14 Aralık ’94 tarihli Özgür Ülke gazetesinde bu gazetenin yazarlarından Cemil Gündoğan’ın “Türkleşmiş Kürtler Çözülürken” başlıklı bir yazısı yayınlandı. Bu yazıda Kürdistan’daki toplumsal gelişme tek yanlı bir yoruma tabi tutuluyor. Gerçi Kürt milliyetçi yayın organlarında sürekli olarak “Kürtlerin kurtuluşu”, “insanlığın kurtuluşu” olarak gösteriliyor ve örneğin Kürdistan’daki mücadelenin bütün insanlığın kurtuluş mücadelesi olarak görülmesi gereğine vurgu yapılıyor.
Bu görüş, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda en ateşli savunucusunu bir kısım liberal aydın ve burjuva reformcu Kürt hareketlerinin şahsında bulmaktadır. Denilebilir ki, ulusal haklarından yoksun bırakılan ve baskı altında tutulan halkların özgürlük için giriştikleri mücadele ve başkaldırılar günümüzde, bir kısmı burjuva liberal aydının ve çeşitli burjuva sosyalizmi akımlarının, ulusal hareketi “toplumsal ilerlemenin motor gücü” biçiminde abartılı bir yoruma tabi tutmalarına, ulusal kurtuluş hareketlerini “insanlığın kurtuluş hareketi” düzeyine yüceltmelerine yol açabilmektedir. Söz konusu bu kesimin sözcüleri, sosyalizmin ve uluslararası proletarya hareketinin dönemsel ve görece geriliğinden de yararlanarak, ulusal kurtuluş mücadelelerinin burjuva yorumuna vurgu yapmakta ve günümüzün “gecikmiş” bu hareketlerini, insanlığı kurtuluşa götürecek hareketler olarak değerlendirmektedirler.
Bu abartılı tanımlama, birbirleriyle bağlantılı ve bağdaşır özelliklerinin yanında, bağdaşmaz özellikleri de olan iki farklı toplumsal hareketin esas olarak proletarya hareketinin aleyhine, reformist milliyetçi bir yorumunu ifade ediyor. Şöyle ki; dar kapsamıyla ulusal kurtuluşu “insanlığın kurtuluşu” olarak değerlendirmek mümkündür. Ulusal kurtuluş, boyunduruk altında tutulan, dili ve kültürü yasaklanmış bir halkın baskıya ve ulusal köleliğe karşı demokratik hareketidir. Ulusal baskı ve eşitsizliğin ortadan kalkması, genel anlamıyla insanlığın kurtuluşu doğrultusunda atılmış bir adımı ifade eder. Ama hepsi o kadar. Ulusların kaderlerini tayin hakkı (siyasal devlet kurma hakkı), ulusal hak eşitsizliğinin ortadan kaldırılması olarak değerlendirildiğinde, bugün bir kısım bağımlı sömürge halklar dışında, gelişmiş ve gelişmekte olan uluslar, ulusal haklarını kullanma iradesine sahip bulunuyorlar. Emperyalizmin, dünya egemenliği sistemi olarak, tüm ülke ekonomilerini bir zincirin halkaları haline getirme kapsamında yarı-sömürge ülke halklarını bağımlılık ilişkileri içinde tutması ölçüsünde, bu “bağımsızlık” göreceli hale gelmekle birlikte, gene de bağımsızlıktır. Ne ki, bu “bağımsız”lığı insanlığın kurtuluşu saymaya imkân yoktur. Kapitalizmin sınırları içindeki “kurtuluş”, gerçekte burjuvazinin kurtuluşudur. Burjuvazinin, proletarya ve emekçiler üzerindeki sınıf egemenliğini ifade eden burjuva ulusal devlet, gerçekte kurtuluşu değil; köleliği, sömürüyü, eşitsizlik ve baskıyı ifade eder. İnsanlığın kurtuluşunu ekonomik kurtuluşta, sosyal devrimde (proletaryanın eylemi sonucu mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi) değil, ama ulusal kurtuluşta, devlet olarak kendini ifade etmede görmek, burjuva eşitlik ve özgürlüğe, gerçek özgürlük ve eşitlik payesi vermektir ki, bu