Bölge’nin fay hattı ve IŞİD depremi

Irak’ın Ninova eyaletinin başkenti Musul’un 10 Haziran’da el Kaideci IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) tarafından ele geçirilmesi ve IŞİD’in kısa bir sürede Selahaddin ve Ninova’ya bağlı birçok yerleşim birimini işgal etmesi, bütün dünyanın dikkatinin bölgeye çevrilmesine neden oldu. Ne oldu da, IŞİD, Irak’ın en büyük ve önemli kentlerinden Musul’u kolayca ele geçirmiş ve ardından Tikrit ve Telafer gibi kentleri işgal edebilmişti? Ve daha da önemlisi, bundan sonra Irak’ı nasıl bir gelecek bekliyordu?

IŞİD işgali sonrasında, zaten daha önce otoritesi önemli oranda zayıflamış olan Başbakan Maliki ABD’yi yardıma çağırırken, Şii radikallerden Sadr’a bağlı milisler (Mehdi ordusu) silahlanmaya başladı. İran, Şiilerin kutsal yerlerine yönelik saldırılar karşısında sessiz kalmayacağını ve gerekirse askeri güç gönderebileceğini açıklarken, Maliki’nin IŞİD’i desteklemekle suçladığı S. Arabistan, yaşananların bir “iç savaş” olduğunu söylüyordu. IŞİD’in işgalleri karşısında en “soğukkanlı” tutum ise, kuşkusuz Musul Konsolosluğu’nun 49 çalışanı ve 31 TIR şoförü rehin alınan Türkiye tarafından ortaya konmuştu. Üstelik IŞİD işgali bir gün önceden haber alındığı halde Türkiye’nin konsolosluğunu boşaltmaması, yeni soruları da beraberinde getirmişti.

Bugün IŞİD’in bu kadar hızlı güç kazanması şaşırtıcı görünse de, Irak’ta ABD işgali sonrası ortaya çıkan mezhepsel-etnik yarılmaya dönüp bakıldığında ve Suriye’ye müdahale girişimlerinin bunlar arasındaki çelişki-çatışmaları nasıl tetiklediği göz önünde bulundurulduğunda, ortaya çıkan tablonun sürpriz olmadığı anlaşılacaktır. Zaten Maliki Hükümeti’ne karşı Sünni hoşnutsuzluğun en yüksek seviyede olduğu Felluce ve Ramadi’de Ocak ayı başlarında IŞİD’in kontrolü kısmi olarak ele geçirmesi de, bugünkü gelişmelerin ayak sesini haber veriyordu.

ABD İŞGALİ SONRASI IRAK

2001 11 Eylül’ünde el Kaide’nin ikiz kulelere yönelik terör saldırıları sonrasında, ABD,  “terörle mücadele” gerekçesiyle “önleyici savaş stratejisi”ni gündeme getirmişti. Bu strateji, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ülkelere müdahale hakkı olduğu iddiasına dayanıyordu. Bu temelde dünyanın petrol rezervlerinin yüzde 65’i ve doğalgaz rezervlerinin yüzde 41’ini bulunduran bölgenin (Ortadoğu’nun) yeniden dizayn edilmesi amacıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) uygulamaya konuldu. Proje kapsamından ilk müdahale noktası, el Kaide’nin merkezi sayılan ve 1988’de kurulduğunda el Kaide’nin ABD tarafından Sovyet işgaline karşı desteklendiği yer olan Afganistan’dı. Afganistan’ın ardından, sıra, 1990’da Kuveyt’i işgal ettikten sonra ABD’nin hedefi haline gelen ve 1990-91 Körfez Savaşı’ndan itibaren ABD ile çatışma halinde bulunan Irak’taki Saddam rejimindeydi. Saddam’ın el Kaide’yi desteklediği ve kitle imha silahları bulundurduğu gerekçesiyle Mart 2003’te Irak’a giren ABD ve müttefikleri kısa sürede Saddam rejimini devirdi. ABD müdahalesinden sonra, nüfusun yüzde 20’sini oluşturan Kürtler Irak’ın kuzeyinde federe yönetim oluşturdular. 1980-88 yılları arasında İran’la savaşan Saddam rejiminin büyük baskılar uyguladığı ve nüfusun yüzde 65’e yakınını oluşturan Şiiler, müdahaleden sonra merkezi yönetimde etkin hale geldiler. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan Sünniler ise, merkezi yönetimde yer almalarına rağmen Saddam dönemindeki güç ve etkilerini önemli oranda kaybettiler. Merkezi yönetim Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında bölüştürülmesine (Başbakan Şii, Cumhurbaşkanı Kürt ve Meclis başkanı Sünni) rağmen yetkilerin paylaşımı ve petrol gelirlerinin dağılımı ile Kerkük başta olmak üzere ihtilaflı bölgelerin durumu gibi konulardaki anlaşmazlıklar bir türlü çözülemedi. İşte Irak’ta daha önce varlığı bulunmayan el Kaide, tam da bu mezhepsel-etnik gerilim ortamında, geri plana düşen Sünniler içinde kendine örgütlenme alanı buldu. 2003’ten itibaren Irak’ta birçok kanlı saldırı gerçekleştiren el Kaide’nin Irak’taki uzantıları, 2004’te Irak el Kaidesi (IİD-Irak İslam Devleti) adını aldı.

Irak’ta anlaşmazlıkların çözülememesi, giderek ülkenin fiilen üçe (Kuzeyde Kürtler, Batıda Sünniler ve Güneyde Şiiler) bölünmesine ve bu kesimleri temsil eden siyasi güçler arasında gerilim ve çatışmaların devam etmesine yol açıyordu. Başbakan Maliki, ABD tarafından Şiilerin İran eksenine kaymasını engelleyecek ve dahası ülkedeki siyasi güçler arasında dengeleri sağlayabilecek bir lider olarak görülüp destekleniyordu. Ancak istikrarsızlık yaratmaya yönelik bombalı saldırılar sonrasında, Maliki’nin Sünnilere yönelik baskı politikalarını uygulamaya koyması, Hükümet ile Sünniler arasındaki gerilimin artmasına yol açıyordu. 2010 seçimleri sonrasında Saddam’ın eski istihbaratçılarını koruma olarak kullanan ve ülkedeki birçok bombalı saldırıdan sorumlu tutulan Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkartılması ve önce Kürdistan Federe yönetimi ve ardından Türkiye’ye sığınan Haşimi’nin gıyabında yapılan yargılamada idama mahkum edilmesi, bu gerilimi tırmandırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu gerilim 2013’te Maliki’nin Sünni Maliye Bakanı Rafi İsavi’nin korumalarını gözaltına alması sonrasında yapılan gösterilerle yeni bir boyut kazandı. 2013 sonunda el Kaide’ye destek vermekle suçlanan Sünni milletvekili el Alvani’nin el Anbar’daki evine yapılan baskın ve bu baskında kardeşinin öldürülmesi sonrasında ise, gerilim çatışmaya dönüştü. Hükümetin Sünni göstericileri zorla bastırma girişimleri, Suriye’deki savaşta güçlenen ve Sünniler tarafından artık bir kurtarıcı olarak görülmeye başlanan IŞİD’in el Anbar vilayetinde denetimi kısmen ele geçirmesinin önünü açtı.

Aynı dönemde Türkiye ve S. Arabistan’ın Sünni cumhurbaşkanı seçtirme girişimlerine karşı İran’ın devreye girmesiyle Şiiler ve Kürtler arasında ittifak sağlanmış olmasına ve Talabani’nin bu ittifakla yeniden cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, Kürdistan Federe Yönetimi ile Maliki Hükümeti arasında çözülemeyen sorunlar da Irak’ta gerilimi arttıran başka bir krize yol açmıştı. 2005’te kabul edilen Irak Anayasası’nın 140. Maddesi’ne göre, başta Irak petrolünün üçte birinin çıkarıldığı Kerkük olmak üzere merkezi hükümet ve Kürdistan Federe Yönetimi arasında aidiyeti konusunda anlaşmazlık bulunan bölgeler için 2007’de referandum yapılacaktı. 2007’de, ABD’nin girişimleriyle bu referandum 5 yıl ertelenmişti. Ancak 2012’ye gelindiğinde, referandum yönünde bir adım atılması yerine, Maliki’nin ‘Dicle Operasyon Tümeni’ adı altında bir ordu kurarak bu orduyu aidiyeti bakımından ihtilaflı bölgelere konuşlandırması, Kerkük’te bu ordu ile Kürdistan Federe Yönetimi’nin Peşmerge ordusunu çatışma noktasına getirdi. Yine petrol gelirlerinin paylaşımı ve federe yönetime ayrılan bütçe konusundaki anlaşmazlıkların Barzani yönetimini giderek Türkiye’ye daha fazla yakınlaştırması ve merkezi hükümete rağmen Türkiye ile petrol anlaşmaları yapmasının önünü açması, Irak’taki bölünmeyi daha da derinleştiriyordu.

Bugün IŞİD işgalleri sonrasında yüksek sesle sorulmaya başlanan Irak’ı nasıl bir geleceğin beklediği sorusunun cevabını, Şii ve Sünni Araplar ile Kürtler arasındaki mevcut çatışma ve bölünmenin nasıl çözüleceği belirleyecektir. Suriye’de çatışma-kamplaşma halindeki güçlerin (bir yanda Türkiye ve S. Arabistan ve öte yanda İran’ın) Irak’taki bölünmeyi de önemli oranda belirleyen güçler olması, bölgesel gelişmelerin de Irak’ın geleceği üzerindeki etkisini arttırmaktadır.  Zaten Irak’ta IŞİD’i var eden koşullar da, bu bölgesel gelişmelerden bağımsız değildir.

SURİYE’YE MÜDAHALE POLİTİKASI VE IŞİD

Arap ülkelerindeki ayaklanmaları ve değişim isteğini yedeklemek için Batılı emperyalistler önce Libya’da harekete geçmiş, Libya’da el Kaide çetelerinin içinde yer aldığı muhalifler NATO desteğiyle Kaddafi rejimini devirmişlerdi. Ancak Batılı emperyalistler için asıl önemli hedef, kendilerine karşı bir direnç odağı durumunda bulunan Şii eksende yarılma yaratabilecek (ve dolayısıyla bu eksenin arkasında duran Rusya ve Çin’i de zayıflatabilecek) Suriye’ye müdahaleydi. Müdahale politikası, ülke içinde kendi politikalarıyla birleşebilecek güçler yaratıp bunları bir araya getirme ve bunlara her türlü desteği sağlayarak rejimi devirme üzerine kurulmuştu. Suriye’deki ‘Müslüman Kardeşler’ ile politik yakınlığı ve ilişkisi bulunan AKP Hükümeti, ‘Bölgesel liderlik’ rolünü oynayabilmek (zamanında Osmanlı’nın egemen olduğu bölgelerde yeniden etkin hale gelebilmek) için bu müdahale girişimlerinin başına geçmişti. Başbakan Erdoğan, birkaç ay içinde Şam’daki Emevi Camisinde namaz kılacaklarını söylüyordu. ABD ve Fransa gibi Batılı emperyalistlerin yanı sıra Şii eksenini kendileri için bir tehdit olarak gören S. Arabistan ve Katar da bu müdahale girişimlerinde Türkiye’nin yanında yer aldı.

AKP Hükümeti, 2011’den itibaren ‘Suriye Ulusal Konseyi’ (SUK) adı altında bir araya gelen muhaliflere kucak açtı. Yine Suriye’ye müdahaleye zemin hazırlamak için yüz binlerce Suriyelinin Türkiye’ye gelişini teşvik etti. Ancak müdahale girişimlerinin beklenen sonucu vermemesi sonrasında, ABD devreye girerek, 2012 sonlarında muhalif grupları Katar’ın başkenti Doha’da topladı. Bu toplantılar sonrasında, muhalefet, ‘Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ (SMDK) adı altında birleştirildi. Bu muhalefetin silahlı gücü olarak da Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) oluşturuldu. Fakat bu kez de, ABD’nin öncülük ettiği bu girişim  başarısız oldu. Ne SMDK’da bir araya gelen muhalefet kendi iç sorunlarını aşabildi, ne de ÖSO rejime karşı savaşta etkin bir güç haline gelebildi. Bu girişimlerin başarısızlığa uğraması, kendi politik geleceklerini Esad rejiminin devrilmesiyle dolaysız ilişkili gören Türkiye (AKP) ve S. Arabistan’ın giderek cihatçı el Kaide gruplarını umut olarak görmelerine ve mezhepçi söyleme daha fazla sarılmalarına neden oldu.

Bu kamplaşmanın diğer tarafında Şii ekseni oluşturan rejimlerin; İran ve Irak’taki Maliki Hükümeti ile Lübnan Hizbullah’ının, Esad rejiminden yana açık tutum almaları ve hatta Hizbullah militanlarının Suriye’deki savaşa dâhil olması, bu çatışmaların giderek mezhepsel bir görünüm kazanmasına yol açtı. Savaşın mezhepsel bir görünüme bürünmesi, Suriye’de bir yandan dünyanın dört bir yanından cihatçı militanların devşirilmesini kolaylaştırırken, öte yandan da muhalif gruplar arasında denetimin giderek el Kaide çetelerinin eline geçtiği bir sürecin de önünü açtı. Bu gelişmeler karşısında Libya’da büyükelçisi el Kaide tarafından öldürülen ve Mısır’da da Müslüman Kardeşlere (Mursi) güvenemeyeceğini görüp General Sisi’nin darbesini destekleyen ABD geri planda kalırken, Türkiye, Suriye rejimine ve 2012 yazından itibaren Rojava’da PYD öncülüğünde yönetimi ele geçiren Kürtlere karşı savaşmaları için sınırlarını el Kaide çetelerine açmaktan, IHH adlı “yardım kuruluşu”  ve MİT üzerinden bu çetelere silah ve mühimmat başta olmak üzere her türlü desteği sağlamaya kadar bütün olanaklarını seferber etti.

Büyük oranda Suriye’ye dışarıdan gelen el Kaide militanlarının kurduğu IŞİD, bu dönemde öne çıkmaya başladı. Suriye’de çatışmalar başladıktan sonra El Kaide’nin Irak kolu olan Irak İslam Devleti’nin (IİD) Suriye’ye geçen militanları, Ebu Muhammded el-Colani liderliğinde el Nusra Cephesi’ni kurdular. Çeçenistan’dan Avrupa’ya, Libya ve Tunus’tan Afganistan’a kadar dünyanın dört bir yanından gelen İslamcı militanlarla kısa sürede Suriye’de güçlenmeye başlayan el Nusra’nın lideri Colani’nin öne çıkmaya başladığını gören IİD lideri Ebu Bekir el-Bağdadi, 2013 Nisan’ında yayımladığı bir ses kaydında, el Nusra Cephesi’nin IİD’in Suriye kolu olduğunu ve bu iki örgütün Irak-Şam İslam Devleti (burada Şam, Arapça ismi ‘Dimeşk’ olan Suriye’nin başkenti olarak değil, Suriye’den Lübnan, Filistin ve Ürdün’e kadar uzanan toprakları belirtmek için kullanılan bir addır) adı altında birleştiklerini duyurdu. Ancak el Nusra lideri Ebu Muhammed el-Colani, böyle bir birleşmenin söz konusu olmadığını ve el Kaide lideri Aymen el-Zevahiri’ye bağlı olduklarını açıkladı. Haziran 2013’te el Kaide lideri Aymen el-Zevahiri de bu birleşmeye karşı olduğunu ilan etti, ancak Bağdadi bu emre karşı çıktı. Bu dönemde kendisiyle birleşmeyen Nusracılar dâhil diğer İslamcı gruplarla da çatışmaya giren IŞİD, kısa sürede Suriye’nin kuzeyinde en güçlü örgüt haline geldi. Sınır kapılarını ele geçiren ve Rakka’da emirlik kuran örgüt, Suriye’nin petrol yataklarının da sahibi oldu.

IŞİD’i diğer örgütlerden ayıran en önemli özelliği, ele geçirdiği bölgelerde ‘emirlik’ ilan ederek kendi düzenini kurmasıydı. Örgütün, rejimin devrilmesinden çok, ele geçirdiği yerlerde kendi düzenini kurmaya öncelik vermesi ve bu nedenle aynı alandaki diğer radikal İslamcı gruplarla çatışmaya girmesi, Esad rejimi tarafından desteklendiği iddialarının gündeme gelmesine neden oldu. Oysa bu politika, örgütün kısa sürede diğer örgütlerle kıyaslanamayacak kadar hızlı büyüyüp güç kazanmasını sağlıyordu. Örgüt, 2013 sonlarında Suriye’nin Irak sınırındaki Deyr ez Zor’u ele geçirdikten sonra, Irak’ın el Anbar vilayetinde Maliki hükümeti ile çatışma noktasına gelen Sünni aşiretler ile ilişkilerini de hızlı bir şekilde geliştirdi. Aralık 2013’te hükümet güçleri tarafından Sünni milletvekili Ahmed el Alvani’nin el Anbar’daki evine yapılan baskında kardeşinin öldürülmesi sonrasında gelişen olayların devamında IŞİD, 2014 Ocak ayında bu bölgenin Ramadi ve Felluce kentlerinde yönetimi ele geçirdi. Ardından da Felluce’de “emirlik” ilan etti. Böylece Türkiye ve S.Arabistan’ın Suriye’ye müdahalenin başarısı uğruna verdikleri desteğin büyüttüğü IŞİD, Irak’ta Maliki Hükümeti ile aralarındaki gerilim çatışma noktasına varmış bulunan Sünni aşiretlerin yerleşim yerlerinde kısa sürede denetimi ele geçirebileceği koşullara sahip oldu.

IŞİD SORUNU VE IRAK’IN GELECEĞİ

İşte, IŞİD’in herkesi şaşkına çeviren 10 Haziran’daki Musul işgalinin arka planında Maliki rejiminden artık kopma noktasına gelen Sünni aşiretler ve eski Baas’çılar (Saddam yönetiminin artıkları) ile kurduğu ilişkiler yer alıyor. İstihbarat örgütleri tarafından Musul’u işgal etmeden önce 7 bin militanı ve 875 milyon dolar geliri olduğunu tahmin edilen örgütün bu işgalden sonra Sünni milisler ve eski Baas’çıların katılımıyla militan sayısını iki katına ve gelirini de 2,4 milyar dolara çıkarmış olabileceği düşünülüyor. Bu rakamlar, Irak’ta Maliki karşıtı Sünnilerle kurduğu ilişkilerin örgütü kısa bir sürede nasıl büyüttüğünü gözler önüne seriyor. Kimin elinde olduğu konusunda farklı açıklamalar yapılsa da IŞİD’in Irak’ın en büyük petrol rafinerisi olan Beyci Rafinerisi’ni ele geçirdiğini ve rafineriyi yerel (Sünni) aşiretlere devrettiğini açıklaması, kendine nasıl taban yarattığını yeterince açıklamaktadır. IŞİD’in Musul’u işgal etmesinden sonra kentin nasıl ele geçirildiğine dair ortaya çıkan gerçekler de, bu ilişkileri bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bin-bin beş yüz IŞİD militanı kente girerken, Musul valisi Esil Nuceyfi ile sivil kıyafetler giyen 30 bin ordu mensubunun kenti terk ettiği ortaya çıkmıştır. Musul’da yapılan haberler, Sünni Arapların Başbakan Maliki’den intikam almak için IŞİD şemsiyesi altında birleşerek kenti ele geçirdiklerini gösteriyor. Zaten IŞİD tarafından Musul valisi olarak atandığı açıklanan Haşim Camas da Saddam’ın eski Baas’çı subaylarındandır. ABD’nin önemli gazetelerinden New York Times’in, IŞİD’in Musul’dan sonra ele geçirdiği Tikrit’teki kaynaklara dayandırdığı haberde de eski Baas’çı komutanların Maliki’nin devrilmesi için IŞİD ile ittifak yaptıklarını söyledikleri belirtilmektedir. Musul’u terk eden vali ise, Irak’ta 2010 seçimlerinden sonra Sünniler için federal bölge talebini dile getiren ve bunun için Türkiye ve S. Arabistan’dan destek isteyen Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’nin kardeşi Esil Nuceyfi’ydi. 2011’de Türkiye’ye sığınan eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin de Musul’un IŞİD tarafından ele geçirilmesinden sonra yaptığı açıklamada bu işgali “ezilenlerin devrimi” olarak gördüğünü söyleyip kutlaması da, yaşananları Sünni Arapların IŞİD üzerinden başkaldırısı olarak gördüğünü göstermektedir. Bugün işgal edilen kentlerde IŞİD ve eski Baas’çılar arasında anlaşmazlık ve çatışma yaşanmaya başlandığına dair haberler yapılsa da, durum değişmemektedir. IŞİD işgalleri Maliki yönetimi tarafından geri plana itilip baskı altına alınan Sünnilerin daha güçlü bir statü (federal bölge) talebinden bağımsız değildir ve bu sorunun çözümünü de yine Sünnilerin bu talebini Maliki Hükümeti’nin nasıl karşılayacağı belirleyecektir.

Peki, bundan sonra ne olacak?

Önceki dönemlerde yaşanan daha küçük çaplı kimi Sünni isyanlarına karşı Sünni aşiretlerden destek alabilen Maliki’nin bugün böyle bir şansı kalmamıştır. Ancak Maliki, her şeye rağmen Batı tarafından tehlikeli bir terör örgütü olarak kabul edilen IŞİD’in işgallerini sarsılan otoritesini yeniden tesis etmek için bir fırsata çevirmek üzere, ABD’yi yardıma çağırmaktadır. Maliki’nin yardım alabileceği bir diğer önemli güç de, IŞİD’in Şiilere yönelik vahşi katliamları ve Şiilerin kutsal yerlerine saldırması karşısında bu yerleri savunmak için asker gönderebileceğini açıklayan Şii ekseninin lider ülkesi İran’dır.

ABD’nin IŞİD’in Sünni bölgelerde ilerleyişinden sonra Şii ve Sünni Araplar ile Kürtlere yaptığı acilen yeni bir ‘birlik hükümeti’ kurulması çağrısı, kendi çıkarları için hala Irak’ın birliğinden yana tutum aldığını göstermektedir. ABD’nin bu çağrısının altında Irak’ın olası bölünmesinden sonra Şiilerin tamamen İran’ın etkisine gireceği ve Sünni bölgelerde ise her şeyden önce İsrail için bir tehdit oluşturacak radikal İslamcı grupların etkin olabileceği kaygısı ile hareket ettiğini ve bunun da ötesinde yaşanabilecek Şii-Sünni çatışmasının Irak’ın enerji kaynakları üzerindeki egemenliğini tehlikeye atabileceği düşüncesinin yer aldığını söylemek mümkündür. ABD, Sünnileri dışlayıcı politika izleyerek sorunları bu noktaya getiren Maliki’den rahatsız olsa da, bugün için Maliki’yi desteklemek dışında bir çıkış yolu görmemekte ve sorunun bu ayrımcı politikayı ortadan kaldırabilecek bir ‘birlik hükümeti’ kurularak çözülmesini istemektedir. Haziranın son haftasında Irak’ı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Maliki’den, 30 Nisan’da yapılan seçimlerden sonra kurulacak yeni hükümette Kürtler ve Sünnilere yer vererek birleştirici davranması ve iktidarını paylaşmasını isterken; Kürdistan Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani ile yaptığı görüşmede de IŞİD’in Musul işgali sonrasında Kerkük’ün güvenliğini sağlayan Kürtlerin bağımsızlık beklentisini karşılamaktan çok merkezi hükümette güçlü olarak yer almaları yönünde talepte bulunmuştur.

Açıktır ki, bugün ister bağımsızlığını ilan etsin, ister Irak’la federatif ilişkisini sürdürsün, IŞİD işgalleri sonrasında ülke içindeki güç ve pozisyonunu en fazla arttıran kesim Kürtler oldu. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden sonra, Kerkük’ün ve merkezi hükümet ile aidiyetleri konusunda ihtilaf bulunan diğer yerleşim yerlerinin güvenliğinin Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlı Peşmerge ordusu tarafından sağlanması, bu yerlerin fiili olarak Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlanmasını sağlamış bulunmaktadır. Zaten Maliki’nin de Kürdistan Yönetimi’nin Irak’ın güvenliğinin sağlanmasında rol alması karşılığında 140. Madde’yi uygulamayı (Kerkük ve diğer ihtilaflı bölgeler için referandum yapmayı ki, bu durumda Kerkük’ün Kürdistan Bölgesi’ne bağlanmasına kesin gözüyle bakılmaktadır), Kürdistan Bölgesi’nin kendi petrolünü satışına (Kürdistan yönetiminin merkezi hükümete rağmen Türkiye üzerinden yaptığı petrol satışı, iki yönetim arasında gerilimi tırmandırmıştı) 5 yıl boyunca razı olacağı ve sonrasında merkezi bütçeden Kürdistan’ın payını yüzde 30’a çıkarmayı kabul ettiği belirtilmektedir. Koşullar oluştuğunda bağımsızlık ilan etmek istediği bilinen Kürdistan Yönetimi’nin Kerkük’ü alması, Barzani yönetimini bu hedefine bir adım daha yakınlaştırmış olsa da, ABD’nin hala bu talebe yukarıda değindiğimiz kaygılar nedeniyle mesafeli yaklaşmas,ı bugün için bu yönde bir girişimi zorlaştırmaktadır.

Maliki yönetiminin uzun bir süreden beri Sünniler üzerinden Irak’ın iç işlerine karışmakla suçladığı S. Arabistan ve Türkiye’nin ortaya koydukları tutum ve yaptıkları açıklamalar, IŞİD işgallerine destek veren Sünnileri kapsayan bir federe bölge oluşturulması ya da en azından Sünnilerin Irak’ta daha etkin bir pozisyon kazanması için bu işgalleri bir olanak olarak değerlendirmek istediklerini gösteriyor. Gelinen yerde, eğer Irak’ın birliği üzerinden bir çözüm gelişecekse, Sünnilerin daha etkin bir pozisyonda olmaları, zaten kaçınılmaz görünüyor. Ancak bugün bütün zorluklarına rağmen Sünnilerin ikna edildiği bir çözüm gerçekleşse dahi, IŞİD’in bölgeden kolayca sökülmesini beklemek ham hayalcilik olur. Çünkü IŞİD’in Irak’ta kazandığı taban ve büyük maddi geliri bir tarafa bıraksak bile, Suriye savaşının devam ettiği koşullarda buradaki gücü ve varlığı üzerinden Irak’a müdahale zemini bulmayı sürdüreceği göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla IŞİD’i bir tehdit olmaktan çıkaracak çözüm bakımından, Irak’taki mezhepsel-etnik gerilimin ortadan kaldırılmasının yanı sıra Suriye’de başını Türkiye ve S. Arabistan’ın çektiği ülkelerin radikal İslamcı çetelere verdiği desteğin kesilerek sınırların bu çetelere kapatılması gerekmektedir ki, söz konusu ülkelerin bu politikalarından vazgeçeceğini gösteren hiçbir emare bulunmamaktadır.

