İşçi sınıfı mücadelesi ve dış politika

GÜNCEL SORUNLAR VE SOSYALİST BAKIŞ AÇISI
Yazımızın geçen sayımızda yayınlanan bölümünde, dış politika sorunlarıyla işçi sınıfı mücadelesi arasındaki ilkesel bağlara değinmiş ve bazı örnekler üzerinde durmuştuk.
Bu bölümde, işçi sınıfının, bazı somut durumlarda kendi politikasının uygulanmasına ilişkin daha geniş bir çerçeve çizmeye çalışacağız. Kuşkusuz, büyük bir hareketlilik ye değişim içinde bulunan dünyada, burada sözünü edeceğimiz bazı somut sorunlara sahne olan Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar dışında da önemli çelişmeler ve çatışma odakları vardır. Uzakdoğu’da, Latin Amerika’da ve Afrika’da, gerginlikler ve anlaşmazlıklar, halkların yıkımına yol açan savaşlara neden olmakta, elbette bu bakımdan, işçi sınıfımızın ilgisine değer özellikler taşımaktadır. Ancak ele alacağımız sorunlar, doğrudan doğruya, bugünkü politik ilişkileri ve burjuvazinin çeşitli klikleri arasındaki çelişki ve uzlaşma noktalarını yansıtan ve güncel önemleri sürmekte olan sorunlardır.

BÖLGESEL ÇATIŞMALARIN NEDENİ EMPERYALİZMDİR
Bugün, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da yoğunlaşan çatışmaların ve uluslar arasındaki çelişmelerin gerçek nedeni, bu bölgelerde çok eski zamanlardan beri siyasi hâkimiyet ve hammadde sömürüsü peşinde koşan emperyalistler arasındaki gizli ve açık bir biçimde sürmekte olan çatışmalar ya da zaman zaman birbirleri aleyhine girdikleri uzlaşmalardır. Söz konusu bölgelerin, ekonomik, askeri ve siyasi bakımdan önem taşıyan stratejik konumları, emperyalistler arası çatışmaların yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Gerçekten, bölge halkları ve ulusları arasında, tarihsel geçmişi olan bütün çatışmaların da kaynağında, sömürgeci kışkırtmalar ve emperyalist çıkar çelişmelerinin yol açtığı egemenlik mücadeleleri bulunmaktadır. Emperyalizm, her ulusun içindeki gerici egemen sınıflan kışkırtarak, birbirine düşürerek, aralarındaki tarihsel yaraları deşerek savaşlara neden olmakta, onların çatışma ortamında kendi hegemonyasını pekiştirmenin yollarını aramaktadır. Bu, bir yandan gerici iktidarların ekonomik olarak çok yönlü bağımlılıklarını pekiştirmekte, diğer yandan silah tekellerinin kârlarını artırmaktadır. Buna rağmen, gerek bu bölgelere, gerekse dünyanın diğer bölgelerine yapılan emperyalist askeri müdahaleler, “barışı korumak”, “demokrasi inşa etmek için halka yardımda bulunmak”, “açlığı önlemek” gibi gerekçeler arkasına gizlenmektedir. Örneğin, uzun yıllar boyunca, kamuoyuna “Yahudi-Filistinli çatışması” olarak yansıtılan ve her iki halkın da yıpranmasına ve yoksulluğuna neden olan savaşın ardında, İsrail’i yalnızca Filistin halkına karşı değil, aynı zamanda, Arap halklarına, İran İslam Devrimi’ne karşı kışkırtan ABD ve öteki emperyalist hükümetlerinin bulunduğu artık gizlenemez bir gerçek halini almıştır. ABD, yıllarca kışkırttığı bu çatışmayı, şimdi yeni dengeler oluşturmak ve yeni saldırı hazırlıklarını yoğunlaştırmak için, görünüşte bir barış anlaşmasına bağlamıştır. Hangi biçimi alırsa alsın, bölge halkları arasındaki çatışmalarda ya da sözde barışlarda, emperyalizmin tahakküm ve hegemonya girişimleri bulunmaktadır. Bugün, olur olmaz nedenlerle Irak üzerinde uygulanan baskıda da aynı neden rol oynamaktadır. Irak’ın gerçekten Kuveyt üzerinde bir hareket teşebbüsü ciddi olarak bulunmamasına rağmen, ABD’nin ve bölgedeki işbirlikçilerinin her an yeni bir Körfez Savaşı patlayacakmış gibi davranmaları, buna yönelik propaganda yapmaları ve askeri yığınaklarını güçlendirmeleri de aynı türden bir girişimdir.