sınıf ayrımları ve sömürü olgusu üzerinde yükselen burjuva devlet koşullarında asla olanaklı değildir. İnsan hakları (eşitlik, özgürlük vb.) kapsamında ulusal hakların elde edilmesi, insanı burjuva mülkiyet ilişkilerinden kurtarmaz, aksine zenginin yoksul aleyhine daha fazla zenginleşmesi ve yoksulu baskı altına almasını sağlar. “İnsanlığın kurtuluşu” kavramı, burjuva sosyalistleri ve liberal burjuva aydınlarının elinde uğradığında yozluktan kurtarıldıklarında, insanın insanal kurtuluşunu, aynı anlama gelmek üzere sermayenin, ücretli emeğin, sınıfsal ortadan kaldırılmasını ifade ederler. Burjuva ulusal kurtuluş kendi başına asla bu kapsama genişlemez. Ulusal kurtuluşun, bir ulusun bir başkası tarafından ezilmeye karşı başkaldırı ve boyunduruktan kurtuluştan fazla bir şey ifade etmesi için, işçi sınıfının önderliğinde halkın devrimci mücadelesiyle proletarya devrimine bağlanması ve toplumsal kurtuluş kapsamına genişlemesi zorunludur. Kürt milliyetçileri ve burjuva sosyalizmin savunucularının dilinde ise bu sözcükler, kapitalizm içi reformcu düzenlemeleri ifade ederler.
TOPLUMSAL ÇÖZÜLMENİN TERSTEN YORUMU
Gündoğan, yukarıda sözünü ettiğimiz yazısında göçertmelerin Dersim, Elazığ, Antep gibi “sınır illeri”nde yaratabileceği değişiklikleri yüzeysel bir yoruma tabi tutarak, toplumsal gelişmenin ana yönünü göz ardı ediyor. “Kars’tan başlayıp Sivas’ın Koçgiri bölgesine uzanan, oradan da güneye yönelerek Antep üzeri Suriye hududunda son bulan Türkler ve Kürtlerin demografik sınırında yer alan iller”m özgünlüklerine değinerek bu illerde devletin, “cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürtleri asimile etmeye yönelik olarak hazırladığı plan ve uygulamalarında” bu özellikleri dikkate aldığını belirtiyor ve bu bölge Kürtlerinin bir kısmının tümüyle Türkleştiğini, bir kısmının ise “Kürt olduklarının bir biçimde farkında olan, ama sosyokültürel davranışları itibarıyla bu gerçeği açık veya kapalı biçimde reddeden” bir kategori oluşturduğunu ileri sürerek, “biz bunlara Türkleşmiş Kürtler adını veriyoruz” diyor. Yazısının devamında Gündoğan, bu “kategorinin “Türk sol sosyalist hareketi üzerinde de bazı etkilerde” bulunduğunu, sol-sosyalist hareketlerden bazılarının, “bu Türkleşmiş Kürt kategorisinin yüzü Türklere dönük kesimlerinin siyaset düzlemindeki yansımaları” olduğunu söylüyor. Ve devamında şu saptamada bulunuyor: “İşte ’94 kitlesel göçertmelerinin sınır illerindeki etkileri ele alındığında özünde gözümüze ilk çarpanlar bu kategorinin kaderiyle ilgili olanlardır. Çünkü kırdan şehir merkezlerine akan kitleler, bu illerin nüfus bileşimlerini Kürt öğesi yönünde değiştirmeye başlamışlardır. Aynı şekilde gelen kitle, görece az asilime olmuş ve ulusal hareketin görece siyasal etkisinde bulunan kesimlerinden oluştuğu için şehir merkezlerindeki asimilasyon süreçlerini olumsuz yönde etkileyerek Türkleşmiş Kürt kategorisinin temellerini zayıflatmaktadır. “
“Bütün bunların sonucunda Kürt ulusal hareketinin bu illerde gelişmesini ve derinleşmesini teşvik eden ikili bir süreç ortaya çıkmaktadır. Birincisi, kırdan şehre göçün bu illeri giderek Kürtleştirmesidir. İkincisi de, bu gelişmenin Türkleşmiş Kürt kategorisinde çözülmeye neden olmasıdır.”