Sonuç olarak, Irak’ta çözümün Şii ve Sünniler arasında eşitliği esas alan ve Kürtlerin kaderini tayin hakkını tanıyan demokratik bir yönetimden geçtiği açıktır. Bunun da ötesinde Irak’taki mezhepsel-etnik ayrımı tetikleyen Suriye’ye yönelik müdahale girişimlerinin de son bulması gerekmektedir. Bu nedenle, ABD’sinden S. Arabistan ile Türkiye’si ve İran’nına kadar mezhepsel-etnik ayrılıklar üzeriden Irak siyasetine müdahale edip sorunun kaynağında yer alan güçlerin mevcut krizi çözmeye yönelik girişimleri, onları harekete geçirecek yeni bir tetikleyici ortaya çıkıncaya kadar mezhepsel-etnik çelişkileri geçici olarak uykuya yatırmanın ötesine gidemeyecektir. Çünkü sadece Irak ve Suriye’de değil; bölgenin mezhepsel-etnik fay hattı üzerine kurulan bütün ülkeleri için kalıcı çözüm, ancak ve ancak, emperyalizm ve bölge gericiliklerinin her türlü müdahalesinin son bulmasından; halkların, mezhep ve inançların eşitlik ve kardeşlik temelinde yaşayacakları demokratik bir geleceği birlikte kurmalarından geçmektedir.

Cumhurun başı tartışmaları – 2

Geçen sayımızda cumhurbaşkanı seçimleri tartışmalarına “katılmış”, ancak ortada herhangi bir aday olmadığı için olası bir adayın, Başbakan Erdoğan’ın adaylığı üzerinde durmuş, onun adaylık ve seçilme koşullarını tartışmıştık.

Özeti şöyleydi:

1) Henüz adaylık açıklanmamıştı, ama “ısınma turları”yla “nabız” yoklanıyordu.

2) “Nabız yoklama” iki yönlüydü. Bir; kendisinin seçilme olasılığına dair yoklamalar.. Ve iki; kendisinin seçilmesi sonrası AKP ve –AKP yönetimi en azından Beyefendiye göre ülke yönetimi de demek olduğundan, tabii ki– ülke yönetimini öngörmekle yetinmeyip şimdiden dizayn etmeye yönelik “nabız yoklama”nın ötesine geçen hazırlık ya da moda tabiriyle “kumpaslar”.

3) Yine “nabız yoklama”nın ötesine geçen bir başka “hazırlık”.. Ya da “hazırlık”ı da aşan kumpas içerili dayatma seçimin kazanılmasının ötesine dairdi: Cumhurbaşkanı değil, Başkan.. En azından yarı-Başkan ya da “partili cumhurbaşkanı” olmak istemekteydi Beyefendi.. Ve bunun tartışmasıyla birlikte hazırlıklarını yürütmekteydi. Madem ilk kez “halk” seçmekteydi; öyleyse, kesinlikte parlamento tarafından seçilmiş eski cumhurbaşkanlarından farklı yetkilere sahip olmalıydı! Çünkü onu da parlamentoyu seçenler seçmekteydi! Öyleyse parlamento ve onun seçeceği Başbakanla kuracağı hükümetten az yetkiye sahip olamazdı. “Yürütücü cumhurbaşkanı” şarttı! Bu mantık hem Beyefendinin kendisi hem de devlet ve havuz medyasının koltuklarına doluşmuş adamları tarafından durmaksızın savunulmaktadır.

4) Asıl hazırlıksa, son birkaç yıldır, ama özellikle Gezi’yle birlikte derinleştirilerek, olanca pervasızlığıyla sürdürülmekteydi ve “başkanlık” ya da diktatörlük özentisiyle dayatılmakta olan “tek adamlık” takıntısıyla bağlantılıydı: “Delikanlılık” ya da “dik durup eğilmeme” adı takılıp sevimlileştirilerek hatta çekici kılınmaya çalışılan tekçi dayatıcılık, sadece tekelci aşamasında can çekişerek debelenmekte olan çürüyen/asalak kapitalizmde değil ama kölecilik ve feodal aristokratik egemenlik koşullarını da kapsayarak sömürüye dayalı bütün toplumsal örgütlenmelerde, yalnızca ve yalnızca baskı ve zor yoluyla sürdürülebilirdi ki, henüz adaylığını açıklamamış olası adayımız bu yoldan yürümekteydi.

Kapitalist tekelci zorbalığın bütün niteliklerini taşımakta olan “özel” zorunun “genel” zorun sair biçimlerinden ayırtedici yönü, emperyalist efendilerce desteklenen dizginleri tekelci burjuvazinin elinde olan burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin işçi ve emekçi halk üzerindeki diktatörlüğü olan zor ve şiddetin kim tarafından kime karşı uygulanmakta olduğunun muğlaklaştırılıp halka yönelikliğiyle karekterize somutluğunun görünmez kılınmasına.. Ve en başta ülkelerinin ve kendilerinin geleceği türünden dünyevi işler, olgu ve gelişmelere ilişkin dini değer ve inançlarıyla tutum belirlemelerini teşvik edip kuşkırttığı “tabanı”nın konsolide edilmesi hedeflenerek, zor ve şiddet de dahil, bütün kötülüklerin, “biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden kurgulanıp benimsetilmesi peşine düşülen toplumsal karşıtlığın.. –Yalnızca Soma’da kendisini gösteren işçi sınıfına karşı kılıç çekmekten korkulup kaçınılarak, onu düşman göstermeyen.. Ama– “Geziciler”.. “faiz lobisi”.. hatta sanki AKP kapitalizme karşıymış gibi, “sermaye”.. “iç ve dış karanlık odaklar”.. “ateist Aleviler”.. “tek devlet, tek millet”le dışlanan Kürtler.. ya da “bayrak düşmanları”.. “çocuk kandıran Kandil”.. türünden.. Elmalarla armutların aynı sepette ya da ilgisiz yasa maddelerinin tek bir “torba”da toplanması gibi.. Akla gelen olumsuzluk ve kötülüklerin atfedildiği tüm “münafıklar”ın, birbirleriyle uyumlu, hatta düşman olup olmamalarına bakılmaksızın bir arada düşman gösterilmesine.. Tüm kötülüklerin kaynağı oldukları gibi, polise ve şüphesiz “biz” kategorisi kastedilerek temellendirilen “halka karşı” zor ve şiddete başvuranların onlar olduğu iddiasına.. Ve “onlar”la tanımlanan “şeytan”a karşı öldürme dahil ne yapılsa azdır mantığına dayandırılmış olmasıdır!

Türkiye toplumunun bu sahte “biz-onlar” karşıtlığı üzerinden bölünüp Beyefendinin “başkanlığı”nın dayanağı olarak “biz” nitelemesiyle taraftarlarının kemikleştirilmesi için hiçbir fırsat kaçırılmamakta.. Uzun ve orta vadede karşıt yönde etkide bulunacak oluşu kaçınılmaz olsa ve bu durum bilinse bile.. Kısa vadede.. Yani “başkanlık”ı kapıncaya kadar.. “Biz”i ayrıştırıp “onlar”ın neredeyse kanını içecek bilenmişliğe getirecek.. Son sınırına vardırılmış gerginlik.. Ve onun unsuru olarak.. “Orantısız güç kullanımı” ile bile tanımlanamayacak.. 13-14 yaşında çocukları.. İbadethane (Cemevi) bahçesinde karşıt inançtan (Alevi) olanları bile hedef edinmekten çekinmeyen pervasız sıldırganlığın tırmandırılması taktiği, genelleştirilip strateji düzeyine yükseltilmiş haliyle, izlenmektedir.

5) “Biz-onlar” bölünmesi üzerinden ve bu bölünmeyi dayatıp pekiştirmek üzere “onlar”a yönelik pervasız saldırganlığı sürdürme taktiği, tüm “ikna edici” düşmanları içine doldurarak “onlar”ı bütün kötülüklerin kaynağı ve dayanağı gösterecek “zenginlik”te kurgulanırken.. Saldırganın, hükümet değil, ama tersine diktatörlük özentisiyle hükümetinin bütün pisliklerini örtmeye de hizmet etmek üzere.. tüm melanetlerin yapıcısı “faiz lobileri”yle “paralelci” darbeciler.. Ama “tek adam” ve sahiplenmesi gereken “bizim hükümetimiz”in sadece mağdur durumda olduğu.. Üstelik uzun süredir mağdurken.. AKP hükümetince “kurtarılmış” türban ve genel olarak inanç özgürlüğü mağdurları tarafından el üstünde tutulması gerektiği propagandası propagandanın ekseni kılınmaktadır.

Ancak bu “mağduriyet” edebiyatı, durum tersine olduğu ve Beyimiz ve partisiyle hükümeti halkı mağdur eden başlıca dinamikler olduklarından, zora dayalı dayatmanın yanında açıktan aldatıcılığı, öyleyse düpedüz yalanı ve yalancılığı zorunlu kılmaktadır ki, bu açıdan hiç müşkülat çıkarılmamakta ve inandırıcılığın sınırları zorlanmakta, akla gelmeyecek ters-yüz etmelerden kaçınılmamaktadır!

Zor mu? Laf hazırdır: “Geziciler polise yönelik zor kullanmışlardır”! Taciz mi? “Kabataş’ta deriler giymiş çizmeli kişiler başılı bağlı bir yeni gelin ve bebek arabasındaki çocuğunu taciz etmişlerdir”! Terör örgütü ile işbirliği mi? Ne Kaidesi.. IŞİD’ı.. Onların beslenip açıktan desteklenmesi: “CHP terör örgütü ile işbirliği yapmaktadır”! “MHP marjinal solun maymunu”! Rüşvet, yolsuzluk ve açıkça hırsızlık mı? Hayır, “paralelciler Hükümete karşı yargı darbesi düzenlemişlerdir”!

Özetle.. Cumhurbaşkanı seçimine, yalanla-dolanla ve çarpıtılıp ters-yüz edilen sahtesiyle değiştirilmiş siyasal toplumsal karşıtlık çekiştirmesi üzerinden yerleri değiştirilmiş saldırgan ve mağdur edebiyatıyla yürütülen hazırlıkla yürünmektedir.

“MAĞDUR” SALDIRGANIN ADAYLIĞI NEDEN GECİKMELİ?

“Mağdur” saldırgan delikanlı bir yönüyle rahat! Rahatlığı, şimdiye kadarki açıklanmamış adaylığın, açıklanmış olsaydı eğer, açıklanacak olandan çok da bir farklılığa sahip olmayışından.. Olası aday olarak “tek adam” her gün seçmenin karşısındadır.. Her saat.. Her dakika açıp ağzını yumup gözünü konuşmakta.. Tanıtımına falan gerek olmamacasına seçmenin gözü önünde durmaktadır. Küçük ihtimaldir, ama o olmayıp, onun yerine “yedek” aday durumundaki bugünkü cumhurbaşkanı Gül’ün de ilave tanıtıma ihtiyacı yoktur. Zaten cumhurbaşkanıdır. Bir başbakan.. Bir cumhurbaşkanı.. Hangisi aday olacaksa olsun.. Bekleyebilirler. Bu yönüyle sıkıntıları yoktur!

Oysa muhalefetin göstermek durumunda olduğu.. Sonunda açıklanmadan edilemeyen adayının bu rahatlığı yoktur! Şöyle ya da böyle seçmenin karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak yeni çıkacaktır ve tanıtıma.. görüşlerini açıklamaya.. bunun için hükümet adaylarının gereksinmediği zamana ihtiyacı vardır. Ve sonunda beklenememiş.. Açıklanmıştır. Başbakan.. Sanki kendi adayları açıklanmış gibi.. Muhalefeti adayını açıklamamakla eleştirmiş ve açıklamaya zorlamıştır!

Muhalefetin fazla beklemeye tahammülü yoktu ve adayını açıklamıştır. Hükümet ve başındaki “tek adam”ınsa aceleleri yoktur.. Seçim takviminin aday açıklanması için koyduğu son tarihi bile bekleyebilirler açıklama için. Tamam da.. Neden bu gecikme? Sadece rahat olunduğu için ve geciktirme olanağına sahiplikleri nedeniyle mi?

Öyle olmadığı tartışmasızdır.

1) “Cumhurbaşkanını ilk kez halk seçecek” olsa bile, halk, “tek adam”ın tek adamlığın hakkını verme olanağına sahip olacağı için, hayaliyle yanıp tutuştuğu bir başkan değil, ama yine sıradan bir cumhurbaşkanı seçecektir! Bu, gecikme bakımından küçümsenir bir etken değildir ki, üzerinden hesap kitap yapmayı gerektirmektedir.

Cumhurbaşkanı seçimi kazanılsa bile, ülke koşulları ve sınıf güç ilişkileri, fiilen zorlanarak uygulamada başkanlık rejimine az-çok yaklaşılmasına ve belki bir “ara-rejim”e imkan tanıyacak mıdır tanımayacak mıdır? Ve fiili zorlamalar, yeni bir hamleyle elde edilebilecek ilave bir güçle Anayasa’nın kağıt üzerinde de “Başkanlık Sistemi” ya da “yarı-Başkanlık” veya “partili Cumhurbaşkanı” türünden bir benzerine  varılmak üzere değiştirilmesiyle tamamlanarak, net bir “tek adamlık” amacına ulaşılabilecek midir?

Çünkü bilinmektedir ki, Beyimiz olağan cumhurbaşkanlığının sıradanlığıyla yetinmemekte, “Noterlik”i “kızak” olarak yorumlamakta ve ne beğenmekte ne de talip olmaktadır. Demektedir ki, “terleyen cumhurbaşkanı olacağım”. Yani gözü icracılıkta.. Söz söylemede.. Sözünün kanun sayılmasındadır!

Bu bakımından ölçme-biçmeyle.. Hesap-kitapla meşguldür. Ve bu, bir gecikme nedenidir.

İkinci gecikme nedeni de, AKP’nin iç dengelerinin yerli yerine oturtulması.. “Tek adam”ın seçimi kazanması durumundaki olası cumhurbaşkanlığında, gerek “başsız” arkada bırakmış olacağı partisinin eli-ayağının birbirine dolanmaması ve kendisi olmadan yaşamını sürdürebilmesi.. Gerek bunun herhangi türden bir yaşam sürdürme değil, ama “tek adam”ın istediğince.. Onsuz edilemeyerek ve onun sözü dinlenerek.. Öyleyse “tek adam”ın tek adamlığına biat etmiş.. Öyleyse az-çok “düşük profilli” bir kadro yönetiminde yaşam sürdürme olmasının koşullarının hazırlanıp “çatı”sının çatılması ihtiyacıdır. Partinin başına gelecek kadronun hem “tek adam”ın sözünü dinleyecek, ama hem de “gemiyi karaya oturtmayacak” beceri ve tecrübeye sahip bir kadro olmak zorundadır, dizeynı zaman almaktadır. Ama AKP hem de farkmlı menbalardan derlenmiş “eski kurt” doludur ve “tek adam”ın tek adamlığını sürdürme isteğine uygun böyle bir yönetim kadrosu oluşması, iç dengeler düşünüldüğünde kolay değildir. Hele “17 Aralık Darbesi”yle, yani Cemaatle hesaplaşmada Başbakanın tutumunun tayin edici önemi dikkate alındığında ve o alanı boşalttığında dengelerin korunması zordur, örneğin Gülsüz sürdürülebilmesi zordur.. Arınçsız da. Ama eğer “tek adam” oyunu oynanacaksa, bu tür isimlerle oynanması daha da zor, hatta imkansızdır. Üstelik Turgut Özal’ın yerine bıraktığı Yıldırım Akbulut’un bile kısa sürede “kazan kaldırması” örneği kuşku tohumları ekicidir.. En düşük profilli bir kadronun önünün açılması ve partinin ve hükümetin başına böyle bir ismin getirilmesinin sağlanması durumunda bile, “tek adam”ın tek adamlığının sürdürülebilirliğinin garantisi yoktur! Bu açıdan hesap-kitap ve kadro hazırlığı, şüphesiz geciktirici bir etken olmuştur.

Bir başka geciktirici etken, “tek adamlık”a talip olan Beyefendinin seçilip seçilmeme olasılıklarını kesinleştirme isteğidir. Aday olup seçilemeyen Başbakanın kuyruğuna teneke bağlanacağı ve zaten yönetmekte zorlandığı ülkeyi artık iyice yönetemez olacağının farkında olan “adayımız” bu nedenle iyice ince eleyip sık dokumaktadır. Anket üstüne anket yaptırıp hem genel eğilimi ölçmeye, hem de gidişatla kendi tutumları arasındaki ilişkinin getiri ve götürülerini anlamaya çalışmaktadır. Bir not düşmek gerekirse, ilginçtir, muhalefetin “çatı adayı”nın açıklanmasının ardından, Haziran’ın 20.siyle birlikte, AKP cenahından ileri sürülen “Cumhurbaşkanının kucaklayıcılığı”na dair söylemler Başbakanın bundan böyle buna uygun davranacağına ilişkin tutum açıklamasıyla eşzamanlı olarak gündem olmuştur. Ama 24.’ündeki Meclis Grup nutkunda Başbakan yine kendisini tutamamış ve Bahçeli’ye “alçak”, “adi” gibi sıfatlar takarak yüklenmiştir!

Bir diğer etkense, tam anket vb. yollara izlenmeye ve hesap edilmeye çalışılan olası seçim sonucunun, muhalefetin “çatı adayı”nın açıklanmasıyla, yeniden hesaplanma zorunluluğunun doğmuş olmasıdır. AKP dışarıya renk vermeyip Ekmeleddin Efendi’nin “çok kolay” bir rakip olduğunu ve daha seçim yapılmadan seçimi kazandıklarını açıklamalarına bakılmamalıdır. Bir yandan bir dizi kulplar takılıp daha ilk günden yıpratılmaya başlanan rakip adayın, bir yandan da dini ve muhafazakar siyasal özellikleriyle seçimde göstermesi olası performs üzerine kafa patlatılmaya, tahminler yürütülüp yoklamalar yapılırken, asıl olarak yine anketler düzenlenmesine girişilmiştir.

Muhalefetin adayı “temelsiz aday” söylemiyle görünüşte küçümsenmekte, “Pensilvanya’nın adamı”, “Amerika’nın adamı” olarak aşağılanmaktadır; ancak bir yandan da yerel seçimlerde CHP’nin çıkardığı itikadlı ve milliyetçi muhafazakar adaylardan daha fazla etkili olabileceği tedirginliği de dışarıya yansımaktadır. Örnekse yerel seçimlerde kendisine yönelik “sahte peygamber” salvolarıyla pek de etkili olamayan ve “kumpasları” püskürtülebilen Cemaatin Efendisi’nin, adayın özellikleri nedeniyle bu kez itikadlı “biz” tabanı üzerinde etkili olup oy kanalize etmede başarı göstkerebileceğinden çekinilmektedir.

Sayılanlar “tek adam”ın adaylık açıklamasını geciktiri nedenlerdir; ancak eğer hesap-kitap uygun olasılıkları tam bir netlikle göstermemişse, son günlerde bizzat kendisi tarafından hem de birkaç kez dile getirilen “ters köşe” uygulamasına başvurulması olasılığının hiç olmadığını da kimse ileri süremez!

“ÇATI ADAYI”NIN ŞANSI NE?

“Çatı adayı” söylemiyle, Kılıçdaroğlu’nun arada uğradığı ÖDP gibi bir-ikisi bir yana bırakılırsa, ezici çoğunlmuğu milliyetçi muhafazakar başka bazı parti ve kuruluşların da “oluru” alınarak ve destekleneceği varsayılarak, iki partinin, CHP ve MHP’nin “ortak adayı” olarak açıklanmış olan eski İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, evet AKP sözcülerinin dedikleri gibi, hiçbir dolaysız siyasal geçmişi olmayan bir bürokrat niteliğiyle gündeme gelmiş ve bir diğer özelliğiyle de “torba”dan ya da “piyangodan çıkmış” bir aday gibidir!

Kuşkusuz “kazın ayağı” öyle değildir. “Torbadan” falan çıkmamıştır. Adaylığı üzerinde konuşulan eski CHP’li Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin eğer aday olarak açıklansaydı “torbadan” mı çıkmış olacaktı? Ekmeleddin Beyden farklı yanı, bir dönem dışişleri bakanlığı yapmış olmasıdır. H. Çetin, ilaveten de açıktan CHP üyesidir. Hepsi o kadar! Bir parti üyesi olarak siyaset içinde bulunmak, elbette önemlidir, ama ne kadar kendi başına çekip çevirdiği ayrı olsa bile, Ekmeleddin Beyin 9 sene Ortadoğu’yu çekip çeviren bir teşkilatın genel sekreterliğini yapmış olması onun siyasallığını göstermeyecekse neyi gösterecektir? Önemli olan, siyasal bir figür olduğundan kuşku duyulamayacak olan Ekmeledddin Bey’in ne türden bir siyasal figür olduğudur!

Bir defa Tansu Çiller’i anımsatan bir siyasal figürdür. Uzun yıllar Amerika’da kalan ve bu ülkenin vatandaşı olan Çiller, Türkiye ve hele Türkiye halkına ve kültürüne yakın olmaktan çokan Amerika’ya, Amerikan egemenleri ve onların kültürlerine yakın, onlarla ilişkileri daha güçlü ve belirgindi ki, bu nedenle Türkiye ve sorunları sözkonusu olduğunda çok sayıda gaf yapar, potlar kırardı. Gaf kırma potansiyeline henüz tanık olmadık, ancak Mısır Kahire doğumlu Ekmeleddin Bey de az-çok öyledir. Arap kültürüyle yetişmiş, eksiğini AngloSakson kültürüyle tamamlamıştır; Amerikan tandaslı ilişkileri kendisini İKÖ’nün genel sekreterliğine getirmeye “yetecek kadar”dır.

Yazdığı kitapta Türkiye bakımından “geleceğin good governence’ta (iyi yönetişimde olduğu”nun altını çizecek denli neoliberal bir “dünya vatandaşı”dır! Ve görülmektedir ki Amerikancı yeni modaları takip etmekte ve uyum sağlamakla kalmamakta, sözcülüğünü üstlenmeye bile uzanmaktadır.

Bu iki özelliği ve Türkiye’yi Ortadoğu’da başarıyla temsil edip adına iş çevirme yeteneği göstermesi nedeniyle başta tekelci burjuvazi olmak üzere yerli işbirlikçilerin yayılmacı neoliberal açılımları açısından da uygun bir aday olduğu düşünülebilir.

Muhafazakar bir mütedeyyin olduğu tartışmasızdır. İslami değerleri savunma yeteneği yüksektir; ancak bu bakımından “radikal” bir pozisyonda durmamaktadır. Tıpkı Fethullah Efendi gibi “ılımlı”dır: Yanında başı açık eşiyle “ılımlı” ya da Amerikancı İslamcılık Ekmeleddin Beyin ideolojik zemini durumundadır. Ancak gösterge yalnızca başı açık eşi değildir. Tıpkı Erdoğan gibi, kendisi laik olmasa bile, devletlerin laik olması gerektiği düşüncesindedir ve kitaplarında din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiği üzerine durmuştur. Erdoğan’dan farkı, onun ne zaman ne yapacağı.. NeoOsmanlıcı yönelimlerinin ne zaman depreşip nerede Amerika ve genel olarak Batıyla ilişkilerinde “boynuz kulağı geçecek” biçimde hamlelerin sahibi olacağı belli olmayan “ılımlı”lığı zorlayan radikalleşme belirtilerini hiç göstermemiş ve göstermiyor oluşudur ki, bu niteliği, Batılı büyük devletler, özellikle Amerikan emperyalizmi tarafından tercih nedeni sayılabilir. Toparlayıcı olup olamayacağı, Ortadoğu’da yapabildiğini kanıtladığı işleri çekip-çevirme yeteneğinin Türkiye’de de iş görüp görmeyeceği gibi bilinmezliklerin olumlu çalışması halinde özellikle mütedeyyin AKP tabanı üzerinde etkili olup olamayacağı hakkında ortaya çıkacak işaretler, alacağı desteğin büyüklüğünü belirleyecektir. Rakibi “yenilmez armada” gibidir; sağlayacağı destek onu yenebilme ihtimalini gözle görülür kılabilmesine bağlı olacaktır. Sözü edilen destek; hem özellikle AKP tabanında yaratılacak çatlamaya bağlı alarak bu tabandan sağlanacak destektir, hem de Batılı büyük devletler nezdinde sağlanacak destek.

Olası mıdır? Arkasında doğrudan büyük uluslararası güçler olmasa bile en azından CHP ve MHP tarafından öyle düşünülerek “çatı adayı” olarak sunulmuştur ki; uygun ve uyumlu niteliklere sahip olması nedeniyle sözü edilen büyük güçler tarafından da hiç değilse “tek adam”ın tek adamlığının ne denli sağlam ya da aksak olduğunun denenmesi bakımından da desteklendiği öngörülebilir.

Peki, somut olarak şansı ne kadardır?

Düzen muhalefeti CHP ve MHP’nin “ortak” “çatı adayı” olarak ileri sürüldüğüne göre, herhalde son seçimin CHP+MHP oylarını toplayarak işe başlamak gerekecektir ki, bu toplam %44 dolayındadır. %2 gibi bir oyu olan SP’nin, henüz açıklanmamış olsa da olumlu yaklaşım ve destek sinyalleri katıldığında, %46’ya ulaşılmaktadır. BBP ve sair grupların %1-2 civarındaki oyuyla birlikte %47-48 bandına varılmaktadır ki; “AKP karşıtlığıyla karakterize” bazı sol gruplardan gelen “ılımlı” imalarla hiç değilse %48 Ekmeleddin Beyin “cebinde” gibi görünmektedir. Öyle midir değil midir– Ağustos içinde görülecektir.

Eldeki veri durumundaki 30 Mart seçim sonuçları üzerinden yürürsek, geriye, biri fazla bir oy gücüne sahip olmayan üç belli başlı siyasal küme ve siyasallık düzeyi düşük bir dördüncüsü kalmaktadır: Biri Cemaattır, biri Kürt ulusal hareketi, siyasal örgütlülük düzeyi zayıf olan Alevi topluluğu ve sonuncusuyla devrimci işçi partisi tarafından temsil edilen sosyalist hareket ve sosyalizmin hiç değilse ortalama ilkelerini dikkate almadan edemeyecek sosyalistlik iddialı örgütler.

Cemaatın oy gücü ya da daha açık tabirle siyasal cürmünün cumhurbaşkanlığı seçiminde sınavdan geçeceğini söylemek yanlış olmaz. Etkili olabileceği İslami nitelikli oyları yönlendirebilmesi bakımından “çatı adayı”nın en uygun aday olduğu cumhurbaşkanlığı için gerekli yarıdan bir fazla oyun sağlanması bakımından payına düşen en azından %2-3’lük gibi bir oy miktarını Cemaat ya sağlayacak ve Ekmeleddin Beyin ilk turda seçilmesi için gerekli gibi görünen açığını kapatacak ya da ikinci turda bir şansı kalmayacak ve yenilgi ve sonuçları en çok Cemaatin hanesine yazılacaktır.

Kürt ulusal hareketi, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili hakkında en çok tevatür senaryo yazılan ve en yoğun baskılara maruz bırakılan siyasal hareket durumundadır. “Çözüm süreci” ve Öcalan’ın bu sürece ilişkin belirttiği “umutlar” hemen her siyasal çevre tarafından cumhurbaşkanlığı adaylığında Erdoğan’ın destekleneceği biçiminde değerlendirilmiş ve bu değerlendirmeler açıkça yazılır çizilir olmuştur. Kürt hareketinin tabanından, özellikle mütedeyyin kesimlerden gelen kimi yerlerde açık irade beyanı niteğindeki sinyaller de bu değerlendirmeleri körüklerken, son günlerde özellikle S. Demirtaş kaynaklı açıklamalar ve Kürt hareketinin seçime güçlü bir adayla, muhtemelen eşbaşkan Demirtaş’la katılacağının az çok belli olmasıyla “AKP’ye destek olunacağı” içerikli suçlamalar bakımından yatışmış; ancak ikinci turda hiç değilse belli miktar Kürt oyunun Erdoğan’a gidebileceği üzerinde durulur hale gelinmiştir.

