’94 Biterken…

Toplumsal olayları, takvim dönemlerinin bitiş ya da başlayışlarından bağımsız olarak kendi doğalarına uygun gidişatını sürdürür. Yine de, takvim zamanının dönüm noktalarında, sanki olayların ve süreçlerin de aynı anda birer dönüm noktasından geçmesi zorunluymuş gibi düşünülür. Umutlardan, özlemlerden bağımsız olarak, akışlarını sürdüren olaylar dizisi, bir süre sonra, yeni yıl kavramının beklentiler bakımından anlamsız kaldığını gösterir Özetle, “işler eskisi gibi gitmektedir”!
Yıllık yatırım planları, siyasi programlar, sosyal hedefler, daima kendilerine özgü bir zamanı izler ve bunlar, hemen hemen hiçbir zaman takvimin yılbaşında başlayıp bitmez. Öyleyse, bir bakıma, “eski yıl-yeni yıl” değerlendirmesi yapmak bir yılsonu ve başını vesile ederek süreci gözden geçirmek demektir.

Uluslararası İlişkilerde ’94
SSCB’nin dağılmasından sonra başlayan uluslararası ilişkilerde gözlenen belli başlı değişiklikler ve bölgesel çatışmalar, son altı yılın değişmeyen gündem maddesi olmaya devam ediyor. Federasyon yapısını korumak üzere, özellikle bağımsızlık eğilimlerinin güçlü bulunduğu Kafkasya’da Rusya, gerilimi sürdürüyor ve tırmandırıyor Azerbaycan-Ermenistan, Gürcistan-Çeçenistan eksenlerinde kışkırtılan bölgesel çatışmalar, halkların bütün maddi ve manevi birikimini tüketen, üretici güçleri, siyasi yapıları ve sosyal hayatı altüst eden bir seyir izliyor ve bölge halklarının tümüyle “Rusya olmadan yaşayamayacağı” bir düzeye düşürülmesi hedefleniyor. Kafkasya’nın özellikleri, savaşın İran ve Türkiye’yi de içine çekebilecek bir yayılma göstermesine zemin hazırlıyor. ’94 biterken, bu bakımdan Türkiye’yi de ilgilendiren en önemli gelişme, Rusya ile PKK arasında gelişen ilişkiler olmuştur. Türkiye, “tarihsel ve kültürel bağlar” propagandasıyla, Kafkasya’da etkili bir güç olmanın yollarını ararken, Rusya, olası her türden müdahale ve kışkırtmaya karşı, şimdi PKK kozunu kullanacağını açıkça hissettirmektedir. Özellikle, Türkiye’nin bir dönem Elçibey vasıtasıyla darbeci girişimlerde bulunduğu Azerbaycan örneği henüz anılardayken, Çeçenistan’da olanlara karşı da, aynı siyasal perspektifle yaklaşıldığını gösteren deliller karşısında, Rusya, yeni tehditler geliştirme yoluna girmiştir. Türkiye, Çeçenistan halkının Rus saldırganlığı karşısındaki direnişini, aynı kamuoyu oluşturma taktikleriyle gündeme getirmiş ve yine faşistlerin başını çektiği gösterilerle, konuyla olan ilgisinin ve bölgedeki girişimlerinin tarzını açığa vurmuştur. Bu tarz, daha önce de Özgürlük Dünyası’nda belirtildiği gibi, “kontrgerilla diplomasisi” olarak adlandırılabilecek yöntem ve araçlarla sürdürülüyor. Gayrı-resmi ve çoğunlukla yasadışı güçlerle kurulmuş olan ilişkiler ve darbe taktikleriyle yürütülen bu sözde “diplomasi”nin hedefi, siyasi ve askeri güç bulundurarak, doğabilecek pazarlıklarda yer almayı sağlamaktır. Fakat son derece ilginç bir biçimde, Türkiye kendi sorunu olarak ilan ettiği PKK ile de kaçınılmaz bir biçimde uluslararası ilişkiler zemininde karşı karşıya gelmektedir. Türkiye’nin Avrupa ve ABD ile olan ilişkileri de dâhil olmak üzere, bütün uluslararası ilişkileri, bu noktada düğümlenmektedir. Bu durum, önümüzdeki yıl boyunca da devam etmeye adaydır.
Türk dış politikasında, ’94, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” sloganının tam bir iflasa uğramasına sahne oldu. “Türkî Cumhuriyetler” diye adlandırılan ve yalnızca Türk oldukları için, Türkiye ile hem de Türkiye’nin istediği biçimde ilişkiler kuracağı varsayılan eski Sovyet Cumhuriyetleri, ırkçı-milliyetçi sloganlara itibar etmeyerek, ciddi ekonomik ve siyasal ilişkiler aradıklarından, bu ihtiyaçlarına hiçbir biçimde cevap veremeyecek durumda olan Türkiye’den uzaklaştılar. Ekonomik ilişkiler için Uzakdoğu’nun sanayileşmiş ülkelerini, siyasal ilişkiler için de, Rusya’yı eksen alan bir hiyerarşik ilişkiyi tercih ettiler. “Adriyatik”, Yugoslavya’nın parçalanmasının sonuçlarıyla ilgili umutları ifade ediyordu. Fakat bu yıl boyunca, Bosna, Türk politikasını yalnızca Refah Partisi’nin yolsuzlukları düzeyinde ilgilendirdi. Bunda, hükümetin, sloganın dış politikada tepkilere yol açan içeriğini geçmişteki bütün propagandalarını Birleşmiş Milletler’in varlığı arkasına gizlenerek unutturmaya çalışması da rol oynuyor.
Türkiye’nin Ortadoğu’ya görünüşte etkili bir biçimde ve İsrail’i başlıca dayanacak güç olarak seçerek girmeye başlaması da, uluslararası ilişkilerde önemli bir adım oldu. Türkiye, bu andan itibaren, Arap dünyası ile sorunlar yaratan ikircikli politikası yerine, Filistin’deki sözde barışı da arkasına alarak İsrail ile açıktan ve gittikçe gelişme potansiyeli gösteren bir işbirliğini başlatacaktır. Bu işbirliğinin başlıca hedefinin, ABD’nin Ortadoğu’daki varlığının güçlendirilmesine ilişkin stratejik amaçları gerçekleştirmek olduğundan kuşku duyulmuyor. Bununla birlikte, Türkiye, PKK’nin ortadan kaldırılmasının da İsrail ile birlikte daha kolay olacağı biçiminde “taktik” hesaplar da yapıyor. Ne var ki, PKK’nin giderek daha yoğun bir biçimde Kuzey Kürdistan’a yerleşmeye başlaması ve MOSSAD’ın “uzmanı” olduğu az sayıda militan ve önderden ibaret “terörist örgüt” kimliğinden çoktan çıkmış bulunması, bu işbirliğinden beklenen sonuçları büyük ölçüde geçersiz kılabilecektir. Ayrıca, böyle bir işbirliğinin, diğer bütün koşullar yerine gelse bile, PKK’nin yok edilmesi sonucunu doğurabilmesi, doğrudan doğruya, ABD’nin ve İsrail’in buna gerçekten ihtiyaç duymalarıyla gerçekleşebilir.
Bununla birlikte, İsrail’le ilişkilerde girilen yeni dönemin özelliklerini de, diğer uluslararası ilişkilerde olduğu gibi, büyük ölçüde, Kürt hareketi belirlemektedir. Türkiye, yalnızca PKK’nin yok edilmesi ile değil, aynı zamanda bölgede şu ya da bu biçimde etkili bir siyasi varlık haline gelen genel Kürt hareketinin yönlendirilmesi bakımından da İsrail ile ilişkilere önem vermektedir. Diğer yandan, ancak petrol gibi özel bir konu ekseninde geçici birlikler oluşturabilen, son zamanlarda  bu konuda kontrolünü de kaybetmiş bulunan Arap dünyasının bölünmesi ve aykırılıkların giderilmesi bakımından da İsrail ilişkileri, özel bir ağırlık taşımaktadır. Fakat ister Kürt halkına, isterse Arap halkına karşı olsun, İsrail’le girişilen her türden işbirliğinin arkasında, esas olarak ABD çıkarları ve stratejileri rol oynayacaktır.