Emperyalist müdahaleler, doğrudan doğruya olduğu gibi, yerli işbirlikçi hükümetler ve onların temsil ettiği rejimler aracılığıyla da sürdürülmektedir, İsrail Siyonist reji mi, gizli müttefikleri olan Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer Körfez ülkelerinin gerici yönetimleriyle ABD aracılığıyla birbirine bağlanmakta, böylece görünüşte yakıştırılan Arap-İsrail çatışması, gerçekte gerici rejimlerin birbirlerine bağlanmış olması dolayısıyla, bütünüyle, bölge halklarına karşı gericilerin barışı anlamını kazanmaktadır.
Balkanlar’da da durum farklı değildir. Emperyalistlerce beslenen Tito rejiminin dağılmasını izleyen günlerde, Sosyalist Arnavutluk’un yıkılmasından sonra, bölgede büyük insan kaybına yol açan, bütün üretim olanaklarını tahrip eden kanlı bir savaşın patlak vermesi de, tümüyle emperyalist kışkırtmaların ve çıkar hesaplarının sonucudur. Sırp gericiliğinin ardından Rusya, İngiltere ve kararsız bir biçimde ABD durmaktayken, Sloven, Hırvat ve Boşnak gericiliği de, Almanya ve Fransa tarafından desteklenmektedir. Balkan ülkeleri üzerinde, emperyalistlerin hegemonya mücadelesinin başlıca iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi, Balkan ülkeleri, geri kalmış ve bağımlı ülkeler arasında, en fazla gelişmiş bir pazar olma özelliği taşımaktadır, ikinci olarak da, bu ülkeler, emperyalizmin hegemonya mücadelesinde dayanacağı önemli askeri ve siyasi stratejik özellik taşıyan bir bölgede yer almaktadır. Bir yandan dünya ticaret yollarının önemli bir kavşak noktasında bulunan Balkanlar, aynı zamanda enerji nakil hatlarının da düğümlendiği bir noktadır. Coğrafi konumu bakımından da Balkanlar, dünyanın en önemli ekonomik ve siyasi odaklarının denetlenmesine elverişlidir. Emperyalistler arasında yeni bir paylaşım savaşı baş gösterdiğinde, Balkanlar, Ortadoğu’yu, Akdeniz’in belli başlı deniz yollarını ve limanlarını, Avrupa ve Kafkasya’yı vurmak ve denetlemek için kullanılmaya elverişlidir. Balkanlar, bu bakımdan, üç kıtayı birden el altında tutmaya yeterli bir köprübaşı özelliği taşımaktadır. Dolayısıyla, Balkanlar’daki bugünkü durum, eski rejimlerle yeni rejim arasındaki ya da Müslüman ve Hıristiyan halklar arasındaki bir çatışma değildir. Emperyalistlerin kışkırttığı ve taraf olduğu bir egemenlik mücadelesidir. Balkan Yarımadası, İngiliz, Amerikan ve SSCB etki alanlarına (Sosyalist Arnavutluk dışında) bölünmüş ve otuz yıl boyunca, bu denge ile yönetilmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Bulgaristan’ın ciddi bir siyasi ve askeri güç olmaktan çıkması, İngiliz ve Amerikan emperyalizmine yeni etki alanları açmış ve pusuda bekleyen Alman emperyalizminin atağa geçmesine zemin hazırlamıştır. Almanya; ABD ve İngiltere’nin yaratmak istediği yeni duruma müdahale ederek, Slovenya ve Hırvatistan’da hâkim olmaya çalışmaktadır. Böylece, Balkanlar’da, İngiltere dışındaki Avrupalı ülkeler bir yanda, Amerika, İngiltere ve Rusya da diğer tarafta yer almıştır. Ancak bu gruplaşmalar, henüz önceki dünya savaşlarında olduğu gibi kesin bir karakter kazanmamış, değişik emperyalist ülkelerin birbirlerini kolladıkları ve değişen koşullara göre bazen bir tarafta, bazen diğer tarafta etkin olmaya çalıştıkları bir pozisyon doğurmuştur. Bu kaypak zeminde Türkiye, kendi iç sorunlarına bağlı olarak, bazen Almanya’nın çıkarlarına denk düşen politikalar, bazen de ABD’nin direktiflerine uygun uygulamalar göstermektedir. Fakat hiçbir biçimde, kendisine özgü ve hele “Müslüman Bosnalıların çıkarına uygun” bir politikası yoktur. Türkiye, bu karışık ortamda, kışkırtmaların, provokasyonların ve ajan faaliyetlerinin unsuru olarak yer almakta, buradan derlediği malzemeyi büyük ölçüde iç politikada kullanmaktadır.