Zaten Ekmelleddin Beyin ilk turda kazanamaması durumunda alabileceği artı oyun bulunmaması ve ne alacaksa ilk turda alacak olması, seçim ikinci tura kaldığında şansı olmayacağını göstermektedir.

Örgütlü oy dayanakları olarak Ekmeleddin Beye akacak oylar bakımından MHP’nin bir sıkıntı içinde olmadığı, firesiz destek sağlayacağı düşünülebilir. Ancak CHP’nin durumu benzer değildir. CHP’nin ulusalcı ve “laikçi-şeriatçı” karşıtlığı döneminden kalma “yobazlık karşıtı” grupları ya da eğilimi dini akideleri güçlü “çatı adayı”nı benimsemiş değillerdir, adaylık açıklaması sonrası sert tepkiler vermiş ve hatta yerine aday bile aramışlardır. Siyasal yaşamı boyunca hiçbir zaman partiyi değil ama sadece hizbini düşünmüş olan, ama bu kez bir başka aday açıklanmasını siyasal ortam ve koşullar bakımından doğru ve yerinde bulmadığı anlaşılan Baykal, “Partiyi düşünmeliyiz” diyerek, alternatif adayarayışının önünü keserek “kol kırılır yen içinde” tutumu almıştır. Ulusalcı eğilimin, bu nedenle, seçime asılmayacak olsa bile, hiç değilse kerhen Ekmeleddin Beyi destekleyeceği anlaşılmaktadır. Yine de, seçime asılmamak, yazın sıcağında pikniğe gitmeyi tercih etmek türü olası tutumlar alınabilecek olması nedeniyle, “çatı adayı”nı benimsememiş olan ulusalcı eğilimin isteksizliği dolayısıyla bir fire oluşacağı beklenmelidir.

Ancak herhalde CHP tabanında asıl fire, tabanın ezici çoğunluğunu oluşturmakta olan Alevi oylarında olacaktır. Tamam, “cümbüş evi” dediği cemevi bahçesinde bile adam öldürmeye tırmandırdığı Alevi toplumu karşısındaki tutumu ve “Alisiz Alevi”, “Ateist Alevi” söylemiyle, “en çok biz severiz” dediği Ali’yi bile Alevinin elinden almaya kalkışan “tek adam” yeterince itici ve Alevi düşmanıdır. Ama Ekmeleddin Bey de hiç parlak bir Alevi dostu olmadığı gibi, üstelik oldukça dinci bir zattır. Dolayısıyla böyle bir adayla Alevi toplumunun oyların derlenmesi hiç kolay gözükmemektedir. “Erdoğan karşıtlığı” propagandasının etkisi ve uzun yıllardır yeraldıkları CHP peşindeki “kötünün iyisi” ideolojik zihniyetiyle Aleviler, alternatifsizlikten ve elleri varmaya varmaya “çatı adayı”na oy vermeye ikna edilseler bile, bu, hiç de istekli ve coşkulu bir oy verme ve seçime asılma olmayacaktır. Üstelik Demirtaş’ın aday olması durumunda, “Şafi Kürt-Alevi” çelişmesi hükmünü icra edecek olmayı sürdürse bile, hem bu çelişmenin son yıllardaki yumaşamasından hem de bu kez Sünni İslamcı bir adaya oy vermeye zorlanmalarından belirli bir sayıda Alevi oyunun HDP adayına yönelebileceği beklenmelidir ki, bu nedenlerle Alevi oylarındaki fire “çatı adayı”nın “zayıf karnı” olmaya nemzettir!

Sosyalist hareketin yaklaşımına geleceğiz. Ancak herhalde CHP’nin pozisyonu üzerine konuşmak gerekmektedir.

CHP’NİN HALİ…

Peki, bütün bunlar öngörülemez değilken, hem ulusalcılar hem de Alevi toplumundaki hoşnutsuzluk ve fire ihtimalini göze alarak, CHP neden böyle bir adayda karar kılmıştır? Bügüne kadar geldiği yol dikkate alındığında ciddi bir “makas” değişikliği intibaını veren adayın üstelik CHP liderince önerilmiş olması, CHP’de bir “dönüm noktası”na gelinmiş olup olmadığı tartışmasına yol açmaktadır.

Öyle ya, ne olmuştur da, yüz yıla yaklaşan ömrüyle Kemalist ve üstelik öyle olmasa bile sosyal demokratlık iddiasındaki CHP, cumhurbaşkanlığı için, İslami yaklaşım ve pozisyonu belirgin muhafazakar bir aday gösterme noktasına gelmiştir? Bu, iddialarının, özellikle “solculuk” iddialarının sonu mudur?

CHP içinde de ciddi bir tartışmaya neden olan Ekmeleddin Beyin “çatı adayı” olarak en azından görünüşte üstelik CHP lideri tarafından kararlaştırılıp MHP’ye önerilip adaylığın sağlanması, bellidir ki, en başta, bir hesap-kitap sorunu olarak benimsenmiştir. Her şey bir yana benimseyenler tarafından savunulması böyledir: CHP’nin %20 küsurluk oyunun cumhurbaşkanının belirlenmesinde yeterli olmayacağı ve düzenin savunulmasının dayatılması olan “Erdoğan karşıtlığı”nın eksen alınması zemininde eğer MHP ile ortak bir aday çıkarılmazsa Erdoğan’ın başkanlığının önünün açılmış olacağı, böyle bir aday çıkarılmasının başlıca gerekçesi olarak ileri sürülmektedir.

Politika ve rakiplerin değil sizin partinizin kazanması şüphesiz ki önemlidir. Politik durum ve güç ilişkileri hiç dikkate alınmadan kazanılması olanağı olmayan radikal adımlar atılması göze ve kulağa hoş gelebilir, ancak politik olarak doğru sayılamaz. Doğrudur! Ancak politikanın politika olması, eğer halkın ve çıkarlarının savunulduğu iddia ediliyorsa, bu çıkarları yansıtan hiç değilse yarım doğru bir politika olması koşuluyla!

Oysa CHP’nin Baykal’la birlikte net bir “sağa açılma” süreci başlattığı, esnemeden uygulanan –“irtica” karşıtı ulusalcı statükocu olarak tanımlanan– işçi ve Kürt düşmanlığı belirgin neoliberal milliyetçilik çizgisinde, MHP ile ayrım noktalarının kaybolduğu ileri noktalara varıldığı ve bu yöneliminin halkın çıkarlarıyla bir ilişkisinin kurulamayacağı söylenmelidir. Kılıçdaroğlu, “yeni CHP” sloganıyla, orasından mı burasından mı olduğu muğlak biçimde belli belirsiz görüntüsüyle bu çizgiyi eleştirerek işe başlamış; ancak “yeni CHP”nin belkemiği bir türlü netleşmemiştir. “Türban”da dile gelen genel olarak “irticaya karşı mücadele” yönelimi yumuşatılmış, hatta bir yana bırakılmış, kurultaylarda yapılan “devrimci” ajitasyonsa sadece kurultay konuşmalarında kalmış, pratik yaşamda bir karşılığı olmamış, CHP, politik pratikte Baykal’ın MHP ile yakınlaşma çizgisini sürdürürken, örneğin yerel seçimlere solculuğu tartışmalı Sarıgül ve taviz vermez ülkücülüğü/faşistliği belirgin Mansur Yavaş ya da Hatay’da Cemaatçi adayla girmekte sakınca görmemiştir. Bugünkü ya da “yeni CHP”nin politika ve kadro belirlemesinde eski muhafazakar sağ şef Demirel’in oldukça belirleyici olduğu izlenen çizginin onunkini andırmasından bellidir. Bir diğer yeni müttefik ya da yön vericininse Cemaatin Efendisi olduğunu söylemek herhalde haksızlık olmayacaktır. Kemalistlik ve sosyal demokratlıktan geriye pek bir şey kaldığı sanırız ileri sürülemez.

Ekmeleddin Beyin adaylık ilanı öncesinden başlayan “adaylık kriterleri”ne ilişkin açıklamalar, CHP’nin “kendi yolunu izlemek”ten vazgeçtiği konusunda fikir vericidir. Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları, “Büyük uzlaşma ile bu sorunu çözmek istiyoruz. Adayımızı toplumun her kesimi kabul edecek” şeklindedir. Uzlaşma ihtiyacı ve büyüklüğüne diyecek şey yoktur! Ancak uzlaşma vardır.. uzlaşma vardır! Bu uzlaşmanın halkın çıkarları yönünde olduğu herhalde ileri sürülemez. Uzlaşma, ittifak demektir; doğrudur, güç yetmeyen yerde, hatta yetse bile ittifak kurma tutumuna karşı çıkılamaz. Ama halk güçlerinin, emek ve demokrasi güçlerinin ittifakı olması ve kurulacak birliğin halkın taleplerini karşılamanın ihtiyaç kıldığı bir birlik olması koşuluyla! Böyle midir? Daha başından ittifakın başka bir ittifak gücü yakmuş gibi MHP ile kurulmuş olması ve böyle bir ittifakının zorunlu sayılmasıyla, bunun halkın ihtiyacını karşılayacak bir ittifak olmadığı kesindir. MHP geçmişi kan dolu bir parti olmakla kalmamaktadır; bugün de işçi ve Kürt düşmanlığıyla tanınmaktadır.

Üstelik zamanın BDP eşbaşkanı (şimdiki HDP eşbaşkanı) S. Demirtaş “CHP uygun bir aday belirlerse destekleriz” deyip kendilerine bir “açık çek” vermişken, CHP’nin MHP ile ittifak arayıp bulmasının ikna edici bir açıklaması bulunamaz!

Açıklanan “çatı adayı”nın belirlenmesinde 1) Her ne olursa olsun Erdoğan’ın “tek adam”lığa adım atmasını engelleme tutumuyla “Erdoğan karşıtlığı”nın politika ekseni edinilmesi ve 2) –Ecevitinki türünden sonunu getirmeyip halkı ortada bırakıp satacak olsa da– emekle sermaye arasında git-geller ve az-çok halkçı ve demokratik iddialarla kendi “sosyal demokrat” ya da bu görünümlü politikasını yapmada cesaretsizlik ve politika mihrakı olmayı terk ettiği başkalarına (Cemaat, Demirel, MHP vb..) gönüllü yedeklenme pozisyonunun benimsenmesi tayin edici olmuştur. Ancak bu CHP’nin de sonu olmasa bile, “sonunun başlangıcı” anlamındadır. Kendi –varsayalım ki– “solcu” ve “demokratik” “halkçı” politikalarının, hiç değilse bugünkü koşullarda kabul görmeyeceği ve halkı kendi etrafında birleştirmeye yetmeyeceği, “toplumun her kesimi tarafından kabul görecek aday”ın ancak CHP dışında olabileceğini itiraf etmektir, bu.

İşte CHP liderinin cumhurbaşkanı adaylık tanımı: “Cumhurbaşkanı adayının tarafsızlığı, siyasete bulaşmamış olması, herkesi kucaklaması, öfke dilini kullanmaması, barıştan, huzurdan, güvenden yana olması, mesajlarını böyle vermesi, tüm kesimlerin ortak amacı. Biz bu amaca uygun bir aday ortaya çıkaracağız. Göreceksiniz Türkiye bu aday etrafında büyük ölçüde kilitlenecek.”

Tanım, bugünkü verili koşullar dikkate alınarak yapıldığı düşünülürse fena bir tanım değildir. “Öfke dilini kullanmamak” vb. herhalde bugünün ihtiyaçlarını karşılıyor olmalıdır. İyidir, ama, lideri siyasal mitinglerde “Başbakan Kemal” sloganlarıyla göklere çıkarılan bir siyasi parti bakımından şurası tayin edicidir ki, bu tanıma uygun aday ancak CHP dışından bulunabilmekte ve bu dışsallık, “solcu”, “demokratik” ve “halkçı” cenaha değil, ama sağcı, dinci muhafazakar, faşist cenaha açılan bir dışsallık olabilmektedir.

Tanımın “tarafsızlık” vurgusu yine herhalde somut siyasal durumla, “tek adam” özentilisinin “partili cumhurbaşkanlığı”nı zorlaması ve “makam”ın rejimin tarafsız koltuklarından oluşuyla ilgilidir. Ama peki, “siyasete bulaşmamış olma” neyle ilgilidir? CHP siyasal iddia sahibi değil midir artık? “Sivil toplum kuruluşu” mu sayılmalıdır? İzlediği ve Türkiye’yi ve halkını esenliğe çıkaracak bir siyaset sahibi olmadığını mı, siyasal programının artık “beş para etmediğini” mi söylemiş olmaktadır CHP böylelikle?

Aynı şey “herkesi kucaklama” ile ilgili söylenebilir. CHP, programı ve izlemekte olduğu siyasetlerle “herkesi kucaklayarak” etrafında birleştirebilme iddiasından vaz mı geçmiş olmaktadır? Artık CHP tabanı “Başbakan Kemal” diye bağırmamalı mıdır örneğin? Yoksa başbakan o beğenilmeyen siyaseti yapabilir de cumhurbaşkanı mı yapmamalıdır? Ya da Başbakanlığı almayı düşünmemekte midir aday tanımı yaparken Kılıçdaroğlu, yoksa başbakanlığı aldığında herkesi kucaklayan bir başbakan olmayacak, toplumu birbirine mi düşürecektir? Hangisi?

Benzer değerlendirmeleri gerektiren “barış, huzur ve güven” ile ilgili olarak da aynı şeyleri tekrarlamak gerekmiyor!

Özet, ancak böyle bir adayla cumhurbaşkanlığı yarışına katılabilme durumundaki CHP’nin hem program ve politikalarının güvenilirliği iddiası hem de onlarla ülke ve halkına “iyi bir gelecek” vaad edebilme yeteneğini artık yüksek sesle ileri sürebilir olmadığı ilan etmiş olmasıdır!

 

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ VE SOSYALİSTLER

Öncelikle, zamanında “yesinler birbirini” sözcükleriyle dile gelmiş “bizi ilgilendirmez” tutumunun doğru kabul edilemeyeceği, sosyalistlerin hiçbir zaman ve koşulda seçeneksiz olmadıkları, olmayacakları belirtilmelidir.

Engels, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı eserinde yazdığı “Giriş”inde “Alman işçileri, sosyalist Parti olarak… bütün ülkelerdeki arkadaşlarına genel oy isteminden nasıl yararlanılacağını göstererek onlara yeni bir silah vermişlerdi, en keskin, en etkili silahlardan birini vermişlerdi” övgüsüyle başladığı “genel oy hakkı” ve silah olarak kullanılması üzerine uzun bir pasaja yer vermiştir.

“Manifesto”ya atıfla, “Komünist Manifesto, genel oy hakkını, demokrasinin kazanılmasını, militan proletaryanın en başta gelen ve en önemli ödevlerinden biri olarak ilan etmişti, ve Lasalle bu noktayı yeniden ele almıştı. Bismarck, halk yığınlarını kendi tasarılarıyla ilgilendirmenin tek çaresi olarak, bu oy verme hakkını kurumlaştırmak zorunda kaldığını görünce, bizim işçilerimiz bunu ciddiye aldılar Ve Auguste Bebel’i ilk urucu Reichstag’a gönderdiler. Ve o günden sonra da oy verme hakkını kullandılar, öyle ki, binbir şekilde bunun ödülünü gördüler ve bu, bütün ülkelerin işçilerine örnek oldu. Onlar oy hakkını, Fransız Marksist programının sözleri ile, şimdiye kadar bir aldatmaca aracı olan oy hakkını özgür olma aletine dönüştürdüler” diyerek sürdürdü:

“Eğer genel oy istemi, bize, her üç yılda bir kendi kendimizi sayma olanağından, oy sayısının, düzenli bir şekilde denetlenen ve son derece hızlı artışı ileişçilerde zafere olan güveni, düşmanlarda ise aynı ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız olmaktan; bize kendi kuvvetimiz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı partilerin kuvvetleri  hakkında tam ve doğru bilgiyi vermekten ve böylelikle de bize kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir korkaklık ve çekingenlikten olduğu kadar, yersiz delice atılganlıktan da korumaktan başka bir yarar sağlamasaydı da – evet bizim genel oydan elde ettiğimiz tek kazanç bu olsaydı,gene yeter de artardı. Ama genel oy, daha fazlasını da yapmıştır. Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda borakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag’da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir.”*

Engels’in saydığı “genel oy”un sağladıklarının çoğuna kendi deneylerimizle de tanığız. Öyleyse “genel oy”la ilgilenmiyoruz diyemeyeceğimiz ortadadır.

Peki, cumhurbaşkanlığı oylaması, “genel oy”dan farklı bir uygulama değil midir? Özel bir “genel oy” uygulaması ve kullanımı olduğu doğrudur; parlamento seçimleri yapılmadığı bellidir. Bu kez oylar, cumhurbaşkanının seçilmesine yönelik olarak kullanılacaktır. Sonuçta, gene herkes bir oy kullanacak, genel oya başvurulacaktır! Özel kuralları olan bir “genel oy”a başvurma olduğu bilinmektedir. Öncelikle, herkes aday olamamaktadır; adaylık özel koşullara bağlıdır. Özetle adaylık işçilere kapalıdır; yüksek okul mezuniyeti şarttır ve en az yirmi parlamenterin imzasıyla aday olunabilmektedir. Bunların “genel oy”a konulmuş kayıtlar olduğu tartışmasızdır; seçme hakkı bulunmakta, ama seçilme hakkı ayrıcalık konusu edilmektedir. Üstelik bir kayıt daha vardır; adaylardan biri seçmenlerin çoğunluk oyunu alamamışsa, ikinci tura geçilmekte ve seçim tekrarlanmaktadır. Ancak bunların detay olduğu ve Engels’in saptamalarıyla yorumlarını değiştirmeyeceği açıktır.

Peki, Engels’in pasajının temel hareket noktası nedir? Nettir: “İşçiler”.. “Sosyalist parti olarak..”.. “Kendimizi saymak”.. Engels’in “biz ve onlar” ayrımı da tartışmasızdır: “İşçilerde zafere olan güveni”.. “Düşmanlarda ise korkuyu artırmak”!..

Anlaşılmaktadır ki, Engels, sadece “genel oy hakkı”nın önemini vurgulamamakta, ama içeriğinin de altını çizmektedir. “Genel oy hakkı”nın önemi ve sahiplenilmesinin anlamı, oyların harcıalem ve olur-olmaz bir kullanımı olamaz! “Kendimizi sayabiliriz”; ama düzenin ve düzenin parti ve adaylarını, işçilerin düşmanlarını destekleyemez, oyların, bunlardan birine karşı diğerini tercih ederek kullanılmasını salık veremeyiz.

Türkiye bugünkü koşullarına tercüme ederek konuşursak; mevcut düzenin hizmetindeki adayları, birinin daha belirgin olduğu ileri sürülebilecek olumsuzluklarını ileri sürerek ve buradan kalkarak diğerini “kötünün iyisi” sayarak, “ne yapalım daha iyisi yok” ya da “başka alternatif mi var ki?” güzellemesiyle kerhen de olsa desteklemek, bırakalım sosyalizmi, halka ihanet demek olacaktır.

Burjuvazi ve gericiliğin kendi içinde bölümlenip kategorize edilmesinden başlanarak, düzenin güçleri arasındaki gerçek ya da kurgulanmış farklılıklar üzerinden politika geliştirerek, gerici güçlerden birine karşı diğerini desteklemek, Türkiye’nin kendisine ve asıl olarak devrimci güçlerin dayanağı olan işçi sınıfı ve halka güvensizlikle karakterize burjuva “solu”nun geleneğini oluşturmuştur. Örnekse, Aydınlık’a bakın, en son Ergenokoncuların desteklenmesinde olduğu gibi, mutlaka, her dönemde, genellikle farklılıkları abartılarak, gerici burjuva kesimler arasında birine karşı desteklenip ardında safa girilecek bir diğeri bulunmuş ve desteklenmiştir.

Şimdi, cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, Erdoğan’ın şüphesiz gerçek olan tek adamlık yönelimi, otoritaryan eğilimleri, halkı hedef alan saldırgan tutumları ileri sürülerek ama onun ve partisinin kapitalist düzenin bir fraksiyonu olduğu unutulup unutturulmaya çalışılarak, demokrasi mücadelesinin hedefinin “Erdoğan karşıtlığı”na daraltılması yoluyla Ekmeleddin Beye destek sunulması hamleleri çoktan başlamıştır.

Adayı Erdoğan ya da değil, izlediği işçi ve pervasız saldırganlığıyla halk düşmanı politikalarıyla onun yönetimindeki emperyalist işbirlikçisi burjuva neoliberal Türk-İslam sentezci AKP ve adayının cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir biçimde destetklenmesi düşünülemez! Hangi manevraları yaparsa yapsın, ister “çözüm süreci” güzellemesi ister laisizm katekullisi, hangi aldatıcılığa başvurursa vursun, sosyalislerin, AKP ve adayı lehinde bir davranışta bulunmaları beklenemez.

Öte yandan siyasal partiler, hükümetler ve “diktatörlük”le suçlanabilecek başındakiler, özellikleriyle, tabii ki önemsiz değillerdir. Erdoğan’ın gericiliği kesinlikle küçümsenemez. Ancak demokrasi mücadelesinin onun “özel” gericiliğiyle mücadeleye daraltılarak, tekelci kapitalist gericiliğin, neoliberalizmin, şoven milliyetçi muhafazakarlığın görüş ufkunun ötesinde tutulması da hiçbir biçimde benimsenemez. AKP ve adayının bilinen gerici nitelikleri, muhalefetin “çatı adayı” olarak ileri sürülmüş Ekmeleddin Beyin lehine bir tutumun hareket noktası olarak alınamaz!

Tabii ki, kendisi de demokratik bir hak durumundaki “genel oy”un kullanımı politik mücadele konusu ve demokrasi mücadelesinin bir yönü ve unsurudur. Gerici kapitalist düzene yönelik mücadelenin gelişip güçlenmesi amacına bağlanarak, mevcut düzenin zayıflatılması ve çeşitli yönleriyle çeperinde gedikler açılmasını sağlayacak programa, böyle bir program doğrultusunda yürüttükleri bir mücadeleci tutuma sahip ilerici demokrat adayların desteklenebilirliğiyse tabiidir. Erdoğan’ın gericiliği bir yana Ekmeleddin Bey böyle bir aday mıdır? Değildir! O, Erdoğan’ın rejime verdiği zararlar ve neden olduğu tahribat karşısında mevcut düzenin savunucusu ve sağlamlaştırıcısı, bu düzeni yeniden “rayına oturtacak” bir aday olarak ileri sürülmüştür! Bu nedenle, sadece mevcut düzeninin zayıflatılmasına ve onu zayıflatıcı dinamiklere destek sunabilecek sosyalistlerin desteğini alabilecek, bu desteği hak edecek bir aday değildir! Desteklenemez!

Peki, bu seçimin özel yönünü oluşturan ilk turda hiçbir adayın çoğunluktan bir fazlasını alamaması durumunda en çok oy alan iki adayla gidilecek ikinci turda, bu iki adayın Erdoğan Beyle Ekmeleddin Bey olmaları halinde sosyalistlerin tutumu ne olacaktır?

“Kırk katır mı kırk satır mı?”– sosyalistler böyle bir açmaza mahkumiyetin öznesi olamazlar!

Biri ya da diğeri desteklenemez ve böyle bir destek hiçbir gerekçe ileri sürülerek açıklanamaz! Sözü edilen olası iki adaylı ikinci turda sosyalistlerin tutumu ancak oy kullanmamak ve seçimi boykot etmek olabilir! Anlaşılır bir şeydir ki, böyle bir özel “boykot” parlamento seçimlerini boykotta olduğu türden koşulları gereksinmeyecektir!

HDP’de ne oldu?

Emek Partisi’nin yeni HDP sürecine katılmayacağını açıklaması, sol, sosyalist çevreler başta olmak üzere demokratik kamuoyunda “HDP’de ne oluyor?” sorusunu gündeme getirdi. Körün tuttuğu yerden fili tarif etmesi gibi, herkes durduğu yerden olayı yorumlamaya başladı. Gelişmeyi, EMEP’in Kürt siyasi hareketi ile arasındaki ipleri koparması olarak nitelendirenler olduğu gibi; “sol ve devrimci çevrelerin birlik çabaları bir kere daha boşa mı çıktı” diye soranlar da vardı.

EMEP’in açıklamasında ise, bu soruların yanıtları çok net biçimde ortaya konmuş bulunuyor. EMEP, Kürt halkının ulusal hak taleplerinin elde edilmesi mücadelesinde bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da üzerine düşen sorumlulukla hareket edeceğini, bu çerçevede Kürt siyasi hareketi ile ittifak ve işbirliği içinde olacağını belirtiyor.

Kürt sorununa ilişkin tutumunda en küçük bir değişiklik olmayan EMEP’in öyleyse yeni HDP sürecinde yer almamasının nedeni ne? Yanıt, EMEP’in birlik ve ittifaklar sorununa yaklaşımında yatıyor.

KURUÇEŞMEDEN HDK-HDP’YE BİRLİK VE İTTİFAK MESELELERİ

Birlik ve ittifaklar sorunu evvelemirde devrimci hareketin gündeminde varolagelmiştir. Bu, nedensiz değildir. Çünkü, devrimin çözmesi gereken problemler söz konusu olduğunda, sınıf güç ilişkilerinin verili koşulları nedeniyle kimi zaman bu görevi, Lenin’in deyişiyle tek bir örgüt (parti) başaramayacağı gibi, tek bir sınıf (proletarya) da başaramaz. Dolayısıyla devrimci proletarya, o anki devrimden çıkarı olan sınıf ve tabakalarla işbirliği ve ittifaka gitmelidir. Buradan çıkan birinci sonuç, ittifakların tercihen değil zorunluluktan gündeme gelmesidir. İkinci olarak, ittifakların sosyal sınıf, tabaka ve ulus temelinde yapılması gereğidir. Parti ve örgütler, bu sınıf, tabaka ve ulusların temsilcileri olarak bir araya gelerek, ittifak ve birlikler oluştururlar.

Anlaşılacağı üzere, birlik ve ittifak, taraflardan birinin siyasi programı üzerinden değil, ancak ve ancak bileşenlerin acil siyasi, ekonomik ve sosyal taleplerinin asgari müştereki üzerinden gerçekleşebilir. Ötesi, bileşenlerin birinin diğerlerini kendi ideolojik, siyasi anlayışına tabi kılmasını içerir ki, bu ittifaktan çok dayatmadır ve kabul edilemez.

Bir başka birlik zemini, daha çok partileşme süreçlerinde yaşanan ve ideolojik ve siyasal temelde birleşmeyi hedef alan örgütsel birlik arayışları olarak karşımıza çıkar. Burada temel amaç, ideolojik ve siyasi farklılıkları ortadan kaldırmak ve tek bir program etrafında birleşmektir.

“Üçüncü yol”, siyasi farklılıklarını muhafaza ederek bir araya gelen grupların yine de tek bir program etrafında birleşmeye yönelmeleridir. Meşhur “Kuruçeşme tartışmaları” bu anlayışa yataklık etmiştir.

Görüleceği gibi, birbirinden kategorik olarak farklı üç ayrı birlik ve ittifak biçimi söz konusudur. Türkiye devrimci hareketinde birlik ve ittifaklar sorunu bu açıklıkta ele alınmadığı için, bu alanda hemen her seferinde elmayla armudu aynı sepete koyan bir kafa karışıklığı hâkim olmuş, birlik ve ittifak arayışı daha baştan sakat doğmuştur.