Çekiç Güç’ün “görev süresi”nin birkaç kez daha uzatılması, yalnız Kürt sorununun değil, Ortadoğu’daki bütün uluslararası ilişkilerde, ABD etkisinin ve denetiminin güçlenerek devam ettiğini ve Türkiye’ye, hiçbir biçimde kendisine özgü politikalar izleme olanağı bırakmayan bir düzeye geldiğini göstermektedir. Görünüşte, Türkiye’de hiçbir siyasi partinin, Çekiç Güç’ün varlığından yana olmamasına karşın, bunun nasıl gerçekleştiği ise, doğrudan doğruya, “parlamenter rejim”in karakteri ile ilgili bir sorundur.
Bu arada, ABD, dünyadaki egemenlik alanlarını git gide daha da genişlettiği bir sürece girmiştir ve bu durum, geçtiğimiz yıl, yine askeri müdahaleler biçiminde kendisini göstermiştir. Haiti’deki “demokrasi ve insan hakları adına” girişilen müdahale sonucunda, yoksul halkın, henüz ne istediğini bilmeden, kör bir öfkeyle fakat tümüyle kendisini sömürenlere karşı tepkisinin sonucunda giriştiği ayaklanma, ABD güçlerince bastırıldı.
Geçen yıl boyunca, işçi sınıfının ve yoksul emekçi halk kitlelerin bütün dünyadaki mücadeleleri de, değişik biçimler altında devam etti. “Yeni Dünya Düzeni” kavramı etrafında formüle edilen ve “tarihin sonu” olarak adlandırılarak, sınıf mücadelelerinin artık sona ereceği bir döneme girildiği iddiası, en azından sertleşerek devam eden bu mücadeleler tarafından yalanlandı. Meksika’daki Zapatist köylü hareketi, Peru’da Aydınlık Yol hareketi, yılın son günlerinde ciddi silahlı eylemlerini sürdürürken, Uzak Asya’da ve bazı eski Doğu Bloğu ülkelerinde eski “komünist” partilerin devamı olan partiler, yeniden ve genel oy yoluyla iktidara geldiler. Bu örnekler, hem dünyanın her yanında sürüp giden işçi ve emekçi mücadelelerinin alabileceği boyutları göstermesi bakımından, hem de “kutupsuzluk” iddialarının temelsizliğini ortaya koyması bakımından dikkate değerdir. ABD, Amerika kıtasının tümünde uygulamayı tasarladığı ekonomik bir modelin ön biçimi olarak yürürlüğe koyduğu NAFTA’nın sonuçlarına karşı, Meksika köylülerinden bu ölçüde bir direniş beklemiyordu. “Yeni Dünya Düzeni”nin bu önemli güç gösterisi, Kanada’nın da itirazlarıyla, önemli zorluklar yaşıyor. Doğu Bloğu ülkelerindeki gelişmelerle birlikte ele alındığında, bu sonuç, “Yeni Dünya Düzeni”nin yama tutmadığını göstermektedir. Henüz bunlar çapında olmamakla birlikte, Avrupa’da ve Rusya’da da, geniş işçi ve emekçi kitlelerinin kapitalizme karşı mücadeleleri, geçen yıllara göre artan bir yükseliş gösterdi.
Türkiye’de ’94
Türkiye kamuoyunu yılbaşından bu yana meşgul eden en önemi siyasal olay, Refah Partisi’nin 27 Mart yerel yönetim seçimlerinde başkanlıkların büyük bölümünü kazanmasıydı. Pek çok yönüyle tartışılan, neredeyse kimi burjuva aydın çevrelerde tam bir panikle karşılanan bu durumun yarattığı önemli sonuçlardan birisi, siyasal bakımdan bir uçlara doğru yoğunlaşma yaşanmasına yol açmasıydı. Dinci gericiliğe karşı duyarlı bazı toplumsal kesimlerde, bir yandan yeniden Kemalizm’in sloganlarına ve onun kurumlaşmış savunucusu olarak değerlendirilen ordunun müdahalesine eğilim belirtileri doğarken, ya da bu sonuçtan çıkacak tek yolun bu olduğu propagandasına alttan alta yön verilirken, bir yandan da, özellikle üniversite gençliği arasında, sosyalizme ve demokratik kitle örgütlerine doğru güçlü bir eğilim baş gösterdi. Böylece, ekonomiden politikaya, sanattan geleneksel inançlara kadar gündelik hayatın her konusunda, dinci gericilikle alternatif muhalefet arayışları arasındaki çatışma, Türkiye’nin gündemini belirleyen önemli maddelerden biri haline geldi. Refah Partisi’nin ilgiyle karşılanmasının ardında yatan nedenlerin başında, bu partinin, ikiyüzlü bir biçimde, anti-kapitalist sloganlar kullanması gelmektedir. Tam bir ahlaksızlık ve çöküş içinde bulunan siyasi hayatta, Refah Partisi, “elden giden değerlerin” savunucusu pozisyonunu da tutmaktadır. Bununla birlikte, bizzat kendisinin karıştığı yolsuzluklar ve kirli para ilişkilerinin açığa çıkması, geniş ve militan bir tabana sahip olan bu partinin taraftarlarını etkilemekten uzaktır. Refah’ın güçlenmesinin karşısında, burjuvazi bir yandan, Hitler’ci MHP’yi, aynı motiflerle kamuoyu önüne sürmekte, diğer yandan da, “kökten dinci” akımları kontrol edebilmek için, Refah içinde de bir “değişim” programını uygulamaya çalışmaktadır. Bütün çatışmalara, çelişkilere rağmen, Refah Partisi’nin Amerikancılıkta ve sermaye taraftarlığında diğerlerinden daha geri olmadığını ise, kitleler, yüz-yüze kaldıkları her durumda, kendi deneylerine dayanarak anlayabilmektedir. ’93 başlarında Kâğıthane Belediyesi işçilerinin mücadelesiyle başlayan ve daha sonra Gebze’de yine belediye işçilerinin direnişiyle açıklık kazanan gerçek ise, diğer tüm sömürgenlerle birlikte, Refah Partisi’nin de ipliğini pazara çıkaracak tek ve en etkili gücün işçi sınıfı olduğudur.
Özelleştirme sorunu ve bunun etrafında burjuva fraksiyonlar arasında sürüp giden kayıkçı dövüşü de, geçen yılın en önemli gündem maddelerinden birisiydi. Bütün tartışmalar boyunca görülen, özelleştirmenin, uzun vadeli bir sermaye birikimi modeli olarak değil, günü kurtarmaya yönelik bir proje halinde tasarlandığıdır. İç ve dış borçlar bakımından tarihinin en büyük açmazı ile karşılaşan Türkiye egemen sınıfları, krizden çıkışın en önemli ve tek yöntemini, özelleştirme programında görürken, buna da en anlamlı cevap yine işçi sınıfından geldi.
İşçi ve memur eylemlerinin neredeyse geleneksel yıllık programlar halini aldığı ülkemizde, bu yıl, bir de üniversite öğretim görevlilerinin eylemi yaşandı. Bu olay, yoksullaşma sürecinin toplumun çeşitli kesimlerini saran bir etki kazanarak ilerlediğini göstermesi bakımından olduğu kadar, demokratik hak arama mücadelesindeki yerleri neredeyse unutulmaya yüz tutmuş akademisyenlerin, yeniden saflara yönelmesinin işareti olarak da değerliydi.
Özetle, Türkiye için, uluslararası planda ve iç ilişkilerde, siyasi ve iktisadi kriz ve bütün düğüm noktalarında tam bir çözümsüzlük, ’94’ü karakterize ediyordu. Bu sorunların tümü, önümüzdeki yılda da, belirleyici olmaya devam edecektir. 1995’te de, uluslararası ilişkilerde ve ülke içinde, Kürt sorunu başta olmak üzere, diğer bütün tıkanıklık yaratan sorunlar kalıcılığını sürdürecektir. Özgürlük Dünyası’nın, burjuvazinin yönetim krizi olarak adlandırdığı kronikleşmiş hastalığının aynı zamanda bir “eskisi gibi yönetilmek istememek” cevabıyla karşılanması da beklenmeyen bir olay olmayacaktır. Ancak önemli olan, işçi ve emekçi kitlelerinin, bu taleplerini ve itirazlarını hangi araçlarla ve hangi biçimde ortaya koyacaklarıdır. Bu bakımdan da, devrimci güçlere, halka konuşacağı dili seçmesinde ve neye nasıl karşı koyacağını göstermede büyük görevler düşmektedir. Yeni örgüt biçimleri ve yeni iletişim araçlarının yaratılması, bu açıdan büyük önem ve acil ihtiyaç özelliği taşımaktadır.