Yazısının sonuç bölümünde yazar, “bu kategoriye dayanan siyasal oluşumların giderek çözülüp dağılan” bir olgu olarak görülmesini istiyor ve “Türkleşmiş Kürt kategorisinin Kürtleşme yönünde görülmeye başlaması”nın aynı zamanda “Kürt devriminde sosyalist ve enternasyonalist öğelerin gelişmesi yönünde” etki yaptığını ileri sürüyor.
Cemil Gündoğan, üzerine bıktırıcı ölçüde konuşulmuş ve tartışılmış bir konuyu yeniden tartışmaya açarken, olguların yüzeysel yanlarıyla ilgilenip, onları burjuva milliyetçi (o “sosyalistim” diyor) anlayışla yorumlayınca, ortaya sosyal-siyasal olay ve olguların keyfi yorumuna dayalı yargı ve sonuçlar çıkıyor. Gündoğan’ın, burjuva sosyalizmi görüşleri doğrultusunda yorumladığı asimilasyon ve son göç olaylarını kısaca da olsa yeniden ele almakta yarar var.
Bilindiği gibi, Türk egemen sınıfları, ulusal hakların kullanım hakkının tanınması talebini de içeren Kürt isyanlarını kanla bastırırken, 1920’lerden başlayarak, Kürt nüfusun asimilasyonunu içeren politikasını da uygulamaya soktular. Peş peşe gelen ayaklanmaları askeri zorla ezerken, Kürt kimliğinin tahribini gerçekleştirmek için dil ve kültüre yönelik yasaklar da yürürlüğe girdi. Türk egemen sınıfları, bir yandan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu ve Kürt diye bir halktan söz edilemeyeceğini propaganda ettiler, öte yandan, bunu pratikte gerçekleştirmek, yani Kürt unsuru Türk nüfus içinde eritmek amacıyla Türkçü bir eğitim sistemini yürürlüğe koyup, örneğin “yatılı bölge okulları” vb.nin açılması biçiminde somut adımlar attılar. 1924 Anayasası’nın gerekçesinde “devletimiz milli bir devlettir, çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka bir millet tanımaz” deniliyordu. “Misak-ı Milli” propagandası, esasta Kürt ulusal varlığının inkârı üzerinde yükselen ırkçılığı ifade ediyordu. Kürtlerin “bir Türk boyu” oldukları iddiasını kanıtlamak üzere sözde bilimsel ispat çabalan artırılırken, Kürt nüfusun dağıtılması uygulaması da yoğunlaştı. 1934’te çıkartılan Mecburi İskân Kanunuyla Kürtlerin, Türk nüfusun yoğun olduğu illere sürülmesi ve orada “toplu olmamak üzere” ve yeniden köy, mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kuramayacak tarzda yerleştirilmesi resmileştirildi. 1938’deki Dersim Katliamı’ndan sonra asimilasyon politikası daha da geliştirildi, bir plana bağlandı ve sonuç alıcı olması için deyim yerinde ise rasyonelleştirildi. Dersim’in önemli bir bölümü 1948’e kadar “askeri yasak bölge” idi. Devletin Kürtleri inkâr politikası, Türkleştirme çabalarının yoğunlaştırılmasını, baskı ve yasaklarla birlikte, ırkçı-şoven eğitime ağırlık verilmesini ve genç nesillerin Kürt değerlerinden uzaklaştırılmasını hedefliyordu.