Kafkasya’daki uluslar arasındaki çatışmaların ardında, büyük ölçüde emperyalist çıkar çatışmaları bulunmaktadır. SSCB’nin yıkılmasından önce, aynı ölçüde yozlaşmış birer bağımlı ülke durumuna düşen bu ülkelerde, hâkimiyetin başlıca kaynağı olarak ulusal düşmanlıklar körüklenmiş ve yıkılıştan sonra da aynı unsur, batılı emperyalistler tarafından kullanılmaya başlamıştır. Fakat özellikle Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki çatışmalarda görüldüğü gibi, her ülke arasındaki gerginliği kontrol eden esas güç, şu anda da Rusya’dır. Rusya’nın beklediğinden daha düşük bir pay aldığı son petrol anlaşmasından sonra, hemen devreye, darbeci eski Rus işbirlikçilerinin sokulmaya çalışılması, bu girişim başarısızlıkla sonuçlanınca da, Azerbaycan sınırına yakın bölgelere Ermeni askeri güçleri tarafından tehdit edici bir biçimde yağmak yapılması, tümüyle Rusya’nın denetiminde gerçekleşen olaylardır. Rusya, gerek iç karışıklıklar çıkararak, gerekse Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki savaşı sıcak tutarak, batılı emperyalistlerle olan rekabetinde kozları elde tutmak istemektedir. Bu çatışmadan en büyük zararı ise, kuşkusuz Azerbaycan ve Ermenistan halkları görmektedir.
Bu bölgede de Türkiye’nin politikası emperyalist paylaşım kavgasından kendisine bir pay düşmesini gözetmekten öteye bir değer taşımamaktadır. Azerbaycan’daki değişik burjuva-mafya kliklerinden her biriyle uygun koşullarda işbirliği yapmaya çalışan Türkiye’nin bugünkü esas derdi, Azerbaycan petrolünün ticaretinden komisyon almaya kadar düşmüştür. Bir süre önce, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar, büyük Türk dünyası” sloganıyla, görünüşte kendisine özgü büyük hedeflere sahip olduğu propagandasını yapan Türkiye’nin bugün geldiği durum, petrol üzerindeki Rusya, İran ve Amerika-Avrupa çelişmesinde, en çok kâr elde edebileceği bir yer tutmaya çalışmak olmuştur. Azerbaycan, Türkiye’nin de önemli bir iç politika malzemesidir. Faşizmin kitle tabam bulması ve ırkçı propagandanın güçlendirilerek, bir Ermeni ve Kürt düşmanlığının geliştirilmesi için, Azerbaycan olayları kullanılmaktadır. Türkiye, kopardığı yaygaraya değecek hiçbir girişimde bulunmamasına rağmen, Azerbaycan’da çok önemli ve etkili bir yeri varmış gibi davranmakta, fakat büyük emperyalistlerin kendi planlarını uygulaması karşısında, sadece onlardan hangisinin yanında yer alırsa, petrolden daha fazla pay alabileceğinin hesabını yapmaktadır.