Ocak 1995

20 Aralık Eylemi’nin Ortaya Çıkardığı Gerçekler

20 Aralık’ı en kestirme biçimde ifade etmek gerekse söylenecek tek şey; 20 Aralık’ın memur mücadelesinde her bakımdan bir dönüm noktası olduğudur. Eylem öncesi ve sonrası gelişmeler ve gerçekleşen eylem bir yandan memur hareketinin büyük bir direnme ve mücadele potansiyeline sahip olduğunu ortaya koyarken, diğer yandan bugüne kadar bağrında taşıdığı zaaf ve eksiklikleri de açığa çıkardı. Bu bakımdan yapılacak 20 Aralık değerlendirmeleri asıl olarak bu iki cepheden ele alınmalı, irdelenmelidir.

EYLEM BİÇİMİ OLARAK 20 ARALIK
Son yıllarda işçi, memur tüm emekçilerin gündeminden düşmeyen taleplerin en başında tereddütsüz genel grev talebi gelmektedir. Ama gel gör ki ülkemizde genel grev, emekçi yığınlarca yalnızca en çok istenen talep olmakla kalmamakta, aynı zamanda bir eylem biçimi olarak üzerinde en çok tartışılan ve bir türlü mutabakata varılamayan bir özelliğe de sahip bulunmaktadır. İş, yer yer öyle noktalara götürülüyor ki genel grev fiilen imkânsız hale getirilebiliyor. Bu tartışmaların yeni bir vesilesi, 20 Aralık eylemi oldu. Sorun basitçe 20 Aralık’ı ifade etmekle sınırlı kalsa, belki eyleme “genel eylem” ya da “memur genel grevi” demenin pek bir önemi olmayabilirdi. Ancak eylemin hemen peşinden gerek memur sendikası yöneticilerinin ve gerekse de başta Aydınlık dergisi olmak üzere bazı dergi çevrelerinin ve bu dergiler etrafında kümelenmiş bulunan siyasi akımların, “uyarı görevi mükemmelen yerine getirildi sıra genel grevde” şeklinde özetlenebilecek düşünce silsilesi durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. 20 Aralık’ın bu tarzda ifadelendirilmesi yakın dönemde memur mücadelesini önemli problemlerin beklediğinin bir işaretidir. Çünkü genel grev sorununa bu yaklaşım tarzının Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral’in ve genel olarak sendika bürokrasisinin yaklaşım tarzından bir farkı yoktur ve tıpatıp benzeşmektedir. Bu bakış açısıyla hareket edildiği müddetçe, o hakkında çok şeyler yazılan, isçi, memur tüm emekçi yığınların her gösteri ve mitingde haykırdıkları genel grevin gerçekleşmesi çıkmaz ayın son çarşambasına kalacaktır. Zira tarifi yapılan, genel grevden çok bir kılıç darbesidir, bir ayaklanma hali ve anıdır. Böylesine her şey denebilir ama genel grev demek mümkün değildir.
Diğer taraftan genel grevi bu biçimde formüle ettiniz mi koşullarının da buna uygun olarak oluşmasını beklemenizden doğalı yoktur. Söylemek bile gereksizdir ki; bu durumda beklenen Godot asla gelmeyecek, hareketin ortaya çıkardığı fırsat ve olanaklar heba olup gidecektir. 20 Aralık gibi etkili bir eyleme “uyarı” mahiyetinin ötesinde somut bir içerik kazandırılamamasının temel nedeni bir anlamda genel greve yüklenen bu “sihirli değnek” işlev ve imajıdır. Yanlış anlamaya yer vermemek için belirtmeliyiz ki; bir genel grev eylemi hak almaya yönelik olarak örgütlendiği gibi, uyarı veya dayanışma veya bir başka amaçla da örgütlenebilir. Eleştirmeye çalıştığımız 20 Aralık’ın uyarı amaçlı yapılmış olması değil, eylemin “genel eylem” olarak nitelenmesi ve gelecek günlerdeki olası memur mücadelesinin ufkunun buna bağlı olarak çizilmiş olmasıdır. Mücadele ve eylem biçimlerine ilişkin bilinci bulanıklar ve perspektif yoksunları aksini iddia etseler de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e, “bunlar devleti işlemez hale getirdiler, felç ettiler” dedirten bu eylem, öyle söylenildiği gibi “genel eylem” filan değil bal gibi bir genel grevdi. Ve kim ne derse desin 20 Aralık, memur genel grevi olarak tarihteki yerini şimdiden almış bulunuyor.

KİTLESELLİK YÖNÜNDEN 20 ARALIK
20 Aralık, bugüne kadar gerçekleşen en kitlesel memur eylemi oldu. Bir milyonu aşkın memur bu eylemde yer aldı. Yaklaşık iki yüz bin kişi sokaklara çıktı. Sendikalarda örgütlü memur sayısını ikiye katlayan bu kitlesellik, bir yanıyla geniş memur yığınlarındaki derin hoşnutsuzluğun bir göstergesi olurken diğer yandan, memur sendikalarının kuruluşundan bu yana en temel sorunlarından biri olan kitleselleşme sorununa da bir cevap verdi. Memur mücadelesinde kitleselleşme sorununda yaşanan bu zaafların bir kısmı bünyesel yani genel olarak hareketin tarihinden (yani ülkemiz işçi ve emekçi hareketinin kendine has özelliklerinden) kaynaklanırken diğer bir bölümü de dönemsel yani bizzat memur sendikalarının yönetiminde egemen olan anlayışın burjuva liberal reformcu karakterinden kaynaklandı. Soruna daha yakından bakalım. Genel ilkedir; her örgüt mutlak surette bir kitle hareketinin üzerinde şekillenir. Ve yine harekette yaşanan bir istikrarsızlık kaçınılmaz olarak bu örgütte de belirli oranda bir istikrarsızlığa kaynaklık eder. Söz konusu edilen örgüt bir sendika oldu mu, durum daha da yakıcı bir hal alır. Özelinde memur sendikalarının ortaya çıkışı ve şekillenişi bu genel ilkenin dışında gelişmedi. Bir başka anlatımla, Türkiye sendikal hareketindeki bünyesel zaaflar, bire bir olmasa da büyük oranda memur sendikalarının her tür örgütlenme ve mücadele çizgisinde bu nedenle kendi varlık temellerini buldu. Bununla birlikte memur sendikaları yönetimlerinde egemen bulunan anlayışın; memur mücadelesinin gündemine geniş memur yığınlarının en acil taleplerini değil de kendi suni gündemlerini dayatmaları; başka bir anlatımla, günlük sendikal çalışmanın mücadeleci bir gündem üzerinden değil de daha çok “lobicilik” üzerinden yürütülmesi; sendikaların üyeleşme bazında bir türlü istenen seviyeyi tutturamamasının nedenlerinden başlıcası oldu. Yoksa salt 20 Aralıkta değil daha önceki memur eylemlerinde de sendikaya üye olmayan memurların geniş katılımının izahı mümkün değildir. Doğrudan sendikalar tarafından örgütlenen eylemlere katılma ve ama aynı sendikaya üye olmama tutumundaki paradoks 20 Aralık’la çözüme kavuşmuştur: Sorun ancak mücadeleci zeminde yüründüğü vakit çözülecektir.

BİRLİK SORUNU VE 20 ARALIK
Memur mücadelesinde çözüm bekleyen sorunlardan biri de, sendikal birlik sorunudur. Geçen dönemde enerji ve ulaşım sektörlerinde sağlanan birlik, bugün de eğitim işkolunda sonuçlanma aşamasında. Ancak birlik sorununda sağlanan bu olumluluk memur sendikalarının geneli söz konusu olduğunda yetersiz kalmaktadır. Birçok işkolunda bölünmüşlük ve parçalanmışlık devam ediyor ve ne yazık ki yakın vadede umutlu olmak için çok fazla neden yok. Geçmişin olumsuz mirası en fazla kendini birlik sorununda gösteriyor. En az yirmi beş yıllık geçmişi olan memur mücadelesinde, en karakteristik yan; dernekçilik zemininde uç veren ve günümüz sendikal çalışmalarına da taşınan grupçu sekter yaklaşımlardır. Hatırlardadır; memur sendikalarının ilk kuruluş aşamasında, eskinin “birlik ve dayanışmacı”ları fırsatçı bir biçimde kendi meşrebinde sendikaları alelacele oluşturup adeta memur hareketine dayatma yoluna gitti. Bugün eşgüdüm sendikalarını oluşturan bu anlayış, gerek örgütlenme ilkeleri ve gerekse de mücadele prensipleri itibariyle “sosyal demokrat” bir çizginin dahi gerisine düşmüş bulunuyor. 20 Aralık karşısında almış oldukları tutum bunun en açık kanıtını vermektedir. Merkezi olarak eylemi destekler yönde hiçbir tutum belirlemeyerek topu yerel birimlere atmasının bir başka anlam ve izahı yoktur. Eşgüdüm sendikalarının mücadele karşısındaki bu geri tutumları, KÇSP’yi oluşturan sendikalar tarafından sendikal birliğin önündeki önemli engellerden biri olarak görüldü/görülmeye devam ediliyor En son, Eğitim-İş Genel Başkanı Niyazi Altunya’nın Meclis Anayasa Komisyonu’nda, komisyon üyelerine dönüp “artık memurunuza güvenin” sözleri, tartışmasız grevli toplu sözleşmeli sendika mücadelesinde eş-güdümcü anlayışı en iyi anlatan ibreti âlem bir durumdur. Bütün bunlardan sonra birlik sorununda eşgüdümcü sendikalara alman mesafeli tutumlarda şaşılacak bir yan yokmuş gibi görülse de son tahlilde birlik söz konusu olduğunda biricik doğru tanım, hiç kuşkusuz emekçilerin kayıtsız, koşulsuz birliğini savunmaktır. Ancak bu olguların yanı sıra eşgüdüm sendikalarının 20 Aralık karşısında aldığı tutum da göz önüne alındığında; birliğin eşgüdüm platformunda gerçekleşmesinin önünü alacak taktiklerin geliştirilmesinin zaruri hale geldiği de aşikârdır.
20 Aralık tabanda birliği sağlamıştır. Birliğin ancak eylemci ve mücadeleci bir platformda gerçekleşeceği belli olmuştur. Eyleme olumsuz bakan sonuçlarına da katlanır. Bu bağlamda 20 Aralık’a katılmama yönündeki tavır alışın Adana’da Eğitim-İş’in saflarında istifaya kadar varan sonuçlara yol açmış olması, birlik sorununda bundan sonrası için umut vericidir.
Hemen her işkolunda farklı sendikalarda örgütlü veya şu ana kadar herhangi bir sendikaya üye olmayan memurlar, omuz omuza greve çıkıp sokakları zapt ederek dayanışmanın önemini görmüş, birleşmenin sağladığı gücün ayırtına varmıştır. Bundan ötesi daha memur hareketinin ileri unsurlarına kalmıştır. Sendika yönetimlerim birleşmeye yöneltecek baskıyı oluşturmak görevi onların omuzlarındadır. 20 Aralık’ta sağlanan bu tarihsel kazanım mutlak surette korunmalı ve bundan sonrası için boydan boya memur mücadelesinin hizmetine sunulmalıdır.

