendini buna hazırlamalıdır.” “KKE, sınıf bilinçli hareket ve halk ittifakı; bu doğrultuda Yunanistan’daki mücadelede öncü bir rol oynamakta; sermayenin, onun parti ve hükümetlerinin güçlerine ve emperyalist AB’ye karşı yüzbinlerce işçi ve halk güçlerini seferber etmektedirler.”
KKE’nin bu mücadele anlayışı, mensubu olduğu mihrak içerisinde de eleştiri konusu olmuş ki, sözü edilen metinde şunlar söylenmekte: “Devrimci mücadeleyi kötü göstermeye, onu ‘sektercilik’ olarak karalamaya çalışan açıklamalar, komünist harekete zarar vermektedirler. Bu açıklamalar, tekellere ve kapitalizme karşı, halkın her sorunu için somut hedef belirlemelerle mücadele eden KKE, PAME ve diğer mücadeleci birliklerinin öncü yığın aktivitelerini değersiz göstermeye çalışıyorlar.”
Burada sözü edilen “açıklamalar”da hangi neden ve argümanlarla “sektercilik” eleştirisinde bulunulduğunu bilmiyoruz. Fakat KKE’nin sınıf mücadelesi anlayışının sekter özellikler taşıdığını belirtmek lazım. “Öncü yığın aktiviteleri”nde, “halkın her sorunu için somut hedef belirlemelerle mücadele” ediliyor olması da, bu anlayıştaki sekterliği ortadan kaldırmamaktadır (halkın somut sorunları için mücadele ettiklerini bildik sekter akımlar da söylemektedirler). Zaten asıl mesele de, bu “öncü yığın aktiviteler”in hangi sorunlar için yürütüldüğünde değil; sorun anlayışın kendisinde, yani işçi ve emekçi hareketinde ayrı bir öncü birlik (kamp) oluşturulmasındadır. KKE’nin toplumsal hareket içinde ayrı bir öncü birlik oluşturduğu; hemen hemen her eylem, gösteri ve kutlamalarda bu öncü birliği ile ayrı yürüdüğü, ayrı örgütlediği, ayrı harekete geçtiği herkesin malumudur…
Ama devam edelim. KKE gibi, Yunanistan işçi ve emekçi hareketinde hala önemli bir yer tutan bir parti, hangi saik ile verili işçi ve emekçi hareketinde ayrı bir öncü kamp oluşturmayı Marksizm-Leninizm adına savunabilir? Bu tutum şu iki argümana dayanıyor:
a) Yunanistan’daki “devrimin karakteri sosyalisttir”. KKE ve onun çizgisinin dışındaki partiler, hareketler, sendikalar, kitle örgütleri, reformist ve/veya burjuva ve düzen içidirler (en azından işçi ve emekçi hareketinde belirli bir gücü olanlar bakımından). Devrimin karakteri sosyalist olduğundan kurulacak ittifaklar da “anti-kapitalist anti-tekelci” olmak zorundadır. Dolayısıyla, başka güçlerle ittifakla değil, tersine KKE önderliğindeki “mücadeleci birlikler”in “öncü yığın aktiviteleri”ne işçi ve emekçiler kazanılarak “toplumsal halk ittifakı” kurulacaktır.
b) Kapitalizmden sosyalizme geçişte “ara aşamalar” yoktur: “Sorun büyüktür. Aşamalar mantığı, objektif ve niyetlerden bağımsız olarak, kapitalizm çerçevesinde halkın lehine çözümler aramayı öğütler. Bu sav, ‘ara aşamanın’ sübjektif faktörün olgunlaşmasına katkı yapması ve sosyalizme bir köprü görevini görmesi ile gerekçelendirilmekte. … Bu yaklaşım tarzının kendisi hiçbir zaman ve hiçbir yerde tanıtlanmadı ve 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin dersleriyle de çelişmektedir. Daha kötü olan ama, aşamalar mantığının; sistemi idare etme çözümlerine, örneğin üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaya devam eden ve siyasal iktidarı elinde tutan tekellerin çıkarlarını (objektif olarak) idare eden ‘sol, ilerici ya da yurtsever hükümetler’ arayışına götürmesidir.” KKE’ye göre “bu opsiyon”, “illüzyonları” teşvik ediyor, “işçi hareketini çetin sınıf mücadelelerine hazırlamaya katkı sunmuyor”, aksine işçi hareketini “hep geç davranmaya mahkum ediyor, burjuva ideolojisi ve politikaya açık hale getiriyor ve parlamenter hayallere sürüklüyor.”
Görülen o ki KKE, “subjektif faktörün” bugünkü gerçekliğine gözlerini kapamış durumda! Bu sadece yukardaki satırlarda değil, son dönemde pek çok açıklamalarında dile getirdikleri “sınıfı yabancı bayrak altına sokmayacağız!” söylemlerinden de görülmektedir.
Lenin, bu gibi eğilimlerle karşı karşıya olunduğunda önerdiği şey, “tartışmasız gerçeklerle fiili sınıf güçlerinin olabildiğince salim ve kesin değerlendirmesini dikmek”tir!  Bunu yapmak lazım, zira KKE, içinde bulunduğumuz koşullarda, yani; işçi sınıfının büyük tarihsel yenilgisinin etkilerinin hala ciddi anlamda devam ettiği, işçi sınıfının sosyalizme güveninin sarsıldığı, dahası işçiler arasında burjuva ve sosyal liberal görüşlerin hakim olduğu bir dönemde; şu ya da bu “opsiyona”, işçileri “burjuva ideolojisi ve politikaya açık hale getiriyor”, “parlamenter hayallere sürüklüyor” gerekçesiyle karşı çıkıyor! KKE gerçekte kimi gözeterek bu “illüzyonlar”dan dem vuruyor? İşçi ve emekçi kitleler olmasa gerek, zira onlar bu “illüzyonların” kapanında zaten. KKE ilgisinin odak noktasına işçi ve emekçi hareketinin bugünkü gerçekliğini koysa, sorunun aslında tersinden olduğunu fark edecek, yani; ne ve nasıl yapabiliriz de bu illüzyonların kapanında olan işçileri, kendi bağımsız hareketlerini geliştirebilecek bir yola sokabiliriz?
Bugünün çok yönlü ve karmaşık görevlerinin en temel boyutunu teşkil eden bu soruya sonra geri dönmek üzere, “ara aşama”lar tartışmasıyla ilgili iki hususu belirtmekte fayda var. 1) Bu “ara aşama” ile, Kruşçev revizyonizminin özellikle ileri kapitalist ülkelerdeki komünist partilerine dayattığı “anti-tekelci demokrasi” üzerinden “barışçıl yoldan sosyalizme geçiş” kastediliyorsa, elbette böyle bir “ara aşama”nın; yani sosyalist devrimi baştan öngörmeyen, teorik bakımdan olası, tarihsel bakımdan istisnai ve geçici bir durumu bugünden mutlaklaştırıp devrimin yerine geçiren ve aslında işin başından işçi sınıfını sosyalist devrimi gerçekleştirmek üzere örgütleyip bilinçlendirmeyen bir programatik çizginin Marksizm-Leninizm adına savunulamayacağı ortadadır.
Bu anlamda bir “anti-tekelci demokrasi” yanlıştır. Çünkü bu anlayışta asıl mevzu, istisnai bir olasılık değildir; tersine, burada bir sapma, yani işçi sınıfını, sosyalist devrimi gerçekleştirmeye muktedir bir sınıf olarak örgütleme ve bilinçlendirme görevinden sapma vardır. Bu anlamdaki, yani aslında ara aşama olmayan bir “ara aşama” tezine karşı çıkıyorsa eğer KKE, itiraz etmekte haklıdır kuşkusuz.
2) Gelgelelim bu, bu itirazın sekter bir pozisyondan yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Bu itirazı temellendirmek için bugünkü gerçekliği göz ardı etmenin bir gereği olmadığı gibi, ‘gelecekte de olmayacaktır’, yani “ne burjuva iktidarının, ne de işçi –halk iktidarının bir ara aşaması yoktur”  diyerek her tür “ara aşama”yı reddetmenin de bir anlamı yoktur.
Lenin, Ekim Devrimi’nin de tecrübesine dayanarak; “Genel olarak tarih, özel olarak da devrimler tarihi, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin, en iyi partilerin zannettiklerinden, içeriği bakımından daima daha zengin, daha çeşitli, daha canlı, daha ‘becerikli’dir.”  der. Ara aşamalar ve uzlaşmalar “tarihsel gelişme tarafından” yaratılır. Ve Engels’in de dediği gibi, “Alman komünistleri, kendilerinin değil, tarihsel gelişmenin yarattığı bütün ara-aşamaların ve bütün uzlaşmaların ötesinde son amacı, yani sınıfların kaldırılmasını ve toprağın ve üretim araçlarının özel mülkiyetine yer vermeyen bir toplumsal düzenin kurulmasını, açıkça görebildikleri için komünisttirler.”
Fakat, tarihin, keskin söylemleri dikkate almayacağı gerçeği bir tarafa; şimdi daha önemli olan, bu yaklaşımın bugünkü sınıf mücadelesinin görevleri bakımından ciddi bir handikap oluşturmasıdır. Handikaptır, çünkü ‘tek çözüm’ yaklaşımı, komünistlerin ufkunu darlaştıran, çalışmalarını tek boyuta indirgeyen ve sınıf mücadelelerinin zengin biçimlerini zamanında görme ve onları verili işçi hareketinin dayanakları haline getirme yeteneğinden mahrum kılmaktadır. Modern revizyonizmin Marksizm-Leninizmi formel bir teoriye dönüştürmesinin kaynaklık ettiği darlıkları aşamamışken, güçlenen sosyal-reformizm ve sağ oportünizm karşısında sol sekter eğilimlere yönelen KKE, bugün sadece asgari programdan yoksun bir parti değil, aynı zamanda stratejisi ile taktiği arasındaki ilişkide her birisinin diğeri karşısındaki özgül farklılığını yitirdiğinden, stratejisinin taktiğe gereksinim duymadığı ve taktiğinin de stratejisi ile farklılaşmadığı bir parti durumundadır.
Somutlaştırmak gerekirse. Örneğin KKE MK üyesi ve uluslararası ilişkiler sorumlusu Elisseu Vagena’nın 2012 seçimlerinin hemen öncesinde Evrensel gazetesinin kendisiyle yaptığı röportajda şunları söylemekte: “KKE bugün bir ara ‘aşama’ için mücadele etmemektedir ve bir ‘asgari programı’ yoktur. Kuşkusuz bu, stratejisinin olduğu ama taktiğinin olmadığı anlamına gelmiyor. KKE’nin taktiği, mücadelenin hedefleri için işçilerin birleştirilmesi ihtiyacını ve toplumsal ve demokratik hakların savunulması ve halkın modern yaşam ihtiyaçlarının karşılanmasını içermektedir. Halkın her sorununa ilişkin mücadelenin gerek duyduğu tutum ve hedeflerimizi ortaya koyan bütünlüklü bir çizgimiz var. Kaldı ki işçi-halk iktidarı kurulmadan kapitalizmin egemenliği altında emekçilerin elde ettiği tüm kazanımların geçici olduğunu söylüyoruz.”
İşçi ve emekçi hareketinin içinde bulunduğu somut koşulları tekrar tarif etmenin bir gereği yok; ancak, tam da işçi hareketinin genel olarak çok zayıf olduğu bugünkü tarihsel koşullarda, “emekçilerin elde ettiği tüm kazanımların geçici olduğunu söyleme”nin mantığı ne? Bu söylemin somut işçi hareketinde, yani kazanımların “k”sinin bile neredeyse kalmadığı bir dönemde bir karşılığı var mı? Kaldı ki, bu kazanımların mutlak olarak geçici olacağı da doğru değildir. Bugün gelişecek bir işçi hareketinin elde edeceği kazanımlar, gayet tabii devrimci bir işçi hareketinin dayanakları da olabilir ve zaten çabası verilmesi gereken de bu değil midir? Lenin, mevcut düzenin zeminindeki yarım ve ikiyüzlü ‘reformları’, proletaryanın tam kurtuluşu için ilerleyen işçi hareketinin “üslerine” dönüştürmekten söz eder.  Çeşitli kazanımlar ve başarılar elde etmeden, onları birer üss haline getirmeden, işçi-halk iktidarı işçi sınıfının bu ve benzer kazanım ve birikimleri değil de neyin üstünde yükselecek ki – eğer sosyalizm, hayali ya da bu maksatla özel olarak tasarlanmış insan malzemesiyle değil de, kapitalizmin bıraktığıyla kurulacaksa?  Bugün üzerinde durulması gereken kazanımların geçiciliği değil; aksine bu kazanımların elde edilmesinin yollarını bulmak, bu yolla işçi hareketinin kendi özgüvenine kavuşmasını sağlamak, bu kazanımları işçi sınıfının tam kurtuluş mücadelesinin birer üsleri haline getirmektir. Bu yapıldığında, mücadelenin ufku gerçekte de kısmi başarılarla sınırlanmayabilir ve işçi-halk iktidarı da teorik bir çözüm öngörüsü değil de bugünün somut çelişkilerinin yegane çözüm yolu olarak pratikleşebilir.
“KKE’nin taktiği” bağlamında söylenenlere bakalım: “İşçilerin birleştirilmesi ihtiyacı”, “hakların savunulması” ve “yaşam ihtiyaçlarının karşılanması”… Burada somut ve belirli bir “taktik” olarak tanımlanabilecek bir şey var mı? Açıktır ki bunlar, 2012 seçimleri öncesinin somut durumuna ilişkin; yani ülkenin salt sosyal değil, politik bakımdan da hareketli olduğu ve partinin son derece esnek ve hatta çelişik bile görünebilecek tutumları geliştirmesi gerektiği bir duruma ilişkin, spesifik bir şey içermemektedirler.
“Program, işçi sınıfının diğer sınıflara yönelik genel, temel ilişkilerini, taktik ise tekil ve geçici ilişkilerini belirler.” (Lenin)  KKE’nin sınıf mücadelesi anlayışındaki sekter eğilimlerin; temsil ettiği iddiasını taşıdığı işçi sınıfının diğer sınıflar karşısındaki mücadele kapasitesini ve etki derecesini artıracak “tekil ve geçici” politik tutumlar geliştirmesini engellediği, ülkenin ağır bir kriz sürecinde doğan ve ama bu ve başka zaaflarından ötürü değerlendiremediği olanakların modern sosyal-reformist ve faşist güçlerce doldurulduğu acı bir gerçektir.

İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNE YAKLAŞIM
Son iki yılda, özellikle de ama son seçimlerde KKE üzerinde, Syriza’nın gelişme kaydetmesi ve ittifak önerileriyle de öne çıkması neticesinde büyük bir baskı oluştu. İdeoloji ile politikayı birbirinden ayırt etmeyen (ayıran değil!)  KKE, ittifak tekliflerini reddetti. Ve bilindiği üzere, seçimlerde galip çıkan Syriza hükümeti kurdu. KKE, hükümet ortağı olmayacağı gibi, Syriza hükümetine herhangi bir tolerans da tanımayacağını açıkladı…
Elbette KKE’nin, sosyal reformist Syriza’nın liderliğindeki bir hükümetin koalisyon ortağı olması yanlış olacaktı. Engels’in, “Fransız sosyalist demokratların” 1848 Şubatı’ndan sonra oluşan ilerici hükümette sunulan koltukları kabul etme hatasına dikkat çeken örneği bilinmektedir. Fransız sosyalist demokratları yanlış yaptılar, zira; “hükümette bir azınlık meydana getirerek, hükümetteki varlıkları temsil ettiklerini iddia ettikleri işçi sınıfının devrimci eylemini tümüyle felce uğratırken, yalnız cumhuriyetçilerden oluşmuş çoğunluğun işçi sınıfına ettiği bütün alçaklıkları ve ihaneti gönüllü olarak paylaştılar.”
Bununla birlikte; KKE’nin zamanında işçi ve emekçi halkın acil ve yakıcı taleplerini içeren bir platformla çıkması ve Syriza ve başka ilerici güçlerle bu platform üzerinden geniş bir ittifak kurması ve emekçi halkın bu taleplerine sadık kalmayı Syriza ile ittifakının kriteri haline getirmesi mümkündü ve işçi ve emekçi hareketinin halihazırdaki bilinç düzeyi ve beklentileri bakımından da elzemdi. Bu taktik tutumda murat edilen Syriza’nın devrimci bir politika izleyebileceği beklentisi olamazdı elbette; tersine işçi ve emekçilere Syriza’ya bağladıkları umutları giderek gerçekçi bir temele oturtmalarına yardımcı olmak, yani bu umutlarının gerçekleşmesini Syriza’ya havale etmemelerini, aksine gerçekleşmeleri için kendi inisiyatiflerini geliştirip korumalarını sağlamaktı. Sözü edilen durumda, yani geniş bir ilerici güçler ittifakının kurulmuş olması durumunda, emekçi halkın desteği sadece Syriza’ya da verilmiş olmayacaktı. Ve KKE de bu durumda, geniş ittifakın, yani halkın somut bir tercihinin en tutarlı temsilcisi ve halkın acil taleplerine en sadık gücü olduğunu kanıtlayabilir ve elde etmiş olacağı bu pozisyonla geniş emekçi kitlelerinde kendisine ve genel olarak sosyalizme yönelik önyargıların kırılmasında belirli adımlar atma olanağını yakalayabilirdi.
Tam da içinde bulunduğumuz koşullarda, yani kapitalizmin temel çelişkisinin kendisini dışavurma biçimlerinin alabildiğine çeşitlendiği ve haliyle sınıf mücadelelerinin –proletaryanın kendi bağımsız hareketiyle öne çıkamamış olması nedeniyle de– daha dolayımlanarak cereyan ettiği koşullarda, işçi sınıfının partisinin düne göre daha çok “zikzaklı, dolambaçlı yoldan yürümesi” gerektiği kaçınılmazdır. “Sorun, bu taktiği, proletaryanın genel olarak bilincini, devrimci ruhunu, mücadele etme ve yenme yeteneğini düşürecek değil, yükseltecek biçimde uygulamayı bilmektir.”  Sorun, “komünizm fikirlerine en fedakarca bağlılığın” “her türlü zorunlu pratik uzlaşmalar, zikzaklar, barış manevraları ve ricat vb. ile birleştirilebilme”sindedir.
Ne var ki KKE, Syriza’nın sosyal reformist karakterine odaklandığı kadar, işçi ve emekçilerin kendilerine, onların bugünkü bilinç düzeyine, beklentilerine ve olup biteni algılayışlarına ve ruh hallerindeki değişime odaklanmadı. Oysa, her zaman ve ama özellikle de içinde bulunduğumuz dönemde, bu hususlar üzerinde özel olarak yoğunlaşmak gerekmiyor mu? İşçi ve emekçilerin Syriza’ya yönelmeleri salt onların “illüzyonları”nı göstermiyor, aynı zamanda; emekçi halkın artık daha büyük bir kesiminin izlenen tasarruf politikalarını sineye çekmek istemediklerini, sadece emekçilerin değil, sermayenin de krizin yükünü omuzlamasını istediklerini ve kendi yakıcı talepleri ve ihtiyaçları için yerleşik partilerin dışında politik bir alternatif arayışında olduklarını da göstermiyor mu?
İşçi sınıfının çoğunluğunun görüşlerinde ciddi bir değişiklik olmadan “işçi-halk iktidarı”nın mümkün olamayacağı; bu değişimin de yalnızca propagandayla değil, “kitlelerin politik deneyimleriyle” gerçekleşeceği açık değil mi? Komünistler için açık ve net olan pek çok şeyin, geniş kitleler için net ve açık olmadığı gerçeği, tarihsel yenilginin etkilerinin sürdüğü bugünkü koşullarda daha çok geçerli değil mi? “Saf komünizm bakımından, yani soyut, henüz siyasal ve pratik yığın hareketi için olgunlaşmamış komünizm bakımından”, çeşitli burjuva siyasetçileri arasındaki görüş ayrılıkları “hafife alınabilir ve hiç bir önem taşımayabilir”. “Ama yığınların pratik hareketi bakımından bu ayrılıkların pek büyük önemi” olduğu hiç göz ardı edilebilir mi?
Sadece en bilinçli öncüsünü değil, “bütün sınıfın bilincinin ve hazırlığının, sadece ilerici unsurlar değil, emekçiler yığınının tümünün bilincinin ve hazırlığının gerçek durumunu özenle gözlemek” komünistlerin bugünkü görevlerinin başında gelmiyor mu? “Yığınların seviyesine” inmeden, kitle kuyrukçuluğu ve işçi dalkavukluğu yapmadan ve onlara acı gerçekleri söylemekten vaz geçmeden, bir “yığın partisi olarak davranmayı bilmek” mümkün değil midir? Elbette ki mümkündür ve zorunludur, çünkü bir “ikilem” gibi görünen bu diyalektik ilişkiyi korumanın ve geliştirmenin başka bir alternatifi yoktur! Lenin’in dediği gibi, “komünistlerin bütün görevi, bilinçlemede geç kalanları inandırmayı bilmek, onların arasında çalışmayı bilmektir, yoksa çocukça uydurmalardan başka bir şey olmayan ‘sol’ sloganlar ileri sürerek onlardan ayrılmak değildir.”
Kısacası, KKE’nin işçi ve emekçi hareketine yaklaşımında iki somut zaaf dikkat çekiyor: a) politikadaki pedagojik unsuru gözetmeme, b) parti fetişizmi.
a) Hiç şüphesiz, bir komünist partisinin politik görevleri pedagojiye indirgenemez. Bu yapıldığında, partinin politikası kapsayıcılığını yitirip yüzeyselleşir, dahası öngörücü ve yönlendirici özelliğini kaybeder. Ancak bu doğru; partinin politik çalışmasında, özellikle de işçi ve emekçilere yönelik çalışmasında, “her zaman pedagojinin belirli bir unsuru” bulunduğu, bulunmak zorunda olduğunu gereksiz kılmaz, kılmamalıdır da. Buna dikkat etmemek; partinin politik çalışmasının işçi sınıfının bütününü eğitmesi gerektiğini, devrimci teorinin sınıfın en geri kesimlerine dek anlatılması gerektiği, parti politikalarının doğruluğundan onların da ikna edilmesi gerektiği, onların bilinçlerinin; “özenli ve sabırlı”, güvenlerinin kazanılması ve özdeneyimlerinin gözetilmesi suretiyle yükseltilmesi gerektiği unutulmuş olur. Bu unsuru unutmak, bilimsel sosyalizmi “kuru bir dogmaya” dönüştürmek, salt “kitabi konuşmak” demektir.
Fakat örneğin KKE Genel Sekreteri Dimitris Kuçubaş, Syriza’yı iktidara taşıyan seçimlerin hemen öncesinde partisinin 96. kuruluş yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşmada diyor ki: “Halk, bütün halk karşıtı hükümetlerden ve politikalarından kurtulmak ve kendi iktidarını kurmak ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Bugünkü durum (ulusal ve uluslararası) zaman kaybetmemize izin vermemektedir.”  Seçim sonuçları da gösterdi ki, halk tarif edildiği anlamda bir ihtiyaç hissetmemiştir! Gerek duyulmayan bir gereksinim, olsa olsa teorik bir gereksinim olabilir. Demek ki halkın kendisi, henüz “kendi iktidarını kurmak ihtiyacı ile karşı karşıya” değildir. Dolayısıyla, genel sekreter burada halkla ilgili salt kendi (partisinin) istemini dile getirmiş olmaktadır. Lenin, “devrimciler için en tehlikeli yanılgı”nın, “kendi isteklerini, ideoloji ve siyaset alanında kendi görüşlerini, nesnel gerçeklikle birbirine karıştırma”ları olduğunu söylerken, yerden göğe kadar haklı değil midir?
Peki ama, Yunan halkı Kuçubaş’ın söylediklerini henüz bir ihtiyaç olarak hissetmiyor olması, söylenilenin mahiyetinin tarihsel-teorik bakımdan doğru oluşunu ortadan kaldırıyor mu? Hayır kaldırmıyor ama, işçi ve emekçi hareketinin bugünkü gerçekliğinde karşılığı olmayan soyut bir doğrunun belirtilmesinden de öteye gitmiyor. Şimdi soruyoruz: KKE’nin, modern revizyonizmin Marksizm-Leninizmi formel bir teoriye dönüştürmesinin kaynaklık ettiği darlıkları henüz aşamadığını söylerken, haksız bir saptamada mı bulunuyoruz?
b) Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, komünistlerin proleterle nasıl bir ilişki içinde olduklarını açıklarken, bugün özellikle yeniden hatırlatılması gereken şu ifadeleri kullanırlar: Komünistlerin; “bütün proletaryanın çıkarlarından ayrışan çıkarları yoktur” ve “proletarya hareketini biçimlendirmesini istedikleri özel (sekter) ilkeler ileri sürmezler”. Komünistler “öteki proleter partiler”den, başka şeylerin yanı sıra, şu özellikleriyle ayrışırlar: “Proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin geçtiği çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman bütün hareketin çıkarlarını temsil ederler” ve proletaryanın geniş kitlesine karşın “proletarya hareketinin koşulları, gidişatı ve genel sonuçlarını teorik olarak kavrama üstünlükleri bulunur”. Komünistlerin önündeki amaç ise; “proletaryanın sınıf haline gelmesi, burjuva egemenliğinin yıkılması, politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi”dir (bu sıralamanın gelişi güzel olmadığı açıktır!).
Komünistlerle proleterler arasındaki ilişki ve komünistlerin amacına dair yukardaki yalın ifadeler göz önünde bulundurulduğunda, Marx ve Engels’in Birinci Enternasyonalin kuruluş metnine, “özel olarak formüle ettik” dedikleri şu “savaş narası”nı yazmaları anlamsız değildir: “İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır.” 
Bu yeniden hatırlatma ve vurguya neden gerek duyuldu? Çünkü modern revizyonizm parti mefhumu konusunda da aşılması gereken ciddi tahribatlar yaptı. Modern revizyonizm, tahmin edilebilir nedenlerle, adeta bir parti fetişizmi yarattı. Parti fetişizminin özü, partinin kendini işçi sınıfının yerine koymasıdır. Oysa parti, selameti kendinde bulunan bir amaç değil; “işçilerin sınıf birliğinin en yüksek biçimi olarak” (Lenin)  onların en ileri mücadele aracıdır. Parti işçi sınıfının ne yerini alabilir, ne de doldurabilir, dolayısıyla böyle bir saik ile de hareket edemez, etmemelidir! Bu nedenle Lenin, “ileri işçileri açıktan ve doğrudan politik mücadeleye çağırmak yerine, işçi hareketini geliştirme, proletaryanın sınıf mücadelesini örgütleme görevine” işaret eder.
Bir parti; işçi kitlelerinin halihazırdaki bilinç düzeyini, önyargılarını, illüzyonlarını ve ikna edilmelerini ne kadar az dikkate alıyorsa; bir parti; mücadele çizgisini belirlerken, işçi kitlelerinin kendi öz siyasal deneyimlerini, işçi sınıfının ve hareketinin ideolojik-politik-örgütsel bakımdan neye hazır olup olmadığını ne kadar az gözetiyorsa, ne kadar az kitle pratiğinden öğreniyorsa, o partide o kadar da parti fetişizmi yer edinir.
Bir parti; işçi hareketinin bizzat kendisini örgütlemek, hareketin bütününe bilinç ve örgütlülük kazandırmak yerine, kendisine ve birliklerine odaklıysa, kendi örgütlerinin birliğiyle “toplumsal halk ittifakını” özdeşleştiriyorsa; dahası, işçi hareketinin birliğini pratikte amaçlamıyor, yani günlük mücadelede işçilerin çıkarlarının birliğini ve haliyle bu ortak çıkarlar temelinde birlikte mücadelesini her fırsatta geliştirmeyi taktik tutumunun vazgeçilmez bir ögesi kılmıyorsa, bunun yerine ama işçi hareketi içinde “öncü yığın aktiviteleri”yle ayrı bir öncü birlikler kampı kuruyorsa, o parti, teorik planda neyi savunursa savunsun, işçi sınıfının bütününün partisi olarak hareket edemiyor ve işçi hareketi karşısındaki asli görevlerini yerine getiremiyor demektir.
Modern revizyonizm kaynaklı parti fetişizmi aşılamadığında, belirli bir noktadan sonra, işçi hareketi karşısında anlamsızlaşma ya da doktrinci bir konuma sürüklenme işten bile değildir. Yani tam da Marx’ın “bulunmayacağız” dediği şu pozisyonda olma: “Biz ortaya, doktrinerler olarak, işte hakikat, onun karşısında diz çök! diyen yeni bir ilkeyle çıkmıyoruz. Biz dünyaya, dünyanın kendi bağrında geliştirdiği ilkeleri getiriyoruz. Biz ona, savaşımlarını orada bırak, bunlar zırvadır, biz sana savaşımın gerçek belgisini haykıracağız demiyoruz. Biz ona yalnızca tam olarak niçin savaştığını gösteriyoruz.”

*            *            *
Lenin, Ekim Devrimi’nin Birinci Dünya Savaşı ile bağlamına dikkat çekerken, böyle bir devrimin “savaşın kendisinden doğan bazı yeni özellikler ya da değişiklikler göster”diğini ve Marx’ın düşüncelerini kavramakta yeteneksiz olanların bunu anlamadıklarını belirtir. Nitekim onlar; “şimdiye dek kapitalizm ve burjuva demokrasisinin Batı Avrupa’da belli bir gelişim çizgisi izlediğini görmüşler ve bu çizginin ancak mutatis mutandis, yalnızca bazı düzeltmelerle (dünya tarihinin genel gelişimi açısından hiç de önemli olmayan düzeltmelerle) bir model olarak alınabileceğini düşünememişlerdir”. Ekim Devrimi yeni özellikler gösterecekti, “çünkü dünya bugüne dek böyle bir durumda böyle bir savaşa tanık olmamıştır.” Anlaşılması gerektiğini düşündüğü ikinci husus olarak Lenin şunu belirtir: “Dünya tarihindeki gelişmenin bir tüm olarak evrensel yasalara uymasına karşın”, “bazı gelişme dönemlerinin, bu gelişmenin ya biçiminde ya da birbirini izleme sırasında özgünlükler göstermesinin hiçbir biçimde ‘yasak’ olmadığını, tersine bunun varsayılması gerektiğini anlamamışlar.”
Lenin’in bu yaklaşımı ve belirttikleri bugünün komünistleri için son derece önemli ve günceldir. Bu geniş ve derin perspektifi örnek almamız gerekir.
İçinde bulunduğumuz tarihsel koşulların özgünlüğünü şöyle de ifade edebiliriz: Olgunlaşmış çelişkiler olgunlaşmış yanıtlarını bulamamakta henüz. Bu durum, hiç şüphesiz, büyük bir çelişkiye işaret etmektedir. Ama hayatın çelişkilerinden kaçılmamalı; tersine bu çelişkilere katlanılmalı, onları; toplumsal sorunların ve sınıf mücadelelerinin daha derinden kavranmasına götürecek önemli ipuçları olarak dikkatle incelemeli ve buradan işçi hareketini bulunduğu pozisyondan daha ileriye taşımaya yardımcı olacak pratik sonuçlar çıkartılmalıdır. Koşulların buyurduğu eylem ile eylememizin bugünkü koşulları arasındaki ters orantı aşılamaz değildir çünkü.
İşçi ve emekçi kitlelerine kendi eylemlerinin mahiyetini açıklama ve buradan eylemleri ve kendileri hakkında doğru bir bilince ulaşmalarını sağlamak zorundayız. İçinde bulunduğumuz koşulların tarihsel özgünlüğünün gözetilmesi, bu görevlerin şekilsel değil de gereğiyle yerine getirilebilmesinin şartlarından biridir. Bu gözetme salt teorik bir gözetmeye indirgenmediğinde görülecektir ki, özellikle biri diğerine karşıtlık oluşturuyormuş gibi görünen konularda (örneğin devrim-reform, ittifaklar-bağımsız politika, teori-pratik, kadın sorunu-sınıf sorunu vb.), daha gelişkin bir teorik kavrayış düzeyi ve taktik esneklikler şarttır. Yoksa, işin kolayına kaçan sağ ve sol eğilimlerden sakınmak ya da kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Dolayısıyla, mevcut özgül tarihsel koşullarda ilk hedefimiz; “proletaryanın” yeniden, Komünist Manifesto’da söylenildiği anlamda, “sınıf haline gelmesi”; yani işçi sınıfının “bir sınıf olarak hareket etmesi”ni sağlamak olmalıdır. Tam da Engels’in, Amerika’ya yerleşmiş olan ve oradaki işçi hareketi karşısında sekter tutumlar takınan Almanlarla ilgili uyarılarında dediği gibi: “Bizim teorimiz bir dogma değil, bir evrim sürecinin açıklanmasıdır, ve bu süreç ardışık evreler içerir. Amerikalıların daha eski sınai ülkelerde oluşmuş bulunan teorinin tam bilinciyle yola çıkmalarını beklemek, olanaksızı beklemektir. Almanların yapması gereken şey, bizim 1845 ve 1848’de yaptığımız gibi, kendi öz teorilerine –eğer onu anlıyorlarsa– göre davranmak; gerçek işçi sınıfının her genel hareketi için yürümek, onun fiili çıkış noktasını olduğu gibi kabul etmek ve, yapılmış bulunan her yanlışlığın, uğranılan her yenilginin, nasıl ilk programdaki teorik nitelikteki yanlışlıkların zorunlu bir sonucu olduğunu göstererek, onu derece derece teorik düzeye götürmektir. Onların, Komünist Manifesto’nun dediği gibi, ‘bugünkü hareket içinde, bu hareketin geleceğini temsil’ etmeleri gerekirdi.”
Kim bilebilirdi ki; uluslararası işçi sınıfı geçici ama büyük bir tarihsel yenilgi kaydedecek ve bu uyarılar gerek işçi sınıfının kendisi, gerekse komünistler için yeniden bir güncellik kazanacaktı?

Görülen o ki KKE, “subjektif faktörün” bugünkü gerçekliğine gözlerini kapamış durumda! Bu sadece yukardaki satırlarda değil, son dönemde pek çok açıklamalarında dile getirdikleri “sınıfı yabancı bayrak altına sokmayacağız!” söylemlerinden de görülmektedir.
Lenin, bu gibi eğilimlerle karşı karşıya olunduğunda önerdiği şey, “tartışmasız gerçeklerle fiili sınıf güçlerinin olabildiğince salim ve kesin değerlendirmesini dikmek”tir!

Bu itirazı temellendirmek için bugünkü gerçekliği göz ardı etmenin bir gereği olmadığı gibi, ‘gelecekte de olmayacaktır’, yani “ne burjuva iktidarının, ne de işçi –halk iktidarının bir ara aşaması yoktur” diyerek her tür “ara aşama”yı reddetmenin de bir anlamı yoktur.
Lenin, Ekim Devrimi’nin de tecrübesine dayanarak; “Genel olarak tarih, özel olarak da devrimler tarihi, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin, en iyi partilerin zannettiklerinden, içeriği bakımından daima daha zengin, daha çeşitli, daha canlı, daha ‘becerikli’dir.” der. Ara aşamalar ve uzlaşmalar “tarihsel gelişme tarafından” yaratılır.

Çeşitli kazanımlar ve başarılar elde etmeden, onları birer üss haline getirmeden, işçi-halk iktidarı işçi sınıfının bu ve benzer kazanım ve birikimleri değil de neyin üstünde yükselecek ki – eğer sosyalizm, hayali ya da bu maksatla özel olarak tasarlanmış insan malzemesiyle değil de, kapitalizmin bıraktığıyla kurulacaksa? Bugün üzerinde durulması gereken kazanımların geçiciliği değil; aksine bu kazanımların elde edilmesinin yollarını bulmak, bu yolla işçi hareketinin kendi özgüvenine kavuşmasını sağlamak, bu kazanımları işçi sınıfının tam kurtuluş mücadelesinin birer üsleri haline getirmektir. Bu yapıldığında, mücadelenin ufku gerçekte de kısmi başarılarla sınırlanmayabilir ve işçi-halk iktidarı da teorik bir çözüm öngörüsü değil de bugünün somut çelişkilerinin yegane çözüm yolu olarak pratikleşebilir.

Bir parti; işçi hareketinin bizzat kendisini örgütlemek, hareketin bütününe bilinç ve örgütlülük kazandırmak yerine, kendisine ve birliklerine odaklıysa, kendi örgütlerinin birliğiyle “toplumsal halk ittifakını” özdeşleştiriyorsa; dahası, işçi hareketinin birliğini pratikte amaçlamıyor, yani günlük mücadelede işçilerin çıkarlarının birliğini ve haliyle bu ortak çıkarlar temelinde birlikte mücadelesini her fırsatta geliştirmeyi taktik tutumunun vazgeçilmez bir ögesi kılmıyorsa, bunun yerine ama işçi hareketi içinde “öncü yığın aktiviteleri”yle ayrı bir öncü birlikler kampı kuruyorsa, o parti, teorik planda neyi savunursa savunsun, işçi sınıfının bütününün partisi olarak hareket edemiyor ve işçi hareketi karşısındaki asli görevlerini yerine getiremiyor demektir.
Modern revizyonizm kaynaklı parti fetişizmi aşılamadığında, belirli bir noktadan sonra, işçi hareketi karşısında anlamsızlaşma ya da doktrinci bir konuma sürüklenme işten bile değildir.

Uluslararası Komünist Harekete dair notlar

Bundan kısa bir süre önce, Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML), ilk defa Emek Partisi’nin ev sahipliğinde, Türkiye’de toplandı. CIPOML’nin bu seferki Konferansı’nın, kuruluşunun 20. yıldönümüne denk gelmesi dolayısıyla, başta İstanbul’daki şenlik olmak üzere, çeşitli etkinlikler de gerçekleştirildi. Bu etkinlikler boyunca hem CIPOML kendini Türkiye kamuoyuna tanıtma fırsatı buldu, hem de Türkiyeli işçi ve emekçiler CIPOML’i daha yakından tanıma olanağına kavuştular. CIPOML hakkında bazı notları düştüğümüz bu makale de, bu vesile dolayısıyla kaleme alınmıştır.

OLAĞANÜSTÜ TARİHSEL KOŞULLAR
Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın tarihteki yerini ve dolayısıyla geleceğini değerlendirmek için tek başına geçmişine bakmak yeterli olmayacaktır. Bunun için, ayrıca, geçmişinden kopuk olmayan bugünkü nitelikleri arasında onun yarınını da şekillendirebilecek olanları ayırt etmek ve bunların neden şekillendirici özellikler olduğunu sergilemek gerekecektir.
Henüz olmayanı konu edinmek, spekülatif bir yaklaşım olarak görülebilir. Ancak kabul edilir ki, henüz olmayan, eğer bir gün olacaksa, olanın temeli üzerinde olacaktır. Ve söz konusu olan, bir örgüt, yani politik aktörlerden oluşan bir yapı ise, bu yapının üye ve militanları; ancak içinde yer aldıkları tarihsel süreci geniş ve çok yönlü bir perspektifle idrak ettikleri ve nesnel koşulların zorunlu ve olanaklı kıldığı eylemleri gerçekleştirme yeteneği ve kararlılığı gösterdikleri ölçüde bu tarihsel sürecin bilinçli özneleri olarak rol oynayabileceklerdir…
Burada CIPOML’nin tarihi üzerinde ayrıntılı durmayacağız. Bu tarihin bazı yönlerini daha yakından öğrenmek isteyen okur, Konferans’ın yayın organı Birlik ve Mücadele dergisinin “20. Yıl Özel Sayısı”na bakabilir.  Bununla birlikte, bu bağlamda bazı noktaların altını yeniden çizmekte fayda var.
Bugün kendisini CIPOML olarak ifade eden Uluslararası Komünist Hareket (UKH), her şeyden önce; iktidarı sosyalizmin kalesinde gasp eden modern revizyonizme karşı bir başkaldırının, tüm aleyhte koşullara rağmen devrimci bir öfke ve kararlılığın ve proletarya sosyalizmine tereddütsüz bir bağlılığın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu değer ve nitelikler uluslararası plandaki ilk açık ifadesini, 16 Kasım 1960’da, Moskova’da 81 partinin katılımıyla gerçekleşen Komünist Partiler Konferansı’nda Enver Hoca’nın Arnavutluk Emek Partisi (AEP) adına yaptığı ve SBKP’ye hakim olan Kruşçev reziyonizmine açıktan karşı çıktığı konuşmasında bulmuştur.
Dolayısıyla, bugün her ne kadar CIPOML’nin 20. yılını kutluyor olsak da, UKH’in bu biçimi almadan önceki tarihi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 20. Kongresi’ni (1956) izleyen yıllara kadar uzanmaktadır. Hatırlatmak gerekir ki, UKH’in yeniden biçimlenmesi ya da yenilenerek ortaya çıkışı, olağanüstü koşulların belirlediği olağanüstü bir yoldan gerçekleşmişti. Koşullar olağanüstü idi; zira Sovyetler Birliği’nde Kruşçev revizyonizmi Leninizm maskesi altında iktidarı gasp etmişti. Modern revizyonizminin parti ve ülkeyi sürüklediği yol, iddia edildiği gibi ‘komünizme gitmek’ şöyle dursun, sosyalizmin alttan alta oyulması ölçüsünde kapitalist öge ve ilişkilerinin önü açılarak kapitalizmin restore edildiği bir yoldu. Dahası, SB ve SBKP’nin itibarını da kullanarak, bu revizyonist çizgi ve yol, başta halk demokrasilerindeki partiler olmak üzere uluslararası planda da tüm komünist partilere dayatılmaktaydı. Proletarya enternasyonalizminin ilke ve değerleri, maskelenmiş biçimlerle, tersyüz edilmişti. Marksizm-Leninizme ve işçi sınıfının davasına bağlı partiler açısından, bu sapma ve dayatmalara karşı uluslararası ölçekte bir ideolojik-politik mücadele verilmesi şarttı. Haliyle, bu koşullardaki mücadelenin uluslararası biçimleri de dolambaçlı ve olağanüstüydü.
Hareketin olağanüstü koşullarda oluşması en başta şu anlama geliyordu: UKH; işçi sınıfının tarihinde o güne kadar ortaya çıkmış tüm uluslararası komünist örgütlenmelerden farklı olarak, AEP ve benzeri istisnalar olsa da, saflarındaki genç komünist parti ve örgütler henüz fiilen işçi partileri olamamışken, büyük oranda modern revizyonizmin hegemonyası altında olan bir uluslararası işçi hareketi karşısında görevlerini yerine getirmek zorunda kalmaktaydı. Dolayısıyla, görevlerin çapıyla, işçi hareketi içerisinde teşkil edilen güç arasında ters bir orantı söz konusuydu. Olağanüstü tarihsel koşullar, olağanüstü zor ve ağır görevler yüklemişti. Ve bu, şu ya da bu komünistin veya partinin o dönemde bu görevlerin tüm boyutlarının tam farkında olup olmamasından bağımsız olarak, mücadele koşullarının olağanüstü oluşuyla konulmuş nesnel bir durumdu.
O yıllarda, olağanüstü koşullarda mücadele etmenin beraberinde getirdiği çelişkili durum ve görevler söz konusuydu. Örneğin hem burjuvazinin yoğun anti-komünist saldırıları karşısında sosyalizmden ödün vermeme ve hem de sosyalizmi iğdiş eden modern revizyonizmi teşhir etme gibi. Veya hem modern revizyonizmin işçi hareketi saflarındaki hegemonyasını marjinal dar örgüt pozisyonlarına düşmeksizin kırma (dolayısıyla işçi hareketinin bütünsel çıkarlarını gözetme, uzun vadeli çıkarlarının kısa vadedeki ifadesini doğru yakalayabilme ve bunu sorumlulukla temsil edebilme) ve hem de revizyonizmin proletarya davasının teorik, politik ve örgütsel alanlarında yol açtığı tahribatlarının üstesinden gelmeyi sağlayacak bir gelişmişliğe ulaşma zorunluluğu gibi…
Bununla birlikte, bu çelişkili tarihsel durum ve ondan da türeyen çok yönlü görevler, bunların üstesinden gelmeyi başarma ya da iddialarını yitirmeyle yüz yüze kalan devrimci komünistlere sadece ek çaba ve zorluklar getirmedi. Aynı zamanda, o anda işçi hareketi içinde tutulan somut pozisyonla sınırlanmayan başka nitelikler de kazandırdı.
Nitekim; modern revizyonizm o yıllarda ileri kapitalist ülkelerdeki işçi hareketi içinde de hakimdi. Ancak, onun bu hakimiyeti büyük oranda bürokratik, formel, hantal ve taktiksel esneklik ve uzak görüşlülükten uzaktı. Ve esasta da bu ülkelerde elde edilmiş kazanımları oportünistçe idare etmeye dönüktü. UKH mensubu çoğu genç partiler ise, modern revizyonizm karşısındaki iddialarının da bir gereği olarak, işçi sınıfının hareketi ve mücadelesinden azami ölçüde öğrenmeye hem mecbur ve hem de pozisyonları itibarıyla buna çok daha açıktılar. Yani işçi hareketinin gelişimi ve mücadeleleri karşısında alınan tutum bakımından, hareketimiz ile modern revizyonizm arasında birbirine tamamen zıt bir pozisyon doğmuştu: modern revizyonistler, ne teorik ne de pratik olarak işçilerin mücadelelerine işçi sınıfının iktidarı alma kabiliyetini geliştirmeyi hedefleyen bir anlayışla yaklaşmazken, UKH parti ve örgütleri, işçi sınıfının bağımsız hareketinin gelişimine bağlanmak ve bu gelişimi içinde onunla devrimci bir temelde birleşmek zorundaydılar.
Açıktır ki, hareketin mensubu parti ve örgütler, bu çelişkili koşulların talep ettiği nitelikleri kazandıkları ölçüde revizyonizmden ayrı ve ona karşı olan varlıklarını anlamlı kılabilirlerdi. Ve elbette, revizyonizmin, özellikle de komünist partisinin işçi sınıfının partisi olması fikrini bozuşturup parti fetişizmine dönüştürmesiyle yaptığı tahribatlara da böylelikle karşı koyabilirlerdi.
Yeri gelmişken belirtelim ki, UKH’in modern revizyonizme (özellikle de Kruşçev revizyonizmi, Titocu özyönetimcilik, “Avrokomünizm” ve Maoculuğa) karşı ideolojik ve politik mücadele içinde kurulmuş olmasından, onun anlamı ve rolünün revizyonizmle mücadeleden ibaret olduğu sonucu çıkartılamaz. Bu tür bir indirgeme, modern revizyonizme karşı alınan tutumun tarihi anlamını yüzeysel kavramak anlamına gelir. Ayrıca, modern revizyonizmle mücadelenin baştan beri devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir parçası olarak sürdürüldüğü gerçeğiyle de çelişir.
Vurgulamak gerekir ki, modern revizyonizmle açık mücadeleyi göze alan bu devrimci tarihi tutumun gerisinde; o dönemin yaygın revizyonist tezleriyle tezat oluşturan Marksist-Leninist bir politik ekonomi, parti, devlet, sınıf mücadelesi, devrim ve sosyalizm anlayışı durmaktaydı. Bir diğer önemli husus da; modern revizyonizmin aksine, kapitalizm hakkında da ham hayaller beslenilmiyor ve kapitalist üretim tarzının uzlaşmaz çelişkilerinin kaçınılmaz kıldığı sınıf mücadelelerinin gelişme doğrultusunun doğru değerlendiriliyor olmasıydı.
Kaldı ki, bu tutumun üzerinde yükseldiği Marksist-Leninist temelin devrimci karakteri, yakın tarihin bir başka önemli dönemecinde daha görüldü. Tarihsel büyük yenilginin dünya işçilerince de anlaşılır hale geldiği koşullarda (1989/1991); yani burjuvazinin zafer naraları attığı, anti-komünist propagandanın şaha kalktığı ve uluslararası işçi sınıfının saflarında umutsuzluğun yayıldığı bir dönemde, UKH bir kez daha devrimci tutumuyla öne çıktı: SB ve “Doğu Bloku” dağılır ve modern revizyonizm uluslararası planda çöker, revizyonizmin hakimiyeti altına giren pek çok parti tasfiye olur ya da sosyal demokrat partilere dönüşür ve burjuvaziyle birlikte “elveda sosyalizm” derken, UKH bu en karanlık dönemde karşı-devrimin yıkıcı rüzgarları karşısında yolundan sapmadı.  Aksine, bir adım öne atıldı; ve bir dizi görüşme ve toplantının ardından, 1994’de Konferans olarak toplanıp yayınladığı Quito Deklarasyonu ile birlikte kendini CIPOML olarak yeniden örgütledi ve Marksizm-Leninizm ile işçi sınıfı davasına bağlılığını ilan etti!
Uzun sözün kısası: Uluslararası işçi sınıfı davasının hayati bir dönemecinde (SBKP’nin 20. Kongresi ve sonrasında) başta Enver Hoca olmak üzere, o dönemin devrimci komünistlerinin modern revizyonizm karşısında aldıkları bu tarihi devrimci tutum ne kadar vurgulansa azdır. Bu devrimci tutumun derin tarihi anlamı; o günün koşullarındaki pratik etkisinden ziyade, giderek yenilginin koşullarını olgunlaştıran sonraki süreç bakımından da belirli bir devrimci çizgiyi, belirli bir devrimci kararlılık ve iyimserliği, belirli bir devrimci değer ve morali komünistlerin mücadelelerinde muhafaza etmeleri ve bunları uluslararası işçi sınıfının yeni mücadele dönemine de devredilebilmelerini olanaklı kılmasında yatmaktadır. Bu tutuma tarihsel niteliğini veren de asıl bu özelliğidir. Yani Marksist-Leninist çizgi-tecrübe-kültür bakımından geçmiş ile bugün arasında onlarca yıl sürecek büyük bir kırılma ve kopuşun yaşandığı bir tarihsel süreçte, onları savunarak koruması ve böylelikle sonraki kuşaklara da aktarılmasını olanaklı kılmasıdır. Bu aktarmanın özellikle yenilgi yıllarındaki ifadesi de; tarihsel olarak haklı çıkmaktan ziyade, yenilginin Marksizm-Leninizmin topyekûn iflası olarak propaganda edildiği bir dönemde; işçi sınıfına kendi dünya görüşünden tereddüt etmesinin yanlış olacağını söyleyebilen, bu tereddüde yol açan gelişmeleri bilimsel sosyalizm adına baştan eleştirmiş olan ve işçi hareketini yeniden örgütleme görevlerine sarılan komünistlerin varlığına dayanmaktaydı.
Denebilir ki, yenilgi sonuçta sosyalizmin yenilgisiydi. Evet, denebilir; ama sonuç bize, yalnızca son ucu gösterir! Dolayısıyla, sonucun öncesi ve oluşumunda, tam da yenilgiye götüren revizyonist çizgiyi mahkum eden komünistlerin var olmuş olmasının tarihsel anlamı göz ardı edilmemelidir. Onların Marksist-Leninist bir çizgi ve hareket olarak varlığı, her ne kadar son uçta komünistlerin yenilgiyi engellemedeki başarısızlığını içerse de, öncelikle sosyalizmin yenilgisinin kaçınılmaz olduğu savını çürütmektedir. Kaçınılmaz olan, modern revizyonist çizginin iflasıydı. Bu çizginin tarihin belirli bir özel anında hakim hale gelebilmesi ise, hiçbir şekilde kaçınılmaz değildi.
Tek tek ülkelerdeki komünistlerin mücadelelerinde canlı kılınan devrimci tutumun bu tarihsel anlamının, genç UKH’ne gelişme ve işçi sınıfı karşısındaki görevlerinin üstesinden gelebilme güç ve morali verdiği şüphesizdir. Bugünkü CIPOML’nin, tüm eksiklik ve sınırlılıklarına karşın, kendi dışındaki tüm uluslararası mihraklardan diri ve dinamik bir birlik olmasıyla ayrışması bu nedenle bir tesadüf değildir.

İŞÇİ HAREKETİ KARŞISINDA AYRIŞAN POZİSYON
Enternasyonaller her ne kadar işçi sınıfının evrensel karakteri ve uluslararası mücadelesinin baştan ön koştuğu bir gereklilik olsa da; enternasyonallerin kuruluş ve şekillenişleri, her somut durumda, uluslararası işçi sınıfının mücadele düzeyi ve hareketinin gelişmişliğince belirlenmiştir. Üç enternasyonalin tarihi de bunu kanıtlamaktadır.
Örneğin Birinci Enternasyonal, 1848 Devrimi’nin yenilgisi ardından bir süre geçtikten sonra, “Avrupa’nın sınai bakımdan en gelişkin ülkelerinde işçi sınıfının kendini yenileyen bir hareketinin belirdiği” ve “henüz birbirleriyle kopuk seyreden işçi hareketlerinin hemen birleştirilmesinin kendisini dayattığı”  koşullarda, 1864’de kurulur ve büyük tecrübeler sunan Paris Komünü’nün yenilgisi ardından varlığına son verir. Birinci Enternasyonal, esas görevini –“işçi sınıfının kendiliğinden hareketlerini birleştirmek ve genelleştirmek” (Marx)– başarıyla yerine getirmiştir. Fakat Paris Komünü’nün düşüşü, Enternasyonal’i, bu “ilk tarihsel biçimiyle” devam edemez hale getirmiştir. Varlığına son vermek zorunda kalması ama, işçi hareketi içerisinde yaptığı etkileri silmez. Engels’in de dikkat çektiği gibi; Enternasyonal’in “tüm ülkelerin proletaryasının dayanışması ve çıkar birliği konusunda yarattığı bilinç”, kendini ifade etmenin yollarını bulur; “sosyalist işçi partileri arasında devam eden içten ilişkiler bunun kanıtı” olur.  Birinci Enternasyonal’in etkileri ve oluşturduğu bu bilinç, 1870’lerin sonuna doğru yeniden canlanan Avrupa işçi hareketlerinde çok daha net görülmeye başlanır. 1877’deki Avrupa işçi hareketlerini konu edinen makalesinde, Engels bunu özellikle belirtir, ve sadece Avrupa işçi hareketinin hızla gelişmesine değil, “daha önemlisi, her yerde aynı ruhla” gelişmesine işaret eder. Ona göre, 1864’de Birinci Enternasyonal’i kuranlar, şimdi gururla şunu ilan edebilirlerdi: “Enternasyonal görevini tamamlamış, büyük hedefine tam ulaşmıştır – Bütün dünyanın proletaryasını onları ezenlere karşı mücadele etmek üzere birleştirmek.”  Bilindiği gibi, işçi hareketi bu yılları takip eden nispeten uzun bir barış döneminde tüm sanayi ülkelerinde hızla ve genişlemesine büyür ve İkinci Enternasyonal bu gelişmelerin bir sonucu olarak 1889’da Paris’te kurulur…
Konumuz Enternasyonallerin tarihi değil. Fakat bu örnek, işçi hareketinin düzeyi ile Enternasyonallerin kuruluşu ve birbirlerini etkilemeleri arasındaki karşılıklı ilişkileri açıkça göstermektedir. Konumuza geri dönmek üzere, bu karşılıklı ilişkiyi göz önünde bulundurarak şu soru sorulabilir: Bugün UKH’in mevcut yapısı ile uluslararası işçi hareketinin düzeyi arasındaki somut ilişki nedir?
Uluslararası işçi hareketinin bugünkü düzeyi, sorunları ve zaafları, bu konularla az çok ilgilenen herkesin malumudur. Burada sadece şunları anımsamamız yeterlidir: İşçi sınıfının kendi davasına güveninin sarsılması ve bunun bir sonucu olarak özgüvenini kaybetmesi… İşçilerin henüz bir sınıf olarak hareket edememesi… İşçilerin sınıf olarak örgütsüz olduğu, hiç olmadık kadar bölündükleri, birbirleriyle ilişkisizleştikleri koşullarda, tarihsel yenilginin hala baskın ortak noktayı teşkil etmesi… Bu koşullar, UKH’in neden henüz bir Enternasyonal olarak örgütlenemediğini de az çok açıklamaktadır…
Genel tablo kabaca bu olmakla birlikte, burada, yukarıdaki sorumuzu da yanıtlamak amacıyla, UKH bağlamında atlanılmaması ve özellikle genç kuşak Marksist-Leninistlerce kavranması gereken bazı özelliklere işaret etmemiz gerekiyor.
Bugün Uluslararası Komünist Hareketin en önemli özelliklerinden birisi, devrimci tarihi pozisyonu nedeniyle, işçi hareketi ile sosyalizm arasındaki ilişkiyi olabildiğince saf, dolaysız ve gerçekliğe en yakın bir noktadan yansıtmasıdır. Bu ne demektir?
Modern revizyonizmin tahribatı ve işçi sınıfının uluslararası yenilgisi gibi tarihsel olgular, UKH’in de işçi hareketiyle ilişkisini etkilemektedir kuşkusuz. Bu yönüyle, UKH, kendilerini Marksist ve/veya komünist olarak tanımlayan tüm uluslararası hareketlerle aynı sorunları yaşamaktadır. Ancak, bu genel faktöre dair ilişkiye tersi yönünden bakıldığında, yani mevcut uluslararası hareketlerin bu genel durum karşısındaki konumları göz önüne getirildiğinde, UKH’in, tam da bu yenilgi faktörünü ortaya çıkaran sapmalara karşı baştan mücadele etmiş olmasıyla diğerlerinden ayrıştığı görülmektedir. Yenilgi, UKH partilerinin bir kamburu değildir! Aksine, bu noktada manevi bakımdan üstün, yenilgideki pay ve sorumluluk bakımından alnı aktır.
Açıktır ki, alnı ak olmanın önemi, ahlaki bir kategori sınırları içerisinde doğru anlaşılamaz. Bunun asıl önemi, işçi hareketi ile sosyalizm arasında bugün tarihsel yenilgi kaynaklı bir güven sorununun bulunması gerçeği dikkate alındığında anlaşılabilir. Alnı ak olma hali, güven zedeleyici tarihsel olaylar esnasında ve sonrasında genelden ayrışan bir tutuma dayandığından, UKH mensubu partilerle karşılaşan işçi hareketi bakımından bu buluşmalar, bu güveni tarihinde ve bugünkü pratiğinde hep koruyan bir sosyalizmle yeniden buluşması demektir. İşçi hareketinin gelişiminin bu karşılaşmayı olanaklı kıldığı her yerde, işçiler kendi hareketlerine dönük bu içten güveni kısa sürede hissetmektedirler. Ve bu öz deneyimler, bu buluşmaya bakışlarını da değiştirmeye açık hale getirmektedir.
Tarihin diyalektiği burada o ki, modern revizyonizmin hakim olduğu dönemde işçi hareketine güvenilmez diye teşhir ettikleri, yenilgi sonrasında daha güvenilir çıkmış ve bugün işçi hareketiyle sosyalizm arasındaki güven sorununu aşmada daha inandırıcı bir pozisyona sahip olmuşlardır! Ve sadece bu da değil: Bugün, tarihsel yenilgi sonucunda, uluslararası işçi hareketi, kendi ideolojisi, tarihsel tecrübesi ve zengin mücadele biçimlerinden geçici de olsa önemli oranda fiilen kopmuş durumda. UKH ile modern revizyonizm kökenli mihraklar ise, bu olgu karşısındaki konumları bakımından da ayrışmaktadırlar. Özellikle modern revizyonizm kökenli mihraklar, işçi hareketine yönelik görevler açısından bir bütünlük arz eden bu konularda, hem yenilgiye götüren ideolojik-politik çizgileri ve hem de yenilginin kendisinden etkilenme derecelerinin de bir sonucu olarak, en iyi durumda oportünist bir tutum (ikircikli, tutarsız ve tereddütlü) içindedirler. İşçi sınıfının; ideolojisi, tarihsel tecrübesi ve mücadele biçimleri deneyimlerine yabancılaştırılmasına karşı mücadelede şekillenen UKH ise, kendi saflarında, bu konuların arasındaki bütünlüğü teori ve pratiklerinde hem bugüne kadar koruyabilmiş (örneğin politik ve örgütsel platformunu oluşturmuş) ve hem de bu bütünlüğün daha ileri bir noktadan yenilenip geliştirilmesi gerektiği konusunda bir anlayış birliği sağlamıştır.
Bu arada belirtelim ki, UKH’in ileri kapitalist ülkelerde bugün görece zayıf temsil edilmesi, bu devrimci karakteri ve  dinamizminin görülmesini engellememeli. Yenilginin tahribatlarının boyutları, yenilgi öncesi zafer ve kazanımların boyutlarıyla ters orantılıdır. Hareketin emperyalist kapitalist ülkelerdeki etkisinin görece zayıflığı, büyük oranda bu nedensel ilişkiden kaynaklanmaktadır. Nitekim, kazanımlar ve yenilginin tahribatları arasındaki bu nedensel ilişkinin mücadelenin önünde doğrudan pratik bir bariyer teşkil etmediği yerlerde (örneğin Ekvador, Tunus, Burkina Faso gibi ülkelerde), CIPOML mensubu partilerin sergiledikleri pratik ve verdikleri mücadele, aynı zamanda yukarda sözü edilen bütünlüğün de yansımalarıdır.