DIŞ POLİTİKA VE İÇ POLİTİKA
Uluslararası ilişkiler, bir devletin dış politikasının konusudur. Fakat yine her devlet, dış politikasını belirlerken, iç politikadaki ilişkilerden etkilenir veya dış politikadaki tutumu, iç politikaya yansır ve etkiler. Bu bakımdan, iç politika ile dış politika arasında, karşılıklı bir etkileşme ilişkisi vardır ve her ikisi birden, dünyadaki ve ülke içindeki sınıf mücadelesinin koşullarına ve gelişme doğrultusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Bununla birlikte, özellikle dış politika, birçok durumda, iç politikanın, yani ülke içi sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre, egemen sınıfların tercihlerini yansıtır ve gene karşılıklı olarak, iç sınıf mücadelesinde egemen sınıfların durumunu güçlendirmek için kullanılabilir. Bu bakımdan, dış politikadaki her gelişme, işçi sınıfını ve emekçileri mutlak olarak ilgilendirmektedir.
Örneğin, ülkeyi bir savaşla karşı karşıya bırakma olasılığı taşıyan bir girişim, yalnızca işçi ve emekçi kitlelerin gündelik yaşamını etkilemekle ve onu daha da kötüleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda onların yükselen mücadelesini bastırmak için ideolojik ve siyasi bir silaha da dönüşebilecektir. Bu tür gelişmeler sırasında, burjuvazi, sorunu daima “ulusal bir sorun” olarak göstermeye, işçi ve emekçi kitlelerin tepkilerini en aza indirmeye çalışır ve bu türden girişimlere tepki gösterenleri “vatan haini” olarak damgalar. Geçen bir yıl boyunca, Balkanlar’da, Bosna ve Sırp kuvvetleri arasındaki çatışmada Türkiye kendisine bir yer açmaya çalışırken, iç kamuoyunda destek bulabilmek için, bütün medya araçlarında “eza gören Müslümanlar” propagandasını yükseltti. Savaşı, bir Müslüman-Hıristiyan savaşı gibi göstererek, halkın dini duygularını, kendi politik amaçlarına alet etmeye çalıştı. Bu gerici propagandadan yararlanarak, gerici partilere yardım toplandı, hatta birçok fabrikada, işçilerin ücretlerinden “gönüllü kesintiler” yapıldı. Böylece, bir dış politika sorunu, iç sınıf mücadelesinin ilişkilerine etkide bulunmaya başladı. Bunu, dış politikanın, iç politika üzerinde kullanılması olarak da yorumlayabiliriz. Yazımızın geçen sayıdaki bölümünde de değindiğimiz gibi, egemen sınıflar, iç sınıf mücadelesini etkilemek ve kendi lehlerine bir durum yaratmak için, dış ilişkileri kullanabilirler. Bu sorunun diğer çok önemli bir sonucu, genel olarak emperyalizme olan bağımlılığın artmasıdır. Emperyalizmle olan ilişkileri içinde, bağımlı ülkenin kendisine özgü kaynakları geliştirme ve bunları kendisine özgü politikaların aracı olarak kullanma olanağı yoktur. Bu ilişkiler, sürekli olarak daha derin bir sömürüyü geliştirmektedir ve bağımlı ülkenin ekonomisini, bir dış borçlanma rejimi haline getirmektedir. Dış borçlanma ise, sürekli olarak içeride işçi ve emekçi kitlelerin gittikçe daha yoğun biçimde sömürülmesi sonucunu doğurmaktadır. Sömürünün yoğunlaşması ise, buna karşı koyacak işçi ve emekçi kitlelerin muhalefetini önlemek için her defasında daha da ağırlaşan siyasi baskı ve yasaklamaları beraberinde getirmektedir. Sendikal haklar kısıtlanmakta, her türden örgütlenme baskı altına alınmakta ve özellikle de bu baskının bilincine varmalarını önlemek için, her türden demokratik hak gasp edilmektedir. Bu noktada, işçi sınıfının bilinçli öncülerinin dış politikayı izlemesini gerekli kılan bir başka önemli sorun ortaya çık maktadır. Bilinçli işçiler, emperyalizmin operasyonları görünüşte hangi gerekçelere dayanıyor olursa olsun, müdahaleler hangi biçim altında gerçekleşirse gerçekleşsin, bunların ardında