DAYANIŞMA YÖNÜYLE 20 ARALIK
Türkiye sınıf hareketinde destek ve dayanışma bilincinin gelişmemiş olması gerçeği, sınıf hareketi üzerine yapılan değerlendirmelerde öteden beri en sık vurgulanan şeylerin başında gelmektedir. Bu hususta gösterilen hassasiyetin boşa olduğunu kimse iddia edemez. Çünkü işçi hareketinin, “kendiliğinden hareket” olmaktan kurtulup “kendisi için hareket” düzeyine yükselmesinde, destek ve dayanışma bilinci ve pratiğinin layıkıyla yerine getirilmesinin rolü büyüktür. Bu anlamda da 20 Aralık’ın küçümsenemez katkıları olmuştur denebilir. Daha önce, 20 Temmuz’da oldukça sınırlı oranda gerçekleşen işçi memur birleşik eyleminin sınırları bu kez daha da genişlemiştir. Bu sonuçta, işçi sendikaları şubeler platformlarının aldığı olumlu tutumun önemli payı inkâr edilemez, ancak olabildiği kadarıyla bu birliğin yakalanmasında asıl olan hareketin nesnelliğidir, yani işçi ve memur yığınlarını derinden etkileyen ekonomik kriz ve buradan kaynaklı sermaye saldırılarının işçi, memur, emekçi saflarda yarattığı hoşnutsuzluk ve öfkedir. Öfke öylesine boyutludur ki, bizzat devlet tarafından 20 Aralık Eylemi’ni kırmak için kendi güdümündeki Türk Kamu Sen’e 17 Aralık tarihinde yaptırılan miting, amaçlananın aksine netice vermiştir. Bu eylemde, bir avuç üst düzey bürokratı dışta tutuğumuzda yığınlar, öfke ve taleplerini haykırdılar.
Eğer 20 Aralık’ta dayanışmanın boyutları daha ileri noktalara götürülememişse, bunun baş sorumlusu işçi sendikalarının başına çöreklenmiş bulunan sendika bürokrasisidir. Ama yeri gelmişken memur sendikası yöneticilerini de eleştirmek gerekiyor; onlar da birleşik eylemin gerçekleşmesi için gerekli çabayı ortaya koymadılar. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in de içinde yer aldığı “Demokrasi Platformu”nun biraz şov, biraz da yasak savma türünden yaptıkları, hiçbir plan ve perspektife sahip olmayan soyut destek çağrıları kendilerine kâfi gelmiş gibi hareket ettiler. Bu durumu biz eleştirmiyoruz yalnızca, benzer eleştiriler haftalık Gerçek dergisinin 24 Aralık tarihli 39. sayısında, 20 Aralık’a ilişkin olarak yaptığı değerlendirmede Yol-İş İstanbul 1 No’lu Şube Başkanı ve İstanbul Sendika Şubeleri Platformu Yürütme Kurulu üyesi Ercan Atmaca tarafından da dile getiriliyor.

MÜCADELE GÜNDEMİ VE 20 ARALIK
20 Aralık’ın hemen ardından memur sendikası yönetimlerince yapılan açıklamalar yalnızca yazımızın başında genel grev sorununa ilişkin eleştirmeye çalıştığımız düşüncelerden ibaret kalmadı. Daha açık bir deyişle; söylenen sadece “sıra genel grevde” söylemi değildi. Bundan sonrası için belirlenecek görevlere ve izlenecek mücadele hattına dek oldukça kapsamlı sözler edildi. Örneğin, “Son üç beş aydır, ‘kamu çalışanları öldü bitti’, diyerek felaket tellallığı yapanlara, yine kamu çalışanlarının bugünkü kadrolarına,  öncülerine ‘sağcı, teslimiyetçi’ damgası vuranlara da 20 Aralık güzel bir ders vermiştir” sözlerini Tüm Maliye-Sen Başkanı İrfan Erdemoğlu değil de, sıradan bir memur söylese üzerinde durmanın hiçbir gereği olmazdı. Çünkü memur hareketinin mücadele gündeminin belirlenmesinde bir nebze payı ol(a)mayan birisine kimsenin bir diyeceği olmazdı. Biliyoruz bu sözlerimize Erdemoğlu çok kızacak, kendilerine haksızlık ettiğimizi, kendilerinin tabanın sesine kulak verdiklerini, zaten bu tutumlarını “söz, yetki, karar çalışanlara” sloganıyla da formüle ettiklerini öne sürecektir. Öne sürecektir, sürmesine de, cevabını bizden değil, bizzat Erdemoğlu gibi düşündüğünden zerrece kuşku duyulamayacak birinden, Eğit-Sen Genel Başkanı İsmet Aktaş’tan alacaktır. Bakın o görkemli 20 Aralık Eylemi’nden Aktaş’ın çıkardığı temel ders nedir: “…20 Aralık’ı çok iyi değerlendirmeli… Daha merkezi, daha disiplinli bir yapılanmaya gitmemiz gerekiyor. Bu eylem de göstermiştir ki, daha disiplinli bir yapı olan konfederasyonlaşmayı gerçekleştirmeliyiz. Bir üst örgütlenmeye sıçrama talebi (buraya dikkat-S.S.) tam da bugün mücadele içinde tartışılmalı.” Şimdi, “daha merkezi”…”daha disiplinli” olma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor dersiniz? KÇSP’de neyi istiyordunuz da, gerçekleştiremiyordunuz? Sorularını sormanın bir yararı yoktur. Çünkü anlamı çok açıktır. Buna, literatürde benmerkezcilik denir ve tabanın söz ve karar sahibi olmasını baştan dıştalar. Aktaş olsun, Erdemoğlu olsun ve ya onlar gibi düşünenlerin mantığı “yağarken küpümü doldurayım” mantığıdır. Bu mantıktır ki, aylar boyu memur hareketinin gündemini konfederasyonlaşma, kısır tartışmalarıyla meşgul ve işgal eder. O nedenle “20 Aralık güzel bir ders vermiştir” ama Erdemoglu’nu eleştirenlere değil… Bizzat Erdemoğlu’na ve onun düşüncesinde olanlara.
Aslına bakılırsa 20 Aralık, memur mücadelesinin bundan öte hangi gündemde yürümesi gerektiğini emredici bir tarzda gözler önüne serdi.
Açık yüreklilikle söylemek gerekir ki; 20 Aralık, memur sendikalarına egemen olan zihniyetin elinde tıkanmanın eşiğine dayanmış memur mücadelesine yeni bir soluk getirdi ve onun kılcal damarlarına taze kan pompaladı. Gözden ırak tutulmaması gereken, yakalanan bu halkanın doğru değerlendirilemediği koşullarda çok çabuk tersine dönme eğilimini de içinde barındırdığıdır. Ancak ne var ki eylem sonrası söylenen ve bir kısmını buraya aldığımız birazda alelacele yapılan açıklamalar, 20 Aralık’ın yeterince doğru değerlendirilmediğini göstermesi yönüyle ümit kırıcı, talihsiz açıklamalardır.

20 ARALIK VE EGEMEN SINIFLARIN POLİTİK GÜÇSÜZLÜĞÜ
20 Aralık’ın en çarpıcı sonuçlarından biri de egemen sınıfların içinde bulundukları politik güçsüzlüğü gözler önüne sermesi oldu. İşçi ve emekçi sınıflara karşı tarihinin hiçbir döneminde olmadık derecede bir saldırı politikası izleyen sermaye cephesi ve onun devletinin baskıcı uygulamaları emekçi yığınların ideolojik ve moral olarak devletten kopuşunu hızlandırmaktan öte bir sonuç vermiyor. İşçi ve emekçilerin yükselen muhalefetini önlemek yolunda her tür uygulamanın içinde olan burjuvazi ve devlet, memurların karşısına da Türk Kamu-Sen’i çıkarmak istedi. Alay-ı vala eşliğinde 17 Aralıkta Ankara’da bir miting örgütledi. Ne var ki evdeki hesap çarşıya pek uymadı. Mitinge katılanlar bizzat düzenleyici devlet ve onun emekçilere saldın politikasını lanetlemeye yöneldi. Üstelik devletin bu sinsi politikası, 20 Aralık Eylemi’ne katılımı artırmaktan başka bir sonuç vermedi. Aldatmanın kâr etmediği yerde işin içine tehdit etmeler girdi. Başbakan başta olmak üzere bakanlar, müsteşarlar ve valiler de 19 Aralık akşamı itibariyle biri bin paraya olan tehditlerini savurmaktan geri durmadılar. Ne var ki, 20 Aralık tarihinde 1 milyon memur eylem yapınca, devlet bir anda memurunu hatırlayıp onunla “barışma” ihtiyacı duydu. Daha önce de benzer bir durum Türk-İş’in düzenlediği Ankara Yürüyüşü’nde devletin başına gelmişti. Sendika ağlarının denetlemekte ipin ucunu kaçırması, yürüyüşü tam bir düzen karşıtı gösteriye dönüştürmüştü.
Bütün bu gelişmeler ’95 yılının öyle bazı felaket tellallarının söylediği gibi işçi ve emekçiler açısından hiç de “kara bir yıl” olmayacağının kanıtlarını vermektedir. Belki de hiçbir dönem yakalanmadık ölçüde işçi ve memurların birleşik eyleminin temelleri açığa çıkmıştır. Hiç kimse, yığınların cesaret ve kararlılığı üzerinde var olan bu dev potansiyeli kendi fukara politikalarına alet etmeye çalışmamalıdır. Memurlar özelinde gündem artık, uyarı amaçlı değil, hak almaya dönük eylemlerin örgütlenmesidir. Gelinen noktada 20 Aralık’ı aşmayan bir mücadele ve örgütlenme çizgisini memur hareketine empoze etmeye kalkışmak, dünden farklı olarak bugün ihanetle eş anlama gelecektir.