ÖNEMSEME VE ÖZÜMSEME
UKH’in buraya kadar belirtilen nitelikleri, ona mensup parti ve örgütlerin işçi hareketi karşısındaki görevleri açısından yabana atılamaz mevzileri ifade etmektedir. Zira, bu nitelikler, esas itibarıyla; hem işçi hareketinin kendisini göstermesi oranında onunla en kolay şekilde birleşmeyi olanaklı kılabilecek ve hem de bu birleşme sürecinde işçi sınıfını daha da bilinçlendirme ve örgütleme çalışmalarını ilerletme dinamizmini verebilecek türdendirler. Ancak hemen eklemek gerekir ki, bu mevziler ne kendiliğinden pratik bir avantajı ifade edebilir, ne de bugün yüz yüze olunan görevlerin çapını küçültebilir!
O halde, sorunun bu şekilde kendisini ortaya koyuşundan çıkartılması gereken sonuçlar bellidir: İşçi sınıfı karşısında bugünün görevlerinin üstesinden gelebilmek için; UKH’in tarihsel devrimci tutumunu, temsilcisi olduğu ve bugüne taşıdığı Marksist-Leninist çizgi ve geleneği özümsemek olmazsa olmazdır. Bu özümseme, bugünkü mücadeleler bakımından çok daha hayatidir; onsuz sürdürülecek faaliyetler biçimsel ve ruhsuz olacak ve dar pratiğin sınırlarını aşamayacaktır. Bu özümsemenin hayati öneminin anlaşılması, tarihsel görevlerimizin çapının anlaşılması demektir. Bunun anlaşılması, devrim ve sosyalizm mücadelesinin içinde bulunduğumuz tarihsel süreçte çok daha bilinçli, yetenekli ve kararlı kadrolar talep ettiğinin anlaşılması demektir. Bunun anlaşılması, bu hayati dayanağımızla asla yetinemeyeceğimizin, çizgimizi, partimizi, çalışmamızı, haliyle de kendimizi her bakımdan daha da geliştirmemiz gerektiğinin anlaşılması demektir.
Günümüzün genç komünist kuşağı, işçi sınıfının en büyük yenilgisini aldığı ve etkilerinin hala şu ya da bu şekilde devam ettiği koşullarda yetişmiş bir kuşaktır. Aynı düzlem, içerik ve derinlikte olmasa da, işçilerin kendi tarihlerinden öğrenmeleri zorunluluğu, bu genç komünist kuşak için de geçerlidir. Açıktır ki, işçiler sınıf mücadelelerinde yer aldıkça, onlara yönelik sürdürülen aydınlatma ve bilinçlendirme çalışmalarına daha açık hale gelecek, sınıfının ideolojisi, bilinci ve tarihini özümsemeyi pratik bir ihtiyaç olarak hissedeceklerdir. Genç komünist kuşak açısından ise, kendi tarihi ve ideolojisini özümseme, içeriği her ne kadar pratik mücadelelerin ihtiyacı üzerinden şekillense de, özümsemenin kendisinin gerekliliği için ayrı bir pratik beklenmesini gerektirmemektedir.
Başka bir ifadeyle, işçi hareketinin hali hazırdaki geri düzeyinden hareketle, teorinin pratik çalışmada gereksiz olduğu sonucu çıkartılamaz. İçinde bulunduğumuz dönemde bu sonuç, teorik değil, pratik olarak karşımıza çıkmakta ve asıl kaynağını işçi hareketinin hali hazırdaki geri düzeyinden etkilenmekte bulmaktadır. Yenilgideki tarihselliğe değil de tarihteki yenilgiye odaklanmak demek olan bu etkilenme ama, hiçbir şekilde kabul edilir değildir. Bunu kabul etmek; Marksist-Leninistler olarak kendimizi ve dolayısıyla işçi sınıfı karşısındaki görevlerimizi inkar etmek demektir.
Marx’ın Birinci Enternasyonal Genel Konseyi’nin çeyrek yıllık raporundaki şu sözlerini hatırlayalım:
“En iyi politik koşullarda bile işçi sınıfının her ciddi başarısı, onun güçlerini eğiten ve bir araya getiren örgütün olgunluğuna bağlıdır. Ve hatta onun ulusal örgütü bile, ülke sınırları dışındaki örgütünün yoksunluğunda kolayca başarısız kalır, zira bütün ülkeler dünya pazarında rekabet etmekte ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemektedirler. Yalnızca işçi sınıfının uluslararası birliği onun kesin zaferini güvence altına alabilir. Uluslararası İşçi Birliği’ni yaratan bu ihtiyaçtı. O, bir tarikat ya da bir teorinin sera bitkisi değildir. O, proletarya hareketinin doğal bir oluşumudur. Proletarya hareketinin kendisi ise, modern toplumun normal ve karşı konulamaz eğilimlerinden kaynaklanır.”
Kapitalist sömürü var oldukça, ücretli kölelik sürdükçe, “proletarya hareketinin kendisi” kaçınılmazdır. Sorun, bu hareketin devrimci; yani üretim araçlarını toplumsallaştırmak üzere kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırmayı hedefleyen ve gerçekleştirebilen bir hareket niteliğini kazanmasıdır. İşçi sınıfı bağımsız politik bir parti olarak örgütlenmeden ve uluslararası birliğini sağlamadan, hareketi de bu niteliğe kavuşamaz, kesin zaferi de güvence altında olamaz.
İşçi sınıfının uluslararası birliği, ancak her bir ülkedeki bu devrimci hareketinin doğmasıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla; işçi sınıfını bu temelde örgütlemeyen, işçilerin mücadeleleri ve hareketi karşısındaki görevlerini tutku ve kararlılıkla yerine getirmeyen, bu mücadelelerde öne çıkanları sosyalizme kazanmayan ve bu kazanmayı kuru bir propaganda olarak değil de, işçilerin öz deneyimine dayanan, sabırlı, çok yönlü ve zengin bir bilinçlendirme çalışması haline getirebilmek için başta kendini donatmayan biri enternasyonalist de olamaz.

*    *    *
Lenin, “III. Enternasyonal  ve Tarihteki Yeri” başlıklı makalesinde üç Enternasyonal’in tarihteki yerini şöyle özetler:
“Birinci Enternasyonal, sosyalizm için uluslararası proleter mücadelenin temelini attı.
“İkinci Enternasyonal, bir dizi ülkede hareketin kitleler arasında geniş bir şekilde yayılması için zemin hazırlama dönemiydi.
“Üçüncü Enternasyonal, II. Enternasyonal’in çalışmalarının meyvelerini devraldı, oportünist, sosyal-şoven, burjuva ve küçük-burjuva pisliklerini silkeleyip attı ve proletarya diktatörlüğünü hayata geçirmeye başladı.”
Geniş işçi kitleleri henüz bilincinde olmasalar da, uluslararası işçi sınıfının başka bir seçeneği yok; yeniden bu yola koyulmak zorundadır. Bugün bütün bu gelişme ve olgunlaşma aşamaları genel hatlarıyla hala onun önünde durmaktadır.
Fakat görülmesi gereken, onun önünde duran aşamalardan ilk kez değil, yeniden geçileceğidir. Yani; uluslararası proleter mücadelenin temelinin yeniden atılması, hareketin kitleler arasında yeniden geniş bir şekilde yayılması ve işçi sınıfının iktidarının yeniden yaşama geçirilmesi. Lenin’in yukarıdaki özetinde de görüldüğü gibi, Enternasyonal’ler arasında, birinin öncekinin üzerinde yükselmesi anlamında tarihsel bir devamlılık söz konusudur. Dolayısıyla, bugünkü uluslararası işçi sınıfı, bu zengin tarihine yaslanmaksızın, bu tarihinin engin tecrübelerinden esinlenmeksizin ve bunları bugünkü mücadelelerinin dayanağı haline getirmeksizin tarihi misyonunu yerine getiremeyecektir.
İşte bu zengin tarihi ve teorik birikimi savunup kendine kılavuz edinmiş olan UKH’in tarihteki yeri tam da buradadır: Uluslararası işçi sınıfını, yaşanan büyük yenilgiyle sekteye uğrayan bu tarihsel devamlılığı yeniden kurabilecek bir konuma getirmek!
Tarihsel misyonu, doğuşunun olağanüstü tarihsel koşullarınca belirlenmiş olan günümüz UKH; ancak, uluslararası işçi sınıfının yenilgisinin geçiciliği, bir öngörüden çıkıp pratik bir gerçekliğe dönüştüğü zaman bu misyonunu yerine getirmiş olacaktır. Zira yenilginin geçici olduğu iddiası, yenilgi döneminin hareketleri arasında, en başta onun iddiasıdır!
Emek Partisi, UKH mensubu olmakla, bu tarihsel iddianın Türkiye topraklarındaki sahibi olduğu gerçeğin altını yeniden çizmiş bulunmaktadır. Bu, kuşkusuz büyük, fakat bir o kadar da onurlu bir tarihsel sorumluluktur!

Uyurgezerlerin savaş tartışmaları

Die Welt gazetesinin yazarlarından Thomas Schmid, 10 Ocak 2013 tarihinde kaleme aldığı “Birinci Dünya Savaşı’ndan öğrenebileceğimiz şeyler” başlıklı makalesinde , Federal Almanya hükümetinin, 2014’de dünya savaşıyla ilgili dünya çapında düzenlenecek “hatırlama maratonu”nda arka planda kalma kararını şu savla eleştirmekteydi: “Bu trajedi, tam da modernitesi itibarıyla öğretici bir örnek sunmaktadır”. Birinci Dünya Savaşı’ndan ne öğrenebileceğine dair ise şu örneği vermekteydi: “O zamanın Avrupa diplomasisinin; müzakere etme, çatışmaları sınırlama ve savaşı engellemeye dönük  –maalesef başarısız kalan– çabalarını takdir ettiğimizde, Avrupa Birliği ve Batılı devletler topluluğuyla ne kadar değerli bir şeye sahip olduğumuzu belki daha iyi anlarız. Kuşkusuz ikisinin de, duruma göre, ölçüsüz, kibirli, bürokratik, hantal ya da etkisiz olan yönleri vardır. Ancak, tarihte eşsiz olan, barışçıl bir kendini bağlama sistemini teşkil etmektedirler. Bu sistem, ortadan kaldırılmamalı, tersine düzeltilmelidir.”

Birinci Dünya Savaşı’nın başlattığı yeni dönem 1989-91’de kapanmış ve artık “barışçıl devrimler”le başka bir döneme geçilmiş gibiydi ki, beklenilenin aksine, “yüzyıl, kendi başlangıcına geri dönmüş”tü (Schmid). Balkan Savaşlarıyla açılan yüzyıl, yine Balkan Savaşlarıyla kapanmıştı! Savaşı “hatırlama maratonu” bağlamında, Schmid, bu olgu karşısında şu sonucu çıkartmaktaydı: “İşte bu nedenle, gelecek yıl, geçtiğimiz yüzyılın başlangıcının ötesine geçme uğraşının tam da ortasında olduğumuz gösterilebilirdi.”

Ne çarpıcı bir itiraf! Demek, komünizmi yendiğini iddia eden kapitalist dünya, hala “geçtiğimiz yüzyılın başlangıcının ötesine geçme” uğraşı içerisinde! Peki, bu uğraş başarılı olmadığında, kapıda bekleyen ne? Yeni bir emperyalist dünya savaşı mı? Yeni bir Ekim Devrimi mi?

Uyurgezerlere dikkat!

Alman hükümetinin “hatırlama maraton”larında geri durmasını gerektirecek bir durumun söz konusu olmadığını düşünen Schmid, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili, sonradan herkesin diline pelesenk olacak bir kitaba dikkat çeker bu makalesinde: “Birinci Dünya Savaşı suç değil, bir trajediydi. 1914’ün kahramanları ‘uyurgezerlerdi, hem uyanık hem de kördüler’ diye yazıyor Avustralyalı tarihçi Christopher Clark, ‘The Sleepwalkers’ (Uyurgezerler) adlı kitabında. Ve haklı: hiçbir şey geçmiş değil.”

Tarih anlayışında, tarihsel olaylarla ilgili neden ve niçini önemsemeyen, bunun yerine nasıla odaklanan bir tarihçinin tezleri üzerinde burada fazla durmanın bir gereği yok (bunun için bkz. Alman tarihçi Kurt Pätzold ile röportaja). Fakat Schmid’in ‘işte bu!’ dercesine dikkat çektiği bu kitap, Alman burjuva tarihçileri ve devleti açısından adeta gökte aradığını yerde bulmak gibi bir etkiye sahip oldu. Avrupa’nın tarihçileri arasında epey toz kaldıran bu kitap, özellikle de Avrupa’daki ‘Almanya diskursu’na, yani geçtiğimiz yüzyılın dünya savaşlarında Almanya’nın “tek başına suçlu” olduğu tezine indirilmiş bir darbe olarak değerlendirildi.

Ortada somut herhangi bir neden ve suç olmadığında, ve aksine uyanık ama kör uyurgezerler ile karşı karşıya kalındığında, şu argüman silsilesi elbette mantıksız olmaz: Hitler faşizmi ve İkinci Dünya Savaşı, “geçtiğimiz yüzyılın ikinci büyük trajedisi”dir. Almanya’nın buradaki sorumluluğu tartışmasızdır. Ancak, Birinci Dünya Savaşı da “Avrupa felaketinin başlangıcı”dır! Başka bir ifadeyle, “ikinci trajedi, aynı zamanda, Versay Antlaşması’nı hazırlayanların uyanıklığı ve körlüğünün bir sonucudur.”  Görüldüğü gibi, tarihçi Clark’ın Birinci Dünya Savaşı ile ilgili belirli bir sorumlu saptamaması ve işi “uyurgezerlere” yıkması, Schmid açısından “tek suçlu Almanya” tezinin yanlış olduğunu gösterme ve buradan da Almanya’nın “tek suçluluğu”nu kabul ettiği İkinci Dünya Savaşı’ndaki sorumluluğunu göreceleştirme gerekçesi yapılmaktadır.

Belirtmekte fayda var ki, bu argümanı “güçlü kılan” bir tarihsel gerçeklik yok değil. Nitekim Birinci Dünya Savaşı gerçekten de tek başına Almanya’nın suçlu olduğu bir savaş değildi. Lenin ve dönemin Marksistleri, Birinci Dünya Savaşı’nı emperyalistler arası bir paylaşım savaşı olarak tahlil etmişlerdir. Kuşkusuz, nispeten yeni gelişen Alman emperyalizmi, mevcut paylaşıma itiraz eden ve yeni bir paylaşımı talep eden taraf olarak savaşı istemiş, aramış, buna göre hazırlanmış ve başlatmıştır. Bu olgu ama, diğer emperyalist devletlerin mağdur ve suçsuz oldukları anlamını taşımıyordu. Onlar da, gelişen bu yeni gücün “güneşli bir yer” kapma talebini reddetmişler, dahası onun hırsını onun belini kırmanın ve kendi nüfuz alanlarını genişletmenin bir fırsatı bilmiş ve bu savaşta da bu amaçla yer almışlardır…

Bu argümanın birleşebileceği diğer bir zemin de, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında bütünlüklü bir bağlantının olduğunu düşünen geniş bir tarihçi kesiminin var olmasıdır. Örneğin bazı tarihçiler, bu dönemi, “İkinci Otuz Yıl Savaşı” olarak değerlendiriyor. Daha kesin belirlemelerde bulunanlar da var. ABD’li tarihçi Jay Winter mesela, “Verdun olmasaydı Auschwitz olmazdı” demektedir! Winter, Toplumsal Tarih dergisinin Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili kendisiyle yaptığı bir söyleşide, “I. Dünya Savaşı’nın bir ‘Avrupa İç Savaşı’ olarak uzaması ve mevcudiyetinin yas ve anma etkinliklerinde sürmesi tespitinizden yola çıkarsak, aslında savaşın asla sona ermediğini mi düşünüyorsunuz?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “’Soğuk Savaş’, aslında Batı, devrimci Rusya’yı 1918-19’da karantina altına almaya karar verdiğinde başladı. I. Dünya Savaşı olmasaydı Hitler asla iktidara gelemezdi; savaşın mahal verdiği ve 1929-32 dünya ekonomik krizine yol açan ekonomik felaket olmasaydı Hitler olmazdı. Verdun ve Somme muharebeleri olmasaydı Auschwitz tahayyül edilemezdi.”

Uzun lafın kısası, Clark’ın kitabının açtığı yorum kapısı, ister istemez, İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzamaktadır. Ve tarih, her zaman, şimdiki zamanın konusu olduğundan, bu kapıdan haliyle bugüne kadar da uzanılmaktadır.

“EĞRİ BÜĞRÜ ANALOJİLER”

“Uyurgezerler” Alman medyasını adeta uyandırdı! “Uyurgezerler” aylarca Alman stüdyoları, gazete-dergi sütunları ve üniversitelerinde dolaştırıldı. En ilginci de, Clark’ın geçtiğimiz Ekim ayında Potsdam’a davet edilmesiydi, yani Federal Almanya Ordusu’nun Askeri Tarih ve Sosyal Bilimler Merkezi’ne. Bu merkezde düzenlenen podyum tartışmalarını yansıtan bir habere göre, Almanya’nın “tek suçlu olduğu” fikriyle eğitim görmüş kişiler, tartışmanın sonunda tarihçi Clark’a soruyorlar: ‘kitabınızın Alman ruhuna ilaç olarak anlaşılabileceğinden korkmuyor musunuz?’ ‘Clark’ın cevabı çarpıcı’ oluyor: “Sadece Almanya’da ‘Alman dostu’ ithamlarıyla karşılaşıyorum”! Clark’ın, ‘yalnızca çok kutuplu, Avrupai bir bakışın, aktörlerin oyun hamlelerini anlaşılır kılacağı’ vurguları karşısında, “dinleyiciler coşkuyla alkışlıyor ve tartışmacılar teslim oluyorlar. Bir katılımcının kabul ettiği üzere, ‘Almanya savaş suçlusu’ fikrine kendimizi kaptırmaktan, Avrupai perspektifi yitirmişiz anlaşılan.’”

Tahmin edilebileceği gibi, Clark sadece Almanya’da dolaştırılmadı. Yazarının Avrupa’nın “Uyurgezerler”inden bahsediyor olmasından hareketle olsa gerek, Almanya’nın Paris Büyükelçisi, geçtiğimiz Şubat ayında, Clark’ı, basının da katılması öngörülen bir kahvaltıya davet etti. Büyükelçi Susanne Wasum-Rainer, sahanda yumurta ve Croissants eşliğinde tarihçiler ve gazetecilerle birlikte, Clark’ın kitabını tartışmak istemiş! Neden Paris Büyükelçisi? Haberde yanıtlanıyor bu soru: “Fransa’da Clark’ın kitabı, özellikle de Birinci Dünya Savaşı ile ilgili anlattıklarıyla ilgili pek takdir edilmemekte. Zira bu düzlemde, Fransız okurunu sıkça alışık ve hiç de nahoş olmayan tarih bilgilerinden kopmaya zorlamakta.”

Bu arada Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Clark’ın “Uyurgezerler”ini okuduğu haberi de Fransız kamuoyuyla paylaşıldı. Merkel, tam da Avrupa Konseyi’ndeki tartışmaların ortasında, “savaşa giden yolu tarif eden bir kitap” olarak bahsetmiş “Uyurgezerler”den.

Açıktır ki, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili tartışmalar hep Almanya’nın istediği yönde gitmiyor. Eski söylemleri tekrarlayanlar olduğu gibi, “Alman ruhuna” hiç de ilaç olmayan “eğri büğrü analojileri” kuranlar da çıkmaktadır!

Fransa’nın eski savunma bakanı Jean-Pierre Chevènement örneğin, tarihçi Clark’ın savaşın asıl nedenlerini ihmal ettiğini söyleyenlerden. Nedenler arasında, Chevènement, “Almanya’nın büyük güç olma hırsıyla İngiltere ile girdiği donanma yarışını” saymaktadır. Öte yandan Britanya’nın muhafazakar Eğitim Bakanı Michael Gove, yılın başlarında, “Daily Mail”de “geçmişin hiçbir zaman daha iyi bir geleceği yoktu” disturuyla yazdığı bir makaleyle, savaşla ilgili tartışmaların adada da kızışmasına neden oldu. Gove’e göre, savaşın patlak vermesinin suçlusu, “agresif yayılmacı savaş hedefleri olan Almanya”dı. Haliyle ona karşı çıkmak, Büyük Britanya’nın “demokratik görevi”ydi. “Yurtseverlik, şeref ve cesaret gibi” erdemler, “özgürlük ve demokrasinin galip gelmesi”ni sağlamıştı sonuçta! Gove’un bu savlarına, makalesinde doğrudan eleştirdiği Cambridge profesörü Richard J. Evans şu soruyla karşılık verdi: “İngiltere’nin demokrasi için mücadelesi, otokratik Çarlıkla kurduğu paktla nasıl bağdaştırılabilir? (…) 100 yıldan sonra daha ölçülü hareket edilmeli ve savaş üzerine Britanya propagandası zırvalayıp durulmamalı.”

Bakan Gove’a itiraz eden bir başka tarihçi de, İskoçya kökenli Harvard profesörü Niall Ferguson’du. “Yanlış Savaş” adlı kitabın da yazarı olan Ferguson’a göre, 1914’deki uluslararası durum, Almanya’ya savaş ilan etmeyi gerektirecek dolaysız bir tehdit teşkil etmiyordu. Birleşik Kraliyet’in 1914 yılında savaşa girmesini “modern tarihin en büyük hatası” olarak değerlendiren tarihçiye göre, Britanya’nın “hazırlıksız girdiği” bu savaşta, “aristokratik subaylardan ziyade”, saymakla bitmeyen “vasıflı işçiler yitirildi ya da sakatlandı.” Sonuçta, “imparatorluk da kaybedildi”.

Ferguson, savaşın engellenebileceğinden yola çıkan tarihçilerden. Tezlerinde, zamanın Alman başbakanı Bethmann-Hollweg’in “Eylül Programı”na gönderme yaparak, savaşın Batı Avrupa’daki ana hedefinin, ortak gümrük anlaşmaları üzerinden Merkez Avrupa Ekonomik Birliği’nin kurulması olduğunu hatırlatıyor: “Orta Avrupa için öngörülen bu projeyi, bugün bildiğimiz Avrupa Birliği ile kıyaslamak, Alman hassasiyetlerine dokunuyor olabilir. Fakat Britanya perspektifinden bakıldığında; Alman liderliğinde askeri bir zafer ile kurulan bir gümrük birliği, askeri bir yenilgi sonucunda Alman liderliğinde yaratılmış olan bir gümrük birliğinden o kadar da büyük bir fark arz etmiyor.”

Ferguson gibi, gelişen Almanya ile geçinebilir bir İngiliz politikasının olabileceğini söyleyen tarihçiler dışında, “eğri büğrü analojilere” (Die Welt gazetesine) başvuranlar da var. Avrupa’nın güneyine doğru gidildikçe, İspanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde örneğin, “tek suçlu Almanya” tezini güncel bağlamlarda yenileyen makale ve başyazılara daha sık rastlanılmakta. Bunlara göre, Almanya şimdi de, Avro-Kriziyle birlikte “kıtayı üçüncü bir kez felakete” sürüklemektedir. Örneğin Syriza partisinin başkanı Alexis Tsipras, Le Monde için kaleme aldığı bir makalede, “Uyurgezerler”i okuyan Almanya Başbakanı Merkel’in kendisinin, katı tasarruf politikasında ısrar etmesi nedeniyle, “Avrupa’nın modern bir uyurgezeri” olduğunu ifade etmektedir.

“TARİHSEL REVİZYONİZM”

Avrupa’nın bugünkü güç dengeleri karşısında, Almanya’nın savaşı anma “maraton”larında fazla toz kaldırmak istememesi anlaşılır bir durumdur. Çeşitli etkinlikler, ulusal ve uluslararası konferanslar kuşkusuz olacaktır. Ama ikinci sırada kalınarak, zamanın galip güçlerine sahneyi vererek yapılacaktır bu etkinlikler.

Bununla birlikte, tarihi revizyondan geçirme çabalarından vazgeçilmemektedir. Almanya, “tek suçlu Almanya” tezini çürütmeye hizmet eden her çalışmaya destek vermektedir. İşin ilginç kısmı ama, özellikle galip gelen ülkelerdeki tarihi gözden geçirme eğilimlerinden Almanya’nın doğrudan faydalanmasıdır. Bu ülkelerdeki tarihçiler arasında; düz ve o ülkenin ulusal efsanelerinin altını çizen söylemlerden, daha karmaşık sorulara yönelme ve “çok sesli anlatımlara” açılma eğilimleri güçlenmekte. Muhafazakar Alman basını ise, Almanya’daki sol liberal tarih tezlerini, İngiltere, Fransa vb. ülkelerdeki sol eleştirel tarihçilerin tezlerini öne sürerek teşhir etmektedir! (Tersini de diğer ülkeler yapmakta, yani Alman sol liberal tarihçilerini kendi “milli söylemleri”ne dayanak yapmaktadırlar!) Avrupa’nın güncel gelişmeleri ve keskinleşen sorunlarınca da beslenen bu türden eğilimlerin, bu koşullarda, “tek suçlu olmadığını” kanıtlayabilmiş bir Almanya’ya getirisi ortadadır. Hele ki savaşın hatırlanan korkunçluğunun telkin ettiği statükoyla oynamama (ya da tehlikeye atmama) fikirleri de oldukça yaygınsa.

Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü, aynı zamanda “tarihsel revizyonizmin” yayıldığı bir döneme tekabül etmektedir. Tarihi revize etme, yani geriye bakıp gözden geçirme eğilimi, son yıllarda hemen hemen her emperyalist ülkede güçlenenmektedir. Bu bağlamda Rusya’da Çarlık ve kilise; Japonya’da savaş tarihi ve kurbanları anma kültürü; Almanya’da “tek suçlu saplantısı” vb. örneklerden söz edilebilir. Bilindiği gibi, emperyal bir geçmişe sahip Türkiye’de de bir süredir tarihin revizyonu rüzgarları esmektedir.

Geçmiş üzerinde hegemonya kurmayı politik bir ihtiyaç haline getiren, genellikle, ilgili ülkelerin egemen sınıflarının şu ya da bu nedenle yeniden pozisyon almak zorunda kalmalarıdır. Tarih bilimi açısından, bu, bir yönüyle bir yavanlaşmaya (basit indirgemeler, siyah beyaz kalıplar ve tali ve esas faktörlerin yer değiştirmesi gibi) tekabül ederken, diğer yandan ezberlerin de bozulduğu bir sürecin önünü açmaktadır. Tarihin, tarihçilerle sınırlanmayan ideolojik-politik bir mücadele alanı olduğu daha görünür hale gelmektedir.

Bu koşullarda bu revizyonist eğilimin, en başta da “uyurgezer” tarihçileri uyandırması umut edilebilir…

Alman mali-sermayesinin yapısı üzerine notlar

Almanya, geçtiğimiz ay, Krupp-Hoesch tekelinin kendisinden daha büyük ve güçlü Thyssen’i “düşmanca devralma” yöntemiyle yutma girişimi ve bu olayın kışkırttığı çelik işçilerinin direnişiyle çalkalandı. Çok sürmedi, kamuoyu ve çelik işçileri bu girişimin gerisinde bankaların durduğunu anladılar ve tepkiler beklenmedik bir hızla bankalara yöneldi.

“Bankalar ve sahip oldukları iktidar” konusu yeniden ülkenin gündemine girmiş oldu. “Ülkeyi kim yönetiyor? Frankfurt’taki bankalar mı, Bonn’daki hükümet mi?” soru ve tartışmaları kaçınılmaz bir şekilde yeniden alevlendi. Hep bir ağızdan “Bonn göreve” çağrıldı. Sözüm ona “bankaların sınırsız egemenliğinin kısıtlanması” amacıyla kaleme alınmış, ancak yıllardır parlamento komisyonlarının çekmecelerinde bekletilen yasa tasarıları yeniden piyasaya sürüldü…

Açıktır ki, amacımız bu demagojik tartışmaya katılmak değildir. Bununla birlikte, istemeyerek kendini gündeme sokan Alman mali-sermayesinin bugünkü konumu ve yapısını irdelemek güncellik kazanmıştır. Bu araştırmanın konusu da esas olarak budur.

Kuşkusuz, İsviçre ve Avusturya’daki (hatta bazı yönlerden Japonya’daki) mali-sermayenin örgütlenme şekli ve yapısıyla çok benzerlikler taşıyan Alman mali-sermayesinin, diğer emperyalist ülkelerdeki -sözgelimi ABD’deki- mali-sermayenin örgütlenme şekliyle ayrışan pek çok yönleri bulunmaktadır. Buna karşın, Alman mali-sermayesinin örgütlenme şekli ve yapısı, genel olarak mali-sermayenin anatomisinin klasik bir örneğini sunmaktadır. Lenin’in mali-sermayeyi irdelerken, ağırlıklı olarak Almanya örneği üzerinde durmasının nedeni de budur aslında. Başka bir deyişle, Alman mali-sermayesinin örgütlenme şeması ve yapısını ortaya koymakla, bir yerde mali-sermayenin bugünkü bazı genel karakteristik özelliklerini de açıklamış olacağız.

 

I.

ÜRETİMDEKİ TEKEL OLGUSU

Alman mali-sermayesinin bugün hangi finans gruplarından meydana geldiği, somut olarak nasıl örgütlendiği, iç ve dış ilişkilerinin nasıl şekillendiği, güç ve etkinliğinin hangi boyutlara ulaştığı vb. soruları ele almadan önce, sorunun temelini ilgilendiren bir noktayı vurgulamak gerekiyor. Bu temel nokta şudur: Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin tarih sahnesine çıkardığı tekel olgusu ortaya konmadan, genel olarak sermayenin kendisindeki yoğunlaşma açıklanamaz. Dolayısıyla, tekel olgusunu atlayan bir araştırma mali-sermayenin bugünkü gerçek temellerini de açıklamaktan uzak kalacaktır.

“Solcu” burjuva liberalizminin çarpık mali-sermaye tahlillerine bugün de sık sık rastlanmaktadır. Para olgusunu üretim ilişkilerinden kopararak ele alan bu tür yaklaşımlar; yeni olmamaları bir yana, mali-sermaye olgusu etrafındaki yanılsamaları ön planda tutmalarından ötürü, esasta, metanın yerine geçirilmiş bir para fetişizmine tekabül etmektedirler. Bu konuya ilişkin Marksistlerle burjuva reformistleri arasındaki yaklaşım ve vurgu farklılığı en ince ayrımını kuşkusuz Lenin ile Hilferding’in mali-sermaye tanımlarında bulmuştur.

Bilindiği gibi, Lenin, Hilferding’in yaptığı ‘finans kapital’ (mali-sermaye) tanımını eksik bulur. Çünkü Lenin’e göre Hilferding, tanımında, “çok önemli bir olguyu, üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere yol açtığı ve hâlâ açmakta olduğu olgusunu, sessizce geçiştirmektedir.” Lenin’in tanımı ise şöyledir:

“Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi – işte mali-sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü.” (Lenin, “Emperyalizm” sf. 58)

Lenin’in yaptığı vurguyu göz önünde tutarak sorunun temellerini irdelemeye başlayalım.

 

* * *

Almanya’nın günlük ekonomik politik yaşamı kabaca izlendiğinde, göze hemen şöyle bir çelişki batar: Başta meclis ve burjuva partileri olmak üzere politik alanda ve tabii dolayısıyla da politik propaganda, tekel olgusu katı bir şekilde reddedilir ve durmaksızın “serbest rekabet”ten, “hür teşebbüs”ten, “ekonomik özgürlük ve fırsat eşitliği”nden dem vurulur. Bu yerleşik propaganda devam ederken, aynı anda burjuva ekonomi dergileri ve kitaplarında tam tersi bir tabloyla karşılaşılır. Burada dünya ekonomisine artık dev tekel gruplarının hükmettiği ve dünyayı aralarında bölüştüğünün itirafı sayılabilecek sayısız alıntı aktarılabilir. Çok çarpıcı olduğundan Alman sermayesinin sözcülüğünü yapan Wirtschaftswoche dergisinden aldığımız bir örnekle yetinelim:

“Çok sayıda Konsernler (Konsern bir holding türüdür -A.C.) uzun bir süreden beri belli başlı devletleri sadece büyüklük bakımından geçmiyorlar… Dünya ölçeğinde etkinlik gösteren ekonomik devlerin menajerleri, yemek listesinden sipariş eder gibi tek tek ülkelerde kendilerine en çok kazancı vaat eden teklifleri seçmektedirler. Ücretlerin düşük olduğu yerde üretmek; yasaların katı olmadığı yerde araştırmak ve vergilerin yüksek olmadığı yerde kazanç göstermek. (…)

Kavramlar, siyasetin güç kaybını yansıtmakta: ’60’lı yılların şüpheli ‘çok uluslu’ (şirketlerinden) ‘uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü’ (1) şirketler çıktı. Yabancı yatırımlar uğruna verilen rekabette siyasetçiler şimdi bu şirketlerin huzuruna çıkmaktadırlar.

Çok uluslularla ilgili o dönem yapılan kavgalar, bugünden bakıldığında çok anlamsız gelmekte, zira gelinen yerde ekonominin uluslararasılaşması bambaşka boyutlara ulaştı. 1975 yılında 282 milyar dolar olan yabancı doğrudan yatırımlar, bugün 2 trilyon 125 milyar dolara fırladı. Bunun üçte biri, dünyanın 100 büyük şirketine düşmektedir. Tek başına İngiliz-Hollanda petrol Konserni Royal Dutch/Shell’in yurtdışı faaliyetleri 70 milyar doları bulmaktadır.

Uluslar-üstü şirketlerin sayısı son 20 yılda birkaç misli arttı. Bugün dünyada ülke sınırlarını aşan ve kendilerine bağlı 200 bini aşkın şirkete (“kız şirketi”ne) sahip 37 bin ana şirket vardır ve bunlar toplu olarak dünya çapındaki özel servetin yaklaşık üçte birini ellerinde bulunduruyorlar. Toplam ciroları 4 bin 800 milyar dolara ulaşıyor bu, toplam dünya ticaret hacmini geçen bir miktardır.” (Wirtschaftswoche, 16. 9. 94; sf. 41)

İşte bunlar herhangi bir yorumu gerektirmeyecek kadar açık ve çarpıcı sözlerdir. Belki şunu eklemek gerekir: Buradaki veriler 1993 yılma aittir! Yani aradan geçen dört yıl zarfında bu süreç daha ileri boyutlara ulaşmıştır.

Yine aynı tarihli dergiden aldığımız şu rakam ve kıyaslamalar da günümüz tekelleşme sürecinin ve tekel olgusunun ulaştığı noktayı tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir. Derginin ’93 yılına ait rakamlarına göre, General Motors’un yıllık cirosu Danimarka’nın 135 milyar doları bulan Gayri Safi Yurt İçi Hâsılası’na (GSYİH) denk düşmektedir. Ford’un cirosu Norveç’in GSYİH’den (103,5 milyar dolar) daha yüksektir. Toyota’nın 85,3 milyar dolarlık cirosu Finlandiya’nın GSYİH’yi (82,5 milyar dolar) geçmektedir. Almanya’nın en büyük tekeli Daimler-Benz’in cirosu (59,1 milyar dolar) ise İrlanda’nın GSYİH’sini (45,8 milyar dolar) aşmaktadır.

Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin bugün ne tür dev tekelleri ortaya çıkardığını gösteren bu verilere, bu sürecin hangi tempoyla geliştiğine işaret eden şu veri eklenebilir: Dünyanın başta gelen holdinglerinden Mitsubishi’nin ’95 yılındaki cirosu 180 milyar doları buldu. Böylece tek bir uluslararası şirketin yıllık cirosu, Avusturya gibi ileri kapitalist bir ülkenin toplam Gayri Safi Milli Hâsılası (GSMH)’na ulaşmış bulunmaktadır!

Peki, tekelleşmenin bugünün Almanya’sında geldiği nokta nedir? Tekel konusunda nasıl ki ABD için tröstler karakteristik ise, Almanya için de konsernler karakteristiktir. Konsernler ise Bosch vb. gibi istisnalar dışında Anonim Şirketlerden (AŞ) meydana gelmektedirler. Almanya’nın en büyük 100 şirketinin üçte ikisi AŞ biçiminde örgütlenmiştir. Toplam şirketlerin sayısına bakıldığında ise durum değişmektedir: GmbH, yani Limited Şirket (Ltd.) tipi en yaygın olan şirket tipidir. Bugün 160 Ltd. şirketi başına bir AŞ düşmektedir. Ltd. şirket tipine daha çok küçük ve orta ölçekli işletmelerde rastlanılıyor. (H. M. Bury/T. Schmidt, “Das Banken-Kartell”, sf. 42) Şöyle de denebilir: Sermayenin nispeten küçük ve sahiplerinin de tek ya da birkaç kişiden oluştuğu yerde (genellikle “tekel dışı” sermayede) Ltd. şirketi yaygın; sermayenin büyük, (satışa çıkarılan hisseler yoluyla) geniş dağılımlı ve fakat yoğunlaşıp merkezileştiği yerde AŞ yaygındır. Mali-sermaye, oluşumu ve merkezileşmesinde, AŞ şahsında en uygun şirket tipini bulduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

1987 yılında Almanya’da 1000 sanayi işletmesi (bunlar toplam sanayi işletmelerin yüzde 0,3’ü oluşturuyorlardı) toplam sanayi işletmelerinin yıllık cirosunun yüzde 43,4’ü meydana getiriyor ve toplam çalışanlarının da yüzde 39,4’ü istihdam ediyordu.

2350 sanayi işletmesi (yüzde 5) ise, toplam cironun yüzde 58’i gerçekleştiriyor, çalışanların da yüzde 53’ü istihdam ediyordu.

Üretimdeki merkezileşmenin Almanya’da hangi tempoyla geliştiğini yandaki “şirket birleşmeleri”nin (füzyon) sayıları ortaya koymaktadır:

 

Yıl Füzyon Sayısı Yıl Füzyon Sayısı

1958 15 1976 453

1960 22 1977 554

1962 38 1979 602

1965 50 1981 618

1968 65 1983 506

1970 305 1985 709

1972 269 1987 887

1974 294 1988 1159

Enver Hoca, emperyalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası döneminin tahlili bakımından çok önemli tespitlerde bulunduğu “Emperyalizm ve Devrim” adlı eserinde, 70’li yılların kapitalist dünyasındaki tekelci füzyon ve yutmaların eriştiği hacmin, ikinci Dünya Savaşı öncesine göre yedi ila on kat daha büyük olduğunu vurgulamaktadır. Almanya açısından şu rahatlıkla söylenebilir ki, 80’li yıllardan başlamak üzere bu hacim 90’lı yıllara gelindiğinde ’70’li yıllardakini en azından ikiye katlayarak büyümüştür. Nitekim ’80’li yılların sonu, ’90’lı yılların başı, Almanya’da savaş sonrasının en büyük füzyonlarının yaşandığı dönemlerdir. Krupp-Thyssen olayı bu sürecin en son değil ama en güncel örneğidir.

Üretimdeki merkezileşme ve yoğunlaşmanın diğer bir göstergesi de (sonucu demek daha doğru), şirket iflaslarındaki artıştır. 1980’li yılların ortalarında iflasını bildiren şirket sayısı 18 bin dolaylarında iken (ki bu sayı 1980’de 9 bin dolaylarındaydı), bu rakam 1996’da 24 bini geçmiştir. (Bir kıyaslama: 1932’de bu sayı 14 bin 138 idi.) Almanya’da bugün iflaslar, savaş sonrası dönemle kıyaslandığında rekor düzeydedir. Ekonomi enstitüleri iflasların bu yıl da hızını kaybetmeyeceğini bildirmektedirler. Dün olduğu gibi bugün de üretim ve sermayedeki yoğunlaşma küçük ve orta ölçekli işletmelerin yıkımı demektir. Yukarıda 1980’li yıllarla ilgili sözü edilen iflaslar zanaatkâr işletmeleri, perakende ticareti ve tarım sektörü için şu anlama gelmekteydi: Zanaatkâr işletmelerin sayısı 1950’de 886 bin 500 iken, 1988’de 489 bine düşmüştür! Perakende ticaretiyle uğraşan işletmelerin sayısı 1971’de 173 bin 576 iken, 88’de 73 bini ancak bulmaktaydı. Tarım sektöründe bu rakam 1950’de 1 milyon 646 bin 751 iken, 1988’de 1 milyon azalarak 665 bin 517’dir. (Karl Waffenschmidt, agy, sf. 14)

Görüldüğü gibi, merkezileşme ve yoğunlaşma ekonominin tüm alanlarını kapsayarak tüm hızıyla gelişmektedir. Bugün gerek ticarette, gerekse tarımda büyük ölçekli işletmelerin ya da dev tekellere bağlı büyük şirketlerin kesin hâkimiyeti kurulmuş bulunmaktadır. Sanayideki küçük ve orta ölçekli işletmeler zaten uzun bir süredir büyük tekellerin birer “eklentisi” haline gelmiş, varlıklarını tekellerin icazetiyle sürdürmektedirler. Almanya açısından bu durumun altını özellikle çizmek gerekiyor. Çünkü Almanya’da burjuva propagandası bu konuyu özellikle çarpıtmaktadır. Sık sık şu rakamlar ileri sürülür: Almanya’da sayıları yaklaşık 3 milyonu bulan işletmelerin yüzde 99,8’i; 500’den az işçi çalıştıran ya da yıllık cirosu 100 milyonu geçmeyen küçük ve orta ölçekli işletmelerden meydana gelir. “Serbest rekabet” demagojisine de dayanak yapılan bu tablonun gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ve ayrıca bu tablonun aslında ileri sürülen görüşün tam tersini kanıtlamakta olduğu bir yana; özellikle bu tür işletmelerin sermaye bakımından konumlarını ortaya koymak söz konusu demagojinin boşa çıkarılması için yeterli olacaktır. Zira küçük ve orta ölçekli işletmeler görüntüde ayrı şirketler olarak varlıklarını sürdürseler dahi, sermaye kaynakları açısından çoktandır mali sermayenin ağına takılmışlardır. Bu konuda nesnel durumun anlaşılmasına yardımcı olan en sağlıklı veri, bu ölçekteki şirketlerin ana sermaye bakımından konumlarını açıklığa kavuşturmaktır. Şu rakamlar her şeyi açıklamaktadır: Almanya’da şirketlerin ana sermaye oranı, ’60’lı yıllarda ortalama olarak yüzde 30 dolaylarında iken, ’90’lı yılların başında yüzde 18’e düşmüştür. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerde bu oran yüzde 15’lerin altına düşmektedir. (H. M. Bury/T- Schmidt, “Das Bankenkartell”, sf. 219) Başka bir deyişle, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ezici çoğunluğu mali sermayenin egemenliği altındadır, mali sermaye para musluklarını açtığı oranda varlığını sürdürmektedirler.

Hâlâ yaşanmakta olan bu yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin Almanya’da ne tür dev tekelleri meydana getirdiğine gelince. Almanya’nın en büyük tekelleri denildiğinde, kuşkusuz akla en başta; Daimler-Benz, Siemens, VW, Veba, Bayer, Thyssen, Krupp, BMW, BASF, Bosch, Mannesman vb. gelir. Fazla ayrıntıda boğulmamak için, biz de burada bunlardan sadece ilk ikisini örnek alarak Almanya’daki tekellerin somut durumu ve yapısını açıklamaya çalışalım.

Daimler-Benz AG: 1883’te kurulan Daimler-Benz AG (D-B AG), Almanya’nın en büyük “sanayi tekeli”dir. Pek çok alanda üreten ve yatırım ve ortaklıklara sahip olan tekeller arasında da en gelişkini olan D-B AG, bugün otomobilden (Mercedes) silah üretimine (MBB), elektronikten (AEG) uzay araçlarına (DASA) kadar çok geniş bir alanda etkinlik göstermektedir. Holdingin doğrudan ya da dolaylı yoldan kontrol ettiği şirket sayısı 300’ü geçmektedir. (2) Bu şirketlerin önemli bir kısmı, kendi alanlarında Almanya’nın ya da dünyanın başta gelen şirketleridir. Örneğin otomobil ve kamyon üretimi alanında Mercedes’in konumunu uzunca anlatmaya gerek yoktur. Öte yandan havacılık ve uzay dalında üretim yapan DASA, kendi sektöründe Avrupa’nın birinci, dünyanın da üçüncü büyük şirketidir. DASA aynı zamanda Airbus uçağını üreten konsorsiyumun en büyük ortağıdır. Bugün dünyanın 110 ülkesinde şube ve temsilciliği bulunan AEG ise, bir kısmı D-B AG holdingi tarafından yabancı şirketlere satılmış olsa da, holdinge geriye kalan bölümleriyle (mikro-elektronik, otomasyon tekniği, ray sistemi vb.) piyasadaki etkinliğini hâlâ korumaktadır.

Belirtilenlerden de anlaşıldığı gibi, Daimler-Benz AG, tipik bir “karma kartel”dir. D-B AG, bir yerde holdingin çatışıdır. Bu çatının altındaki örgütlenme yapısı bir sacayağı şeklindedir. Holding şu üç alanı koordine ediyor, yönlendiriyor ve denetliyor: Mercedes Benz, Daimler-Benz Aerospace (DASA) ve Daimler-Benz InterServices (‘debis’). Sonuncusuyla ilgili şu bilgileri vermekte fayda var: 1990 yılında kurulan ‘debis’, holding içi tüm hizmetleri merkezileştiriyor. ‘debis’in 6 çalışma alanı var: Systemhaus Ltd. ile birlikte tüm tekelin bilgisayarlarını kapsayan merkezi enformasyon işlemini örgütlemek, bilgisayar programı geliştirmek; Mercedes-Benz Finanz Ltd. ile satış finansmanı ya da leasing gibi finans hizmetlerinde bulunmak; ‘debis’ Assekuranz Vermittlungs Ltd. aracılığıyla tüm holding şirketlerine, çalışanlarına ve başka yabancı müşteri ve şahıslara sigorta hizmeti sunmak; ticaret (“Üçüncü Dünya”nın ve Doğu Avrupa’nın döviz açığı olan ülkeleriyle döviz sorununu giderici ticareti örgütlemek); debitel Kommunikationstechnik Ltd. & Komandit şirketi ve Bosch Telecom Service (BTS) ile birlikte el telefonları alanında hizmet sunmak ve gayrimenkul yöneticiliği konusunda çalışmak. D-B AG holdinginin ‘debis’ kolunun 1995 yılındaki cirosu 11 milyar 784 milyon marka ulaşmıştı; 94’de bu rakam 10 milyar 804 milyon marktı.

Daimler-Benz AG holdingin toplam cirosu ise 1993’ten 1995’e kadar sırasına göre şöyleydi: 97 milyar 737 milyon mark (yurtdışı payı: 59 milyar 418 milyon mark); 104 milyar 75 milyon mark (65 milyar 60 milyon mark) ve 103 milyar 549 milyon mark (65 milyar 434 milyon mark). Çalıştırdığı işçi sayısı da aynı yıl ve sıralamaya göre şöyledir: 366 bin 736 (yurtdışına çalışanların sayısı: 82 bin 160); 330 bin 551 (79 bin 297) ve 310 bin 993 (68 bin 907).

Burada şu soruyu yanıtlamamız gerekir: Bu denli büyük ve güçlü bir tekelin mülkiyeti kime aittir, sahibi kimler ya da hangi sermaye gruplarıdır? “Wem gehört die Republik?” (“Cumhuriyet kime ait?”) adlı kitabında Liedtke, D-B AG hisselerinin dağılımıyla ilgili şu bilgileri veriyor: “Deutsche Bank AG yüzde 24,4 (Deutsche Bank’ın ’93’teki payı yüzde 28,28 idi); Kuveyt Emirliği yaklaşık yüzde 13 (93’te yüzde 14 civarında); gerisi 450 bin hissedar arasında dağılmıştır (’93’te bu rakam yüzde 33’ü teşkil etmekle birlikte 400 bindi). Belirtmek gerekiyor ki; söz konusu 450 bin hissedar arasında sadece Daimler-Benz çalışanları ya da genel olarak işçi, memur, emekli, ev kadını, küçük esnaf vb. “küçük hissedarlar” bulunmuyor. Her birisinin hisse payı çok büyük olmamakla birlikte, bu 450 binin arasında çeşitli özel kişiler (sermayedarlar), kurumlar (özel banka ve sigortalar) ve kamu kuruluşları da (eyalet bankaları) bulunuyor. Bunlardan bazıları: Commerzbank AG, Dresdner Bank AG, Voith GmbH, Robert Bosch GmbH, Landesbank Stuttgart Girozentrale (kamu bankası), R+V Allgemeine Versicherung AG vb.

Görüldüğü gibi, Almanya’nın en büyük sınaî tekelinin en büyük hissedarı ülkenin en büyük özel bankası olan Deutsche Bank AG’dir! (Deutsche Bank’ın gerçek payı aslında gösterilenden daha büyüktür. Yüzde 24,4 doğrudan sahip olduğu paydır; bir de dolaylı yollardan, örneğin kendisinin tümüne ya da çoğunluğuna sahip olduğu şirketlere aldırdığı hisseler vardır. Ayrıca “küçük hissedarların önemli bir kısmının oy hakkını vekâleten üstlenmesinden -‘Depotstimmrecht’- ileri gelen bir etkinliği bulunmaktadır.) Diğerleri bir tarafa, tek başına Deutsche Bank payları, sınaî sermayesiyle banka sermayesinin nasıl “iç içe geçtiği”ni ortaya koymaktadır. Öte yandan bir bankanın sadece bir şirkette tuttuğu hisse payı ile ne kadar geniş bir sermayeyi denetleme ve çekip çevirme olanağını bulduğu da bu sermaye ilişkisinde açıkça görülmektedir.

Siemens AG: Denilebilir ki, Almanya’nın en eski ve en geleneksel şirketlerinin başında Siemens AG geliyor. Siemens AG’nin üzerinde durmamız gereken pek çok özelliği var. Ama önce bazı genel bilgiler aktaralım: Elektronik ve elektroteknikle ilgili her şeyi; yani bilgisayar ve mikroçipten video sistemlerine, ulaşım teknolojisinden atom enerjisine kadar her şeyi üreten Siemens AG, cirosu ve çalıştırdığı işçi sayısı temel alındığında dünya elektronik sanayisinin en büyük 6 şirketi arasında yer alıyor.

Siemens AG Almanya’nın özel sektördeki en büyük patronudur. Siemens şefi Heinrich von Pierer’e göre, Almanya’da yaklaşık bir milyon insan Siemens şirketine bağımlıdır. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 79) Siemens AG toplam 260 iş sahasında etkinlik gösteriyor ve bunlardan 17’sinde bir numara sayılıyor. Bu etkin gücüyle ve bu arada tekelinde yoğunlaştırdığı sermayenin büyüklüğü ile bazı yazarlarca, “elektronik işiyle uğraşan bir banka” olarak da adlandırılıyor.

Almanya’nın bu ikinci büyük holdingi, dünya ölçeğinde 650 şirket ve ortaklığı kapsamaktadır. 130 ülkede doğrudan kendisine ait şirket, şube ve temsilcilikleri var. 40 ülkede 200’ü aşkın kendisine ait üretim tesisi bulunuyor. Holding sistemi gereği, Siemens AG’ye bağlı şirketlerin de kendilerine ait yan şirketleri ya da pay sahibi oldukları şirketler bulunuyor.

Siemens AG holdingin cirosuyla ilgili rakamlar 1993’ten 95’e kadar sırasına göre şöyledir: 81 milyar 648 milyon mark (yurtdışı payı: 44.377,0 milyon mark); 84.598,0 milyon mark (48.827,0 milyon mark) ve 88.763,0 milyon mark (50.906,0 milyon mark). İstihdam ettiği işçi sayısı da aynı yıl ve sıralamaya göre şöyledir: 391 bin (yurtdışı: 153 bin); 376 bin (158 bin) ve 373 bin 800 (162 bin).

Siemens AG’nin sahiplerine gelince. Hisselerin dağılımı şöyledir: Siemens ailesine hisselerin yüzde 6,94’ü aittir. Ancak, bunun yüzde 5,29’u normal hisselerden, yüzde 1,65’i ise “imtiyazlı hisse”lerden meydana geliyor. (Toplam 56 milyon Siemens hissesinin 923 bin 634’ü “imtiyazlı hisse”dir ve bu hisselerin tümü de ailenin mülkiyetindedir.) “İmtiyazlı hisse”lerin özelliği o ki, şirket açısından stratejik kararların alınması durumunda bu hisselerin oy hakkı 6 misline çıkıyor. Başka bir deyişle, Siemens ailesinin gerçek payı yüzde 14,03’tür. (Bu payın borsa değeri 2,7 milyar marktır.) 180 kişiden meydana gelen Siemens ailesinin ve aileye yakın vakıfların sahip olduğu hisseler, Siemens-Vermögensverwaltung GmbH şirketi tarafından korunuyor ve yönetiliyor. Bu şirketin başında ise ailenin önde gelen altı mensubu bulunuyor.

Gerçi Siemens ailesinin 96 yılının rakamlarıyla yüzde 6,94 olan hisse payı, 1993 yılında yüzde 10 civarındaydı. Ancak, gerçekte yüzde 14,03’e denk düşen bugünkü pay oranıyla aile, şirket üzerindeki etkisini yine belirli ölçülerde korumaktadır. Nitekim SPD milletvekillerinden Hans Martin Bury ile araştırmacı Thomas Schmidt’in ortaklaşa kaleme aldıkları “Bankaların Karteli” adlı kitapta; yüzde 14,03’ün oyların çoğunluğunu teşkil etmediğini, ancak Siemens Genel Kurullarında genellikle toplam oyların yüzde 50’sinin hazır bulunduğundan, bu oy oranının bloke oyuna (önemli kararları bloke etmek için oyların yüzde 25’i artı 1 hisse yeterli sayılmaktadır) hâlâ yettiğini yazmaktadırlar.