yatan emperyalist çıkarları ve hegemonya hesaplarını teşhis etmekte fazlaca güçlük çekmezler. Fakat bundan daha önemli olan, emperyalizmin işbirlikçisi olan hükümetlerin, bu politikalar yanında saf tutarken ya da kimi zaman bunları protesto ederken, hangi gerçek ilişkilere dayandıklarını görebilmektir. Türkiye yönetici sınıflarının ve hükümetlerinin emperyalizmle ilişkilerinin hangi somut koşulları yarattığı, işçi sınıfı ve emekçi halkın günlük ekonomik ve siyasi hayatı üzerinde nasıl etkiler yapacağı ve bunlara karşı hangi mücadele biçimlerini kullanacağı, birbirine bağlı bir dizi sorunu çözmeyi gerektirmektedir. Türkiye’nin dış ilişkileri, bir yandan emperyalizme bağımlılığı artırırken, diğer yandan da komşu ülkelere karşı düşmanlıklar geliştirmek ve sürekli bir tehdit atmosferini canlı tutmak üzerine kurulmuştur. Böylece Türkiyeli işçi ve emekçiler, komşu halklara karşı düşmanlıkla doldurulmak ve bu ülkelere karşı saldırganlık politikasının aleti haline getirilmek isteniyor. Bütün bunlar, Türkiye’nin ulusal çıkarları ya da “dört tarafı düşmanlarla çevrili vatanın korunması” maskesi altında yapılıyor. Gerçekte, Türkiye’nin komşu ülkelerle tam bir dostluk içinde yaşamasını engelleyen tek şey, her ülkedeki hâkim sınıflar ve bunların halkları birbirine düşman kılan politikalarıdır. Ayrıca Türkiye gericiliğinin ve hükümetlerinin, 1930’lu yıllardan bu yana, ulusal özgürlük ve bağımsızlık diye bir sorunu asla olmamıştır. Tam aksine, burjuvazi ve gericilik, ülkede ekonomide ve siyasette ulusal olan ne varsa, tümünü tasfiye etme ve emperyalizme tam teslim olma politikası izlemektedir. Son dönemde ise, “dünya ile bütünleşme” sloganı altında, ülke ekonomisi, yeraltı ve yerüstü kaynaklan, tümüyle emperyalist ekonominin ve sahip olunan bütün dış ilişkiler de emperyalist politikanın bir parçası haline getirilmektedir.
Bütün bu gerçekler ışığında, şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Türkiye’nin komşu ülkelerle ilişkilerde izlediği gerginlik ve müdahale tutumu, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’daki sorunlara, her aracı kullanarak girme girişimi ve asker yollama politikaları, komşu ülkelere ve halklara karşı izlenen emperyalist politikaların bir devamıdır ve aynı zamanda bu politikaların Türkiye halklarına sunulmasında görüleceği üzere, tam bir aldatmaca ve gericilik içermektedir.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye işçi sınıfının ve halkının, bugüne kadarki mücadelesinde temel bir zayıflığın bulunduğu söylenebilir. Bu, Türkiye’nin dış ilişkileri ve dış politikaları karşısında kayıtsızlıktır. Zonguldak direnişinin bastırılmasında, bu zayıflık kendisini göstermişti. Aynı dönemde gündeme gelen genel grev ve direnişin başarısızlığında da, dış politika konusunda sınıfın donanımsız olmasının etkisi büyüktür. O dönemde, Körfez’de Irak’ın izlediği politika gerekçe yapılarak, ulusun ve vatanın tehlikede olduğu propagandası yapılmış ve bu yalan, özellikle işbirlikçi ve gerici sendikacılar tarafından sınıfa kabul ettirilmişti.
İşçi sınıfının politik platformda mücadelesinin iki boyutu birbirinden ayrılmaz bir bütünlük göstermektedir. İç politika, bu mücadelenin nasıl ihmal edilemez bir yönü ise, ihmal edilemeyecek diğer bir yönü de dış politikadır. İşçi sınıfının sınıf olarak hareket etmesi ve iktidar mücadelesine yönelmesi, burjuvazi ve gericiliğe karşı, iç ve dış politika alanında, bu alanları birbirinden ayırmadan ve bunlar arasında sıkı bir ilişki olduğunu görerek mücadeleye girmesi demektir.

Kasım 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