Kuşkusuz bu politika sonuçsuz kalamazdı ve kalmadı. Ancak Kürt burjuva milliyetçisi ve burjuva sosyalisti gruplarının iddia ettikleri gibi, bu politikanın etkileri yalnızca “sınır iller” denilen illerle sınırlı değildi. Türk egemen sınıfları, Kürt gericiliğiyle işbirliği içinde köleleştirme ve asimilasyon politikasını pratiğe geçirirken, (bu politikanın uygulanma gücü ancak kapitalizmin geri düzeyi ve ulaşım vb. engeller nedeniyle bazı ücra yerleşim birimleri açısından zayıf kalabilirdi) “sınır iller” bir yana, daha önce isyana durmuş illerle birlikte Irak Kürt hareketinden hemen her dönem etkilenmiş Irak’a yakın bölgelerdeki halk hareketi de çoktan bastırılmıştı ve asimilasyonun etkileri buralara kadar uzanıyordu. “Sınır iller”in bir kısmı heterojen nüfuslu oldukları gibi, değişik milliyet kökenli insanlar Diyarbakır, Mardin, Urfa gibi illerde de yaşamaktaydılar. Erzurum, Malatya, Kars, Elazığ, Antep, Maraş, Urfa, Mardin ve Diyarbakır’da Kürtler ağırlıklı olmak üzere, farklı milliyetlerden nüfus bulunuyordu. Asimilasyon politikasının, bölgelere göre farklı düzeyde etkide bulunması kaçınılmazdı; ama Kürt milliyetçilerinin sonraki yıllarda demokratik-sosyalist fikirlerin emekçi Kürt kitleleri içinde yayılmasını “Türkleşme”yle izah etmelerinde de görülebileceği gibi; bazı bölgelerin halkının “tümüyle Türkleşmeyi kabul ettiği” biçimindeki iddialar doğru değildi. Nitekim sonraki yıllarda ulusal hakların talep edilmesinin kapsamı, ulusların kaderlerini tayin hakkının yorumu vb. konularda ortaya çıkan farklılıklarda da toplumsal gelişme zemininde bu politikanın etkileri görüldü. Kürt burjuva milliyetçi akımın versiyonu çeşitli Kürt grupları ise bu farklı etkilenme düzeyini, Dersim gibi bazı illerin emekçilerini toptan karalamanın gerekçesi haline getirdiler. Onlara göre, Dersim başta olmak üzere “sınır iller”de yaşayanlar, “Türkleşen Kürtler” idi ve bunlar Türkleştikleri için Kürt milliyetçiliği buralarda zayıf kalıyordu. Bu durumda, bu bölgelerin emekçilerini yeniden “Kürtleştirmek” gerekiyordu. Anlaşamadıkları ise, “Kürtleştirme”nin hangi yöntemle (eğitimle mi, sopayla mı) yapılacağıydı. 1960’lı yıllardan başlayarak, devrimci demokratik ve sosyalist fikirlerden etkilenen gençler, aydınlar ve işçileri “Türkleşmiş”, asimilasyonu benimsemiş “ulusal hainler” olarak değerlendirdiler. Bunu yaparken, tümüyle pragmacı bir tutum içinde, bazı bölgelerde “biz Türküz” diyebilen, sıradan emekçinin tutumuyla, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin burjuvazi, diktatörlük ve emperyalizme karşı birlikte örgütlenmesi ve mücadelesini savunan Kürt devrimcilerinin tutumunu bilinçli tarzda aynı göstererek, burjuva politik çizgilerini aklamaya çalıştılar. Cemil Gündoğan’ın “Türkleşen Kürtlerin Çözülmesi” başlığı altında soruna getirdiği yaklaşım da, bu eskimiş iddianın tekrarından ibarettir.
Gündoğan, “Türk sol sosyalist hareketleri” diye tanımladığı Marksist partinin ve bazı devrimci grupların Kürdistan’daki varlığını bu “Türkleşmiş Kürt kategorisine bağlıyor. Ona göre son göçlerle bu “kategori” çözülmekte ve bunun için bu sol grupların varlığının maddi temeli de aşınmakta ve yok olmaktadır. Kırdan şehir merkezlerine akan kitlelerin bu şehirlerin nüfus bileşimini “Kürt öğesi yönünde” değiştirdiğini ileri süren Gündoğan, bu göçlerin şehirlerdeki asimilasyon sürecini olumsuz etkileyeceği ve nüfusu “Kürtleşme” yönünde etkileyeceği iddiasındadır. Doğal olarak o, bundan sevinç duymakta ve Kürt ulusal muhalefetinin gelişme potansiyelinin “sınır iller”de de arttığını düşünmektedir.