(Alıntılar, 24 Aralık tarihli haftalık Aydınlık dergisinde, İrfan Erdemoğlu ve İsmet Aktaş’la yapılan röportajdan alınmıştır.)

Ocak 1995

Öcalan’ın son mektubu bağlamnında Devrim ve Diplomasi Üzerine, Bir Daha

PKK, Abdullah Öcalan’ın imzasıyla, dünyanın belli başlı emperyalist şefleri ve NATO, BM, AGİK ve Avrupa Konseyi gibi belli başlı emperyalist kuruluşlarına gönderilen mektupla, yeni bir “barış taarruzu” olmanın oldukça ötesinde bir anlam ve içeriğe sahip yeni bir diplomatik yaklaşım ve diplomasi atağını gündeme getirmiş bulunuyor.
Son birkaç yıldır PKK propagandasının özü ve asıl yönelimini oluşturan, ama ısrarla açıkça tanımlanmaktan kaçınılan “siyasi çözüm” arayışının gerçek içeriği ve boyutlarını da anlamlandırıp açıklayan bu içerikteki bir diplomasi, beklenmeyen bir şey değildi. PKK çevrelerinden sızan haber ve seslendirilen beklentilere göre, geçtiğimiz Ağustos’ta “önemli gelişmeler” olacaktı! Oysa Türk burjuvazisi ve diktatörlük savaşı tırmandırıyordu. Değişmeyen propaganda ve iddia, “topyekûn imha” ve ” ’94te PKK’nın belinin kırılacağı”na ilişkindi. Geleceğe ilişkin belirli işaretler veriyor olsa da, göreceğimiz gibi, emperyalist politikanın genel çerçevesi de böyle bir zamanlamayı olanaklı kılmıyordu; ama bu, yalnızca Türk burjuvazisi ve diktatörlüğün politikasının var olan olanakları engellemesi olarak görüldü.
Ancak verilen işaretlerde artış görülmeye başlandı ve imha savaşının tırmandırıldığı ’94 yılının özellikle ikinci yansı boyunca, yalnızca PKK çevreleri değil, yerli ve başta CIA olmak üzere, yabancı istihbarat çevreleri yanında diplomatik ve politik çevreler de yeni bir ateşkes ve diplomasi atağı konusunda haberler yayıp yorumlar yaptılar. PKK, içinde bulunduğu durumda işaretleri değerlendirmeye ihtiyaç duyuyor; diğerleri ise, bir yandan işaretlerden diğer yandan da PKK’nin bugünkü olanakları ve yönelimleri, konjonktür çerçevesindeki genel ve işaretler karşısındaki özel tutumlarından hareketle değerlendirmeler yapıp tahminlerde bulunuyorlardı.
Sadece istihbarattan kaynaklanmakla kalmayıp PKK politikalarının genel yönelimi ve çerçevesine ilişkin saptamalar ve yorumlarla beslenerek yayılan bu yöndeki haber ve beklentiler, gerçeği yansıtmakla sınırlı değildi ve aslında, yönlendirici diğer politikalar yanında, bizzat PKK’yı güdümlemeyi ve onda belirli beklentiler oluşturmayı amaçlıyordu. Sonunda, PKK, koşulları ve zamanı uygun gördü; kendi beklenti ve politikalarıyla belli başlı uluslararası politik, diplomatik ve istihbari çevrelerin, emperyalistlerin beklenti ve politikalarının belirli bir uyum sağladığı saptamasıyla atağını başlattı.
Doğrusu, ’92 ortalarından bu yana, reformist Kürt burjuvazisinin PKK üzerindeki etki ve ağırlığı artmış, başka şeylerin yanı sıra, bu etki, SSCB’nin çöküşünün anlamı ve yarattığı sonuçların “bilincine varılarak”, Vietnam türü bir zaferin olanaksızlığı ve savaşın “iyi” bir uzlaşmayla sonuçlandırılması zorunluluğu üzerine geliştirilen tezlerin geçerlik kazanması biçiminde kendisini ortaya koymuştur. PKK politikaları böyle bir uyumun tutturulmasına yönelmiş; reformist Kürt burjuvazisinin ağırlığı arttıkça, bu uyum daha çok amaçlanır ve istenir olmuştur. Kürt burjuvazisi, bir yandan zorbalık ve zulmün yükselişi, bir yandan da oluşturulan beklentilere bağlı olarak, kendisini her geçen gün daha çok emperyalizmin kollarına atmakta ve bu durum PKK’yi giderek daha fazla etkisi altına almaktaydı. Ve son diplomasi atağı, bu etkiler bileşimi altında başlatıldı.