Geriye kalan 55 milyon Siemens hissesi yaklaşık 607 bin hissedar arasında bölüşülmüştür. Özel yatırımcılar ana sermayenin yüzde 46’sını ellerinde tutuyorlar. (Bunların arasında Siemens çalışanları da var. Piyasadaki değerinden daha ucuza hisse satın alabilen Siemens çalışanları, şirketin ülke içerisindeki mülkiyetinin yüzde 32’sine sahipler.) Ana sermayenin yüzde 40’ma ise “kurumsal yatırımcılar” sahip, yani yatırım şirketleri (Investmentfonds), sigorta ve bankalar. Diğer şirketlerin payının yüzde 10’lara yaklaştığı tahmin ediliyor. Yabancı hissedarların (ya da Almanya dışında oturan hissedarların ki bunların çoğu da Avrupa’dadır) ana sermayedeki toplam payları yüzde 40. Dikkat çekici olan ise, bunların arasındaki “kurumsal yatırımcılar”ının sayısının ‘90’dan beri ikiye katlanarak 4 bine ulaşmasıdır.

Almanya’daki yatırım şirketlerinin, sigorta ve bankaların Siemens’teki hisse paylarının dağılımıyla ilgili ayrıntılı verileri elimizde yok. Sözgelimi Allianz AG’nin Siemens’teki payının son rakamlara göre yüzde 3 olduğu söyleniyor. Buna karşın, burada da en büyük hissedarın Deutsche Bank olduğu ileri sürülebilir. Sadece doğrudan payı ile değil, aynı zamanda dağınık küçük hisselerin oy hakkının vekâletinin önemli bir kısmını da elinde tutarak. Öte yandan pek çok araştırmada Siemens AG, Deutsche Bank’ın merkezinde bulunduğu “sermaye grubu”na dâhil edilmektedir. (3) Bunların ötesinde Deutsche Bank AG ile Siemens AG arasında çok özel tarihi bağlar da söz konusudur. Örneğin Deutsche Bank’ın kuruluşunda önemli bir rol oynayan ve 1870’ten 1900’e kadar bankanın sözcülüğünü (Deutsche Bank’da başkanlık kurumu yoktur, ancak sözcülük yapan kişi fiiliyatta bankanın şefi sayılabilir) yapan kişinin adı Georg Siemens’tir. Georg Siemens’in babası, Siemens AG’nin kurucusu Werner von Siemens’in kuzenidir!

Siemens kendi ortaklıklarıyla ilgili bilgeler vermekten özenle sakınan şirketlerin başında geliyor. Holdinge dâhil olanların dışında somut olarak hangi şirketlerde birinci, ikinci ya da üçüncü el üzerinden payı olduğunun yeterli bilgisi yok. Ancak 1993 yılında alınan bir mahkeme kararı sonucunda Siemens AG’ye, ana sermayenin asgari olarak yüzde 10’unu bulan ya da piyasa değeri 100 milyon markı geçen tüm ortaklıklarını açıklama zorunluluğu getirildi. (Artan kamuoyu tepkileri üzerine banka ve sigortalar da dâhil bu oran 1995 yılında çıkan bir yasayla ana sermayenin yüzde 5’i olarak belirlendi, önceleri genelde yüzde 25 idi). Siemens’in o yıllarda yaptığı açıklamalara göre, şirketin Allianz AG, Münchener Rück AG, BMW ve Metallgesellschaft AG gibi pek çok önemli sigorta şirketlerinde ve sanayi tekellerinde ortaklıkları var.

Bütün bu veriler neyi göstermektedir?

• Tekellerin ülke sanayisi ve genel olarak ülke ekonomisindeki konum ve etkinlikleri artmış bulunmaktadır. Sanayinin hemen hemen tüm dallarında yoğunlaşma ve merkezileşme hızla devam etmektedir. Hatta bu süreç, son Krupp-Thyssen olayının da ortaya koyduğu gibi, planlı ve dünya pazarını gözeten bir stratejiyle gelişmektedir. Öte yandan dün olduğu gibi bugün de, tekeller pazarı kendi aralarında paylaşmakta, üretim nesnelerinden fiyatlara kadar hemen her alanda gizli anlaşmalar yapmaktadırlar. (4)

• Almanya’nın büyük tekellerinden hiçbiri diğerlerinden tam anlamıyla kopuk ve ilişkisiz değildir. Girift ve çok yönlü bir iç içe geçme görülmektedir. Alttan yukarıya doğru izlendiğinde, yani nispeten küçük tekellerden büyük tekellere doğru ilişki takip edildiğinde, içice geçmenin ve karşılıklı denetimin daha da yoğunlaştığı dikkat çekmektedir.

• Tekellerin küçük ve orta ölçekli işletmeler üzerinde ve tekelci sermayenin tekel-dışı sermaye üzerindeki nüfuz ve baskısı daha da artmıştır. Tekeller ve mali sermaye tarafından denetlenmeyen sözünü etmeye değer şirket yok gibidir. Sanayi tekellerinin doğrudan ya da dolaylı yollardan ekonomik faaliyetin tüm alan ve sektörlerine uzanma eğilimi daha da güçlenmiştir. Burada özellikle medya, ticaret ve tarım sektöründeki tekelleşme dikkat çekmektedir.

• Daimler-Benz ya da Siemens’in üretken olmayan alanlardaki etkinlikleri (veya VW’nin “VW Bank”ı kurması); sanayi tekellerinin de ellerinde muazzam bir sermaye fazlalılığının biriktiğini; gerek ortalama kâr oranındaki düşüşü karşılamak amacıyla olsun, gerekse daha hızlı ve yüksek kâr olanaklarını sunması nedeniyle olsun, bu sermaye fazlalığını üretken yatırımlar için kullanmak yerine giderek rantiye ve spekülatif yatırımları seçtiğini kanıtlamaktadır. (Bugün Almanya’da öyle bir noktaya ulaşılmıştır ki, belli başlı sanayi tekellerinin, özellikle 1993’ten bu yana üretim araçlarına yatırılmış sermayeleri, rant ve spekülasyona yatırdıkları sermayelerinin gerisinde kalmaktadır!)

 

II.

SERMAYEDEKİ TEKEL OLGUSU

Anımsanacağı gibi, Krupp-Thyssen olayının kamuoyunun gündemine “bankaların iktidarı”na ilişkin tartışmaları sokması üzerine, banka ve sigortalar, savunmaya geçtiler. “Bankaların özel bir karteli söz konusu değildir” açıklamaları birbirini izledi. Mali sermaye temsilcilerinin, başta çelik işçileri olmak üzere kamuoyunu yanıltmak için başvurdukları demagojileri burada tek tek ele alacak değiliz. Buna karşın, bu konuyla ilgili tartışmalarda kendilerine hep dayanak yaptıkları üç ayrı açıklamayı aktarmakta fayda var:

-“Özel bankaların Almanya’nın en büyük 100 şirketinde sadece 99 Denetim Kurulu üyesi vardır.”

-“Almanya’da bankacılığa dayalı ekonominin yüzde 47’sini kamu, yüzde 15’i de kooperatif bankalarından meydana gelmektedir. Özel bankalar azınlığı teşkil etmektedir.” (5)

– “En büyük 10 banka, Almanya’nın toplam sermaye şirketlerinin (yani AŞ ve Limited şirketlerinin -A.C.) ancak yüzde 0,4’nü (!) teşkil ediyorlar. Bu konumlarıyla Almanya’nın ekonomisini nasıl tayin etsinler?”

İleride de göreceğimiz gibi, birinci veri hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır. Diğerlerine gelince; tekeller bölümünde aktardığımız Ltd. şirketleri (GmbH)’ne ilişkin rakamlar da göz önünde tutulursa, nicelik ve oranlama olarak aşağı yukarı gerçeği yansıtmaktadırlar. Gelgelelim, işin vahameti de burada! Zira yüzde 0,4 yüzde 99,6’na hükmetmektedir!

Gerçek şudur: Bugün bir yandan banka sektöründeki yoğunlaşma ve merkezileşme artmış, diğer yandan banka ve sigortalar gibi mali kuruluşların Almanya’nın sınaî ve ticari şirketlerindeki etkinliği genişlemiştir. Lenin adı geçen eserinde Almanya için tayin edici 6 ila 8 bankadan söz ederken, bugün bu gücü esas olarak üç banka (Deutsche Bank, Dresdner Bank ve Commerzbank) teşkil etmektedir. 1995 yılında Almanya’nın tek başına üç büyük bankasının bilinen(!) şirket ortaklıkları, tüm işkollarından olmak üzere, 1500’ü geçiyordu. Çok sayıda ortaklıklar gizlenebildiği için, gerçek rakamın çok daha yüksek olduğu söylenebilir. Pek çok burjuva ekonomisti bile, Almanya’daki büyük bankaların ortaklık ve paylarının bulunmadığı hiçbir işkolu ve sözünü etmeye değer hisse şirketinin hemen hemen kalmadığını vurgulamaktadır.

Aslında burada büyük bankaların yanı sıra, sigorta ve yatırım şirketlerini de belirtmek gerekiyor. Ancak, (yerli) yatırım şirketleri Almanya’da sözgelimi bir ABD’de olduğu kadar gelişkin değiller. Var olan yatırım şirketleri de büyük banka ve sigortaların elindedir. Almanya’daki “evrensel banka” sistemi bunu olanaklı kılmaktadır. Örneğin Almanya’nın en büyük yatırım şirketi “Deutsche Gesellschaft für Wertpapiersparen” (DWS) yüzde 100 Deutsche Bank’a aittir. DWS 95 yılı rakamlarıyla 48,5 milyar mark hacmindeki bir sermayeyi çekip çeviriyordu. Almanya’nın ikinci büyük yatırım şirketi olan “Deutsche Investment Trust” (DİT) ise yüzde 100 Dresdner Bank’a aittir. DİT’in ’95 rakamlarıyla hükmettiği sermaye 27,6 milyar markı buluyordu.

Alman mali-sermayesinin bu alandaki asıl açığı dünya piyasalarındaki nispeten geri olan konumunda ifadesini buluyor. Özellikle bu hususta hızla dışa açılmaya çalışıyor. Bir örnek: Bundan birkaç yıl önce Deutsche Bank Londra’nın tanınmış yatırım bankalarından Morgan Greenfeel’i 2,7 milyar marka satın aldı. (Yeni adı Deutsche Morgan Grenfell olan bu banka 40’ı aşkın ülkede yaklaşık 7 bin kişiyi çalıştırıyor.) Böylelikle Deutsche Bank, şimdiye kadar Merill Lynch, JP Morgan, Morgan Stanley ve Goldmann, Sachs gibi esas olarak ABD’li yatırım şirketlerinin egemen olduğu mali piyasaya da tepeden girmiş oldu. Kapitalistlerin gazetesi “Handelsblatt”a göre, “Invest-mentbanking” (yatırım bankacılığı) “geleceğin en yüksek kârını vaat eden iş dalıdır”. _ Yatırım bankalarının ve Investmentfonds (yatırım şirketleri) gibi türlerinin dünya ölçeğindeki bugünkü konumlarına bakıldığında, bunların; mali-sermayenin bugünkü en ileri kurumsal biçimlenişi olduğu söylenebilir.

Banka ve sigortalara geri dönecek olursak. Bury ve Schmidt, bugün Almanya’da borsada alınıp satılan her iki hisseden birisinin, “sigortalar ve bankalardan meydana gelen kartele ait” olduğunu söylemektedirler. Kitaplarında, “ülke ekonomisini boğmakta” olan bu kartele “darbe vurulması” gerektiğini açıklayan sol sosyal demokrat yazarlar şu gerçeği itiraf ediyorlar:

“Bankerler, büyük sanayici kılığına bürünmüşler. Sınıf mücadeleci savaş bildirilerinde çizilmiş bir senaryoyu çağrıştıran şeyler, ne ki 1996 yılı Almanya’sının basit bir gerçeği olarak gün ışığına çıkmaktadır. Frankfurt’un bankerleri hemen hemen her büyük Alman şirketinde iktidarı paylaşıyorlar. Paylaştıkları şeyler sadece kredi gibi klasik banka işlerini kapsamıyor, tersine şirketlerin bizzat ortakları olarak da söz sahibidirler.” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 47)

Banka ve sigortaların bu denli yoğunlaşmış bir gücü ve denetimi nasıl oluşturduklarını, biri banka diğeri sigorta olmak üzere iki şirketi (Deutsche Bank ve Allianz) yakından irdeleyerek somutlaştırmaya çalışalım.

Deutsche Bank AG: Deutsche Bank’ın “efsanevi başkanı” Hermann Josef Abs’a ait ünlü bir söz vardır: “Deutsche Bank için iyi olan şey, Federal Almanya Cumhuriyeti için de iyidir.” (Hermannus Pfeiffer, -“Das: Imperium der Deutsche Bank”, sf’2) Gerçekten de genellikle Alman Merkez Bankası (Deutsche Bundesbank) ile karıştırılan bu bankanın Alman emperyalizminin tarihinde hep özel bir yeri olmuş; Alman emperyalizminin gelişmesinde ve yayılmasında bu banka sürekli özel bir rol oynamıştır. Deutsche Bank, dün olduğu gibi bugün de, Alman mali-sermayesinin koçbaşıdır. Bu nedenledir ki, Deutsche Bank’ın gelişmesi Alman emperyalizminin gelişmesini de bir nevi resmeder.

Deutsche Bank’ın bugünkü genel konumunu anlamak bakımından, mali ve sınaî tekellerle ilgili yaptığı ciddi araştırmalarla tanınan Liedtke’nin aşağıdaki özeti aydınlatıcıdır:

“Deutsche Bank dünyanın ilk on bankası arasında yer almaktadır. Dünya ölçeğinde etkinlik gösteren bir finans Konsernidir. Evrensel banka olarak mali ticaretin tüm temel alanlarında bütün kıtalarda çalışmaktadır. Denizaşırı bölgelerde Deutsche Bank’ın ağırlık verdiği bölgeler, Amerika kıtasıyla Asya-Pasifik bölgesidir. Deutsche Bank Konserninin 1996 yılı başında 50’yi aşkın ülkede 2.494 şubesi bulunuyordu. Bunların arasında 1.691 şube Almanya’daki 6,5 milyon müşteriyi kapsıyordu. Deutsche Bank 1994 yılında İspanya’da 300 şubesiyle birlikte Banco de Madrid’i devraldı ve diğer aktiviteleriyle birleştirerek Deutsche Bank S.A.E.’i kurdu. Bu banka 350 şubesiyle bugün ispanya’nın en büyük yabancı bankasıdır. 1993 yılında 250 şubesiyle İtalyan Banca Popolare di Lecco bankasını satın aldı. “Divisione della Deutsche Bank” ekini ismine alan bu banka, 1994 yılında, Banca d’America e d’Italia’dan çıkan Deutsche Bank S.p.A. ile birleşti. Böylece Deutsche Bank İtalya’nın yabancı bankaları arasında bir numara oldu. (…) Deutsche Bank’ın hedefi, müşterisinin para ve sigortayla ilgili her şeyi bir çatı altında bulduğu bir tür ‘mali mağaza’ olmaktır. Deutsche Bank Konserni bugün dünya ölçeğinde 250 bini aşkın ‘servet sahibi özel müşteriye’ 160 milyar markı kapsayan bir kredi hacmiyle hizmet vermektedir.” (Rüdiger Liedtke, agy, sf. 159–160)

Deutsche Bank ile ilgili daha ayrıntılı verileri, bankanın yönetim kurulu sözcüsü Hilmar Kopper 26 Mart ’97 tarihinde düzenlediği son basın toplantısında açıkladı.

Frankfurter Rundschau gazetesi Kopper’in açıklamalarına dayanarak şu tabloyu yayınladı:

DM 1996 DEĞİŞİKLİK (%)

Toplam bilanço 886,1 +23

Ana sermaye 29,7 +6

Riziko rezervi 0,8 -41

İşletme sonucu 5,8 +37

Kazanç vergileri 2,7 +85

Yıl fazlalığı 2,2 +5

Dağıtılan kazanç DM(1 mark) 80 +-0

1996 1995

Çalışan sayısı 74356 74119

Yurtiçi 49670 51957

Yurtdışı 24686 22162

Şubeler 2417 2494

Hissedarlar 298000 286000

 

Belirtelim ki, bilânço oyunları bizi burada fazlasıyla ilgilendirmiyor; bunlar aşağı yukarı biliniyor ve bu yöntemi kullanmayan hiçbir kapitalist şirket yoktur. Deutsche Bank’ın yıllık kazancının gerçekte 2,2 milyar marktan çok daha fazla “olduğu, pek çok milyonun şu veya bu kalem altında bir yerlere “park edildiği” açık bir sırdır. Biraz daha yakından üzerinde durmamız gereken rakam bilânço hacmiyle ilgili olandır. 1995 yılıyla kıyaslandığında yüzde 23 oranında bir artışın (’95’te 721 milyar marktı) olduğu açıklanıyor. Aşağıdaki grafikte, yıllık cirosu 886, 1 milyar markla F. Almanya bütçesinden daha büyük olan Deutsche Bank’ın bilânçolarında gösterdiği ana sermayesinin yıldan yıla nasıl arttığını görebiliriz:

Aşağıdaki grafikten de anlaşıldığı gibi, Deutsche Bank’ın ana sermayesi 1957 yılında 200 milyon mark iken, 1993 yılında 2 milyar 357 milyon marka ulaşıyor. 1995’de bu rakam 2 milyar 492 milyon marktır. Burada gözden kaçmaması gereken şey, aslında büyümekte olan ana sermayenin toplam ciro içindeki oranının göreceli olarak düşmekte oluşudur. Diğer taraftan yukarıdaki tablodan da görüldüğü gibi, yıllık ciro ile ana sermayenin büyüme hızında da yüzde 23’e yüzde 6 gibi bir fark vardır.

 

Deutsche Bank’ın ana sermayesi

Yıllar Mark

1957 200.000.000

1962 300.000.000

1967 400.000.000

1972 700.000.000

1977 1.100.000.000

1982 1.400.000.000

1987 1.800.000.000

1993 2.357.000.000

1995 2.492.000.000

(Kaynak: “Die Deutsche Bank 1870-1995”, sf. 634)

 

Daha somut söylersek: Ana sermayesini artırmakta olan Deutsche Bank, giderek daha az bir ana sermayeye dayanarak giderek daha büyük bir sermaye kütlesini çekip çevirmektedir. Nitekim bilânço hacmindeki gelişmeyi gösteren şu rakamlar aydınlatıcıdır: 1970’te 38.398 milyon mark; 1980’de 174.594 milyon mark; 1990’da 399.850 milyon mark; 1993’te 556.636. milyon mark; 1994’te 592.634 milyon mark; 1995’te 721.665 milyon mark ve 1996’da belirtildiği gibi 886.100 milyon mark. (Rüdiger Liedtke, agy, sf. 166) İşte bu rakamlar aynı zamanda Alman emperyalizminin 1970’li yıllardan günümüze kadar yüksek bir tempoyla kaydettiği gelişmeyi de ortaya koymaktadır!

Geriye tekelci kapitalizmin en has özelliklerinden birisi olan “holding sistemi”nin Deutsche Bank nezdinde nasıl bir boyut kazandığını ortaya koymak kalıyor. Liedtke’nin yaptığı araştırmaya göre, Deutsche Bank holdingi; banka alanında beşi Almanya’da olmak üzere 19 şirketi; menkul kıymetler, senet, hisse vb. ticaretinin yapıldığı sermaye piyasasında tümü yurtdışında olmak üzere 16 şirketi; beşi Almanya’da olmak üzere 12 yatırım şirketi; biri Avrupa çapında faaliyet yürüten toplam beş yapı kredi şirketi; beşi Almanya’da beşi de yurtdışında olmak üzere 10 sataş ve leasing enstitüsü; dördü yurtiçinde üçü de yurtdışında toplam 7 sigorta şirketini ve 7 analiz, danışma ve aracılık şirketini kapsamaktadır. Buraya kadar belirten şirketler, Deutsche Bank grubuna doğrudan bağlı olan şirketlerdir. Bir de bankanın, doğrudan hissesinin bir bölümünü satın alarak ya da dolaylı olarak pay sahibi olduğu şirketler bulunmaktadır. Lenin’in temel aldığı verilerle kıyaslandığında, günümüz bankalarının “holding sistemi”nden düne göre çok daha geniş ölçülerde faydalandığı görülmektedir. Bankaların bu sisteme dayanarak özellikle sanayi şirketlerindeki etkinliklerini kalıcı kılmaya yöneldikleri dikkat çekmektedir. Bu konuda da çok somut bir tabloyu sunduğu için Liedtke’ye başvuralım.

 

BANKA DIŞI SEKTÖRDEKİ BELLİ BAŞLI ORTAKLIK VE PAYLAR

HOLDİNGLER Sermaye Payı (%) ’95 Sonu İtibarıyla

Piyasa Değeri (Milyon Mark)

Aachener und Münchener Beteiliqunqs-AG 5 255

Allianz AG Holdinq 10,0 6379

Continental AG 10,1 195

Daimler-Benz AG 24,4 9063

Fuchs Petrolub AG Oel+Chemie

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 9,3%) 10,0 25

Hapag-lloyd AG 10.0 262

Heidelberqer Zement AG

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 10,4%) 10,1 386

Philip Holzmann AG 25,8 595

Hutseh en reuther AG* 25,1 14

Karstadt AG 10,0 494

Klöckner-Humboldt-Deutz AG** 25,9 349

Leifheit AG 11.0 35

Leonische Drahtwerke AG* 12.6 25

Linde AG 10.1 719

Metallgeshellschaft AG 16,6 706

Münchener Rücksvers-Ges AG 10.0 2530

Nürnberqer-Beteiligunqs-AG** 25.9 349

Phoenix AG 10,0 35

Salamander AG 10,7 45

Schmalbach-Lübeca AG 10,0 76

Südzucker AG

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 15,7%) 12,8 444

Vereinigte Elektritatswerke AG*

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 3,9 %) 6,3 662

Verseidaq AG 10,4 13

Vöqele AG*** 10,0 8

Vossloh AG* 7,6 26

WMF Württembergtschy Metallwarenfabrik AG*

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 13.6%) 9,1 39

TOPLAM 23512

 

CNI Communications Network International GmbH 33,3

Deutsche Interhotel Holdinq GmbH & Co. KG* 45,6

Gerling-Konzen Wersicherungs-Beteitiguns-AG*

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 24,9 %) 30,0

İntertractor AG* 99,5

(*Dolaylı olarak, **Doğrudan ve dolaylı olarak, *** 1.1.1996 itibariyle satılan paylar – Kaynak: Liedtke, agy)

 

Özetleyecek olursak: Deutsche Bank’ın “holding sistemi”ne yaslanarak doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine bağladığı şirket sayısı 1996 yılının başı itibarıyla 735’tir. Gelinen yerde, “Bugün Almanya’nın ekonomisinde Deutsche Bank’ın kapsamadığı hiçbir dal yoktur.” (Liedtke). Deutsche Bank bu konuda en stratejik hamlelerinden birisini geçtiğimiz yıl yaptı: Yüzde 5,21 oranında bir payla Almanya’nın 5. büyük bankası olan Bayerische Vereinsbank’a ortak oldu!

Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, başta Dresdner Bank ve Commerzbank olmak üzere, diğer bankaların da ülke ekonomisi içerisinde benzer bir etkinliği ve holding ağı söz konusudur. Deutsche Bank küçümsenmeyecek bir mesafeyle önde gitmektedir. Bu nedenle burada Deutsche Bank için söylenenler -hacim açısından farklılıklar taşısa da- diğer bankalar için de esasta geçerlidir. Zaten genel olarak Almanya’nın banka sektöründe “çekirdeği” oluşturan belli başlı bankalar vardır. Bunlar sırasıyla şunlardır: Deutsche Bank AG; Dresdner Bank AG; Westdeutsche Landesbank (eyalet bankası); Commerzbank AG; Bayerische Ve-reihsbank AG; Bayerische Landesbank (eyalet bankası) ve Bayerische Hypotheken- und Wechselbank AG.

“Holding Sistemi”nin günümüz Almanya’sında ne denli karmaşık bir hal aldığını, nispeten küçük bir sermaye katılımıyla çok daha büyük bir sermayenin nasıl denetim altına alınabilindiğini, içice geçen sınai tekelleri ve banka ve sigorta şirketlerinin tümünün bu sistemden azami ölçüde faydalandığını, yayınladığımız “Almanya AŞ” şeması çarpıcı bir şekilde göstermektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Almanya AŞ”nin merkezini gösteren bu şema, bir şirketin başka şirketler üzerindeki etkisini nasıl dolaylı yollardan örebildiğini gözler önüne sermektedir. Hisse payları “kartopu” tekniğiyle büyütülmekte, tekelleşme dolaylı yollardan da sağlanmaktadır. Örneğin Deutsche Bank, Metallgesellschaft’taki etkinliğini sadece doğrudan sahip olduğu yüzde 16,6 oranıyla sağlamamaktadır. Hisse oylarının yüzde 24,4’ne sahip olduğu Daimler-Benz üzerinden de Metallgesellschaft’taki nüfuzunu artırmaktadır. (Daimler-Benz’in Metallgesellschaft’taki hisse payı yüzde 7,3’tür.) Aynı yöntemin başka bir örneğini Deutsche Bank – Allianz arası ilişkide görüyoruz. Deutsche Bank’ın Allianz’ta doğrudan tuttuğu hisse payı yüzde 10’dur. Öte yandan Bayerische Vereinsbank’taki hisse payı yüzde 5,2’dir. Bayerische Vereinsbank’ın “yapışık ikizler” Allianz ve Münchener Rück’teki hisse payı ise yüzde 10 oranındadır. “Yapışık ikizler”in “karşı payları” ise şöyledir: Bayerische Vereinsbank’ta doğrudan tuttukları hisselerin oranı yüzde 7,3’tür. VIAG’ın Bayerische Vereinsbank’taki doğrudan payı yüzde 7’dir. Allianz’ın VIAG’daki payı yüzde 3,5’tir. Allianz’ın; VIAG’da yüzde 5 hisseye sahip Bayerische Hypo-Bank’taki payı yüzde 22,9Jdur. Buna bir de Münchener Rück’ün yüzde 5,8 oranındaki payı eklendiğinde durum tamamen değişmektedir!

Almanya’daki bankaların bugün kullandıkları başka önemli bir olanaktan daha söz etmek gerekir. Almanca’da “Depotstimmrecht” olarak ifade edilen bu olanağı şöyle açıklayabiliriz: Bankaların; işçi, memur, emekli, ev kadını vb. kişilerden meydana gelen küçük hissedarların banka depolarında muhafaza edilmesi üzere kendilerine teslim ettikleri hisselerin oy hakkını şirket genel kurullarında vekâleten kullanması…

“Hisse senetlerinin sadece oy hakkını kullanan tröst” olarak da tanımlanan “oylama tröst”leri, ilk kez, Rockefeller’in avukatı T. Doot tarafından kurulmuştu. Doot, “çeşitli petrol şirketlerinin mülkiyetlerine sahip olanların hisse senetlerini, mülkiyetleri sahiplerinde kalmak üzere, sadece oy hakları bakımından bir tröstte toplamış ve böylelikle bütün petrol şirketlerine egemen olmuştu.” Böylesi bir tröst türünün sağladığı olanaklar ortadadır. Ancak bugün Alman bankalarının böyle bir tröstü kurmaya hiç ihtiyaçları yok. Yok, çünkü Almanya’da bankalar “Depotstimmrecht” yoluyla aynı zamanda bir tür oylama tröstü konumundadırlar.

Tahmin edileceği gibi, Almanya’da hisse sahibi olan bir kişi hissesini “yastığın altında saklamıyor”, yaygın uygulama hisselerin bankalarda depolanması şeklindedir. Bankalar çok cüzi bir miktar karşılığında bu hisseleri depolamayı kabul ediyorlar. Ayrıca hissedara ücretsiz(!) bir hizmeti teklif ediyorlar: Genel kurulda hisse sahibi adına oyunu kullanmak. Hisse sahibi bir işçinin ya da ‘küçük hissedar’ın, şirket genel kurullarına katılması genellikle pratik olarak mümkün olmuyor. (Almanya’da her yıl ocak-eylül ayları arasında 650 genel kurul toplantısı yapılıyor.) Kaldı ki, bu toplantılar öyle düzenleniyor ki, banka ve sigorta kodamanlarının yanında küçük hissedara söz sırası bile gelmiyor, gelse de anlamadığı bir uzmanlık konusuyla karşı karşıya kaldığını görerek söz hakkını dahi kullanmıyor. Bu nedenle milyonlarca küçük hissedar bu işi bankasına devretmeyi tercih ediyor.

Bankalar böylece, kelimenin tam anlamıyla beş kuruş bile harcamadan (hatta cüzi miktarda olsa da bir “hizmet ücreti” karşılığında), milyonlarca hissenin gerisinde duran milyarlarca marka hükmediyorlar. Bankalar, anlaşılması güç olmayan nedenlerden ötürü, bu konuda somut bilgiler vermekten özel olarak kaçınıyorlar. Ancak, çeşitli bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre, Almanya’daki bankalar sahip oldukları hisselerle çoğunluğu oluşturmadıkları genel kurul toplantılarında da “Depotstimmrecht” olanağı kombinasyonuyla ortalama olarak toplam oyların yüzde 80’ini denetimine geçiriyorlar. Bankaların elinden bu “yasal olanağın” alınması gerektiğini savunan Bury ve Schmidt bu durumu şöyle yorumluyorlar: “Almanya’da yapılan genel kurul oylamalarında, oy sonuçlarının yüzde 98’in altına düştüğü bir oylama yok gibidir. Bu tür seçim sonuçlarının Doğu Avrupa’nın çoktan çökmüş sistemlerindeki seçim sonuçlarını anımsattığı yolundaki kıyaslamalar bankerlerin hoşlarına gitmiyor. Buna benzer suçlamalarının yapıldığı durumlarda Deutsche Bank’ın Denetim Kurulu Başkanı ateş püskürüyor; bir keresinde bir hissedarı şöyle tehdit etmişti: Söylediğinizi bir kez daha tekrarlarsanız, söz hakkınızı keserim!” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 46)

Tekellerin, dünya halklarının sömürüsünden elde ettikleri muazzam karlarla, kendi ülke işçi sınıflarının bir kesimine verdiği rüşvetlerden birisi de kuşkusuz, piyasa değerinin altında sunulan bu şirket hisseleridir. Mali-sermaye bir yandan, sınıfın bir kesimini düzene bağlıyor; işçiyi, geleceğini şirketin kârına koştuğu bir pozisyona itiyor; diğer yandan ise verdiği bu kırıntıya resmen dokunmadan, dağıttığı hisseler aracılığıyla bu kısımda biriken paraları topluyor; şirket sermayesine dönüştürüyor ve fiilen bu sermayeye hükmediyor.

Bankalar, kitlelere satılan şirket hisseleri üzerinde her zaman tasarruf sahibi olmak istemiştir. Ve aslında büyük oranda bunu başarmışlardır da. Ancak vurgulanması gereken şu ki, işçi ve emekçi kitlesine yayılan hisselerin hacmi, Almanya’da, esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasının “refah dönemi”nde dev boyutlara ulaşmıştır. Mali-oligarşinin gücünü artırma bakımından paha biçilmez bu olanak, küçük değerde hisse senetleri çıkarılması yoluyla önce İngiliz emperyalizmi tarafından kullanılmıştır. Lenin’in de belirttiği gibi, Alman emperyalizmi bu nedenle İngiltere’ye hep “kıskanç gözlerle” bakmıştır. İşte İkinci Dünya Savaş sonrası dönemde “refah devlet” eksenli politikaların en yaygın bir şekilde yaşama geçirildiği Almanya’da, Alman mali oligarşisi; hem küçük değerde hisse senetleri çıkartılması yoluyla ve hem de bu hisseler üzerinde çok daha geniş bir tasarruf imkânı sağlayan “Depotstimmrecht” sistemiyle bu olanaktan azami ölçüde faydalanma olanaklarını bulmuştur.

Görüldüğü gibi, Lenin’in, hisselerin sözüm ona “demokratik dağılımı”nın mali-oligarşiyi güçlendirdiği doğrultusundaki tespiti tartışmasız bir gerçek olarak karşımızda duruyor. (6)

 

SİGORTALARIN DEĞİŞEN ROLLERİ

Sigorta şirketleri yeni bir olgu değil şüphesiz. Örneğin Almanya’nın iki büyük sigorta şirketi 1880 ve 1890 yıllarında kurulmuştur. Fakat göz ardı edilmemesi gereken önemli gerçek şu ki, sigorta şirketlerinin konumları ve ülke ekonomisinde bugün fiilen oynadıkları rol değişmiştir. Yüzyılımızın başında sigorta şirketleri, daha çok üretim araçları (özellikle makineler), nakliyat ve kaza sigortalarını kapsıyordu. Mali bir kurum olarak sözünü etmeye değer bir etkinlikleri yoktu. Bu nedenle Lenin’in mali sermaye ile ilgili yaptığı araştırmada sigorta şirketleri üzerinde özel olarak durmaması anlaşılır bir şeydir. Ancak gelinen yerde sigorta şirketleri, mali-sermayenin organik bileşenlerinden birisidir. Aşağıda da göreceğimiz gibi, sigorta şirketlerinde biriken sermaye, sınaî ve banka sermayesiyle içice geçmiştir. Bugün bu üçü dış görünümlerini korumakla birlikte, fiilen kaynaşmıştır; birini diğerinden ayırmak olanaklı değildir. Mali-sermayenin organik bileşimindeki bu önemli değişikliğe Enver Hoca 1978 yılında şöyle dikkat çekmiştir:

“ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra, mali sermaye arttığı ve yapısal değişikliklere uğradığı halde, her zamanki amaçları aynı kaldı: Ülkenin içinde ve dışında geniş emekçi kitleleri sömürerek azami karlar sağlamak. Son yıllarda en önemli kapitalist ülkelerde belirgin bir biçimde çoğalmış olan ve bankaların rakipleri haline gelen sigorta şirketleri de aynı rolü oynuyorlar. Örneğin ABD’de bankaların aktif sermayesi 1950–1970 arasında üç buçuk kat artarken, aynı sürede sigorta şirketlerinin sermayesi altı buçuk kat arttı.

Halkın yağmalanması sonucu birikmiş olan sermayeyi kullanan şirketler, tekellere, yüz milyonlarca dolara ulaşan büyük miktarlarda krediler verebiliyorlardı. Böylece sigorta şirketleri, sanayi ve banka tekelleriyle içice eriyorlar ve iç içe geçiyorlar ve böylece mali sermayenin organik parçası haline geliyorlar.” (Enver Hoca, “Emperyalizm ve Devrim”, sf. 60)

Allianz AG örneğini ele alalım: Allianz AG, Avrupa’nın birinci, dünyanın da beşinci büyük sigorta şirketidir. Allianz’ın sigorta aidat gelirleri 1993 yılında 47 milyar marktı. 1996’da bu rakam 66 milyar marka ulaştı. Bugün 70 milyar markı geçmektedir. (Bir kıyaslama: 1970 yılında bu rakam “sadece” 4 milyar marktı!) Resmi açıklamalarına göre, dünyanın 55 ülkesinde 311 kendisine bağlı şirket ve pay sahibi olduğu ya da işbirliği yaptığı şirketlerle her türlü “sigorta hizmetini” icra eden bu holding, toplam 69 bin 236 kişi çalıştırmaktadır. Yanı sıra 142 bin -bir kısmı part time olan- temsilci görevlendirmiştir.

Verilere bakılırsa, sigortacılık alanında en yaygın sigorta türünü hayat sigortaları teşkil etmektedir. Almanya’da bugün 86 milyon kişiye yaklaşık 71 milyon hayat sigortası senedi denk düşmektedir. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 56) Allianz’da yapılan hayat sigortası senetlerinin sayısı ise 8 milyonu geçmektedir. Bu rakam yaklaşık 280 milyar marka ulaşan bir sigorta meblağına tekabül etmektedir. Allianz ülkenin sadece en büyük hayat sigortacısı değil, aynı zamanda en büyük otomobil sigortacısıdır da. Genel hasar ve kaza sigortaları arasında yüzde 43’lük bir payla otomobil sigortası en büyük sigorta türünü oluşturmaktadır. Üçüncü büyük sigorta türünü ise, hastalık sigortası teşkil etmektedir. Allianz’ın sigorta alanındaki pazar payının yüzde 15 olduğu söyleniyor.

Çeşitli sigorta türlerinden sağlanan aidatlar, çeşitli yatırımlar vb. sonucunda Allianz’ın elinde bugün muazzam bir sermaye birikmiş durumdadır. Bury ve Schmidt’e göre, Allianz’ın finans şefi Diethart Breipohl, “her işgünü yaklaşık 130 milyon markı istikraz, gayrimenkul ve hisselere yatırmaktadır”. Başka bir deyişle, Allianz holding, elinde biriken milyarları “değerlendirme” amacıyla “alışverişe” çıkmaktadır!

Bu “alışveriş” listesini tek tek sıralamamıza gerek yok. Sadece şu kadarının bilinmesinde fayda var: Almanya ve Avrupa’da Allianz’ın etkin olmadığı, ya da en azından pay sahibi olmadığı bir sigorta şirketi hemen hemen yoktur. Öte yandan eşyanın tabiatı gereği, Allianz kendisini sigorta alanıyla da sınırlamamıştır. İşte Liedtke’nin derlemesi (Parantez içindekiler pay oranları; bazıları artı-eksi değişmiştir):

“Barmag AG (% 15,0); BASF AG (% 10,7); Bayer AG (% 5); Bayerische Hypotheken- und Wechsel-Bank AG (% 22,9); Beiersdorf AG (% 37,7); Berliner Handels- und Frankfurter Bank KGaA (% 15,1); Continental AG (% 5,1); Deutsche Bank AG (% 5,0) (Son rakamlara göre: % 6,4 -A.C.); DLWAG (% 12,7); Dresdner Bank AG (% 22,7); Th. Goldschmidt AG (% 10,4); 1KB Deutsche Industriebank AG (% 12,0); LahmeyerAG ( % 24,9); Leifheit AG (% 10,1); Linde AG (% 11,0); Monachia Grundstücks AG (% 45,2); Rheinelektra AG (% 10,0); RWE AG (% 10,4); Schering AG (% 10,0); Schlobgartenbau AG (% 7,0); Süd-Chemie AG (% 10,0) ve WBA AG (% 10,3).” (Rüdiger Liedtke, agy, sf.36)

Açıktır ki, Allianz’ın hisselerinin bir kısmını elinde bulundurduğu şirketlerin sayısı gerçekte ‘daha fazladır. Vurguladığımız gibi, bu tür ilişkiler özenle gizli tutulmaktadır. Örneğin yukarıdaki derlemede olmayan, ancak Bury ve Schmidt’in araştırmalarına göre, Allianzen ayrıca; Daimler-Benz’de yüzde 2; Siemens’te yüzde 3; MAN AG’de yüzde 18; VİAG’da yüzde 3,5 ve Thyssen’de yüzde 2 hisse payları bulunuyor. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 55) Neresinden bakılırsa bakılsın, burada açıklanan ağ ve ilişkiler, gerçeğin salt yaklaşık bir resmi olsa dahi; karşımızda sigorta kılığına bürünmüş büyük bir sermaye devin bulunduğunu ortaya koymaktadır.

İş bununla da bitmiyor, zira bu dev yalnız değildir. Allianz AG’nin ikiz kardeşi Münchener Rückversicherungs AG’dir. Bu şirket sadece Almanya’nın ikinci büyük sigorta şirketi değil, aynı zamanda dünyanın en büyük sigorta şirketlerinin sigortasıdır. Münih’in yarısının bu “ikili sigorta” şirketine ait olduğu söylenmektedir.

Ekonomi yazında ve günlük basında, Allianz ile Münchener Rückversicherung “yapışık ikizler” olarak adlandırılıyorlar. Ve gerçekten de bu adlandırma nesnel gerçeğin çok isabetli bir ifadesidir. Nitekim ikisi de birbirine yüzde 25’lik bir payla ortaklar, birbirlerine kelimenin tam anlamıyla göbekten bağlılar. Yani hem dışarıdan bir etkiye karşı korunmuşlar, hem de biri diğeri olmaksızın hareket edememektedir.

“Münih ekibi”ne dâhil olan iki “yerel banka” daha var: Bayerische Hypotheken-und Wechselbank (Almanya’nın 7. büyük bankası) ve Bayerische Vereinsbank (5. büyük bankası). Bayerische Vereinsbank’ın her iki sigorta şirketinde yüzde 10’luk payı var. İkizlerin Bayerische Vereinsbank’ta ise toplam yüzde 7’lik bir payı bulunuyor. Bayerische Hypotheken-und Wechselbank’in hisselerinin yüzde 22,9’u Allianz’a, yüzde 5,8’i de Münchener Rückversicherungn ait. Bayerische Hypotheken-und Wechselbank ise, Air lianz’ın hisselerinin yüzde 5’ne sahip.

Tahmin edileceği gibi, “Münih ekibi” de birçok kanaldan Frankfurt’un büyük bankalarıyla içice geçmiştir. Çok daha girift bir görünüm arz eden bu ilişki ve bağlantıların nasıl şekillendiğini Bury ve Schmidt’ten okuyalım:

“Dresdner Bank hisselerinin yaklaşık yüzde 23’ü Allianz’ın mülkiyetindedir. Yüzde 2,3’lük bir payı da Münchener Rück tutuyor. Bunun dışında Dresdner Bank hisselerinin yüzde 20’lik bir başka bölümü de, iki ayrı finans şirketine aittir. Bu iki finans şirketine de, Bayerische Hypotheken- und Wechselbank’in yanı sıra, Allianz ve Münchener Rück’a ait olan bir dizi sigorta şirketleri ortaktır. Bunun karşılığında, Allianz hisselerinin yüzde 10’u ile Münchener Rück’ün yüzde 11,9’una Dresdner Bank sahiptir. Frankfurt banka kartelinden, yüzde 10’ar pay ile Allianz ve Münchener Rück’e ve ayrıca yüzde 5 ile Bayerische Vereinsbank’a ortak olan bir diğer yakın tanıdık ise Deutsche Bank’tır. Sigorta şirketi ikilisi ise Deutsche Bank’ın ana sermayesinin yaklaşık yüzde 8’ine ortaktır.

Kim ki bu içice geçmede yavaş yavaş yönünü kaybediyorsa, kederlenip moralini bozmasın. İşte Almanya AŞ’ın çekirdeğini oluşturan ve büyük bir titizlikle inşa edilen bu ağın işlevi de tam da budur.” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 36)

Bury ve Schmidt yukarıdaki “ağı” bir şemaya aktarmışlar. Şemaya başlık olarak da şu çarpıcı formülasyonu seçmişler: “Alman mali ekonomisinin G-7’si”!

Dünya ekonomisinde G–7 küçük bir azınlığı teşkil etmektedir, ama dünya ekonomisine hükmeden ve halkları iliğine kadar sömüren bu 7 emperyalist hayduttur. Almanya ekonomisi için de aynı şey geçerlidir: “Alman mali ekonomisinin G-7’si” küçük bir azınlığı oluşturmaktadır, ancak ülke ekonomisine hükmeden ve yaratılan tüm değerlere el koyan bu mali gruplar ve onlarla içice geçmiş belli başlı tekellerdir. “Serbest rekabet” ve “hür teşebbüs”e ilişkin yaratılan yaldızlı görüntü biraz kazıldığında karşımıza işte bu çarpıcı tablo çıkmaktadır.

ALMAN MALİ EKONOMİSİNİN G-7’Sİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

=sermaye ortaklığı

……… = ortaklıklar, ara şirketler, finans yatırım şirketleri ya da vekaleti alınan hisse oyları üzerinden kurulan ilişkiler

 

“Kişisel birlik”ler

Bilindiği gibi, Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde Alman iktisatçı Otto Jeidels’in araştırmalarına dayanarak, sermaye alanındaki içice geçmişliğin, “kişisel birlik” ile ete kemiğe büründüğüne dikkat çekmiştir: “… bankalar ve büyük ticari ve sınai işletmeler arasında bir çeşit kişisel birleşmenin, hisse senetleri alımı yoluyla bir kaynaşma olayının geliştiği, bunun da sınai ve ticari işletmelerin denetim (ya da yönetim) kurullarına banka müdürlerinin geçmesiyle, ya da tersinin olmasıyla, gerçekleştiği de görülmektedir.” (“Emperyalizm”, sf. 50)

Sanayi, banka ve sigorta sermayesinin içice geçmişliğine bu sermaye gruplarının temsilcilerinin birleşmesinin tekabül ettiğini, bir örnekle de olsa Daimler-Benz ve Siemens şirketleri örneği üzerinden somutlaştırmaya çalışalım.

Daimler-Benz AG’nin Denetim Kurulu, (“işçi temsilcileri”ni şimdilik bir yana bıraktığımızda) şu kişilerden oluşmaktadır: Hillmar Kopper, (Başkan; Deutsche Bank AG’nin Yönetim Kurulu üyesi); Dr. Brigit Breuel, (Doğu Almanya sanayisinin tasfiyesini ve yağmalanmasını organize eden Kayyum Şirketi’nin başkanıydı, şimdi EXPO 2000’nin Genel Komiseri); Prof. Hubert Curien, (Fransa’nın Araştırma ve Teknoloji eski Bakanı); Dr. Michael Endres, (Deutsche Bank AG’nin Yönetim Kurulu üyesi); Ulrich Hartmann, (Almanya’nın en büyük petrol, kimya ve elektrik tekellerinden Veba AG’nin Yönetim Kurulu Başkanı); Martin Kohlhaussen, (Commerzbank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Jürgen Sarrazin, (Dresdner Bank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Dr. Roland Schelling, (Avukat ve Noter, aynı zamanda Almanya’nın en tanınmış küçük hissedarlar derneği DSW’nin Yönetim Kurulu üyesi, “bankaların adamı” olarak biliniyor); Dr. Manfred Schneider (Bayer AG’nin Yönetim Kurulu Başkanı) ve Prof. Dr. Johannes Semler (Avukat).

Aynı soruyu bu sefer tersinden sorduğumuzda, yani Daimler-Benz AG’nin Yönetim Kurulu üyeleri hangi şirketlerin Denetim Kurulu’nda bugün oturuyor? Elimizdeki verilere göre durum şu:

Edzard Reuter (Daimler-Benz AG’nin yakın zamana kadarki Yönetim Kurulu Başkanı): Allianz ve VİAG AG (kimya-enerji tekeli); Reuter ayrıca Deutsche Bank’ın Danışma Kurulu üyesidir.

Jürgen E. Schrempp (Daimler-Benz Yönetim Kurulu Başkanı): Bayerische Vereins-bank.

Dr. Manfred Gentz (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): Benckiser Holding GmbH.

Prof. Hartmut Weule (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): Zeiss Vakfı (Optik).

Helmut Werner (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): BASF AG; IBM Deutschland Werner Breitschwerdt (Daimler-Benz AG Yönetim Kurulu eski başkanı): Continental AG (Almanya’nın en büyük kauçuk ve lastik üreticisi).

Siemens’in Denetim Kurulu üyelerine gelince: (“işçi temsilcileri”ni sıralamıyoruz) Dr. Hermann Franz, (başkan; Siemens Merkez Yönetim Kurulu eski üyesi); Dr. Ulrich Cartellieri (başkan yardımcısı; Deutsche Bank Yönetim Kurulu üyesi); Kari Beusch (Avukat; Siemens’in eski avukatlarından); Roger Fauroux (Fransız Saint-Gobain S.A. şirketinin onur başkanı); Dr. Heinz Kriwet (Thyssen AG Yönetim Kurulu Başkanı); Dr. Wolfgang Roller (Dresdner Bank AG Denetim Kurulu Başkanı); Dr. Albrecht Schmidt (Bayerische Vereinsbank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Dr. Nikolaus Senn (bir İsviçre bankası olan Schweizerische Bankgesellschaft’ın İdari Konsey Başkanı); Peter von Siemens (Siemens ailesinin temsilcisi); J. Hermann Strenger (Bayer AG Denetim Kurulu Başkanı).

Diğer taraftan Siemens Yönetim Kurulu üyelerinin hangi şirketlerin denetim kurullarında oturduğuna bakalım:

Dr. Heinrich von Pierer (Siemens Yönetim Kurulu Başkanı): Bayer AG; RWE AG; VW AG.

Dr. Karl-Hermann Baumann (Siemens Yönetim Kurulu üyesi): Deutsche Bank AG (Danışma Kurulu); Schering AG.

Dr. Günter Wilhelm (Siemens Yönetim Kurulu üyesi): Philipp Holzmann AG.

Dr. Hermann Franz (Siemens Yönetim Kurulu eski üyesi, şimdiki Denetim Kurulu Başkanı): Allianz AG; Deutsche Bank AG; Thyssen AG.

Prof. Dr. Karlheinz Kaske (Siemens Yönetim Kurulu eski başkanı): MAN AG (Denetim Kurulu başkanlığı).

Dr. Claus Kessler (Siemens Yönetim Kurulu eski üyesi): Degussa AG.

Karl Beusch (Avukat; Siemens’in eski avukatlarından): Dresdner Bank AG.

Gerek Daimler-Benz, gerekse Siemens’in Denetim Kurullarının üyesi oldukları şirketler için belirtmek gerekir ki, bu şirketlerin hemen hepsi büyük şirketlerdir, ilk 100 arasında yer almaktadırlar.

Bu “kişisel ilişkiler”; belli başlı tekellerin içice geçtiğini, birbirlerini karşılıklı olarak denetlediklerini, merkezileşmenin yoğunlaşarak geliştiğini, “rekabetin” bir yere kadar gerçek olduğunu, tekel olgusunun rekabeti ortadan kaldırmadığını, ama Lenin’in de belirttiği gibi “onun üstünde ve yanında” var olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan, “sınai tekellerin” yöneticilerinin de banka ve sigortaların denetim kurullarında oturuyor olması, iki sermaye türünün birbirinden gerçekten bağımsız varlığını iddia eden düşüncelerin birer safsata olduğunu kanıtlamaktadır.

Commerzbank, Deutsche Bank ve Dresdner Bank’ın tekellerle “kişisel birlik”! üzerine kapsamlı bir araştırma yapan Hermannus Pfeiffer, “Die Macht der Banken” adlı kitabında “kişisel birlik”in boyutuyla ilgili Jeidels’in belirttiği rakamlarla (Lenin bu rakamları kullanmıştır) bugün arasında önemli bir kıyaslama yapmaktadır. Pfeiffer şu sonuca ulaşmaktadır:

“Jeidels’in verileriyle benim verileri kıyasladığımızda, o zaman şunu kabaca tahmin edebiliriz ki, büyük bankaların banka olmayan şirketlerle ilişkileri nicelik ve nitelik olarak derinleşmiştir. Örneğin Deutsche Bank bugün yaklaşık 1500 şirketle kişisel birlik kurmuştur (Jeidels’te bu 221’dir). Deutsche Bank’ın Siemens ile olan ilişkileri de artık dört kişi üzerinden değil, tersine sadece Siemens AŞ ile kişisel ilişkisi on kişi üzerinde gerçekleşmektedir (Siemens Holdingde ise daha da fazladır).” (age, sf. 30)

Burada Deutsche Bank’ın hem yönetim kurulu üyelerinin, hem müdürlerinin ve hem de bankaya yakın şahsiyetlerin (avukat, noter vb.) hangi tekel ve şirketlerin denetim kurullarında ve yönetime bağlı danışmanlık komisyonlarında “görev” yaptığını ortaya koymaya bile gerek yok. Zira Pfeiffer’in 1500 olarak verdiği rakam ve yaptığı saptama yeterince aydınlatıcıdır. Öte yandan bu kişisel ilişkilerin neye yaradığı, daha doğrusu mali-sermaye açısından ne denli bir önem taşıdığı da ortadadır. Almancada bir deyim vardır: “Bilgi güçtür”, işte mali-sermaye yüzlerce büyük şirketin milyarları üzerinde denetim kurarken, salt doğrudan sahip olduğu hisse paylarına dayanmıyor; çoğu kez nispeten az bir sermaye ile adamlarını denetim kurulları gibi stratejik yerlerde mevzilendirerek, alacağı kararlar ve yapacağı her çeşit müdahale için en ayrıntılı istihbaratı topluyor ve ona göre hareket ediyor. Denebilir ki, mali-sermayenin bir tek kolektif kapitalist gibi hareket edebilmesi, büyük oranda bu bilgi akışına ve birikimine dayanmaktadır.

Bu “kişisel birlik”, dün olduğu gibi bugün de politika, medya ve araştırma-geliştirme kuruluşlarından “şahsiyetler” ile tamamlanmaktadır. En çarpıcı örneğini bu konuda da Deutsche Bank’ta görmekteyiz. Nitekim Deutsche Bank’ın yöneticileri II. Dünya Savaşı’ndan bu yana hemen hemen her F. Almanya Başbakanı’nın yakın danışmanı olmuşlardır. Örneğin:

– Deutsche Bank’ın “efsanevi” şefi Josef Abs; Adenauer ve Erhard’ın danışmanı;

– Sonradan Merkez Bankası başkanı olan Karl Klasen ve Franz Heinrich Ulrich, Willy Brandt ve Helmut Schmidt’in danışmanları;

– Ölümüne kadar Alfred Herrhausen, ardından ardılları Hilmar Kopper ve Ulrich Cartellieri Helmut Kohl’ün danışmanı olmuşlardır.

Bu arada 1976’dan beri Deutsche Bank’ın yönetiminde yer alan Friedrich Wilhelm Christians adeta Almanya ekonomisinin büyükelçisi gibi hareket etmiştir. Brejnevle en önemli doğal gaz anlaşmasını örgütleyen ve Gorbaçov’un genel sekreterliğe seçildikten sonra kabul ettiği ilk Batılı temsilci de Christians’tır.

Bonn’da köklü ilişkilere sahip olan diğer bir şirket de Siemens’tir. Siemens ailesinin üyesi Gerd von Brandenstein’ın başında bulunduğu bu ilişkiler ağı öylesine örülmüştür ki, başta başbakanlık dairesi olmak üzere, hükümeti, meclisi ve tüm büyük partileri kapsamaktadır. (Siemens’in ayrıca Bavyera eyalet hükümetiyle de çok yakın ilişkileri vardır.) Siemens yönetim kurulu başkanı Heinrich von Pierer, Başbakan Helmut Kohl’e yakınlığıyla bilinen çevrenin önde gelenlerindendir.

Öte yandan bugün hâlâ CDU ve FDP’sinden SPD’sine kadar çok sayıda politikacı önemli tekellerin denetim kurulu üyesidir. Sözgelimi FDP’nin önde gelenlerinden ve bir dönemin ekonomi bakanı Otto Graf Lambsdorff; Lufthansa, VW ve Victoria Versicherung gibi büyük bir düzine şirketin denetim kurulu üyesidir. Zamanın Araştırma Bakanı Hıristiyan Demokrat Heinz Riesenhuber ise bugün, başta Mannesmann, Siemens ve Degussa olmak üzere on bir şirketin denetim kurulunda “görev yapmakladır. Politikayı “bırakanların” ekonomide koltuk kapmaları bir gelenektir. Diğer taraftan pek çok politikacı sanayi ve banka sektöründen gelmedir. Almanya’nın Ekonomi Bakanı Günter Rexrodt örneğin, Citibank’ın eski yönetim kurulu başkanıdır.

Ve tabii ki, bu “kişisel birlik” ağına, ruhunu tamamıyla sermayeye teslim etmiş birkaç düzine seçkin bilim adamı, avukat ve noteri de dahil etmek gerekir. Bu kişisel ilişkiler ağının bugün ne denli rafine örüldüğünü ise şu örnekte görmekteyiz: Hamburg’daki Ekonomi ve Politika yüksek okulunda profesörlük yapan Herbert Schui’nin başını çektiği bir yazarlar grubunun geçtiğimiz aylarda çıkarttığı bir araştırma kitabında (“Wollt ihr den totalen Markt?”) ayrıntılı bir şekilde “Kronberger Çevresi” tanıtılır. “Kronberger Çevresi”, merkezi Frankfurt’ta bulunan “Pazar Ekonomisi ve Politika Enstitütü ve Vakfı”nın “bilimsel komisyonu”dur. “Kronberger Çevresi” son yıllarda “Almanya’da neoliberal düşüncenin yaygınlaştırılması ve popüler kılınması” çabasıyla dikkat çekmiştir. Schui’ye göre, bu “çevrecin mensupları; bazı tanınmış bilim adamlarının yanı sıra, Almanya’da her yıl ekonomik ‘tahminlerde bulunan ünlü beş kişilik “bilirkişiler konseyi”nin üç üyesinden, ekonomi bakanlığına bağlı bilimsel komisyonun bazı üyelerinden, hükümete bağlı ‘tekel komisyonu’nun iki üyesinden ve basının birkaç tanınmış yazarından oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, kamuoyuna herhangi bir görüşü en yetkin ve etkin bir şekilde empoze etme bakımından gerekli örgütlenme ve mevzilenme sağlanmıştır. İşte işçi ve emekçilerin, üniversiteli gençliğin ve genel olarak kamuoyunun karşısına bu “şahsiyetler” çıkmakta ve işsizliğin, yoksullaşmanın vb. sorunların ancak “neoliberal bir ekonomi politikayla” çözülebileceğini propaganda etmektedirler. Tabii ki, bunu “tarafsız” bilim adamları, öğretim üyeleri, bilirkişi ve gazeteciler olarak yapmaktadırlar.