SOSYALİST OLMA İDDİASIVE “KÜRTLEŞME “NİN MİLLİYETÇİ YORUMU
Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesinin bugünkü düzeyinin, daha önceki başkaldırılardan farklılıklar taşıdığı açıktır. Bu her şeyden önce, toplumsal-ekonomik koşullardaki gelişmenin, kapitalizmin Kürdistan’daki gelişme düzeyinin, uluslaşma ve ulusal haklar için mücadele üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır. Kürt toplumu, hâlâ feodal-aşiretçi yapının önemli etkilerini barındırmakla birlikte, eski kapalı yapı bugün parçalanmış, farklı sınıflar arasındaki çelişkilerle birlikte, ortak ulusal kültürel değerlerin yönlendirdiği hareketin genelleşmesinin zemini güçlenmiştir. Kürt ulusal muhalefetinin “sınır iller”de ve Dersim gibi bölgelerde de güçlenmesinin başta gelen nedeni budur.
Diktatörlüğün azgın saldırıları ve köyleri boşaltma politikası sonucu, şehir merkezlerine göçen Kürt emekçilerinin buralardaki mücadele üzerinde yapacakları etki, ya da bu mücadele içindeki yerleri ise, Gündoğan’ın ya da onunla aynı düşüncedeki Kürt milliyetçilerinin iddia ettikleri gibi tek yanlı değildir. Evet, diktatörlüğün bu politikası iflas edecek, şehir merkezlerinde düzene yönelen potansiyel tehdit edici bir güç kazanacaktır. Köyleri ve evleri yakılan Kürt köylüsünün, devlete duyduğu öfkenin ulusal muhalefeti besleme gibi bir yanı vardır. Bırakalım Antep, Elazığ, Diyarbakır gibi illeri Adana, Mersin, İzmir gibi illerde de Kürt emekçileri ulusal baskıya karşı mücadeleye atılmaktadırlar. Ama bu eksik bir değerlendirmedir. Göçlerin “Türkleşmiş Kürtleri çözdüğü” iddiasında olduğu gibi, bu iddiada da milliyetçiliğin burjuva yorumu sırıtmaktadır.
Kürt toplumu, kapitalizmin gelişmesine bağlı biçimde kaçınılmaz bir ayrışmayı yaşamaktadır. Kürt işçi ve emekçilerinin şehir merkezlerindeki yaşamı ekonomik, politik, sosyal, kültürel bir dizi alanı kapsayan sorunlarla iç içe sürmekte, ulusal baskıya karşı çıkmanın yanı sıra, kapitalist sömürünün yol açtığı sonuçlara karşı mücadele zorunluluğu da kendini dayatmaktadır. Kürt milliyetçiliğinin dar penceresinden yok sayılan sınıf sorunları, sınıf talepleri için mücadeleye atılma gibi somut bir sorun, Kürt işçisi ve şehir yoksullarının karşısında durmaktadır. Eğer bir çözülme varsa -ki vardır- bu esas olarak Kürt toplumunun sınıflara bölünmesi temelinde yaşanmaktadır. Buradan çıkan temel sonuç, “Kürtleşme”nin, tüm bu sınıflar bakımından farklı farklı anlaşılacağı ve farklı içerikle ele alınacağıdır. Kapitalizmin uluslararası niteliğinin ve uluslararasılaşmanın bugünkü düzeyinin ulusal sınırları aşıp geçmesi ve “çözülme”nin bu bakımdan, ulusal alanla sınırlı kalmadığı gerçeğini bir yana bıraksak bile, gelişmenin, Kürt burjuva reformcu ve milliyetçi gruplarının iddialarını geçersiz kılacak doğrultuda olduğu gene üzerinde durulacak esas olguyu oluşturmaktadır. Kürt emekçileri yalnızca “Kürtleşmiyor”, tam tersine, esas olarak işçileşiyor, işsiz kalıyor, sefaleti ve açlığı duyumsuyor. Kürt burjuvazisi de dâhil, burjuva sınıfın baskısını üzerinde hissediyor. Kürt köylüsü “Kürtleşme”den öte