EMPERYALİZM, İLİŞKİLER VE İKİ ÖRNEK
Öcalan, Clinton ve diğerlerine, NATO ve diğer kuruluşlara yolladığı mektubunda şunları yazdı:
“… Dünyanın hiçbir yerinde acil müdahaleyi bu kadar dayatan bir sorun yoktur… Dünyanın artık bu devlet katliamına daha fazla seyirci kalmaması gerektiğine ve Kürdistan’daki Türk özel savaş uygulamalarına karşı tutum alması gerektiğine inanıyorum. Bunu, ulusum adına ve geciktirilmeden bekliyorum. Bu konuda üstümüze düşeni yapmaya hazır olduğumuzu söylüyorum. Yapacağınız girişimleri ve atacağınız adımları sonuna kadar destekleyeceğimi ifade ediyorum.” (Özgür Ülke, 26 Kasım 1994)
7 Kasım ’94 tarihli bu mektup, belirli bir yönelimin kendi sonucuna götürmek üzere, temel bir adımın atıldığını ortaya koymaktadır.
Sorunun, ’93 Martı’nda ilan edilen birinci ateşkes çerçevesinde üzerinde çokça konuşulan, atılan adımın taktik bir adım olup olmadığına ilişkin tartışmanın ötesinde ele alınması zorunludur. Kuşkusuz her adım, bir taktiğin ifadesidir ya da taktiğin alanına girer. Ancak önemli olan, taktiğin nasıl bir içeriğe sahip olduğu, hangi ilişkilerin sonucu olarak gündeme alındığı ve ne tür bir genel stratejiye bağlandığıdır. Nisan ’93 tarihli Özgürlük Dünyası’nın “geçici ve tek taraflı ateşkes”i konu alan “Devrim ve Diplomasi” başlıklı yazısında buna dikkat çekilerek şöyle söyleniyordu:
“Ortadoğu’da herhangi bir devrimci hareketin, bölgede egemen devletler kadar emperyalistlerin çeşitli klik ve taraflarının da karıştığı bir sürece girmemesi ve attığı her ileri adımın yalnızca bölgeyi değil, bütün dünyayı ilgilendiren sonuçlar doğurmaması mümkün değildir. Bu yüzden bugün PKK’nin geldiği noktayı, yalnızca PKK’nin taktiklerinde bir değişme olarak değil, Ortadoğu’ya ilişkin olarak, başlıca emperyalistlerin ve bölge devletlerinin son derece hareketli ve çatışmak bir döneme hazırlanmalarıyla ilgili ve büyük ölçüde PKK’nin dışında gerçekleşen ilişkilerin sonucu olarak değerlendirmek mümkündür.”
Ve konuyla ilgili olarak, Özal ve Talabani’nin oynadıkları rol, veri olarak alınarak değerlendirme geliştirilmişti:
“ABD’nin Kürt politikasının Ortadoğu’daki iki sözcüsü durumunda bulunan Özal ve Talabani’nin, PKK’nin son tavrında en etkili rolde bulunuyor olması, kararın PKK’nin mücadeleye ilişkin tercihlerinden ve devrimci bir politikaya dayanan bir diplomasinin gereklerinden değil, emperyalist faaliyet süreçleri tarafından kuşatılmış olmaktan kaynaklandığını söyleyebilmek için zemin hazırlıyor.”
Bir taktik ya da diplomatik girişim, şüphesiz yalnızca bir tercih ya da irade sorunu olamaz; uygulanmak üzere, şu ya da bu biçimiyle salt isteğe bağlı olarak seçilemez. Nesnel koşullardan, maddi gerçeklerden ve onlara hayat veren bir dizi ilişkilerden kaynaklanmak ve güç almak durumundadır. Bunlar arasında, emperyalistler ve gericiliklerle ilişkiler, onların birbirleriyle ilişkileri de olmak zorundadır. Ama her taktik ya da diplomatik girişim, belirli uzlaşmaları içerse de -ki diplomasi, çeşitli uzlaşmaları öngörmeden yapılamaz- emperyalistlerin ve gericilerin planlarını, ulusal ve uluslararası ölçekte burjuvazinin emel ve amaçlarını gözetmek ve onlara karşıtlık temelinde geliştirilmek zorundadır.
Tarih, sömürülen ve ezilen sınıfların devrimci ve komünist hareketlerinin olağanüstü zor durumlarla yüz yüze kaldıklarının, örneğin devrimci ve komünist hareketleri varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya bırakan son derece elverişsiz koşulların, emperyalist ve gerici güçlerin büyük üstünlüklerle kuşatmalarının, şart dayatıcı ve dikte edici emperyalist faaliyet süreçlerinin ve bunlara karşı da devrimci taktiklerin ve diplomasinin tanıklığını yapmıştır. İktidara henüz gelmiş proletarya ve Sovyet halkına karşı yöneltilmiş, Petrograd’a birkaç saatlik mesafeye kadar ilerlemiş ve daha güçlerini düzenleyip toparlayamamış ve cephe gerisinde zafer kazanamamış Sovyet Devrimi’nin varlık-yokluk sorununu gündeme getirmiş olan Alman birliklerinin saldırısı koşullarında, barışı ve Sovyet devletinin esenliğini sağlamak ve devrimin güçlerini derleyip toparlamak için zaman kazanmak üzere yürütülen ve Brest-Litovsk Barış Antlaşması’nın imzalanmasına götüren diplomasi ve izlenen geri çekilme taktiği, en çok bilinen örneklerden biridir. Bu antlaşma ile Sovyet Rusya, Alman emperyalizmine büyük toprak parçalarını terk etmek zorunda kalmış ve önemli tavizler verilmesiyle sağlanan uylaşmayla, bir anlamda devrim kurtarılmıştır. Henüz ülkenin geniş bölümlerinde gücünü kabul ettirememiş olan ve karşı-devrimci isyanlarla tehdit edilen Sovyet Rusya’nın yürüttüğü uzlaşma arayan diplomasi ve izlediği geri çekilme taktiği, kuşkusuz ne Alman emperyalistleri hakkında yayılan hayaller üzerine kurulmuştu ve hele ne de onların “yardımı” ile iç güçlüklerin üstesinden gelmek tasarlanmıştı. Lenin’in en çok kullandığı niteleme, “Alman emperyalist haydutları” idi.
“Diyelim ki, otomobiliniz silahlı haydutlar tarafından durdurulmuştur. Haydutlara, paranızı, pasaportunuzu, tabancanızı; otomobilinizi veriyorsunuz ve böylelikle haydutların o hoş refakatinden kurtulmuş oluyorsunuz. Bu bir uzlaşmadır, bunda kuşku yok. ‘Do ut des’, sana paramı, silahlarımı, arabamı ‘veriyorum’, bana canımı ‘veresin diye’. Deli olmadıkça hiç kimse böyle bir uzlaşmanın ‘ilkelere aykırı’ olduğunu öne süremez ya da uzlaşmayı yapanın haydutların suç ortağı olduğunu ileri süremez (haydutlar otomobili ve silahları yeni haydutluklar için kullanmış olsalar bile, bu böyledir). Alman emperyalist haydutlarıyla bizim uzlaşmamız, işte buna benzer bir uzlaşmaydı…”
“Brest-Litovsk Barışı’nı imzalayarak Alman emperyalistleriyle bir uzlaşma yapmış olan parti, daha 1914’ün sonundan başlayarak enternasyonalizmini pratikte geliştirmeye başlamıştı. Bu parti, iki emperyalist soyguncu arasındaki savaşta, çarlığın yenilgisini önermekten ve ‘vatanın savunması’ sloganına karşı çıkmaktan çekinmemişti… Bu parti ‘kendi’ emperyalistleriyle hiçbir anlaşma kabul etmedi, tam tersine, onların iktidardan düşürülmesini hazırladı ve düşürdü de… Emperyalistlerin gizli antlaşmalarını yayınlayan ve bunları fesheden hu parti, bütün halklara barış önerdi ve ancak İngiliz-Fransız emperyalistler, barışı baltaladıktan ve Bolşevikler de Almanya’da ve öteki ülkelerde devrimi hızlandırmak için bir insanın yapabileceği her şeyi yaptıktan sonra, Brest-Litovsk’un yırtıcı hayvanlarının şiddetine boyun eğmek zorunda kaldı.” (Lenin, “Sol” Komünizm, s. 28-30)
Bir başka, çok bilinen ve üzerine çok söz söylenen örnek de, 2. Dünya Savaşı yaklaşırken SSCB’nin yürüttüğü diplomasi ve uyguladığı taktiklerdir.
İtalya, Almanya ve Japonya’da faşizmin iktidara gelmesi sonrasında dünyada birbirinin rakibi iki emperyalist blok oluşmuş; sofraya geç katılan ve bu yüzden de sömürgelerden yoksun kalan Alman-İtalyan-Japon mihveri, dünyanın paylaşımından pay talep etmişti. Japonya, Mançurya ve Çin’e; İtalya, Etopya’ya; Almanya, Avusturya ve Çekoslovakya’nın Südetler bölgesine saldırarak ilhaklara; Almanya ile İtalya birlikte İspanya’ya askeri bir müdahaleye giriştiler. Mihver devletleri saldın halindeydiler. Onlarla Münih’te toplanarak anlaşan, “barış yanlısı” ya da o gün için savaştan uzak durmayı çıkarlarına uygun bulan, çünkü hemen tüm sömürgelere sahip olan “demokratik” ülkeler, ABD, İngiltere, Fransa ise, bir “tarafsızlık ve karışmama” siyaseti izliyorlar, saldırganların ellerini serbest bırakıyor, SSCB’nin yürüttüğü bütün diplomasi ve önerdiği faşizme ve saldırganlığa karşı barış ve demokrasi cephesi kurulması ve saldırganlığın birlikte püskürtülmesi politikasına eğilim göstermeyerek saldırganları cesaretlendirme ve SSCB’ye saldırmaya teşvik etme tutumu alıyorlardı. “Demokrasi yanlısı” ülkelere sayısız kereler bu politikalarını değiştirmeleri ve ortak bir cephe kurulması için başvuran SSCB, bu girişimleri yanıtsız kalınca, üzerine sürülmekte olan faşizm belasının yönünü değiştirecek bir taktikle “tarafsızlık ve karışmama” siyasetini yanıtladı ve bir manevra ile yeni bir diplomasi atağı başlattı. Alman emperyalizmine yönelik ve onunla ve diğer mihver devletlerle “demokratik” devletlerin aralarındaki çelişkilerden SSCB’nin güvenliği ve dünya devrimi lehine yararlanmayı gözeten bu atak, Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasıyla sonuçlandı.
Stalin ve SSCB, ne İngiliz-Fransız ittifakına cephe önerirken ve ne de SSCB-Alman Saldırmazlık Paktı imzalanırken, genel olarak emperyalizm ve özel olarak da iki emperyalist ittifakın amaç ve yönelimleri üzerine hayaller kurdu; barışı, demokrasiyi, Sovyet ve dünya proletaryasının çıkarlarını ve sosyalist anayurdun güvenliğini bir emperyalist ittifaka ya da diğerine ihale etmedi. Önce, barışı çiğnemekte çıkarları olmayan “demokratik” ülkelerin o gün için barış yanlısı oluşları ve sonra da, başta Almanya olmak üzere, faşist mihverin İngiliz-Fransız emperyalistleriyle hesaplaşmaya yönelik tutumlarını değerlendirdi. Stalin ve SSCB’nin tutumunda, herhangi bir emperyalist haydut hakkında beklentilere sahip olma ve onlardan herhangi birini “yardıma” çağırma eğiliminin zerresi olmamıştır. Stalin, 1939 Martı’nda SSCBK (B) P 19. Kongresi’ne sunduğu Merkez Komitesi Faaliyet Raporu’nda, Sovyet dış siyasetinin dayanaklarına ilişkin olarak şöyle diyordu:
“Dış siyasetinde, Sovyetler Birliği:
1. Büyüyen iktisadi, siyasal ve kültürel gücüne;
2. Sovyet toplumumuzun manevi ve siyasal birliğine;
3. Ülkemiz halklarını birleştiren dostluğa;
4. Kızıl Ordu ve kızıl donanmasına;
5. Kendi barış siyasetine;
6. Barışın korunup sürdürülmesinde hayati çıkarları bulunan tüm dünya emekçilerinin manevi desteğine;
7. Şu ya da bu nedenle, barısı çiğnemekte yararları olmayan ülkelerin sağduyusuna dayanır.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, s. 697)
Sovyet diplomasisinin de, başka bir temelde değil ama dayanakları özetlenen Sovyet dış politikası temelinde yürütüldüğü kesindir.
Her iki örnek de, kuşatılmışlığın zor koşullan ile ilgilidir. İki örnekte de taktik ve buna bağlı olarak diplomasi, zor koşulların üstesinden gelmek üzere geliştirilmiştir. Ve kuşkusuz, her iki koşul ve döneme ilişkin taktikler ve diplomasi, “emperyalist faaliyet süreçleri tarafından kuşatılmış olmak”la kaçınılmaz biçimde ilişkili olmakla birlikte, kaynağını bu süreçlerin bütünü ya da belirli bir bölümünde bulmamış, emperyalist faaliyet süreçlerinin dayatıp dikte ettiği, şekillendirdiği taktik ve diplomasi girişimleri olarak ortaya çıkmamış; bu süreçleri ve küçümsenemez etkilerini hesaba katan, maddi ve manevi dayanaklarıyla devrimci bir politikadan, devrimin ve devrimci güçlerin korunması, sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi kesin yöneliminin ifadesi olarak Rus ve dünya proletaryasının çıkarlarından kaynaklanarak saptanmış ve yürütülmüştür.
Sorun, emperyalist faaliyet süreçlerinin şekillendiriciliğinin, bu süreçlerle uyumun kabul edilip edilmemesidir; taktik ve diplomasinin devrimci bir temele, uluslararası burjuvazi ve emperyalizm karşıtlığına dayanıp dayanmamasıdır.
Devrimci taktik ve diplomasi, uluslararası burjuvazi ve emperyalist faaliyet süreçleri, onların politikaları ve diplomasisi zemin edinilerek uygulanamaz. Bu, uluslararası burjuvazi ve emperyalizm karşıtlığından onlarla birleşme ve uyumun gözetilmesine geçiş ve devrimci temelin yitirilmesi anlamına gelir. Ve PKK’nin son diplomasi girişimi, hızla uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin faaliyet süreçlerinin zeminine kayışın, onlar tarafından oluşturulan çerçevenin kabul edilmekte oluşunun örneğini sunmaktadır. Diplomatik atağı başlatan ve politik yardım ve müdahale talep eden mektup, devrimci bir içeriğe ve emperyalizm karşıtı bir yaklaşım ve ruha sahip olmaktan kesinlikle uzaktır. “Dizginleri” gönüllü olarak emperyalistlere teslim etmekte, onların yönlendiriciliğini kabullenme sözü vermekte ve baştan kabullenmekte, müdahale çağrısının yanı sıra, “yapacağınız girişimleri ve atacağınız adımları sonuna kadar destekleyeceğimi ifade ediyorum” diyerek kendisini, birinci özne olmaktan çıkarıp “destekçi” durumuna sokmakta; emperyalizmin çizmiş olduğu çerçeveyi kabullenmiş olmanın ötesinde, bundan sonra çizeceklerini de kabullenmektedir. Buradaki destekçilik, şimdiden bilincinde olunsun ya da olunmasın, kuşkusuz emperyalizm destekçiliği olmakta, bunun sözü verilmektedir. Bugünkü güç ve olanaklarla ve en başta milliyetçi bir zeminde hareket ediyor olmakla, devrimci bir platformu koruyabilme ve devrimci faaliyet süreçleri içinde bulunuyor olabilmenin sınırına gelindiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Artık, devrimci ama antikapitalist olmayan burjuva, küçük burjuva zeminde yürümenin, bir yandan Türk imha savaşının baskısına bir yandan da Ortadoğu’da dayatılan emperyalist planların baskısına bağlı olarak, olağanüstü zorlaştığı ve emperyalizmin  “destekçiliği”  rolü benimsenerek onun koruyucu kanatları altına sığınmanın ciddi olarak gündeme alındığı görülüyor.