KURUÇEŞME TARTIŞMALARI

Kuruçeşme tartışmaları, ülkemiz siyasi tarihine, sol ve sosyalist cephede birlik arayışının başarısız bir girişimi olarak geçmiştir. Bilindiği gibi, 1989 Temmuz’unda bir grup aydının imzasıyla “sosyalistlere” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Amaç, sol grupları toparlayıp “çoğulcu bir parti” olarak birleştirmekti. Tartışmalar sırasında iki eğilim kendini gösterdi. Bunlardan ilki, Kuruçeşme’yi “legalizm batağı”, “tasfiyeci” olarak görüp karşı çıkan sol bloklaşmaydı. Diğeri ise TKP, TİP, TSİP gibi Sovyetler Birliği’nin çizgisindeki partilerin savunduğu, hemen bir araya gelerek legal bir parti kurulması aceleciliği idi. Kuruçeşme’nin başarısız kalmasını daha baştan bu iki eğilimin ortaya çıkmasına bağlayanlar çoğunluktadır. Bu doğru değildir. Çünkü bu durum, görünüşteki sebebi oluşturmaktaydı. Gerçekte ise, Kuruçeşme’de yürütülen, yukarıda da belirtildiği gibi, herkesin ideolojik ve siyasi referanslarını muhafaza ederek “çoğulcu bir parti olarak yeni bir program altında bir araya gelmesi mümkün müdür?” tartışmasıydı. Dolayısıyla Kuruçeşme’de başarısızlığa uğrayan da bu oldu.

Atilla Aytemur (başarısız kalmasına rağmen) “Kuruçeşme solu rehabilite etti”, Murat Belge “..Kurtuluş…ve…Dev Yol olmadan birleşik bir sol partinin başarı şansı yoktur” derken tam da bu durumu kastediyorlardı. 12 Eylül’ün enkaza döndürüp çölleştirdiği “sol”, çatlayan dudaklarına “Kuruçeşmeden” bir damla bile su bulamadan, 7 ay sonra dağıldı. Oysa aynı dönemde 12 Eylül’ün üzerine serpmeye çalıştığı ölü toprağını hızla üstünden atan işçi sınıfı hareketi bir çağlayan gibi gürül gürüldü.

ÖDP DENEYİMİ

Kuruçeşme tarihe başarısız bir girişim olarak geçmiş olsa da, ÖDP’nin Kuruçeşme’den miras bir çocuk olarak dünyaya gözlerini açtığı bir gerçekliktir. Murat Belge’nin “bir araya gelmeden olmaz” dediği Dev Yol ve Kurtuluş başta olmak üzere, TKP geleneğinden kişilerin, irili ufaklı pek çok sol grup ve aydının bir araya gelerek kurduğu ÖDP “parti olmayan bir parti!”, “çoğulculuğu esas alan bir parti” olarak tebarüz etti. Atilla Aytemur haklıydı; Kuruçeşme solu rehabilite etmişti. “Farklılıklarımız zenginliğimizdir” denilerek sağlanan “siyasi mutabakat”, iş siyasi gelişmeler ve olgular, en başta da Kürt sorunu karşısında pratik tutum almaya geldiğinde, tam bir kakafoniye dönüştü. İdeolojik ve siyasi farklılıklar süpürüldükleri halının altından odanın ortasına boca oldu. Dün “parti olmayan parti” olmakla övünenler, “bize parti gibi parti lazım” diyerek diş göstermeye başladı. Neticede, Dev Yol dışındaki en büyük grubu oluşturan Kurtuluş geleneği başta olmak üzere, bazı grup ve kişiler ÖDP’den ayrıldı.

Dönemin ÖDP Genel Başkanı Ufak Uras, konuyla ilgili olarak, Yurdagül Erkoca’yla yaptığı “ÖDP’de eskimiş aidiyetlere veda” başlıklı röportajda (MAG sayı. 19, Mart 2001), “… kuyularımızdan çıktık ve gökyüzünün o kadar dar olmadığını gördük” diyerek çoğulculuğa bir selam çaktıktan sonra, dönüp çoğulculukla tezat teşkil eden şu sözleri söylüyordu: “… ÖDP’de kuruluş dönemindeki geçmiş adresler, ÖDP’yi kurarak işlevlerini tamamladılar… ÖDP bu beş yılın ardından kendini tekrar ederek, diyelim, parti içi platformların mutabakatı üzerinden bir hat kurarak bir yere varamaz… eski aidiyetler üzerinden siyaset yapma anlayışını ve alışkanlığını bırakmalıdır.” Hani çoğulcuyduk, farklılıklarımız zenginliğimiz idi?! Görülüyor ki, hayatın hükmünü icra ettiği yerde çoğulculuğun bayraktarlığını yapan Ufuk Uras gibi biri bile çoğulculuğa sırtını dönmekte tereddüt geçirmemiştir. Dahası Uras “… partimizi koruma göreviyle karşı karşıyayız” diyerek, “çoğulculuğa” son darbeyi de indirmiştir.

Demek ki, toplumsal dönüşümü hedefleyen bir programla mücadele eden bir parti olacaksanız, herkes –önceki aidiyetlerini bir tarafa bırakmalı– parti çizgisine sadık bir hatta girmelidir. Bu yüzden Ufuk Uras, yukarıda yer verilen sözlerinde, yerden göğe kadar haklıdır. Aksi halde bir tartışma kulübüne dönüşmek ve sınıf mücadelesinde deklase olmak kaçınılmazdır ki, ÖDP’nin geldiği yerdir bu. ÖDP deneyimi denen şey bu özelliği ile kaimdir. Yeniden dönmek üzere buraya bir nokta koyarak, HDK-HDP’ye giden sürece geçelim.

EMEK, BARIŞ, DEMOKRASİ BLOĞU

Gerek Kuruçeşme platformunu, gerekse ÖDP deneyimini bir ittifak/cephe çalışması/arayışı olarak nitelendirmek mümkün değildir. ÖDP deneyiminde ne başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen sınıf ve tabakaların sosyal, siyasal talepleri, ne Kürt halkının ulusal hak talepleri, ne de inanç, çevre, kadın sorunu merkezli bir hak ve özgürlük arayışına yanıt verme kaygısı vardır. 12 Eylül travması yaşayan sol grupların “birleşerek güç olma”sı başlıca amacı oluşturmuştur. Bu yüzden EMEP önceli Marksist hareket, ne Kuruçeşme tartışmalarına, ne de ÖDP gibi “çoğulcu parti” deneyimlerine yönelmiştir. Yüz yüze olunan teorik/siyasal ve örgütsel sorunların çözümünü işçi sınıfı hareketine bağlanarak çözme tutumuyla hareket etmiş, ittifak ve birlik meselelerine sınıflar arası bir olgu olarak yaklaşmış ve bu anlayışla ittifak/cephe ve güç birlikleri oluşturmaya çalışmıştır.

EMEP de kurulduğu andan itibaren aynı çizgide yürümüş, ittifak/cephe ve birlik dendiğinde solcuların birliği fikrinden uzak durmuş, sınıfın birliği, demokrasi ve halk güçlerinin birliği fikriyle hareket etmiştir. 2002 yılında seçimler sırasında oluşan Emek, Barış, Demokrasi Bloğu’nun örgütlenmesinden başlayarak, Kürt hareketiyle iş ve güçbirliğine gitmiş, HDK-HDP örgütlenmesine de bu anlayışla katılmıştır.

Emek, Barış, Demokrasi Bloğu; HADEP, EMEP, SDP gibi siyasi parti ve grupların yanında aydınlar, sendikacılar, akademi dünyası, emek örgütleri, kadın çevreleri, çevre örgütlenmeleri, inanç grupları gibi çok geniş güçlerin bir ittifakı/cephesi olarak örgütlendi. DEHAP çatısı altında seçimlere girildi. DEHAP bir bakıma “seçim partisi” işlevi gördü.

ÇATI PARTİSİ GİRİŞİMİ

EMEP, 2002 seçimlerinin ardından, Emek, Barış, Demokrasi Bloğu’nun bir ittifak/cephe örgütü olarak parti formunda örgütlenmesini gündeme getirdi. Fakat muhatapları bu öneriye sıcak bakmadılar ve konu 2009 yılında Çatı Partisi girişimi gündeme gelinceye kadar rafa kalktı. Çatı Partisi Girişimi, 2002 seçimlerinde Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ve 2004 yerel seçimlerinde DTP, SHP, EMEP, ÖDP, SDP gibi partilerin oluşturduğu Demokratik Güçbirliği ve ortak adaylar etrafında gidilen 2007 seçimlerinin birikimlerini dikkate alarak, örgütlenme çalışmalarını başlattı. Ne var ki, bir ittifak/cephe örgütlenmesi olarak gündeme gelmesine karşın, Çatı Partisi Girişimi’nin, giderek bu özelliğini yitirip sol örgütlerin Kürt siyasi hareketiyle birleşmesi mecraına kayarak “çoğulcu bir parti” girişimine dönüştüğü noktada, EMEP, çalışmadan çekildiğini açıkladı. Ve bu çalışma da akamete uğradı.

HDK-HDP SÜRECİ

2011 seçimlerinde oluşan Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu seçimlerden büyük bir başarıyla çıktı. Uluslararası ve ülkedeki siyasi koşullar, seçimler sırasında oluşan bloklaşmanın genişleyerek bir cepheye dönüşmesini kaçınılmaz kılan özellikler gösteriyordu. Seçim başarısının arkasında yatan başlıca etkenlerden biri de bu nesnel durumdu.

Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya yayılan geniş coğrafyada Arap halkları emperyalist politikalara karşı ayaklanmıştı. Halkların özgürlük ve ulusal onur talepli başkaldırısına uluslararası kapitalizmin (emperyalizm) yanıtı etnik ve inanç temelli sorunları kaşıyarak, iç savaşlar örgütlemek biçiminde oldu. Libya’da feodal savaş ağalarının güç yetiremediği yerde NATO devreye sokularak, doğrudan askeri müdahalelerde bulunuldu. Suriye’de çıkartılan iç savaş bölgeyi adeta barut fıçısına dönüştürdü.

AKP Hükümeti Libya’da emperyalist koalisyonun içinde yer alırken, Suriye’de Esad rejimini devirmek için açıktan taraf oldu. El Kaideci şeriatçı terör örgütlerinin ülke topraklarını bir üs haline getirmesine çanak tutan AKP Hükümeti, Suriye’de mezhepçiliği kışkırtmaktan geri durmadı. Başbakan Erdoğan “Suriye bizim iç sorunumuz” diyerek, dışarıdaki gerilimlerin olduğu gibi içeriye taşınmasının yolunu döşedi. Bu durum, zaten Kürt sorununun çözümsüzlüğünün gerilimlerini yaşayan ülkemizde, demokrasi sorunlarını daha da ağırlaştıran bir rol oynadı.

2008 yılında kapitalist sistemin devrevi krizlerinden biri daha patlak verdi. Uluslararası kapitalizm krizin yüklerini burjuva hükümetler eliyle işçi sınıfı ve emekçilerin üzerine yıkmaya yöneldi. Türkiye, krizin sonuçlarını en ağır biçimde yaşayan ülkelerin başında geldi. On binlerce işçi işinden olurken, belirli sektörlerde ücret kesintilerine gidildi. Esnek çalışma, kriz fırsat bilinerek yaygınlaştırıldı. Ücretsiz izin uygulamaları devreye sokuldu vb. Bu durum işçi ve emekçilerin yaşamını daha da çekilmez hale getirirken, toplumsal yozlaşma, çürüme, dejenerasyon bir veba salgını gibi emekçi sınıf ve tabakalar arasında yaygınlaştı.

HDK-HDP, emek, demokrasi ve barış güçlerinin siyasal gidişata ortak müdahalesini gerektiren bu siyasal koşullarda gündeme geldi ve örgütlendi. 2002 yılından başlayan seçim ittifakları cephe tarzı bir örgütlenme için belirli bir birikim oluşturmuş, şartları olgunlaştırmıştı. HDK-HDP, kendi içinde yer alan güçlerin üzerinde anlaştıkları konuları gündemleştiren ve/veya tek tek grupların (ideolojik, siyasi program ve öncelikleri gözetilerek) bazı kararlara katılmama özgürlüğünü kabul eden bir anlayışla örgütsel norm ve ilkelerini oluşturdu. Örgütlenmedeki bu esneklik, hem güçlü bir mücadele ortaklığına (eylemde birlik) imkân tanıyor, hem de farklılıkları kabul ederek (propaganda ve ajitasyonda serbestlik) HDK-HDP içinde yer alan her politik hareket açısından kitleler içinde siyaset yapma zeminini genişletiyordu. Yine bu esneklik, akademi, bilim, aydın, sanatçı, çevre, inanç, etnisite ve farklı kimlik ve aidiyet mensubu kişi ve çevrelerin katılımına imkân sağlamakla kalmıyor, en ileriden görev almalarını teşvik eden bir rol de oynuyordu.

Bu örgütsel norm ve demokratik işleyiş, HDK-HDP’yi, Kuruçeşme’de tarif edilen ve ÖDP deneyimiyle ete kemiğe bürünen “çoğulcu parti”den ayıran ve ittifak/cephe örgütü haline getiren temel özelliği oluşturuyordu. ÖDP’de gruplar eski aidiyetlerini muhafaza ederek bir araya gelmişlerdi, ancak bununla birlikte ÖDP toplumsal dönüşümü hedefleyen programa sahip bir partiydi. Buna karşın HDK-HDP çok daha farklı aidiyetlere sahip çevrelerin (bu yönüyle çoğulcul) bir araya geldiği ve fakat belirli bir ideolojik anlayışa dayalı olarak toplumsal dönüşümü hedefleyen bir programdan farklı olarak, bileşenlerin üzerinde fikir birliği halinde oldukları en acil ekonomik, sosyal ve siyasal taleplerin elde edilmesini hedefleyen bir programa (mücadele programı) sahip (bu yönüyle ittifak/cephe örgütü) bir oluşumdu. ÖDP solcuların birliği (!) iken, HDK-HDP farklı sınıf, sosyal tabaka, ulus vb. aidiyetlerin birliği, ittifakı, cephesiydi.

Bunlar iki farklı kategoriden birlik ve oluşumlardır. Bu bakımdan ilk kurulduğu haliyle HDK-HDP ile ÖDP deneyimi arasında paralellik kurularak yapılan değerlendirmeler objektif durumu yansıtmaktan uzaktır.

YENİ HDP

HDK-HDP içinde en kitlesel güç olan Kürt siyasi hareketinin ana gövdesiyle HDP’ye katılacağını açıklaması ve HDP’yi “kitlesel bir parti” olarak yeniden inşaa etmeye yönelmesi, ortaya yeni bir durum çıkardı. Önerilen şekliyle HDP bir ittifak/cephe örgütü olmaktan çıkıyor, “çoğulcu bir parti” özelliği kazanıyor. Bu noktada EMEP’in itirazının iyi anlaşılması gerekiyor. EMEP’in yeni HDP sürecine katılmamasının nedeni, iddia edildiği gibi, yalnızca BDP’nin ana gövdesiyle HDP’ye katılarak bir anlamda HDP’nin BDP’lileşmesi, dolayısıyla böyle bir partide pozisyon yitimine uğrama endişesi değildir. Bunun bir sorun oluşturacağı ortadadır. Ancak asıl neden, Kürt siyasi hareketinin “demokratik ulus” temelinde “demokratik özerklik projesini” Türkiye için siyasi bir model olarak önermesi ve HDP’yi bu projeyi hayata geçirmenin partisi olarak dönüşüme tabi tutmasıdır.

HDP, bu şekliyle, bir ittifak/cephe örgütü olma özelliğini yitirerek, siyasi bir anlayışın (Kürt siyasi hareketinin) programının partisi haline gelmektedir. HDP Diyarbakır Milletvekili Nurseli Aydoğan’ın “… Türkiye’nin ihtiyacı olan radikal demokrasiyi hayata geçirecek ve bu çerçevede yeni modeller oluşturabilecek yapının ancak HDP ile mümkün olacağı” vurgusunda; yine Selahattin Demirtaş’ın HDP Kongresi’nde sarfettiği “…ortak vatanda demokratik ulusu inşa edeceğiz” sözlerinde bu durum yeter açıklıkla dile gelmektedir. Dahası, HDP’nin temsilcileri her vesileyle HDP’yi “radikal demokrasinin partisi” olarak ilan etmektedir.

“Radikal demokrasi” kavramı, ilk defa, 80’li yılların başında, Ernasto Laclau ve Chantal Mouffe tarafından “sosyalizmin bunalımını” aşmak için geliştirdikleri Yeni Sosyalist Strateji (YSS) açılımının kavramsallaştırılmış adı olarak gündeme getirilmiştir. “Radikal demokrasi”, özü itibariyle, proletaryanın tarihsel devrimci öncü rolünü reddeden, siyaseti sınıf aidiyetleri üzerinden değil kimlikler üzerinden (işçi, kadın, çevreci, LGBT birey, etnisite, inanç vb.) kurgulayan bir yaklaşımdır. İktidar ilişkilerini es geçen Laclau ve Mouffe, “radikal demokrasi” yoluyla gerçekleştirecekleri “özgürlük ve kurtuluş”u gerçekte kapitalizmin sınırları içinde kurgular/gerçekleştirirler!

Burada, özel olarak “radikal demokrasi” yi tartışmak niyetinde değiliz, meramımızı daha iyi anlatabilmek için konumuzla ilgisi bağlamında bu değinmeleri yaptık.

Emek Partisi, sınıfsız bir toplum için mücadele eden, işçi sınıfının bilimsel sosyalist teorisini (Marksizm-Leninizm) kendisine rehber edinen ve siyaseti sınıf kimliği üzerinden kuran bir ideolojik siyasi hatta ve sosyalistü bir programa sahiptir. EMEP halk demokrasisini savunur. Bu yüzden EMEP’in, kendi sınıf kimliğini belirsizleştirerek, kimlik aidiyetleri üzerinden siyaset yapan bir kitle partisinde yer alması beklenemez. EMEP, bu anlayıştaki bir partiyle ancak demokrasi ve özgürlükler zemininde ittifaklar yapabilir.

Yeni HDP sürecinde yaşanan problemlerden biri de, Kürt siyasi hareketinin, bileşenlerden, tıpkı BDP’nin yaptığı gibi, kadro birikimini yeni HDP’ye aktarmalarını ve günlük siyasi faaliyetlerini bütünüyle yeni HDP merkezli örgütlemelerini talep etmesidir. Bunun pratik karşılığı, HDP bileşeni partilerin kendi aidiyetlerini bir kenara bırakarak, yeni HDP kimliği ile hareket etmeleridir. Tarifi yapılan tipik bir “çoğulcu parti”dir, tıpkı ÖDP’nin ilk örgütlendiği zamanki hali gibi. ÖDP deneyimi için söylenenler, bir eksik, bir fazla yeni HDP içinde geçerlidir.

Bu süreçte özellikle belli çevrelerden geliştirilmeye çalışılan “eğer bu projede yer alınmazsa siyaset dışına düşülür” yaklaşımına gelince… Öncelikle dışına düşülecek olan siyasetin ne olduğuna bakmak gerekir. Siyaset var, siyaset var. Eğer bu sözle anlatılmak istenen demokrasi mücadelesinin dışına düşüleceği ise; demokrasi mücadelesini sınıflar arası bir mücadele alanı olarak kavrayan ve varlığını işçi sınıfına dayandıran EMEP için, bu, söz konusu bile olamaz. İşçi sınıfı ve halkın mücadelesini ilerletmeye hizmet etmeyen bir siyaset alanında EMEP zaten yer almaz.

Emek Partisi, baştan beri, “çoğulcu parti” fikrinden bu nedenle uzak durmuştur. Günün devrimci görevi, sol ve sosyalist güçleri “yeni sol projeler” etrafında birleştirmek değil, emekçi sınıfların ve ezilenlerin bir ittifak/cephe etrafında mücadele birliğini sağlamaktır. Demokrasi mücadelesini ilerletecek olan budur. Bugünkü gerçekliği içinde bu ihtiyaca en uygun örgütlenme olarak HDK görülmektedir. HDP içine girdiği yeni süreçte kimlik değiştirmiş, bir ittifak/cephe partisi kimliğini yitirmiştir. Bu nedenle EMEP yeni HDP’de yer almazken, HDK içindeki varlığını ve çalışmalarını sürdürme kararı almıştır.

 

‘Dördüncü kuvvet’ten mahşerin dört atlısına

Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na konuşan gazete sahiplerine bakarsak, hiçbiri medya işine girmemiş, arkadan itilmiş. Mesela, son dönemin tartışmalarının odağındaki isim, Habertürk’ün de sahibi Turgay Ciner; şöyle demiş: “…ben medyaya arzu ederek girmedim. Medyaya zorlanarak, para kaptırarak girmek mecburiyetinde kaldım”. Bu nasıl bir mecburiyet ki; bir dönem atv-Sabah grubu; arada Tercüman, Cumhuriyet ortaklıkları; ve epeydir de Habertürk, Show TV, Bloomberg gibi kanal ve gazeteleri kapsayan bir “medya holdingi” olarak, bir türlü vazgeçemiyor? Yıldırım Demirören’in, ağladığı “tape”lerde geçen sözleri, çok daha çarpıcı: “Nasıl girdim bu işe ya, kim için…” diyor ve ağlıyor koskoca adam. Sabah-atv grubunun “havuz”u zaten herkesin malumu.

Turgay Ciner’in “zorlama” dediği günlerden “Alo Fatih”li günlere uzanan serüveninden başladık. Çünkü, medya patronluğunun “kârlı” bir iş olmadığının herkese malum oluşu çok yeni değil. Mevcut reklam pastasının bu denli geniş bir medya sektörünü beslemeyemeyeceği de, yıllar önce yazıldı çizildi. Öyleyse neden?

Bu sürekli tartışılan sektörün “motoru” ne? 1980’lere kadar ağırlıkla “gazeteci patronlar” eliyle yürülen medya sistemimiz; Turgut Özal dönemi neoliberal saldırı günlerinden başlayarak, nasıl bir dönüşüm yaşadı? Holdingler, büyük sermaye grupları art arda “sektör”e nasıl daldılar; yeni gazete yöneticisi tipi nasıl doğdu; bugüne nasıl geldik? TRT’nin tekelinin fiilen kalktığı 1990’lı yıllarda, televizyon sektöründe ve “medya savaşları”nın yaşandığı gazetecilik alanında tez zamanda nasıl bir tekelleşme sonucu doğdu?

Medya patronu olma dürtüsünün “gazetem olsun, televizyonum olsun, bu kârlı sektörlerde kârımıza kâr katalım”dan başka bir şey olduğunu biliyoruz. Ve zaten dönüşüm hızı da, “hayatın olağan akışı” dışında bir yeniden yapılandırma olduğunu gösteriyor.

BURJUVAZİ ETKİSİNİ SATAMADIĞI HABERİ KESER Mİ?

Bugün birkaç sermaye grubu elinde toplanmış bir sermaye medyası “ağacı” var elimizde. Sayısal olarak da, tiraj olarak da, rating olarak da, reklam gelirleri olarak da, “akım” ezici biçimde onlardan yana olduğundan, “anaakım” da deniyor! Eğer büyük bir holdinge bağlı değilseniz; “tiraj”ınız, “rating”iniz, “etki alanı”nız ne olursa olsun; “anaakım” sayılmıyor, “misyon gazetesi” ya da “muhalif” falan gibi sıfatlarla anılır oluyorsunuz. Bu, sadece bir “patron” olup olmamasıyla bile ilgili değil. “Sermaye”, ama “büyük sermaye”ye ait olmak önkoşul. Bu nedenle, akademinin pek sevdiği “anaakım” yerine; “sermaye-burjuva medyası” demek çok daha mantıklı.

1990’lardan sonra özel televizyonların itici gücüyle yeni bir döneme giren medya alanının, gerçek anlamda “sektörleşmesi”, aslında 2000’lerde mümkün oldu. Reklam gelirleri, 2002 yılından sonra gözle görülür biçimde arttı. 90’ların görece “oturmamış” sisteminin yerine, kuralları, biçimi belirlenmiş, devletin denetimi ve holding egemenliği kesin biçimde sağlanmış bir yeni sistem aldı. Reklamcılar Derneği’nin reklam ajansı cirolarından derlediği verilere göre, reklam harcamaları 2011 yılında 2,5 milyar dolara kadar yükseldi. Dernek, bu rakamın 2015’e kadar 5 milyar dolara ulaşmasını öngörüyor. Bu meblağın yarından fazlasını televizyonlar; onun da yüzde 90’lara yakın oranını üç beş kanal alıyor. Ülkedeki toplam gazete satışlarının yüzde 80’ini de ulusal gazeteler yapıyor. Bu mecradaki ilanların yüzde 80’inden fazlasını da bir iki grup topluyor.

Bütün veriler, rakamlar, oranlar “anaakım”dan yana… Yine de asıl meseleye dönersek; “koca koca” televizyonlar, gazeteler kâr etmiyorlar, edemiyorlar! Gönüllü çabalarla ayakta kalmaya çalışan işçi sınıfının gazete ve televizyonu ya da diğer muhalif, bağımsız medya kurumları zaten zararda. Hepimizin malumu bu. Ama, “anaakım” da, bütün bu reklam akışına ve çok açık devlet desteğine rağmen zarar ediyor. Veriler, bu sektörün hiç kârlı olmadığını gösteriyor. Ve bu, aşağı yukarı her zaman böyleydi.

Bu konuda eski bir anektod vardır. General Electric’in eski CEO’su Jack Welch, 1985 yılında NBC televizyonu yöneticileriyle polemiğe girer. Çünkü, NBC televizyonunun haber bölümü 100 milyon dolardan fazla zarar etmektedir. Welch bunu sorduğunda; “Haberciliğin sosyal sorumluluğu nedeniyle, haber yaparken asıl amacımız kâr etmek değil, en doğru haberi yapmaktır” yanıtı alır. Ama ikna olmaz; “Haberciliğin sorumluluğu, uçak motoru üretmenin sorumluluğundan daha mı fazla? Biz uçak motoru yaparken sosyal sorumluluğu bahane edip zarar etmiyoruz, ama kâr etmek için uçak düşüren motor da yapmıyoruz. Bir işi sadece aptallar bilerek zarar etmek için yapar” der. Welch’in yolundan gidilir, yönetim değişir ve üç dört yıl sonra, “az bir kâr” edilmeye başlanır. Yapılan işin özüne dairdir bu tartışma ve tersi gibi görünse de, aslında Welch polemiği kaybetmiştir.

“Burjuvazi gölgesini satamadığı ağacı keser”; evet bu kesin bilgi. Ama bu hikayede satılan “gölge”yi gazete ya da televizyon yayını olarak düşünmek fazlasıyla “düz” bir bakış açısı olur ve bu yaklaşımla gerçeğe ulaşmamız mümkün olmaz.

Bu yaklaşım, mesela 1996 ile 2005 yılları arasında Doğan Holding’in yüzde 210 büyüyerek, nasıl “Türkiye’nin büyüme rekortmeni şirketi” olabildiğini anlamamızı engeller. Çünkü Doğan Holding, anılan dönemde, sadece “en fazla büyüyen holding” değil; medyayı neredeyse yarıdan fazlasıyla elinde tutan bir gruptur. Ve ikisi arasında dolaysız bağ olduğunu görememek için epey bir saf olmak ya da GM’nin eski CEO’su Welch gibi, “bir şirketin kârlılığını tekil gösterge ile okumak” gerekir. Yıldırım Demirören’in “nasıl girdim ben bu işe ya, kim için…” diye döktüğü gözyaşlarından da hiçbir şey anlamamış olmak gerekir.

HOLDİNG KARDEŞLİĞİ HANGİ ALANLARDA AT KOŞTURUYOR?