taleplerle, “toprakların hepsi ağalarındır, toprak reformu istiyoruz” diyerek, milliyetçiliğin daraltıp yok saydığı sınıf talepleriyle ortaya çıkıyor ya da çıkmaya çalışıyor. Toplumların gelişme tarihinin gösterdiği, bugünkü gelişmelerin de kanıtladığı esas olgu, çözülmenin “asimilasyonun etkilerini ortadan kaldırma” gibi geçici, dar ve gecikmiş bir kapsamın çok ötesinde ve esas olarak ulusların asimilasyonu ve sınıf farklılıklarının derinleşmesi doğrultusunda olduğudur. Kürt milliyetçileri, bu olgunun üzerini örterek ve “Kürtleşme”ye aşırı bir övgü düzerek Kürt işçi ve emekçilerinin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda ulusal kurtuluş mücadelesini sosyalizm mücadelesine bağlamalarının önünü kapatmaya çalışıyorlar. Onların Kürdistan’da işçi ve emekçi tabanına dayanan komünist partiyi, “Türkleşmiş Kürt” kategorisinin siyasi hareketi olarak göstermeye çalışmalarının nedeni de budur. Aralarında Gündoğan gibi kendilerine sosyalist diyenlerin de bulunduğu bu kesimin sözcüleri, “Kürtleşme”, Türkleşme vb. sözcükleri tam da bu sözcüklere içerilmiş olan ulusçu-burjuva kapsamıyla ele alıyorlar. Onlar Kürtlerin Kürt, Türklerin Türk kalmasını istiyorlar. Bu ulusal değerlere sahip çıkma değil, tarihin gelişme yasalarına gerici karşı duruşun ifadesidir. Biraz uzunca olan, ama konuyu aydınlatacağını düşündüğümüz, Lenin’in sözlerini aktarmakta yarar görüyoruz.
“Bütün milliyetçi sosyalistlere, çağdaş her ulusun iki ulusu içerdiğini söyleyeceğiz. Her ulusal kültür iki ulusal kültür içerir. Pruskeviçlerin, Guçkovların, Struvelerin bir Rus kültürü vardır ama ona karşılık Çernişevski’nin, Plehanov’un adlarının nitelendirdiği bir büyük Rus kültürü vardır. Aynı biçimde Ukrayna kültürü vardır; nasıl ki Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, Yahudilerde vb. iki ayrı kültür varsa. Eğer Ukrayna işçileri, Rus kültürünün etkisi altında ise, biz iyi biliyoruz ki, papazların ve burjuvazinin Rus kültürünün fikirlerine paralel olarak, Rus demokrasisinin ve sosyal-demokrasinin fikirleri de o işçiler üzerinde etkide bulunmaktadır. Birinci tür ‘kültür’e karşı savaşırken bir Ukraynalı Marksist, bunu, ikinci kültürden her zaman ayırt edecek ve Ukraynalı işçilere şunu diyecektir: Bilinçli Rus işçisi ile onun yazınıyla, onun fikir çevresiyle her türlü birleşme olanaklarını olanca gücümüzle kavramamız, kullanmamız ve güçlendirmemiz mutlaka gereklidir; hem Ukrayna, hem Rus işçi hareketinin hayati çıkarları bunu gerektirir.”
Lenin’in bu sözlerini Kürt burjuva milliyetçilerini ikna etmek için aktarmadık kuşkusuz. Ama milliyetçi burjuva görüşlerle ufku karalanmaya çalışılan Kürt işçi ve emekçileriyle, Kürt gençlerinin bu sözlerden öğreneceği çokça şey olduğu da açıktır. Kürt burjuva milliyetçiliği, değil Türk milliyetinden işçi ve emekçilerin mücadelesinden öğrenmek ya da daha gelişkin durumda olan devrimci kültür öğelerinden yararlanmak, tam tersine onu toptan karalama ve yok sayma, Türk işçisi ve emekçisiyle, dahası Türk kökenli Marksist ve devrimcilerle Türk burjuva gericiliğini aynı kaba sığdırma çabasındadırlar.