DİPLOMASİ VE POLİTİKA
PKK diplomasisi, emperyalist ilişkiler ve dikte ettiği planlar zemininde, emperyalizmin çizdiği sınırlar kabullenilerek ve kendini esas ve şart koyucu güç olarak inkâr anlamına gelmek üzere “destekçi” rolü benimsenerek yürütülmekte; uzunca bir süredir, askeri faaliyet de içinde olmak üzere, bütün diğer faaliyetler, bu diplomasinin çıkarları ve başarısı gözetilerek ve ona tabi kılınarak sürdürülmektedir.
Bu durum, yayınların içeriği ve konu seçimlerinde açıkça görülmektedir. Avrupa Konseyi ve AGİK gibi emperyalist kuruluşlarla onların ve benzerlerinin ve bir dizi emperyalist devletin yetkili ve temsilcilerinin Kürt sorunu “lehine” ve yarım ağız PKK’yi gözeten rapor, karar, demeç ve açıklamaları yayınların başköşelerine kurulmakta ve işlenen esas materyalleri oluşturmaktadır. Öyle ki, son zamanlarda bu tür haberler, gerilla saldırıları ve çatışma haberlerini gölgede bırakmaktadır.
Diplomasinin, devrimci bir örgüt ya da devlet açısından zaman zaman önemli bir ağırlık kazanabileceği tartışılmaz. Ama bir örgüt ya da devlet, faaliyetlerini ağırlıklı ve esas olarak diplomasi ve onun gerekleri üzerine kurmaya, devrimci diplomasinin temelini oluşturması zorunlu politik faaliyetlerini ve onların dayanaklarını geliştirmeyi ikinci plana düşürmeye ve diplomasinin gereklerine göre düzenlemeye başladığı andan itibaren, devrimciliği tartışmalı hale gelir. Bu, kesinlikle devrim ve devrimcilikten geriye doğru atılmış önemli bir adım anlamını taşır; faaliyetin politik alandan ağırlıklı ve esas olarak diplomatik alana doğru kaydırılması ve politik faaliyetin diplomasinin ihtiyaçlarını karşılamaya göre yönlendirilmesi, devrimci diplomasi alanından ideolojik, politik ve örgütsel çerçevesi emperyalizm tarafından çizilmiş burjuva gerici diplomasi alanına geçişi ifade eder.
Arafat ve FKÖ’nün başını yiyen ve onları işbirlikçiler olmaya evrilmeye götüren bundan başka bir şey değildir. Ülke içinde politik ve askeri faaliyeti yeterli düzeyde geliştiremeyen, uzun süre Ürdün ve Lübnan’daki üslerine dayanarak sürdürdüğü askeri faaliyeti bir pazarlık unsuruna dönüştüren ve BM ve İslam Konferansı gibi örgütler içinde ve onlar aracılığıyla, başta büyük devletler olmak üzere, burjuva devletlere yönelik diplomatik faaliyeti esas almaya kayan Arafat ve FKÖ, bugün geldiği noktaya, İsrail’in bir polis şefi ve kuruluşu olmaya kadar sürüklenmiştir.
Politik faaliyet, devrimci diplomasinin temeli olmak durumundadır. Devrimci politika olarak sistemleşmiş, proletarya ve emekçilerin geleceğe uzanan sınıf çıkarları tarafından yönü çizilmeyen ve temeli oluşturulmayan diplomatik faaliyet, başlangıçta devrimci niyetlerle yürütülmeye başlansa bile, kısa sürede yozlaşacak, amaçlarından uzaklaşacak ve uluslararası burjuvazi, emperyalizm ve gericilik tarafından örgütlenmiş, çerçevesi ve sınırları belirlenmiş bir alanda zorla ya da güler yüzle ama şöyle ya da böyle ikna edilerek yeni amaçlarla donatılacak ve zaten ancak bu tür “yeni” amaçlara sahip oldukça ya da kılındıkça devrimci politik temelinden kopacak, politikaya tabi olmak yerine onu kendisine tabı kılacak ve politik faaliyeti, kendi ihtiyaçlarına göre düzenlenmeye zorlayacaktır.
Devrimci politik temele dayanmayan ya da politik faaliyeti kendisine tabi kılacak bir ağırlık kazanarak politika ile ilişkisinde esas unsur durumuna gelmiş diplomasi ve diplomatik faaliyet, nihai amaçlarını kaybetmesi ve bir politik temele dayanmazlık edemeyeceği için devrimci politikanın yerine burjuva ve emperyalistler ve gericiler tarafından dayatılmış politik bir temelin ikamesi kaçınılmaz olması nedeniyle yozlaşır. Kendilerine karşı diplomasi yapılması gerekenler, emperyalistler ve gericiler, kendi faaliyet süreçlerini, çıkar ve planlarını, politikalarını, çerçeve olarak, “diplomatlara” dayattıkça, diplomasi “oyununun gönüllü olarak “karşı tarafın Gaitasında” oynanması kabullenildikçe, diplomasinin devrimci olması ve öyle kalması olanaksızdır.
Devrimci politik temelini kaybeden ya da böyle bir temele dayanmayan diploması, devrimci politikanın yerine gerici politikanın geçmesinin kaçınılmazlığı yanında, şu basit nedenle de devrimci kalamaz: Devrimci diplomasi, temsil ettikleri sınıf çıkarları farklı ve çoğunlukla karşıt örgüt ve devletler zemininde yürütülür ve nihai amaç ve hedefler gözetilerek ve bu amaç ve hedefler yakınlaştırılmak ya da onlara ulaşmak olanaklı kılınmak üzere, kaçınılmaz taviz alışverişleri ve uzlaşmalar üzerinden gerçekleşir. Taviz ve uzlaşmalar ön varsayılmadan ve gerçekleştirilmeden, diplomasi de yapılamaz. Bu devrimci diplomasi açısından da geçerlidir. Ve diplomatik alanın bir tavizler ve uzlaşmalar alanı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Ama işte tam da bu nedenle, devrimci politik temelini ve kuşkusuz buna bağlı olarak devrimci sınıf amaç ve hedeflerini kaybeden diplomasinin, salt bir tavizler ve uzlaşmalar sistemine dönüşmesi, devrimci içeriğini kaybedip, diplomasinin uluslararası arenasında egemen emperyalizmin diplomatik faaliyetinin bir uzantısı haline gelerek, bu faaliyete temel sağlayan gerici emperyalist politikalar ve faaliyet süreçlerine bağlanması ve onların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeniden organize olması ya da daha baştan emperyalizmle uyumun ve böyle bir organizasyonun ifadesi olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır. Taviz ve uzlaşmalar, devrimci politik temelini yitirerek, devrimci mücadelenin ilerleyişini kolaylaştırmak ve mümkün kılmak gibi belirli devrimci amaçları gerçekleştirmek üzere verilmez ve yapılmazsa, salt tavizler ve uzlaşmalar olarak, sistem içi reformculuğun unsurları olarak sistemleşirler ve uygulayıcılarının sistem içinde kendilerine yer arayışlarına işaret ederler. Mektupla doruğuna çıkan diplomasi atağında da, bundan başka bir şeye tanık olunmuyor.