Bu “kendisi için medya patronu olmama” hali, sadece Turgay Ciner’e, Yıldırım Demirören’e ait özel bir örnek değil. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu tutanaklarına bakınca anlıyoruz ki, meğer holding medyası “siyasilerin ricaları ve baskısı” ile, “diğer alandaki ihaleleri alabilmek, zor durumdan çıkabilmek” için adım atan “mecburi patronajlar”dan oluşmuş. AKP döneminde daha yoğun biçimde yaşanan “el değiştirmeler”in; yandaşlaştırma gayretlerinin, oluşturulan “havuz”ların da aynı halden beslendiği ortada. Elbette, 2001 yılında yapılan değişiklikle, “medya gruplarının kamu ihalelerine girişi” önündeki tüm engellerin kaldırıldığını da unutmayalım. Bu değişiklik, özellikle devlet gücüyle büyümek isteyen holdingleri fazlasıyla iştahlandırdı. Elbette, 2002’de iktidara gelen AKP çevresinde konumlanarak büyüme hesapları yapan “yeni sermaye”yi elbette çok daha fazla.

Doğan Grubu, Çalık Grubu, Doğuş Grubu, Ciner Grubu… Biz bunlara mahşerin dört atlısı diyelim… Yanlarına Demirören de eklenebilir elbette, ama yine de bugün holding medyasının ağırlıkla bu dört grup etrafında biçimlendiğini söylemek mümkün.

Başka ne işler yapıyor, bu holdingler acaba? Gazete ve televizyonların “holding kardeşliği” içindeki “akraba şirketleri”, çoğunlukla enerji, madencilik, finans ve inşaat alanlarında büyük yatırımlar peşinde koşuyor. Hepsinin en az bir hidroelektrik santrali olması da tesadüf olmasa gerek. Bu dört grup da, devlet ile yakın bağlantılı yurtiçi ve yurtdışı yatırımlar nedeniyle AKP Hükümeti ile yakın ilişkileri korumaya gayret ediyor. Habertürk grubunun “siyasi komiser” eliyle neredeyse Erdoğan’a bağlı “özel gazete-tv” gibi çalıştığı ortaya çıkınca; “bu grubun asıl sahibi kim; yoksa Turgay Ciner göstermelik patron mu?” diye sorular dillendirilmeye başlandı. Bu soruları haklı olarak sorduracak bir “emir-komuta” ilişkisi var çünkü.

NTV’nin patronu Ferit Şahenk, Gezi Direnişi’nin en şiddetli anlarında Bulgaristan’da Abdullah Gül ile birlikte temel atma töreninde poz veriyor. Aynı Şahenk, henüz Dolmabahçe’de çatışmalar devam ederken, az ilerisindeki alanı kolayca alıyor, yani Galataport ihalesini geçmiş ihalelerde verilen bedellerin çeyreğine tereyağından kıl çeker gibi kazanıyor. Doğan Grubu’nun son dönemki “ufak mızmızlanma”ları; henüz bu gerçeği değiştirmiş değil. Doğan’ın Irak Kürdistanı’nda; Çalık’ın Ceyhan ve Samsun’da petrol ve gaz arama faaliyetleri; yine Çalık grubunun Karadeniz illerindeki elektrik ihaleleri, Ciner ile Koza gruplarının madencilik işleri… Yeni gruplardan sayılacak Demirören grubu da, jeotermal ve madencilik alanlarında etkin… İlk akla gelen örnekler bunlar…

AKP Hükümeti’nin “parlayan yıldızı” inşaat işlerine baksak; zaten hepsi orada… Doğuş’ın İstanbul Metrosu ve karayolu inşaatı projeleri var. Ciner’in karayolu, altyapı ve havalimanı projeleri… Albayrak Grubu da İstanbul Metrosu işinde. Çalık zaten Tarlabaşı, Fener-Balat, Ayvansaray gibi bölgelerdeki kentsel bölüşüm projelerini kapatmış durumda. Türkiye gazetesini yeniden yapılandırıp, “hükümete yanaşan” İhlas Grubu ise, kısa sürede Gaziosmanpaşa Kentsel Dönüşüm Projesi ödülünü aldı. Doğuş Grubu Karaköy’deki Galataport’u alırken, Star gazetesi ve 24TV’nin ortaklarından Fettah Tamince Haliçport ihalesini kazandı. Ciner Grubu Hopa Limanı’nı, Albayrak Grubu Trabzon Limanı’nı halihazırda işletmekte… Bankacılık sektörünü anlatmaya bile gerek yok; Doğuş büyük bankalardan Garanti’nin sahibi; Çalık’ta finans şirketleri var. Elektrik dağıtımından sayaç okumalarına, kapsamlı belediye ihalelerine, hemen her medya grubunun yerel yönetimlerle de ciddi bir ihale trafiği var.

Özgürlük Dünyası’nın uzun oylumlu yazıları ve sayfaları bile yetmiyor, yetmez mevcut holdinglerin faaliyet alanlarını, devlet ihalelerindeki işlerini sıralamaya… Meraklısı medya sahibi holdinglerin “faaliyet alanları”nı ve bu alanların iktidar ile bağını kolaylıkla görebilir. TESEV’in bu konuda her yıl hazırladığı raporlar, oldukça kapsamlı ve aydınlatıcı… Ama, alıntıladığımız faaliyet alanları ve ihaleler ile bile açıkça görülüyor ki; medya patronları iktidara siyaseten değil, aslolarak ticareten göbekten bağlılar. “Zorlama” ile girdik dedikleri medya gruplarının yönetimlerini “işveren vekili” sıfatı taşıyan “Fatih Saraç” gibi “siyasi komiserler”e bırakma karşılığı, holdinglerine zeval gelmiyor, “kurban oldukları Allah verdikçe veriyor!”

Nasıl veriyor; ne veriyor; yine listelere bakalım. Mahşerin dört atlısından biri; NTV grubunun sahibi Ferit Şahenk; Forbes’in 2013 yılı “En Zengin 100” listesine girdi. Hem de 1. sıradan… Aynı listenin 5. sırasında ise Filiz Şahenk var. NTV grubunun yaşadığı büyük değişim ve haberci kıyımı ile; bu listeye girmek arasında nasıl bir bağ olduğunu varın siz düşünün! Aydın Doğan, Turgay Ciner, Ahmet Çalık, Erdoğan Demirören de elbette ilk 100’de yerini alıyor. Şaşırdık mı?

“Medya” sahipliğinin listedeki yeri ayrıca incelemeye muhtaç; ama bir başka gerçek de var ki; en zengin 100’dekilerin 80’i “enerji sektörü” ile ilişkili… Bu sektörün iktidar ile ilişkisinin kaçınılmazlığı da bizi kolayca sonuca götürüyor. Her medya holdinginin istisnasız biçimde enerji sektöründe faaliyet yürüttüğünü zaten söylemiştik.

EL CEZİRE VE TELESUR ÖRNEKLERİ

Elbette “her şey nakit para” olmasa gerek. Biraz da siyasete odaklanalım. Medyanın “ne getirdiği” meselesini siyaseten de görebilmek için; bu kez Arap dünyasından bir örnek çok çarpıcı. 2 milyonu bile bulmayan nüfusuyla Katar Emirliği, küçük bir Körfez ülkesi. 1.5 milyon yabancı işçinin yaşadığı bir petrol ve doğalgaz cenneti… Parası vardı, evet, ama diplomaside varlığından söz etmek bile mümkün değildi. Şimdi, Suriye’den Fas’a bütün bir Ortadoğu coğrafyasında etkili bir aktör olarak öne çıkıyor. Elbette, para gücü önemli, ama yürüttüğü etkin diplomaside bir önemli silahı daha var Katar’ın: El Cezire Televizyonu.

O güne kadar “kapalı” toplumlar olarak yaşayan, devlet televizyonlarını izlemek zorunda kalan Arap coğrafyasında “haber, tartışma” programlarıyla bir anda parlayan bir uydu yayını El Cezire. 1996’da kurulur kurulmaz tabularla uğraşan, tartışılmaz denen şeyleri tartışan El Cezire, büyük bir coğrafyanın “özgün sesi” sayıldı. Tek kanaldan; bir televizyon ağına dönüştü; bu coğrafyada son yıllarda yaşanan her şeyi duyuran bir kimlik kazandı.

Ve şimdi Katar Emiri’nin parasıyla kurulan bu televizyon ağı, Katar’ın diplomatik alandaki en güçlü silahı. Katar da, bölgeye dair yapılan istisnasız bütün planların, tezgahların önemli bir aktörü. Ve evet, büyük oranda medya gücüyle… Emir bu kadarını hesap etmiş miydi, etmemiş miydi; bilinmez. Ama, öze değil, biçime dair yaptığı çıkışların, bütünüyle kapalı rejimlerden oluşan Arap dünyasında ortak dilin de avantajıyla, El Cezire’nin, Katar’ın hesaplarına çok büyük katkılar yaptığı muhakkak. Bölge yeniden dizayn edilirken, Katar’ın küçücük boyundan öte paylar almasında etkisi olduğu da…

Katar’ın bu örneğine, 2005 yılında yayına geçen Telesur’u da eklemek lazım. 2002 yılındaki darbe sırasında “televizyonun politik gücü”nü tersten yaşayarak öğrenen Venezuela lideri Hugo Chavez, hem özel televizyonlar, hem CNN Esponala’nın etki gücünü kırmak için; Arjantin, Bolivya, Küba, Ekvador, Nikaragua ve Venezuela’nın ortak bir televizyon kanalı kurmasına önayak oldu. Kısa sürede bu başarıldı da. Önünde El Cezire örneği vardı; bir de CNN’nin bölgedeki hakimiyetinin yarattığı olumsuzluklar… Felsefe olarak da; “Ticari medyanın yaydığı fikirler ve imgelerle boğulmuş Latin Amerikalılara kendi seslerini geri vermek için kurulan bir proje” fikrine oturdu. ABD’nin kıtadaki özel planlarına karşı; Telesur’un arkasındaki devletlerin lehine bir çizgi izledi, izliyor. Örneğin; Honduras’ta 2009’da yaşanan darbe girişiminde darbe karşıtı yayınları ile dünya ve ülke kamuoyunu doğru bilgilendirmede özel bir rol oynadı.

Katar ve Venezuela’nın “petrol zengini” olmasını “tesadüf” saymadan ve geçmiş dönemlerin “radyo”lu örneklerine girmeden; meselenin anlaşıldığını varsayalım. Evet, medya büyük güç. Hele de kritik dönemeçlerde; kamuoyunu yönlendirme açısından çok etkili. Elbette, her ülkenin, her bölgenin özgün koşulları birbirine benzemez araçlar yaratıyor.

Türkiye’de yaşanan süreci ise neoliberal saldırının ayyuka çıktığı 1980’lerden; finale ulaştığı AKP iktidarına kadar geçen yıllarda medyanın nasıl bir dönüşüm yaşadığı ve vardığı noktayı izlemek; bizi gerçeğe kolayca ulaştırıyor.

MAHŞER GÜNÜ MEDYASI

Dönelim bizim “dört ana grup”a… Posta ve Milliyet’in sahibi Demirören’i de eklersek; “muhteşem 5’li”ye… AKP iktidarının açıkça “darbe girişimi” olarak ilan ettiği iki kritik noktada; Gezi direnişi ve 17 Aralık süzgecinde; “anaakım”ın haline bir kez daha bakalım…

Ya da bakmayalım… Televizyonların kritik üç gündeki suskunluğu zaten her şeyi özetliyor. Sonra devreye girdiklerinde yaptıkları yayıncılık, maniplasyon dışında hiçbir öge taşımıyordu. Gazeteler ilk günden daha net bir tutum aldılar. “Zello”lu başlıklar, Geziciler’e atfedilen suçlamalar, yalan üstüne yalan ile dönen karapropaganda…

Bütün bu süreçlerde habercilik ilkelerini falan boşverin, en temel insani duruştan uzak bir medya gerçeği ile yüzleştik. Olası bir “devrim anı” refleksi verdi, tüm sermaye medyası… Bu bizim için ne yeni bir durumdu, ne şaşırdık. Aslına rücu eden burjuva medya, her gün azar azar, çaktırmadan yaptığını; bir anda tüm gücüyle yaptı. Zamane deyimiyle “aduket vuruşu”, biraz daha eskilerin deyimiyle “altın vuruş”. Sanki; yıllardır bu ana hazırlanıyor gibiydiler. Ve tarihin o “mühim” anı geldiğinde, en küçük bir tereddüt göstermeden gereğini yaptılar. Az sayıda gazeteciyi saymazsak, kadro yapıları, mekanizmaları da buna hazırdı.

Elbette, gündüz o lağım çukurlarında çalışıp, gece halkla birlikte direnen gazetecileri görmüyor değiliz. Ama sermaye medyası gerçeği bu işte… Biz ne kadar anlatırsak anlatalım; bir gecede çok daha fazlası görünüyor olabiliyor. Oldu da.

O kadar yatırımın, “zoraki” patronajların, mülkiyet gerçeğinin bir nirengi noktası varsa, o an 31 Mayıs gecesiydi… Hayat Televizyonu ekranında, kanalları tek tek gezip ne yayınladıklarını gösterirken, aslında o mülkiyet yapısına mercek tuttuk biz. En günlük sözcüklerle “medyanın ekokomipolitiği”ni gösterdik, anlattık… Gayrı ne yazsak gereksiz aslında ya; “söz uçar yazı kalır” diye not düşüyoruz tarihe… Mesele sadece bir “iktidar ve iktidar baskısı” olarak algılanmasın; asıl gerçek gündelik siyasetin algısı içinde yitip gitmesin diye…

“Yandaş medya” gerçeğinin “misyon” gazeteleri, “siyasi görüşler” vs.. ötesindeki “burjuva medya” gerçeği çok berrak. Basın tarihinin her kritik noktasında aynı tutumu aldı bu “anaakım”. Mesele, ne salt AKP, ne hükümet ihaleleri gerçeğiydi çünkü… Ne 12 Mart’lar, ne 12 Eylül’ler; ne isyanlar, ne grevler, ne 15-16 Haziran’ların değiştiremediği gerçek bu.. Hoca Nasrettin’in “parayı veren düdüğü çalar” hikayesi kadar basit ve anlaşılır… “Mühür kimdeyse Süleyman odur” kadar berrak… Aynı tek ideolojinin, aynı tekçi refleksi…

Ve onun “gözükara” kahramanları… “Marka” değeri diye anlı şanlı laflar edip, yarattıkları “haber” markalarını bir gecede çizip atacak kadar gözükara… Medya yatırımları zaten “mühim kâr kapıları” olmadığı için kolaylıkla riske atılıyorlar. Zaten tam da o iş için girilmedi mi bu sektöre…

Hani biz teşbihi “Hayat Televizyonu tek bir gece için kurulmuş olsaydı eğer, o gece 31 Mayıs gecesiydi” diye kuruyorduk ya; işte tam o hesap… “Bütün bu yatırım, ihale düzeni tek bir gece için kurulmuş olsaydı, o gece 31 Mayıs’tı, bütün Haziran direnişiydi”… Elbette karşısında durmak üzere…

İster kişisel, ister kurumsal olsun, “show must go on” diyen Amerikan felsefesinin  “onursuz” savaşçılarının özleriyle buluştukları an… Bize düşen; “bir gazeteciden yağdanlık yaratan bu karanlık” düzene şaşırmak değil asla. Mustafa Alp Dağıstanlı’nın, Mustafa Hoş’un, Derya Sazak’ın son dönem gazeteciliğine dair tanıklık kitapları elbette çok değerli bilgiler içeriyor. Tek meselemiz “kötü, onursuz gazeteciler” olsaydı eğer, ne çok şey öğrenirdik sahiden… Ama değil. O da önemli, ama meselenin özü o değil.

28 Şubat’ın; Kürt savaşının orta yerinde birer “devlet abidesi” olarak dikilmiş gazetecilerin ardından “methiyeli gözyaşları” döküyor kamuoyu hala… Ne demekse “kamuoyu”! Bugün öğrendiklerimiz kadar, dün unuttuklarımız oldukça, “sermaye-kapitalizm” gerçeğini bir kenarda unuttukça, ne anlamak mümkün, ne değiştirmek!

“Sizi üzdük, Milliyet’i satmaya hazırım” diyen gazete patronları, ne olursa olsun “Milliyet”in marka değerinin düşmeyeceğine güveniyor. Düşmüyor da… Ne Habertürk, ne NTV, ne CNN Türk izleyici kaybına uğramadı. Gazetelerin tirajı düşmedi. Ve emin olun, “Geziciyim” diyenler, öyle hissedenler hala en büyük “medya tüketicisi” konumunda.

Ve iktidar, “Ey medya…” temalı çığlıklarla “yeniden imaj üretimi” değirmenine su taşıyor. En kritik günlerde “açık” destek verenler, gazetecinin, yazarın olmadığı yerde “Abdurrahman Çelebi” kılığında “muhalif” pozlar veriyor. Çünkü, burjuva medya her zaman lazım, çünkü şov devam etmeli…

“MUHALİF KALELER” PEŞ PEŞE DÜŞÜYOR MU?

Son aylarda “muhalif” sayılan medya cenahının da hem ekonomik, hem siyasi krizlerle zor günler yaşadığı muhakkak… Gezi’den sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözüne kolayca ikna olan yığınlar da şaşkın bu yüzden…

Oysa kazın ayağı hiç öyle değil; ve bu Haziran Direnişi’nde de çok berraktı, görmek isteyene… Örneğin, “direnişin medyası” diye Halkevleri gibi kurumların dahi ödül vermekten çekinmediği Halk TV gerçeğinin bugün evrildiği yer çok şey söylüyor. “Emekli burjuva politikacılar cenneti”ne dönüşmüş ekranı da; örneğin Lice’deki kalekol eylemleri konusunda açık “provoke edici” sistematik yayıncılığı da gözden kaçmamalı. Siyaseten ve ekonomik olarak Halk TV’nin arkasındaki gücün; anlık, günlük politik çıkarları, ittifak ilişkilerinden bağımsız ele alabilir miyiz; bu gerçekleri? CHP-MHP “çatısı”ndan azade midir; son aylara damgasını vuran yayıncılık anlayışı… “AKP karşıtı” olduğu muhakkak; ama ekonomik ve politik açıdan sistemin neresinde sayacağız Halk TV örneğini? Soru bu!

Ya da “büyük iddialarla yayına başlayan Karşı gazetesi niye iki ayda kapandı?” diye sorduğumuzda; karşımıza sadece ekonomik gerekçeler mi çıkar mesela? Bir aylık maliyeti bile hesaplayamayan bir “tekstilci patron” meselesi mi sadece? Kulislerde konuşulan patronajın “mezhepsel cemaaat ilişkileri”ni yok mu sayalım? “Cemaat ile hükümet ve hatta İran ile Hükümet arasındaki yeni durumun gereklilikleri” ile hiç bağı yok mu, bu kapatma kararının… Gezi sonrası “küçük sermaye”ye dayanan ve daha çok “AKP karşıtı çizgili” bazı televizyonların sadece aylar süren yayın hayatlarını da not düşelim… Not düşelim ki; “muhalif”, “direniş medyası”, “alternatif” falan gibi sıfatlarla anılan pek çok gazete ve televizyonun; bu sermaye düzeni içinde “kapanma ile çizgi savrulması” arasında geçen kısa ömürlerinin arkasındaki büyük resmi görebilelim…

Holding medyası içinde olsa da, bazılarının “yayın çizgisi itibariyle muhalif” de sayabildiği Radikal’in kapanması (dijitale geçtik göz boyaması inandırıcı değil elbette) benzer süreçlerinin ürünü değil mi? “Sol bir gazete” vurgusundan, İslamcı bir yayın yönetimi ile tuhaf çizgilere savrulan “kararsızlık”, aslında “siyasi” ve “ekonomik” nedenlere dayanmıyor mu? Bundan önce adı geçenlerden çok farklı bir örnek elbette; ama yakın dönemde kapanan Sol gazetesinin; Evrensel ve Birgün gibi kalıcı olamamasının ardında dahi “ekonomik durum” kadar; “siyasi gerekçeler” yok mu? Yani; medya söz konusuysa iş önünde sonunda gelip “siyaset”e dayanıyor; tüm başlangıçlar ve bitişler bir biçimde “siyasi” kararlara dayanıyor. Son günlerin moda tabiriyle, medya işinin fıtratında siyaset var!

YA BİZ NE YAPACAĞIZ?

Tüm bu tablonun elbette; bir de işçi sınıfı cephesi var. İşçi sınıfının gazetesi ve televizyonu da; tıpkı büyük burjuva medya patronları gibi; bu işe “zoraki” girdi aslında! Zaten kıt kanaat mücadele olanaklarını; ileri teknoloji ve para isteyen televizyon gibi, her gün her gün büyük zorluklar içinde çıkan gazete gibi araçlara ayırıyorsak, başka çaremiz olmadığından… Gerçeğin kıyısına bile ulaşmanın başka yolu kalmadığından. İster “mahşerin dört atlısına karşı bir eşek inadı” deyin buna; ister burjuva sistemin “yasama, yürütme ve yargı”nın yanında “dördüncü kuvvet” saydığı medyaya karşı sınıfın gerçek bir “kuvvet”i…

Mecburuz. “Başbakan’ın ailesini tanıdığı için yazma hakkına kavuşuveren Nagehan”lar kadar, uzun mesailerde hayat kavgası veren tekstil işçisi kadının da yazma hakkı olduğu için mecburuz. Ufku “beş yıllık geliri” kadar olan Rasim Ozan Kütahyalı’lar kadar, Tuzla tersane işçisinin de ekranda kendini anlatma hakkı olduğu için mecburuz. Siz geliştirin listeyi; bilim insanlarını, sanatçıları, mühendisleri, öğrencileri, emeklileri, Kürtleri, Alevileri, ateistleri… Nerede sesi, sözü kısılan bir işçi, bir emekçi varsa ekleyin ucuna.

Akademide “Rıza imalatı” diye tartışılan; Göbbels’ten bu yana “propaganda” diye üretilen ne varsa, karşısında halkın, halkın siyasetçilerinin sözü olabilsin diye mecburuz. “Gücü özgürlüğünde” sloganını kullanma pişkinliğinin karşısında, emekçilere bağlılığını açıkça beyan eden gazetecilerin var olabilmesi için…

Dünyayı “iyi-kötü” diye ayıran ying-yang felsefesinden gelmiyoruz, “aydınlık taraf-karanlık taraf” zıtlığından bilimkurgu çıkaran Star Wars’ta hiç değiliz. Evet, her madalyonun iki yüzü var. Çünkü, tarihi “ezen ve ezilenlerin mücadelesi” belirliyor.

Çünkü, hala “iki sınıf var ve birinden değilsen, öbüründensin…” Gazeteci de olsan, televizyoncu da, bu gerçek değişmiyor. İki sınıf var! Bu düğümü çözmenin bilinen tek anahtarı da “mülkiyet” ilişkilerinin sorgulanmasında. Medyaya “sahibinin sesi” diye ayar vermek tamam da; “sahibin kim?” diye sormakta da beis yok. Gezi’nin cafcaflı günlerinde geniş bir yelpazede yayın yapan “direniş medyası” listeleri “eyvallah” da; bir de mülkiyet kriterleriyle bakmadan, ait olduğu sınıfı orta yere yermeden tartışalım. “O gazete bu reklamı almış; şu televizyon böyle demiş, öbürleri şunu yapmış” şaşkınlıklarından kurtuluruz o vakit. Hükümet karşıtı olmak ile, sistem karşıtı olmanın aynı şey olmadığı gerçeğine yaklaşırız. O zaman, gazeteciliği “iyi gazeteci-kötü gazeteci” makası dışında da sorgulayabiliriz belki.

Daha özele inersek; işçi sınıfının gazetesi, televizyonu ve hatta dergileri için aynı durum geçerli. Basit bir eğretileme ile; “en zengin 100” listelerindeki patronlara ait bir medya ile mücadele ediyoruz. Enerji, madencilik, inşaat başta olmak üzere pek çok sektörde yatırımı olan holdinglerin medyası ile mücadele ediyoruz. Doğrudan sahibi olan burjuvalar dışında; bir sınıf olarak burjuvazinin yakın ve uzak çıkarlarından başka bir derdi olmayan bir “hakim medya” gerçeği ile mücadele ediyoruz. Mülkiyet ilişkisinden reklam ilişkisine, kültüründen sanatına, siyasetinden toplum mühendisliği çabalarına; koca bir sınıf var karşımızda ve bu sınıf epeydir iktidar! Epey de tecrübe biriktirdi. Sormamız gereken, tüm bu mülkiyet ilişkileri ve medya yapısı içinde; işçi sınıfının sesi soluğunun var olma biçiminin düzeyi…

Herhangi bir medya grubunun bağlı olduğu holdingin şirket listesini alın, koyalım önümüze; sonra soralım; bu sektörlerde, bu fabrikalarda işçi sınıfının örgütlenme düzeyi ne? Sonra soralım; buralardaki işçilerin “mülkü kendilerine ait” olan gazete ve televizyon ile ne düzeyde bir ilişkileri var? Haber akışından, maddi manevi olanaklara, yazı mektup göndermekten yazılanı çizileni günlük hayatın parçası haline getirmeye; çok yönlü değerlendirelim bu ilişkiyi…

Sınıfa karşı sınıf; sermaye medyasına karşı sınıfın medyası; diyeceksek eğer, bu sorgulamalardan alnımızın akıyla çıkabilmemiz şart. Bunu yapabildiğimizde, tüm medyanın tüm bu mülkiyet ilişkilerinin orta yerinde, bambaşka bir “mülksüzler medyası” güçlü biçimde yükselebilir. Yoksa; “karşı taraf”ın analizlerini ortaya koyar; sistemin ipliğini pazara çıkarır; ve yolumuza devam edebiliriz. Yürüyecek bir yol bulabilirsek.

Hannibal’ın Roma’ya yürürken dediği gibi, “ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız”… Açtığımız bir yol var ne mutlu; bulduğumuz, yürüdüğümüz yollar var. Ve artık bu yolların daha ileriye götürmesini, hedefe yaklaşmayı istiyoruz.

Siz o vakit görün, “mahşer”i de, “mahşerin dört atlısı”nı da… “Devrim televizyonda yayınlanmayacak” diyenleri Gezi direnişinde yalancı çıkardık ne mutlu ki… Şimdi; “mahşerin dört atlısı”na karşı; varsın “bitli piyade” saysınlar da bizi birlikte başarabiliriz, başaracağız, başarıyoruz. Tarih, o “bitli piyade”nin; yani insanın zaferleriyle dolu.

Uyurgezerlerin savaş tartışmaları

Die Welt gazetesinin yazarlarından Thomas Schmid, 10 Ocak 2013 tarihinde kaleme aldığı “Birinci Dünya Savaşı’ndan öğrenebileceğimiz şeyler” başlıklı makalesinde , Federal Almanya hükümetinin, 2014’de dünya savaşıyla ilgili dünya çapında düzenlenecek “hatırlama maratonu”nda arka planda kalma kararını şu savla eleştirmekteydi: “Bu trajedi, tam da modernitesi itibarıyla öğretici bir örnek sunmaktadır”. Birinci Dünya Savaşı’ndan ne öğrenebileceğine dair ise şu örneği vermekteydi: “O zamanın Avrupa diplomasisinin; müzakere etme, çatışmaları sınırlama ve savaşı engellemeye dönük  –maalesef başarısız kalan– çabalarını takdir ettiğimizde, Avrupa Birliği ve Batılı devletler topluluğuyla ne kadar değerli bir şeye sahip olduğumuzu belki daha iyi anlarız. Kuşkusuz ikisinin de, duruma göre, ölçüsüz, kibirli, bürokratik, hantal ya da etkisiz olan yönleri vardır. Ancak, tarihte eşsiz olan, barışçıl bir kendini bağlama sistemini teşkil etmektedirler. Bu sistem, ortadan kaldırılmamalı, tersine düzeltilmelidir.”