Burada sendika bürokrasisinin söz konusu1 “kişisel birlik” içindeki konumunu da unutmamak gerekir. Almanya’da sosyal demokrasinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında geliştirdiği “işçilerin yönetime katılması” politikasının bir sonucu olarak, 70’li yılların başından beri, “işçi temsilcileri” de büyük şirketlerin denetim kurullarında oturmaktadırlar. Mali-sermayenin en has ve en ileri adamlarıyla “aynı yetki”yle aynı havayı soluyup aynı koltukları paylaşmaktadırlar. Denetim Kurulu görevinden sağladıkları yüksek gelirleri bir kısmı sendikasına devretmekte, bazıları ise devretmemektedir. Fakat bu yüksek gelirden daha önemli olan denetim kurullarındaki kişisel ilişki ve ortamın öğütücü yönüdür. Şöyle söyleyelim: Bu ilişki ve ortamda öğütülmeyen sendika bürokratı yok gibidir. Şirket hisselerinin alım satımı ya da başka spekülatif girişimler için en yararlı bilgilerin toplandığı bu kurullarda, bu olanaktan -küçük ya da büyük boyutlarda- faydalanan sendika bürokratının sayısı da az değildir. Kuşkusuz bu tür faydalanmalar resmi söylemde katı bir şekilde yasaktır! Ama bu yasak, işyerlerindeki alkol yasağı gibidir. Belirlenen sınırları aşmadıkça, uyuşturucu özelliği nedeniyle kapitalistler göz yummayı yeğlemektedirler. IG Metal’in eski başkanı Franz Steinkühler’in başına gelenlerin de ortaya koyduğu gibi, sınırı aşan ya da kendisinden beklenilenleri yerine getirmeyenler de, hallaç pamuğu gibi bir tarafa atılmaktadır!

 

III.

MALİ-SERMAYE VE MALİ-OLİGARŞİ

Görüldü ki, mali-sermaye özellikle; “holding sistemi”ne, “kişisel birlik’lere, vekâleten alınan hisse oylarına ve tabii ki menkul kıymetler ihracı ile kredi sistemine vb. dayanarak, hem tekelci konumunu perçinlemiş, hem de ülke ekonomisi üzerindeki hâkimiyetini genişletmiş bulunmaktadır. Önceleri bu yol ve yöntemlerden bazıları (örneğin vekâlet olayı) çok tali plandayken bugün ön plana çıkmıştır, bazıları ise daha da rafineleşmiştir (Özellikle “holding sistemi” rafineleşmiştir. Bu, ifadesini; bir yandan teknik temelinin gelişmesi sonucu hacmi genişleyen rant ve spekülasyona dayalı “elektronik ticaret”in artmasında, diğer yandan bankaların ve sigorta ve yatırım şirketlerinin artan etkinliğinde bulmaktadır). Kuşkusuz bu gelişmelerin yol açtığı pek çok sonuçtan söz edilebilir. Bizi burada ama, Lenin tarafından dile getirilen şu sonuç özellikle ilgilendirmekte:

“Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınaî ya da üretken sermayeden, yalnızca para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali-sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali-oligarşinin egemenliği anlamını da taşır.” (Lenin, “Emperyalizm”, sf. 71)

“Bu ayrılma”nın bugün ayrıca altı çizilmesi gereken yönü, mali-oligarşinin “bu ayrılma”da aynı zamanda kendisini gizleme olanağını bulabilmesidir. Nitekim ne zamanki mali oligarşinin bizzat kendisini açığa çıkartma sorunu gündeme gelirse, söz konusu “ayrılma”nın kaçınılmaz karmaşıklığının burjuva ekonomistlerince iz kaybettirmenin bir aracı olarak kullanıldığı görülür. Burjuva ekonomi politik yazınının tüm “empirik çalışması”nın tam da burada sınırına gelmesi, bin-bir veriyle dolu “bilimsel çalışma”nın burada bıçakla kesilmişçesine bitmesi anlamsız değildir şüphesiz. Değildir, çünkü bu sınır geçildiği an, emperyalist kapitalist sistemin tüm asalaklığı ve çürümüşlüğü bütün iğrençliğiyle görünmeye başlamaktadır…

Söz konusu “ayrılma”ya dayanılarak mali-oligarşinin varlığının nasıl reddedildiğine geçmeden önce şunu yeniden saptamamız gerekiyor: Mali-sermayenin oluşumu; banka sermayesinin, ya da sanayi sermayesinin görünürde ayrı ayrı sermaye türleri olarak varlıklarını sürdürmesinin önünde engel değildir. Bankaları salt bankalar olarak, ya da büyük sanayi tekellerini salt sanayi şirketleri olarak görmemek gerekiyor. Bu ayrı ayrı varoluş, mali-sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte -görüntüde değil ama fiilen- tarih olmuştur. Belirleyici olan “iç içe geçme”dir. Emperyalizm için karakteristik olan mali-sermaye, tamamıyla ayrı bir sermaye türüdür.

Burjuva reformist basın ve yazında bunlar özellikle hep ayrı ayrı belirtilip tanımlanmaktadır. Görüntü öne çıkarılarak yaratılan ikilem şudur: Kapitalist; üretkendir, iş sahaları yaratır, topluma karşı sorumluluk taşır, toplumsal refahın temel direğidir! Banker ise; üretken değildir, sorumsuz ve asalaktır! Bu ikilemle, sermayenin “ruhunun derinliklerinde yatan” asalak karakterinin gizlenmek istendiği ortadadır. Bu çabanın amaçsız olmadığını belirtmeye gerek yok. Zira bu ayrıma dayanılarak, ‘sanayi sermayesinin banka sermayesinin güdümü ve denetimine girdiği’ savı ileri sürülmektedir. “Bir avuç banka ve sigorta, ülke ekonomisinde tayin edici rolü oynayan sanayi şirketlerinin üzerinde egemenliklerini kurmuş bulunmaktadırlar.” Peki, banka ve sigortalara kimler hâkimdir? Banka ve sigortaların arkasında kimler vardır?

Belirtildiği gibi, burjuva ekonomi politik yazını bu soruya açık bir yanıt vermiyor. Daha doğrusu, verileri çarpıtarak gerçeği özenle gizlemeye çalışıyor. Özellikle bu konuyla ilgili ileri sürülen verilerin sunuluş şekli ve getirilen yorumlara bakılırsa, şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Özel mülkiyet ortadan kalkıyor, her şey kurumların (banka, sigorta ve yatırım şirketlerinin) denetimine giriyor, bu kurumlara da bir avuç menajer hükmediyor. Başka bir deyişle, burjuvazi diye bir sınıf, mali-oligarşi diye bir zümre yok! Başta bankalar olmak üzere mali kurumların bir karteli ve bu kartele dayanan sınırsız bir egemenliği var. Bu nedenle esas sorun, mali-oligarşiden soyutlanmış bu mali kurumların egemenliğini sınırlayacak yasaların çıkartılmasıdır! (7)

Banka ve sigorta kartelinin; sanayi tekellerdeki hisse paylarını artırdığı, şirketlerin genel kurullarında (temsil edilen) hisse oylarının ezici çoğunluğunu ele geçirdiği, şirket yönetim ve denetim kurullarına kendi adamlarını “konuşlandırdığı”, yüzlerce dev ve büyük şirketin ve bunlara bağlı binlerce şirketin sermayesini çekip çevirdiği vb.; bütün bunlar verilerce de kanıtlanan gerçeklerdir. Ne var ki, olgular, onları yorumlayanların iradesinden bağımsız olarak vardırlar. Bu nedenle olgular tek başına hiçbir şeyi ifade etmezler. Bir ve aynı olgunun, aşağıda da göreceğimiz gibi, birbirine tamamıyla zıt görüşlere dayanak yapılabileceği bunun bir kanıtıdır.

Thyssen, Siemens, Benz, Krupp vb. gibi klasik kapitalist ailelerin kendi “ana şirketlerindeki konumlarıyla ilgili veriler yüzeysel olarak değerlendirildiğinde, şöyle bir sonuç da çıkarılabilir: Ailelerin, yani sınaî tekellerin asıl sahiplerinin etkinlikleri giderek geriliyor, yerine banka ve sigorta gibi kurumların nüfuzu artıyor. Böylelikle bu tür şirketler gelinen yerde sadece yönetim itibarıyla değil, öncesinden farklı olarak; mülkiyet anlamında da bu kapitalist ailelerin doğrudan denetimi ve etkinliğinden önemli oranda çıkmış, ya da öncesine göre çok bariz bir şekilde sınırlanmış görünüyor. Bu tür klasik tekelci şirketlerin gerek hisse dağılımı, gerekse genel kurullarındaki oy çoğunluğuna bakıldığında, yukarıdaki sonucun bütünüyle temelsiz olmadığı da iddia edilebilir. Örneğin Krupp-Hoesch’teki durum bu açıdan ilginçtir: Krupp ailesinin etkin olduğu vakfın Krupp-Hoesch’teki payı 1993’te yüzde 74,99 iken, bu rakam 1996’da yüzde 51,61’lere kadar gerilemiştir. Siemens ailesinin de “kendi şirketi”ndeki payı aynı sürede yüzde 10’dan yüzde 6,94’e düşmüştür. Daha çarpıcı bir örneği Thyssen sunmaktadır: 1993 yılında Thyssen tekelinin en büyük iki özel hissedarı, şirketin kurucusu August Thyssen’in torununun torunu olan iki kardeşin; Claudio Graf Zichy-Thyssen ve Federico Zichy-Thyssen kardeşlerin hisse payları yüzde 20 iken, 1995 yılında ise Commerzbank AG, Thyssen’deki payını artırma amacıyla bu iki kardeşten ellerinde bulundurdukları hisse payını tümden satın almıştır. Bu hisselerin piyasa değeri 95 yılı itibariyle 1,4 milyar marktır. (Commerzbank satın aldığı bu hisselerin bir kısmını sonradan başka kurum ve özel şahıslara satar). Böylece “küçük hissedarlar” bir tarafa bırakıldığında, Thyssen şirketinin hisselerinin yaklaşık yüzde 80’ni “kurumsal yatırımcılar”ın ele geçirdiği ortaya çıkmaktadır.

Burada mesele bu verileri kabul edip etmemede değil kuşkusuz. Sorun buradan çıkarılması gereken sonuçtur. Daha somut bir deyişle, klasik tekelci kapitalist ailelerin (tekelci burjuvaların) “kendi ana şirketlerindeki mülkiyet paylarının (belirli bir noktaya kadar) azalması ve yerine giderek banka, sigorta, yatırım şirketleri gibi mali kurumların geçmesi nesnel bir olgudur. Ancak, bu olgu, kesinlikle, tekelci burjuvaların (birey ve sınıf olarak) zayıfladığı ya da yok olmaya yüz tuttuğu anlamına gelmemektedir. Tam tersine! Zira burada (salt Thyssen örneğini bile temel alırsak) şu soru yanıtsız bırakılmamalıdır: Thyssen kardeşler 1,4 milyar markla ne yapmışlardır? Daha genel sorarsak, tekelci burjuva ailelerinin, elden çıkardıkları hisselerden sağladıkları sermaye nereye gitmektedir? Bu sermayeyi yastıklarının altında gizlemedikleri son derece açıktır!

Her şey bir yana; sadece ortalama kâr oranındaki düşüşü karşılamak için bile olsa, şirket sermayesini artırma -üretimdeki merkezileşme ve yoğunlaşma arttıkça bir o kadar- genel bir zorunluluk olmaktadır. Bu durumda tekelci bir sermayedar ya da aile açısından; ana şirketteki pay oranını “stratejik bir orana” kadar azaltmayı göze alma, buradan “kazanılan”, daha doğrusu “bağlarından çözülen” sermayeyi ya doğrudan merkezden banka, sigorta ve yatırım şirketlerine ya da başka bir büyük tekeldeki stratejik ortaklığa yatırma daha etkin bir yöntem olarak kendisini göstermektedir. (Bazı tekelci sermayedarlar açısından gerçekten de genel mülkiyet gücünde bir zayıflama söz konusu olabilmektedir. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü bu yönde de ciddi bir merkezileşme ve yoğunlaşma yaşanmaktadır.)

Tekelci burjuva aileler açısından yaşanan bu sürecin gerisinde yatan olgu; kapitalizmin tekel ve ona tekabül eden mali sermaye egemenliğinin sürdüğü döneminde, bankalar gibi mali kurumların -bu yönde de bir merkezileşmeyi nesnel olarak dayatmaları itibariyle- kolektif kapitalist niteliğini esasta kazanmış olmalarıdır. Kolektif kapitalistin teşekkülüyle birlikte, her bir tekelci kapitalist grup (ya da aile) açışından sorun, tam da bu “kolektifte sağlam mevzileri ele geçirmek ve muhafaza etmek olarak gündeme gelmektedir. Demek ki, tüm iddiaların aksine, işçi ve emekçilerin aşırı sömürüsünden elde edilen muazzam sermaye kütlesinin, bugün giderek banka, sigorta, yatırım şirketleri gibi mali kurumlarla ancak kucaklanabiliyor olması, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel biçimi arasındaki çelişkinin ne denli kesinleştiğinin bir ifadesidir. Burjuva propaganda bu gelişmeyi, büyük şirketlerin mülkiyetinin, hem dağıtılan hisseler yoluyla ve hem de kurumlar aracılığıyla “halkın mülkiyeti” haline geldiğinin bir kanıtı olarak yansıtmaktadır. Hisselerin halk kitlelerine satılması yoluyla sağlanan “demokratik dağılımının pratikte ne anlama geldiğini yukarıda inceledik. Diğer taraftan, mali kurumların giderek “baskın” gelmesi, sermayenin özel karakterini yitirip genel olarak toplumsal mülkiyete dönüşmesi anlamına da gelmemektedir. Tam aksine, mali-oligarşi bu muazzam sermaye kütlesini özel ellerde tutabilmek için bu kurumlara daha çok dayanmak zorunda kalmaktadır.

Öte yandan, söz konusu “kolektifteki mevzilere sahip olma, bu mevzileri muhafaza etme ve bunun için de eldeki sermayeyi daha etkin ve stratejik noktalara yatırma; bütün bunlar “ana üssü” (aile şirketini) tümden terk etme anlamına da gelmemektedir. Verilere baktığımızda hemen hemen hiçbir klasik tekelci burjuva ailesinin bunu yapmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada değişen sadece biçimlerdir: Thyssen ve Krupp örneklerinde olduğu gibi bazı aileler sermayelerinin bir kısmını vakıflarda tutmaktadırlar. “Fritz Thyssen Vakfı”nın Thyssen AŞ’deki hisse payı yüzde 8,6’dir; “Alfred Krupp von Bohlen ve Halbach Vakfı”nın Krupp’taki hissesi ise yüzde 51,61’dir); bazıları ise hem vakıflarda ve hem de aile olarak tutmaktadırlar (“Robert Bosch Vakfı”nın Bosch’taki hisse payı yüzde 92, Bosch ailesinin de yüzde 8’dir ya da “Max Grundig Vakfı”nın Grundig’teki hisse payı yüzde 9,2 iken, Grundig ailesinin yüzde 7,2’dir); Allianz’ın kurucusu Finck’in ailesi ise doğrudan “Finck ailesi” olarak Allianz hisselerinin yüzde 5’ini tutmayı yeğlemektedir ya da Almanya’nın en zengin ailelerinden biri olarak bilinen Haniel ailesi Haniel Ltd. şirketinin neredeyse tümüne (yüzde 99; sahiptir. (Kuşkusuz her bir aile açısından bu farklı yapılanmaların; sermayenin hacmi, işkollarının özellikleri vergiler, serveti paylaşanların sayısı vb. gibi özel nedenleri vardır, ancak sorunun bu yönü bizi burada fazla ilgilendirmemektedir).

Yukarıda özetlediğimiz görüşün kendisine dayanak yaptığı önemli verilerden biri de şudur: Bankalar, borsada hisseleri alınıp satılan AŞ’ların genel kurullarında toplam oyların ortalama olarak yüzde 80’ini denetimlerinde tutuyorlar. Peki bankaların genel kurullarında oyların çoğunluğunu kimler tutuyor? Bankaları kim denetliyor? Burjuva ekonomistlerin bu soruya verdikleri yanıt çarpıcıdır: Bankalar kendi kendilerini denetliyorlar!

Sosyolog Pfeiffer’in yaptığı araştırmaya göre, Deutsche Bank özellikle vekâleten kullandığı hisse oylarına dayanarak, 1983 yılındaki genel kurulunda oyların yüzde 47,2’sini kendisi temsil ediyordu, ikinci büyük oy grubunu yüzde 8,6 ile Dresdner Bank temsil ediyordu. (Bu genel kurulda toplam hisselerinin yüzde 65’i temsil ediliyordu). 1986 yılındaki genel kurulda da durum aşağı yukarı aynıdır. Hemen belirtelim ki, bu durum sadece Deutsche Bank’a özgü değil. Pfeiffer’e göre, Almanya’nın tüm büyük bankalarının her biri kendi genel kurullarında temsil edilen oyların ortalama olarak yüzde 40 ile 50’sini ellerinde tutmaktadırlar. (Pfeiffer şöyle diyor: “Deutsche Bank’ın Yönetim Kurulu kendi kendisini denetliyor.”) Diğer yandan büyük bankaların genel kurullarında temsil edilen oyların yaklaşık yüzde 99’u bankaların kontrolündedir, yani sadece bir banka kendi kendisini denetlememekte, aynı zamanda bankalar bankaları denetlemektedir. (H. Pfeiffer: “Die Macht der Banken”, sf. 112)

Görüldüğü gibi, mali-sermaye herhangi bir “dış müdahaleye” karşı tam teçhizat silahlanmıştır. Gerçi kendi içerisinde homojen değildir (yoğunlaşma ve merkezileşme bu çekirdeğin içinde de devam etmektedir), ama “dış dünyaya” karşı örgütlüdür. “Düşmanca” olsun, “dostça olsun”, “devralmalara” karşı sıkı bir şekilde korunmuştur. Kuşkusuz bu, anlaşılabilir ve “doğal” bir durumdur, çünkü ülkenin ve dünyanın en ücra köşesine kadar uzanan bin bir ilişkinin ve nüfuz ağının dolambaçlı yollardan gelip merkezileştiği yer burasıdır. Daha açıkçası, burası Alman emperyalizminin ana karargâhıdır. Tüm temel kararlar; sanayi politikasından yatırımlara kadar, hangi şirketin batırılıp hangisinin ayakta tutulacağından, iç ve dış politikanın yeni öncelliklerinin neler olacağına kadar, bütün bunlar bu merkezde belirlenmekte ve planlanmaktadır.

Açıktır ki, bu ana karargâhı ele geçiren aslında tüm orduyu ele geçirmiş demektir! İşte Almanya’da bu karargâh bir avuç dev sermayedarın (mali-oligarşi) elindedir. Milyonlarca işçi ve emekçinin alın terinin ve emeğinin ürünü toplumsal servetin hemen hemen tümüne bu bir avuç sermayedar hükmetmektedir. Milyonlarca emekçi insanın iş aş sahibi olup olmayacağı, bu tamamıyla asalak, tefeci ve rantçı zümrenin çıkarları tarafından belirlenmektedir.

Ne var ki, gelişmekte olan ülkelerdeki tekelci burjuvaların çiğliklerinin aksine, bu zümre kamuoyundan kendisini özenle korumakta ve gizlemektedir. Dikkat çekmemek, ilgi odağı olmamak Alman mali-oligarşisinin bu hususlardaki başta gelen prensiplerinden birisidir. Burjuva demokrasisi üzerine yaratılan yanılsamaların dağılmasına yol açabilecek tutumlardan mümkün olduğunca sakınmak ve belirli bir yaşam düzeyine sahip emekçi kitlelerin adalet ve eşitlik duygularını zedeleyebilecek görüntü ve olayların oluşmasına vesile vermemek, bu zümrenin önem verdiği meselelerdir. (Sermayelerinin bir kısmını vakıflarda tutmaları da, ekonomik nedenlerin yanı sıra, bu zümrenin, ‘sosyal toplum’ etrafında yaratılan yanılsamaları güçlendirme çabalarının bir ifadesidir aslında). Aynı şekilde şu veya bu nedenden ötürü zaman zaman ortaya çıkan toplumsal tepkilerde hedefte durmamak, yerine mene-cerleri, kurumları ya da siyasetçileri öne çıkarmak, mali-oligarşinin hassasiyetleri arasındadır…

Gözlerden ırak durmaya çalışan mali-oligarşinin nerelerde yuvalandığını, Deutsche Bank yönetim kurulunun, bankanın 125. yıldönümü vesilesiyle bir yazarlar grubuna hazırlattırdığı “Die Deutsche Bank 1870–1995” adlı kitaptan alacağımız bazı rakamlarla somutlaştıralım. Deutsche Bank’ın 1973 yılında 121 bin 312 olan özel hissedar sayısı, 1991 sonunda 300 bin 300’e ulaşıyor. (Özel hissedarların toplam hissedarlar arasındaki payı aynı yıllarda yüzde 92,6’dan yüzde 98,1 çıkıyor.) Kurumsal hissedarların sayısı ise 1973’te 9 bin 688 iken, 1993’te 6 bin 800’e düşüyor. 1973’te özel hissedarlar arasında en büyük grubu, sayıları 46 bin 750 olan ücretli işçiler ile maaş alan memurlar yüzde 35,7 oranıyla oluşturuyorlar. Bu oran 1991 yılına gelindiğinde yüzde 48,3’e kadar yükseliyor. Aynı yıllarda işçi ve memur emeklilerinin oranı yüzde 7,03’den yüzde 14,7’e çıkıyor. Kıyaslanan yıllarda kurumsal hissedarların oranıysa yüzde 7,4’den yüzde 1,9’a düşüyor. Bu gerilemenin en önemli nedeni olarak, toplam hissedarlar arasında sınaî ve ticari şirketlerin oranının yüzde 5,3’ten yüzde 0,9’a düşmesi gösteriliyor. Fakat aynı anda yatırım şirketlerinin sayıları 121’den (yüzde 0,09) 1250’e fırlıyor (yüzde 0,4). (“Die Deutsche Bank 1870–1995”, sf. 638)

Başka şeylerin yanı sıra, burada da tekellerdekine benzer bir hissedar dağılımıyla karşı karşıyayız. Görüntüye bakılırsa; bir yandan hisselerin mülkiyet dağılımı daha da “demokratikleşiyor”, mülkiyet giderek “halkın mülkiyeti” haline geliyor, diğer yandan sınai ve ticari şirketlerin sayısı giderek düşüyor. Besbelli ki, bu rakamlar bize, Deutsche Bank’ın aslında Alman işçileri, emekçileri, emeklileri ve ev kadınlarına ait olduğu fikrini empoze etmektedir.

Ancak bu verilerden hemen sonraki paragrafta, yazarlar kurulunun, soğuk ve kayıtsız bir üslupla yazılmış şu satırlarını okumaktayız:

“Hissedarlar grubunun hissedarlar topluluğu içerisindeki payları, bankanın hisse sermayesindeki payları karşısında kısmen önemli farklılıklar göstermektedir: Kurumsal hissedarlar 1991’de hissedarların yüzde 1,9’unu(!) teşkil etmelerine rağmen, kaydedilen sermayenin yüzde 51,1’ini ellerinde bulunduruyorlar; tersinde ise özel hissedarlar, hissedarların yüzde 98,1’ni oluşturuyorlar, buna karşın hisse sermayesindeki payları sadece yüzde 48,5’i buluyor.” (agy)

Hepsi bu kadar; sayfalarca yazıda bankanın “demokratik yapılanmasından dem vuran burjuva profesörleri, burada söylenecek herhangi bir şey “bulamadan” başka bir konuya geçiyorlar. Burjuva profesörlerin söylemeye dillerinin varmadığı şey şudur: Yüzde 1,9’un oy hakkı, yüzde 98,1’in oy hakkından daha büyük; işte burjuvazinin demokrasi anlayışının gerçek içeriği budur!

Devam edelim. Bu verilerden Deutsche Bank’ın asıl sahiplerinin kim olduğunu hâlâ öğrenmiş değiliz. Adı geçen kitapta, “çeşitli hissedarlar grubunun Deutsche Bank’ın ana sermayesindeki payları”nı gösteren bir grafik yer alıyor (sf. 639). Bu grafik, yukarıda kendisini dışa vuran anlayışla hazırlanmış olmasına karşın, gizlenenleri açığa çıkarmamıza yardımcı olabilecek bazı verileri de içermektedir. Deutsche Bank’ın hissedarları grafikte, 9 grup altında ayrıştırılmış: 1. Servet (idareciliğini yapan) şirketler, miras toplulukları vb.; 2. Yatırım şirketleri; 3. Sigortalar/Emeklilik Sandıkları; 4. Sınai ve ticari şirketler; 5. Diğer özel şahıslar; 6. Serbest çalışan şahıslar; 7. Ev kadınları; 8. işçi ve memur emeklileri ve 9. işçi ve memurlar.

Bu ayrışmaya göre (bizim hesabımızla) 1973 ile 1991 yıllarında grupların ana sermayedeki hisse payları yaklaşık olarak şöyledir:

 

Gruplar 1973 1991

% %

Birinci grup 7,20 1,80

İkinci grup 6,80 18,50

Üçüncü grup 5,90 23,60

Dördüncü grup 16,80 8,00

Beşinci grup 11,10 3,40

Altıncı grup 7,50 10,20

Yedinci grup 23,00 9,80

Sekizinci grup 5,40 9,00

Dokuzuncu grup 16,30 15,70

 

Resmi bir grafiğe dayanarak çıkardığımız bu oranlar kesin rakamları tam yansıtmasa da, mülkiyet ilişkilerindeki genel eğilimleri aşağı yukarı doğru göstermektedir. Bu rakamlara göre; servet (idareciliğini yapan) şirketler, miras toplulukları vb. hissedar grubunun pay oranında en büyük düşüş yaşanmıştır. Bu grubun payı dört misli azalmıştır. En büyük artış ise, sigortalar ve emeklilik sandıkları grubunda olmuştur; bu grup payını dört misli artırmıştır. Yatırım şirketlerinden meydana gelen grup da payını yaklaşık üç misli artırmıştır. Buna karşılık, sınaî ve ticari şirketlerin oluşturduğu grubun payı iki misli azalmıştır. Diğer özel şahıslar grubun payı da üç misli azalmıştır. Serbest çalışan şahıslar grubuyla emeklilerin payı artmıştır, işçi ve memurların grubunda çok büyük değişiklikler yaşanmazken, ev kadınları grubu payında iki misli bir azalma kaydedilmiştir.

Bu grafiğin ortaya koyduğu gerçek şudur: Bankaların da gerçek sahibi malt oligarşidir. Yüzde 1,8’lik pay oranı hiç kimseyi aldatmamalıdır (ki bu orana tekabül eden hisselerin bugünkü piyasa değeri de, 1973 yılına göre en azından birkaç misli yüksektir). Deutsche Bank’ın “halkın mülkiyetinde olduğuna dair bir görüntü yaratmak amacıyla hazırlanan bu grafik, dördüncü ve beşinci grubun somut olarak kimlerden meydana geldiğini ortaya koymamakta. Ancak şu rahatlıkla söylenebilir: Pek çok büyük sermayedar, hisse payını “sınaî ve ticari şirketler” ve “diğer özel şahıslar” grubunda tutmuştur. (Zaten bir yerde de buna mecburdur, çünkü “dış müdahaleye” karşı korunabilmek için Deutsche Bank’ta hiçbir hissenin oy hakkı yüzde 5’i geçmemektedir. Bu sınırlama, şu veya bu hissedarın gerçek hisse payının yüzde 5’i geçmesi durumunda da geçerlidir). Birinci, dördüncü ve beşinci grupların hisse paylarını birleştirdiğimizde, 1991 yılı için yüzde 13,2 civarında bir oranı elde ederiz. Tümünü olmasa da, bu yüzde 13,2’lik pay oranının büyük bir kısmını belli başlı büyük tekelci sermayedar ailelerin ve grupların ellerinde tuttuğuna şüphe yoktur. (Aslında bu oran bugün çok daha yüksektir. Liedtke’in 1995 sonu için verdiği rakamlara göre, “diğer özel şahıslar” grubunun payı yüzde 8,1’e çıkmıştır). Öte yandan “holding sistemi” bankaların hisse paylarının dağılımında da kendisini ortaya koymaktadır. Siemens’lerin, Krupp ve Thyssen’lerin, Bosch’ların, Gerling’lerin, Hamel’lerin, Henkel’lerin, Finck’lerin vb. tekelci burjuva aile ve sermayedarların, sermayelerini yatırım şirketlerine, sigortalara vb. kurumlara yatırmalarının önünde bir engel olmadığı son derece açıktır. Bu nedenle, ikinci ve üçüncü grubun hisse paylarının da bir kısmının mali oligarşinin adı geçen temsilcilerinin elinde bulunduğunu söyleyebiliriz.

Lenin, “Emperyalizm Defterleri”nde, Jeidels’in Alman büyük bankaların sanayi ile olan ilişkilerini kapsayan araştırmasında denetim kurullarının oluşumunu aktardığı yerde şöyle bir not düşer: “Denetim kurullarının rolü olağanüstü geniştir (bunlar fiilen işletme yönetimleri gibidir)…” (Lenin, “Hefte zum Imperialismus”, Lenin Werke, 39. Cilt, sf. 144)

Eğer bir şirket; bir banka ya da sigorta tekelinin denetim kuruluna bir temsilcisini sokabilmişse, bu o şirketin etkinliğinin en somut göstergesidir. Zira önemine yukarıda dikkat çektiğimiz bu kurullara herkes sokulmamaktadır. O halde geriye sadece “Alman mali ekonomisinin G-7’si”nin denetim kurullarında “üretken sanayicilerden hangilerin temsilcisinin oturduğunu ortaya koymak kalıyor (rantiyeci olarak bilinenleri aktarmıyoruz):

Deutsche Bank: Bosch; Siemens; General Motors; Trumpf; Ruhrgas; Otto Versand; Henkel.

Dresdner Bank: Siemens; RWE; Hoechst; Philipps; Goebel.

Commerzbank: Hoechst; GEA; Stinnes; VEBA; Thyssen; Bayer; Werhahn; RWE.

Bayerische Vereinsbank: Boehringer; BMW; Daimler-Benz; VIAG; Deggendorf.

Bayerische Hypo-Bank: MAN; VÎAG; BASF; Linde.

Allianz: Ruhrgas; Bosch; Mannesmann; Siemens; RWE; Daimler-Benz.

Münchener Rück: VEBA; BMW; VW; Soltmann.

Bu verilerden çıkartılması gereken sonucu, zamanında Enver Hoca şöyle ifade etmiştir:

“Mali sermayenin gelişmesi bir avuç güçlü sanayici kapitalistin ve bankacının elinde yalnızca büyük bir zenginliğin değil, aynı zamanda ülkenin tüm yaşamında etkin olan gerçek bir ekonomik ve siyasal gücün de yoğunlaşmasını mümkün kıldı. Bu her şeye kadir insanlar tekellerin ve bankaların başında bulunurlar ve mali-oligarşi diye adlandırılan şeyi oluştururlar. Büyük şirketlerin bugün anonim şirketlere dönüştüğü ve bazı işçilerin de, bu şirketlerde sembolik olarak birkaç hisse senedi sahibi olabildiği gerçeğine dayanan kapitalizm savunucuları, sermayenin, Marx’ın ‘Kapital’i yazdığı ya da Lenin ‘in emperyalizmi tahlil ettiği zamanki özel niteliğini sözde yitirdiğini ve halk sermayesi haline geldiğini kanıtlamaya çalışıyorlar. Oysa bu bir masaldır. Emperyalist ülkelerde güçlü sınaî ve mali gruplar eskiden olduğu gibi egemendirler. Amerika Birleşik Devletleri’nde Rockefeller, Morgan, Dupont, Mellon ve Ford, Chicago, Teksas, Kaliforniya vb. grupları; İngiltere’de Rotschild, Bearing, Samuel vb. mali grupları; Batı Almanya’da Krupp, Siemens, Mannesmann, Thyssen, Gerling vb.; İtalya’da Fiat, Alfa Romeo, Montedison, Olivetti vb.; Fransa’da büyük aileler, vb.

Sınaî ve mali sermayenin sahibi olarak mali-oligarşi ülkenin tüm yaşamı üzerinde ekonomik ve siyasal egemenliğini kurmuştur.” (Enver Hoca, “Emperyalizm ve Devrim”, sf. 62)

Mali-oligarşi, mali-sermayeye tekabül etmektedir. Mali-sermaye de tekel olgusu üzerinde yükselmektedir. Bu tespit sadece mali-sermayenin menşei bakımından bir önem taşımamakta, aynı zamanda gelişme doğrultusu hakkında bir fikir vermektedir. O halde, bilinen bileşimiyle bir kere oluşmuş bulunan mali-sermayenin genel gelişme eğilimi nedir, bu eğiliminin karakteristik özelliği nedir? Lenin, bugün özellikle vurgulanması gereken noktayı, aslında yüzyılın başlarında belirtiyordu:

“Gelişme çizgisinde ilk çıkışını küçük tefecilikle yapan kapitalizm, bu çizgiyi, büyük tefecilikle sona erdirmektedir.” (agy, sf. 66, abç)

Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme nasıl sınai ve banka sermayesinde tekelleşmeyi gündeme getiriyor ve tekel olgusu da sınai ve banka sermayesinin kaynaşması ve içice girmesini beraberinde getiriyorsa, işte aynı şekilde mali-sermayenin varlığı da giderek eğilim olarak mali-sermayenin kendisinde çok daha ileri bir aşamada ayrı bir yoğunlaşmayı kaçınılmaz hale getirmektedir. Bu yoğunlaşmanın yoğunlaşması diyebileceğimiz süreç, üretken olmayan sermaye kesiminin (dış görünümü banka-sigorta sermayesi olan rantiyeci ve tefeci sermaye türünün) üretken olana göreceli olarak büyümesine yol açmaktadır. Bunun nedeni ise; kârın kaynağının artı-değer üretimi olmasıyla, artı-değer getiren değer olarak sermayenin -bu sefer daha kolay bir yoldan- (merkezileşme; tefecilik ve spekülasyon yoluyla) değerini daha hızlı artırmaya yönelme eğilimini -nesnel özelliklerinden ötürü- taşımasıdır. Günümüzdeki rantiyeci/tefeci ve spekülatif sermayedeki artışın gerisinde, mali-sermayedeki bu muazzam yoğunlaşma yatmaktadır. Pensionsfonds’lar, Investment-fonds’lar, banka ve sigorta şirketlerinin göze batan “egemenliği”; ekonominin büyüme oranlarının yıllardır yüzde 2 ila 3’ü geçmemesi; üretken yatırımların düşme eğiliminin giderek süreklilik kazanmaya başlaması vb. bütün bunlar mali-sermayedeki yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimin güncel belirtileri ve sonuçlarıdırlar.

Üretimde yoğunlaşma; tekel; mali-sermayenin teşekkülü; muazzam bir sermaye yoğunlaşması; yoğunlaşmış bu sermaye kütlesini değerlendirme ve değerini artırma zorunluluğu; sermayenin en hızlı ve en yüksek kara yönelme eğilimi – işte sermayenin rantiye ve çürüme eğiliminin kaçınılmaz bir biçimde artmasına kaynaklık eden nesnel süreç budur.

Bu süreç insanlığın önüne bir kez daha iki seçenek koymaktadır: Ya mali-sermaye, devasa üretici güçlerin tahribatına tekabül eden özellikleri daha da gelişerek, insanlığı yeni yıkım ve savaşlara sürükleyecek; ya da insanlık işçi sınıfı devrimleriyle bu süreci noktalayarak, sosyalizme yürüyecektir.

 

DİPNOTLAR

(1) ‘Uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı burjuva propagandanın nesnel gerçekleri tersyüz etme yönteminin tipik bir göstergesidir. Bilindiği gibi bazı burjuva ekonomistler bu “ekonomik gerçekliği”, “ulusal devletin sonu” olarak özetleyebileceğimiz teorilerine dayanak yapmaktadırlar. Oysa Kautsky’nin ‘ultra emperyalizmi’ ne kadar gerçeği ifade ediyorsa, ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı da o denli ifade etmektedir. Tekellerin önceleri ağırlıklı olarak ulusal ölçekte örgütledikleri üretimi bugün uluslar-üstü ölçekte örgütlemeleri, tekellerin belirli bir emperyalist ülkenin tekelleri olma özelliklerini ortadan kaldırmamaktadır.

Diğer yandan tekellerin uluslararası etkinliği, ‘ulusal devletin’ himayesini, destek ve teşvikini dıştalamamakta, aksine bizzat şart koşmaktadır. Bu, ‘ulusal devletler’in bugünkü sınıf karakterini bir an için göz ardı etmemiz durumunda dahi geçerlidir. Bu nedenle ‘uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı bir safsatadan ibarettir. Doğrusu şudur: Dünyadaki tüm büyük tekeller, etkinlikleri bir ülkenin sınırlarıyla bitmeyen uluslararası tekellerdir.

 

(2) Tekellerle ilgili tüm veriler, Rüdiger Liedtke’nin “Wem gehört die Republik? –‘97-” adlı kitabından alınmıştır.

 

(3) Bu konuda özellikle bankalar üzerine yaptığı ciddi araştırmalarla tanınan sosyolog Hermannus Pfeiffer’in şu iki kitabı örnek gösterilebilir: “Das Imperium der Deutschen Bank” (1987) ve “Die Macht der Banken” (1993)

 

(4) Bu satırlar kaleme alındığında, “Börsen-Zeitung” gazetesi başta Siemens ve Alcatel olmak üzere elektronik sektörünün belli başlı tekellerinin yüksek voltajlı elektrik kablosu fiyatlarıyla ilgili yıllarca gizli fiyat belirlemelerinde bulunduklarının açığa çıktığını bildirdi. Gazeteye göre, Kartel Dairesi olayı yakından araştırıyormuş!

 

(5) Almanya’da esas olarak üç tip banka var: Özel bankalar, tasarruf sandıkları (yerel ve eyalet düzeyindeki “Sparkassen”) ve kooperatif bankaları (kırsal kesimde “Raiffeisenbanken”, kentlerde “Volksbanken”). Manfred Hein’in “Die Banken” adlı cep kitabında banka türleri arasındaki “güç dengesi” 94 rakamlarıyla ciro hacimlerine göre şöyle tespit edilmekte: İlk 15 banka arasında özel büyük bankalar; birinci, ikinci, dördüncü, beşinci, yedinci ve onuncu sırada; tasarruf bankaları; üçüncü, altıncı, on birinci, on ikinci, on üçüncü ve on beşinci sırada; kooperatif bankalardan salt bir banka dokuzuncu sıradadır.

 

(6) Geçtiğimiz günlerde basında çıkan bir habere göre, bir numaralı mali dev olmak uğruna Deutsche Bank ile kıyasıya bir rekabet içerisinde olan Allianz AC 5 marklık hisseler çıkarmayı planlıyor. (Allianz şimdiye kadar 50 marklık hisseleri piyasaya sürmüştü.) /

 

(7) Burjuva sol ve reformist çevrelerinin alınmasını talep ettikleri ‘bankaların iktidarı’nı sınırlamaya dönük yasal tedbirleri dört madde halinde özetleyebiliriz: 1. Rekabetin sınırlanmasına karşı çıkartılan yasada; bankaları, yapı tasarruf şirketleri ve sigortaları kartel yasaklarından muaf tutan düzenleme iptal edilmeli; 2. Bankerlerin sahip olduğu denetim kurulu koltuk sayısı azaltılmalı; 3. Vekâleten kullanılan hisse oylarına ilişkin yeni bir düzenleme getirilmeli ve 4. Bankaların banka olmayan şirketlerdeki hisse paylarına bir üst sınır koyulmalı. Kuşkusuz, yıllardır üzerinde tartışılan ve bir türlü çıkartılamayan bu yasal tedbirlerin alınmasına karşı çıkmanın bir anlamı yok. Ancak, bu tedbirlerle bankaların iktidarı’nın engellenebileceğini ileri süren burjuva reformist görüşleri kesinlikle teşhir etmek gerekir. Hermannus Pfeiffer’in de belirttiği gibi, bankalar bu yasal tedbirlere karşı kolaylıkla “karşı tedbirler” geliştirecek bir konumdadırlar. “Karşı tedbirlere olanaklı kılan zemin ise, özel mülkiyetin kapitalizmdeki dokunulmazlığıdır. Bu nedenle, .bankaların sınırsız iktidarı’nın yıkılmasını gündeme getiren talepler, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına bağlanmadığı sürece, anlamsızdır.

 

Haziran 1997

Sosyal demokrasinin “şahlanışı”

İngiltere’de Tony Blair önderliğindeki işçi Partisi ile Fransa’da Lionel Jospin’in başkanlığındaki Sosyalist Parti’nin seçimleri kazanmasının ardından, Avrupa ve Türkiye’de birkaç haftadır yazılıp çizilenlere inanılacak olunursa; ‘sol başta Avrupa’da olmak üzere tüm dünyada yeniden yükseliyor’. Dahası, ‘işçilerin, emekçilerin yaşamını zehir eden neo-liberalizm kasırgası etkisini yitirmekle kalmamış, sağcı muhafazakâr politikalar ve hükümetler dönemi nihayet geride kalmıştır’! Kısacası, bir müddet önce İtalya’da Romano Prodi’nin liderliğini yaptığı “zeytin ağacı” ittifakının seçim zaferinin ardından, ‘sol’un kendisini yenilemesi üzerine estirilen rüzgâr henüz sönmeye yüz tutmuşken; “sol yeniden şahlanmıştır”!
Şahlanan ‘sol’un bilumum savunucularının heyecanla açıkladıklarına göre, ‘seçimler öncesine kadar sağdan esen soğuk rüzgâr, Avrupa’yı yine ‘sol’a kaydırmıştır’. Gelinen noktada Avrupa Birliği’nin (AB) 15 ülkesinden 13’ünde ‘sol’, ya tek başına, ya da başka partilerle koalisyon halinde, iktidardadır. “Tekellerin Avrupası’na büyük bir darbe indirilmiştir”! ‘Böylesi bir Avrupa’yı hâlâ hayâsızca savunan bir tek Almanya ve İspanya’nın sağ iktidarları geriye kalmıştır’. Ufuktaysa, ‘Tekellerin Avrupası’ enkazının arasından ‘Sosyal Avrupa’ güneşi doğuyor!
Ve söylenenlere bakılırsa, bu güneş sadece Avrupa’yı değil, tüm dünyayı aydınlığa kavuşturacak. Alman Yeşiller Partisi’nin sözcüsü Jürgen Trittin’e göre, “Neo-liberallerin dönemi sona ermektedir.” Alman Sosyal Demokrat Partisi Başkanı Oskar Lafontaine ise, “dünya ölçeğinde gerçekleşecek bir reform harekâtının başlangıcı”nı görüyor. Seçimlerin ardından İsveç’in Malmö kentinde bir araya gelen Avrupa Sosyalist Partisi’nin (PES) üyelerine SPD Meclis Grubu Başkanı Rudolf Scharping, sosyolog Ralf Dahrendorf’un “sosyal demokrat çağın sona erdiği”ne ilişkin tezinin bizzat hayat tarafından çürütüldüğünü açıklıyor ve geleceğe yine sosyal demokrasinin damgasını vuracağını ilan ediyor…
PES toplantısında moral depolayan CHP lideri Deniz Baykal, Avrupa’nın ‘sol’dan esen rüzgârının Türkiye’de de eseceğinden emin bir edayla ‘sol’un şahlanışına açıklık getiriyor: “1980’li yıllarda, sol bitti deniyordu. Öyle olmadığı görüldü. Solun kendine güveni tam.” “Biz, Avrupa’daki solun yükselme koşullarının Türkiye’dekinden farklı olduğunu biliyoruz. Sadece oradaki gelişmelere bakıp umutlanmıyoruz.” “CHP’nin, darbeye gerek kalmadan şeriatçı yükselişi durdurabileceğini söyledik. Türkiye’de köktendinci iktidarı sandıkta değiştireceğiz.”
Kuşkusuz, Avrupa sosyal demokrasisinin ikinci sınıf kopyalarına rastladığımız Türkiye’de, kraldan kralcı olunması işten değildir. Dolayısıyla çıkarılan sonuçlar da öyle olmak zorundadır. DSP Milletvekili Uluç Gürkan’ın değerlendirmesi de bu gerçeği kanıtlamak istercesinedir: “SB’nin dağılışı ve 1980’li yıllarda İngiltere’de Thatcher, ABD’de de Reagan öncülüğünde gelişen ve yalnız Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkisine alan liberalizm kasırgası etkisini yitirdi. … ‘Acı reçete’yi Avrupalı sol seçmen reddetti. Sovyetlerin çözülmesini fırsat bilen kapitalistlerin ‘sol bitti, ideolojiler öldü, artık küreselleşme zamanı’ türünden propagandaları solun Avrupa ve eski Doğu Bloğu’nda yeniden yükselmesiyle geçerliliğini yitirdi. Sol yeniden toparlandı ve ‘önce insan’ sloganını ön plana çıkararak liberalizmi ağır bir yenilgiye uğrattı. Emek ve sermaye var oldukça solun bitmeyeceği de görüldü.”
Gürkan çok açıldığını anlamış olacak ki, “Sol kapitalizmin aletlerini tümüyle reddederek yükselmiyor. Kapitalizmin araçlarını sosyalleştirerek bir noktaya gidiyor.” diyerek; ‘sol heyecanı’ olsa da, mantıklı heyecanın gerçek heyecan olmadığını, ama mantığın bir tarafa atıldığı heyecanın da çok zarar verebileceğini hatırlayabilecek kadar kurt solcu olduğunu kanıtlıyor. Deniz Baykal ise, heyecanla mantık arasındaki ilişkiyi daha öz ve isabetli formüle ediyor: “Hedef değişmiyor, araçlar yenileniyor.”
Endişelenmeye gerek yok demek. Kapitalizmi alaşağı edecek bir sol değil bu. Le Monde diplomatique’nin başyazarı Ignacio Ramonet’in dediği gibi, “eski kartlar yeniden karıştırılıyor.”
‘Sol’ rüzgâr, poyraz olmasına karşın, başlarımızı mutlaka görmemizi istediği yöne çevirtiyor ve şu görüşleri bize telkin ediyor: “Avrupalı seçmenin açık tercihi ile kesinlik kazanmıştır ki, sağcı, muhafazakâr ve neoliberal politikalar dönemi geride kalmıştır. Sosyal demokrasinin; daha çok özgürlük, daha çok sosyal güvenlik ve daha çok sosyal adalet gibi hedefleriyle halkın özlemleri çakışıyor. Solun yeniden şahlanışı, bu nedenle, her alanda işçiler, emekçiler ve yoksullar lehine değişim demektir, refah demektir, mutlu ve güvenceli bir gelecek demektir. Ver elini Sosyal Avrupa”!
Türkiye mi? “Türkiye’nin kendisi zaten sola doğru gidiyor”, “rüzgârın dışarıdan gelmesine hiç gerek yok.” Genelkurmayın ‘sol’cu taşeronu Perinçek’in devamla belirttiği gibi, Türkiye’de; “ordu merkez sağın ordusu iken birdenbire cumhuriyet devrimi mevzilerine sola geçti. Bu güç dengesi değişikliği önemlidir. Önümüzde sağ bir iktidar sıfır ihtimal. Sağın ordusu yok ve sağ iktidar olmayacak. Türkiye sola kayıyor.”
Büyük olayları büyük laflar izler. Ve olaylar büyük olduğu için, sarf edenin kendisi inanmasa dahi, dinleyenleri etkileyeceğini umar. Ve görüldüğü gibi, heyecan ve coşku atmosferinde bu tür lafların ölçüleri gerçekten de kolay saptanamıyor!
Bu ‘sol’ heyecan ve hezeyanları bir tarafa bırakıp, gözümüzün önünde cereyan eden olayları anlamaya çalışalım.

DÖNÜM NOKTASI: BURJUVAZİNİN CEPHESİNDEN
Fransa’nın ünlü ‘sol’cu sosyologlarından Pierre Bourdieu söz konusu seçim sonuçlarıyla birlikte oluşan durumu şöyle tanımlıyor: “1989 tarihi gibi, önemli bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyoruz.”
Bir sonuç olarak Bourdieu’nun saptamasının doğru olduğu söylenebilir. Ancak Bourdieu buradaki saptamasını seçim sonuçlarından yola çıkarak yaparken, biz aynı saptamayı; bu seçim sonuçlarına yol açan nedenler ve bu nedenlerin gerisinde başta burjuvazi ve proletarya olmak üzere sınıfların karşılıklı ilişkilerindeki önemli değişikliklerden hareketle yapıyoruz. Bu ayrım önemlidir. Zira ayrı kriter ve verilerden bu bir noktaya gelişimiz, aynı zamanda bu noktanın ötesiyle ilgili çıkaracağımız sonuçların temelden ayrılacağının bir önbelirtisidir. Daha somut bir deyişle, İngiltere’de Blair’in, Fransa’da Jospin’in seçim zaferleri, birbirleriyle çatışma halinde olan sınıfların geleceği açısından ne anlama gelmektedir?
Şunu hemen burada belirtip geçelim ki, burjuvazinin at değiştirdiği yolundaki düşünceler, bir yönüyle, tartışmasız bir doğruyu ifade ederken (Burjuvazi, kitlelerin pervasız saldırıları ancak bir yere kadar sineye çekebileceklerini seçim sonuçlarının açıklandığı gün ayırtına varmadı!), diğer yönüyle nesnel olay ve gelişmelerin gerçek boyutlarını kapsamaktan uzaktır.
Öte yandan, görevi devralan ‘sol’cuların ne menem solcu oldukları bir sır değildir. Şahlanan sosyal demokrasi atının, emperyalist burjuvazinin işçi hareketi içindeki -sağdan soldan çivileri sökülmüş- Truva atı olduğu yeni ifşa edilen bir gerçek değildir kuşkusuz. Bilindiği gibi, bu Truva atı, özellikle ’89 yılı ve sonrasında, burjuvazinin artık gözü dönmüşçesine cepheden saldırdığı koşullarda, çok köklü bir işlevsellik krizine sürüklenmiştir. (Bu yıllarda emperyalist burjuvazi sadece işçi sınıfına cepheden ve topyekûn bir genel saldırıya girişmemiş, aynı zamanda işçi aristokrasisi ve kent küçük burjuvazisiyle ilişkilerini, proletarya ve burjuvazi arasındaki yeni güç dengesine denk düşecek bir şekilde, yeniden belirlemeye başlamıştır. (1) Gelgelelim, öncesi bir yana, ’95 yılına gelindiğinde, yani Fransa’daki işçi direnişleri, nispeten geri bir noktadan başlayan ama genç ve yeni bir işçi hareketinin yükselişinin açık göstergeleri olarak ortaya çıkıp somut sonuçlar vermeye başladığında, bu Truva atının yenilenmesinin ve yeniden mevzilendirilmesinin hem ihtiyacı kendisini açıkça göstermiş hem de koşulları doğmuştur.
Sosyal demokrat partilerin nitelikleri bakımından dünle bugün arasında bir fark yoktur. Ancak, iş görebilirliği bakımından önemli bir fark vardır: Dün; sosyal demokrat partiler, sınıfın içinde sahip oldukları geniş güven ve nüfuza dayanarak o uğursuz rollerini oynayabilirlerken; bugün bu rolü söz konusu özelliklerini büyük oranda yitirdikleri koşullarda yeniden oynamakla karşı karşıyadırlar. Bir yanda bu özelliklerdeki köklü aşınma, diğer yanda burjuvazinin bu özelliklerin yeniden kazanılmasına olanak sağlayacak (ekonomi-politik) koşulları kabul edemeyecek durumda olması; işte sosyal demokrasinin bugünkü açmazı burada yatmaktadır. İleride daha da somutlaştıracağımız gibi, gerek emperyalizmin temel çelişkilerinin dünya ölçeğinde genel olarak keskinleşmesi, gerekse Avrupa ülkelerindeki burjuvazi ve proletarya arası mücadelenin girmiş bulunduğu yön, sosyal demokrat politika ve yönetimlerin, -dünyanın genel seyrini değiştirmek şöyle dursun mevcut seyri daha da hızlandıracak- bir ara aşama özelliğini geçemeyeceğine işaret etmektedir.
Kaynağını birbirleriyle uzlaşmaz bir çelişki içinde olan sınıfların (burjuvazi ve proletarya) arasındaki mücadelede bulan bu dönüm noktasının, politik partiler yelpazesindeki yansımalarına bakıldığında, Avrupa sosyal demokrasisinin bu bakımdan ilginç bir örnek sunduğu görülebilir.
Almanya’nın eski başbakanlarından ve tanınmış sosyal demokratlarından Helmut Schmidt’in ideologluğunu yaptığı haftalık Die Zeit gazetesi son seçim sonuçlarını şöyle değerlendirdi:
“Bugün Avrupa’da zafer kazanan sosyal demokrasi değil, tersine muhalefettir. Çığır açan bir vizyon değil, tersine protestodur.”
Kuşkusuz bu saptamanın bizim sosyal demokratlarımızın saptamalarıyla bir yakınlığı yok, ama bir yönüyle de olsa, nesnel gerçeklikle bir yakınlığı vardır. (Bir yönüyle diyoruz, çünkü İngiltere’deki durum Kara Avrupası’ndan biraz farklı.) Die Zeit’in durum değerlendirmesi günümüz sosyal demokrasisi için öyle karamsar ki, “Avrupa sosyal demokrasisini bir imge” olarak niteleyebilmektedir. Gazete daha ileri gitmektedir: “CDU (Kohl’ün Hıristiyan Demokrat Partisi-A.C.) Avrupa Sosyalist Partisi’ne üye olan bazı partilerden daha sosyal demokrattır. Kohl hükümetinin sözüm ona gaddarlıkları, onun (sosyal) yasalarda ve işçi haklarında yaptığı kısıtlamalar, Hollandalı ya da İsveçli sosyal demokratların kendi vatandaşlarına layık gördüklerinin çok gerisinde kalmaktadır; hele ki Thatcher ve Majör’ın muhafazakâr hükümet döneminin ardından bıraktığı ve Blair’in de özünü değiştirmeyi düşünmediği değişikliklerin çok daha gerisinde kalmaktadır.”
Die Zeit yazarı, Brütüs olarak damgalanmak pahasına yaptığı bu saptamalardan çıkarılması gereken sonucu da yazıyor: “Sağ ve sol etiketleri bugün çok bir şey ifade etmiyorlar.”
“Düşman kampı”na geçelim. 14 Haziran ’97 tarihli The Wall Street Journal’de şu satırlar yer alıyordu: “Fransız sosyalistleri özelleştirmeye karşı olabilir, ancak şu an hükümette olan Portekiz sosyalistleri kamu mallarını satıyorlar. Geçtiğimiz pazartesi gecesi Blair; Avrupa’daki muhafazakârların çoğunun teklif etmeye bile cesaret edemeyeceği kadar sağ görüşlü bir “işsizlikten istihdama” programının taslağını sundu.” En son olarak AB’nin Amsterdam zirvesinde sosyal demokrasinin ‘sosyal demokratlığı’ kendisini açık kimlikle ortaya koydu. Sosyal demokratların çoğunlukta olduğu AB’ye ‘en sosyal demokratik konu’ diye tanımlanan işsizlik konusunda, ciddi hiçbir karar alınmadı. Zirvede istihdam paragrafının eklenmesi ve iş piyasasıyla ilgili AB’ne belirli sorumlulukların yüklenmesine üç ülke karşı çıktı. Muhafazakâr Almanya ve İspanya’nın yanı sıra, ‘Yeni Sol’cu Blair! (2)
Artık şu su götürmez bir gerçektir ki, işçi ve emekçiler nezdinde sağlı-sollu burjuva partileri aralarındaki farkları hızla yitirerek tekleşmişler, adeta bir tek partinin farklı fraksiyonları haline gelmişlerdir. Yerleşik partilerin burjuvazinin farklı görünümlere sahip tek partisi olduğu doğrultusundaki Marksist belirleme işçi ve emekçilerin bilincine işte böyle çıkmaktadır. Die Zeit yazarının acı konuşmasının nedeni de bu olgu. Derdi ise, sosyal demokrasiyi bu aynılaşmaktan kurtarmak!
Özetleyecek olursak, iki yönlü bir süreçle karşı karşıyayız. Bir yandan mevcut sosyal demokrat partiler arasındaki söylem ve vurgu farkları giderek büyüyor; diğer yandan sosyal demokrat partiler ile muhafazakâr partiler arası (yani sağ ile sol arası) farklılıklar görünmez hale, gelmiş bulunuyor.
Belirtmeye gerek yok ki, bu kriz, tek başına sosyal demokrasiye has bir kriz değildir. Yerleşik politik partiler yelpazesinde genel olarak görülen, sağlı-sollu merkez partilerin toplamının büyük bir güven aşımı yaşamaları ve geniş kitleler nezdinde çekim merkezi ve umut olma özelliklerini yitirmeye başlamış olmalarıdır. Klasik sağ-sol ayrımına göre şekillenmiş mevcut politik partiler yelpazesi, iki kutuplu dünyadan çıka-gelmiş emperyalist dünyanın egemen sınıflarının çıkarları ve yaşamın dayattığı ekonomi-politik yeniden yapılanma görevleri karşısında, giderek hantal, dinamizmden yoksun, basireti bağlanmış, toplumu motive edebilecek tüm özelliklerini yitirmiş, vizyonsuz ve geleceksiz örgütlere dönüşmüş durumda ya da böylesi bir konuma sürüklemektedir. Mevcut burjuva partileri, burjuvazinin elinde, yalama yapmış ve yerinden de kolay sökülemeyen vidalara benzemektedirler.
Ama sadece partiler mi? Şüphesiz bu aşınma, işlevsellik krizi vb. tek başına klasik burjuva merkez partileriyle sınırlı bir olay değil. Denilebilir ki, burjuva toplumunun politik-kurumsal örgütlenme ve yapısının bütününde bir aşınma ve bozulma yaşanmaktadır.
Bu sürecin gerisinde yatan olgu nedir?
Bu olgu şöyle ifade edilebilir: ’89-’90 yıllarında yaşanan dönemeç, Batı emperyalizminin uluslararası kurumlarını işlev krizine ve otorite aşınmasına sürükledi. Ülkelere göre değişmekle birlikte, ’80’li yılların başından başlayarak ve ’90’lı yılların “ideolojik moral üstünlüğüyle” pervasızlaştırılarak hızlandırılan ekonomi politikaları sonucunda, emperyalist kapitalist ülkelerin politik-toplumsal örgütlenme, yapı ve kurumları ciddi bir aşınma ve işlev krizine sürüklendi. (3)
Alman sol sosyal demokratların diliyle söylersek; ’80’li yıllardan bu yana devam eden “kapitalist karşıdevrim” sosyalizmi değil (Bu aslında ’50’li yıllarda gerçekleşti), tersine kendisinin kurduğu toplumsal örgütlenme, yapı ve dengeleri bozdu. Emperyalist burjuvazi, savaş sonrasının toplumsal, politik ve kurumsal yapılanmaların temellerini kendi eliyle oymaktadır.