Milliyetçi akım, ulusal yaşamın ve ulusal hareketin uyanışını, ulusal baskıya karşı savaşım ile iktisadi yaşamın, sermayenin, politika ve bilimin uluslararasılaşması ve milliyetçi çitlerin kırılması olgularını tek yanlı ve tarihin gerisinde kalarak ele almaktadır. Ulusal kölelik zincirinin parçalanması gerekliliği gibi haklı bir sorun, proletarya ve emekçilerin kurtuluşu için mücadelenin dışına çekilerek, tümüyle burjuva kalıplarla sınırlandırılmak isteniyor. “Kürtleşme”nin olumlanması bu yönüyle geriye takılıp kalmayı, zorla birliğin yol açtığı eşitsizlik bağlarının parçalanması ve ulusal hak eşitliğinin sağlanmasının ötesine geçen bir burjuva ulusçuluk savunusuyla, Kürt işçi ve emekçileri toplumsal açıdan geriye çekilmeye çalışılmaktadır. Tarihsel gelişmenin vardığı yerde, özünde bir gecikmişliği ifade eden bugünkü ezilen ulus milliyetçiliğine tüm geleceği “belirleyecek” bir paye verilmekte, dahası Kürdistan’da sosyalizmin gelişmesinin yolu da, bazıları tarafından “Kürtleşmek”te aranmaktadır, işte bu sosyalizm ile birlikte toplumsal gelişmenin yasalarını ve yönünü de burjuvaca yoruma tabi tutmaktır.
Kürt işçi ve emekçileri ulusal hakların elde edilmesi ve baskının son bulması için mücadele edeceklerdir. Ama bunun yetmediğini, özgürlük için sınıf sömürüsünün ve sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesine atılmak gerektiğini de bileceklerdir. Kürt Marksistlerinin, Kürt işçi ve emekçilerine, önemle söylemek istedikleri budur. Bu mücadele soyutlanmış, “Kürtlük” sınırları içinde yürütülebilecek bir mücadele değildir. Aksine, başta Türk milliyetinden emekçiler olmak üzere, tüm uluslardan proletarya ve emekçilerle sıkı birliği ve dayanışmayı öngörmektedir. Bunun birinci basamağı, aynı devlet içindeki tüm işçilerin ve ezilenlerin sınıfsal birliği ve mücadelesidir, burjuva çitlerin aşılması ve kırılmasıdır. “Tüm milliyetlerden işçilerin birleşik sınıf örgütlerinde birleşmesi ve kaynaşması” yönündeki gelişme (buna doğru gelişen çözülme) ilerici ve devrimci, fakat buna set çekme yönündeki çabalar ise gericidir, işçilerin ve halkların kaynaşması eğilimini değil de “Türkleşme”yi, “Kürtleşme”yi savunmak, onların önüne gerici bir barikat örmektir. Ulusal değerlere ve ulusal kültüre iki farklı sahip çıkma yolunun olduğunu yukarıda belirttik. Kürt işçi ve emekçileri, “Kürtleşme” demagojileriyle kendilerine örülmek istenen sınıf barikatlarını görüp, bu burjuva barikat ve etkileri aştıkları oranda sosyalizme yaklaşacak ve kendi sınıfsal kurtuluşlarının kavgasını yükseltme olanağını yakalamış olacaklardır. Sosyalizmin güç bulduğu zemin ulusçuluk değil, sınıfsallıktır. Bunu unutturmaya yönelik her çaba, özünde işçi sınıfına ve tüm ezilenlere karşı bir tutumu ifade eder. Kürdistan’daki gelişmeler, şehir merkezlerindeki yoğunlaşmalar sosyalizm mücadelesini zayıflatan değil, güçlendiren gelişmelerdir. Yani “sol sosyalist hareketlerin sosyal dayanağı çözülüp dağılmıyor, aksine daha da güçleniyor. Tarihsel olarak zayıflayıp yok olacak ise, her türden burjuva değer yargısı ve onun üzerinde hayat bulduğu kapitalist sömürü ilişkileridir.
Ocak 1995