Birinci Dünya Savaşı’nın başlattığı yeni dönem 1989-91’de kapanmış ve artık “barışçıl devrimler”le başka bir döneme geçilmiş gibiydi ki, beklenilenin aksine, “yüzyıl, kendi başlangıcına geri dönmüş”tü (Schmid). Balkan Savaşlarıyla açılan yüzyıl, yine Balkan Savaşlarıyla kapanmıştı! Savaşı “hatırlama maratonu” bağlamında, Schmid, bu olgu karşısında şu sonucu çıkartmaktaydı: “İşte bu nedenle, gelecek yıl, geçtiğimiz yüzyılın başlangıcının ötesine geçme uğraşının tam da ortasında olduğumuz gösterilebilirdi.”

Ne çarpıcı bir itiraf! Demek, komünizmi yendiğini iddia eden kapitalist dünya, hala “geçtiğimiz yüzyılın başlangıcının ötesine geçme” uğraşı içerisinde! Peki, bu uğraş başarılı olmadığında, kapıda bekleyen ne? Yeni bir emperyalist dünya savaşı mı? Yeni bir Ekim Devrimi mi?

Uyurgezerlere dikkat!

Alman hükümetinin “hatırlama maraton”larında geri durmasını gerektirecek bir durumun söz konusu olmadığını düşünen Schmid, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili, sonradan herkesin diline pelesenk olacak bir kitaba dikkat çeker bu makalesinde: “Birinci Dünya Savaşı suç değil, bir trajediydi. 1914’ün kahramanları ‘uyurgezerlerdi, hem uyanık hem de kördüler’ diye yazıyor Avustralyalı tarihçi Christopher Clark, ‘The Sleepwalkers’ (Uyurgezerler) adlı kitabında. Ve haklı: hiçbir şey geçmiş değil.”

Tarih anlayışında, tarihsel olaylarla ilgili neden ve niçini önemsemeyen, bunun yerine nasıla odaklanan bir tarihçinin tezleri üzerinde burada fazla durmanın bir gereği yok (bunun için bkz. Alman tarihçi Kurt Pätzold ile röportaja). Fakat Schmid’in ‘işte bu!’ dercesine dikkat çektiği bu kitap, Alman burjuva tarihçileri ve devleti açısından adeta gökte aradığını yerde bulmak gibi bir etkiye sahip oldu. Avrupa’nın tarihçileri arasında epey toz kaldıran bu kitap, özellikle de Avrupa’daki ‘Almanya diskursu’na, yani geçtiğimiz yüzyılın dünya savaşlarında Almanya’nın “tek başına suçlu” olduğu tezine indirilmiş bir darbe olarak değerlendirildi.

Ortada somut herhangi bir neden ve suç olmadığında, ve aksine uyanık ama kör uyurgezerler ile karşı karşıya kalındığında, şu argüman silsilesi elbette mantıksız olmaz: Hitler faşizmi ve İkinci Dünya Savaşı, “geçtiğimiz yüzyılın ikinci büyük trajedisi”dir. Almanya’nın buradaki sorumluluğu tartışmasızdır. Ancak, Birinci Dünya Savaşı da “Avrupa felaketinin başlangıcı”dır! Başka bir ifadeyle, “ikinci trajedi, aynı zamanda, Versay Antlaşması’nı hazırlayanların uyanıklığı ve körlüğünün bir sonucudur.”  Görüldüğü gibi, tarihçi Clark’ın Birinci Dünya Savaşı ile ilgili belirli bir sorumlu saptamaması ve işi “uyurgezerlere” yıkması, Schmid açısından “tek suçlu Almanya” tezinin yanlış olduğunu gösterme ve buradan da Almanya’nın “tek suçluluğu”nu kabul ettiği İkinci Dünya Savaşı’ndaki sorumluluğunu göreceleştirme gerekçesi yapılmaktadır.

Belirtmekte fayda var ki, bu argümanı “güçlü kılan” bir tarihsel gerçeklik yok değil. Nitekim Birinci Dünya Savaşı gerçekten de tek başına Almanya’nın suçlu olduğu bir savaş değildi. Lenin ve dönemin Marksistleri, Birinci Dünya Savaşı’nı emperyalistler arası bir paylaşım savaşı olarak tahlil etmişlerdir. Kuşkusuz, nispeten yeni gelişen Alman emperyalizmi, mevcut paylaşıma itiraz eden ve yeni bir paylaşımı talep eden taraf olarak savaşı istemiş, aramış, buna göre hazırlanmış ve başlatmıştır. Bu olgu ama, diğer emperyalist devletlerin mağdur ve suçsuz oldukları anlamını taşımıyordu. Onlar da, gelişen bu yeni gücün “güneşli bir yer” kapma talebini reddetmişler, dahası onun hırsını onun belini kırmanın ve kendi nüfuz alanlarını genişletmenin bir fırsatı bilmiş ve bu savaşta da bu amaçla yer almışlardır…

Bu argümanın birleşebileceği diğer bir zemin de, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında bütünlüklü bir bağlantının olduğunu düşünen geniş bir tarihçi kesiminin var olmasıdır. Örneğin bazı tarihçiler, bu dönemi, “İkinci Otuz Yıl Savaşı” olarak değerlendiriyor. Daha kesin belirlemelerde bulunanlar da var. ABD’li tarihçi Jay Winter mesela, “Verdun olmasaydı Auschwitz olmazdı” demektedir! Winter, Toplumsal Tarih dergisinin Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili kendisiyle yaptığı bir söyleşide, “I. Dünya Savaşı’nın bir ‘Avrupa İç Savaşı’ olarak uzaması ve mevcudiyetinin yas ve anma etkinliklerinde sürmesi tespitinizden yola çıkarsak, aslında savaşın asla sona ermediğini mi düşünüyorsunuz?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “’Soğuk Savaş’, aslında Batı, devrimci Rusya’yı 1918-19’da karantina altına almaya karar verdiğinde başladı. I. Dünya Savaşı olmasaydı Hitler asla iktidara gelemezdi; savaşın mahal verdiği ve 1929-32 dünya ekonomik krizine yol açan ekonomik felaket olmasaydı Hitler olmazdı. Verdun ve Somme muharebeleri olmasaydı Auschwitz tahayyül edilemezdi.”

Uzun lafın kısası, Clark’ın kitabının açtığı yorum kapısı, ister istemez, İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzamaktadır. Ve tarih, her zaman, şimdiki zamanın konusu olduğundan, bu kapıdan haliyle bugüne kadar da uzanılmaktadır.

“EĞRİ BÜĞRÜ ANALOJİLER”

“Uyurgezerler” Alman medyasını adeta uyandırdı! “Uyurgezerler” aylarca Alman stüdyoları, gazete-dergi sütunları ve üniversitelerinde dolaştırıldı. En ilginci de, Clark’ın geçtiğimiz Ekim ayında Potsdam’a davet edilmesiydi, yani Federal Almanya Ordusu’nun Askeri Tarih ve Sosyal Bilimler Merkezi’ne. Bu merkezde düzenlenen podyum tartışmalarını yansıtan bir habere göre, Almanya’nın “tek suçlu olduğu” fikriyle eğitim görmüş kişiler, tartışmanın sonunda tarihçi Clark’a soruyorlar: ‘kitabınızın Alman ruhuna ilaç olarak anlaşılabileceğinden korkmuyor musunuz?’ ‘Clark’ın cevabı çarpıcı’ oluyor: “Sadece Almanya’da ‘Alman dostu’ ithamlarıyla karşılaşıyorum”! Clark’ın, ‘yalnızca çok kutuplu, Avrupai bir bakışın, aktörlerin oyun hamlelerini anlaşılır kılacağı’ vurguları karşısında, “dinleyiciler coşkuyla alkışlıyor ve tartışmacılar teslim oluyorlar. Bir katılımcının kabul ettiği üzere, ‘Almanya savaş suçlusu’ fikrine kendimizi kaptırmaktan, Avrupai perspektifi yitirmişiz anlaşılan.’”

Tahmin edilebileceği gibi, Clark sadece Almanya’da dolaştırılmadı. Yazarının Avrupa’nın “Uyurgezerler”inden bahsediyor olmasından hareketle olsa gerek, Almanya’nın Paris Büyükelçisi, geçtiğimiz Şubat ayında, Clark’ı, basının da katılması öngörülen bir kahvaltıya davet etti. Büyükelçi Susanne Wasum-Rainer, sahanda yumurta ve Croissants eşliğinde tarihçiler ve gazetecilerle birlikte, Clark’ın kitabını tartışmak istemiş! Neden Paris Büyükelçisi? Haberde yanıtlanıyor bu soru: “Fransa’da Clark’ın kitabı, özellikle de Birinci Dünya Savaşı ile ilgili anlattıklarıyla ilgili pek takdir edilmemekte. Zira bu düzlemde, Fransız okurunu sıkça alışık ve hiç de nahoş olmayan tarih bilgilerinden kopmaya zorlamakta.”

Bu arada Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Clark’ın “Uyurgezerler”ini okuduğu haberi de Fransız kamuoyuyla paylaşıldı. Merkel, tam da Avrupa Konseyi’ndeki tartışmaların ortasında, “savaşa giden yolu tarif eden bir kitap” olarak bahsetmiş “Uyurgezerler”den.

Açıktır ki, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili tartışmalar hep Almanya’nın istediği yönde gitmiyor. Eski söylemleri tekrarlayanlar olduğu gibi, “Alman ruhuna” hiç de ilaç olmayan “eğri büğrü analojileri” kuranlar da çıkmaktadır!

Fransa’nın eski savunma bakanı Jean-Pierre Chevènement örneğin, tarihçi Clark’ın savaşın asıl nedenlerini ihmal ettiğini söyleyenlerden. Nedenler arasında, Chevènement, “Almanya’nın büyük güç olma hırsıyla İngiltere ile girdiği donanma yarışını” saymaktadır. Öte yandan Britanya’nın muhafazakar Eğitim Bakanı Michael Gove, yılın başlarında, “Daily Mail”de “geçmişin hiçbir zaman daha iyi bir geleceği yoktu” disturuyla yazdığı bir makaleyle, savaşla ilgili tartışmaların adada da kızışmasına neden oldu. Gove’e göre, savaşın patlak vermesinin suçlusu, “agresif yayılmacı savaş hedefleri olan Almanya”dı. Haliyle ona karşı çıkmak, Büyük Britanya’nın “demokratik görevi”ydi. “Yurtseverlik, şeref ve cesaret gibi” erdemler, “özgürlük ve demokrasinin galip gelmesi”ni sağlamıştı sonuçta! Gove’un bu savlarına, makalesinde doğrudan eleştirdiği Cambridge profesörü Richard J. Evans şu soruyla karşılık verdi: “İngiltere’nin demokrasi için mücadelesi, otokratik Çarlıkla kurduğu paktla nasıl bağdaştırılabilir? (…) 100 yıldan sonra daha ölçülü hareket edilmeli ve savaş üzerine Britanya propagandası zırvalayıp durulmamalı.”

Bakan Gove’a itiraz eden bir başka tarihçi de, İskoçya kökenli Harvard profesörü Niall Ferguson’du. “Yanlış Savaş” adlı kitabın da yazarı olan Ferguson’a göre, 1914’deki uluslararası durum, Almanya’ya savaş ilan etmeyi gerektirecek dolaysız bir tehdit teşkil etmiyordu. Birleşik Kraliyet’in 1914 yılında savaşa girmesini “modern tarihin en büyük hatası” olarak değerlendiren tarihçiye göre, Britanya’nın “hazırlıksız girdiği” bu savaşta, “aristokratik subaylardan ziyade”, saymakla bitmeyen “vasıflı işçiler yitirildi ya da sakatlandı.” Sonuçta, “imparatorluk da kaybedildi”.

Ferguson, savaşın engellenebileceğinden yola çıkan tarihçilerden. Tezlerinde, zamanın Alman başbakanı Bethmann-Hollweg’in “Eylül Programı”na gönderme yaparak, savaşın Batı Avrupa’daki ana hedefinin, ortak gümrük anlaşmaları üzerinden Merkez Avrupa Ekonomik Birliği’nin kurulması olduğunu hatırlatıyor: “Orta Avrupa için öngörülen bu projeyi, bugün bildiğimiz Avrupa Birliği ile kıyaslamak, Alman hassasiyetlerine dokunuyor olabilir. Fakat Britanya perspektifinden bakıldığında; Alman liderliğinde askeri bir zafer ile kurulan bir gümrük birliği, askeri bir yenilgi sonucunda Alman liderliğinde yaratılmış olan bir gümrük birliğinden o kadar da büyük bir fark arz etmiyor.”

Ferguson gibi, gelişen Almanya ile geçinebilir bir İngiliz politikasının olabileceğini söyleyen tarihçiler dışında, “eğri büğrü analojilere” (Die Welt gazetesine) başvuranlar da var. Avrupa’nın güneyine doğru gidildikçe, İspanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde örneğin, “tek suçlu Almanya” tezini güncel bağlamlarda yenileyen makale ve başyazılara daha sık rastlanılmakta. Bunlara göre, Almanya şimdi de, Avro-Kriziyle birlikte “kıtayı üçüncü bir kez felakete” sürüklemektedir. Örneğin Syriza partisinin başkanı Alexis Tsipras, Le Monde için kaleme aldığı bir makalede, “Uyurgezerler”i okuyan Almanya Başbakanı Merkel’in kendisinin, katı tasarruf politikasında ısrar etmesi nedeniyle, “Avrupa’nın modern bir uyurgezeri” olduğunu ifade etmektedir.

“TARİHSEL REVİZYONİZM”

Avrupa’nın bugünkü güç dengeleri karşısında, Almanya’nın savaşı anma “maraton”larında fazla toz kaldırmak istememesi anlaşılır bir durumdur. Çeşitli etkinlikler, ulusal ve uluslararası konferanslar kuşkusuz olacaktır. Ama ikinci sırada kalınarak, zamanın galip güçlerine sahneyi vererek yapılacaktır bu etkinlikler.

Bununla birlikte, tarihi revizyondan geçirme çabalarından vazgeçilmemektedir. Almanya, “tek suçlu Almanya” tezini çürütmeye hizmet eden her çalışmaya destek vermektedir. İşin ilginç kısmı ama, özellikle galip gelen ülkelerdeki tarihi gözden geçirme eğilimlerinden Almanya’nın doğrudan faydalanmasıdır. Bu ülkelerdeki tarihçiler arasında; düz ve o ülkenin ulusal efsanelerinin altını çizen söylemlerden, daha karmaşık sorulara yönelme ve “çok sesli anlatımlara” açılma eğilimleri güçlenmekte. Muhafazakar Alman basını ise, Almanya’daki sol liberal tarih tezlerini, İngiltere, Fransa vb. ülkelerdeki sol eleştirel tarihçilerin tezlerini öne sürerek teşhir etmektedir! (Tersini de diğer ülkeler yapmakta, yani Alman sol liberal tarihçilerini kendi “milli söylemleri”ne dayanak yapmaktadırlar!) Avrupa’nın güncel gelişmeleri ve keskinleşen sorunlarınca da beslenen bu türden eğilimlerin, bu koşullarda, “tek suçlu olmadığını” kanıtlayabilmiş bir Almanya’ya getirisi ortadadır. Hele ki savaşın hatırlanan korkunçluğunun telkin ettiği statükoyla oynamama (ya da tehlikeye atmama) fikirleri de oldukça yaygınsa.

Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü, aynı zamanda “tarihsel revizyonizmin” yayıldığı bir döneme tekabül etmektedir. Tarihi revize etme, yani geriye bakıp gözden geçirme eğilimi, son yıllarda hemen hemen her emperyalist ülkede güçlenenmektedir. Bu bağlamda Rusya’da Çarlık ve kilise; Japonya’da savaş tarihi ve kurbanları anma kültürü; Almanya’da “tek suçlu saplantısı” vb. örneklerden söz edilebilir. Bilindiği gibi, emperyal bir geçmişe sahip Türkiye’de de bir süredir tarihin revizyonu rüzgarları esmektedir.

Geçmiş üzerinde hegemonya kurmayı politik bir ihtiyaç haline getiren, genellikle, ilgili ülkelerin egemen sınıflarının şu ya da bu nedenle yeniden pozisyon almak zorunda kalmalarıdır. Tarih bilimi açısından, bu, bir yönüyle bir yavanlaşmaya (basit indirgemeler, siyah beyaz kalıplar ve tali ve esas faktörlerin yer değiştirmesi gibi) tekabül ederken, diğer yandan ezberlerin de bozulduğu bir sürecin önünü açmaktadır. Tarihin, tarihçilerle sınırlanmayan ideolojik-politik bir mücadele alanı olduğu daha görünür hale gelmektedir.

Bu koşullarda bu revizyonist eğilimin, en başta da “uyurgezer” tarihçileri uyandırması umut edilebilir…

“Hitler uzaydan mı geldi?”*

Birinci Dünya Savaşı’nda kaç kişi öldü?

Savaş sırasında, yarısını askerlerin oluşturduğu 20 milyon kişi öldü. Ancak askeri şiddet sonucu ölen bu insanlara, açlıktan ve yeterince sağlık hizmeti alamadığı için ölenleri de eklemek gerekiyor. Bu durumda sayı 10 milyon daha artıyor. Tabii ki bunlar tahmini rakamlar. Ayrıca o dönem Rusya’nın tuttuğu istatistiklerin eksik olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Rusya’nın rakamları, Osmanlı İmparatorluğu’nun istatistiklerinden bile daha hatalı.

Birinci Dünya Savaşı konusunda konuşurken, önce bu kurbanlar üzerinde durmak gerekmez mi? İnsanlık tarihinde o döneme dek bu kadar çok insanın yaşamını yitirdiği bir başka savaş yaşanmadı.

Gerçekten önce bu konuya değinmek gerekir. Ama bu yaklaşımla hızla yanlış bir noktaya varmak da mümkün. “Savaş korkunç, barış iyi bir şeydir” demek tek başına yeterli değil. Çünkü bu durumda, barıştan savaşa nasıl varıldığına ilişkin bir şey söylenmiş olmuyor. Yani, “böylesi bir savaşın nedenleri nelerdir?” sorusuna yanıt vermek gerekiyor. Tarihe yöneltilmesi gereken bu temel sorudan kaçış yoktur. Ve bu soruya kaçamak yanıt vermeyi hiçbir şey haklı çıkarmaz. Bu soru, sorumluların ve suçluların ortaya konmasını da içerir. Çünkü savaşlar kendiliğinden başlamaz; somut kişilerin aldığı kararların sonucudur.

Birinci Dünya Savaşı’nın sorumluluğunu taşıyanlar, daha ilk kurşun atılmadan bu sorunun gündeme geleceğinin farkındaydı. Krallar, hükümet başkanları, elçiler ve diğerleri, kendilerinin sorumlu olmadığını açıklama yarışındaydı. Alman İmparatoru II. Wilhelm ve Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz-Joseph’in, savaşın başlangıcında kendi halklarına  yaptıkları çağrılara bir bakalım. Her iki çağrıda da, adeta barıştan başka bir şey istemedikleri yönünde yakarış ifadeleri yer alıyor. Franz-Joseph, her zaman, hayatının son anına dek barıştan yana tutum alan bir şahsiyet olarak anılmak istediğini iddia ederek, ama artık bu tavrında ısrar edememekten büyük üzüntü duyduğunu söylüyor. Bunun anlamı şudur: Kimin savaşın çıkmasından sorumlu olduğu sorusu, 20 milyon insan öldükten sonra gündeme gelmemiştir. Tersine savaş başlamada önce bu soruya yanıt verme çabasına girişilmiştir. Bu soru elbette siperlerde de gündeme gelmiştir.

Alman ve Avusturya İmparatorları, savaşı engellemek için değil, aksine kışkırtmak için çaba içerisinde oldular. Yani içeride savaş yanlısı, dışarıda savaş karşıtı olduklarını söyleyebilir miyiz?

Bu, demagojinin bir parçasıydı: “Biz suçlu değiliz, suç ötekilerde”. Bu arada şunu da bilmek gerekiyor. Sadece savaş karşıtları, yaklaşan savaş tehlikesine işaret etmemişti. Dünya Savaşı kavramı, 1887 yılında Friedrich Engels tarafından kullanılmıştır. Üç yıl sonra, o dönem 90 yaşında olan Prusya-Alman Ordusu Genekurmayı  Helmuth von Moltke, Alman İmparatorluk Meclisi’nde bir konuşma yapmıştı. Bu konuşma, Engels’in ifadesinden daha az bilinir. Milletvekili olan Moltke, bütçe konusunda söz aldığında, askeri bütçeye karşı çıkmamış, ancak bir Dünya Savaşı tehlikesinden söz etmiştir. Bu savaşın 1864, 1866 ve 1870/71 yıllarında kendi yönetiminde gerçekleştirilen seferlerle kıyaslanamayacağını söyleyerek, kimsenin böylesi bir savaşın fitilini ateşlememesi gerektiğini söylemiştir. Yani savaş yönetimlerinin değişeceği ve bunun da korkunç sonuçlara yol açacağı konularında öngörülerde bulunmuştur. 1914 yılında Genelkurmay Başkanı olan yeğeni Helmuth von Moltke ise, amcasının bu öngörüsünde bulunamamıştır.

Birinci Dünya Savaşı bağlamında suç ve sorumluluk konuları oldukça açıktır. Ancak günümüz edebiyatına, bu konuya ve savaşın nedenlerine dair soruları gündeme getirmenin yersiz olduğu tezi hakim sanki. Bu tezin en önemli savunucularından biri, Avustralyalı tarihçi Christopher Clark. “Uyurgezerler” adlı kitabına, “Avrupa Birinci Dünya Savaşı’na nasıl girdi?” sorusunu altbaşlık olarak yerleştirmeyi uygun bulmuştu. Kitabın tanıtımı için Berlin’de yapılan etkinlikte, aslolanın “nasıl” sorusu olduğunu, “neden” sorusunun ise konuyu daralttığını vurgulamıştı. Bu temel soru bugün neden gözardı ediliyor?

Bir tarihçinin böylesi bir tezle ortaya çıkmasını tesadüflerle açıklayabiliriz. Esas olarak böylesi bir tezin kabul görüp görmediğine, saçma veya yersiz bir iddia olarak değerlendirilip değerlendirilmediğine, tartışılmadan yaygınlaşıp yaygınlaşmadığına bakılmalı. Clark’ın tezi doğru dürüst bir tartışma yaratmadı. Sorgulanmadan ve yeni bir bilgi olarak kabul görüp yaygınlaştırıldı.

Yayınevi, kitabın tanıtım reklamlarında, “Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının temel sorumluluğunu Alman İmparatorluğu’nun taşımadığına dair çığır açıcı bilgiler” içerdiği iddiasına yer veriyor.

1999’da hayatını kaybeden Alman tarihçi Fritz Fischer, Alman İmparatorluğu’nun temel sorumlu olduğunu söylüyordu. Bugün onun tezleri üzerinde çalışan, bu konuda tartışma sürdürülmesi gerektiğini söyleyen birisini bulana ödül vermek gerekiyor neredeyse. Ama böylesi bir çalışma yok. Adeta bu tezleri tozlu raflara kaldırınca unutturulabilirmiş gibi davranılıyor. Clark, Fischer’i kitabının sonlarında sadece bir kez anıyor. Fischer’i kitaplarında anan başka tarihçiler de tartışmaya girmekten kaçıyor. İngilzce olarak 2012’de ilk kez yayınlandığında, askeri tarihçi Gerd Krumreich, Süddeutsche Zeitung’daki yazısında  Clark’ın kitabını selamlamış, “artık şimdi Fischer’in tezinin işi bitirilmemiş midir?” sorusunu gündeme getirmiştir. Fischer’i savunanlar, bunu gerekçelere dayandırırken, karşıtları bu çabayı gösterme zahmetini bile girmemektedir.

Clark’ın kitabında katiyen kanıtlamadığı böylesi bir tezin bu denli yaygınlaşmasını nasıl açıklayabiliriz? Bu teze göre, herkes bir şekilde suçlu; ama aynı zamanda her biri aynı şekilde suçsuz. Clark, gerçekten yaşamış kişilerin isimleriyle oynadıkları farklı rolleri içeren bir liste hazırlamış. Ancak, “bu rolleri neden oynadılar?”, “neden şu kararı değil de bu kararı aldılar?” ve “bu kararları alırken hangi çıkarları ve fikirleri gözettiler?” gibi soruları gündeme getirmiyor. Ona göre “Nasıl?” sorusunu yöneltmek yeter. Örneğin “rollerini nasıl oynadılar?” sorusu gibi. Bu ise, tarihsel  süreçlerin yüzeyinde gezinmektir. Derinlerine inmek yok. Peki Clark’ın kitabı nasıl oluyor da buna rağmen “çok satanlar” listesinin en üstüne yerleşebiliyor? Veya neden Clark bolca konuşmacı olarak davet alıyor? Ben bu konuda sadece bir tek tahminde bulunabilirim.

Tahmininiz nedir?

Bu durum, bir şekilde tarihi temizlemek isteyenlerin, bunun için de her yolu mübah görenlerin işine geliyor. Şunu söylemek istiyorum: 20. yüzyılın ilk yarısını kapsayan tarihin bir bütün olarak değerlendirilmesini Fischer’e borçluyuz. Bu yaklaşım genel kabul görmüştü. Bunun bir parçası olarak, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında bir bağlantı kurulmuştu. Aynı şekilde yüzyılın başındaki emperyalist çıkarlar ile, emperyalist çıkarların Hitler döneminde yeniden biçimlendirilmesi arasında bir bağlantı kurulmuştu. Yani bir bütün olarak tarihi incelemek anlayışı kabul görüyordu. Bu yaklaşımı terk etmek, bilerek ya da bilmeyerek, Alman tarihini yeniden değerlendirme sonucunu doğuruyor. Bu değerlendirmede ise, sanki Hitler uzaydan bir yerlerden gelmiş gibi görülüyor. Öncesi göz ardı edilirse, Hitler bir defalık bir kusur olarak görülür. Yoksa Almanlar da gayet normal insanlardır. Oysa bugüne kadar ortaya koyulmuş tarih araştırmalarına bakarak, tarihi revize etme çabalarının sonuçsuz kalacağını söylemek mümkündü. Ama bugün bu çabaları yeniden canlandırmak isteyenlerin yaptıklarını görünce, aynı şekilde sonuçsuz kalacağını söylemekte tereddüt ediyorum.

Tarihi yeniden değerlendirme yönünde sergilenen çabaların birçok örneğine tanık olduk. Bunlardan biri, Daniel Goldhagen’in “Hitler’in Gönüllü Cellatları” kitabının 1996 yılında yayınlanmasının ardından sürdürülen tartışmalardı. O dönemde sergilenen yaklaşımların gelip geçici olduğunu söylemek belki mümkündü. Ama Clark ve Alman tarihini temizliğe tabi tutma çabalarını sürdüren diğerleri açısından bakıldığında, bu çabalarla bugün Almanya Federal Cumhuriyeti’nin ortaya koyduğu iddialar arasında bağlantı bulunduğunu görmek gerekiyor.