POLİTİK-KURUMSAL YAPIYI YENİLEME ZORUNLULUĞU
Gerek son seçim sonuçları, gerekse emperyalist kapitalist ülkelerin geçirdiği evrimden çıkan sonuçlar birer veri olarak ele alındığında; burjuvazinin bugün ve önümüzdeki dönem için önüne koyduğu hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için belirlediği politikalar açısından İngiltere’yi; böylesi bir süreçle karşı karşıya kalan proletaryanın hangi tehditleri görmesi ve ne tür badireleri atlatması gerektiği bakımından Fransa’yı incelemek en doğru yöntem olacaktır.
Bu iki ülkeyi burada öne çıkarmamızın nedeni, (farklı varyantlarının temsilcileri olsalar da) ‘sol’ partilerin seçimleri kazanması değildir. İki ülkenin, peş peşe yapılan seçimlerinden hareketle bir kıyaslaması yapılması gerekiyorsa, bizce burada altının çizilmesi gereken yön şudur: İngiltere’de Blair, seçimleri kazanması sonucunda başbakan olurken, Jospin, Juppe’nin temsil ettiği saldırı programının reddedilmesi sonucu başbakan olmuştur. Bugünün Avrupası’nda “seçimler kazanılmıyor, tersine kaybediliyor” savı, Fransa için geçerli iken, İngiltere için tam öyle değildir, İngiltere’deki ‘sol’ iktidar; İngiliz burjuvazisinin politik ve ekonomik çizgisinin -işçi hareketinin takatsizliğinin sürdüğü koşullarda- yenilenmesine tekabül etmektedir. Fransa’daki ‘sol’ iktidar; -Fransız burjuvazisinin, çıkarlarını ve önceliklerini topluma dayatmada zorlandığı koşullarda- işçi sınıfı hareketinin geliştiği, sınıfın bir ayağının fabrikada, bir ayağının da sokakta olması olgusunun gerekli kıldığı bir yenilenmeye denk düşmektedir.
İngiltere’deki seçim sonuçlarını biraz daha yakından irdeleyelim. Avrupa’da olsun, Türkiye’de olsun, Tony Blair ve önderlik ettiği “New Labour” (Yeni İşçi Partisi) genellikle “solun sağcılaşması” çerçevesinde ele alına-gelmiştir. Oysa Blair ve “New Labour” konusunda üzerinde durulması gereken başka önemli hususlar var.
Blair’in seçim zaferinde yanıtlanması gereken asıl soru şu: İngiliz ekonomisinin; resmi verilere göre İkinci Dünya Savaşı sonrasının en iyi durumunu yaşadığı, Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 2 ila 3 arasında büyüdüğü, istatistik oyunlarıyla gerçek rakam düşük gösterilse de işsizlik sayısının göreceli olarak azaldığı, enflasyonun yüzde 3’ün altında seyrettiği ve ülkenin hâlâ yabancı yatırımlar açısından baş sıralarda durduğu koşullarda; dünyanın en tecrübeli tekelci burjuvazisi olarak tanımlayabileceğimiz İngiliz burjuvazisi neden açıktan ve tüm gücüyle Blair ve partisini desteklemiştir? (4) (Yoksulların, işsizlerin, çalışan işçi ve emekçi kitlelerin 18 yıllık saldırgan muhafazakâr yönetime tepki duyup Blair ve Labour’u seçtikleri doğrudur. Ancak bu tepki ve tercih bir önceki seçimlerde de söz konusuydu.)
İngiliz burjuvazisinin Blair’i açıktan desteklemesinin iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi; Kara Avrupası’ndaki emek-sermaye çelişkisinin geliştiği yön; ekonomik bakımdan çok daha kötü koşullarda olan İngiliz işçi ve emekçilerin sınıf kardeşlerinin yolunu tuttuğunda çok daha sert mücadelelere atılabileceği gibi olguları dikkate alarak; emperyalist planlarını yaşama geçirme temposunu düşürmeye neden olmayacak bir şekilde bu gelişmeyi önleyebilecek ya da en azından atılım açısından kritik sayılan önümüzdeki iki-üç yıl için erteleyebilecek bir taktiği benimsemesidir. Keynesçilik teorisinin İngiltere’de çıkmış olması da göz önünde tutulursa, İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfıyla çatışmada en tecrübe sahibi burjuva sınıfı olduğu, işçi sınıfıyla ne zaman çatışmaya gireceğini, ne zaman böylesi bir tutumun yarardan çok zarar vereceğini çok iyi hesap edebildiği söylenebilir.
İkinci nedeni ise; Avrupalı emperyalistler arasında büyük bir atılıma en fazla ihtiyaç duyan bir emperyalist olarak ve üstelik böylesi bir atılım için 18 yıldır bütün ekonomik koşullarını hazırlamış olarak, bu hazırlığın kaçınılmaz yan ürünü olarak beliren genel toplumsal çözülmeyi nispeten durduracak ve yeniden örgütleyecek (Rakipleri karşısında emperyalist bir atılım yapabilmek için toplumsal ve politik yapıyı yeniden örgütlemek bir zorunluluktur.) yeni bir politik vizyona sahip olma gereğidir.
Blair ve şahsıyla özdeşleştirilen Yeni İşçi Partisi, program ve hedeflerinin yanı sıra, toplumda yarattığı beklenti ve umut, İngiliz burjuvazisinin belirtilen ihtiyaç ve hedeflerine her bakımdan tam denk düşmektedir. Blair, şahsıyla ve Yeni işçi Partisi, çizgisiyle -sağ ya da sol olmasından bağımsız olarak- merkez parti olmanın tüm vasıflarını birleştirmektedir. Blair; Katolik’tir, ‘sol’cudur ve neo-liberal/neo-Keynesçi karışımı bir ekonomi politikayı savunmaktadır. Burjuva sosyologların tabiriyle, “toplumun iç birliğinin (izlenen saldırgan ekonomi politikalar sonucunda) çözülmeye başladığı koşullarda, sağ-sol ayrımının üstünde duran bir “Hıristiyan sosyalist”in birleştirici yeteneği görmezden gelinemez. Blair, her pazar düzenli kiliseye giden, toplumun dağılan dokusunu yeni bir komunitarizm (cemaatcılık, toplumculuk) ülküsüyle yeniden güçlendirmeyi görev edinen “yeni tip siyasetçidir. Alman ya da Fransız burjuvazisi olsun, Avrupa’da özellikle sınıfların mücadele ve hareketlerinin giderek radikal uçlarda gelişmeye evrildiği koşullarda, partiler yelpazesinde merkezin aşınma sürecini durduracak böylesi bir siyasetçi tipi ve siyaset kombinezonuna gıpta ile baktığı abartı değildir.
İşçi sınıfına mutlak yoksullaşma dayatılmadan, kapitalist sermaye birikimi hızlandırılıp genişletilemez. Bu, kapitalist sermaye birikiminin kaçınılmaz bir zorunluluğu ve asla değişmeyen tarihsel eğilimidir. İleri kapitalist-emperyalist ülkelerde, sistemin temellerini yıkacak olgu ve çelişkilerin olgunlaşmaya başladığı burjuva sosyologlarınca da kabul edilen bir gerçektir. Alt sınıfların yaşam koşullarında apaçık görülen yoksulluğun yanı sıra, bu sürecin bir diğer özelliği de emperyalist ülkelerdeki orta tabakanın ekonomik-sosyal açıdan giderek zayıflaması, eski konumunu yitirmesidir. Orta tabakanın ekonomik-sosyal açıdan çöküşünün en açık göstergelerine ABD’de rastlanılmaktadır. Ama sadece orada değil. Avrupa’da da İngiltere bu süreci bir süredir yaşamaktadır. 18 yıldır izlenen liberal ekonomi politikalar, gelinen yerde İngiltere’nin orta tabakasını da etkilemeye başlamıştı. Son seçim sonuçlan, orta tabakanın da, neoliberal politikaların neden olduğu ekonomik kötüleşme ve yıkımdan kurtulma umuduyla Blair ve partisini seçtiğini ortaya koyuyor. Örneğin orta tabakanın yoğun olarak oturduğu bölgeler, İngiltere’nin güneydoğusunda kalan; Londra, Kent, Essex, Sussex gibi kentlerdir. Önceki seçimlerde bu kentlerde muhafazakârların ezici bir üstünlüğü söz konusuydu. İşçi Partisi’nin en büyük sürprizi bu bölgelerde de muhafazakârları geride bırakmayı başarmakla yaptığını belirtmeye gerek yok.
Keynesçiliğin yerini Thatcherizmin aldığı İngiltere’de, Blair’in savunduğu ekonomi politika yakından değerlendirildiğinde bunun, Thatcherizm ile neo-Keynesçiliğin bir sentezi olduğu söylenebilir (bazıları gerçi şimdiden Blairizm’den söz ediyor). Fakat ‘sol’un yeni ‘politik reformasyonu’ bundan ibaret değil. Anti-komünist dalganın zirvede olduğu yıllarda -ki bu yıllar aynı zamanda sosyal demokrasinin en güçlü olduğu yıllardı-, Batı Avrupa sosyal demokrasisi, kapitalizm ve sosyalizmin “kötü yönlerini” dıştalayarak “üstünlüklerini”, “olumluluklarını birleştirebilen” bir siyaset olarak kendisini niteliyordu. “Yeni Sol” ya da “New Labour” ise, ekonomik alanda “üstünlüğünü kanıtlamış” neoliberal ekonomi politikanın “pratik rasyonelliğini” herhangi bir tabuya bağlı kalmadan pragmatistçe devralan, ama aynı zamanda onun geniş kitlelerce görülen yıkıcı ve acımasız yönlerini komunitarist, Hıristiyan sosyalist bir çizgiyle bertaraf etmeyi iddia eden bir siyaset olarak nitelenebilir. Nasıl ki, savaş sonrasının sosyal demokrasisi “insancıl bir sosyalizme” “denk düşüyor”duysa, işte en ileri örneğine İngiltere’de rastladığımız “Yeni Sol” da “insancıl bir Thatcherizm”e tekabül etmektedir.
Ünlü “London School of Economics”in müdürü Anthony Giddens’in Blair hükümetiyle ilgili yaptığı değerlendirme dikkate değer. Şöyle diyor Giddens: “Britanya politikası 1945’ten beri dünyayı iki kez temelden etkiledi. Birinci olarak, savaş sonrasında refah devletinin inşası ve ikinci olarak da, 1979’dan itibaren gelişen Thatcher liberalizmi. Her ikisi de başka ülkelere örnek teşkil etti. Umuyorum ki, şimdi (bir Labour hükümetiyle birlikte), Büyük Britanya’nın yine öncü rolü oynayacağı üçüncü bir dönem başlayacaktır. Üstesinden gelinmesi gereken görev, ekonominin ve toplumun globalleşmesinin beraberinde getirdiği talepleri, sosyal adalet, toplumsal birlik ve demokrasiyle bağdaştırmaktır. Bunların tümünün aynı anda mümkün olup olmayacağını henüz bilmiyoruz. Ancak şimdiye kadar olduğu gibi de devam edemeyiz.”
“Şimdiye kadar olduğu gibi devam edememe”, bugün, Avrupa’nın tüm emperyalist devletlerini kemiren bir sorundur. Avrupa’nın emperyalist burjuvazileri, ’89 yıllarının ideolojik-moral üstünlüğüne de yaslanarak, işçi sınıfı ve emekçi halkın boğazını aradan geçen süre içerisinde sıkabildiği kadar sıktı. Azami kâr ve dünya hegemonyası olan hedefe doğru son yıllarda çok önemli adımlar atılmış olsa da, her bir emperyalist ülke burjuvazisi açısından varılan noktayla varılması “olanaklı” görünen nokta arasındaki uçurum hâlâ durmaktadır. Öte yandan işçi sınıfı ve emekçi halka karşı saldırısının bugüne dek yaslandığı platform, tarz ve argümanlar -esas olarak sınıfın karşı koymuş olması ya da karşı koyması olanağının artmış olması nedeniyle- tavsama ve eski etkisini kaybetme belirtilerini göstermektedir. Bu durumda yapılması gereken ve zaten yapılmakta olan da son derece açıktır: Saldırı ve sömürü platformunu; ekonomik, politik, sosyal, kültürel, kısacası her açıdan yenileme ve bu yenilemeye göre yeniden mevzilenme! İngiliz burjuvazisinin yeni bir öncülüğünden söz edilecekse, işte bu anlamda söz edilmelidir.
Burada Alman burjuvazisinin, İngiltere ve Fransa seçimlerinin hemen ardından gündeme getirdiği bir tartışmaya dikkat çekmekte yarar var. Wirtschaftswoche dergisi 26 Haziran ’97 tarihli sayısında şu tespiti yapıyor: “Bonn’daki reform tıkanıklığını ancak politik-kurumsal düzeltmeler açabilir.” Alman mali oligarşisinin temsilcilerinden Hans-Olaf Henkel ise, Almanya’nın “politik bir yeniden örgütlenmeye” gereksinim duyduğunu söylüyor. Henkel’e göre, nasıl ki işletmeler, aldıkları kararların yeni şartlara uymaması durumunda, kendilerini yeniden yapılandırıyorlarsa, aynı şekilde “politik aygıt da kendisini yeniden örgütlemelidir”.
Belirtilen anlam ve çerçevede bugün Almanya’da; Federal Konsey ve hükümet arası ilişkinin yeniden belirlenmesi (“Karma sorumlulukların olması sorumsuzluğun artmasına yol açıyor.”), Federal devlet örgütlenmesi ve yapının etki alanlarının sınırlanarak merkezileştirilmesi (“kurumların sorumluluk alanlarının yeniden belirlenmesi”; “eyalet sayısının yarı yarıya azaltılması”; “anayasa mahkemesinin yetkilerinin sınırlanması”; “seçim sisteminin çoğunluk sistemine göre değiştirilmesi” )vb. “öneri” ve “görüşler” tartışmaya açılmış bulunuyor.
Başka esaslı hedeflerin yanı sıra, başlatılan bu “politik-kurumsal düzeltmeler” süreciyle öncelikle; bir yandan anayasanın değiştirilmesi yoluyla anayasal organların yetkilerinin “güçlü merkezi bir hükümetin çalışmasını kolaylaştıracak” bir şekilde yeniden belirlenmesinin; diğer yandan devlet aygıtının çalışmasını hantallaştıran her tür yapı ve mevzuatın ortadan kaldırılmasının ya da değiştirilmesinin amaçlandığı ortadadır. Yeri gelmişken belirtelim ki, devlet kurumlarının; aşınma belirtileri artan politik temsili organlarının neden olabileceği politik istikrarsızlıklar ya da konjonktürel dalgalanmalardan nispeten bağımsız ve efektif işleyişini gözeten bir dizi önlemler bir süredir alınmakta zaten. (Hemen hemen her Avrupa ülkesinde polisin yetkileri artırılmış, bireyin özgürlük haklarında bir dizi kısıtlamalara gidilmiştir. Yeni kurulan ‘Europol’ -‘Avrupa Polisi’- ise, bazı muhafazakâr demokratların bile tepkisini toplayan yetkilerle donatılmışın) Devlet kurumlarının ve bürokratik aygıtının, temsili organlardan bağımsızlaşmasına dönük tahkim edici adımların arasında, son dönemde en çok göze batan bir diğer tedbir de devlet merkez bankalarına özerklik verilmesidir. İngiliz İşçi Partisi’nin ilk icraatlarından birisinin İngiliz Merkez Bankası’na özerk bir statüyü tanıması bir tesadüf değildi. Aynı şekilde İsveç’teki sosyal demokrat hükümet, mayıs ayında merkez bankasına daha çok bağımsızlık tanıyan bir yasa tasarısını meclise sundu. Almanya’da Kohl hükümetiyle Federal Merkez Bankası arasında geçen “sürtüşme” belleklerdedir. Bu “sürtüşme”de Alman mali sermayesi merkez bankasını desteklemiştir. Nedeni de Maliye Bakanı’nın altın ve döviz rezervlerinin değerlerinin yeniden belirlenmesi talebine karşı çıkmasından çok, bu girişimini merkez bankasının “bağımsızlığına” gölge düşürecek bir tarzda yapmasıydı. Açmazını bir erdem saymasını bile-gelen burjuvazi, işler kritik bir sürece evrilmeye başladığında, devlet aygıtı ve kurumlarını tahkim etme ve temsili organların karşısında bağımsızlaştırma hassasiyetini tarihte her zaman göstermiştir!
Avrupa’nın üç büyük emperyalist devleti arasında bu açıdan bir kıyaslama yapmak gerekiyorsa, İngiltere’nin belirtilen “görev”lerin gündemde olduğu süreci, Almanya ve Fransa’dan daha kolay ve hızlı atlatacağı söylenebilir. (İngiliz emperyalizminin avantajları: zayıf konumunu hâlâ sürdüren bir işçi hareketi; ekonomik “reformlar” konusunda epey yol kat etmişlik; politik-toplumsal çözülmeyi bir süre erteleme potansiyeli taşıyan politik yenilenmeyi gerçekleştirmiş olma.) Pek çok gösterge İngiliz emperyalizminin yeni bir atağın eşiğinde olduğuna işaret etmektedir. Belirtilen konularda nispeten dezavantajlı bir konumda olanlar ise, Almanya ve Fransa’dır. Almanya’nın takatsizlik belirtileri giderek artmaktadır. Çok kısa bir sürede çok hızlı bir gelişme kaydeden Alman emperyalizminin diğerlerinden farklı, özgün sorunu şudur: Bir yandan “Ren kapitalizmini” (ki “sosyal” özelliği en gelişkin olanıdır) ekonomik olarak artık kaldıracak durumda değildir, diğer yandan ise, politik-kurumsal yeniden yapılanma konusunda faşist geçmişi nedeniyken çok “demokratik yükü” sırtında taşımaktadır. Fransız emperyalizminin başına ise esas olarak kendi proletaryası musallat olmuştur.
Herhangi bir yanlış yoruma meydan vermemek için şunun altını çizelim: Blair ve partisi için dikkat çekilen hususlar, İngiliz emperyalizminin (ve hatta tüm Avrupalı emperyalistlerin) plan ve hedefleri açısından ele alınmıştır. Bu plan ve hedeflerde başarı kaydedilip edilmeyeceği ise, başka bir sorundur. İngiltere’deki işçi sınıfını ve emekçi kitleleri yedekleme ve beklenti içinde tutma girişimleri -şu veya bu nedenle- beklenen sonuçları vermediğinde ve işçi hareketi yeniden yükselişe geçtiğinde, “Yeni İşçi Partisinin, İngiltere koşullarında daha sert geçeceği belli olan sınıf çatışma ve mücadelelerinin üstesinden gelme olanaklarının daha zayıf olduğu açıktır. Ancak, verili koşullar itibarıyla değerlendirildiğinde, İngiltere’deki ‘sol’un, kendi burjuvazisine, Fransa’dakinden daha uzun ve etkin hizmet edeceği kuvvetli bir ihtimaldir. Fransa’da şahlanan sosyal demokrasinin Blair’den çok daha önce attan düşeceğinin göstergeleri bugünden belirmiştir.
“New Labour”un Aşil topuğuna gelince. Burjuva sosyalizminin tüm varyantları gibi, “Yeni-Sol” da, somut ve nesnel sınıfların üstünde bir siyaseti vaat ediyor. Ne var ki, adı ne olursa olsun, ister komunitarizm, ister Hıristiyan sosyalizmi olsun; bu burjuva öğretilerin tümü farklı sınıfların nesnel varlığını ortadan kaldırma kudretinden yoksundur. Sınıflar arasındaki bu çelişki de, bu tür öğretilerin tarih boyunca gidip gelip çarptığı -belki ‘ilkel’ ve ‘basit’, ama pek etkin- bir kayadır!

DÖNÜM NOKTASI-PROLETARYANIN CEPHESİNDEN
“Fransa, sınıf savaşımlarının, her seferinde, herhangi başka bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar sürdürüldüğü ve bu bakımdan sınıf savaşımlarının içinde geçtikleri ve bu savaşımların sonuçlarının özetlendikleri değişken siyasal biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirdikleri ülkedir.” (Engels)
Tarihte birçok kez olduğu gibi, Avrupa’da işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının aktüel durumu, özellikleri ve gelişme doğrultusunu anlayabilmek için dikkatler yine Fransa’ya yönelmiş bulunmakta. Sosyal demokrasinin iktidara gelişi dolayısıyla, sermaye sınıfının plan ve taktiklerini açıklamak için İngiltere’yi irdelememiz gerekti. Burjuva ‘sol’un iktidar oluşunun işçi sınıfının mücadelesi ve hareketinin gelişme seyriyle bağlantısını ve doğurabileceği sonuçları anlamak için Fransa’ya bakmamız gerekmektedir…
Buraya kadar belirtilenlerden Fransa’daki burjuva ‘sol’un İngiltere’dekinden “farkı” kendiliğinden açıklık kazanmıştır. Yeniden belirtmek gerekirse: İngiltere’deki, burjuva ‘sol’un yeni varyantı iken, Fransa’daki, eski varyantıdır. Burjuvazinin akıl hocalarının bugünlerde ortaya attıkları soru ise şu: “Avrupa sosyal demokrasisi, hangi modele doğru gelişecektir; Fransız modeline mi, yoksa İngiliz modeline mi?” Birleştikleri nokta, bu gelişmenin yönünün Alman sosyal demokrasisinin gelişmesi tarafından belirleneceğidir.
Sosyal demokrasi aracılığıyla ulaşmayı hedefledikleri açısından bakıldığında, burjuvazinin “İngiliz modelinde tercihleri arasında en uygununu bulduğu söylenebilir. Ama işçi hareketine yönelen tehdit, kısa vadede buradan kaynaklanmamakta. Tehdit, bugün öncelikle “Fransız modelinden gelmektedir. Avrupa burjuvazisinin bu bakımdan -“İngiliz modelini açıktan öne çıkararak- Alman sosyal demokrasisini yakın takibe aldığı nasıl bir gerçekse, aynı şekilde Avrupa işçi sınıfının gözünün de (İngiliz değil) Fransız ‘sol’unda olduğu bir gerçektir. Avrupa’nın burjuvazisi, nasıl ki, Fransız burjuvazisinin, emperyalist planları tehdit etme potansiyelini taşıyan Fransız proletaryasının hakkından nasıl geleceğini merakla izliyorsa, işte Avrupa proletaryası da Fransız işçi sınıfının sermayenin saldırılarının devamı durumunda ne yapıp yapmayacağını o denli ilgiyle takip etmektedir.
Fransa’da etkinlik gösteren uluslararası bir şirketin yöneticisi, Fransa’nın seçimle birlikte girdiği süreci, “belirsizlik dönemi başlamıştır” diye tanımladı. Kuşkusuz, Fransız burjuvazisinin ve işçi sınıfının ne yapmayı planladığı ya da yapması gerektiği açısından bir “Belirsizlik” yok. Ancak bu belirsiz olmayan şeylerin, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, kimin ne kadar ilerleyip ilerlemeyeceği konusu gerçekten de bugünden belirgin değildir.
Somutlaştıralım. Fransız mali sermayesinin ‘sol’ hükümetten beklentisi nedir? Öncelikle, işçinin sokaktaki ayağını fabrikaya geri çekmesidir. Bunu başardığı oranda; “dünya pazarı”, “uluslararası rekabet” ve “Fransa’nın ulusal çıkarlarının” zorunlu kıldığı ekonomik-politik saldırı programını tedricen ama fazla sulandırmadan yaşama geçirmesidir.
Fransız işçi ve emekçilerinin ‘sol’ hükümetten beklentisi nedir? İşsizliğe çare bulması ve iş güvencesi, sosyal hak kısıntılarını durdurması ve kısıtlanan haklan yeniden tanıması, ekonomik ve sosyal yaşam seviyesini yükseltmesidir.
Peki, ‘sol’ hükümet gerçekte ne diyor? Proletaryasız burjuvazi olacak! Yoksulluk artmadan zenginlik büyüyebilecek! Burjuvazi ise, ‘böyle bir şey olamaz, ama sen olabilirmiş gibi hareket edebilirsin’ diyor. Proletarya ise, sezgileri ve sınıf tecrübesiyle böyle bir şeyin olamayacağını hissetse de, gerçek kurmayından yoksun olduğu için, “Bekleyelim belki bir şeyler olabilir” diyor.
Fransa’da proletarya tetikte ama beklenti içinde; burjuvazi ne yapacağını biliyor ama sabırlı ve soğukkanlı davranması gerektiğini gözeterek planlarını yeniliyor. ‘Sol’ hükümetin içinde bulunduğu açmazın karakteristiği ise şu: Beklentileri güçlü tuttuğu ölçüde işlevsel olabilecektir. Ama işlevsel olduğu ölçüde beklentileri zayıflatacaktır. Beklentileri zayıflattığı ölçüde ise işlevsel olamayacaktır, işlevsel olamayacaksa, her türlü varlık hakkını yitirecektir.
Sosyal demokrasinin tarihi, esasta siyasal oportünizmin tarihidir. Ayrıntıların kıvrımlarında dolanarak ilerlemek, sosyal demokratik “realist” siyasetçiliğin ayırt edici özelliğidir. Bu nedenledir ki, ne zaman sınıflar-arası mücadele; safların belirginleştiği, cephelerin somutlaştığı bir aşamaya girmeye başlıyorsa, işte o zaman sosyal demokratik siyasetin saati gelip çatmış demektir. Saflaşmayı dağıtmak, cepheleri bulanıklaştırmak üzere harekete geçen, burjuva siyasetçiliğin bu en iğrenç ve sinsi varyantının taktik hattı genellikle aynıdır: Bir adım ileri, iki adım geri götürerek işçi sınıfı hareketini boğmak!
Jospin hükümetinin dört haftalık icraatı ortadadır. Belirtilen tarz ve taktik gereği, önce; asgari ücret yükseltilmiş, yeni eğitim yılı için eğitim ek yardımları artırılmış, tepkilere yol açan Ren-Ron Kanalı’nın inşaat çalışmaları durdurulmuş ve Superphenix santralinin kapatılacağı ilan edilmiştir. Hemen ardından ise; AB’nin ‘istikrar paktı’na imza atılmış, Belçika Vilvoorde’deki Renault fabrikasının kapatılmasına göz yumulmuş, özelleştirmelerin olabileceği mesajları verilmiştir.
Artan eleştiriler karşısında, Jospin, kamuoyundan ‘sabır’ talep ederek, şu ilginç cümleyi sarf etmiştir: “Sağ sanki yokmuş gibi hareket edilemez ki, ancak dayanışma içinde olursak başarı kaydedebiliriz”. Bu tür sözleri Fransa’daki burjuva ‘sol’un temsilcilerinden daha sık duyacağımızı belirtelim. Buradaki argüman bellidir: Sağ iktidarı istemiyorsan, sıkıştırma, eleştirilerinde ölçülü davran ve muhtemel eylemlerle bizi müşkülata sokma!
Son seçimlerde Le Pen’in ırkçı-faşist partisi aldığı oy bakımından üçüncü parti konumuna yükseldi. Başka bir deyişle, faşistler pusuda bekliyorlar. Bu olgu da, işçi hareketinin nispeten en gelişkin olduğu günümüz Fransa’sının yabana atılamayacak bir gerçeğidir. Bu olgunun Fransa’daki sınıf mücadelesi açısından taşıdığı anlam nedir?
İşçi hareketi saflarındaki oportünizmin ideolojik temellerini yenilemek ve işçi sınıfının, hareketinin kendi diyalektiği içinde kendi devrimci tarihi ve politik kimliğini bulma sürecini deforme etmek – işte bu amaçlara ‘sol’ bir siyaset ve söylemle ulaşmaya çalışma girişiminin başarısızlığı durumunda ve komünistler üzerlerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirmediklerinde; aşırı sağcı ve faşizan bir politikayla, orta tabakayla işçi sınıfının geri kesimlerini yedekleme olanaklarının artacağı açıktır. Denilebilir ki, sosyal demokrasi, izlediği politikalarla yeniden faşizmin önünü açmaktadır.
Genel olarak görülen şu ki, emperyalistler arası çelişkiler keskinleşip giderek açık bloklaşmalara doğru meylederken, Avrupa işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki savaşım günden güne karşılıklı bir güç yettirememeye doğru gelişiyor. Büyük oynamak zorunda olan Avrupalı emperyalistlerin, karşılıklı güç yettirememe tarafından karakterize edilen bir dönemi uzun süre sineye çekebilecek bir niyet ve konumda olmadıkları, şimdiden, henüz ilk “aksaklıklarda hızla gündeme getirdikleri politik-kurumsal yapılanma girişimleriyle açıklık kazanmıştır.
Sürecin somutta nasıl gelişebileceği bugünden tam kestirilemezse de, burjuvazinin hazırlıklarını “en kötü koşulları” gözeterek yaptığı ortadadır. Burjuvazi açısından daha “kolay” ve “engelsiz” yol almayı cazip kılabilecek aşırı sağcı ya da faşizan bir yönetim biçiminin pratik bir sorun ve yönelim haline gelip gelmeyeceği ise, esas olarak birbirinden bağımsız olmayan iki faktöre bağlıdır: Birincisi, emperyalist ülkelerdeki emek ve sermaye arasındaki mücadele ve ikincisi, emperyalistler arası rekabet ve hegemonya savaşımının seyri.
Sonuç olarak, klasik sosyal demokrat politikaların yeniden geniş kitlelerce benimsenmesi anlamında, sosyal demokrasinin bir yeniden “şahlanışından söz edilemez. Ancak, ‘sol’ ve ‘insancıl’ maskeli bir siyasetle, gelişen işçi hareketini boğma, yolundan saptırma ve aynı zamanda burjuvaziye kendi plan ve saldırılarını yeniden örgütleme olanağını verme anlamında, burjuva ‘sol’un yeni bir atağından söz edilmelidir. Önemli olan Avrupa’da olsun, Türkiye’de olsun, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin bu girişim ve çabaların gerçek yüzünü görmeleri; umut ve mücadelelerini bunlara bağlamamalarıdır. Sosyal demokrasi bir kez daha bu işçi-emekçi düşmanı rolü oynama olanağını bulamamalıdır.

Ağustos 1997

DİPNOTLAR:

(1) Bugün sosyal demokrat partilerin kitle tabanı da değişmiştir. Sosyal demokrat partiler, bir yandan klasik işçi tabanında güç yitirmişler, diğer yandan ise çıkarlarını savunmayı düne göre çok daha fazla öne çıkarttıkları orta tabakalardaki tabanını genişletmişlerdir. Kısacası, mevcut sosyal demokrat partiler, çoktandır (burjuvaziyi savunsa da) klasik “işçi partisi” olmaktan çıkmışlardır. Sermaye partileri konumundadırlar.

(2) ‘Sol’ Avrupa’da iktidara geldi. Dolayısıyla bu, sosyal bir Avrupa’yı yaratmanın olanaklı hale gelmesi demektir! İşte bu teze dayanılarak, geniş emekçi kitlelerde AB politikalarına ve birleşme sürecine karşı oluşan kuşku ve tepkiler, bu tümüyle dayanaksız umut çerçevesinde yedeklenmeye çalışılmaktadır. Avrupa ‘sol’unun, AB politikasının özü bu! Amaç belli: Saldırılara karşı direnişi kırmak, sosyal Avrupa hayaliyle gündeme getirilecek çeşitli “tedbir” ve fedakârlıkların sineye çekilmesini sağlamak.

(3) Hatta sadece İngiliz mali sermayesi değil, Fransız seçimlerin ardından International Herald Tribune’den Washington Post’a kadar, Wall Street Journal’dan Financial Times’e kadar, tüm uluslararası sermaye odakları, Avrupa’nın ‘sol’ partilerine “Bill Clinton ve Tony Blair’i örnek alınız!” diye yol göstermiştir.

(4) Denilebilir ki, İngiliz emperyalizmi son 18 yıllık dönemi, ‘savaşım için donanma’ süreci olarak değerlendirmiştir. Burada, sanayi temelini yenilemeye dönük atılan adımların yanı sıra, en dikkat çekici olan husus, İngiliz emperyalizminin sermaye birikimini hızla büyütme gayretidir. Öte yandan İngiliz ekonomisinin bir diğer özgün yönü de, sanayinin mevcut kapasite kullanımı oranının çok düşük olmasıdır. Örneğin ’91-’93 kriz yıllarında imalat sanayisindeki kapasite kullanımı yüzde 30 ila 35 arasında seyrederken, kriz öncesinde (yani ’91’de 100 olarak belirlenen sanayi üretimi bugün 108’i bulduğu koşullarda) bu oran ancak yüzde 47’dir! Son 4 yıl idinde bu oran en yüksek seviyesine ’95’in ortalarında yüzde 58’e ulaşmıştır. Görüldüğü üzere, Avrupa’nın rantiyeci özellikleri en çok gelişmiş bir ekonomisiyle karşı karşıyayız. Örneğin Fransa’da bu oranlar şöyledir: 93 ortalarında yüzde 80,5; ’95 ortasında yüzde 84,5 (ki bu en yüksek oranı) ve ’97’de ise yüzde 81. Japonya’da ise, 92 yılı başlarında yüzde 91; ’93 sonlarında yüzde 80; ’97 başında ise yüzde 92,5 dolaylarındadır.
Kısacası veriler, İngiliz emperyalizminin bir yandan -yenilemeye çalıştığı- sanayisinin kapasite kullanımını artırmaya yöneleceğini, diğer yandan ise hızla büyüttüğü sermaye birikimiyle yayılmacılığını finanse edeceğini göstermekte. Önümüzdeki dönemde, İngiltere’nin kredi ve yatırım faaliyetlerini artırması bir sürpriz olmayacaktır.

Bir halk ayaklanmasının ardından

Arnavutluk halkının ayaklanması üzerinde dururken, bu küçük ülkeye dair bir olgunun altı kalın bir çizgiyle çizilmelidir. Zira bu ayırt edici olgu dikkate alınmadan Arnavutluk’un yakın geçmişiyle bugünü tam anlaşılamaz. Bu olgu kısaca şöyle ifade edilebilir:
Sosyalist Arnavutluk, uluslararası muzaffer proletaryanın yitirdiği son kaledir. Bu özgün durumunun da bir sonucu olarak, 40 yıl boyunca emperyalizme ve sosyal-emperyalizme, hemen hemen tek başına ve öz gücüne dayanarak boyun eğmeyen Arnavutluk halkı ve proletaryası, son kale olarak düşmenin bedelini de çok ağır ödedi. Düştüğü koşullar itibarıyla bu küçük sosyalist ülke, azgın ve pervasız anti-komünist saldırganlığı tüm yönleri ve yoğunluğuyla yaşadı. Arnavutluk’un bu durumu, dolayısıyla, saldırganlığın bu türünün tüm dünyada kaçınılmaz olarak doğurmakta olduğu bütün sonuçlarının da yoğun bir şekilde ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.
Neydi bu sonuçlar?
Sözüm ona sosyalist Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin çöküşünde rastlanılmayan bir saldırganlığı yaşayan Arnavutluk, kelimenin tam anlamıyla, bir harabeye dönüştürüldü. Karşıdevrimci güçlerce, bir yandan azgınca yağmalandı, diğer yandan “sosyalizmden kalma” denilerek her şey yıkıldı, tahrip edildi. Tarihe ideolojik Vandalizm olarak geçecek bu saldırganlık sonucunda; asfalt ve demiryolları söküldü; okullar, yuva ve kreşler masa ve camlarıyla birlikte paramparça edildi; fabrikaların kapısına kilit vuruldu ya da iş makineleri tahrip edildi; yüz binlerce işçi ve devlet görevlisi işsiz-güçsüz bırakıldı; bu gelişmelere doğrudan ya da dolaylı karşı koyan tüm devrimci ve komünistler, başta ordu olmak üzere devlet kurumlarından ve toplumsal yaşantının tüm alanlarından tasfiye edildiler. Kısacası, Arnavutluk’ta; toplumsal güçler ve örgütlenmeler çözüldü. İşçi sınıfı üretimden koparılıp sokağa itildi. Köylerde, toprağın yeniden paylaşılmasını gizlemek amacıyla, yeniden kan davaları kışkırtıldı. Birçok köylü, hasattan çok can derdine düştü. Başta İtalyan ve Yunan televizyonları olmak üzere, emperyalist propaganda odaklarının yıllarca kustukları zehirin etkisinde kalan gençlik, büyük umutlarla yurtdışına göç etti. Gidip gerçekleri yerinde gören gençler, zengin olmak bir yana, ülkede bıraktıkları yakınlarının tek gelir kaynağı oldular. Arnavutluk, hem devlet olarak, hem de halk olarak, dışarıdan beslenir hale getirildi.
Bu arada Berişa ve şürekâsı, dışta emperyalist devletlerin, içte ise palazlanma fırsatı bulmuş bir avuç üst düzey bürokratla, tüccar ve bankerin politik desteğine dayanan gerici bir rejim kurdu. Bir önceki yıl yapılan (ve SP’nin kazandığından şüphe duyulmayan) seçimlerde de görüldüğü gibi, bu rejim, göz göre göre seçim sonuçlarını hileyle değiştirmekten de sakınmadan, baskı ve terörle her türlü muhalefeti ezdi. Berişa iktidarı, esasında Kosovalı milliyetçiler ile sosyalist düzende halk düşmanı olarak yargılanan unsurlardan oluşturduğu gizli polis örgütü SKlH aracılığıyla koyu bir terör estirdi. Keyfi gözaltılar, göstermelik yargılamalar, yargısız infazlar, adam kaçırmalar, işkence ve baskılar, asgari burjuva özgürlük haklarının sistematik bir şekilde çiğnenmesi vb.; tüm bunlar ülkedeki politik yaşantıyı karakterize eden olgular durumuna geldi.
İşte tarihinde boyun eğmektense aç kalmayı göze almayı öğrenen bu onurlu halk, şubat ayında, bu yıkıcı ve aşağılayıcı koşullara karşı ayaklandı.

AYAKLANMANIN ANLAMI
Arnavutluk’taki halk ayaklanmasının gerçek nedeni “Piramit soygunu” değildi. Bu, olsa olsa bardağı taşıran son damlaydı. Ayaklanma boyunca kesintisiz faaliyet yürüten emperyalist propaganda odakları, asıl temellerine yukarıda dikkat çektiğimiz halk ayaklanmasını, “Piramit dolandırıcılığına silahla tepki gösteren “asiler”in başıboş eylemi derekesine indirgedi. Bu odaklara göre, dolandırıcılığın bu basit ve kaba türü kapitalizme geçen eski sosyalist ülkeler için tipikti. Yıllarca birçok şeyden mahrum bırakılan insanlar, gerek bastırılan bu özlemleri, gerekse vaat edildiği üzere kısa yoldan zengin olma ümitleri dolayısıyla, istismarcı mali düzenbazlara kolay yem olmaktaydılar. Rusya, Romanya, Bulgaristan, eski Yugoslavya ve Çekoslovakya’da görülen “piramit şirketleri iflasları”, bu olayın tek başına Arnavutluk’a has olmadığını, tersine bunun “eski sosyalist ülkelere özgü” olduğunu göstermekteydi.
Şüphesiz, kapitalizmle ilgili (özellikle de bu emperyalist propaganda odaklarınca) yaratılan yanılsamalar nedeniyle, eski sosyalist ülke ya da sosyalist biçimleri muhafaza eden ülkelerin insanlarının daha kolay aldatılabildiği bir gerçektir. Ancak, asıl uğraşları gerçekleri çarpıtmak olan bu odakların üzerinde durmadığı, daha doğrusu duramadığı, Arnavutluk’taki halk tepkisinin neden diğer “sosyalist” ülkelerde ortaya çıkan tepkilerden farklı geliştiğidir. Oysa Arnavutluk’u diğer ülkelerden ayırt eden tam da bu nokta değil midir? Ekonomisi, temelleri itibarıyla tahrip edilen, ciddi bir sanayi üretimi olmayan, toplumsal bakımdan çözülmüş bulunan ve her türlü toplumsal örgütlenmenin tasfiye edildiği bir ülkede, böylesi bir ayaklanmanın ortaya çıkması ve nesnel olarak iktidar sorununu gündeme getirmesi nasıl mümkün olabilmiştir? Başta eski Yugoslavya olmak üzere, Balkanlar’da halkları birbirlerine boğazlatan, anlamsız savaşlara sürükleyen emperyalistler, bu iğrenç ve insanlık düşmanı politikalarıyla Arnavutluk’ta neden başarılı olamamışlardır? Arnavutluk’ta; Katolik-Müslüman, Güney-Kuzey, azınlık sorunları, monarşistler-cumhuriyetçiler vb. sahte ve yanıltıcı ayrım ve gerginlikler yaratma girişimleri neden sonuç vermemiştir? Kuşkusuz, asıl yanıtlanması gereken, ancak gündeme getirilmesinden bile özenle kaçınılan sorular bunlardı. Gerçek şuydu ki, 40 yıl Balkanlarda “aykırı bir ses” olagelen Arnavutluk, bir kez daha, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin plan ve amaçları karşısında “aykırı” bir tutum sergilemişti.
Bu küçük, fakat onurlu ülkeyi, dünya işçi ve emekçilerine onlarca yıl boyunca “sosyalist” olarak yutturulan diğer ülkelerden ayıran pek çok özellik vardı. Her şeyden önce, Ramiz Alia önderliğindeki AEP, emperyalizm karşısında diz çökerken, bu ülkede gerçek bir sosyalist sistem söz konusuydu. Sömürücü bir sınıf henüz oluşmamıştı. Berişa bile, revizyonist ülkelerdeki gibi sömürücü bir sınıfı hazır bulamadığından, iktidarına toplumsal bir dayanağı doğru dürüst yaratamadan halkın hedefi haline geldi.
Arnavutluk’taki halk ayaklanması esasında kendiliğinden bir ayaklanmaydı. Ayaklanmanın gerisinde bilinçli ve yöntemli bir hazırlık yoktu. Oysa kendiliğinden, hazırlıksız ve iyi örgütlenmiş bir politik önderlikten yoksun olan ayaklanmaların yazgısı, genellikle, karşı-devrimin güçlerince şiddetle ezilmektir. Arnavutluk’taki silahlı ayaklanmanın ise böyle bir kaderi paylaşmamasının ana nedeni, ordunun ayaklanma esnasında aldığı tutumdu. Ayaklanmanın patlak verdiği yerlerde, asker ve subaylar, silahlanmak için kışlalara yönelen halka ateş açmadı. Çoğu yerde subay, asker ve polisler silahlarıyla birlikte halkın saflarına geçtiler ve generallerin, emniyet müdürlerinin ve Tiran’ın emirlerini tanımadıklarını açıkladılar. (Örneğin 19 MIG savaş uçağının bulunduğu ikinci büyük hava üssünün direnişçilerin eline geçmesinden önce, üssün pilot ve komutanları, OHAL Komutanına üsse iniş izni vermediler. Cirokastra yakınlarındaki sivil araçlara ateş açma emri alan iki askeri pilot ise, bu emri yerine getirmemek için uçaklarıyla birlikte İtalya’ya kaçtı.) Ordunun (ve sonradan kısmen de polisin) bu tutumu genel bir tutum halini aldığı için, iktidar, OHAL ilanında, itaat etmeyen askeri güçleri askeri mahkemelerde yargılamakla tehdit etti, ancak bu tehdidiyle de bir sonuç alamadı. Cirokastra ve Saranda’da olduğu gibi, oluşturulan Halk Komitelerinde bazı emekli generaller de yer aldı. Zamanında orduda üst düzeyde görev yapmış bazı subaylar, ayaklanmaya askeri yönden önderlik etmeye yöneldiler. Kısacası, bir üst düzey, subayın ifadesiyle, “ordu halkın yanında”ydı. Ordunun söz konusu tutumunda, sosyalist Arnavutluk’un halk ordusuna verdiği eğitim ve saflarında kök saldığı halkın ordusu olma anlayışının esasta belirleyici olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
Öte yandan ayaklanmanın, tüm zaaflarına karşın bilinen konumu ve mevzileri yakalayabilmesinin bir diğer nedeni de, Arnavutluk halkının yakın tarihinden, özellikle de halk devrimi ve Enver Hoca döneminden devraldığı devrimci erdem ve gelenekleri yitirmemesi, bunları yeniden anımsaması ve bu ruhla hareket etmesiydi. Tek tek insanlar için her ne kadar, “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” denilebilinse de, bu, halk ve sınıflar için geçerli değildir. Günümüzün pek çok olayı, halkın ve sınıfların, salt o anki bilinçleriyle hareket etmediklerini, tayin edici anlarda “tarihi bilinçleri”ne göre de davrandıklarını ortaya koymaktadır. Arnavutluk halkı da böyle davrandı.
Arnavutluk’ta sosyalizm yıkılmıştı ama hiçbir şey boşuna gitmemişti! Halkın bilincinde ve duygularında hâlâ sosyalizmin kalıntıları ve izleri vardı ve bunlar halkın kendiliğinden ayaklanmasına yön vermekteydi!
Derinlemesine kavranması gereken bu olgu ve diğer faktörlerin ayaklanmaya kazandırdığı özellikler, bilindiği gibi, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin yüreğine büyük bir korku saldı. Emperyalistlerin sadece nevrini döndürmekle kalmayıp eteklerinin de tutuşmasına yol açan bu silahlı ayaklanmadan duyulan korkunun gerisinde, burjuva basınında ifade edildiği gibi, anlamsız herhangi bir “Balkan savaşı”nın patlaması durmuyordu. Korkulan, öncelikle emperyalist devletlerin yaslandığı iç gericiliklere yönelen anti-emperyalist bir dalganın Balkanları kaplamasıydı. Zira Arnavutluk halkının tepkisi tam da bu özelliğiyle bölge ülkelerinde meydana gelen gelişmelerden ayrışmaktaydı. Kısacası, bu küçük ülke, bir kez daha, çok kötü bir örnek teşkil ediyordu! Bu küçük ülke tezgâhlanmakta olan birçok emperyalist planı altüst edebilirdi!
Ayaklanma karşısında yekpare harekete geçen emperyalistlerin, yanlış bir durum tahlilinden yola çıkmadıkları hemen görüldü. Ayaklanma, kısa sürede, bölge ve çevre halklarının sempati ve saygısını kazanmaya başladı. Örneğin ayaklanma sürerken, komşu Makedonya’daki bankerzedeler de sokaklara döküldü. Rusya’da İzvestiya gazetesi, ayaklanmanın Rusya’ya sıçrayıp sıçramayacağı sorusunu kaygıyla gündeme getirdi. Ayaklanma Tiran sokaklarına sıçradığı sırada ise, “Rus yetkililerin Arnavutluk’taki ayaklanmanın “Rusya’da da meydana gelebileceği korkusu üzerine önlem aldıkları” haberleri yayıldı. Alınan ‘önlemler’in başında, Rus subaylarının ekonomik ve sosyal koşullarının düzeltilmesi geldiği bildirildi. Yunanistan’da ayaklanmayı desteklemek amacıyla yapılan mitinglerde anti-emperyalist sloganlar öne çıktı. Bu koşullarda, Yunan hükümeti, Arnavutluk’taki gelişmelerin “tüm bölge için tehlike oluşturduğunu” ileri sürerek NATO’nun askeri müdahalede bulunmasını istedi.
Arnavutluk’taki karşı-devrimin yardımına; politik, diplomatik, ekonomik ve askeri bütün olanak ve deneyimiyle, dünya karşıdevrimi yetişti. Yiğit ama örgütsüz halkın, kahraman ama pratik politik önderlikten mahrum ayaklanmacıların karşısında, dünya karşı-devrimi mevzilendi. Emperyalizm etkinliğini fiilen geliştirebilmek için, içerden yeni bir işbirlikçi güce dayanmak zorundaydı. Bu işbirlikçi gücü, bu onurlu halkın böylesi ağır koşullara sürüklenmesinde baş sorumluluğu taşıyanlarda buldu: Sosyalist Parti (SP) ikinci kez Arnavutluk halkını arkadan hançerledi. SP’yi temsilen Berişa başkanlığında başbakanlık görevini yürüten Başkim Fino(!), adının hakkını verdi!

AYAKLANMACILARIN İKİRCİKLİ TUTUMU
Ayaklanma dönemlerinde, mücadelenin belirli bir anında alınması gerekli olup da alınmayan bir tutum, gösterilmesi gerekli olup da gösterilmeyen bir girişkenlik, çoğu kez ayaklanmanın bütün kaderini değiştirecek gelişmelerin önünü açabilmektedir. Arnavutluk’taki ayaklanma, uluslararası proletaryanın bu tarihsel deneyiminin önemini bir kez daha ortaya koydu.
Belirtmek gerekir ki, Arnavutluk’taki halk ayaklanması nesnel olarak iktidar sorununu gündeme getirdi, ancak öznel olarak böyle bir perspektife ayaklanma boyunca tam sahip olamadı. Silahlı halk güçleri başkent Tiran’a yürümedi, yürümekle tehdit ettiler sadece. Ayrıca “Tiran’a yürüyüş”ün hedefini iktidarı ele geçirmek olarak da belirlemediler, tersine amaçları, gitmekte direten Berişa ve kliğini kendi elleriyle alaşağı etmekti. (Tiran’ın ele geçirilmesi durumunda, devrimci ve komünistlerin bu mevziiyi doğrudan halkın iktidarına dönüştürme olanaklarını yakalayabilecekleri gerçeği, sorunun başka bir yönüdür.)
Öte yandan sorun sadece Tiran’a yürünmemesiyle de sınırlı değildi. Örneğin Ayaklanma ya da Halk Komiteleri, ‘kuruldukları yerlerde, nesnel olarak iktidar organları olmalarına karşın, kendilerini gerçekte iktidar organları olarak görmediler. (Vlora Halk Komitesi’nin kent yaşamının çeşitli sorunlarına ilişkin iktidarını icra etmede sergilediği çekingenlik ve pasiflik bunun somut bir belirtisiydi.) Komiteler kendilerini neyin organları olarak gördüler? Berişa’yı iktidardan uzaklaştırmanın kuvvetleri olarak. Peki, Berişa’nın yerine kim gelecekti? Bunu seçimler belirleyecekti! Ya seçimleri kim düzenleyecekti, hangi politik otorite bunu sağlayacaktı? Yanıtı, bir soru işaretidir!
Ayaklanmanın sürükleyici önder güçlerinin; ayaklanmanın gerektirdiği görevleri tam ve zamanında anladıkları, açık siyasal bir kimlikle ayaklanmanın tümüne önderlik etmenin ertelenemez bir zorunluluk olduğunu gördükleri, devrimci taktik sloganları hızla değişen koşullara göre yenileyip geliştirmeyi bildikleri, ayaklanmanın politik ve ideolojik platformunda beliren zaafları doğru ve zamanında saptadıkları, ayaklanmaya katılan emekçi sınıf ve katmanların sınıfsal özellikleri ve taleplerini yeterince dikkate aldıkları söylenemez. Silahlı ayaklanma, sürükleyici güçlerinin bu ciddi zaaflarını hiçbir şekilde affetmedi.
Silahlı halkın; Berişa iktidarına ültimatom verdiği, ültimatomun dikkate alınmaması durumunda “Tiran’a silahlı yürüyüş” yapacağını ilan ettiği günden yaklaşık 10 gün öncesinin koşulları göz önüne getirildiğinde, ortaya çıkan tablo şudur: SP, ayaklanmanın sistemin bizzat varlığını tehdit eder boyutlara geldiğini görerek, emperyalistlerin direktifleri doğrultusunda Berişa ile sistemin bekası için diyalog ve uzlaşma görüşmeleri başlatıyor. Tiran’daki uzlaşma görüşmelerine rağmen, ayaklanma yayılmaya devam ediyor. Berişa, silahların bırakılması şartıyla, seçimlere gitmeyi kabul etmesine ve halka tanıdığı 48 saatlik sürenin uzatılması talebinin SP tarafından (!) ileri sürülmesine karşın, ayaklanma yayılma hızını yitirmeden ilerliyor. Ve nihayet Berişa ile uzlaşarak başbakan olan SP’li Fino’nun ilk açıklaması, silahların bırakılması çağrısı olmasına rağmen, ayaklanma durmadığı gibi doğrultusunu kuzeye, Tiran’a yöneltiyor.
Görüldüğü üzere, SP, emperyalistlerin direktifleri ve çıkarları doğrultusunda silahlı halk ayaklanmasını devrimci mecrasından çıkartabilmek için tüm karşı-devrimci hünerini ortaya koymakta. Ve o anın kritik özellikleri nedeniyle, bunu bizzat açıktan yapmak zorunda kalmış bulunmakta. Ayaklanma sürecinin, politik taktikler bakımından en kritik olan bu anın özelliği neydi? Bu anın özelliği; SP’den beklentileri olan komite üyelerinin de ciddi tereddütler geçirdiği; Berişa’ya karşı SP’yi tercih eden kitlelerin kuşkuya düştüğü; savaşım halindeki kitlelerin psikolojisinde, iki seçenekten birisi üzerinde artık karara varma aşamasına gelindiği, yani; ya bu ayaklanmayı kendi öz gücünden başka hiçbir kimseye dayanmadan sonuna kadar götürme kararını verme gerekliliğini pratik bir dürtü olarak algılayacağı, ya da halkın bu iddiasını, saflarında gördüğü bir gücün (SP) yol açtığı tereddüt ve kuşkuların da etkisiyle, yitirme duygusunun gelişme olanağını bulacağı bir an olmasıydı. Ayaklanmanın önder güçleri, bu anın özelliğini doğru değerlendiremediklerinden; aradan geçen on gün zarfında, söz konusu ikinci ihtimal halk güçleri saflarında gelişme olanağı bulabildi. Politik bakımdan net bir tutumun ortaya koyulamaması, gerekli devrimci girişkenlik ve kararlılığın gösterilememesi sonucu, “Tiran’a yürüme” ültimatomu boş çıktı. Beklenildi. Komiteler, Tiran’daki görüşmelere taraf olarak katılıp katılmama üzerine tartıştılar.
“Ayaklanma ile asla oynanılmaz, ama bir kere başlatıldı mı da sonuna kadar götürülür. Belirleyici yer ve zamanda güçlerin ezici çoğunluğu toplanmalıdır, yoksa daha iyi bir eğitime ve örgütlenmeye sahip olan düşman, isyancıları imha eder. Ayaklanma bir kere başlatıldı mı, büyük bir kararlılık içinde hareket etmek ve her şart altında ve mutlaka saldırıya geçmek gerekir. Savunma, her silahlı ayaklanma için ölüm demektir. Düşmanı gafil avlamaya ve birliklerinin henüz dağınık olduğu anı kollamaya gayret edilmelidir.
Önemli olan her gün (söz konusu bir şehirse ‘her saat’ diyebiliriz) küçük de olsa yeni başarılar elde etmek ve her ne pahasına olursa olsun ‘moral üstünlüğü’ korumaktır.” (Lenin)
Tiran’a saldırmayan devrimci güçler, böylelikle “moral üstünlüğü”nü de karşıdevrime kaptırdılar. “Sahte bir yemle bir hakikat balığı tutan ” emperyalistler, derin bir nefes alabilirdi artık! Son tahlilde hep kuvvetin çözdüğü temel toplumsal sorunlar, artık yeniden, emperyalistlerin ve karşıdevrimin kendisini emin ve üstün hissettiği düzen sınırlarına hapsedilebilirdi!
Halk ayaklanması bizzat bu sınırları yararak, Fatos Nano’yu cezaevinden kurtarmıştı. Nano ise, emperyalistleri hayal kırıklığına uğratmayarak, silahlı halkın devrimci hareketini burjuva parlamentosunun pis gübre kokan o daracık salonuna sıkıştırdı! Nano, muhtemeldir ki, bu salonun kapısına sırtını dayayarak, şu İspanyol atasözünü mırıldanmıştır: “Pelerinimin altında, Kralı bile öldürebilirim!”
Oysa Tiran’a yürüme kararlılığı gösterilebilseydi, o ana kadar yapılan bütün hatalara rağmen, başarı elde etme ve SP’nin etkinliğini alabildiğince sınırlama olanakları vardı. Berişa kaçmak üzereydi. Korumaları ‘bir yere gitmeyeceksin’ diye alnına silahı dayadığı için kaçamamıştı! Ayaklanmanın en kararlı ve dinamik kesimini teşkil eden Arnavut gençleri, Deniz Kuvvetleri’nin hücumbotlarını ele geçirmelerine rağmen, ülkeyi terk etmemişlerdi! Savaşmaya hazır olan gençler, ültimatomun arkası gelmeyince denize açıldılar…
Bugün varılan nokta nedir? İşgal etmekten çok yukarıda belirtilen “çözümü” güvenceye almak için emperyalistlerce konuşlandırılan yabancı askeri birlikler ülkeyi terk etmiş; SP’nin zaferiyle sonuçlanan parlamento ve başkanlık seçimleri gerçekleştirilmiş ve halkın zamanında reddettiği “Berişa Anayasası”nın yerini alacak, nispeten “liberal bir anayasa” için çalışmalar başlatılmıştır. Geriye, karşı-devrim açısından böylesi koşullarda her zaman temel sorun olan (“ezilen sınıfın elinde silah var mı?’) sorunun çözülmesi kalmıştır. Politik silahsızlandırmayı askeri silahsızlandırma izlemektedir. Halkın silahsızlandırılması gündemdeyken, emperyalist devletlerin de yardımıyla yeni bir düzenli ordu kurulmaktadır.
Arnavutluk’ta artık “yeni” bir dönem başlamış bulunmaktadır. “Yeni” dönem, yeni mücadele biçimlerini beraberinde getirecektir. Kuşkusuz, Arnavutluk halkı, her şeye karşın, son sözünü söylememiştir.

ÇIKARILMASI GEREKEN SONUÇLAR
Buraya kadar belirtilenlerden şu özet sonuçlar çıkarılabilir:
— Toplumsal bakımdan çözülmesine ve herhangi bir ciddi örgütlenmeden yoksun olmasına karşın, Arnavutluk halkının; emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, kesin zaferini üstüne basa basa tekrarlayıp durduğu ve mağrur bir edayla proleter ve halk devrimlerinin tarihten bir sapma olduğunu ilan ettiği koşullarda gerçekleştirdiği ayaklanma, uluslararası devrimci proletarya açısından bugün özellikle öne çıkarılması gereken farklı bir tepkidir. Ayaklanmanın sonucu, bu tepkinin anlamını değiştirmemektedir. Bu tepki; başta Balkan halkları olmak üzere dünyanın ezilen halklarına, emperyalizmin yerli işbirlikçilerine yaslanarak dayattığı; sömürgeleşmeye, soygun ve talana, mutlak yoksullaşmaya, etnik kışkırtma ve gerici savaşlara karşı alınması gereken tutumun nasıl olması gerektiğini göstermektedir. Uluslararası proletaryanın bugünkü kuşağının bu tepkiden ayrıca öğreneceği şey, revizyonizmin değil, gerçek proletarya sosyalizminin hiçbir kazanımının boşuna gitmediği, gitmeyeceği ve bugün vermekte olduğu mücadelesinde bu şanlı ve zengin tarihinin bilgisi ve tecrübesine dayanabileceği, dayanması gerektiği ve ilk muharebeleri veren proletarya ordularından bu açıdan daha avantajlı ve şanslı olduğudur.
— Ortaya çıktığı süreç itibarıyla, Arnavutluk halkının silahlı ayaklanması; dünya çapında işçi direnişlerinin, genel grev ve kitle mücadelelerinin geliştiği; Ekvador’da genel grev ve çatışmaların yaşandığı; Brezilya’da köylülerin silahlı toprak işgallerini gerçekleştirdiği; Kara Afrika’da rejimler yıkan silahlı halk ayaklanmalarının gündeme geldiği koşullarda patlak verdi. Bütün bunlar, birbirini doğrudan geliştiren, etkileyen ya da koşullandıran gelişmeler olmamakla birlikte, dünyanın genel olarak yeni bir altüst oluş ve devrimler dönemine yol alışının somut belirtileridir. Bunlar henüz, sesten hızlı olan şimşeğin çakışlarıdır. Ancak, kulağı kirişte olan sınıf bilinçli önder işçiler açısından; fırtınanın çok uzak olmadığını; işçi sınıfı ve partiyi çok yönlü hazırlama görevlerine çok daha sıkı sarılmak gerektiğini; Arnavutluk’taki pratik deneyin de, sınıf mücadelesinin gafil avlanmayı kaldırmadığını; hemen hemen objektif tüm elverişli koşulların oluşmasına rağmen, kurmaysız, hazırlıksız ve eğitimsiz orduların yenik düştüğünü bir kez daha kanıtladı.
— Yiğit halkın karşısında, gerçekte Berişa bozuntusu değil, dünya karşı-devrimi durdu. Peki, yanında? Arnavutluk halkına ve komünistlerine uluslararası destek, geldiği kadarıyla, esas olarak bölge halklarının emekçileri ve devrimcilerinden geldi. (Burada özellikle Yunan işçileri ve devrimcilerini anmak gerekir.) Bu pratik deneyim, gerek uluslararası proletarya hareketinin, gerekse uluslararası komünist hareketinin saflarındaki, sembolik değil, içten ve pratik dayanışma ve yardımlaşma bilinci ve duygusunun hâlâ yeterince gelişmemiş olduğunu gözler önüne serdi, işçi sınıfının bu konuda eğitilmesi ve uluslararası komünist hareketin mevcut eksikliklerini aşmasının bugünün yakıcı görevlerinden birisi olmaya devam ettiği görüldü.
— Halk ayaklanmasının ideolojik-politik zaaflarının kaynaklık ettiği gelişmelerden ise ancak şu sonuç çıkartılabilir: Proleter sosyalizmin, bağımsızlığını koruyarak, kendisiyle diğer “sosyalist” akımlar arasındaki ayrım çizgisini kalın bir şekilde çekmesi, bu çizginin bulanıklaştırılmasına dönük tüm girişim ve eğilimler karşısında her zaman ilkeli ve kararlı bir tutum alması ve işçi sınıfını ye onun ileri unsurlarını bu konuda ısrarlı bir şekilde aydınlatıp eğitmesi sorunu; dar görüşlülük, kibirlilik, sekterlik ya da grupçuluk değil, tersine, en özlü ifadeyle, Arnavutluk’taki deneyin de ortaya koyduğu gibi, iktidara hangi sınıfın kendi damgasını vuracağı sorunudur.
Arnavutluk’taki halk ayaklanmasının anlamı ve çıkarılması gereken belli başlı sonuçların, esas olarak bunlar olduğu söylenebilir.

Ekim 1997

I. Emeğin üretkenliği ve iş süresi

Burjuva ideologları, anti-komünist propagandalarında; kapitalist üretim tarzının “dinamikliği” ve “üretkenliği”yle, “bilim ve teknolojiyi hızla geliştirmesiyle” böbürlenirler; günlük ekonomi politikada ise; “maliyet faktörü”yle, “ücretlerin yüksekliği”yle, “daha uzun çalışmanın gerekliliği”yle işçi ve emekçilerin karşısına çıkarlar. Onlara göre, bu bir çelişki değildir, aksine “rekabet olgusu”nun bir buyruğudur. Burjuva kafası açısından rekabet; hayvanlar alemini de, insanlar alemini de belirleyen bir “doğa yasası”dır.  Hayvanlar, türlerinin devamını, insanlar da “refahı”nı bu yasaya borçludurlar. Anlaşılan o ki, burjuva ideolojisi için, insanlık, hayvanlar aleminden çıkmamıştır!
Ruhunu sermayeye teslim etmemiş sosyologlar ise, kapitalist dünyanın “ekonomik paradoksu” karşısında duydukları şaşkınlığı gizleyemiyorlar: Kârlar hızla artmasına; reel ücretler gerilemesine ve aynı anda emeğin üretkenliği yıldan yıla katlanmasına rağmen – “ürkütücü boyutlar kazanan” işsizlik, büyümeye devam ediyor!
Gerçekten de çarpıcı bir tabloyla karşı karşıyayız: Batı Almanya’da örneğin, 1980-2000 yılları arasında sermayenin “net kazancı” ikiye katlandı, “net ücretler” ise % 0,4 geriledi. Reel ücretlerdeki gerileme ise daha yüksekti; tek başına 1993-2000 arasında % 6,9 düştü.   Bu arada, 1982-1997 yılları arasında üretkenlik % 35,4 oranında artarken, işsizlikte % 63,5 oranında bir artış kaydedildi!   ABD genelinde ise, 1979-1992 yılları arasında üretkenlik % 35 artarken, çalışanların sayısı % 15 geriledi.
Emeğin üretkenliğindeki artış dünya çapında gözlemlenebilen bir olgu. Ve kuşkusuz kıyaslanan süreler uzadıkça, elde edilen veriler de, o kadar “baş döndürücü” olmaktadır. (Örneğin Batı Almanya’da bir işçinin saat başı üretkenliği 1960 ila 1997 yılları arasında % 620 oranında artmıştır!  ) Fakat nispeten kısa zaman dilimleri ile kıyaslandığında dahi, ortaya çıkan tablo pek değişmemektedir. Sınai ülkelerde metal işkolundaki üretkenlik, çalışan işçi başına yalnızca 1993-1997 yılları arasında şu oranlarda artmıştır: İsveç % 62,1; Almanya % 35,4; Japonya % 31,1; Avusturya ve İspanya % 30,5; ABD % 28,8; İtalya % 25,3; Hollanda % 21,7; Belçika % 17,7; Fransa % 16,8 ve İngiltere % 6,3.  
Almanya’da otomobil sektöründe üretkenlik (saat başına) 1997’de, 1990 yılına göre % 19,4; ciro % 12,7 ve üretim % 4,6 artarken; çalışanların sayısı, % 14 oranında gerilemiştir.   Giderek daha az işçi sayısıyla giderek daha fazla üretimin gerçekleştirildiğine dair örnekler sanayiin başka alanlarından da verilebilir. Örneğin, ileri kapitalist ülkelerde, eskiden on binlerce işçinin çalıştığı çelik fabrikalarında, şimdi birkaç yüz kişiyle öncesinin birkaç misli çelik üretilmektedir. “Üretkenliğini” katlayan ABD’nin en büyük çelik üreticisi United States Steel, 1980’de 120 bin işçi çalıştırırken, on yıl sonra, yaklaşık aynı üretimi, 20 bin işçiyle gerçekleştirebilmektedir. Eskiden 12 günde üretilen çelik miktarı, bugün sadece 1 saatte üretilebiliyor!  
Burjuva ekonomisti S. Falkner’in 1930 yılında yaptığı bir hesaplama, emeğin üretkenliğinin ‘ileri düzeyi’nden neyin anlaşılabileceğini gösteriyor. Falkner’e göre, teknolojinin ABD’de o dönem ulaştığı seviye ile, o yıldaki toplam dünya üretimi, iki saatlik bir işgünü ile gerçekleştirilebilirdi! 1930’un teknolojisi! O yıllarda Ford tekelinin yöneticilerinin hayal bile edemeyeceğini, bugün Ford’un Avrupa şefi David Thursfield şöyle dillendiriyor: Köln’de bir otomobilin 10 saat içinde üretildiğine dikkat çeken Thursfield, “bu süreci 7 saate düşürmemizin koşulları mevcut” diyor!  Hatırlatmakta fayda var; ABD’de 1920’li yılların ortalarında bir otomobilin üretimi için 813 saat gerekiyordu (rakam, 1912’de ise, 4.664 saatti)!
Aktarılan veriler, emeğin üretkenliğinin hangi boyutlarda artmış olduğu konusunda yaklaşık bir fikir vermektedir. Açıktır ki, bu ilerlemenin gerisinde, başta emeğin toplumsal üretkenliği olmak üzere, üretici güçlerde kaydedilen devasa gelişmeler durmaktadır.
Burjuva ideologları, geçtiğimiz yüzyılda “sosyalist sistemle rekabet eden kapitalist sistemin”, bilimsel-teknolojik alanda büyük atılımlar gerçekleştirdiğini propaganda edip durmaktadırlar. Oysa, sermayenin üretkenliğinde bir yükselme gibi göründüğünden, burjuva propagandasında sermayenin kendisine mal edilen bilimsel-teknolojik devrim  , her şeyden once, emeğin toplumsal üretkenliğinde bir devrimi ifade etmektedir. Ve bugün şu gerçeğin altını daha kalın bir çizgiyle yeniden çizmek gerekir ki, “genel tarihsel gelişmenin ürünü”nü (bilim bu gelişmenin “soyut özü”dür) tam tekeline almış olan sermayedar sınıf; hem toplumun, insanlığın tüm entelektüel birikiminden ve onun, bir ögesi olarak, emeğin üretkenliğinde yaptığı katkılardan sınırsız yararlanmasının ve hem de bu birikimini çok daha geniş bir ölçekte geliştirmesinin ayakbağını oluşturmaktan başka bir rol oynamamaktadır artık. Burjuva propagandasının da asıl hasıraltı ettiği, tam da bu gerçektir. Sorun, her gün bir yenisi ilan edilen şu veya bu “teknoloji harikası” ya da buluş değildir (bunlar, kesintisiz bir süreci oluşturan “genel tarihsel gelişmenin ürünü”dürler), aksine; sorun, insanlığın ve toplumların, bu süreç ve onun ürünlerinden yararlanma derecesinin somut olarak ne olduğudur. Açıktır ki, bu derecenin ölçüsü de, ancak verili tarihsel koşullar üzerinden saptanabilir.
Aslında burada kapitalist üretim tarzının başka bir “ekonomik paradoksu” karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, “proletaryanın sonu”nu ilan edenler, şimdi de “emeğin sonu”nu ilan ediyorlar! Deniliyor ki, “yapılan araştırmalara göre, 1990’lı yılların başlarında, ileri kapitalist ülkelerde çalışan işçilerin yüzde 75’inden fazlası şu veya bu düzeyde rutin işler yerine getirmektedir. Bu işlerin çoğunluğu, otomatik makinalar, robotlar ve gelişmiş bilgisayarlar ile yapılacak işlerdir.” 
Doğrudur: Makina sistemine dayanan büyük sanayiin son sözü tam otomasyondur. Ancak, kapitalist üretim tarzı egemen oldukça, büyük sanayi, kendi teknik temelinin doğal evriminin bu son sözünü söyleyemeyecektir. Çünkü sermaye; “ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir”.   Emeğin toplumsal üretkenliğinin ulaşmış olduğu düzey ve sahip olduğu dev potansiyel karşısında; “otomatik fabrika”lar   ne kadar usa yatkın ise, kapitalist üretim tarzı ve sermaye ilişkisi de o kadar usa aykırı ve o kadar da insanlığın ulaşmış olduğu toplumsal gelişme aşamasına terstir.
Kapitalist dünyanın “ekonomik paradoks”ları bu denli belirgin hale gelmiş bulunmaktadır. Ancak bu açık durum; “ekonomik paradoks”lara “paradoks teoriler”in tekabül etmesini ve bu “teoriler”den esinlenen anlayış ve yaklaşımların özellikle işbirlikçi sendikacılık akımın temsilcileri aracılığıyla işçi sınıfının saflarında yayılmasını ve belirtilen belirginliğin bulanıklaştırılmasını engellememektedir. Örneğin Alman metal sendikasının (IG Metal) Başkanı Klaus Zwickel, sendikasının Ekim 1999’daki genel kongresinde yaptığı konuşmada, teknoloji ve üretkenlik alanındaki gelişmeleri delegelere şöyle açıklamaktaydı: “Bundan yaklaşık 100 yıl öncesinde Jules Verne, ‘80 Günde Devri Alem’ adlı ütopik romanını yazmıştı. Bugün 2000 yılına kadar kalan 86 günde yaklaşık 80 kez dünyayı dolaşabiliriz. İşte bu gerçekte; teknolojik ilerleme ve üretkenlik gücünde son yüzyılda kat etmiş olduğumuz gelişmenin devasa boyutları görülmektedir.” Ne var ki, aynı Zwickel, IG Metal’in kongresinden üç yıl sonra (Ekim 2002) yapılan “iş süresi konferansı”nda, “ağır ekonomik koşullar karşısında, tam ücret karşılığı genel ve belirgin bir iş süresi kısaltması için bugün bir imkan göremiyorum” diye konuşabilmektedir! 
Açıktır ki, kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir toplumda, emeğin toplumsal üretkenliği ile iş süresi arasındaki ilişkiye (ki, bu ilişki, kapitalizmin doğası gereği rasyonel değildir  ), verili ekonomik koşulları esas alan bir perspektifle bakılamaz. Bu perspektif, gerek kapitalist üretim tarzının yasaları bakımından ve gerekse tarihsel bakımdan yanlıştır. Kapitalist ekonominin konjonktürel durumuyla ilgili argümanların, bu ilişkiyi gerçekte belirleyen yasa ve olguları hasıraltı etmenin dışında hiçbir işlevi yoktur. Kaldı ki, işçi sınıfının çıkarları açısından ekonomik koşulların “ağır”laşması (işçiler için bu “ağır”laşmanın, işsizliğin artması ve ücretlerin düşmesi anlamına geldiğini reddetme küstahlığı ile karşı çıkılmayacaksa eğer!), bizzatihi iş süresinin kısaltılmasını gerektiren bir durum ve gelişmeyi ifade etmektedir. (Örneğin Almanya’da bugün birçok namuslu sosyolog ve ekonomist, “35 saatlik iş haftası uygulamasına gidilmeseydi işsizlik çok daha yüksek olurdu” açıklamasını yapmaktadır haklı olarak; ki, bu sonuç da, etkisi pek çok tavizlerle sınırlanmış bir uygulama için tespit edilmektedir.)
Kısacası; gerek -emeğin üretkenliğinde kaydedilen muazzam gelişmeler nedeniyle- ahlaki ve tarihsel bakımdan, gerekse -üretici güçlerdeki israf ve tahribatın ulaştığı düzey nedeniyle- insanca yaşamanın asgari koşullarını oluşturmak ve bunun için özellikle kitlesel işsizliği belirli ölçülerde sınırlamak gibi somut ve güncel toplumsal ihtiyaçlar bakımından, şu yönelim mutlak bir gerekliliktir: İşçi sınıfı, çalışma saatlerini kısaltma sorununu yeniden gündemine almalı ve bu mücadeleyi, sermayenin, başta çalışma alanını kapsayan saldırıları -toplu çıkışlar (işsizlik); emeklilik yaşının uzatılması; yarım-günlük ve düşük ücretli işlerin yaygınlaştırılması; taşeronlaştırma, esnek çalışma vb.- olmak üzere, genel saldırısını geri püskürtmede etkin bir kaldıraç olarak değerlendirmelidir.

*
Alman sosyal bilimcisi profesör Helmut Spitzley şöyle bir hesap örneği veriyor: “Üretkenliği veri alan bir zaman politikası çerçevesinde, bireysel asgari bir sabit gelirin muhafaza edilmesi koşuluyla, yıllık üretkenlik artışının önemli bir kısmının iş sürelerinin kısaltılması için kullanılması mümkün gözüküyor. Yıllık üretkenlik artışın % 1,5 kalması durumunda, sözleşmeli ortalama iş süresi (1999’da) haftalık 35,3 saatten 30 saate (2010’da) ve ardından 26 saate (2020’de) düşürülebilir. Böylelikle yalnızca bir kuşak içersinde toplumsal zaman refahı ve yaşam kalitesi bakımından görülmemiş bir düzeye ulaşılabilir.”   Spitzley, işsizlerin dahil edilmesi suretiyle işin eşit dağılımı durumunda, iş sürelerinin çok daha hızlı bir şekilde kısaltılabileceğini de ekliyor.
Nispeten düşük bir üretkenliği veri alan bu hesap, iş süresinin kısaltılması bakımından bugün “fazla zorlanmadan”, bir bakıma “işin doğal evrimi” içinde bile neyin mümkün olduğunu ortaya koymaktadır. Kuşkusuz ki, bu özelliğiyle, iş süresinin kısaltılması talebi karşısında burjuva cephesinden ileri sürülen bütün “karşı argümanlar”ın, sermayenin tatlı kârlarını korumaya çalışan ve toplumsal gelişmenin nesnel durumuyla hiçbir ilgisi olmayan demagojilerden ibaret olduğunu kanıtlamaktadır. 
Bugün insanlık; “ne ustalar için çırağa, ne de efendiler için köleye gerek” bıraktırmayacak, “rasyonel mitolojisi”nin ürünü muazzam gelişmelerin nimetlerini kullanamamaktadır. İnsanlık için; günümüz toplumlarını amansız kanser gibi içten içe kemiren kitlesel işsizliği ve onun tüm yıkıcı yol arkadaşlarını ortadan kaldırmak ve mevcut işgünü süresini yarı yarıya düşürmek mümkünken; bütün bu rasyonel ve insani adımlar, canlı emeği sömürmeden yaşayamayan sermayenin sınır tanımayan kâr hırsından ötürü atılamamaktadır. 
Demek ki; işçi sınıfı, iş süresinin kısaltılması ve “işin gitgide daha fazla ölçüde toplumun bütün sağlıklı üyeleri arasında eşit şekilde dağıtılması” talebini ileri sürmekle; aslında yalnızca kendisi için bir şey istiyor olmuyor, aksine, günümüz toplumunun pek çok çarpıklığını, ağırlaşmış çelişkilerini (“emek-gücü ile toplumsal üretim araçlarında en sınırsız israflar”; bir tarafta kronik kitlesel işsizlik -toplumsal yaşantının dışına itilme cezasına mahkum olan milyonlar- ve aşırı çalışma –emek güçleri her bakımdan tahrip olan milyonlar-;  diğer tarafta, “halk kitlelerinin bütün yaşamının emek-zamanına dönüştürülmesi” karşısında “tek bir sınıfa” -bugün hatta tek bir zümreye demek gerekiyor- “bolca boş zaman sağlanması” vb.) aşmanın da yolunu bir yönüyle göstermiş oluyor. Bu bakımdan, işçi sınıfının iş süresinin kısaltılması uğruna kapitalistler sınıfına karşı verdiği mücadele; nesnel olarak, bu çelişkilerin neden olduğu toplumsal tahribatları, kapitalizm koşullarında politik müdahale yoluyla bir bakıma sınırlama; toplumsal bir varlık olarak insanın da, toplumun yaşantısını belirleyen kapitalist yasalar tarafından hayvani koşullara itilmesini engelleme mücadelesidir.
İşçi sınıfı; ilk uluslararası örgütü Uluslararası İşçi Birliği’nin 1866 yılında dünya proletaryasının gündemine getirdiği 8 saatlik işgünü talebini, ancak yaklaşık 60 yıllık bir mücadelenin ardından yasallaştırabilmiştir. Başka bir deyişle, 8 saatlik işgününün ilk defa yasallaşması ve tek tek işkollarında uygulanmaya başlamasından bu yana 80 yıldan fazla bir süre geçmiştir. Bu arada tek tek ülkelerde çeşitli tarihlerde (özellikle de 1920’li yılların sonlarından itibaren) 7 saatlik işgünü talebi yükselmişse de, toplu sözleşmelerde ifadesini bulabilmesi, ancak geçtiğimiz yüzyılın son 15 yılında söz konusu olabilmiştir.   (Fakat, iş süresindeki fiili durum, bugün hâlâ günlük 8 saat ve daha üstündedir, hatta ülkemizde çoğu işkolunda 13-14-16 saate kadar çıkmaktadır.)
Yaklaşık 140 yıllık bir sürede 2 saatlik bir kısaltma!
Demek oluyor ki, işçi sınıfı, günümüz uluslararası işçi hareketinin en yakıcı taleplerinden birisi olarak 6 saatlik işgünü – tam ücret karşılığı 30 saatlik iş haftası talebini yükseltmekle çok şey istemiş olmayacaktır.

“Kapitalizm ötesi” tezler ve işçi sınıfı

İlker Belek “Postkapitalist Paradigmalar” adlı kitabında, “Post-kapitalist” (“Kapitalizm ötesi”) teorisyenlerin kapitalizmin mevcut durumu ve girmekte olduğu ‘yeni’ aşamasına ilişkin yaptıkları tanımlamaları şöyle özetliyor: ‘”Bilgi ekonomisi’ (Machlup), ‘teknokratik çağ’ (Brzezinski), ‘post-kapitalizm’; ‘hizmet sınıfı toplumu’ (Dahrendorf), ‘post-endüstriyel dönem’ (Bell), ‘bilgi toplumu’ (Masuda, Giddens), ‘ne anti-kapitalist ne de non-sosyalist toplum’ (Drucker), ‘üçüncü dalga toplumu’ (Toffler), ‘postmodern dönem’ (Etzioni, Habermas, Jameson, Lyotard), ‘burjuva sonrası toplum’ (Lichtheim), ‘ekonomi sonrası toplum’ (Boulding), ‘disorganize kapitalizm’ (Offe, Lash ve Urry), ‘ikinci endüstriyel bölünme dönemi’ (Piorre ve Sabel).”(1)
Kapitalizmi gölgesinin üzerinden atlattıran bu pek “çalımlı ama, çelimsiz” tanımlamaların sahiplerine göre, “belli bir dönem kapanmış”, “yeni bir dönem başlamıştır”: “Biten; sanayiye dayalı bir üretim modeli/standartlaştırılmış bir alt-üst yapı bütünlüğü/yabancılaşma/kesinlikler/sınıflar/ çelişkili-çatışmalı ilişkiler ile tanımlı endüstriyalist/modernist paradigma”. Başlayan ise; “bilgiye/esnekliğe/standartları dinlemeyen bir belirsizliğe/yaratıcılığa/kendini aşmaya/karşılıklı yumuşamaya/sınıfsızlığa/yeni toplumsal hareketlere dayalı ve çevreyle barışık bir ‘post’ paradigma.”(2)
“Kapitalizm ötesi” bir toplumun önünü açan gelişmeler ise şu kategorilerde yaşanan değişikliklerde ifadesini bulduğu söyleniyor: “1) Emek-araçları. 2) Emek-gücü. 3) Endüstriyel ilişkiler. 4) Üretimin yapısı. 5) İşletme yapıları. 6) Ekonominin sektörel yapısı. 7) Mesleki yapıdaki değişimler. 8) Üretim döngüsü içindeki ilişkiler ve sınıfsal ilişkiler. 9). Toplumsal formasyon. 10) Bölüşüm ve tüketim ilişkileri. 11) Sermayenin egemenlik biçiminin ifadesi olan siyasal erk sorunu (ulus devlet, uluslar-aşırı siyasi denetim mekanizmaları gibi). 12) Özel, bireysel yaşam. 13) Sağlık, eğitim, sanat gibi rekreasyon alanları.”(3)
“Post-kapitalist” teorisyenlerin kendilerine dayanak yaptıkları gelişmelere getirdikleri yorum, yaklaşık olarak şöyle özetlenebilir: İşçi sınıfının klasik ülkelerinde, yani ileri kapitalist ülkelerde, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bilim ve teknikteki devrimler, başta bu ülkeler olmak üzere tüm dünya ekonomisini altüst eden gelişmelerin önünü açtı. Mikro-elektronikler, enformasyon teknolojisi ve biyo-teknoloj isinde kaydedilen gelişmeler sayesinde, yeni emek araçları ve yeni maddelerin yanı sıra, yeni işkolları ve yeni meslekler ortaya çıktı. Mülkiyet ile yönetim ilişkilerinin ayrılması sonucunda ise, sermayenin yöneticilik işlevini üstlenen yeni bir orta sınıf gelişti. Üretim artık doğrudan dünya pazarına yönelik ve dünya ölçeğinde gerçekleştiğinden, ulusal ekonomiler ve ulusal devletler eski önemini yitirdi. Dünya ekonomisi küreselleşti. Devasa çokuluslu şirketler ortaya çıktı. İleri kapitalist ülkelerin ekonomik yapıları altüst oldu. Klasik ağır sanayi kolları (çelik, maden, tersane sanayisi vb.) istihdam ettikleri sanayi işçileriyle birlikte tasfiye sürecine girdi. Bu ülkelerde artık sanayi değil, hizmet ve bilgi toplumu giderek önünü açmakta. Yeni iş sahaları bu işkollarında yaratılmakta. Dolayısıyla gelişen meslekler de bu işkollarının gereksinim duyduğu mesleklerdir (bilgisayar programcıları, hastabakıcıları, ticari ve mali meslekler, kültürel ve sosyal hizmet çalışanları vb.; yani beyaz yakalılar). Sanayide ise, emek-süreci esnek uzmanlaşmaya göre yeniden örgütlendiğinden, ancak vasıflı işçiler çalıştırılmakta. Sanayideki eski hiyerarşiler ortadan kalkmakta, işçiler kendi üretim biriminin planlamasına ve yönetimine doğrudan katılmakta vb.
Nesnel gelişmelerin, kısmen tek yanlı açıklanmasına, kısmen de çarpıtılmasına dayanan böylesi bir yorumundan çıkartılan sonuç ise şudur: Sosyalizm, SB’nin çöküşüyle birlikte alternatif olamayacağı kanıtlanıp, tarihe karışırken, kapitalizm; çürümek şöyle dursun, hızla gelişmiş, dahası; kabuk değiştirerek yepyeni, daha modern ve daha ileri bir topluma doğru hızla yol alabildiğini göstermiştir!
Burjuva ekonomi politiğin bilinen en önemli özelliklerinden birisi, “üretim ilişkilerinin tarihsel hareketi”nin teorik ifadesinden başka bir şey olmayan ekonomik kategorileri, somut tarihsel -dolayısıyla geçici- özellikleriyle değil de, mutlak ve değişmez olarak ele almaktır. Bundaki amaç bellidir: Kapitalist üretim tarzını ve onun ilişkilerini ebedi göstermek. Esasında soruna bu açıdan yaklaşan burjuvazinin bu “bilimsel savunucuları”, teknolojide olsun, bilimde olsun, ya da şu veya bu ekonomik-politik gelişmede olsun, -bir yerde teşekkül etmesi kaçınılmaz olan- şu veya bu gelişmeyi ya da değişikliği haliyle kutsayarak açıklamaktadırlar. Bu değişiklikler ve gelişmeler aslında tam da savundukları sistemin temellerini oymasına karşın, onlar bunu her defasında bu sistemin kendisinin yenilemesinin ve yepyeni, daha üstün ve ileri bir aşamaya ulaşmasının kanıtı olarak muştularlar. Olguların bu şekilde ele alınışına bakılarak denilebilir ki, burjuva ekonomi politiğin tarihsel evrimi; bilimsel sadakat ve önyargısızlıktan (klasik dönemi) vülgerleşmeye, vülgerleşmeden ise kaba demagoji ve yaygaracılığa varan bir evrimdir.
Bu yazının amacı, sözü edilen iddiaları tek tek ele almak değildir. Konunun bu şekilde ele alınışına bizce bir ihtiyaç yoktur. Zira iddialar ortada olduğu gibi, her türlü “spekülasyonun bittiği gerçek yaşam” da ortadadır. İşin özünü vurgulamak gerekirse, bu çığırtkanların bütün külliyatının, tekelci kapitalizmin kendi gelişme yasaları tarafından belirlenen eğilimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı biçimlerin anlık resimlerini, dönemsel görüntülerini dondurarak, bunun üzerinden ahkâm kesmekten ibaret olduğu söylenebilir. Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin kaynaklık ettiği dönemsel görüntülerin üzerine inşa edilen teoriler ile gerçek yaşam arasındaki çelişkiye ilişkin sayısız örnek verilebilir. Örneğin: Gerz’un ‘80’li yıllardaki “Elveda Proletarya” safsatası ve 95 Fransası’ndan bugüne gelişen işçi hareketi; Giddens’in “klasik refah devleti uygulamaları” sınıf çatışmasının önemini yitirtmiştir, çünkü “toplu pazarlık sistemi işçi muhalefetini refah devleti sınırları içine absorbe etmiş ve işçi sınıfı militanlığını sistem içinde eritmiştir” doğrultusundaki tezi, ve refah devleti uygulamalarını bir tarafa atmak zorunda kalan uluslararası burjuvazinin ekonomik ve politik saldırılarıyla kışkırttığı işçi emekçi direnişlerinin gelişme doğrultusu; ya da “orta sınıfın genişlemesi sınıf temelli politikaların etkisini yok etmektedir” tezi ile başta ABD olmak üzere tüm ileri kapitalist ülkelerdeki ‘orta sınıfın hızla erimesi süreci…

“YENİ GELİŞMELER”
İleri sürülen teorilerin “yeni” ve “eski” kavramlarına oturtularak geliştirilmesi, aslında baştan bir yanılsama yaratmaktadır. Oysa tartışma konusu Marksizm açısından hiçbir zaman “yeni”nin varlığı ya da yokluğu temelinde sürdürülemez. Diyalektiğin en temel yasalarından birisi, her şeyin hareket halinde olduğu, değişimin sürekliliğidir. Geriye, söz konusu olanın, bir özün yeni bir biçimdeki ifadesi mi, yoksa yeni bir özün ortaya çıkması mı olduğu kalmaktadır. Kabul edilir ki, öncesinin aynısı olmama durumu, her iki durumda da söz konusudur.
Esas olarak ekonomik ve teknolojik alandaki gelişmelerin bu şekilde ele alınışı ve yorumunun bizce ayrıntılarda boğulmadan yakından irdelenmesini gerektiren iki boyutu vardır: Birincisi; nesnel sürecin aslında tersyüz edilmiş bir yorumuyla yansıtılan bu gelişmelerin, kapitalizmi kapitalizm yapmaktan çıkartan, yeni bir toplum ve dünya düzeni olarak nitelenmesini gerekli kılan bir gelişme olarak açıklanması. İddialara göre, bu, aynı zamanda, Marksizm’in kapitalizm üzerine olan teorisinin, kapitalizmin kendi nesnel gelişmesi tarafından çürütülmesinin tartışma gerektirmeyecek bir ifadesidir. İkincisi; bu gelişmelerin sınıflar açısından (bu durumda işçi sınıfı) taşıdığı anlam. Nitekim savunulan görüşlere bakılacak olunursa, bu alandaki değişiklikler, Marksizm’in “muğlâk olan sınıf teorisi”ni savunulamaz hale getirmiştir.
SB’nin çöküşü, özellikle teknoloji ve sanayideki gelişmelerden yola çıkarak kapitalist sistemin niteliksel bir değişime uğradığını savunanlar açısından, kapitalizmin; Marksistlerin savunduğu gibi, çürüyen ve genel olarak toplumsal gelişmenin ayak bağı haline gelmiş bir sistem olmadığının; “ölü ilan edilenler daha çok yaşarlar” deyimini yeniden doğrularcasına kapitalizmin çürümek bir yana, üretici güçleri hiçbir sistemin yapamadığı kadar geliştirdiğinin, üretim tekniğini sürekli yenilediğinin, yeni işkollarını yarattığının tarihsel bir kanıtıdır aynı zamanda.
Kuşkusuz, mutlak anlamda; üretici güçlerin ve üretimin teknik temelinin geliştiği, yeni işkollarının ortaya çıktığı bir gerçektir. Bu gerçeğin; kapitalizm ve kapitalist toplumdaki sınıflar açısından niteliksel değişikliklerin bir kanıtı olarak sunulmasının bilimsel tutarlılığını ileride ele alacacağız. Ancak önce şunu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor: Bütün bu gelişmeler, Marksizm’in, kapitalizm hakkındaki teorisini geçersiz kılmakta mıdır? Bu nokta, bu farfaracı takımı tarafından ciddiye alınabilir herhangi bir veri ve kanıt bile gösterilmeden, öylesine, tartışma gerektirmeyecek bir olgu olarak kabul edilerek geçiştirilmektedir. Sanki Marksizm, ancak kendilerinin anladıkları (ya da anlamak istedikleri) ve yorumladıklarıdır!
Öyleyse bu aşamada ilk yapılması gereken, Marksizm’in tanımladığı kapitalizmin “doğasına aykırı”, “tarihsel gelişmesinin öngörülmeyen aşamaları” olarak açıklanan belli başlı gelişmelerin (özellikle de üretici güçlerle üretimin teknik temelinin gelişmesiyle ilgili olanların), iddia edildiğinin aksine, kapitalizmin doğasına aykırı düşmediğini ve bu özelliği itibarıyla Marksizm tarafından öngörülmeyen gelişmeler olmadığını ortaya koymaktır. Örneğin emperyalizmin bugünkü ideolojik propagandasının silahlarına dönüşmüş ve “yeni gelişmeler”in ifade edildiği belli başlı kavramlarla (“küreselleşme”, “dünya pazarı”, “sermayenin uluslararasılaşması”, “ulusal sınırların ortadan kalkması”, “teknolojik devrim”, vb.) ilgili Marksizm’in görüşlerinin açıklanmasına, yayınlanışının 150. yıldönümündeki Komünist Manifesto’dan başlayalım. Görülecektir ki, Marks ve Engels bilimsel çalışmalarının ilk eserlerinden olan Komünist Manifesto’da bile kapitalizmin tahlili ve tarihsel evrimiyle ilgili oldukça derin saptamalarda bulunmaktadırlar. Bu gerçek, Komünist Manifesto’nun bu açıdan da titizlikle irdelenmesi gereken bir eser olduğunu göstermektedir.
Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz. Buna karşılık, eski üretim tarzının değişmeksizin korunması da tüm eski sanayi sınıflarının ilk varoluş koşuluydu. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva döneminin tüm ötekilerden ayırt edici niteliğidir. Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskimektedir. Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan düşüyor ve insanlar nihayet yaşam tavırlarına, karşılıklı ilişkilerine, ayılmış gözlerle bakmak zorunda kalıyorlar.
Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. (…) Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. (…)
Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. (…)
Burjuvazi, kırı kent egemenliği altına soktu. (…) Köyü kente bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere ve köylü halkları burjuva halklara, Doğuyu da Batıya bağımlı halé getirdi.
(…)
Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan sınıf egemenliği süresinde, daha önceki kuşakların toplamından daha kitlesel ve daha muazzam üretim güçleri oluşturdu. Doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi, yerinden koparılan bütün insan toplulukları -daha önceki hangi yüzyıl, toplumsal emeğin bağrında böylesine üretim güçlerinin yattığını sezmiştir! (4)
Aslında, bu satırlardan sonra, sorunun bu yönüne ilişkin söylenmesi gereken pek bir şey kalmıyor. Fakat yine de altını çizmek gerekirse: Bugün kapitalist üretim tarzının egemen olduğu koşullarda; sanayide, bilim ve teknolojide, ulaşım ve iletişim araçlarında kaydedilen tüm gelişmeler, genel olarak, “kapitalizmin doğasına aykırı” gelişmeler değildir, tam tersine onun niteliğini belirleyen gelişme yasalarının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu anlamda, yeni değildir; bu gelişmelerin olabilmesi için kapitalizmin kapitalizm olmaktan çıkması gerekmemektedir, ya da bu gelişmeler kendi başlarına kapitalizmi kapitalizm yapmaktan çıkartmamaktadırlar. Bunun da ötesinde, bütün bu gelişmeler; kapitalizmin temel çelişkisini (üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişki) bizzat daha da keskinleştirdiği için, bu üretim tarzının geçici olduğu, yerini -söz konusu gelişmelerle aslında maddi koşullarını daha da olgunlaştırdığı-daha ileri ve yeni bir topluma (sosyalizme) bırakmak zorunda olduğu gerçeğini yeniden vurgulamaktadırlar. Bu anlamda denilebilir ki, bu gelişmelerin muştuladığı yeni bir şey varsa, bu, maddi koşulları ve güçleri daha da gelişen sosyalist toplumdur.
Açıktır ki, “Post-kapitalist” tezlerin sivri ucu, bir yönüyle de, Lenin’in emperyalizm teorisine dönüktür. Böylelikle, emperyalizmi aynı zamanda “kapitalizmin özel bir tarihsel evresi” olarak değerlendiren Lenin’in, tekelci kapitalizmin özellikle asalak ve can çekişen kapitalizm olduğu görüşü çürütülmek istenmektedir.
Oysa tekel olgusuyla birlikte rekabetin tümden ortadan kalktığı savı ne derece saçma ise, aynı şekilde emperyalizmin, asalak ya da çürüyen kapitalizm olması nedeniyle üretici güçlerin gelişmesinin tümden durduğu ve bilim ve teknikteki yeniliklerin artık söz konusu olmadığı görüşü de o kadar aptalcadır. Nasıl ki, emperyalist kapitalizmdeki tekel olgusu, rekabetin kendisini ortadan kaldırmadığı, ama Lenin’in de belirttiği gibi “onun üstünde ve yanında” var olduğu bir gerçekse, aynı şekilde kapitalizmin özel bir tarihsel aşaması olarak emperyalizmin asalak ya da çürüyen kapitalizm olması da, üretici güçlerin artık gelişmemesi ve bilim ve teknikteki yeniliklerin bundan böyle imkânsız hale gelmesi anlamına gelmemektedir. Leninist emperyalizm teorisinde de bunun aksi savunulmamaktadır. Böylesi bir görüşü ancak Marksizm-Leninizm’i kaba materyalist bir bakış açısıyla kavrayanlar savunur, ya da bu durumda olduğu gibi, bu, burjuva ideologların özel olarak Leninist emperyalizm teorisini çarpıtmak amacıyla başvurdukları kaba bir demagojidir.
Lenin’in bu konuda altını çizdiği ve savunduğu görüş esasında şudur: Tekel olgusu; üretici güçlerin gelişmesini yavaşlatmaktadır, bilim ve teknikteki gelişme ve buluşların tüm toplumun yararına kullanılmasını engellemektedir. Dolayısıyla tekelci kapitalizmde, üretici güçler gelişemez, bilim ve teknikte yenilikler artık olamaz denilmemekte, aksine bu alandaki gelişmeler, emperyalizmle birlikte, -yani kapitalizmdeki her tür gelişmeyi belirleyen kâr hırsı ve rekabeti bir o kadar daha ağırlaştıran tekel olgusu nedeniyle-, bu gelişmeler, öncesine (serbest rekabetçi döneme) göre bir açıdan daha elverişli koşullar bulmasına karşın (üretimdeki merkezileşme, yoğunlaşma ve bunun da bir sonucu olarak üretimin toplumsallaşmasında muazzam bir ilerlemenin yaşanması), göreceli olarak daha yavaş, daha sınırlı ve daha çarpık olmaktadır. Lenin bu görüşünü çok açık bir şekilde belirtir:
“Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırt edici özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin, gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmak’la yaşadığı, ‘rantiye-devlet’in, tefeci-devletin yaratılması, gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.”(5)
Öte yandan bugün yeni bir olgu olarak lanse edilen pek çok şey yeni de değildir. Örneğin; “dünya pazarı”, “uluslararasılaşma”, “uluslararası işbölümü” vb. olgulara dayanılarak dünya işçileri arasında kışkırtılan rekabeti ele alalım. Ne birisi, ne de diğeri, kendi başlarına yeni bir olgudur. Marx’a göre dünya pazarı, uluslararasılaşma, uluslararası işbölümü kapitalizmden ayırt edilmez olgulardır. Aşağıdaki alıntılar Marksizm’in bu konudaki görüşlerinin net olduğunu göstermektedir:
“Meta dolaşımı, sermayenin çıkış noktasıdır. Meta üretimi dolaşımı ve ticaret denen daha gelişmiş dolaşım biçimi, sermayenin doğup büyüdüğü tarihsel temeli oluştururlar. 16. yüzyılda dünyayı saran ticaret ile yeryüzüne yayılan pazar, sermayenin modern tarihinin başlangıcı olmuştur.”(6) “Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçokların başını yer. Emek-sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider.”(7)
“… Fabrika eylemi belli bir büyüme ve olgunluk derecesine ulaşır ulaşmaz ve özellikle, teknik temeli olan makinenin kendisi makine ile üretilmeye başlar başlamaz; kömür ve demir madenciliği ile meta sanayileri ve ulaştırma araçlarında köklü bir devrim olur olmaz; kısacası, modern sanayi sistemiyle üretim için gerekli genel koşullar kurulur kurulmaz, bu üretim tarzı bir esneklik kazanır ve yalnızca hammadde ve sürüm pazarları bulunması dışında hiç bir engel tanımayan ani sıçramak bir genişleme olasılığına ulaşır. Bir yandan, makine, aynı şekilde hammaddeyi çoğaltıcı bir etki yaratır; örneğin, çırçır makinesinin pamuk üretimini artırması gibi. Öte yandan, makineyle üretilen malların ucuzluğu ile birlikte, ulaştırma ve iletişim araçlarındaki gelişmeler, dış pazarların ele geçirilmeleri ile silah sağlamış olur. Başka ülkelerdeki el zanaatlarını ortadan kaldırarak buraları zorla hammadde ikmal alanları haline getirir. Doğu Hindistan, bu yolla, Büyük Britanya için, pamuk, yün, kenevir, jüt, indigo üretmek zorunda kalmıştı. Büyük sanayi, işçilerin bir kısmını sürekli bir şekilde ‘fazlalık’ haline getirerek, kök saldığı bütün ülkelerde, büyük çapta göçlere ve yabancı toprakların sömürgeleştirilmelerine yol açar ve bu ülkeleri anayurt için hammadde yetiştiren yerleşme yerleri haline getirir; örneğin Avustralya’nın, yün yetiştiren bir ülke haline sokulması gibi. Yeni ve uluslararası bir işbölümü, büyük sanayinin başlıca merkezlerinin gereksinmelerine uyan bir işbölümü ortaya çıkarır ve yeryüzünün bir bölümünü, temel olarak sanayi alanı halinde kalan, öteki bölümünü hammadde sağlayan tarımsal üretim alanı haline getirir.”(8)
Marx, ekonomi politik ile ilgili hemen her yazısında, sermayenin işçiler arası rekabeti kızıştırmaya çalıştığını ve bunu salt ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de yaptığını vurgulamıştır. Örneğin bugün nasıl ki Alman ya da İngiliz sermayesi bu ülkelerin işçilerine geri ülkelerin işçilerini örnek ve dolayısıyla hedef olarak gösteriyorsa, o dönem de İngiliz sermayesi İngiliz işçilerine, daha geri olan Almanya’nın işçilerini örnek ve hedef olarak göstermekteydi. Çok çarpıcı bir örneği sunduğundan şu alıntıyı aktarmakta fayda vardır:
“Bugün, dünya pazarlarında; o zamandan beri yerleşen rekabet sayesinde, daha da ilerlemiş durumdayız. Parlamento üyesi Mr. Stapleton seçmenlerine şöyle diyor: ‘Çin, eğer, büyük bir sanayi ülkesi haline gelirse, Avrupalı işçi nüfusunun, rakiplerinin düzeyine inmeksizin savaşımı nasıl sürdürebileceklerini anlamıyorum.’ (…) İngiliz sermayesinin arzu ettiği hedef, artık Kıta Avrupası’ndaki ücretler değil, Çin’deki ücretlerdir.”(9)
Demek ki, kapitalizmin “uluslararası bir nitelik” kazanması yeni bir olgu değildir. Geriye, sermayenin uluslararasılaşması olgusu kalıyor. Bu olgu ise, bazı “Post-kapitalist” teorisyenlerin savunduğunun aksine, “Neo-liberalizmle” birlikte ortaya çıkmamıştır. Aksine, bu olgu, geçtiğimiz yüzyılın sonlarından bu yana var olagelen, başka bir deyişle kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte söz konusu olan bir olgudur. Emperyalist kapitalizmin karakteristik özelliklerinden birisi, sermaye ihracının, “meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem” kazanmasıdır. Sermaye ihracı ise, sermayenin uluslararasılaşmasının en bariz belirtisidir. Dolayısıyla, sermayenin uluslararasılaşması olgusunu bugünden başlatmak demek, emperyalizmin yüzyıllık varlığı ve hâkimiyetini reddetmek demektir.