Ama Fischer’in tezleriyle tartışma da süreklilik arzediyor. Fischer’in ‘Griff nach der Weltmacht’ (Dünya Gücü Olma Girişimi) kitabının ardından başlayan tartışmanın konusu da, yüzyılın ilk yarısında Alman emperyalizmiydi. Şimdi Der Spiegel dergisi de, Fischer’in tezlerinin genel kabul gördüğünü, ama ortaya çıkan yeni bilgiler doğrultusunda taşıdığı hataların giderildiğini söylüyor. Yani 60’lı yıllardaki tartışmanın tekrarını mı yaşıyoruz?

Aslında Fischer’in kitabının adı bile kendi başına bir provokasyondu. Dönemin şahsiyetlerine göre; Almanya sadece ve sadece Hitler döneminde dünya gücü olma yönünde girişimde bulunmuştu. Fischer ise, bu başlığı taşıyan kitabında Birinci Dünya Savaşı ile bağlantı kurmuştu. Ve böylesi bir bağlantı kabul edilmemekteydi. Fischer, asıl karşıtları olan muhafazakar tarihçiler grubuyla sürdürdüğü tartışmadan galip çıktı. Bu grup, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’na “anayurdun savunulması”, “tehlikeye karşı mücadele” gibi nedenlerle katıldığı iddialarını ısrarla savunmaya devam etmekteydi. Onlara göre Fischer, son derece aşağılık tutum sergileyen bir dönekti ve hakettiği muameleyi görmeliydi.

Peki, bir tezin genel kabul görüp görmediğinin ölçütü nedir? Sanırım okul tarih kitaplarını bir ölçüt olarak almak gerekir. Bazı tarih kitaplarına baktım ve şu eğilim açıkça gördüm: Alman İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasında oynadığı özel role dikkat çekilmektedir. Yani bu tez oldukça baskındı.

Öyleyse Der Spiegel’in iddiası doğru?

Evet, büyük ölçüde doğru. Fischer’in tezi genel kabul görmüştü. Bilim çevrelerinde bu konuda bir tartışma sürdürme ihtiyacı duyulmuyordu. Ve şimdi, Avustralyalı bir tarihçinin beklenmedik bir şekilde, onların deyimiyle yeni bir şey ortaya çıkarmış olmasının büyük bir hediye olduğu ileri sürülüyor. Ama birisinin tarihçi olarak “neden sorusu beni ilgilendirmiyor” diyerek ortaya çıkabilmiş olmasını anlayamıyorum. Çünkü biraz abartı olsa da, tarihin “nasıl” sorusuna yanıt arayışı sayesinde ilgi çekici hale geldiğini söyleyebiliriz. Tarihçilerin üstesinden gelmeleri gereken esas mesele burada yatar. Çok kapsamlı bir işe koyulup, “ben ‘nasıl’ı merak ederim, ‘neden’, değil” demek biraz garip doğrusu.

Daha garip olan ise şu: Almanya’nın savaşın çıkmasında öne çıkan bir rol oynadığı tezini katılmasam bile, bunun sonucunda Clark’ın daha geniş kapsamlı tezine katılmak durumunda olmam ki. Onun tezi, “savaşların kaynağını gerçekten araştırmak gerekir mi; eğer araştırılırsa bu bizi yanlış sonuçlara götürmez mi?” sorusunda ifadesini buluyor. Kitabı ilk olarak, 2012’de İngilizce yayınlandı. Yani yayınlandığı dönemde dünyada, “savaşın başlamasından kim sorumlu?” sorusunun yöneltilmemesinden memnuniyet duyacak, bu iddiayı alkışlayacak bir yığın insan vardı. Onların bir kısmı New York’ta, bir kısmı İsrail’de, kimileri de dünyanın başka bölgelerinde yaşıyorlar. Ve, Clark’ın aynı yaklaşımla İkinci Dünya Savaşı üzerine bir kitap yazmasından da memnuniyet duyacaklardır. Ama bu beklentiyi karşılayacak olursa, aslında bulunmak istemeyeceği bir siyasi safa düşecektir. Ama Birinci Dünya Savaşı için kabul edilmeyen bir soruyu İkinci Dünya Savaşı için kabul etmek mümkün değildir.

Ama günümüzdeki savaşlar için yapılmak istenen de işte tam da bu. Savaşların nedenlerine ve sorumlularına ilişkin sorular gündemden uzak tutulmaya veya suç karşı tarafa yıkılmaya çalışılıyor.

Bugün birbirleriyle karıştırılan iki noktayı ayırmak gerekiyor. Birincisi: Bir savaşın nedeni nedir? İkincisi: Onu başlatan nedir? Bu ikisi bambaşka şeylerdir. Nedenleri ele alıyorsak, emperyalist güçler arasındaki çelişkilere bakmak, kimin herşeyi göze aldığını ve savaşa hazırlık yaptığını, dünyadaki siyasi çıkarlarını gerçekleştirmek için savaşın reel bir ihtimal haline geldiği ortamı hazırladığını incelemek gerekir. Bu ortam, dünyanın paylaşıldığı masanın başına oturmakta geç kalan Alman İmparatorluğu’na hakimdi.

Ama çıkarların yanı sıra, savaş girmeye hazır olmak da gerekir. Yoksa savaş çıkmaz. “Savaş ne zaman patlayacak?” sorusu ancak ondan sonra gelir. Bu patlama için de bir fitilin ateşlenmesi gerekir. Bu ateşleme, benim planlarıma uygun olabilr, ama uymak zorunda değildir. Avusturya tahtının veliahtının, 1914’te Saraybosna’da öldürülmesi, Almanların genel planlarına uygundu. Ancak bu, bir rejimin yönetim kademesinin, ilk kurşunun ne zaman nerede atılacağına dair ayrıntılar içeren bir planı olduğu anlamına gelmez. Bir savaşla hangi amaçlarına ulaşmak istediklerine, nasıl bir zafere ihtiyaç duyduklarına, ne tür bir bahanenin savaşı başlatmak için uygun olduğuna dair bir fikirleri vardır. Daima ellerinde, bir savaşı kendilerinin başlatmadığını gösteren bir kanıt olmasını isterler.

Savaşların hedeflerini de bu koşullar arasında saymak gerekir mi? Örneğin 1914’te, Almanya’nın önderliğinde bir “Avrupa Birleşik Devletleri” kurmak gibi. Günümüzdeki durum bu.

Görülen o ki; hedefe ulaşmak için her zaman dünya savaşı olması gerekmiyor. O dönemde savaşın hedeflerini içeren farklı programlar hazırlanmıştı. Bazılarının kapsamı geniş, bazılarının da dar tutulmuştu. Ama şu da daima gözönünde bulunduruluyordu: Önce sofraya oturmamız gerekir; iştahımız yedikçe açılacaktır. Bugün şu tarz gerekçeler öne sürülüyor: Ülke savaşa girmek zorunda kaldığında, aslında Almanya’nın hedefleri falan yoktu. Ama savaş başladıktan sonra, “eğer bu savaşı sürdürmek zorunda bırakıldıysak o zaman bazı hedeflerimiz de olmalı” demeye başladı. Sanki savaşın hedefleri, 5-6 hafta savaştıktan sonra ortaya çıkmış gibi.  Oysa, sonradan Şansölye olan Bernhard von Bülow, 1897 yılında İmparatorluk Meclisi’nde, Almanya’nın Afrika’da elinde tuttuklarıyla (Togo, Kamerun, Alman Kuzey-Batı Afrikası) yetinmediğini, daha fazlasını talep ettiğini söylemişti. Orta Afrika’da yeni bir Alman Sömürge İmparatorluğu’nun oluşturulmasının, ancak Belçika’nın kayıpları pahasına mümkün olduğu ise aşikardı. Bu talebin ardında yatan ise, “Alman ekonomik mucizesi” tanımlamasını gerçekten hakeden ekonomik gelişmeydi.

Elbette emperyalist çıkarları olanlar sadece Almanlar değildi. Gerçi rakipleri, Alman İmparatorluğu’nun elinden bir şey almak istemiyordu. Ama Alman emperyalizminin palazlanmasına göz yummaya da razı değildiler. Fransa ve Büyük Britanya’nın kendisini askeri olarak savunmaya hazır olduğu açıktı. Buradaki asıl soru, kimin bu süreci ilerletici bir rol oynadığı sorusudur. Meselenin özü budur ve Clark’ın bu konudaki bütün çabaları yanlış sonuçlar ortaya çıkarıyor.

Almanların kendi çıkarlarını hayata geçirmeyi hedeflediklerini tespit etmeden doğru sonuca varılamaz. Buna ek olarak, savaş öncesi krizin derinleştiği oranda askerlerin etkisinin arttığını görmek gerekir. Bu durum, örneğin Hitler açısından söz konusu değildi. 1905 yılından itibaren Almanların savaş planlaması, “ilk adımı atan ve en hızlı davranan biz olmalıyız” fikri çerçevesinde hazırlanmıştı. Schlieffen Plan’ında bu fikir çılgınlık ölçülerine vardırılmış, Alman askerlerinin günde 40 kilometre ilerlemesi öngörülmüştü. Ama mesele şudur ki; eğer bir rejimin yönetim kademesi savaş kararını almışsa, askerler sıkıştırmaya başlar: “Lüksemburg’a ve Belçika’ya da girelim. Krizin uzamasına müsade etmeyelim. Düşmanlarımız çoktan seferberliği başlattı…” Belli bir noktadan sonra askerler belirleyici ve süreci ilerletici bir rol üstlenir.

Günümüzde Birinci Dünya Savaşı’na nasıl bakıldığı konusuna dönecek olursak: Bana, sanki sonu belli bir masal yazılıyormuş gibi geliyor. Bir zamanlar emperyal çıkarlarımızın olduğu, ama bugün artık bunun söz konusu olmadığı, hele bugünkü savaşlarda böylesi bir bağlantının asla kurulamayacağı iddia ediliyor.

Şunu biliyoruz: Bugün dünya siyasetini belirleyen çıkarların demokrasiyi yaymak, insanlık düşmanı çabalara ve terörizme karşı mücade etmek olduğu iddia ediliyor. Hepsi bu kadar. Ama geçtiğimiz dönemde, Almanya’nın ekonomik çıkarlarını da gözettiğini açıklayan bir cumhurbaşkanımız olmuştu. Bu açıklamanın hangi tepkilere yol açtığı ve görevden alındığı, bugün hangi noktada bulunduğumuzu gösteriyor.

Şimdiki Cumhurbaşkanı, günümüz toplumunun barış çabalarında “mutluluk bağımlısı” olduğunu söyledi.

Evet, bugün meseleyi öyle ortaya koyuyorlar ki; sanki tek dertleri ahlaki açıdan yüksek değer taşıyan kavramları hayata geçirmekmiş ve bu çabalarını hızla ve dünya çapında sonuçlandıramadıkları için üzüntü duyuyorlarmış. Ardından örneğin Tayland’da demokrasiyi ortadan kaldırmak isteyenlere destek verirken, bunu Putin’i “diktatör” olarak eleştirerek gizliyoruz. Bütün bunların ardında kimi reel çıkarların yattığını belirtmeye gerek yoktur herhalde. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Batı devasa ölçülerde ekonomik kârlar elde etti. Bunu hiçbir savaşla kazanamazdı. Ama şimdi Putin karşılarına çıkıyor ve tamamen ele geçirdiklerini zannettikleri zenginlikleri tehdit ediyor. Eğer çıkar gibi kavramlardan habersiz kuşaklar yetiştirdiyseniz, eksiksiz kapitalizm egemenliğini sağlamışsınız demektir. Çünkü belli bir egemenlik biçimine karşı mücadele edilebilmesinin önkoşulu, onun nasıl işlediğinin kavranılmış olmasıdır. Bu yüzden, meselelerin nasıl tanımlanacağı uğruna verilen kavganın ardında çok derin ve ciddi nedenler yatar.

Yoğunlaşan şiddet ve şiddet politikasına karşı mücadele

AKP Hükümetinin, –devlet yönetiminin başında o bulunuyor– halk kitlelerine karşı izlediği politikanın en önemli araçlarından biri de, hak talebinde bulunan, siyasal demokrasi isteyen, talepleri için mücadeleye yönelen işçi, emekçi, kadın, genç, Türk-Kürt; Alevi-Sünni her kesimden insana karşı izlediği susturma, susturarak hakim olma politikası giderek belirginlik kazanıyor. Son dönemlerde çıkarılan yasalarla birlikte artan polis şiddeti, bir polis devletine doğru hızlı gidişe işaret ediyor. MİT yasası bunun en çarpıcı göstergelerinden biridir. Diğeri, Soma’da iş cinayetinde yaşanan toplu katliamı protesto edenlere karşı girişilen saldırıdır. Hükümet ve partisi elinde tuttuğu gerici şiddet tekelini, burjuva  ve liberal muhalefet dahil, politikalarına karşı çıkan bütün kesimleri etkisizleştirmek için kullanıyor.

ŞİDDETİN ORTAYA ÇIKIŞI

İlkel toplumlarda insanların yaşamlarını ortak paylaşımlar, en önemlisi de korunma üzerine kurmaları ve beraberce yabani hayat karşısında var olabilmeleri doğal bir işbölümünü de beraberinde getiriyordu. Şiddet sadece kendilerini korumaları ihtiyaçlarının bir sonucuydu.

Ancak toplumun sınıflara bölünmesi, sınıfsal çelişkiler, ekonomik olarak güçlü olan egemen sınıfın, aynı zamanda siyasal açıdan da güçlü olması ve güçsüz olan sömürülen sınıf üzerindeki sömürüsünü sürdürebilmek için ezilen sınıfı baskı altına alması ihtiyacının örgütlenmesi olarak devlet ortaya çıktı. Devlet içindeki sınıfsal çelişkiler, sömürü kışullarına razı edilmek üzere sömürülen sınıfların üzerinde zor ve şiddetin gerekli olması, farklı ülkelerin gelişip, güçlerinin artması, yine başka ülkelerin istila edilmeleri, fetih ruhunun güçlenmesi vb. durumlar, toplumun içinden doğmasına rağmen, toplumdan uzaklaşan, giderek onun üstünde yer alan devletin kendisini ve gücünü koruma ihtiyacı doğması, yasalarla yasaklar ve yaptırımların, vergilerin devreye girmesi bu dönemdedir.

Devletin olmadığı ilkel toplumlarda şiddet, tamamen bütün toplumun denetimindeyken ve amaç kendi toplumsal varlıklarını sürdürmek olduğu için klan içi şiddete hiç izin verilmemekteyken, ortaya çıkan devlet, kendini, dolayısıyla dayanağı olan sınıfı korumak için baskı gücü de oluşturur ve polis, ordu gibi özel şiddet kurumları ortaya çıkar. Bu sebeple toplumsal şiddeti, ilkel ve sınıflı toplumlar olarak iki bölümde değerlendirmek gerekir. Devletli toplumlarda şiddet meşrulaştırılır ve kendi özüne uygun olarak kurumsal bir niteliğe sahiptir ve şiddetin örgütlenmesinden başka bir şey olmayan devletin tekelindedir. Egemen sınıflar, bu nedenle devlet olarak örgütlenip silahlanarak gücünü kaybetmemeye çalışır. Siyaset, yani devlet işlerinin yürütülmesi şiddet araçlarıyla sürdürülür. Siyaset ve çıkar çatışmalarının sonucu olarak –iç ve devletlerarası– savaşlar ise şiddetin en yoğun halidir. Şiddet ve siyaset arasında derin bir bağlantı vardır. Marx “Şiddet yeni bir topluma gebe bütün eski toplumların ebesidir” derken bu bağlantıyı işaret etmiştir.

ŞİDDET ÜRETEN KAPİTALİZM

Kapitalizm, öncelikle emek sermaye karşıtlığı üzerinden şiddet üretir. Toplumsal emeğin sermaye birikiminin konusu olmaya ikna edilmesi ve sömürünün süregitmesi önünde sonunda gerici kapitalist şiddeti davet eder. Sömürünün kendisi şüphesiz siyasal bir şiddet içermez ve sömürünün gerçekleşmesi iktisat-dışı zoru, siyasal zoru zorunlu kılmaz. Ama sömürü koşullarının varlığının sürdürülmesi ve öyleyse emekçilerin bu koşullara boyun eğdirilmesi ihtiyacı, sömürü ilişkilerine karşı yükselmesi kaçınılmaz hoşnutsuzluk ve tepkilerin; öfke, nefret ve eylemlerin, protestolar ve giderek başkaldırıların bastırılma zorunluluğu, özetle sömürü ilişkilerinin devamının dış koşullarının oluşturulması, şiddet aleti olarak kapitalist devleti koşulladığı gibi, işçi ve emekçilere yönelik kapitalist zorbalık ve şiddeti olağanlaştırır. İşçi ve emekçilerin kapitalist zorbalık koşullarına “ikna” edilip mecbur bırakılmaları ve bu koşulları ortadan kaldırmaya yönelik tepkililerden alıkonulmaları, kaçınılmaz tepkilerinse bastırılmasının emekçilerin ideolojik olarak rızalarının sağlanmasının ötesindeki tek yolu fiziki zor ya da adıyla sanıyla kapitalist şiddettir.

Öte yandan uluslararası burjuvazi ve kapitalist emperyalist ülkelerin birbirleriyle rekabeti ve işbirliği de, aralarında paylaşım konusu olan dünya pazarlarına, hammadde kaynaklarına, tüm yer altı-yerüstü zenginliklerine sahip olmak ve onları denetlemek içindir. Üretim güçleri tekellerindedir ve tamamen toplumsallaşmış üretimin, emeğin de toplumsallaştığı koşullarda kapitalist özel mülkiyet ilişkilerine dayalı olarak gerçekleşmesini zorlayarak, zoru, ücretli köleliğe mecbur ettikleri işçi ve emekçilerin yanı sıra üretim anarşisi ve kapitalist rekabet çerçevesinde yalnızca üretimin sonuçlarını değil ama dünyayı da paylaşmak üzere birbirlerine de karşı yöneltirler. Buradan da şiddet ürer. Kapitalist mülkiyet ilişkisinde egemenler, daha fazla toprak, daha fazla ucuz işgücü, daha fazla üretim, daha fazla kâr için sömürülenler üzerinde ve üretimin sonuçlarıyla koşullarını paylaşmak üzere birbirlerini hedefleyen şiddetlerini arttırmaktadırlar. Tek tek ülkelerde yaptıklarıyla kalmayıp uluslararası alanda da siyasal ve askeri şiddetle (şiddeti yeniden yeniden üreterek) dünyanın hakim güç olma hayalleriyle dünya halklarını birbirine kırdırmaya, savaş, şantaj, provakasyon vb. her şeyi kullanarak, silahlanmada sınırları zorlayarak, dört koldan hareket halindeler. İnsanlar açlık, yoksulluk, hastalık ve susuzlukla yaşam mücadelesi verirken, egemenler daha fazla kâr için boğuşmaktalar. Şiddet, mülkiyet ilişkisinden ayrı değil, tam tersi bu sarmalın bir bileşeni olarak varlığını sürdürmektedir.

Kapitalizm, başka şeylerin yanı sıra sömürüye dayanan eşitsiz mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan şiddet kültürünü var edip beslemekte ve geliştirmekte olup, insanı yozlaştıran, yabancılaştıran etkilere sahiptir, bu sebeple de korku ve düşmanlık içinde yaşamaya zorlanan insanlar bireysel ve toplumsal ilişkilerinde şiddeti yaşamlarının bir parçası olarak görüp hissetmektedirler. Şiddetin asıl kaynağının sistem olduğunun göz ardı edilmesi sonucunu doğuracağı için bireysel şiddetin gelişmesi her zaman sistemin işine gelmektedir. Otoriteye biat kültürü yaşam biçimi haline geldikçe çeşitli manipülasyonlar ve entrikalar sonucu aldatılıp yedeklenmiş kitlelerin davranışı da yerleşik hal alıyor. Hızla yayılan yobazlık, gericileşme bilimle insanın bir araya gelmesine engel oluyor, bu da, toplumsal özgürlük alanının, dolayısıyla da kişisel özgürlük alanının genişlemesi yerine daralmasına götürüyor, halklara karanlık günler yaşatıyor. Çünkü devletin bütün gayreti insanların kontrol edilebilir ilişkiler kurmasıdır.

Kapitalizm şiddeti ürettiği gibi bilinçli olarak kullanır da. Bu yüzden de şiddet gerçeği yaşamın içinde etkisi arttırılarak varlığı sürdürülen bir olgu olmaktadır. Yoksullukla sindirilmiş, korku ve şiddeti yaşamlarının bir parçası olarak yaşayan insanlar büyük tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Kapitalist sistem, körüklediği şiddet kültürünü emekçilere, yoksul kesime yaymak ve onları sistemle uyumlu, ona boyun eğer hale getirmek için çok çeşitli araçlardan faydalanmaktadır.

Gücü elinde bulunduranlar açısından, onların çıkarlarına dokunan, dolayısıyla istemedikleri her şey hedeftir. Emekçiler, ezilenler kendilerine yönelen sistemin şiddetinin farkında olmasınlar diye de, muhalif hiçbir sese, yazıya ve görsele tahammül edemeyen, bir ağızdan yayın yapan kurum ve kuruluşlar olma özelliğine sahip olan medya organları kamuya tarafsız haber sunmayla ilişkisiz kurumlar olarak tekelleşmiş, ticarileşmiş ve piyasalaşmıştır.

Okullarda, sokaklarda, evlerde, işyerlerinde her yerde bıçaklı, satırlı, sopalı, ateşli silahlı saldırılarla ilgili her gün televizyon programlarında ahkam kesen “bilen kişiler” her şeyin eğitimle çözüleceğinden, varoşlardan, göçlerden, dem vurmaktadırlar. Programlar saldırgan, öfkeli, şiddet içerikli, bağıran insanlardan geçilmez olmuştur. Haber programlarında cinayet, saldırı, tecavüz, linç girişimleri, çarpışmalar, kendinden olmayanı dışlama, değersizleştirme, aşağılama gibi davranışlar, hayatın olağan akışı gibi, her zamanki şeyler gibi sıradan gösteriliyor.

ŞİDDET KENDİNDEN OLMAYAN HERKESE

Sistemce meşrulaştırılmış toplumsal ve bireysel şiddetten en çok payını alanlar kadınlar ve çocuklardır. Erkek egemen sistem kendi kanun ve kurallarıyla kadınların insan olma haklarını bile tanımıyor. Kadın, doğumundan ölümüne kadar geçen sürede psikolojik, fiziksel, cinsel ve ekonomik şiddet görmekte, cinsel tacize uğramış kadınların, utanç, depresyon, değersizlik ve yabancılaşma duygularını hayatları boyunca taşıdıkları ilgili uzmanlarca sıkça dile getirilmektedir. Kadına yönelik şiddette de erkek egemenliğinin dayanağı ve “garantörü” kapitalizmdir, bu ayrıcalıklı konum erkeği kul sahipliği statüsüne taşırken, kadını iki kat eziyor.

Yaşam içinde ele alındığında kız çocukların öldürülmesi, erkek çocuk oluncaya kadar annenin doğum yapmaya zorlanması, kadının tecavüzcüsüyle evlenmesini sağlayarak erkeğin cezadan kurtarılması, kadının da istemediği ve kendisine tecavüz etmiş biriyle ömür boyu yaşamaya mahkum edilerek cezalandırılması, kocası, sevgilisi veya kabul etmediği erkek tarafından öldürülen kadınlara ilişkin haberlerini her gün medyanın rutin haberleri durumuna gelmesi işin renginin ne kadar kara olduğunun göstergesidir.

Son yıllarda çocuklara yönelik ihmal ve istismar vakalarında belirgin bir artış gözlenmektedir. Şiddete uğrayan çocukta, kimseye güvenmeme, öfke, asosyallik vb. ruh halleri ise çocuğun suç işleme, saldırganlık, şiddet uygulama gibi davranışlarda bulunmasıyla sonuçlanıyor.

Eğitim kurumları, çocukların, gençlerin sistem kalıplarına uygun yetişmeleri için en uygun yerlerdir, burjuvazinin buraları önemsemesi, genç beyinlere yerleştireceği kalıpların kendi varlığını sürdürebilmesindeki önemi çok iyi bildiğindendir. Burjuvazi, ayakta kalıp kendi çarkını döndürmek için, ezip sömürdüğü insanları çocukluğundan başlayarak ve her çeşit mekanizmayı da kullanarak uyumlu köleler yapmaya çalışmaktadır.

Gençlik döneminde içsel eğilim her şeyin sorgulanması doğrultusundadır, sadece ailenin değil, toplumun da önem taşımaya başlaması, sadece fizyolojik, biyolojik değil, ahlak, din, sosyallik, siyasi bakış, insanlığın durumu gibi konularda büyük değişimler yaşanması, değerlerin şekillenmesi de önem taşır. Bu anlamda (kapitalizmin eğitim, medya, propaganda, taciz, milliyetçilik, baskı gibi her çeşit saldırı aracının etkisinde oradan oraya savrulabilecekleri gerçeğini unutmadan) gençliği kazanmak geleceği de kazanmaktır.

Kürt halk hareketinin bugün geldiği noktadan geriye bakıldığında, yaşanan, tek kelimeyle zulüm olmuştur. Binlerce insan öldürülmüş, tutuklanmış, yerinden yurdundan edilmiş, insanlar doğum yeri itibariyle bile “terörist” ilan edilerek sürekli bir dışlanmış; “kadın, çocuk” denmeden karalama ve linç girişimlerine maruz kalarak potansiyel suçlu ilan edilmişlerdir. Asker cenazelerinde, bu kadar gencin neden öldüğünün sorgulanması yerine, Kürt ulusuna yönelik tahkir edici milliyetçi söylem ve duyguların geliştirilmesine çalışılmış, kimi zaman da başarılı olunmuştur. Seçim barajı ve birçok entrika ile Kürt ulusunun temsiliyet hakkı elinden alınmak istenmiş, engel olunamayınca da seçilmiş milletvekillerinin işlevsizleştirilmesi için çeşitli suçlamalarla dokunulmazlıklarının kaldırılması için uğraşılmıştır. “Kürt açılımı” konusunda ise, hükümetin oyalayıcı tavrı sadece samimiyetsizliğinin göstergesi olmuştur.

Alevi kitlelerine yönelik aşağılayıcı ayrımcı söylem devletin en üst yöneticilerince hala sürdürülmektedir. Bazen sapkınlık, bazen “Alisiz Alevilik”le adlandırmakla kalınmayıp, Gezi eylemleri sürecinde ve sonraki protestolarda öldürülenlerin nerdeyse tamamının Alevi olması rahat durmadıklarının ve başlarına gelenlere müstahak olduklarının kanıtı olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Hükümetin “demokratlığı” da, “özgürlükçülüğü” de hep Sünni Müslüman ayrıcalığıyla kendine ve yakınlarınadır. Dış ülkelerde din özgürlüğü havarisi kesilen hükümet ve başbakanı kendi ülkesinde neredeyse üçte bir nüfusa sahip Alevilerin ibadethaneleri olan cemevlerine hukuki bir statü vermemek için elinden geleni yapmakta, bürokrasi, emniyet, asker ve yargı içindeki Alevileri etiketleyerek ayıklamakta, işlevsizleştirmektedir. “Alevi açılımları” ise aşure yemek ve birkaç Alevi dedesini umreye götürmenin ötesine geçememiş, sadece gündem yaratmaktan ibaret kalmıştır.