ÜRETİMİN TEKNİK TEMELİNİN GELİŞMESİ, İŞBÖLÜMÜ VE EMEK-SÜRECİ
Yüzyıl öncesiyle bugün arasında bir kıyaslama yapıldığında, bugün; üretim araçlarında belli başlı iyileşmelerin, yeni işkollarının ve bu gelişmeyle birlikte yeni meslek türlerinin ortaya çıktığı söylenebilir. Sözü edilen burjuva ideologlarının bu olgulardan sınıf sorunuyla ilgili çıkardıkları sonuçları ileride ele alacağımızdan, önce yine şunun altını çizelim ki, bu alandaki gelişmelerin kendisinin de kapitalizmin doğasıyla çelişen bir yanı yoktur.
Bu gelişmeler, kapitalizmdeki özü sermaye birikimi olan genişletilmiş ölçekteki yeniden üretimin kaçınılmaz sonuçlarındandır. Nitekim kâr hırsı ve rekabet sermayeyi, üretim tarzını ve üretim araçlarını durmaksızın değişime zorlar. Bu dürtü ve zorunluluk sermayenin kulağına, Marx’in tabiriyle, “sürekli olarak ‘yürü! yürü!’ diye fısıldar.”
Bu durumda, üretici güçlerdeki her gelişme, işbölümünün yeni bir biçimlenmesini beraberinde getirir. Başka bir deyişle, işbölümünün düzeyi-ölçeği, üretici güçlerin gelişme düzeyine bağlıdır. Ve bunun tersi de doğrudur. Üretici güçlerin gelişmesi, belirli bir noktadan itibaren, toplumsal işbölümünün değişimini beraberinde getirir; yeni üretim dalları ve işkolları ortaya çıkar. Bu ise, bu sefer, üretici güçlerin gelişmesi açısından yeni ilişki ve koşulları yaratır ki bu da üretici güçlerin gelişmesi üzerinde somut belli başlı etkide bulunur. Bu karşılıklı etkileşim, mekanik ve sırasına göre gerçekleşmez, tersine diyalektiktir ve nedensellik bakımından sürekli yer değiştirir. (Burada önemli olan, bu karşılıklı etkileşimin, kendisine özgü ve üretici güçlerle çelişkiye düşmüş üretim ilişkilerine sahip belirli bir toplumsal formasyonun sınırları içinde gerçekleşiyor olmasından çıkan sonuçlardır.) Üretici güçlerle işbölümü arasındaki bu karşılıklı etkileşimin en önemli sonuçlarından birisi de, gerçekleştiği sanayi dalındaki üretim tarzında çeşitli değişikliklere yol açmasıdır. Bu açıdan manifaktür dönemiyle büyük sanayinin gelişimini ele alan Marx şunları belirtmektedir:
“Sanayinin bir alanında üretim tarzındaki köklü bir değişme, diğer alanlarda da benzer değişiklikleri birlikte getirir. Bu, ilk önce, bir sürecin ayrı ayrı evreleri olmaları nedeniyle aralarında ilişki bulunmakla birlikte, her biri bağımsız bir meta imal edecek şekilde toplumsal işbölümü sonucu ayrılmış sanayi kollarında olur. Böylece, makineyle iplik eğrilmesi, dokumacılığın da makineyle yapılmasını gerektirmiş ve bunlar da, bir arada, ağartmada, basmada ve boyacılıkta, mekanik ve kimyasal devrimi zorunlu hale getirmişlerdir. Gene aynı şekilde, pamuk ipliği eğrilmesindeki devrim, tohumların liflerden ayrılması için, çırçır makinesinin bulunmasına yol açmıştır; bugünün büyük ölçüdeki pamuk üretimi, ancak bu buluşla mümkün olabilmiştir. Ama sanayinin ve tarımın üretim tarzlarındaki devrim, özellikle toplumsal üretim sürecinin genel koşullarında, örneğin iletişim ve ulaştırma araçlarında bir devrimi zorunlu hale getirir. Fourier’nin bir deyimiyle, ekseni, yardımcı ev sanayisi ve kent zanaatları ile birlikte küçük ölçekte tarım olan bir toplumda, iletişim ve ulaştırma araçları, manifaktür döneminin geniş toplumsal işbölümü, emek araçları ile işçilerin yoğunlaşması ve sömürge pazarları yönünden üretici gereksinmeleri için o kadar yetersizdi ki, hepsi de köklü bir değişikliğe uğradılar. Aynı şekilde, manifaktür döneminden devralınan iletişim ve ulaştırma araçları, baş döndürücü üretim hızı, üretimin ulaştığı dev boyutlar, bir üretim alanından diğerine sürekli sermaye ve işçi aktarılması, ve bütün dünya pazarları ile kurulan yeni bağlar nedeniyle, modern sanayi için çok geçmeden taşınması olanaksız ayak bağları halini almışlardı. Bu yüzden, yelkenli teknelerin yapımında uygulanan köklü değişikliklerden başka, nehir ulaşımı, demiryolları, okyanus vapurları ve telgrafların oluşturduğu bir sistemde, iletişim ve ulaştırma araçları, giderek, mekanik sanayinin üretim tarzlarına uyarlandı. Ne var ki, büyük demir kütlelerinin, şimdi artık, dövülmesi, birbirlerine kaynatılması, kesilmesi, delinmesi ve şekillenmesi için manifaktür döneminin yöntemleri tamamen yetersiz kalıyor, dev makinelerin kullanılmasını gerektiriyordu.
Bu yüzden büyük sanayi, karakteristik aracı olan makineyi ele almak ve makineyle makine yapmak zorunda kalmıştı. Ancak bundan sonradır ki, kendisine uygun teknik bir temel kurabilmiş ve kendi ayakları üzerinde durabilmiştir.”(10)
Ve büyük sanayi bu noktada durup kalmaz. Aksine: “Büyük sanayi, mevcut üretim sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzları özünde tutucuydu. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla (bunlara bugün bilgisayar, dijital ve biyo-teknolojisini vs. eklemek gerekir -A.C.), yalnız, üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yol açmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle, emek-sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar.”(11)
Demek ki, kapitalizmde “üretimin teknik temelinde sürekli değişiklikler” yaşanır ve bu değişiklikler gerek emek-gücünün kendisinde, gerekse “emek-sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar.”
Açıktır ki, eğer bütün bu değişiklikler, ortaya çıkmış olmaları itibarıyla, kapitalizmin doğasına aykırı değilse, kapitalist üretim tarzının gelişmesini belirleyen yasalara aykırı bir gelişmeye tekabül etmiyorsa, fakat buna rağmen, söz konusu gelişmelerden kapitalizmin niteliğinin değiştiği sonucu çıkartılıyorsa, (Drucker’in iddia ettiği gibi “kapitalistleri olmayan bir kapitalizm” söz konusuysa), o zaman, kanıtlanması gereken, bu gelişmelerin kapitalist üretim ilişkilerinin kendisini alt üst edip etmediğidir. “Post-kapitalist” tezlerin bu konuda ileri sürdüğü herhangi ciddi bir kanıt var mıdır? Bir kelimeyle söylersek, yoktur!
Marx Kapital’in 3. Cildinde, burjuva iktisadının, kapitalizmdeki emek-sürecini, soyut ele aldığını, yani “bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi” olduğunu reddettiğini vurgular. Burjuva iktisadının buradaki yanlışı, verili toplumsal üretim sürecini basit emek-süreciyle karıştırması, birbirleriyle özdeşleştirmesidir. Oysa “bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi, kendi maddi temellerini ve toplumsal biçimlerini geliştirmeye devam eder.”(12) Bu nokta, emek-sürecindeki değişikliklere, kendi başına yeni bir toplumu yaratma kudreti veren görüşlerin eleştiri açısından tayin edici önemdedir, çünkü bu görüşler, mevcut emek-sürecinin kapitalist üretim ilişkilerine tekabül eden özelliğini, ya da daha doğrusu bu ilişkiler tarafından nihayetinde koşullandırıldığını reddetmektedirler. Bu ilişkinin reddinin insanı ne tür saçmalıklara sürükleyebileceğinin belki de en çarpıcı örneğini, teknoloji fetişizmine tekabül eden burjuva teorileri sunmaktadır. Bu teorisyenlere göre, sınaî ve teknolojik gelişme kapitalist üretim tarzından ve sınıflardan tümüyle bağımsız olup toplumsal gelişmenin asıl motor güçleridir. Bu takımın bütün hokkabazlıkları aslında şundan ibarettir: Gerek teknoloji, gerekse bu teknolojinin uygulandığı emek-süreci soyut olarak ele alınmakta. Teknolojinin kapitalist uygulanışı reddedildiğinden ötürü, başta bilgisayar olmak üzere son teknolojik buluşlar ve genel olarak teknoloji, mevcut toplumsal ilişkileri altüst eden özgün ve özerk bir üretici güç olarak görünmektedir. Denilebilir ki, bu burjuva teorilerinin, özünde, işçilerin içine sürüklendiği sefaletin ve işsizliğin sorumlusu olarak yerlerini alan makineleri gören Ludist harekete egemen olan düşüncelerden bir farkı yoktur. Aslında bu zat-ı muhteremler, bugünün modern proletaryasının karşısına, işçi sınıfını, emekleme zamanında bir süre etkilemiş görüşlerle çıkmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar (işçiler teknolojide yıkıcılığı görürken, bunlar her türlü ilerlemenin kaynağını görmektedirler, aralarındaki fark bundan ibarettir).
Öte yandan teknoloji konusunda sürekli göz ardı edilen diğer bir husus da, kapitalizmde, teknolojik yeniliklerin üretim sürecine somut uyarlanışının sınırsız olamayacağı olgusudur. “Salt ürünü ucuzlatmak amacıyla makine kullanılması, makinenin üretimi için harcanan emeğin, bu makinenin kullanılmasıyla yerini aldığı emekten daha az olması gerekir ilkesiyle sınırlandırılmıştır. Kapitalist için bu tür kullanım daha da sınırlıdır. Kapitalist, emeğin karşılığını ödeyeceği yerde, yalnızca kullanılan emek-gücünün karşılığını ödemektedir; bunun için de, makineyi bu amaçla kullanmasının sınırı, makinenin değeriyle, makinenin yerine geçtiği emek-gücünün değeri arasındaki fark tarafından saptanmıştır.”(13) Teknolojinin kendi başına sunduğu ya da potansiyel olarak sunma aşamasında olduğu teknik olanaklar ile somut uygulanışı arasında kapitalizmde bu nedenle her zaman bir uçurum vardır. Kapitalizmin tekelci aşamasında ise, bu uçurum, tekel olgusuyla birlikte, daha da büyümüştür. Örneğin İngiliz mali-sermayesi üzerine yayınladığımız araştırmada, kişisel birliklerin anlatıldığı bölümdeki verileri dikkatlice inceleyen okur, otomobil tekelleriyle petrol tekellerinin nasıl iç içe geçtiğini fark etmiştir. Bu ilişkinin amacı ve niteliği karşısında, çevreye hiçbir zararı olmayan yakıtla çalışan ya da petrol tüketimi 100 kilometrede 1 veya 2 litreyi aşmayan otomobillerin bugün teknik olarak üretilebilir olmasına karşın, üretilmemesinin nedeni bir sır olmasa gerek!
Özelde emek-sürecinde, genelde üretim sürecinde kapitalizmin tarihi boyunca ve bugün de yaşanan değişikliklere (yeni iş-kolları, yeni meslek türleri), geliştirilen yeni örgütlenme biçim ve modellerine (“Taylorizm”, “Fordizm”, “Post-fordizm”, “esnek çalışma” vb.) gelince. Bilindiği gibi, kapitalizmde emek-süreci, bir bütün olarak değer ve artı-değerin yaratıldığı süreçtir. Emek-sürecinin teknik temelinde ve örgütlenme şeklinde ne tür değişiklikler yapılırsa yapılsın, eğer bütün bunlar; emek-sürecinin somut tarihsel biçimini, yani bu durumda, sermayenin değerini yaratma ve artırma sürecine tabi olma niteliğini (ki, bu süreç, aynı zamanda emeğin sermayeye tabi kılındığı süreç olduğundan, sınıflar-arası ilişkilerin de yeniden üretildiği süreçtir) değiştirmiyorsa, kapitalist üretim tarzının özü açısından hiçbir değişikliği ifade etmiyorlar demektir. “Post-kapitalist” yazarlar, söz konusu yeni örgütlenme biçim ve modelleriyle ilgili ne tür iddialarda bulunurlarsa bulunsunlar, bütün bunların asıl işlevinin artı-değer sömürüsünü artırmak ve sermayenin emek üzerindeki hâkimiyetini perçinlemek olduğu gerçeği ortadan kaldırılamaz. Her şey bir yana, bu tür modellerle karşı karşıya kalan işçiler; çok kasa bir sürede, bu uygulamaların gerçek işlevinin ne olduğunu (artı-değer sömürüsünün artırılması, işçiler-arası rekabetin kışkırtılması, örgütlenme eğiliminin etkisiz kılınması, işçinin yaşantısının kapitalist üretimin konjonktürel dalgalanmalarına doğrudan bağlanması vb.), yol açtığı tahribatlarıyla birlikte, pratik çalışma hayatlarında günbegün görmektedirler. Bu nedenledir ki, bu tür uygulamaların birçoğu, emek ile sermaye arasındaki mücadelenin seyrine göre değişkenlik gösteren konjonktürel uygulamalardır.
Bu tür model ve uygulamalara, “kapitalizm ötesi” bir topluma geçişin temelleri olarak anlam yüklenmesiyle ilgili ise, sorunun ayrıca şu yanını vurgulamak gerekir: Bu alandaki gelişmeler, kapitalistlerin keyfi icatları değildir şüphesiz. Bunlar, bir yönüyle de, mevcut üretim ilişkileriyle -bu kapitalist ilişkiye rağmen gelişmeye devam eden- üretici güçler arasındaki uzlaşmaz çelişkinin kaynaklık ettiği sorunlara getirilen kapitalist “çözümler”dir.
Nitekim üretim sürecinde gerçekleşen her yeni örgütlenmenin gerisinde, (üretimin teknik temelindeki gelişmenin sağladığı yeni olanakların yanı sıra) esasında, mevcut üretim ilişkilerinin karakterinden ileri gelen sınırlılıkları muhafaza etme ve (bunlarla çelişen) üretici güçlerin mevcut düzeyini kendi karakterine hizmet eder bir biçime sokma çabası yatmaktadır. Demek ki, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişki, üretim ilişkilerinin her defasında üretici güçleri bu verili ilişkinin niteliğine daha uygun bir örgütlenmeye zorlayan bir rol oynamasını engellemez, tersine şart koşar. Emek-süreci ve sermayenin değerini büyütme süreci, kısaca bir bütün olarak kapitalist üretim süreci, sadece kapitalist üretim ilişkilerini her defasında yeniden üretmez, aynı zamanda, bunu yaptığı ölçüde, üretim sürecinin kendisinin, yeniden, üretim ilişkilerinin niteliğine uygun bir biçim ve sekile sokulmasının ihtiyacını ya da zorunluluğunu yeniden üretir. Görüldüğü gibi, kapitalizmin tarihi, burada karşımıza, aynı zamanda, burjuvazinin, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerle olan çelişkisine her defasında yeni biçimler verme tarihi olarak çıkmaktadır. Kuşkusuz, burjuvazi böylelikle bu uzlaşmaz çelişkiyi ortadan kaldırmış olmamaktadır. Tersine: O bunu (yeni biçimler vermeyi) ‘başardıkça’, süreklilik arz eden bu uzlaşmaz çelişkiyi, bu sefer daha geniş bir düzlemde, esasında daha da keskinleştirmektedir. Şöyle de denilebilir; burjuvazi, göreceli başarılarıyla mutlak başarısızlığının koşullarını olgunlaştırmaktadır.
Bütün bu belirttiklerimizle kuşkusuz, emek-araçları, emek-güçleri ve emek-süre-cinde ve dolayısıyla genel olarak üretim sürecinde ortaya çıkmış bulunan ve çıkmakta olan değişikliklerin hiçbir öneminin bulunmadığını söylemiyoruz. Aksine, buradaki değişiklikler, her şey bir yana, tarihsel görevi kapitalizmi yıkmak ve sınıfsız toplumu kurmak olan işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesi açısından önem arz eden değişikliklerdir.(Yazımızın konusu, bu değişikliklerden sınıf mücadelesi açısından çıkarılması gereken sonuçların irdelenmesi olmadığından sorunun bu yönüne değinmiyoruz; yoksa bu anlamda üzerinde durulmasında fayda olan hususlar yok değil. Örneğin; tekel olgusunun ve yanı sıra ulaşım ve iletişim araçlarındaki hızlı gelişmenin, sermayenin dolaşım giderlerini azaltması ve genel olarak sermayenin devri zamanını kısaltması itibarıyla, sermaye sınıfına sunduğu çeşitli yeni olanaklar veya iletişim ve bilgi teknolojisinin, işçi sınıfının özellikle kültürel bakımdan köleleştirilmesinde tekelci burjuvaziye verdiği yeni imkânlar. Tersinden ise, bu teknolojinin işçi sınıfının uluslararası mücadelesine sunabileceği olanaklar. Ya da bilgisayar teknolojisinin, toplumsal üretimi ihtiyacına göre düzenleyen sosyalist topluma bunu planlamada sunduğu olanaklar ve tasarruf edilen emek-gücünün daha verimli kullanılmasının yeni olanaklarının böylece doğması veya üretimin teknik temelinde bugün kaydedilen gelişmelerin, sosyalist bir topluma kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiyi aşmak için sunduğu yeni olanaklar, vs, vs.) Ancak, şunu savunmaya devam ediyoruz: Bu değişiklikler, ne emek-sürecinin, ne de üretim sürecinin kapitalist karakterini değiştirmektedir; dünya ölçeğinde gerçekleşen kapitalist üretimin dün olduğu gibi bugün de amacı, değer ve artı-değer üretimidir (daha doğrusu, tekelci kapitalizm döneminde azami kâr elde etme dürtüşüdür). Ve dün olduğu gibi bugün de, sermaye bu nitelikli üretimi örgütledikçe ve sürdürdükçe kendi karşıtı ve mezar kazıcısı olan proletaryayı da üretmekte, nicel ve nitel olarak geliştirmektedir.
İster emek gücünün nitelikleri, ister emek araçlarının değişimi, isterse de mesleki yapıdaki değişiklikler olsun, “Post-kapitalist” tezlerin genel karakteristiği, belli başlı nesnel gelişme ve değişiklikleri (örneğin bilgisayar teknolojisi, ya da bilgisayar programcılığı gibi), bir yandan soyut, kendinden menkul ele alması, diğer yandan ise toplumsal ve tarihsel boyutlarını ideolojik bir amaçla çarpıtması ya da en azından abartılı yorumlamasıdır. Bütün bunlar kapitalizmi kutsayan bir ruhla yapıldığından, Marksizm’in büyük sanayinin bilimsel tahliline dayanarak saptadığı pek çok şey bugün yeni bir şeymiş gibi sunulmaktadır. Çarpıcı olduğundan burada “Post-kapitalist” tezlerde söz konusu edilen “işlevsel esneklik” örneği verilebilir.
“Teknolojik gelişme gerçekleştikçe, ‘işlevsel esnekliğin’ işletme düzeyinde sağlanması başlıca iki boyuttaki düzenlemelerle sağlanmaktadır. Bunlardan ilki, mesleki bileşim ve becerilerin değiştirilmesi; ikincisi de işlerin beceriye ilişkin içeriğinin ve çalışmanın organizasyonun değiştirilmesidir. Her ikisi de meslek ve iş yapılarının daha becerili, daha çok yönlü kılınmasını hedeflemektedir. Teknolojinin genel etkisi beceri düzeyinin artırılması yönündedir. Örneğin Volvo otomobil fabrikasında, eskiden var o-lan beş iş kategorisi tek bir kategoride birleştirilmiştir ve bugün, bütün işçilerin bu sonuncu işin uzmanı olması beklentisi hâkimdir. Bu durum emek gücüne ‘esneklik’ kazandırmakta ve onların birimler arasındaki rotasyonunu daha olanaklı kılmaktadır. Birimler arasındaki rotasyon ise, daha baştan belirtildiği gibi, ‘işlevsel esnekliği’ geliştirici ve kurumsallaştırıcı bir işlev görmektedir.”(14)
Üretimde bilgisayar teknolojisinin kullanılmasıyla birlikte emek gücünün niteliklerinde temelli değişikliklerden biri olarak örnek gösterilen “bilgi işçileri”ni (örneğin teknisyenler, bilgisayar programcıları, uzmanlar vb.) bir tarafa bıraktığımızda (çünkü bunlar çok küçük bir azınlığı teşkil ettikleri gibi, emeğin genel olarak zamanla vasıfsızlaşması sürecinin de dışında değildirler), kapitalist üretimde yer alan emek-gücünün ezici çoğunluğu açısından, yani işçiler açısından bu süreç iki yönlü işlemektedir: Bir yandan makineli üretimin kaçınılmaz sonucu olarak emeğin “niteliksizleşmesi”, türdeşleşmesi, “özel ustalığın” ortadan kalkması, diğer yandan üretimin teknik temeli geliştikçe çok yönlü eğitilmiş emeğe olan gereksinimin artması. Marx bu diyalektik süreci şöyle açıklamaktadır:
“… Büyük sanayi, niteliği gereği, bir yandan, emekte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski işbölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır. Büyük sanayinin teknik zorunlulukları ile bu kapitalist biçim içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; emek araçlarını elinden alarak, gerekli geçim araçlarından da yoksun bıraktığını ve parça-işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini görmüş bulunuyoruz. Bu uzlaşmaz karşıtlığı daima sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen kurbanlarda; emek-gücünü har vurup harman savurmasında ve her ekonomik gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz yandır. Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da, büyük sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin, bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim tarzını, bu yasanın normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm-kalım sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir ‘parça-insan’ haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu halinde zorlamaktadır.
Bu devrimi gerçekleştirmeye doğru kendiliğinden atılmış bir adım, teknik ve tarım okulları ile ‘mesleki öğrenim okulların’ kurulmasıdır; buralarda işçi çocuklarına biraz teknoloji bilgisi ile çeşitli emek araçlarının nasıl kullanılacağı öğretilir.”(15)
Bu sürecin önemi nereden ileri gelmektedir? Birincisi; ne tür teknolojik yenilenme olursa olsun, teknoloji, “Post-kapitalizm”in çeşitli teorisyenlerinin savunduklarının aksine, hiçbir zaman “tüm diğer toplumsal ilişki biçimlerini belirleyen kendinden menkul bir güç” değildir. İkincisi; teknolojik yenilenmelerle birlikte emek-sürecinde gerçekleşen değişiklikler, bu teknolojinin kapitalist uygulanışını (artı-değer sömürüsünü artırma) ortadan kaldırmamaktadır. Ve üçüncüsü; işçiyi ‘parça-insan’ haline getiren kapitalist işbölümünün ortadan kalkması, Engels’in de belirttiği gibi, artık “büyük sanayi ile”, “üretimin kendisinin koşulu durumuna gelmiştir.”(16) Bundan dolayıdır ki, bilgisayar teknolojisinin üretimde kullanılması, ana gövdesini “bilgi işçileri”nin oluşturduğu ‘daha ileri bir zanaatçılığa geçiş’ten çok (bu, iddia edilen boyutlarda olmasa da, söz konusudur, ama belirtilen nedenlerle geçicidir), esas olarak proleterlerin yukarıda sözü edilen niteliklerinin gelişmesini daha da kolaylaştırıp hızlandırmaktadır.
Demek ki, her ne kadar teknolojik yenilenmeyle birlikte her defasında yeni meslek türleri ortaya çıksa da, söz konusu süreç, (bunun geçici olmasının kaçınılmaz oluşu gerçeğinin yanı sıra, çünkü makineleşme ilerledikçe o zamana kadarki her nitelikli emek-gücü de süreç içinde ‘vasıfsızlaşmakta’dır) -bu sürecin gelişme doğrultusuna bir bütün olarak bakıldığında- aslında proletaryanın niteliksel gelişimini daha da pekiştirdiğini göstermektedir. Bu, şüphesiz, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin tümden ortadan kalkması değildir (kapitalist işbölümü bu çelişkiyi her defasında yeniden ürettiğinden, kapitalizmde bu mümkün değildir). Ancak, kapitalist işbölümünü ortadan kaldıracak sosyalist toplum için, bu çelişkiyi aşmanın bir o kadar kolay olacağı anlamını taşımaktadır.
Kısacası; “Post-kapitalist” tezler, kapitalizmin genel ve zorunlu eğilimlerini, ortaya çıkış biçimlerinden ayırt etmemekte, tersine, ortaya çıkış biçimlerindeki değişiklikleri, kapitalizmin genel ve zorunlu eğilimlerinin ortadan kalkmasının kanıtı olarak sunmaktadır. Bu yöntemi etkili kılan özellik şudur ki, bir yandan herkesçe görülebilen olgulara dayanılmakta (çünkü süreklilik arz eden biçimlerdeki değişim nesnel bir gerçekliktir), diğer yandan bu “nesnellik” sayesinde, bu nesnelliğin kaynağı ortadan kaldırılmaktadır. Başka bir deyişle, çelişkinin kendisini ifade ediş biçimi, çelişkinin kendisinin inkârına dayanak yapılmakta! Gelgelelim, değişim sürekli olduğundan, bir süre kendisine dayanak yaptığı biçimlerdeki değişim, bir adım ötesinde ayaklarının altındaki toprağın kaymasına neden olabilmektedir. İşte bu nedenledir ki, özellikle işçi hareketinin dibe vurduğu koşullarda ‘sınıf çıkarma dayalı kitle hareketleri ve mücadeleleri artık geride kalmıştır’ derken, bir anlık, sanki tartışmasız bir gerçeği dile getiriyormuş gibi görünür (görünür diyoruz, çünkü sınıflar var oldukça aralarındaki mücadele de hiçbir zaman ortadan kalkmaz), ama hemen ertesinde, bugünlerde Fransa ve Almanya’da olduğu gibi, kapitalist toplumdaki en örgütsüz kesimi teşkil eden işsizlerin örgütlü mücadele hareketi karşısında şaşkın ördek gibi bakıp durur!

“HİZMET SEKTÖRÜ”NÜN BÜYÜMESİ
“Post-kapitalist” tezlerde, işçi sınıfının eridiği ve devrimci sınıfsal özelliklerini yitirdiğine dair ileri sürülen en güçlü argümanlardan birisi, ileri kapitalist ülkelerdeki “hizmet sektörü”nün büyümesidir.
“Genel olarak üzerinde görüş birliği olan konu bütün sektörler içinde maddi mal üretimine yönelik sektörlerin oranının azalmasına karşılık, hizmet sektörlerinin oranının artışıdır. Braverman’ın verdiği rakamlara göre, maddi mal üretiminde yer alan emek-gücünün oranı 1920 yılında % 46,6 iken, 1970yılında % 33’e inmiştir. Aynı düşme tarım sektörü için de geçerlidir. Tarımdaki emek gücünün oranı 1880’de % 50 iken, 1970 yılında yalnızca % 4 kalmıştır, Bu rakamlar ABD’ye aittir.”
“Hizmet sektörü ‘tüketici hizmetleri’ni, ‘sosyal hizmetler’ ve ‘iş hizmetleri’ni içermektedir. Kısaca bütün sağlık, eğitim, finans, bankacılık, ticaret, reklâm sektörleri bu grupta yer almaktadır.”(17)
“Post-kapitalist” teorisyenler buradan şu sonuca ulaşıyorlar: Maddi mal üretiminin gerçekleştiği sektörler küçülmekte. Dolayısıyla, küçülen bu sektörlerle birlikte, işçi sınıfı da erimektedir! (Ve tabii bu arada da burjuva ekonomi tarihçilerinin 40’lı yıllardan beri kapitalizmin üç aşamalı gelişmeyi -tarım ekonomisinden sanayiye, sanayiden hizmete; bazılarına göre de hizmetten bilgi toplumuna- tamamlayacağına dönük öngörüleri de gerçekleşmiş oluyor!)
Öncelikle şunu vurgulayalım ki, emperyalist ülkelerde maddi mal üretiminde çalışanların sayısının göreceli olarak azalması olgusu, iddia edildiği gibi yeni bir olgu değildir, tersine, bu gelişmeye Lenin 80 yıl öncesinde dikkat çekmiştir. “Emperyalizm” ile ilgili çalışmasında, İngiltere’den verdiği somut rakamlara dayanarak, “üretimle uğraşanların sayısında azalma” olduğunu tespit eden Lenin, bu olguyu, emperyalist kapitalizme özgü asalaklığın ve çürümenin bir göstergesi olarak tahlil etmiştir.(18)
Şu bir gerçektir: Emperyalist ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısı (genel olarak işçilerin değil), özellikle son 15–20 yıldır, mutlak ve oran olarak azalmaktadır. Örneğin The Economist’e (Britain in Figures,1997) göre, İngiltere’de imalat sanayisinde çalışanların sayısı azalmaktadır: 1900 yılında (nüfus 38 milyon 240 bin) imalat sanayisinde toplam 5 milyon 990 bin kişi çalışırken, bu rakam 1955 yılında (nüfus 50 milyon 230 bin) 9 milyon 222 bine çıkar. 1970’de (nüfus 55 milyon 930 bin) 8 milyon 342 bine düşer. 1985’de (nüfus 56 milyon 350 bin) 5 milyon 365 bine geriler. 1995’de ise (nüfus 58 milyon 500 bin) 3 milyon 863 bin olarak hesaplanır. Sınaî ürünleri ihracatıyla ünlü Almanya’da bile imalat sanayisinde çalışan işçilerin sayısı gerilemektedir. Örneğin imalat sanayisinde ücretli ya da maaşlı çalışanların sayısı 1950’de yaklaşık 5 milyondu (bunun 4,16 milyonu işçiydi). Bu sayı 1970 yılına kadar -6,5 milyonu işçi olmak üzere- 8,6 milyona yükselir. Bundan sonra düşmeye başlar: 1993’de 4,3 milyonu işçi olmak üzere 6,7 milyona geriler. Mart 1997’de ise sadece 5,6 milyon kişiyi kapsar, bunun yaklaşık 3,7 milyonu sanayi işçisidir.(19)
Fakat hemen belirtelim ki, bu gerileme, gerçekte, aktarılan rakamlarda dile geldiği kadar değildir. Zira çeşitli uygulamalar, durumu olduğundan daha farklı yansıtmaktadır. Örneğin son yıllarda şoför, dış servis elemanı ya da dağıtıcı olarak kendi adına bir büyük şirkete çalışanların (“serbest çalışanlar” kategorisi) sayısındaki artış, burada o sanayi işletmedeki işçilerin sayısında bir “düşüşe” tekabül ediyor. Üretimdeki konumunda fiiliyatta hiçbir değişiklik olmaksızın işçi statüsünden çıkarılanların bir diğer örneğini ise, çeşitli işkollarında faaliyet gösteren taşeron firmalarının çalışanları teşkil etmektedir. Kısacası, sanayi dalında çalışan işçi sayısı çeşitli istatistiklerde yansıtıldığı boyutlarda olmasa da düşmektedir. Nitekim Federal Almanya Çalışma Bakanlığının 1997 istatistik elkitabında yayınladığı verilere göre, üretken sektörde çalışanların sayısı 1960 yılında 12 milyon 506 bindir. 1970’de ise 13 milyon 24 bindir. 1980’de 11 milyon 600 bine düşer. 1990’da 11 milyon 51 bine geriler. Almanya’nın birleşmesinin ardından 14 milyon 207 bine çıkar, ardından yeniden düşmeye başlar. 1996’da ise, 11 milyon 691 bini geçmez.
Konunun, büyüyen “hizmet sektörü”nün proletaryanın ileri kapitalist ülkelerde genel olarak eridiğinin bir göstergesi olarak ele alındığı göz önünde bulundurulduğunda, faal sanayi işçilerinin sayısındaki bu azalma, genel olarak bu ülkelerdeki proletaryanın sayısının azaldığı anlamında yorumlanamaz mı? Şüphesiz ki, hayır! Zira çalışmakta olan sanayi işçilerinin sayısındaki düşüş, işçi sınıfının sayısının mutlak anlamda azaldığı anlamına gelmemektedir.
Daha önce de altını çizdiğimiz gibi, “Post-kapitalist” teorisyenler, tekelci kapitalizmin çeşitli eğilimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı dönemsel görüntüleri mutlak olarak ele almaktadırlar. Fakat gelişmelere birbirinden kopuk ve mutlak değil de, birbirleriyle ilişkili ve hareket halinde bakıldığında şu gerçek görülecektir: Son 15–20 yılda emperyalist ülkelerde bu konuda göze çarpan en önemli gelişmelerden birisi, bu dönemin, ileri kapitalist ülkelerin sermaye ihracında ve dış ülkelerdeki doğrudan yatırımlarında olağanüstü bir büyümenin yaşandığı bir dönem olmasıdır. Bu büyümenin, kaçınılmaz olarak, emperyalist ülkelerdeki gelişmeyi “bir parça durdurma eğilimi” taşıdığı son derece açıktır. Açıktır ki, sermaye ihracı ve doğrudan yabancı yatırımlardaki gelişmeler; başta dünya pazarındaki konjonktürel gelişmeler olmak üzere, emperyalistler arası rekabet, emek ile sermaye arasındaki mücadele gibi pek çok uluslararası gelişmelere bağlı olarak yön ve alan değiştiren gelişmelerdir. Görüldüğü gibi, ‘uluslararasılaşma’ ve ‘globalizm’i diline dolayan “Post-kapitalist” teorisyenler, iş kendi kof teorilerine dayanak bulmaya gelince, rahatlıkla ileri kapitalist ülkeleri dünya pazarından soyutlayabilmektedirler. Oysa gerek emperyalizm çağında olmamız nedeniyle olsun, gerekse de sermayenin uluslararasılaşmasında bugün varılan nokta olsun, bugün, hiçbir gelişme ve olgu dünya ölçeğinde ele alınmadan açıklanamaz.
Öte yandan, yakından bakıldığında sözü edilen ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısındaki düşüşün gerisinde duran en önemli olgunun, emperyalist ülkelerdeki -artış hızını bugüne dek genelde yitirmeyen- kronik işsizlik olduğu görülür (işsizliğin ise, bir yandan esas olarak sermayenin organik bileşiminin büyümesi ve dolayısıyla üretkenliğin artışıyla, diğer yandan ise yukarıda belirtilen nedenlerle belli başlı işletmelerin yurtdışına kaydırılmasıyla bir ilgisi olduğunu belirtmeye gerek yok). Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yaklaşık 20 milyon insan işsizdir. Ye bu 20 milyonun ezici çoğunluğu işçidir; işçilerin arasında da sanayi işçileri başı çekmektedir. (Örneğin Almanya’da İş ve İşçi Bulma Kurumu bugün işsizlerin üçte ikisini işçi kategorisinde değerlendirmektedir. Bu kuruma göre, B. Almanya’da 1975’de yüzde 6 olan işçiler arasındaki işsizlik oranı 1994’de yüzde 13,6’ya fırlamıştır. Kaldı ki, başka sınıf ve ara tabakalardan işsizlerin de önemli bir kısmı, çoğu kez yeniden iş bulamadıklarından, işsiz proleterlere dönüşmektedirler.) Peki, işsizler ordusu, proletarya ordusuna dâhil değil midir? Açıktır ki, dâhildir; Marx işçi sınıfından söz ederken, faal ve yedek sanayi ordusunu sürekli birlikte ele almıştır.
Demek ki, kronik işsizlik olgusu, Lenin’in tekelci kapitalizminin rantiye-asalak karakterine dönük tespitinin bugün çok daha somut biçimler kazandığının bir ifadesidir. Milyonlarca üretici gücü sürekli üretimden uzaklaştırmak zorunda kalan, bir metal sendikacısının da belirttiği gibi, ‘ömür boyu çalışmama cezası’na çarptıran bir toplumsal sistemin çürüdüğüne dair başka bir kanıt göstermeye gerek var mıdır?
“Hizmet sektörü”ndeki büyümeye gelince. Bu sektördeki büyüme de, işçi sınıfının mutlak sayısının azaldığı anlamına gelmemektedir. Zira bize göre, sermaye, bu sektörde de önemli bir kitlesi objektif olarak işçi sınıfına dâhil olan milyonlarca yeni ücretli işçileri yaratmaktadır.
Burada sorunun iki yönü üzerinde durmak gerekir. Birincisi, “hizmet sektörü” olarak adlandırılan işkolunun bu denli gelişmesinin, kapitalizme egemen olan toplumsal işbölümünün bir yerde ‘doğal’ evriminin bir sonucu olmasıdır. İkincisi ise, kapitalist toplumda ortaya çıkmış ve paranın sermaye olarak yatırıldığı bir işkolundaki ilişkilerin bu nedenle başkalaşmış olmasının işçi sınıfının bileşimi açısından taşıdığı anlamın doğru kavranmasıdır.
Birinci noktaya ilişkin: Emperyalist ülkelerde “hizmet sektörü” diye tanımlanan sektörün büyümesinde rol oynayan önemli etkenlerden birisi, şüphesiz, tekelci kapitalizme has olan asalaklık ve çürüme eğilimidir. Ancak, bununla bağlantılı olmakla birlikte, sorunun bir de şu yönü vardır ki, bu büyüme; sermayenin uluslararasılaşmasında kaydedilen gelişme sonucu bugün düne göre çok daha sıkı dünya pazarına endekslenen toplumsal işbölümünün (bunu, uluslararası işbölümüyle toplumsal işbölümünün bir yere kadar iç içe geçmesi olarak da ifade edebiliriz), üretimin teknik temelindeki gelişmelerle birlikte, düne göre daha çok ayrıntılaşıp derinleştiğinin bir ifadesidir aynı zamanda. (Belirtelim ki, kapitalizmin ve emperyalizmin uluslararası işbölümünün karakteri hiçbir dönem değişmedi. Değişen, her defasında, bu işbölümünün biçimidir. Ancak, biçimdeki değişiklikler, kapitalizmin uluslararasılaşması ve dolayısıyla proletarya ordusunun gelişmesi açısından çok önemli değişikliklere yol açmıştır. Örneğin “yeryüzünün bir bölümünü, temel olarak sanayi alanı halinde kalan, öteki bölümünü hammadde sağlayan tarımsal üretim alanı hali” biçimindeki şekillenmesi büyük değişime uğramış, “yeryüzünün öteki bölümü” de giderek “sanayi alanı haline” gelmiştir. Örneğin Hindistan bugün bölgesinin en büyük bilgisayar üreticisi konumundadır. Bu üretimde yatırılan sermayenin esas olarak Hindistan işbirlikçi burjuvazisine ait olmaması, emperyalist ülke tekellerinin sermayesine dayanması, Hindistan’ın uluslararası işbölümündeki konumunu değiştirmemektedir.)
Tekelci kapitalizmdeki işbölümünün özünün kavranması için, üretimdeki tekel olgusu ile üretimin teknik temelindeki gelişmelerin yol açtığı değişiklikler dikkate alınmalıdır. Nitekim üretimden tümüyle ayrı gösterilen “hizmet sektörü”ne yakından bakıldığında, bu sektörde ortaya çıkan pek çok işletme ve çalışma türlerinin esasında üretim sektörüne, hatta imalat sanayisine bağlı olduğunu, varlığını buraya dayandırdığı görülecektir. Örneğin ileri kapitalist ülkelerdeki birçok otomobil tekelinin -ya doğrudan kendi şirketi adına ya da başka bir şirket adı altında-, burjuva istatistiğinde “hizmet sektörü”ne dâhil edilen “pazarlama”, “finans” ve “servis” hizmetleri götüren şirketleri bulunmaktadır. Ya da elektrik tekellerinin, “enerji danışmanlığı” yapan ayrı şirketleri vardır. İnşaat şirketlerinin finansman kolları bulunmaktadır. Temizlik bile (özel temizlik şirketleri aracılığıyla) başta sanayide olmak üzere sermaye ile emek-gücü arasında bir sömürü ilişkisinin kurulduğu özgün bir iş alanı haline gelmektedir. Örnekler çoğaltılabilir; ancak şurası açık olmalıdır ki, “hizmet” ayrı bir işkolu haline gelir gelmez, salt “bir kullanım-değerinin yararlı etkisi” olmaktan çıkmıştır ve bu başkalaşma süreci geliştikçe daha çok doğrudan üretime ve sanayiye bağlanmaktadır.
Demek ki, “hizmet sektörü”nün bir işkolu haline gelmesi ve dolayısıyla sermaye ilişkisinin egemen halé gelmesi; işçi sınıfının erimesi bir yana, o zamana kadar işçi sınıfına dahil olmayan pek çok emekçiyi de proleterleşme sürecine sokmakta, modern proletaryaya daha da yaklaştırmaktadır. Dolayısıyla, “hizmet sektöründeki büyümenin sınıf sorunu açısından taşıdığı anlam, yakın zamana kadar “işçi sınıfı meslekleri” sayılmayan mesleklerin de “işçi sınıfı meslekleri” olmasıdır. İleri kapitalist ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısındaki düşüş, işçi sınıfının sayısal olarak azaldığı anlamına gelmemekte; olsa olsa -belirtilen nedenlerle- işçi ‘tipleri’nin çeşitlerinin arttığını göstermektedir. En sonu, işçi sınıfının artı-değeri yaratan sınıf olarak özelliğinde de bir sınırlama değil, aksine bir genişleme yaşanmaktadır.
Büyüyen “hizmet sektörü”, ne maddi mal üretiminin anlamsızlaşıp yerini “hizmet” ya da “bilgi” üretiminin aldığının bir ifadesidir, ne de geleceğin “hizmet” ya da “bilgi toplumu” olduğunun bir göstergesidir; aksine “hizmet sektörü”nün büyümesi, bir yandan tekelci kapitalizmdeki tekel olgusunun temelini oluşturduğu asalaklık ve çürümenin dolayımsız bir yansıması, diğer yandan ise özellikle 50-60’lı yıllarda sanayinin üretim tarzındaki “teknik devrimi”nin işbölümü ölçeğinde yol açtığı değişikliklerin bir sonucudur.
Nereden bakılırsa bakılsın, “Post-kapitalist” tezlerin kapitalizmin çeşitli eğilimleriyle ilgili ileri sürdükleri iddialarının aksine, proleterleşme süreci, öncesinden daha geniş emekçileri kapsayarak ilerliyor. Modern proletaryaya bağlanan emekçi kitlelerin proletarya ile birlikte mücadele ve örgütlenme olanakları genişliyor.
Bütün bunlar ise, kapitalizmin mezar kazıcısı modern proletaryanın toplumsal konumunu, zayıflatmak şöyle dursun, daha da güçlendiriyor.

İŞÇİ SINIFI ORDUSU KÜÇÜLMÜYOR, AKSİNE BÜYÜYOR
Kapitalizmi kutsayan tüm burjuva tezleri, bu sömürü sistemin mezar kazıcısı proletaryanın bugün düne göre hem nicel ve hem de nitel bakımdan daha da geliştiğini aslında istemeyerek de olsa itiraf etmektedirler. Zira uluslararası sermayenin gelişmesi, dünyanın en ücra köşelerine kadar, akla gelebilecek her türlü ekonomik-politik-ulusal engeli aşarak ya da en azından etkisiz hale getirmeye çalışarak sömürü ağını örmesi demek, ücretli emek ordularının yaratılması demektir.
Marx ve Engels bu konuda “Komünist Manifestoca şu bilimsel görüşü ileri sürdüler:
“Burjuvazi, yani sermaye ne oranda gelişirse, ancak iş buldukları sürece yaşayan ve ancak emekleriyle sermayeyi artırdıkları sürece iş bulan proletarya da, yani modern işçi sınıfı da o oranda gelişiyor.”(20)
Burjuvazi-proletarya ilişkisiyle ilgili benzer şeyi Marx, “Ücretli Emek ve Sermaye” adlı çalışmasında da yineler:
“Sermaye, ancak emek-gücü karşılığında değişilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli-işçinin emek-gücü, sermaye ile ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişilebilir. O halde, sermayenin artması demek, proletaryanın artması, yani işçi sınıfının artması demektir.”(21)
Kapital’in 1. cildinde ise bu konuyu şöyle açıklar:
“Ücretli işçi sınıfının, şu ya da bu derecede uygun koşullar altında yaşamını sürdürmesi ve çoğalmaya devam etmesi, kapitalist üretimin temel niteliğini hiç bir şekilde değiştirmez. Tıpkı basit yeniden-üretimin, sermaye-ilişkisinin kendisini, yani bir yandan kapitalistlerin, öte yandan ücretli işçilerin ilişkilerini, sürekli olarak yeniden-üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden-üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, öteki kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir. Sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan kaynaşmak zorunda kalan ve sermayeden kopup ayrılması olanaksız, bulunan, sermayeye köleliği, yalnızca, kendisini sattığı bireysel kapitalistlerin başka başka olmalarıyla gözlerden saklanan bu emek-gücü kitlesinin yeniden-üretimi, aslında sermayenin kendisinin yeniden-üretiminin kökü ve esasıdır. Bu yüzden sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir.”(22)
Şimdi bu tezin, bütün “Post-kapitalist” iddialara rağmen, tartışmasız bir gerçeği dile getirdiğini ortaya koyan somut verilerin incelemesine geçebiliriz.
Dünya Bankası’nın (DB) “1995 Dünya Gelişme Raporu”na göre, çalışanların sayısı dünya ölçeğinde özellikle son otuz yıl içinde hızlı bir gelişme kaydetti. 1995 yılında dünya işgücü potansiyelini meydana getiren 15 ila 64 yaş arasındaki kadın ve erkeklerin sayısı 2,5 milyar olarak tahmin ediliyor. Bu sayı, 1965 yılıyla (yaklaşık 1,4 milyar) kıyaslandığında yaklaşık iki misli bir artışa tekabül ediyor. DB’nin esas aldığı tahminlere göre, dünya ölçeğindeki işgücü sayısı 2025 yılına kadar 1,2 milyar artarak, 3 milyar 656 milyonu bulacaktır.
1965 ile kıyaslandığında göze çarpan diğer önemli bir fark da, işgücü arzındaki artışın coğrafi dağılımındaki değişikliklerdir. Nitekim işgücü arzındaki artış 1965 ile 1995 arasında “yüksek gelirli ülkeler”de yüzde 40 oranındayken, Güney Asya’da yüzde 93 ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ise yüzde 176 oranındadır.
Ve yine işgücü sayısında 2025 yılma kadar tahmin edilen artışın (1,2 milyar) yüzde 99’nun (!) “düşük ve orta gelirli ülkeler”de (yani emperyalist veya ileri kapitalist ülkelerin dışındaki ülkelerde) gerçekleşeceğinden yola çıkılmaktadır.
19. yüzyılın sonlarında dünya proletaryasını meydana getiren işçi sayısının 80 milyon civarında olduğu göz önünde tutulursa, tek başına bu genel rakamların bile, dünya proletarya ordusunun, kof burjuva demagojilerinin aksine, hem nicel ve hem nitel olarak hızla geliştiğini kanıtlamaktadır. Aynı şekilde, yüzyılımızın başında dünya proletaryasının önemli kısmı Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde yoğunlaşırken, bugün bu devrimci ordunun ezici çoğunluğu Latin Amerika, Ortadoğu, Asya ve Afrika’da toplanmaktadır. Uluslararası İşçi Hareketi Enstitüsü tarafından 1986 yılında Moskova’da yayınlanan “Günümüz dünyasında işçi sınıfı (istatistik veriler)” adlı belgeye göre, yüzyılın başından 80’li yılların ortalarına kadar ‘dünya işçi sınıfının mevcudu sekiz kattan fazla artmıştır, oysa aynı sürede dünya nüfusu sadece üç kat artmıştır.’ DB’nin verileri, dünya işçi sınıfının hem mutlak ve hem de dünya nüfusuna oranla sayısal artış hızının 80’li yıllardan bu yana daha da arttığını ortaya koymaktadır.
Görüldüğü gibi, emperyalizm, yığınları bugüne dek görülmemiş bir hız ve genişlikte proleterleşme sürecine sokmuş bulunmaktadır. Özellikle 70’li yılların sonlarından itibaren güçlenerek gelişen bu süreç, öylesine hızlı bir proleterleşme sürecini ifade etmektedir ki, hemen her bir ülkenin toplumsal-ekonomik yapısını temelli dönüştürmektedir. Bu sürecin; sömürge, yarı-sömürge ya da yeni sömürge ülkelerin sınıfsal yapısını nasıl kökünden değişime uğrattığının pek çok belirtileri gösterilebilir. Ama kuşkusuz bu sürecin en çarpıcı yönünü, bir taraftan bu ülkelerin yakın zamana kadar tek yönlü ya da zayıf gelişen sanayilerinde istihdam edilen proletaryanın bizzat kendisinin, hem nicel hem de nitel olarak gelişmesi, diğer taraftan ise, tarım ekonomisinin ve dolayısıyla köylü sınıfının geçirdiği köklü altüst oluş teşkil etmektedir. Tarım alanındaki bu altüst oluşun karakteristiği; uluslararası sermayenin ya doğrudan ya da işbirlikçi sömürücü sınıf ve devletlerin dolaylı yardımlarıyla, bir yandan bu ülkelerin tarımındaki kapitalist ilişkileri -tarım ekonomisinde bir yönüyle üretici güçleri tahrip edici yeni bir merkezileşme ve yoğunlaşmanın önünü açarak- hızla yaygınlaştırması, diğer yandan ise, bu süreç sonucunda üretim araçlarından uzaklaştırılan köylü sınıfının milyonlarca kitlesini proleterleşme sürecine sokması; faal ya da yedek sanayi ordusunun saflarına katmasıdır. (Bu konuda en çarpıcı örneklere özellikle Güneydoğu Asya ve Çin’de rastlanmaktadır. Bugün Çin’de şu veya bu yoldan toprağından köyünden uzaklaştırılarak proleterleşmiş, iş bulmak için kent kent dolaşan milyonlarca yoksul işçi kitleleri bulunmaktadır. Bu proleterleşme sürecinin en bariz göstergesi, dünya ölçeğinde artan yoksulluk ve açlıktır. Dünya çapındaki kitlesel göçler, proleterleşme ve yoksulluğun diğer bir belirtisidir.)
Yarı-sömürge ya da yeni sömürge ülkelerdeki işçilerin sektörel dağılımı bu sürecin çeşitli sonuçlarını ortaya koymaktadır. Örneğin Güney Kore’de 1966 yılında tarım alanında çalışanların sayısı yaklaşık 4,5 milyondu. Bu sayı 1975’e kadar 6 milyona yükseliyor, ancak 1975’den 1990’na kadarki sürede hızla düşüyor. Nitekim 1990 yılında tarımda çalışanların sayısı ancak 3,2 milyon civarındadır. Aynı yıllarda sanayide ve hizmet sektöründe çalışanların sayısında kesintisiz bir yükseliş gerçekleşiyor:
1966’da hizmet sektöründe (buraya, herhangi bir sektöre dâhil edilemeyenler de eklenmiştir, örneğin ayakkabı boyacısı, seyyar satıcı vb.) çalışanların sayısı 2 milyon iken 1990’da 8 milyonu geçiyor. Yine sanayide istihdam edilen işçilerin sayısı 1966’da 1,2 milyon civarındayken, 1990’da 6,5 milyona ulaşıyor. Sadece çalışanların sayısı değil, çeşitli sektörlerin Güney Kore tipi ülkelerin Gayri Safi Yurtiçi Hâsılası’ndaki (GSYİH) konumlarında da gözle görülür değişiklikler yaşanmaktadır. Örneğin G. Kore’de tarım ekonomisinin GSYİH’daki payı 1970’de yüzde 25 iken, 199,3’de bu oran yüzde 7’ye düşüyor. Aynı yıllar arasında sanayinin GSYİH’daki payı yüzde 29’dan yüzde 43’e çıkıyor. (Sanayide de imalat sanayinin oranı yüzde 21’den yüzde 29’a yükseliyor. Bu arada imalat sanayinin yapısındaki değişiklikler de irdelendiğinde, en hızlı büyümenin makina yapımı, elektro-teknolojisi ve motorlu araçları kapsayan işkollarında yaşandığı görülüyor.) Vurgulayalım ki, Güney Kore burada sadece bir örnek; kapitalist sanayi ve ilişkilerin gelişmesinin doğrultusu G. Kore tipi ülkelerde hemen hemen aynıdır.
Güney Kore’de çalışanların sayısının artış oranının nüfusun artış oranıyla ilişkisi bakımından ise şu rakamlar dikkat çekicidir: Güney Kore nüfusunun yıllık ortalama büyüme oranı 1970–80 arasında yüzde 1,8 iken, 1980–93 arasında yüzde 1,1’dir. 1993–2000 yılları arasında ise bu oranın yüzde 0,9 olması tahmin ediliyor. Aynı yıllar arasında çalışanlar sayısının ortalama yıllık artış oranının sırasına göre; yüzde 2,6 (70–80 arası), yüzde 2,3 (80–93 arası) ve yüzde 1,8 (93–2000 arası) olarak hesaplanmaktadır. Görüldüğü gibi, G. Kore’deki çalışanların sayısının artış oranı, nüfusun artış oranından çok daha yüksektir. Denilebilir ki,” Güney Kore gibi nispeten hızlı bir sanayileşme yaşayan tüm gelişmekte olan ülkelerdeki gelişme doğrultusu aynıdır.
Özcesi, her ne kadar burjuva istatistiklerinde pek çok işçi; memur ya da müstahdem olarak gösterilse de (bu yanıltma özellikle ulaşım, iletişim ve hizmet işkollarıyla ilgili istatistiklerde yapılmakta), ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının mutlak sayısı, büyümeye devam etmektedir. Emperyalizme bağımlı ülkelerde ise, proletaryanın sayısı katlanarak artmaktadır. Söz konusu ülkelerin emperyalizm ile ekonomik ilişkileri; sermaye birikimini ve artı-değer sömürüsünü çok daha hızlandıran ve kolaylaştıran bir sürece girmiştir. Toplumsal sonuç ve tahribattan bağımsız olarak, kapitalist ilişkilerin yaygınlaşması ve bu ülkelerin ekonomik-toplumsal yaşantısının tüm gözeneklerine girmesi süreci, yeni bir ivme kazanmıştır.
Tekelci burjuvazi ve Post-kapitalist” ideologları, sosyalizmin geçici yenilgisi üzerinden kazandıkları moral üstünlüğüyle, istedikleri gibi bir dünyayı nihayet yarattıklarını zannediyorlar. Bu büyük bir yanılgıdır. Bütün yazımız boyunca dikkat çekilen olguların kanıtladığı gerçek şudur ki, uluslararası proletarya; bugün nicel olarak daha büyük, nitel olarak daha gelişkin ve enternasyonal özelliği daha belirginlik kazanmış bir sınıftır. Başka bir deyişle, burjuvazi, kendi mezar kazıcısını, bugün dünkünden daha hızlı ve ileri bir düzeyde üretmektedir.

Ağustos 1998

Dipnotlar:

(1) İlker Belek, “Post-kapitalist Paradigmalar”, Sorun Yay., s.9
(2) age, s.10
(3) age, s19
(4) Karl Marx-Friedrich Engels, “Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basım Yayın, çev. Yılmaz Onay, s. 50-52, abç
(5) Lenin, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yay. S.150 abç.
(6) Karl Marx Kapital 1. Cilt, Sol Yay. S.160, abç. Marx bu gelişmeyi başka bir yerde ‘dünya pazarının devrimi’ olarak da açıklar. Bununla 15. yy’ın sonuna doğru gerçekleşen jeografik keşiflerin (Hindistan deniz yolunun bulunması, Batı Hindistan adalarıyla Amerika Kıtasının keşfedilmesi) ekonomik sonuçlarını kasteder.
(7) age, s.782. abç.
(8) age, s.462, abç.
(9) age, s.617.
(10) age, s.397.
(11) age, s.497, abç.
(12) Karl Marx, “Kapital”, 3. Cilt, Sol Yay., s.921
(13) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, Sol Yay., s.406
(14) İlker Belek, “Post-kapitalist Paradigmalar’, s.70
(15) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, Sol Yay., s.497-98, abç.
(16) Friedrich Engels, “Anti-Dühring”, Sol Yay. S.463
(17) İlker Belek, age, s.76-77
(18) Lenin, “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, s.128 – Başta ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalist ülkelerde özellikle ‘80’li yıllardan bu yana peş peşe 100 ya da 150 yıllık fabrikalar kapanmaktadır. Bu süreç bugün de devam etmektedir. Örneğin WW dergisine göre, Almanya’da 2005 yılına kadar100 milyon metrekarelik sınaî alanı, yani yaklaşık 15 bin futbol sahası büyüklüğünde bir alan boş kalacaktır. Kapanan fabrikaların yerine ise, alışveriş mağazaları, mültimedya, kültür veya eğlence parkları inşa edilmektedir. İşlerinden olan sınaî işçilerinin bir kısmı buralarda iş bulurken, ana kitlesi işsizler ordusuna katılmaktadır.
(19) Rakamlar, KPD’nin “İşçi Sınıfının Durumu ve Komünistlerin Görevi adlı belgesinden alınmıştır.
(20) Karl Marx-Friedrich Engels, “Komünist Parti Manifestosu” Evrensel Basım Yayın, çev: Yılmaz Onay, s. 54
(21) “Ücretli Emek ve Sermaye”, Sol Yay. s.38
(22) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, s.631, abç

Kapitalist dünya ekonomisindeki durum ve gelişme doğrultusu

Son bir yıldır kapitalist dünya ekonomisi art arda cereyan eden önemli gelişmelere sahne oluyor. Önce, geçtiğimiz yılda patlak veren Asya krizi, ardından Rusya krizi. Ve en son olarak, peş peşe çalkalanan dünya borsaları. Belirtiler hafife alınabilir cinsten değil, ister Asya, ister Rusya, isterse emperyalist ülke borsaları olsun, hiçbir yerde henüz düzelme belirtileri görünmüyor.(1) Gözler, her an 1929 büyük bunalımın benzeri bir krizin patlak vereceği endişesiyle, dünya borsalarına odaklanmış bulunuyor.
Kapitalist dünya ekonomisindeki son gelişmeler, burjuva siyasetçileri, ekonomistleri ve basını arasında hâlâ kesilmeyen histerik bir tartışmayı başlattı. Bir yanda; muhakkak ve bir an önce “bir şeylerin yapılması” gerektiğini avazı geldiğince bağıranlar.(2) Diğer yanda; durumun böylesine nazik olduğu bir dönemde paniğin hiçbir şeye yaramadığı, “durumun abartılmaması gerektiği” tekerlemeleriyle, sükunete çağıranlar.(3) Bir tarafta; her şeyin sorumlusu olarak gördükleri Soros gibi spekülatörlere veryansın edenler, “spekülatif sermaye”ye sınırlar çekmek gerektiğini, “denetimsiz sermaye akışının yanlış olduğu”nu, “uluslararası mali sistemin yeniden düzenlenmesi gerektiği”ni, Rusya örneğinde de görüldüğü gibi “çok hızlı globalleştirmenin” sadece zarar verdiğini söyleyenler.(4) Diğer tarafta; “sermaye akışına denetim getirmenin çok yanlış olacağı”nı, böylesi tedbirlerin “geriye dönüş” anlamına geleceğini, dahası yeniden “himayeciliğe geçiş” olacağını savunanlar.(5)
“1929 bunalımı” hayaletinin ortalıkta dolaşmasının, ‘globalizm başlamadan bitti mi?’ içerikli tartışma ve kaygıların etrafı bu kadar hızlı kaplamasının, son gelişmelerin ayrıca şu özelliğiyle de bir ilgisi bulunmaktadır: Burjuva propagandanın, özellikle son on yılda öne çıkardığı iki olgu vardı. Birincisi, Japon mucizesinin yanı sıra, ‘Asya Kaplanlarının “sınırsız büyümesi”. İkincisi, Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Bloğu’nun çöküşü, ‘serbest piyasa ekonomisini benimseyişi’. Başka bir ifadeyle, burjuva propagandanın bir süredir üzerinde yükseldiği bu iki sütun, temelden sarsıldı. Bir yandan, kapitalist ekonominin “sınırsız gelişmesi”nin canlı örneği olarak gösterilen ülkeler derin bir ekonomik krize yuvarlandılar. Bu, ‘neoliberal politikalar’ diye adlandırılan emperyalist saldırı politikalarının gerekçeleri ve mantığı hakkında çeşitli soru işaretlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Diğer yandan, bu ülkelerdeki sarsıntı henüz yatışmamışken, Rusya krizi patlak verdi. Ekonomik planda patlak veren kriz, politik krize dönüştü. Bu, söz konusu ülkenin Rusya olması nedeniyle, ister istemez, kapitalizm-sosyalizm tartışmasını yeniden gündeme getirdi.
Açıktır ki, burada, bütün bu tartışmalarda taraflardan hangisinin haklı ya da haksız olduğundan ziyade, bu tür tartışmaların ortaya çıkmış olması önemlidir. “Komünizmin enkazı” üzerinde kapitalizmi kutsayan histerik karşı-devrimci propagandanın yerini, sekiz yıl gibi nispeten kısa bir süreden sonra, kapitalizmin geleceğiyle ilgili tartışmalar almıştır! Bu değişimin ideolojik-politik anlamı ortadadır: Olay ve gelişmeler, karşı-devrimin kulakları sağır eden propagandasını değil, Marksist-Leninistleri doğrulamaktadır.(6) Ve daha büyük, daha sarsıcı gelişmelerin henüz başında olduğumuzu belirtmeye bile gerek yoktur.