SERMAYE VE DEVLET  ŞİDDETİNE KARŞI MÜCADELE

Türkiye’nin de içinde bulunduğu çoğrafyaya baktığımızda, kapitalist emperyalist güçler ve işbirlikçileri bölgesel gericilikler tarafından kışkırtılan, birbirine kırdırtılan ve gittikçe de yoksullaşan halkların trajedileri bu politikaların somut göstergeleridir. Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan-Musevi ayrımcılığı, yetmedi Sünni-Şii ya da Alevi mezhepçiliği, o da yetmedi, başka sebepler bulundu hep. Binlerce yıllık, geçmişe ait ne varsa talan edildi, yağmalandı, güç olabilecek ne varsa yok edildi, edilmeye çalışıldı, çalışılıyor. Afganistan, Irak, Libya, Suriye sıraya dizildi, bir zamanlar kol kola oldukları, ama çıkarlarına ters düştüğü anda linç arenasına bırakılan liderler, sokaklarda asılan, parçalanan, bombalanan insanlar, bütün şiddet araçları kullanılarak sindirilmeye çalışılıyor.

Ülkemizde de, büyük küçük fark etmeksizin yapılan her protesto eyleminin artık gaz, su, cop, tekme-tokat, gözaltı şeklinde saldırıyla yanıtlanması rutinleşmişken, Newroz ve 1 Mayıs’ı geride bıraktık. “Taksim’i 1 Mayıs kutlamalarına biz açtık” diye açıklamalar yapan Başbakan, bu sefer de 1 Mayıs’ın gösterilen yerde yapılmasını, Taksim’e izin verilmeyeceğini açıkladı. Başbakanın kutuplaştırıcı, provakatif üslubu (ki yerel seçimlerde tavan yaptı), hemen her konuda inatlaşma ve yasaklarla tamamlanmaktadır. Bu kez emekçilerin Taksim’e çıkışını engellemek için öncesinden binlerce polis görevlendirilmiş, barikatlar kurulmuş, sonrasında da Tomalar, coplar, tonlarca biber gazı ve gözaltılarla “gereği” yapılmıştır.

Dolayasız “şiddet aleti” olan devlet en büyük şiddeti “kolluk güçleri” eliyle uyguluyor. Muhalif hiçbir ses olmamalıdır, tek tip ve denetlenebilir insan yapısı oluşturulmalıdır ki, yönetenlerin işi kolaylaşsın, aksi takdirde insanların haklı talep ve özgürlük istemleri, mücadeleleri yönetimi zora sokacaktır. Hiç istenmeyen bu durum için de ekipmanları ile tam teşekküllü polis şiddeti göz açtırmamalıdır. Günlerce süren “Gezi olayları”nda Türkiye genelinde aşırı kullanım sonucu stokları sıfırlanan biber gazı kapsüllerdiyle gözü çıkanlar, öldüresiye dövüldükten sonra yüksekten atılanlar, silahla vurulanlar, sakat kalanlar, dövülerek yaka paça gözaltına alınanlar, mahkemeye henüz çıkamamış tutuklular, kendi ülkesinde düşman olarak görülenler, hoşnutsuzluklarını ifade edip düzene tepki verdikleri için bu şiddetle çok “iyi” tanıştılar.

Soma maden işçileri büyük işçi katliamına uğramış, sorumlu müdür-müfettiş akrabalığı, denetimci müfettiş karı-koca, AKP’li meclis üyesi-maden genel müdürü çifti ve daha ortaya çıkmamış birçok bağlantı ile yukarıda belirtildiği gibi kapitalistin kârı için tam örgütlü bir tezgahla “biri pişirmiş biri yemiş” misali yüzlerce işçi kurban edilmiştir. Ancak bu mahşer yerine dönmüş ortamda bile, Başbakan, nefret kusan yüz ifadesiyle bir göstericiye yumruk atmış, başka birine “sen bu ülkenin Başbakanına yuh çekersen tokadı yersin” demiş, “imam-cemaat” misali Başbakanlık Müşaviri Yusuf Merkel de bir protestocuya aracından inerek tekmeli saldırıda bulunmuştur. Başbakan bununla da yetinmemiş, ülke genelinde yaygınlaşan eylemlerde polisin “çok sabırlı” olduğunu söyleyip, onların biber gazı, tazyikli su, plastik mermi yerine kurşun kullanmalarının yolunu açmıştır.

Sistemin saldırıları karşısında korkuyla bireysel şiddet eğilimlerinin ortaya çıkması anormal bir durum değildir. Ancak unutulmamalıdır ki, sistemin ezdiği, baskıladığı bireylerin bireysel, töresel, inançsal şiddet uygulamaları gibi tepkisel dışavurumlar gerçek sebebin gizlenmesine neden olur. İnsanların içinde bulundukları yaşam koşulları davranışlarını ve psikolojilerini etkiler, bireysel özellikler etkili olsa da, asıl belirleyici olan toplumsal koşullardır. Kitlelerin, her şeyin ticarete dönüştürüldüğü bir yapı içerisindeki ilişkileri, onların korku ve dolayısıyla korunma ihtiyacını tetikler, ancak şiddet, toplum dışı veya karşıtı değil, toplumsaldır; en önemlisi de devlet tarafından sürekli meşrulaştırılan, kurumsallaştırılan bir işleve sahiptir. Gücünü, varlığını sürdürüp, kalıcılığını sağlamaktır esas olan. Şiddetin temelinde genellikle yaşam mücadelesi, egemenlik, iktidar, ölüm vb. güç gösterimi sebepleri vardır. Bu sebepledir ki, iktidar güçlerinin işçi sınıfı ve tüm emekçiler, Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler, aydınlar ve bütün muhaliflere karşı uyguladığı baskı, zorbalık ve şiddet, ezen-ezilen ilişkisi bitip, tüm insanlar eşit ve özgür olana dek ezilen sınıflara uygulanan kurumsallaşmış ve devlet destekli şiddet varlığını bir şekilde devam ettirecektir.

Şiddeti bütün sebep ve sonuçlarıyla ortadan kaldırmanın tek yolu, kapitalizmin uyguladığı şiddete karşı oluşup biriken öfke ve tahammülsüzlüğü dindirmek, bastırmak değil, bu öfkenin siyasi-ekonomik talepler etrafında örgütlenerek doğru kanallara akışını sağlamak için devrimci mücadelenin yükseltilmesidir. İnsana; emekçi kitlelere yönelen şiddet ve sindirme amaçlı baskının, korkuyu besleyeceği gibi karşı hareketi de geliştireceği unutulmamalıdır. Burjuva kapitalist şiddet kendi zıttını; iktidarın işçi ve emekçiler tarafından alınmasına yönelik devrimci şiddeti, kitle şiddetini de doğuracaktır, doğurmuştur. Egemen güçlerin varlığını sürdürmelerinin yolu olarak uyguladıkları şiddete maruz kalanlar, örgütlü mücadeleleriyle gericiliğin kökünü kazıyacak ve gelişme süreci içinde şiddet üreten her ilişki biçimi son bulacaktır. Çünkü, ancak kimsenin kendi mülkiyetinde olanları korumak için başkalarını şiddetle bastırma ihtiyacı duymayacağı; yani tüm üretim araçlarının ve tüm üretilmiş maddi ve manevi zenginliklerin herkesin kolektif mülkiyetinde olduğu bir dünyadadır ki, belirli insan gruplarının (burjuvzinin) başka belirli insan gruplarını (işçi ve emekçileri) ve şiddetle bastırma ve ezmesine ihtiyaç olmayacaktır.

Sermayenin Truva atı: Mega organizasyonlar

2014 Brezilya Dünya Kupası’nın en dikkat çekici yanlarından biri geçtiğimiz yaz başlayan ve turnuva boyunca da devam eden protestolar. Özellikle son yıllarda Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunları gibi “mega organizasyon”lara  yönelik protesto eylemleri düzenlenmesine alışığız. Ancak hiç Brezilya’daki kadar kitlesel, yaygın ve uzun süreli eylemlere tanıklık etmemiştik. Bugüne kadar eylemler hep mega organizasyonlar etrafında yaratılan büyülü atmosfer içerisinde polis şiddetinin ve medya manipülasyonunun da desteğiyle marjinalize edilir ve eylemcilerin aslında son derece gerçekçi ve haklı olan itirazları bastırılırdı. Brezilya’da ise bu başarılamadı. İktidardaki İşçi Partisi lideri Dilma Rousseff’in kesin talimatıyla şiddetlenen polis saldırıları ve burjuva medyanın penguenlikte çığır açmasına karşın, Brezilya halkı beklendiği kadar diz çöktürülemedi. Bunca saldırı ve dezenformasyon sonrası kimse eylemlerin Dünya Kupası öncesi olduğu kadar kitlesel ve yaygın geçtiğini iddia edemez, ancak iktidarın umduğu “bir avuç marjinal” imajının yaratılamadığı da açık. Bu başarının elbette pek çok sebebi var.

Brezilya halkının kendisine düşman olarak, alet edilen sporun ya da organizasyonun adını değil arkasındaki özneleri belirlemiş olması bunlardan önemli bir tanesi. Brezilyalılar suçlunun futbol ya da Dünya Kupası fikrinden ziyade FIFA, IOC (2016’da da Rio de Janeiro Yaz Olimpiyatları var) ve hükümetleri olduğunun farkında. Eylemlerinde bunu hiç gözden kaçırmadılar ve belki birçoğu İşçi Partisi seçmeni olsa da işin siyasi boyutunu, gerçekliğini hiç göz ardı etmediler.

Ancak bu başarıda rol oynayan en kilit unsur, halkın propagandasının temeline tüm emekçileri, ezilenleri kapsayan sınıfsal bir talep ve onun sloganlarını koymasıydı: “Stadyum değil okul, hastane istiyoruz.”

2013 yazından beri sıkça duyduğumuz bu slogan, Brezilya’nın en önemli sorunlarından biri olan kamu hizmetlerinin yetersizliğine işaret ediyor. Ülkenin neredeyse kuruluşundan bu yana her kademede yaşanan ve bir türlü önüne geçilmeyen yolsuzluk, keyfi yönetim, denetimsizlik gibi sorunların da bir sonucu olan bu durumun barındırdığı çelişki, Dünya Kupası’na harcanan para ve inşa edilen gereksiz lüks ve büyüklükteki stadyumlarla (beyaz filler) iyice görünür oldu.

Dünya Kupası’nı düzenlemeye hak kazanıldığı dönemde halkın cebinden hiç para çıkmayacağını iddia eden İşçi Partisi, bugün gelinen aşamada, tamamı kamu parasıyla olmak üzere –resmi olarak– 15 milyar doların üzerinde para harcadı. “FIFA kalitesindeki” 12 stadyum için de 4 milyar doları aşkın para harcandı. Dünya Kupası’nın başlamasına kısa bir süre kala hükümet, “Statlara harcanan parayla eğitim ve sağlığa harcanan para bir tutulamaz. Statlara harcanan para bunun yanında çok küçük bir para” minvalinde bir propaganda çalışması başlattı. Ancak basit bir hatırlatma tüm bu kötü niyetli propaganda atağını boşa düşürdü. Şöyle ki, elbette nicelik olarak bunlar karşılaştırılabilir şeyler değildir. Ancak eğitim ve sağlık için yapılacak kamu harcamaları, 200 milyon Brezilya nüfusunun (ve onların çocuklarının, torunlarının) yararlanacağı çalışmalardır. Buna karşılık stadyumlar çok daha küçük bir azınlığın, hiçbir hayati önemi bulunmayan zevklerini tatmin eder.

‘MASRAFLAR HALKA KÂR ŞİRKETLERE’

Daha da önemlisi, bu stadyumlar inşa edilmiş ve kullanım hakları halka bırakılmış değildir. Kamu-Özel Ortaklığı adlı hinlik sayesinde, Brezilya hükümeti, 9 statta halk adına halka sormadan milyarlarca doları harcamış ve bu statlardan yedisini özel şirketlere devretmiştir. Diğer iki stadyumun (Cuiaba ve Manaus) henüz devredilmemiş olmasının nedeni alıcısının çıkmamasıdır.  Bu da son derece anlaşılır, çünkü mevzubahis “beyaz filler” kesinlikle kâr edebilecek pozisyonda değil; dolayısıyla özel sektörün ilgisini çekmiyor. Bu da halkın, –eğer bir şekilde bu statların kullanım amacı değiştirilmezse– bakım-onarım masraflarını kendi cebinden ödemeye devam edecek olması anlamına geliyor. En baştan halk için tasarlanmayan bu projelerin bugün geldiği nokta basit olarak Kamu-Özel Ortaklığı sisteminin neoliberal düzendeki sözlük anlamıyla açıklanabilir: “Masraflar halka, kâr şirketlere…”

Dünya Kupası ve Olimpiyatlar, bir başka deyişle dünyanın en ayrıcalıklı NGO’ları (kâr amacı gütmeyen organizasyonları) FIFA ve IOC’nin mega organizasyonları, on yıllar içerisinde büründüğü karakter itibariyle, kapitalizmin sermaye birikim araçlarından biri haline geldi. Bu birikim, asıl olarak kamuya ait ya da kamunun yararlandığı kaynakların özelleştirilmesi, zorla el değiştirmesi ya da kamu adına hükümetlerin imzaladığı Kamu-Özel Ortaklığı anlaşmaları aracılığıyla, kamu varlıklarının fiilen sermayeye peşkeş çekilmesiyle gerçekleşiyor.

Olimpiyatlar özelinde, ilk modern yaz olimpiyatı 1896 Atina’dan itibaren Oyunlar’ın hakimiyeti “Hayırsever iş adamları”, “Şirketler” ya da halk adına halkın parasını harcama yetkisini alabilen hükümetlerde olmuştur. Kuşkusuz süreç en başından beri böyle işlese de her zaman için bu kadar pervasızca yürütülmüyordu. Denebilir ki, dünya çapında neoliberal sürecin başlatıldığı 1980’lerde yılların Franco’cusu Juan Antonio Samaranch’ın başkanlığa gelmesiyle birlikte –kuşkusuz onun başkanlığa gelmesinden ziyade, uluslararası sermayenin Samaranch’a telkinleri daha önemlidir– bu yönelim müthiş bir hız kazanmıştır. Olimpiyatların, kentlerin neoliberal dönüşümü çerçevesinde devasa kentsel dönüşüm projelerinin kolaylaştırıcısı, meşrulaştırıcısı olması, bu birbiriyle bağlantılı kapitalist projenin bir örneğidir (1988 Seul’den bu yana 3 milyonu aşkın kent yoksulu evlerinden zorla tahliye edildi ).

1932 LOS ANGELES ÖRNEĞİ

Ancak örneğin Büyük Buhran’ın korkunç ekonomik sonuçlarıyla şekillenen 1932 Los Angeles Olimpiyatları’nın sonuç raporunda “Oyunların hiçbir şekilde ticarileştirilmediği”, “Şirket sponsorluklarıyla  ticarileşmenin aracı yapılmadığı” gururla öne sürülür.  Dönemin ABD Olimpiyat Komitesi Başkanı Avery Brundage, iflah olmaz bir ırkçı olmasının yanı sıra, IOC Başkanı olduğu 1952-1972 arası dönemde de gösterdiği üzere şirketlerin IOC üzerindeki hakimiyetine de karşı çıkmaya çalışan biriydi. Brundage, bunu, bir anti-kapitalist olarak yapmıyordu elbette. 1936 Berlin sonrası “Hitler Almanyası’ndan öğreneceğimiz çok şey var” diyerek, öğrenilecekler listesine “komünizmin temizlenmesi”ni ekleyen Brundage’ın ajandasında zamanın ruhuna uygun olarak Pierre de Coubertin’in ilkeleri vardı.  Modern olimpiyatların babası Pierre de Coubertin, 19. yüzyıldaki ani alt üst oluşların (bunun adı kapitalist gelişmeydi, ancak Coubertin farkında değildi) toplum üzerinde yaratacağı tahribatın farkına varmış, ancak çözümü düzen içerisinde aramıştı. Coubertin, ‘Kaslı Hıristiyanlar’ felsefesinin kurucuları Canon Kingsley ve Thomas Arnold’un düşüncelerinin ve Antik Yunan ideallerinin yeniden canlandırılmasını öne sürüyordu. Coubertin’in hayaline göre Avrupalılar, spor yoluyla, toplumda giderek yayılan alt üst oluşun yarattığı ahlaki çöküntüden kurtulacak ve sağlam karakterli bireyler olarak şekillenecekti.  Coubertin gibi, Brundage da, Olimpiyatları ve IOC’yi böylesi bir ülkünün taşıyıcısı olarak görüyordu. Maalesef IOC başkanlığı için 1 numaralı adayı olan Juan Antonio Samaranch’ın 1980’den itibaren gerçekleştirdiği önemli dönüşümleri göremeden yaşamını yitirdi. Hoş, hayatta olsaydı, o da, IOC ve Olimpiyatların neoliberal dönüşümüne ikna olmakta pek zorluk çekmezdi.

Dönelim yeniden 1932 Los Angeles’a. Ekonomik krizin gölgesi altında gerçekleşen Olimpiyatlar için krizin patlak vermesinden 1 yıl önce belirlenen 1 milyon dolarlık rakam California eyalet bütçesinden, yani kamunun cebinden harcandı. California eyaleti, 1 milyon doları bulabilmek için California 10. Olimpiyatlar Bono Kanunu’nu çıkardı. Ekonomik buhran sonrası olimpiyatlar için harcanan para büyük bir eleştiri konusu oldu. Hatta eyaletin başkenti Sacramento’da ekmek kuyruklarına girmek zorunda olan insanlar “Oyun değil gıda istiyoruz. Rezil Olimpiyatlar” slogan ve dövizleriyle sokaklara çıktı.  1932 Los Angeles’ta Oyunlara karşı gösterilen tepki ve sloganların bugünle olan benzerliği şaşırtıcı. Ancak Oyunların henüz sinsi bir kapitalist proje olarak açığa çıktığını ve bugünkü kadar yıkıcı etkilere sahip olduğunu iddia etmek olanaksız.

1984 LOS ANGELES; DEĞİŞİMİN BAŞLANGICI

Nitekim 1932 Los Angeles, “Ticarileştirilmeye asla izin verilmedi” vurgusuyla savunulurken, 1984 Los Angeles Yaz Olimpiyatları’na gelindiğinde dünya artık bambaşka bir yere evrilmişti. ‘Reagan Olimpiyatları’ olarak anılan ve ABD’nin boykot ettiği 1980 Moskova’ya (ve SSCB’ye) karşı görkemli bir yanıt olarak tasarlanan 1984 Los Angeles, sponsorlar ve özel sermaye tarafından finanse edilen ilk Oyunlar oldu.  Bu, –her şey o kadar da bilinçli bir şekilde gerçekleşmese de– sadece sporda değil tüm dünyada yeni bir çağın ilan edilmesi anlamına geliyordu.

1984’e gelinen süreçte “Münih katliamı” ile anılan 1972 Münih, 1,4 milyar dolarlık masrafı ve 1 milyar dolara yakın zarar etmesiyle anılan 1976 Montreal (borç ancak 2006’da tamamen ödenebildi) ve ABD boykotuyla gölgelenen 1980 Moskova sonrası, IOC, önemli bir popülarite kaybına uğramış, aday kent bulmakta da zorlanmaya başlamıştı. Kent, 1978’de olimpiyatları düzenlemeye hak kazandığında dönemin belediye başkanı Tom Bradley, kent halkına eyalet kasasından hiçbir harcama yapılmayacağı sözünü vermişti. 1976 Montreal felaketi sonrası kimse böyle bir yükü taşımaya gönüllü değildi. Los Angeles Kent Konseyi de, kentin Oyunlara ancak hiçbir mali masraftan sorumlu tutulmazlarsa ev sahipliği yapacağını kesin bir şekilde dile getirdi. Uzun süren tartışmalar sonrası, ABD Olimpiyat Komitesi (USOC) Oyunları finanse edecek sponsor arayışına girdi. Bu, tarihte bir ilkti ve Los Angeles’tan başka aday bulamayan IOC de fazla itiraz edemedi. Oyunların “başarısının” mimarı olarak görülen Los Angeles Olimpiyat Komitesi Başkanı Peter Ueberroth biyografisinde yaşananları şöyle aktarıyor: “En başından bu yana herkes şirketlerin böylesi bir riskin altına girmeyeceğini söylüyordu. Bense aksini savundum Olimpiyatlar kamu ve özel sektörlerin iş birliği yapması için kusursuz bir araçtı. Özel şirketler itibarlarını arttırabilir ve insanoğlu için neyin doğru olduğunu gösterebilirdi.”  Ueberroth, Oyunların halk tarafından finanse edilmemesi gerektiğini, hükümetin Oyunları finanse etmenin ötesinde yapması gereken daha önemli hizmetler olduğunu söylüyordu. Oyunların bugünkü işlevine bakıldığında kulağa hoş gelen bu sözler, aslında kısa sürede “Kamu-Özel ortaklığı”na evrilecek, yeni ekonomik modelin ve bu modelin hiçbir engele takılmadan işlemesini mümkün kılan “devlet denetiminden azadeliği” beraberinde getirecekti.

1984 Los Angeles, kendisini neoliberal trendle birlikte yeniden inşa eden IOC ve Olimpiyatlar’ın, Oyunların ticarileşmesini normalleştirmesi açısından kritik bir işlev gördü. General Motors, Coca Cola, Mc Donald’s, Motorola, Panasonic, Adidas’ın da aralarında bulunduğu 64 resmi sponsor, IOC ile sarsılmaz bir birliktelik kurdu. Ueberroth, Oyunlara ilgiyi artırmak amacıyla, televizyon hakları ihalesine katılmak isteyenlere 500 bin dolar depozito şartı getirdi. Olimpiyatların mali başarısızlıkla anıldığı onca yılın ardından böylesi radikal değişiklikler, özellikle İrlandalı Lord Killalin’in döneminde kuşkuyla karşılansa da, 1980’de göreve gelen Juan Antonio Samaranch, Ueberroth’un bir numaralı destekçisi oldu. Los Angeles Olimpiyatları, kentte halihazırda var olan tesisleri kullandı, bu alanda anormal bir harcamaya sebebiyet vermedi ve yalnızca 413 milyon dolar harcanarak düzenlendi. 1976 Montreal’de 1.4, 1980 Moskova’da 1.35 milyar dolar olan bu rakamın bu kadar aşağıya çekilmesi, üstüne üstlük 250 milyon dolar kâr elde etmesi, büyük bir coşkuyla karşılandı. Kısa sürede 1984’ün simgelediği “ticarileşme” IOC, FIFA, NBA gibi organizasyonların bir numaralı rotası haline geldi. Medya alanındaki ilerleme, küreselleşme ve hakim hale gelen neoliberalizm bu eğilimlerle spor endüstrisinin kusursuz birlikteliğini perçinledi.

‘84’ÜN MİTİ

1984 Los Angeles’ın yarattığı bu hava aldatıcıydı. John Horne ve Garry Whannel bu konuda şunları yazıyor: “Los Angeles Olimpiyatların zarar etmeyeceği, hatta ufak da olsa kâr edebileceğine dair bir mit yarattı. İşin aslı Los Angeles’ta ulaşım alt yapısı ve güvenlik gibi rakamlara eklenmeyen kamu hizmetleri vardı. 1984’ten bu yana hiçbir Oyun, tüm giderler hesaba katıldığında birbirine denk bir mali tablo ortaya çıkaramamıştır. Olimpiyat Oyunları’nın sunumu sistematik olarak Oyunları düzenlemenin masrafıyla, Oyunlara hazırlanılan süreçteki altyapı masraflarını gizlemektedir. Hesaplar göstermektedir ki, Organizasyon Komitesi tarafından elde edilen televizyon hakları, sponsor gelirleri, bilet satışları ve diğer ticari kalemler masrafları karşılarken stadyum ve tesislerin inşaatı gibi altyapı harcamaları buna dahil edilmemektedir.”  Söz konusu harcamalar, tahmin edilebileceği üzere vergi mükellefleri tarafından karşılanıyordu. Ne olursa olsun, 1984 Los Angeles, “ticarileşme” ile IOC arasındaki buzları tamamen eritti ve yeni bir döneme girildi.

Sürücü koltuğunda, sponsorlarıyla birlikte her şeye muktedir ancak tüm vergilerden muaf, Jules Boykoff’un deyimiyle, aynı anda “hem para-state (bir nevi paralel devlet) hem de para-site (parazit)”, FIFA ve IOC’nin bulunduğu bu yeni dönemde, dünyanın bu iki gizemli ve dışa kapalı krallığı, Dünya Kupası ve Olimpiyatlar etrafında yaratılan olumlu imajla işlerini kolayca hallediyorlar.  FIFA ve IOC, ellerindeki yüksek prestijli organizasyonları kullanarak, birer Truva atı gibi girdikleri ülkelerde, maksimum 1 aylık “karnaval”ları için, kendileriyle işbirliği yapan yerel hükümetlere her türlü kararı aldırabiliyor. Örneğin Brezilya’da olduğu gibi, futbol takımı her hafta 2 bin kişiye oynayan Cuiaba’ya yüz milyonlarca dolar harcatarak “FIFA kalitesinde” 45 bin kişilik bir stat yaptırabiliyor. Ne de olsa, turnuva bittikten sonra sinek avlayacak olan bu stadyumun kaderi, bakım-onarım maliyetleri vb. onu zerre bağlamıyor. Peki, kimi bağlıyor ve bu kadar dezavantajlı anlaşmalara nasıl imza atılabiliyor? Elbette kamuyu.

OLAĞANÜSTÜ HAL YARATABİLME GÜCÜ

Öncelikle, Jules Boykoff’un “Celebration Capitalism” kitabında vurguladığı gibi, günümüzde Oyunların, IOC, FIFA ve sermaye lehine aldırabildiği tüm halk düşmanı kararların arkasında, onun bir “Olağanüstü hal” yaratabilme gücü yatıyor.  Burjuva partilerinden medyasına cümle sermaye işbirlikçisinin “tüm ulus için bir karnaval” olduğu konusunda söz birliği ettiği bu “olağanüstü hal” sayesinde Meclis’ten her türlü kanun geçirilebiliyor, FIFA ve IOC’ye tüm kapılar açılabiliyor, güvenlik kuvvetlerine istedikleri her türlü oyuncak satın alınabiliyor.

İkincisi, arkasında felaket bir mali tablo bırakan 2000 Sidney’den bu yana, Kamu-Özel Ortaklığı anlaşmaları aracılığıyla sözde halkla sermayenin işbirliği içerisinde bir maliyet paylaşımından söz ediyor. Ancak pratikte olan şeyse, halk adına devletin her türlü harcamayı yapması ve kaymağı da şirketlere yedirmesi. California Üniversitesi’nden Profesör Faranak Miraftab’ın dediği gibi, “Kamu-Özel ortaklıkları bir Truva atı gibi hediye müjdesiyle gelir ancak yoksulu daha da yoksul hale getirir.”

Üçüncüsü, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, mega organizasyonlar, bugün finans başkenti olarak tasarlanan, dönüşüm geçiren büyük kentlerde sermaye için önemli arazi rantları getiren kentsel projelerin meşrulaştırıcıları olagelmişlerdir. 1988 Seul’den bu yana zorla evinden edilen 3.5 milyon insan, bu anlamda hiçbir şekilde tesadüf değildir.

Sonuç olarak, günümüzde “Dünyanın en uzun süreli reklam kuşağı” olarak tanımlanan mega organizasyonlar, müthiş antidemokratik kurumların öncülüğünde (IOC, FIFA, yerel hükümetler), antidemokratik süreçlerin (mega organizasyon olağanüstü hali) yardımıyla, sermayenin hin bir aracına dönüştürülmüştür. 1932’nin “Oyun değil ekmek istiyoruz” sloganı ile 2014’ün “Stadyum değil okul-hastane istiyoruz” sloganları mega organizasyonların hizmet ettiği sınıfın haklı sloganlarıdır ve bu sloganları gerçeğe dönüştürmede Brezilya 2014 ve 2016 süreçlerinden edinilen deneyimlerin önemli bir payı olacaktır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