GÜNCEL DURUM
Asya, Rusya ve Japonya’daki gelişmelerden hareketle bugünkü somut durum şöyle ifade edilebilir: Kapitalist dünya ekonomisinin üçte biri; kısmen krizde, kısmen de -kronik bir durgunluk içindedir. Bu durum, besbellidir ki, kapitalist dünya ekonomisinin bir bütün olarak krize yuvarlanması tehlikesini artırmaktadır.
“Oxfam’ın tahminlerine göre, üç neslin biriktirdiği refah tahrip edildi; bu insanlık tarihinin en berbat olaylarından biri.”(7) Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO)’ göre, tek başına Asya’daki kriz, 10 milyon işçiyi işsiz bıraktı.(8) Kitlesel protestoların yeniden alevlendiği Endonezya’da halk açlıkla karşı karşıya. Ülkenin bazı bölgelerinde halk yemek karneleriyle besleniyor. Batılı bankaların bölge uzmanlarına göre, Güneydoğu Asya’nın gözde ülkesi Güney Kore’deki büyük iflas dalgası henüz önümüzde duruyor. Aynı kaynaklara göre, G. Kore’nin otomobil sanayisindeki güncel kapasite kullanım oranı yüzde 44’tür. Ekonominin bu yıl da % 5–6 oranında gerileyeceği, ancak 2–3 yıl sonra kendisini toparlayabileceği tahmin ediliyor. Emperyalist tekeller ise, “kriz fırsatı”ndan faydalanarak, bu ülkeleri yağmalıyorlar. General Motors, Ford, Siemens, BASF, büyük bankalar ve sigorta şirketleri, adeta bitpazarındaymışçasına, bölgenin hemen hemen tüm büyük fabrika ve işletmelerini çok ucuza satın alıyorlar.
Güneydoğu Asya’da, bir yıldan beridir, “bozulmuş denge” böyle yeniden kurulmaya çalışılıyor. Bu “bozulmuş denge”nin tekrar kurulmasının ne derece ve hangi düzeyde başarılacağını zaman gösterecektir. Fakat burada daha önemli olan şudur: Son on yılda ekonomik büyüme oranları ortalama yüzde 10 dolaylarında seyreden bu bölge ülkeleri, nasıl böylesi derin ve yıkıcı bir krize yuvarlanabilmiştir?
İlginçtir ki, kendisini mali krizle dışa vuran ekonomik krizlerin patlak verdiği ülkelerin hemen hepsinin durumu çok iyi ilan edilen ülkelerdi. Anımsanacağı gibi, Meksika ekonomisi, krizin patlak vermesinden altı ay önce herkese örnek gösteriliyordu. Güneydoğu Asya kaplanları için yapılan övgüleri anımsatmanın bir gereği yok. Aynı şekilde Rusya’da, “Çok iyi bir gidişat”, övgüler, enflasyon oranlarında düşüşler vb. Burada söz konusu olan, ekonomik bakımdan kötü olan durumun kasıtlı olarak iyi gösterilmesi değil kuşkusuz; aksine, durum gerçekte de yüzeyde iyi görünmektedir. Çarpıcı olan da budur zaten.
Krize sürüklenen tüm ülkeler, kriz öncesinde çok yoğun sermaye akışının yaşandığı ülkelerdi. “Asya kaplanlarına yabancı sermaye akışı 1996 yılında 120 milyar doların üzerindeydi. 1992 yılıyla kıyaslandığında, bu, 80 milyar dolarlık bir artış demekti!(9) Bu ülkelerin tümünde ilkin borsa krizleri patlak verdi. Borsa krizleri ise, genellikle, söz konusu ülkelerin devalüasyona gitmesi ya da gitme tehlikesinin çok belirgin olması üzerine gündeme geldi. Devalüasyon, aslında teşekkül etmiş bir ekonomik durumun resmiyet kazanmasıysa, bu olgu, söz konusu ülkelerdeki ekonominin giderek güç kaybettiğinin, zor bir döneme girdiğinin bir göstergesidir. Başka bir deyişle, “spekülatif sermaye”nin, daha doğrusu, emperyalist devlet, tekel ve bankaların ellerinde biriken para sermayesi fazlalığın spekülasyona yatırılan kısmının(10) dünyanın belli başlı yatırım bölgelerinden hızla kaçışı(11), krizin nedeni değildir, tersine neden, söz konusu ülkelerdeki ekonomik gidişatın girdiği veya girmek üzere olduğu darboğazdır. Kısacası, krizin çok bariz emareleridir bu kaçışın nedeni. Zira devalüasyona başvuruş, emperyalizme bağımlı bu ülkelerin söz konusu darboğazı geçmek üzere başvurmak zorunda kaldıkları bir tedbirdir ancak. Dolayısıyla, söz konusu ülkelerde patlak veren mali kriz, bu ülkelerdeki (temel nedeni aşırı üretim olan) ekonomik krizin ya da darboğazın (bazı ülkelerin soluğu henüz tam kesilmemişti) dışavurumundan başka bir şey değildi. Tabii ki, mali kriz, ateşe atılan benzin gibi, aşırı üretim krizini daha da alevlendirdi, etrafa saçılmasını hızlandırdı. Bu nedenledir ki, Soros gibi spekülatörler, krizi yaratmıyorlar, krizden faydalanıyorlar ancak.
Kendisine en kârlı yatırım alanları seçen ve devasa boyutlara ulaşmış bulunan göçebe bir para sermaye fazlalığı vardır. Bilindiği gibi özellikle emperyalizme bağımlı ülkeler, esasında emperyalist ülkelerde biriken bu sermayeyi çekebilmek için, başka şeylerin yanı sıra, yüksek faiz politikalarını uyguluyorlar. Bu sermaye, köpekbalığının kan kokusuna geldiği gibi, yüksek faizin olduğu yere akın ediyor. İlkin; ekonomide ‘rahatlama’ beliriyor, döviz rezervleri artıyor, ödemeler dengesi finanse edilebiliyor, ithalat daha kolay büyüyor, tabii dış borçlar da daha kolay ödeniyor.
Aynı anda ama söz konusu ülkenin para birimi, emperyalist sermaye o ülkenin para birimine yatırıldığından, gerçek ekonomik “gücünün üstünde” değer kazanıyor. (Aslında uluslararası mali sermaye, böylelikle, emperyalizme bağımlı ülkeleri kazanmaları mümkün olmayan bir yarışa sokuyor.) Rahatlama, kısa ömürlü oluyor; kaldı ki, yüksek faizler, genel olarak sermayeyi üretken yatırımlardan uzaklaştırıp ranta yöneltiyor; yatırımları pahalılaştırıyor. Bu çelişki, o ülkenin ithalatını ve ihalelerini büyütse de (ki bu emperyalist devlet ve tekellerce arzulanan bir durumdur!), ihracatını alabildiğince olumsuz etkiliyor, çünkü sattığı ürünlerin fiyatı artıyor. Ekonomik büyümesi ihracatı artırmaya dayalı bir ekonomide bu dezavantajın doğurduğu sonuçlar ortadadır. Her şey bir yana, (ihracat ürünlerini üreten sanayinin satışlarının gerilemesi ve bunun zincirleme sonuçları vb.) döviz kazanmanın koşulları alabildiğince ağırlaşıyor; bir şeytan çemberi beliriyor, döviz elde etmek için ya yeniden faizleri daha yükseğe çıkarmak gerekiyor ya da devalüasyona başvurmak zorunda kalınıyor. Yaşananların ortaya koyduğu şu ki, yüksek faiz politikası izleyen emperyalizme bağımlı ülkeler, eninde sonunda devalüasyona başvuruyorlar. (Soros gibi spekülatörlere gün doğuyor; onlar bu adımın eninde sonunda atılacağını bildiklerinden, ülke para biriminin aleyhine spekülasyonda bulunuyorlar; tüm maharetleri, bunun zamanını doğru kestirmekte yatıyor.) Uluslararası mali sermaye, bu zorunlu adımı bildiğinden, yatırımlarını yeniden dövize çevirerek geldiğinden çok daha büyük bir hızla ülkeyi terk ediyor. Sonuç: Kanın aniden insan vücudundan çekilmesi gibi, bütün organlar fonksiyonlarını yitiriyor: Ülke acil borç ödemelerini karşılayamadığı gibi, borçları katlanıyor; bankalar likidite sorunuyla karşı karşıya kalıyorlar, iflaslar birbirini izliyor; borsa çöküyor; sıcak paranın ülke para birimine kazandırdığı ‘değer artışıyla’ ters orantılı, hatta birkaç kat üstünde ülkenin bütün maddi değerleri hızla değer kaybediyor. Üretici güçler fütursuzca tahrip ediliyor. Uluslararası sermaye, zamanında kaçmışsa, cebini doldurarak gidiyor. Zamanında kaçamayanlara ise, Meksika krizinde olduğu gibi, o ülkeye “kriz nedeniyle”(!) verilen borç doğrudan aktarılıyor.(12) Sonuç her iki durumda da aynı: Uluslararası sermaye o ülkede yaratılmış bulunan artı-değerin önemli bir bölümüne en kısa yoldan el koyuyor; gelecekte yaratılacak artı-değeri ise önceden ipotek altına almış bulunuyor. Bu ülkelerin işbirlikçi hükümetlerine düşen görev ise; “ülke ekonomisini koruma”, “yeniden inşa etme” ya da “krizi el ele vererek toplum olarak atlatma” vb. demagojileriyle bu faturayı, bu ülkelerin işçi ve emekçilerine ödetmekten ibarettir.
Süreç genellikle böyle gelişmekle birlikte, “Asya kaplanları” krizinde asıl yanıtlanması gereken, son on yılda adeta kesintisiz ekonomik büyüme kaydeden bu ülkelerin, neden yukarıda belirtilen süreci devam ettirme gücünü gösteremedikleridir. Bu husus, kapitalist dünya ekonomisinin içinde bulunduğu sürecin gerçek boyutlarının anlaşılması bakımından da önem taşımaktadır.
Bugünkü dünya ekonomisinin üç büyük gücü (ABD, Almanya ve Japonya; üçü dünya ekonomisinin yüzde 50’sini oluşturuyor) yakından değerlendirmeden, kapitalist dünya ekonomisini etkileyebilecek düzeydeki hiçbir gelişme açıklanamaz. Bu durumda, “Asya kaplanlarının içine yuvarlandığı krizin dünya ekonomisi açısından yerini anlayabilmek için Japonya’ya bakmak gerekir.
Bilindiği gibi, dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip olan Japonya, 1992 yılında ekonomik krize girdi. Krizi, durgunluk izledi. Burjuva ekonomistlerinden Lester C. Thurow bu süreci şöyle anlatıyor:
“Nikkei Endeksi’ne göre Japon borsası, Aralık 1989’da 38.916’dan 18 Ağustos 1992’de 14.309’a düştü; bu reel olarak Amerikan borsasının 1929 ve 1932 arasındaki düşüşünden daha büyük bir değer kaybıdır. Bu çöküş Japonya’da, emlak değerlerindeki benzer bir çöküşle birlikte, hâlâ ne zaman duracağı belli olmayan bir durgunluk başlattı. …dünyanın en büyük ikinci kapitalist ekonomisi tıkanıp kaldı; ekonomik gücünü harekete geçiremiyor.”(13)
“Borsadaki çöküş… , arazideki düşüş… , barınma ve ticari taşınmaz değerleri ve yen üzerinden değerlendirildiğinde dış varlıklardaki kayıpları… beraberce toplarsak, Japon halkının net varlıkları neredeyse 14.000 milyar dolar düşmüştür. Bütün Japon ailelerinin ellerindeki toplam net değerin % 36’sı silinmiştir…”(14)
Japonya’nın GSYİH’sı 1988’de % 6,3 büyürken, 93’te ancak % 0,3 büyüdü. 97’de küçük bir artışla % 0,86’ya çıktı. 1998 için yapılan tahminler, GSYİH’sının büyümeyip % 0,4 küçüleceği yönünde.(15) En son tahminlere göre, Japonya’nın GSYİH’sı Nisan 1998-Mart 1999 arasında % 1,6 ila 1,8 arası küçülecek. Oysa hükümet bu süre için önceleri % 1,9 oranında bir artış tahmininde bulunmuştu.(16)
Japonya çarpıcı bir durgunluk yaşıyor. Örneğin faizler düşmesine rağmen (1990’da % 6 olan ıskonto oranı 1998’de % 0,5’e düştü), ekonomi canlanmıyor. Aksine, faiz oranlarında düşüşün de bir yansıması olarak, sermayenin yurtdışına akışında iki misli artışlar var. Adeta kronikleşen durgunluğun ne denli derin olduğunu gösteren diğer bir gösterge ise, Japon hükümetlerinin, 1992 yılındaki borsa çöküşünün ardından ekonomiyi canlandırmak için uygulamaya soktukları, ancak hâlâ sonuç alamadıkları “konjonktür programları”dır. (Esasında, bu programların başarısı, canlanma şöyle dursun, ekonominin köklü bir krize yuvarlanmasını şimdiye kadar engellemek olmuştur.) Uygulanan programların tarihi, miktarları ve içeriği şöyledir:
“- Ağustos 1992–123 milyar mark (devlet harcamalarının artırılması, emlak satışları, faiz sübvansiyonları);
– Nisan 1993–194 milyar mark (ek devlet harcamaları, orta boy işletmelere krediler, emlak pazarının desteklenmesi);
– Eylül 1993–90 milyar mark (altyapı için kamu yatırımları);
– Şubat 1994–239 milyar mark (rezidans ve gelir vergisinin yaklaşık % 20 düşürülmesi, harcamaların artırılması, inşaat finansmanı için ek yardımlar);
– Nisan 1995–107 milyar mark (başta Kobe deprem bölgesi için olmak üzere devlet harcamalarının artırılması);
– Eylül 1995–215 milyar mark (altyapı projeleri, eğitim ve sosyal önlemler için harcamalar);
– Nisan 1998–230 milyar mark (emlak pazarının canlandırılması için inisiyatifler, gelir vergisini azaltma).”(17)
Başka bir deyişle: Japonya’daki ekonomik durgunluk, hükümet tarafından 6 yılda toplam miktarı 1 trilyon 198 milyar markı bulan yedi “konjonktür programının yaşama geçirilmesine rağmen, aşılamamıştır! (Başbakan Keizo Obuchi’nin derin durgunluktan çıkış yolu seleflerininkinden farklı değildir; şunlar planlanmakta yine: Yüksek gelirliler ve işletmeler için vergi yükü hafifletici -yaklaşık 75 milyar mark dolayında-tedbirler alınacak. Öte yandan yaklaşık olarak 200 milyar markı kapsayan 8. konjonktür programı tasarlanıyor. Ayrıca bölgeyle ticaret fazlasını finanse etmek için olsa gerek, krizdeki Asya ülkeleri için 30 milyar dolarlık bir “yardım paketi” planlanmakta.) (18)
Bir ülkedeki ekonomik krizin ya da durgunluktan ileri gelen sorunların diğer ülkelere yansımasının esas olarak iki yolu vardır: Bir yandan sermaye ve meta ihracatının artırılarak sermaye ve kapasite fazlalığı sorununun hafifletilmesi, diğer yandan ithalatın kısılması yoluyla iç pazarın korunması. Görünen şu ki, dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip Japonya, 1992’de girdiği kriz ve bunu izleyen uzun durgunluk sürecinde, bir nevi hastalığını tedricen tüm dünyaya yaymıştır. Japonya’nın; dünyanın en büyük ihracatçı ülkelerinden olması, hemen hemen her ülkeyle ticaret fazlasına sahip olması, aynı zamanda iç pazarını dışarıya karşı en sıkı koruyan ülke olması ve emperyalist kapitalist dünyanın en büyük kreditörü olması; Japonya’nın bütün bu özellikleri, belirtilen ekonomik sorunlarının diğer ülkelere aktarılmasının yolu üzerine bir fikir vermektedir sanırız. Denilebilir ki, “Asya kaplanları” bu hastalığa ilk yakalananlardır. Nitekim Japonya ‘90’lı yıllarda ekonomik etkinliğini giderek Güney ve Doğu Asya’da yoğunlaştırdı. Bu bölge pazarı, 1997 yılına gelindiğinde Japonya’nın ihracatının % 41’ini ve dış yatırımlarının da % 23’ünü çekmişti.(19) Ve Asya çöktü. Tıpkı, yaralı bir adamın kendisinden zayıf bir insanın omzuna yaslanması gibi. Zayıf adam bu yüke bir süre dayanır, sonra yere düşer. Bununla birlikte, düşmesi diğerini de yaralar. Asya çöktü ve sonuç olarak, Japonya’nın batık, karşılığı olmayan 550 milyar dolarlık kredilerini 250 milyar dolar daha büyüttü!
Japonya açısından şunu özellikle vurgulamak gerekir: Dünyanın hemen hemen her ülkesiyle ticaret fazlası olan Japonya, bugün öyle bir konumdadır ki, bu fazlalığı, onu, her emperyalist ülkeden daha fazla yaralamaktadır. Zira açıktır ki, çöken ya da gerileyecek olan her pazar ve ülkede o en büyük zararı görecektir. Bu yüzden, “Asya kaplanları” krizinden de en çok o zarar görmüştür. Büyük emperyalist ülkeler arasında, en hızlı düşüşleri yaşayan borsanın Tokyo borsası olması, kuşkusuz bir tesadüf değildir. Aynı şekilde, ileri kapitalist ülkeler arasında bu dönemde ilk banka iflasları da Japonya’da ortaya çıkmıştır.(20) Besbelli ki, kapitalist dünya ekonomisinin ikinci büyük gücü çok ciddi sorunlarla karşı karşıyadır.
Japonya’nın Ekonomik Planlama Ajansı Başkanı Taichi Sakaiya bir röportajda şunları söylüyor: “Japon ekonomisi tarihinin en karanlık dönemini yaşıyor. Kimse önünü göremiyor. Bu yıl ekonomik büyüme Hızının eksi 1,9 olması tahmin edilmekte. Bu da artan işsizlik ve yoksulluk demektir. Japon halkını zor günler bekliyor. Büyük bir tehlikenin önündeyiz ve yaşadığımız kriz, tüm dünyayı saracak gözüküyor. Domino etkisine hazır olun.”(21) Şurası kesin: Japon emperyalizmi önündeki sancılı süreci nasıl atlatırsa atlatsın, Japon işçi ve emekçilerini gerçekten de çok “zor günler bekliyor”. Geçtiğimiz temmuz ayında Japonya’daki işsizlik oranı % 4.3’ü bularak rekor seviyeye ulaştı. Bundan beş yıl önce bu oran % 2 idi. Haziran ayında işsizlerin sayısı bir önceki yılın aynı ayına göre, dörtte bir artarak 2 milyon 840 bine ulaştı. Aynı zaman diliminde çalışanların sayısı 710 bin azalarak 66 milyon 8 bine geriledi.(22) Thurow’un yazdığına bakılırsa, “Japonya, işverenleri tarafından ücretleri ödendiği için resmi olarak işsiz sayılan % 3–4 arasında yer almamasına karşın, işçi sınıfının en az % 10’ünun gerçekte işsiz olduğunu kabul etmekledir.”(23) Bunun anlamı açıktır: mevcut koşullarda bir krizin patlak vermesi durumunda, Japonya’daki işsizlik rakamları olağanüstü bir hızla artacaktır.
Nereden bakılırsa bakılsın, Japonya zor durumdadır. Gerek ABD ve gerekse Avrupa’nın bu durum karşısında izlediği politika bellidir: Bir yandan Japon ekonomisinin tam çöküşünü engellemek için yardıma hazır olmak (Japonya’nın belirtilen özelliklerinden ötürü muhtemel bir krizin tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdır), diğer yandan ise, adeta bir savaş ekonomisi uygulayan ve iç pazarını sıkı kapalı tutan Japonya’nın bu durumundan azami ölçüde faydalanmak, tavizler elde etmek, Japonya’nın ülke içi ve dışındaki pazar paylarından parçalar koparmak. Nitekim şu haberler durumu yeterince açıklamaktadır:
ABD yatırım bankalarından Merrilly Lynch’in iflas eden menkul kıymet alım satımı şirketi Yamaichi’yi satın aldığı, Travelers Group’un da ‘Broker’ firması Nikko’da en büyük hissedar olduğu söylenmekte. ABD ve dünyanın en büyük otomobil tekellerinden General Motors (GM) Japon küçük araba üreticisi Suzuki’den daha fazla hisse aldı. GM, Suzuki’deki hisselerini % 3,3’den % 10’a çıkartarak en büyük tek hisse sahibi oldu. Yine GM, Isuzu’nun % 37,4 hissesinin sahibi olarak Isuzu’nun asıl sahibi durumunda. Belirtelim ki, ABD ve Avrupa’nın (başta Almanya ve İsviçre) büyük banka ve sigorta şirketleri bugünlerde Tokyo’da Japon banka ve sigortalarıyla “görüşmeler” yapmaktadırlar.
Bu arada şunu da vurgulayalım ki, gerek Japonya’nın ve gerekse Asya’nın ve dolayısıyla dünyanın bütünü açısından ayrı bir önem arz eden Çin’in durumudur. Açıktır ki, Çin’in giderek ağırlaşan koşullara (aşırı üretim, pazarların daralması vb.) dayanamayıp devalüasyona gitmesi ya da doğrudan ekonomik krize girmesi, gelişmelere yepyeni boyutlar kazandıracaktır.
Peki, krizden kronik durgunluğa, durgunluktan ise her an daha ağır bir krize düşme tehlikesiyle gidip gelen Japonya ekonomisinin hâlihazırdaki durumunun ve “Asya kaplanları” ve Rusya krizinin, ABD ve Avrupa ekonomisi üzerindeki şimdiye kadarki etkisi ne düzeydedir?
ABD’deki somut durumu ele almadan önce, şunu belirtmekte fayda var: Bilindiği gibi, söz konusu ülkelerdeki ekonomik gidişat ilkin Latin Amerika’yı vurdu. Brezilya’da Sao Paulo ve Rio de Janeiro borsa endeksleri Ağustos başından beri yüzde 50 düştü. Brezilya Merkez Bankası’nın verilerine göre, ağustos ayının son iki haftasında günde ortalama 1 milyar dolar yabancı sermaye ülkeyi terk etti. Sermaye kaçışını engellemek için kısa sürede faizler yüzde 40’lara yükseltildi. (Bu kararın Brezilya’nın ekonomik büyüme oranlarına çok olumsuz yansıyacağı açıktır. Deutsche Bank’ın tahminlerine göre, Brezilya ekonomisi gelecek yıl en iyi durumda yüzde 1 büyüyecektir. Diğer bankalar ise, ekonominin durgunluğa gireceğinden yola çıkmaktadırlar) Ancak IMF’nin her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu açıklaması üzerine, sermaye kaçışı nispeten azaldı. IMF bu açıklamasıyla bir nevi şu teminatı vermiş oldu, “korkmayın, Brezilya dayanamayıp devalüasyona gitse de, Meksika krizinde olduğu gibi, her türlü kaybınızı ben karşılarım, faturayı da Brezilya halkına ödetirim”!
Açıktır ki, Brezilya’nın krize yuvarlanması demek, tüm Latin Amerika kıtasının krize girmesi demektir. Nitekim Brezilya Latin Amerika kıtasının toplam GSYİH’sının yaklaşık yarısını üretmektedir. Böylesi bir kriz en başta ABD’yi yaralayacaktır. (ABD toplam ihracatının % 20’sini Latin Amerika pazarına yapmaktadır. ABD şirketlerinin tek başına Brezilya’da 35 milyar dolar yatırımı bulunmaktadır.(24) Bu nedenlerle, ABD’nin bugünlerde Brezilya için bir “mali yardım paketi” hazırlaması bu çerçevede değerlendirilmelidir.) Şimdilik böylesi bir kriz püskürtülmüş görünüyor. Fakat Latin Amerika Kıtasının bir bütün olarak Japonya’daki durgunluk ve Asya ve Rusya krizinden olumsuz etkilendiği ortadadır. IMF’nin dünya ekonomisinin geleceğiyle ilgili yaptığı son tahminlerde, tüm ülkelerde olduğu gibi Latin Amerika kıtasında da ekonomik büyüme gerileyecektir. (Geçtiğimiz yıl Latin Amerika Kıtasındaki ekonomik büyüme oranı % 5,1 iken, bu oranın bu yıl ancak % 2,8’i bulacağı tahmin edilmektedir.) Sonuç olarak, emekçi halkın yaşam koşulları daha da kötüleşmiş, işsizlik ve yoksulluk büyümüştür. Borsadaki rantiye takımı, Brezilya emekçilerinin yarattığı artı-değeri aralarında paylaşma kavga verirken yaklaşık 1,5 milyon işçi ve emekçi Brezilya’nın 2 bin kentinde “açlığa, yoksulluğa ve sosyal adaletsizliğe karşı” gösteriler yapıyordu. Bu iki olayın bir arada yaşanması bir kere daha göstermektedir ki, yoksul işçi ve emekçi yığınları açısından son tahlilde önemli olan ekonomik büyüme oranlarındaki artış ya da borsa puanlarının yükselmesi veya düşmesi değildir. Hangi kapitalist ülkede olursa olsun, işçi sınıfı ve emekçi halk en temel çıkarları uğruna kendisi mücadeleye atılmadıkça, yaşam koşullarında kalıcı hiçbir düzelme gerçekleşmeyecektir.
Şu tespitler IMF’nin dünya ekonomisinin durumuyla ilgili en son açıkladığı raporundan alınmıştır: Dünya ölçeğindeki ekonomik büyüme 1998 yılında sadece % 2 oranında olacak. (Bu, geçtiğimiz mayıs ayında IMF’ce yapılan tahminden yüzde 1,1 oranında daha düşük bir oran.) Ekonomik koşullar geçtiğimiz aylarda dünya çapında daha da kötüleşmiş, Asya’nın gelişen ülkelerindeki ve Japonya’daki resesyon daha da ilerlemiş ve Rusya mali krizi ise bir devlet iflası hayaletini ortaya çıkarmıştır.
1999 yılına ilişkin iyileşme beklentileri zayıflamış, daha derin ve daha geniş bir gerilemenin rizikoları belirginlik kazanmıştır. (1999 yıl için % 3,7 olarak yapılan ekonomik büyüme oranı tahmini % 2,5 olarak düzeltilmiştir.)
IMF’nin sözünü ettiği gerilemenin belirtileri, dünya GSYİH’nın % 23’ünü oluşturan ABD’de bugün özet olarak şöyle kendisini dışa vurmaktadır:
– ‘ABD’deki sanayi üretimi (1992 yılı 100 varsayıldığında) 1994’ün dördüncü çeyreğinde 112 iken, 1998’in birinci çeyreğine kadar hemen hemen kesintisiz yükselişe geçip 128’i ulaşır. Ancak, bu yükseliş ilk defa 1998’in ikinci çeyreğinden sonra düşmeye (yaklaşık 124) başlar. (98’in ilk üç ayında büyüme oranı % 5,4 iken, bunu izleyen üç ayda %1,4’tür.) Aynı şekilde kapasite kullanım oranı 1994’ün sonunda yüzde 84,5 oranındayken, (üç yıl boyunca % 82–83 civarında seyrettikten sonra) 1998’in ikinci çeyreğinin sonunda % 80,5’lere düşer. Veriler, ekonomik canlanmanın hızını yitirip tersine doğru bir gelişmeye girdiğini gösteriyor.
Ödemeler dengesi: Bu yılın ikinci çeyreğindeki açık, bu yılın birinci çeyreğine göre 10 milyar dolar artarak 56,5 milyar dolara çıkar. Bu gelişmeye gerekçe olarak giderek büyümekte olan ticaret açığı gösterilmekte. Bu yılın ikinci çeyreğinde ithalatın değeri ihracattan elde edilen değerden 20 milyar daha fazla olmuştur. Böylelikle 98’in birinci yarım yılındaki ticaret açığı yaklaşık 114 milyar dolar olarak hesaplanmakta. (18 Eylül 98 tarihli “Handelsblatt” gazetesinin ABD Ticaret Bakanlığı’nın verilerinden aktardığına göre, ticaret açığı 98’in ilk 7 ayında 103,7 milyar dolardan 132,9 milyar dolara yükselmiştir.) Uzmanların tahminine göre, ABD’nin 1998 yılı ticaret açığı 230 milyar doları bulabilir.
Ekim ayı ABD’de tekellerin ekonomik durumlarıyla ilgili raporlarını açıkladığı aydır. Ancak, pek çok gösterge, belli başlı tekellerde, kâr oranları başta olmak üzere sözünü etmeye değer bir gerilemenin şimdiden uç verdiğini göstermektedir. ABD’nin en büyük şirketlerinden Boeing, 1998’in ikinci çeyreğindeki kârının bir önceki yıla göre %46 gerilediğini, 1999 yılında ise toplam 20 bin kişiye çıkış vereceğini ya da işyerini tasfiye edeceğini açıkladı. Aynı şekilde ABD’nin en büyük tüketici ürünleri üreten şirketi Gillette, “uluslararası pazarlardaki düşük talep nedeniyle” 14 fabrikasını kapatacağını ve çalıştırdığı personelin % 11’ine (4700 kişiye) çıkış vereceğini duyurdu. Öte yandan dünyanın en büyük oyuncak tekeli olan Amerikan Toys R Us kârında 495 milyon dolar düşüş olduğu için Avrupa’daki 50 işyeri ve deposunu kapatacağını bildirdi. Tekel 3000 kişiyi işten çıkartacak.
ABD Federal Merkez Bankası’nın, ekonomik durumda giderek belirginleşen bozulmayı frenlemek amacıyla kısa vadeli faiz oranlarını düşürmesi ya da hükümetin, kriz ülkelerine yapılan ihracata devlet güvencesini getirmeyi planlaması vb. bütün bunlar, bir yandan durumun ciddiyetine işaret etmekte, diğer taraftan ise ABD’nin, durumun daha da kötüleşmesini engellemek için elinde küçümsenmeyecek olanaklarının hâlâ bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bütün veriler, ABD’nin, henüz patlak vermiş bir krizle karşı karşıya olmadığını, ancak birkaç yıldır yükseliş grafiği çizen ekonomik büyümenin artık düşüşe geçtiği ve bu düşüşün de önümüzdeki dönemde daha da ilerleyeceğini göstermektedir. Bununla birlikte, pek çok gösterge, muhtemel bir dünya ekonomik krizinin patlak vermesi durumunda, bu krizin merkezinin ABD olacağına işaret etmektedir.
Kapitalist dünya ekonomisinin son bir yılında uç veren gelişmelerin Avrupa üzerindeki etkilerini Almanya ve İngiltere örneğinde irdelemek gerekir.
Almanya’daki araştırma kuruluşlarının tahminlerine göre, Almanya’daki ekonomik büyüme, en iyi durumda, hafif gerileyecektir. Güçlü bir şekilde gerileyeceği daha kuvvetli bir ihtimal olarak görülüyor. Almanya’da başta makine yapımı ve kimya sanayisinde olmak üzere, şirketler kâr tahminlerini aşağıya çekiyorlar. Almanya’da ayrıca banka sektörünün durumu, özellikle Rusya krizi nedeniyle, kötüleşmekte. Frankfurt borsasında şimdiden banka hisseleri ciddi boyutlarda değer yitirmekte.(25)
Son verilere göre, Almanya’daki ekonomik büyümenin motoru olarak görülen ihracatta, gerileme baş göstermiştir. Bu yılın ocak ve haziran ayları arasında ihracattaki büyüme % 14,4’ten % 5,6’ya gerilemiştir. (Almanya’nın Japonya’ya ihracatı % 11,7 geriledi.) Yurtdışından kaydedilen siparişler geçtiğimiz temmuz ayında bir önceki yıla göre ancak % 2,5 oranında gerçekleştiğinden, ihracattaki gerilemenin devam edeceği belirtilmekte. Münih’teki Ifo-enstitüsü’ne göre, ihracattaki bu gerilemenin üç nedeni bulunmakta: “1. Japonya’da sürmekte olan kötü ekonomik durum; 2. ABD’deki konjonktürel gerileme ve 3. Alman Markının artan dış değeri”. Gelinen yerde, Almanya’daki ekonomik konjonktürün esas olarak “tüketim ve yatırımlar” tarafından omuzlanması gerektiği bir döneme girildiği vurgulanmakta.
Asya krizinin Almanya’nın yatırım malları sanayisine etkisi önceden tahmin edilenden daha büyük oldu. Yatırım mallarına talep Asya’da büyük oranda sıfırlandı, Japonya’da ise güçlü bir şekilde geriledi. Alman yatırım malları sanayisinin yaptığı ihracatın yüzde 20’si bu kriz bölgelerine gidiyordu. Bu kriz ülkelerinden yapılan siparişlerin önümüzdeki dönemde yüzde 30 ila 40 oranında daha da gerilemesi bekleniyor. Umutlar, bu talep gerilemesinin başka bölgelerden sağlanacak siparişlerle karşılanmasına bağlanmıştır. Almanya’da yatırım malları sanayisinin toplam üretiminin % 65’i ihraç edilmektedir.
“Chartered Institute of Purchasing and Supply” adlı resmi araştırma ve analiz kurumunun Ağustos 1998 sonunda yayınladığı rapora göre, İngiltere’de imalat sanayisi alanında üretim yapan üreticilerin % 40’ının üretimlerinde düşüş oldu. Son bir ay içinde, fabrika son ürünü üretimlerindeki bu düşüş oranı son altı buçuk yılın en büyüğü idi.
“Business Strategies” adlı araştırma kuruluşunun yaptığı analize göreyse, İngiltere’de gerek sanayi, gerekse hizmet sektöründeki ekonomik büyüme önümüzdeki yıl hissedilir bir şekilde gerileyecektir.
“Wirtschafts Woche” dergisinin 1 Ekim 1998 tarihli sayısında İngiltere üzerine şunlar yazılıyor: Enflasyonun düşürülmesi nedeniyle “bir yıl içinde beş kez artırılan faizler, Britanya ekonomisini oldukça zorladı. Sanayi üretimi yerinde sayıyor, ve imalat sanayisinde kaydedilen siparişler beş yıl öncesinde olduğu gibi kötü – o zamanlar Büyük Britanya derin bir resesyon içerisindeydi. … Yurtdışı siparişleri, tıpkı 1983 yılında olduğu gibi az miktarda. … Sanayi Birliği CBI’ye göre, ekonomik büyüme ‘gelecek 9 ay içinde duracaktır’. Sendikalar, yarım milyon kişinin işsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya olmasından şikâyet ediyorlar.”
Verilerden de anlaşılıyor ki, Avrupa ülkeleri arasında Asya krizinden en çok İngiltere etkilenmiştir. Bunun nedeni açıktır: İngiltere’nin Uzakdoğu’ya yaptığı ihracat, toplam ihracatının %11’ini oluşturmaktadır (Almanya’nın iki misli). Örneğin İngiltere’nin Tayland, Güney Kore ve Malezya’ya olan ihracatı 1998’in ilk yarım yılında % 50, Japonya’ya olan ihracatıysa % 20 gerilemiştir. Bununla birlikte, İngiltere’nin genel olarak ihracatı 1998’in ilk yarım yılında % 6 gerilemiştir; bu sürede ithalatı azalmadığından ticaret bilânçosu açığı 3,6 milyar pound artarak 11,2 milyar pounda çıkmıştır.
Japonya’daki yıllara yayılan ve giderek derinleşen durgunluğun ve Asya ve Rusya’da patlak veren ekonomik krizin kapitalist dünya ekonomisi üzerindeki etkileri esas olarak böyle özetlenebilir.
Kapitalizmde krizler kaçınılmazdır. Bunu burjuvazinin ideologları da bilmektedir. Ancak, bu, mali oligarşinin ve emperyalist devletlerin kaderlerine boyun eğip gelişmelere seyirci kaldıkları anlamına da gelmemektedir. Aksine, görüldüğü gibi, kapitalist dünya ekonomisinin hâlihazırdaki durumu karşısında emperyalist devletlerle uluslararası tekelci burjuvazinin aldığı tutum, bir dünya ekonomik krizinin patlak vermesini can havli ile engellemeye dönüktür. Çin’de sellere karşı mücadeleyi andırıyor bu iş. Taşan nehrin aktığı bölgeye göre mücadelenin yöntemleri değişmekte; bir yerde setler daha da tahkim ediliyor, başka bir yerde daha büyük bir felaketi önlemek için mevcut setler yıkılıyor. Başka bir ifadeyle, bugün yapılan, kapitalist dünya ekonomisinin bütününü içine çekecek bir ekonomik krizi ertelemeye çalışmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Öte yandan, “bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır.”(26) Bu nedenledir ki, uluslararası proletarya ve dünya halkları, emperyalist devletlerin ve işbirlikçilerinin “anti-kriz politikaları”nı başarıyla geri savurmadıkça, ortaya çıkması kaçınılmaz olan krizler “bozulmuş denge”nin yeniden kurulmasıyla sonuçlanabilecektir.
Bununla birlikte, ekonomik krizler, nesnel olarak, emperyalist kapitalizmin temel çelişkilerinin genel olarak keskinleşmesine de neden olmaktadır.

GENEL DURUM
Emperyalist kapitalizmin genel durumuyla ilgili bugün vurgulanması gereken temel olgulara değinmeden önce, güncel ekonomik krizin ortaya çıktığı koşulların bazı özgün yönlerine dikkat çekmek gerekir.
Birincisi: SB ve Doğu Bloğu’nun yıkılmasının kapitalist dünya pazarı açısından doğurduğu temel sonuçlardan birisi, başta petrol olmak üzere hammadde pazarlarındaki rekabetin keskinleşmesiydi. Örneğin SB’nin yıkılmasıyla, OPEC ile Basra Körfezi ülkelerinin petrol üreticisi olarak konumları zayıfladı. Ve sadece petrol de değil; Rusya, tek başına 1993 yılında, 1,6 milyon ton alüminyum ihraç etti. Hammadde pazarlarında bir süredir gözlenen büyük fiyat düşüşlerin gerisinde, keskinleşen rekabet olgusu yatmaktadır. Kızışan rekabet, hammadde üretimini had safhaya çıkarmış; aşırı üretim sonucu pazar adeta şişmiştir. Bugün hammadde pazarlarında muazzam bir kapasite fazlalığı bulunmaktadır. Japonya’daki durgunluğun üzerine Asya krizinin patlak vermesi, başta petrol olmak üzere hammaddeye olan talebi küçümsenmeyecek düzeyde geriletmiştir. (Asya krizi öncesinde, ham petrole dünya ölçeğinde duyulan talebin yüzde 40’ı Asya’dan geliyordu.) Bu durum, fiyatların daha da düşmesine neden olmuştur (Asya krizinden bu yana ham petrol fiyatları % 33, bakır, alüminyum ve çinko fiyatlarıysa % 26 oranında düşmüştür). Kısacası, hammadde pazarlarındaki bugünkü durum, aşırı fiyat düşüşleri ve gerileyen talep tarafından karakterize olmaktadır. Bu durumun hammadde üreticisi ülkeler açısından doğurduğu sonuçlar açıktır. Hammadde ihracatçısı ülkelerin tek başına bu yıl içinde ettikleri zarar 100 milyar doları bulmaktadır. Rusya, İran, Suudi Arabistan, Avustralya, Güney Afrika, Nijerya, Norveç, Venezuela ve Kanada’nın bu yılki zararları kendi GSYİH’lerinin % 1,4 ila % 12,2’sini bulmuştur.
Açıktır ki, Rusya krizinin önümüzdeki dönemdeki en önemli ekonomik etkisi, hammadde pazarlarında zaten keskinleşmiş bulunan rekabetin daha da keskinleşmesinde ifadesini bulacaktır.
İkincisi: Tek başına 1987 borsa çöküşü üzerine, ABD, Japonya ve Avrupa’nın başarılı “eşgüdümlü maliyet ve para politikaları” izlemeleri göz önünde bulundurulursa; 1995 Meksika krizinde ABD’nin ataklığı, buna karşın başta Almanya olmak üzere AB’nin ataleti ya da son Rusya krizinde AB’nin aşırı hassasiyeti ve ABD’nin yardımda isteksizliği vb. gelişmeler, bu “birlikte davranma” tutumlarını geliştirme koşullarının giderek zayıfladığına işaret etmektedir. Örneğin Almanya ve Fransa başta olmak üzere AB devletlerinin son gelişmeler karşısında aldıkları tutum, dünya ekonomisindeki durumun aktüel olarak gerekli kıldığı adımlardan ziyade, Euro planlarını tehlikeye atmama çıkarları tarafından belirlenmektedir. Kısacası, bir yandan çok daha iç içe geçmiş bir dünya ekonomisi, diğer taraftan ayrışan çıkarlar, artan rekabet.
Üçüncüsü: Üretken sermayenin son 20 yılda en çok yatırıldığı dallardan birisi, yarıiletken ve mikroçip üretimidir. Bu ikisi, bugünkü modern sanayinin temel maddeleri haline gelmiştir. İleri kapitalist ülkelerdeki son borsa düşüşlerinde dikkat çeken gelişmelerden birisi de, yarıiletken ve mikroçip üreten şirketlerin hisselerinde görülen değer kaybıdır. Örneğin ikisi de Avrupa’nın en büyük yarıiletken ve mikroçip üreticilerinden olan Alcatel ve Siemens’in hisselerinin değerleri düşmüştür (Alcatel hisseleri Paris borsalarında 17 Eylül günü % 40 oranında düştü). Her iki tekel de kâr tahminlerini aşağıya çekmişti. Siemens, iki ay önce, İngiltere Tynesi’deki mikroçip üretim tesislerini kapatacağını ve 1100 işçisini işten çıkaracağını açıkladı. Ayrıca Fransa’daki mikroçip fabrikasıyla Malezya’daki yarıiletken fabrikasını da kapatmayı planladığını duyurdu. Japon elektronik tekeli Fujitsu da İngiltere’nin Durham bölgesindeki 570 kişinin çalıştığı yarıiletken fabrikasını kapatacağını açıkladı. (Bu fabrika 1991’de açılmış ve tekel tarafından 350 milyon sterlinlik yatırım yapılmıştı.) Bu arada, Mitsubishi ve Hitachi tekelleri de mikroçip üretimlerini, fiyat düşüşleri nedeniyle büyük oranda kısacaklarını bildirdiler. Amerikan tekeli Motorola da Virginia eyaletinde 3 milyar dolara kurmayı planladığı yarıiletken fabrikasından şimdilik vazgeçtiğini açıkladı. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak, anlaşıldığı üzere, günümüz sanayisinin hayati üretim maddelerinden olan ve son yılların en büyük büyüme oranlarının kaydedildiği yarıiletken ve mikroçip üretiminde ciddi bir daralma ortaya çıkmıştır. Bu sektördeki bugünkü durum da, fiyat düşüşleri(27) ve kapasite fazlalığı tarafından karakterize olmaktadır. Kendisini talep gerilemesi olarak dışa vuran nispi bir aşırı üretim sorunuyla karşı karşıya kalınmıştır.
“Yükselen pazarların” (Güneydoğu Asya ve Rusya) çökmesi ve dünyanın ikinci büyük ekonomisinin (Japonya) büyüme yolundan çıkıp gerilemesi üzerine ciddi bir kapasite fazlalığıyla baş başa kalan bu sektörün hâlihazırdaki durumu, diğer sektörleri de etkileyecektir. En başta kendi sektöründe üretici güçleri, kısmen de olsa, tahrip edecektir. Bu üretici güçlerin büyük bölümü ise, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçilerdir.
Dördüncüsü: Dünya kapitalizminin İkinci Dünya Savaşı öncesiyle sonrası arasında bir kıyaslama yapıldığında ve özellikle son 25–30 yıl dikkate alındığında, ülkelerarası sermaye dolaşımının serbest hale geldiği görülür (ekonomik birlikler içinde ise, ayrıca, meta ve kısmen de işgücü dolaşımı serbesttir). İlk bakışta, basit bir ticari hukuk değişikliği gibi görünse de, doğurduğu sonuçlar ortadadır: Sermaye akışının doğrudan denetimi olmadığından, emperyalist ülkelerde devasa boyutlara ulaşan sermaye fazlalığı, arzuladığı yatırım bölgelerine öncesine göre çok daha kolay, çok daha hızlı ve dolayısıyla çok daha büyük miktarlarda akabilmekte ya da kaçabilmektedir.(28) (Bu gelişmenin, ulaşım ve iletişim teknolojisinin gelişmesi ve maliyetlerinin de büyük ölçüde düşmesi koşullarında söz konusu olduğu unutulmamalıdır.) Sermaye ihracatının boyutları öncesine göre daha hızlı genişleye-bilmiştir; döviz ticaretinde yeni olanaklar doğmuştur; kısacası, gelişmekte olan ülkelerde yaratılan artı-değere daha kısa yoldan ve daha kolay el koyma olanakları artmıştır. Bununla birlikte, Asya ve Rusya krizi, emperyalist devletlerle tekelci burjuvazinin elde etmiş oldukları bütün bu avantajların, çok kısa bir sürede tersi sonuçlar da doğurabildiklerini gösterdi.
Üretim araçlarına yatırılmış sermaye ile spekülasyona ya da repoya yatırılmış sermayenin kendi değerini artırma süreçleri farklıdır. Bu sermayelerin sahiplerinin sonuçta aynı tekeller ya da bankalar olması, süreçlerin bu farklılığını ortadan kaldırmamaktadır (örneğin doğrudan yatırımlar açısından düşük faizler uygun düşerken, rant elde etmeye dönük yatırımlarda yüksek faize gereksinim duyulur). Son bir yılda yaşananların da gösterdiği gibi, bu farklılık, kriz koşullarında, sorunların çok daha çabuk ağırlaşmasını beraberinde getirebilmektedir. Bu çelişki, ‘mali krize’ girdiği söylenen ülkelerin izledikleri doğru ya da yanlış mali politikalardan ziyade, esasında mali sermayenin tabiatından kaynaklanmaktadır. Denilebilir ki, emperyalist devletler açısından, bugün, ellerinde birikmiş ve gelinen noktada devasa boyutlara ulaşmış para sermaye fazlalığı bir baş belası olmuştur. Kendi değerini en hızlı bir şekilde ve en büyük oranlarda artırma hırsıyla, dünyanın bir ucundan diğer ucuna hızla hareket eden bu para sermaye fazlalığı, dünya ekonomisinin reel büyüme gücünü kat be kat aşan oranlarla değerini artırmaya çalışmaktadır; bizzat sermaye olarak niteliği ve ulaşmış olduğu hacim onu buna zorlamaktadır.
“1960’lı on yılda dünya ekonomisi, enflasyon düzeltmesi yapıldıktan sonra, yılda % 5,0 oranında büyüdü. 1970’lerde, büyüme yılda % 3,6’ya düştü. 1980’lerde daha da yavaşlayarak yılda % 2,8’e geriledi ve 1990’ların ilk yarısında dünyamız yılda yalnızca % 2,0’lık bir büyüme sağlayabildi. Yirmi yıl içinde, kapitalizm, büyüme hızının % 60’ını kaybetti.”(29)
Açıktır ki, büyüme oranları giderek gerileyen kapitalist dünya ekonomisinin bu basınca dayanma gücü baştan sınırlıdır.
Emperyalist kapitalizmin bugünkü durumunu karakterize eden özellik, tüm temel çelişkilerinin keskinleşmesi, temel sorunlarının ağırlaşmasıdır. Dünya ekonomisindeki güncel gelişmelerin asıl önemi, aktüel durumun kendisinin ortaya çıkardığı sorunlardan ziyade, bu sorunların, emperyalizmin temel çelişkilerinin giderek keskinleştiği bir tarihsel dönemde ortaya çıkmasında yatmaktadır. Bugün pek çok ekonomik-politik gelişme ve belirtinin, emperyalist kapitalizmin II. Dünya Savaşı öncesi olgu ve gelişmeleriyle benzeşmesi, kim tarafından yapılırsa yapılsın, kıyaslamaların ister istemez o dönemle yapılması, kuşkusuz, bir tesadüf değildir.
Kapitalizmin genel bunalımının ifadesi olan pek çok sorunun bugün giderek daha fazla ağırlaştığı görülmektedir. Örneğin:
– Pazar sorununun keskinleşmesi (bir yandan pazar uğruna emperyalistler arası rekabetin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmeyen boyutlarda kızışması -bunun bugünkü belki de en bariz belirtilerinden biri, son yıllarda hızla büyüyen füzyon dalgasıdır-, diğer yandan kapitalist aşırı üretimin had safhaya varması);
– İşletmelerin kapasitelerinin altında çalıştırılmasının kronikleşmesi;
– Kronik kitlesel işsizliğin artması;
– Mutlak yoksulluğun giderek büyümesi;
– Kronik sermaye fazlalığının devasa boyutlara ulaşması.
Bu olguların ifadesi olan verileri burada yeniden sıralamanın bir gereği yok, çünkü bunlar bugün artık herkesçe görülebilen ve bilinen olgulardır.
Daha zayıf emperyalist devletler bir yana, dünya kapitalizminin hâlâ en büyük gücü ABD’de bile, emperyalizmin genel bunalımının belirtilerindeki güçlenmenin yansımaları somut olarak görülebilmektedir. Son yirmi yıl boyunca reel ücretlerde sürekli düşüş ve gelir eşitsizliklerinin giderek büyümesi(30); kitlesel işsizliğin gerçekte artmaya devam etmesi(31); aile yapılarının tahrip edici bir şekilde çözülmesi(32); orta sınıfın ekonomik bakımdan yıkıma sürüklenmesi(33) ve benzer olgular, bugünün ABD toplumuna ait olgulardır. ABD’nin bu bakımdan bir istisna oluşturmadığı açıktır.
Nereden bakılırsa bakılsın, içinde bulunduğumuz dönem; dünya ölçeğinde, üretici güçlerin giderek daha fazla tahrip edildiği, işsizler ordusunun hızla büyüdüğü, orta sınıfların ekonomik ve sosyal yıkımının hızlandığı, mutlak yoksulluğun ve açlığın giderek yayıldığı bir dönemdir. Uzlaşmaz sınıflara bölünmüş bir dünyada bu sürecin anlamı, başta emek ile sermaye arasındaki çelişki olmak üzere, emperyalist kapitalizmin tüm çelişkilerinin daha da keskinleşmesi; proletarya ile burjuvazinin, ezilen halklar ile emperyalizmin ve emperyalistlerin kendi aralarındaki mücadelenin büyümesidir.
Japonya’daki ağır durgunluk ve Asya ve Rusya krizlerin, kapitalist dünya ekonomisi açısından yol açtığı sorunların büyüyüp büyümeyeceği bir tarafa, kapitalizmin genel bunalımının unsuru olan sorunları daha da ağırlaştırdığı bugünden açıklık kazanmıştır.

Ekim 1998

Dipnotlar
1) Bu yazı kaleme alındığında New York, Tokyo ve Frankfurt borsaları endekslerinde son yılların en büyük düşüşleri gerçekleşiyordu.

2) Almanya’nın bulvar gazetelerinden “Bild”: “Dünya şirazesinden çıkıyor”. “Der Spiegel” dergisi: “Globalleşme çağı, doğru dürüst başlamadan sona mı eriyor?” Washington’daki “Uluslar arası Ekonomi Enstitüsü” şefi Fred Bergsten, krizin daha tam ortaya çıkmadığını savunanlardan: “Durum daha da kötüleşecek.” New York’taki “”Deutsche Bank Securities”in şef ekonomisti Ed Yardeni’ye göre, dünya yüzyılımızın sonunda ‘ABD’yi de kapsayacak bir resesyona’ sürüklenecek.

3) ABD’nin tanınmış ekonomistlerinden Rudi Dornbusch: “Dünya ekonomisinin kalbi sağlam”, “Resesyonun ABD’de hiç şansı yok.” Aimanya’nın Merkez Bankası Başkanı Hans Tietmeyer: “Şimdilik ufukta uluslararası bir depresyon görmüyorum.”

4) Eylül ayında ülke para birimi Ringgit’in konvertibilitesine sınırlamalar getiren Malezya Başbakanı Mahathir Mohamad: “Döviz ticareti ahlak dışıdır.” Serbest Pazar sistemi “yıkıcı bir biçimde iflas etmiştir.” “Spekülatif sermaye”nin önünün bütünüyle açık olmasına Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt’in getirdiği yorum: “Vahşi hayvan kapitalizmi.” Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac’a göreyse, başını almış giden spekülasyon, “halk ekonomimizin aids’idir.”! IMF Başkanı Michel Camdessus bile bu koroya katıldı ve “dünya finans düzeni için yeni bir yapılanma’nın gerektiğinden dem vurdu.

5)Tietmeyer’e göre, sermaye hareketine denetimlerin getirilmesi yanlıştır, zira bu denetimler çok hızlı atlatılabileceğinden ötürü “herhangi bir çözüm de getirmeyecektir.” Alman sermayesinin çıkarlarını savunan haftalık “Wirtschafts Woche” dergisi ise şöyle tepki göstermekte: “Döviz krizlerine karşı çözüm olarak sermaye hareketine kontroller getirmek – bu, bronşite karşı morfin vermek gibidir: Ağrıyı keser ama hastalığın nedenlerini ortadan kaldırmaz.”

6) Yabancı dillerden okuduğu kitaplardan alıntılarla koyu karşıdevrimci düşüncelerine bilimsel bir hava veren ve ülkemizin emperyalist sermaye tarafından yağmalanmasına karşı çıkanları; geçmişe takılıp kalmakla, dünyanın somut gerçeklerini görmemekle suçlayan ve sorunlara ‘rasyonel bakmak’ gerektiği öğüdünü veren Taha Akyol ve onun gibilere, Almanya’da antikomünist propagandanın başını çeken “Der Spiegel” dergisinin şu itirafı cevap olarak yetmektedir: “Anlaşılan o ki, Demir Perde’nin düşmesinden sonra engellenemez bir şekilde yayılır gibi görünen Amerikan tipi kapitalizmin zafer geçiti durmuştur. Çaresizlik yayılmaktadır.” (37/98 sayısı, s.23)

7)Bu tespit, 3 Ekim 1998 tarihli “The Guardian”ın başyazısında aktarıldığına göre, Japonya, Asya ve Rusya’daki durumdan kalkınarak yapılıyor.

8) 25. Eylül 98 tarihli Yeni Evrensel gazetesi. Bu arada Filipin havayolları “Philippine Airlines” uçuşlarını durdurdu, iflasın eşiğinde olan şirket bir alıcı bulamazsa, 8 bin çalışanı işsiz kalacak.

9) “Wirtschafts Woche”, sayı 41, 1 Ekim 1998, s.57

10) Daha kolay anlaşılabilmesi nedeniyle “spekülatif sermaye”kavramını kullandığımız yerlerde de kast ettiğimiz bu tanımdır.

11) Asya ülkelerinden bir “sürü güdüsü”yle kaçan emperyalist sermayenin miktarı Dünya Bankası’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı rakamlara göre, 110 milyar dolardır.

12) “Gerçekte, 52 milyar dolarlık borç paketi Meksika’dan çok ikili Amerikan fonlarını korudu, borçların ödenmesi ise Meksikalılara bırakıldı.” (Lester C. Thurow, “Kapitalizmin Geleceği”, Sabah Kitapları, s.192)

13) Lester C. Thurow, “Kapitalizmin Geleceği”, Sabah Kitapları, s. 1

14) age, s.165

15) “Der Spiegel”, sayı 26, 22 Haziran 1998, s.108

16) “Handelsblatt”, 1 Ekim 1998

17) “Der Spiegel”, sayı 26, 22 Haziran 1998, s.108

18) “Handelsblatt”, 1 Ekim 1998

19) “Le Monde Diplomatique”, Eylül 1998 sayısı

20) Japonya’da Long Term Credit Bank (LTCB) iştiraki olan Japanese Leasing, 2,2 trilyon yen (16 milyar dolar) borcundan dolayı iflas etti. LTCB’nin diğer kuruluşlarının da aynı durumda oldukları ve bugünlerde iflaslarını duyuracakları belirtildi. Japanese Leasing’in iflası, 2 trilyon yen’lik Yamaichi Securities’in iflasını gölgede bıraktı ve Japon sermayesini telaşlandırdı. (…) Japon uzmanlar, en az üç büyük bankanın aynı anda batabileceğini, bunun ekonomide 1 trilyon dolarlık bir boşluk yaratacağını ve sonuçta hükümetin, bunalımı aşabilmek için, dolaylı etkileri de hesaba katılınca, 2 trilyon dolara yaklaşan bir kaynak bulması gerektiğini belirtiyorlar.” (“Yeni Evrensel” gazetesi, 5 Ekim 1998)

21) agy

22) “Wirtschafts Woche”, sayı 36, 27 Ağustos 1998.

23) Lestor C. Thurow, age, s.137

24) Brezilya’daki Başkanlık seçimlerini, emperyalist devletlerin de desteklediği eski başkan Cardoso kazandı. Vergi artışları, sıkı tasarruf politikaları gibi “anti-kriz” tedbirleriyle, Brezilya halkına yıllardır ödetilen faturalar daha da büyütülmeye çalışılacaktır.

25) “Wirtschafts Woche”, sayı 41 1 Ekim 1998. New York ve Tokyo borsası gibi, Frankfurt borsası da diken üstünde. Frankfurt borsasındaki Dax Endeksi, birkaç yıl önce 3000 puan iken, Temmuz 1998’de 6000’e kadar yükseldi. 1 Ekim 1998’de ise % 7 oranında bir düşüş yaşayarak 3900’e geriledi.

26 Karl Marx, “Kapital” 3. Cilt, Sol Yayınları, s.262

27) ABD Yarıiletken Üreticileri Birliği’nin açıklamasına göre, “depo çip” fiyatları son on iki ayda & 70 oranında düşmüştür! (“Handelsblatt”, 18/19 Eylül 1998)

28) “Gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerde uzun bir süre, kamu parasının borç olarak verilmesi egemendi. 10 yıl öncesinde, sınai ülkelerden gelişmekte olan ülkelere akan özel sermaye sadece 20 milyar dolardı. 1996 yılında ise bu 250 milyar dolardı – öncesinde hiçbir dönem bu kadar olmamıştı.” (“Wirtschafts Woche”, sayı 39 17 Eylül 1998)

29) Lester C. Thurow, age, s.1

30) “ABD’de enflasyon arındırıldıktan sonra, kişi başına reel gayri safi milli hâsıla (GSMH), 1973’ten 1995 ortasına kadar % 36 arttı, buna karşın (işgücünün büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve kimsenin amiri olmayan) vasıfsız işçilerin reel saat ücretleri % 14 azaldı. 1980’li yıllarda, bütün kazanç artışları işgücünün ilk % 20’sine gitti ve inanılmaz bir % 64 ise ilk % 1’in cebine girdi.” (age, s.2)
“Verilerin toplanmaya başlamasından bu yana, Amerikan ortalama reel erkek ücretlerinin hiçbir zaman yirmi sene boyunca sürekli olarak düşüş gösterdiği görülmemişti. Amerikalı işçilerin çoğunluğu kişi başına düşen reel GSYİH artarken reel ücretlerde düşüşle daha önce hiç karşılaşmamıştı.
… Reel ücretler 1994 yılının sonlarına gelindiğinde, 1950’li yılların sonlarındaki düzeye geri döndü. Şimdi görülen eğilimlere bakıldığında, yüzyılın sonunda reel ücretler 1950 yılındakinden de geriye gidecektir. Yarım yüzyıldır ortalama normal işçiler reel hiçbir ücret kazanımı elde edememiştir. Böyle bir durum Amerika’da daha önce hiç söz konusu olmamıştı.” (age, s. 19)

31) “95 sonbaharında, Amerika’nın resmi işsizlik oranı % 5,7 idi… Resmi olarak işsiz olanlar ile (yaklaşık 7,5 milyon), çalışmak istedikleri halde gerekli kıstaslardan birini veya diğerini yerine getirememeleri sebebiyle faal işgücü içinde yer almayan, bu yüzden de resmi olarak işsiz sayılmayanları (S6 milyon) ve tam günlük iş isteyen, ama kendi istemleri dışında yarım gün çalışanları (yaklaşık 4,5 milyon) toplamak, nihai işsizlik oranını yaklaşık % 14 olarak verir.” (age, s.137)
En ileri düzeydeki endüstriyel ekonomiler, aynı zamanda, Marx’ın lümpen proletarya olarak nitelendireceği bir kesim… yaratıyor. … Günümüzde bunları, evsiz barksız olarak nitelendiriyoruz. Bugün ABD’de herhangi bir gecede yaklaşık 600 bin kişi olarak tahmin edilen bu kesim, beş yıllık süre içinde sayılan 7 milyonu aşabilecek değişken ölçekte bir gruptur. Evsiz barksızlarla belli oranda örtüşen… ABD’nin normal çalışma ekonomisinden atılmış ya da çıkarılmış olan 5,8 milyon erkek vardır. Bu, önemli ölçülerde bir toplumsal başıboşluktur…. Şu anda ABD’de hapiste ya da cezaları tescilli olan erkeklerin sayısı, işsiz erkeklerin sayısından fazladır. Evsiz bekâr erkeklerin %40’ı bir kere hapse girmiştir. … Ekonomi, vatandaşlarının büyük bir grubuna gereksinim duymuyor, onları istemiyor ya da nasıl yararlanacağını bilmiyor.” ( age, s.25)

32) “Amerika’da 2S39 yaş grubu arasındaki bütün erkeklerin % 32’si dört kişilik bir aileyi sefalet çizgisinin üstünde tutmaya yetecek kadar kazanamıyor. Ailenin makul bir yaşam standardına sahip olabilmesi için annenin işe gitmesi gerekiyor.
… Anne babalar çocuklarıyla, otuz sene öncesine göre % 40 daha az zaman geçiriyorlar. Anne işte olduğundan, 13 yaşın altındaki iki milyondan fazla çocuk okul öncesi ve sonrasında yetişkin denetiminden tamamen yoksun bırakılıyor. … Sistem, ailenin geçiminin büyük kısmını sağlayan bir babaya ve çocuklara bakan bir anneye sahip eski tip ailelerin var olmasına izin vermiyor. Tek kişinin para kazandığı orta sınıf ailenin nesli artık tükenmiştir… Kapitalizmdeki değişiklikler aileyi ve pazarı gitgide daha uyuşmaz hale getirmektedir.” (age, s.26–28)

33) “… Şimdi orta sınıfa eski beklentilerinin tarihe karıştığı söylenmektedir. Kendi evine sahip olacakların sayısı gitgide azala çaktır. Eşitsizliğin arttığı ve çoğunun reel ücretlerinin düşeceği bambaşka bir dünyada yaşayacaklardır. Yıllık ücret zamları çağı sona ermiştir; yıllar geçtikçe kendilerinin ya da çocuklarının yaşam standartlarının artacağı umudu ortadan kalkacaktır. Orta sınıf korkmaktadır ve korkmakta da haklıdır. Miras kalmış servetleri yoktur ve ekonomik güvenceleri için topluma bel bağlamak zorundadırlar, fakat bu da kesinlikle sahip olamayacakları bir şeydir…
Gerçek yavaş yavaş sızmakta ve toplumsal algıyı değiştirmektedir. 1964 yılında nüfusun yalnızca % 29’u ülkenin zenginlere çalıştığını söylerken, bu oran 1992 yılına gelindiğinde % 80’e çıkmıştır.” (age, s.29)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