EMPERYALİZM NEDİR, NE DEĞİLDİR?
Emperyalist şefler ve kuruluşlara mektubunda “acil müdahale” talep eden, müdahalede “üstümüze düşeni yapmaya hazır olduğumuzu söylüyorum” vurgusundan sonra, atılacak emperyalist adımlara “sonuna kadar destek” vereceğini ilan eden Öcalan, bunlarla yetinmiyor ve şunları da söylüyor:
“Tarihin hepimize ve insanlık adına sorumluluk yüklediğini tekrar ederken, yeni görüşme ve çözüm yolunu açacak ilişki sürecinin başlayacağına olan inancımı dile getirirken, bir demokratik sürece ve tüm çözüm önerilerine hazır olduğumuzu tekrarlıyor ve içtenlikle selamlarımı sunuyorum.”
PKK, Kürt illerinin salt bir Türk sömürgesi olduğu görüşüyle ilk ortaya çıktığı yıllardan bu yana, Kürt illerine yönelik emperyalist sömürü, yağma ve tahakkümü, sürekli olarak üçüncü, beşinci planda bir sorun olarak ele alıp küçümsemiş, çoğu kez hemen hiç sözünü etmeyerek gözden uzak tutmuş, emperyalizmi, son yıllarda artmak üzere, hem de Türk egemenleriyle çelişmeleri nedeniyle ulusal harekete olumlu etkide bulunan salt bir dış faktör olarak kavrayarak, “TC”yi neredeyse biricik düşman olarak varsaymıştır.
Yine zaman zaman “emperyalizm” sözcüğü kullanılmıyor değildir; ama örneğin anlam ve içeriği, PKK’yi “terörist” ilan edip PKK yanlısı dernekleri kapattığında, bu eylemleri nedeniyle Almanya ya da İngiltere tanımlanmak üzere kullanılarak daraltılmıştır. ABD’ye ilişkin emperyalizm tanımı ise hemen hemen hiç yapılmamakta; örneğin “Çekiç Güç”, emperyalist bir müdahale gücü olarak değil, “kurtarıcı” ya da böyle denmese bile, en hafif tabiriyle düzenleyici bir “destek” güç olarak yorumlanmaktadır.
Hedef ve hedeflere işaret eden kavramlarda daralma, bundan ibaret değildir. Son dönemlerde, yeni yönelişleri sekteye uğratmaktan kaçınmak üzere, kapitalizm karşıtlığı anlamı verebilecek hiçbir kavram ve böyle kavramlarla ifade edilebilecek hiçbir hedef, PKK literatüründe kendisine yer bulamamaktadır. Bu literatürde sınıfsal kavramlara yer kalmamıştır. Eskiden zaman zaman hedef olarak gösterilen egemen Türk burjuvazisinden artık söz edilmemektedir; hedef, önce “TC” ya da “devlet” olarak, en sonunda daha da küçültülerek “rejim” olarak daraltılmıştır. Devrilecek olan, bir toplumsal sistem ve onun egemen sınıfı olarak burjuvazi ve toprak ağalan ve onların diktatörlüğü değildir ve zaten, önce devirme yerine pek de yüksek sesle olmayan bir ayrılma ve bağımsızlık talebi ileri sürülürken, “siyasi çözüm” arayışına girilmesinden bu yana devirmekten de bütünüyle vazgeçilmiş, “diyalog” ve bir arada yaşama noktasına gerilenilmiştir. Bunlar, devrimden caymanın ve sistem içinde yer aramanın açık işaretleridir ve başlıca, “sorun çözücü” olarak tanımlanmaya başlayan emperyalizmle uyum ve birleşme gözetilerek gündeme getirilmiştir.
Öcalan “tarih ve insanlık adına sorumluluk” yüklediği emperyalizme, ayrıca sorun çözücü bir fonksiyon da yüklemektedir:
“Kürdistan sorununun herhangi bir sorundan daha çok uluslararası olduğu gerçeğini bildiğimiz için, etkili devletlerin ve/veya uluslararası kuruluşların çözümde, önemli rol oynayabileceğine inanıyoruz.”
Emperyalizmin dünya üzerinde birçok sorunu kendi usulünce çözdüğü biliniyor. Ama bu, devrim ve devrimcilik adına istenir ve kabullenilebilir bir usul ve çözüm müdür? “Tarih”, “çözücü sorumluluk”u, “etkili devletler”e, yani emperyalistlere mi yüklemiştir ve üstelik emperyalizme “tarih” adına Öcalan’ın yüklediği bu “sorumluluk”, hem de “insanlık adına” bir sorumluluk mudur? Emperyalizm, tarihin ve insanlığın dayattığı bir sistem midir? Son dönemlerde hemen hiç olmasa da, eskiden zaman zaman sosyalizm lafı da eden Öcalan, Aralık ’90’daki 4. PKK Kongresi’nde “reel sosyalizm” olarak tanımladığı ve yanlışlar içinde olduğunu söylediği “sosyalizmin yıkılışı” (revizyonizmin çöküşünü böyle değerlendiriyor) ve “ulusal kurtuluş mücadelelerine daha geniş hareket alanı açacağı için olumlu bir gelişme” olarak nitelediği blokların yıkılışı sonrasında, yoksa “tarih ve insanlık adına” dayatılan sistemin emperyalizm olduğu görüşüne mi gelmiştir? SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sistemi yanlışları olsa da, sosyalizm ve Varşova Paktı’nı da sosyalist bir blok olarak gören Öcalan, yıkılışlarının olumlu bir gelişme olduğunu ve ulusal kurtuluş mücadelelerine daha geniş hareket alanı açacağını nasıl iddia etmektedir? Ya biri ya diğeri değil mi? Sosyalistse ve yıkılmışsa, ulusal hareketler bundan nasıl bir yarar sağlayacaktır? Bu, teoride sosyalizmle ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki, ortak düşman emperyalizme yönelik ittifak ilişkisini ve karşılıklı desteği inkâr ve sosyalizm yerine emperyalizmle ilişkilerin tercih edilmesi demektir. Ve bu yaklaşım, emperyalizme  “insanlık adına” “tarihi” rol biçilmesi tutumuyla uyum içindedir.
Kapitalizm, insanlığı ilerletici tarihi rolünü çoktan oynayıp, o defteri kapatmıştır ve özellikle emperyalizm aşamasında, proletarya ve tüm ilerici ve devrimci sınıflar ve ezilen halkların, kısacası insanlığın düşmanı olarak, üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz sınıf karşıtlığının tarihsel olarak zorunlu kıldığı üzere, yıkılışa ve yerini sosyalizme terk etmeye mahkûmdur. Üstelik emperyalizm döneminde kapitalizm, yalnızca uzlaşmaz sınıf karşıtlığına bağlı olarak proletaryanın kaçınılmaz darbelerini üzerine çekecek olmakla kalmamakta, proletaryanın müttefiki olarak yağmalayıp zulmettiği ezilen halkların darbelerine de kaçınılmazlıkla muhatap olmaktadır. Sosyalist bir ülkenin kalmadığı ve sosyalizmin itibar kaybı içinde olduğu günümüz koşullarından hareketle emperyalizmi, insanlığın ve tarihin “sorumlusu” olarak göstermek, daha fazlasını bir yana bırakalım, ulusal sorunun çözümünde emperyalizmle uyumun ve birliğin gözetildiğine, ulusal bir hareket ve onun bir örgütüne en önde gelen düşmanı olması gereken emperyalizm sistemi içinde yer aranıp bulunmaya çalışıldığına işaret eder.
Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek ve son, tekel kârının gerçekleştirilmesine dayanan aşaması olarak, yalnızca proletaryanın sömürülmesinin yoğunlaşması demek değildir. O, aynı zamanda, hiçbir ulusal ve insani değer gözetmeyen bir yağmacılık ve saldırganlık olarak dünyanın birkaç büyük emperyalist devlet tarafından ekonomik ve siyasal olarak paylaşılması üzerine kuruludur. Çeşitli yol ve yöntemlerle bağımlılık altında tutup sömürgeleştirdiği gelişmemiş ülkeler ve ezilen halklarının bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, bütün ulusal zenginliklerinin yağmacısı, ele geçirmiş olduğu ulusal ekonomi ve pazarların dikte ettiricisi, siyasal efendisi ve tahakkümcüsüdür. Emperyalistlerin ulusal sorunların çözümündeki katkıları, bu belirtilen temelde, ekonomik ve siyasal egemenlik altına almaya ve kendi tahakkümünü sağlamaya yöneltip götürme anlamında bir değer ifade eder. Emperyalizm, kapitalist sisteme ve kendi egemenliğine dokunulmadıkça, egemenliğini garanti eden çeşitli ulusal hareketlerle çeşitli ulusal kombinezonlar gerçekleştirmekten kaçınmaz. Onun açısından yalnızca paranın egemenliğinin bir anlamı vardır; ulusal sorun da içinde olmak üzere, geriye kalan hiçbir şey onun için bir anlam ifade etmez. Türk olmuş Kürt olmuş fark etmez; yeter ki kendi çıkarları gerçekleşebilsin. Amaç ve planlarını en iyi şekilde uygulamaya en çok el veren, tercih nedenidir. Ama buna “insanlık” yüklemek, tarihin insanlığa emperyalist bir son biçtiğini iddia etmek, tarihi ve insanlığı hiç bilmemek demektir.
Emperyalizmin en son iki “tarih” ve “insanlık adına” müdahalesine Somali ve Irak Kürdistanı’nda tanık olundu.
Irak’ta Saddam’ı çökme noktasına neredeyse getirmesine rağmen, son darbeyi vurmayan ve ama Kürtler içinde olmak üzere, bütün Saddam muhaliflerini ona karşı kalkışmaya teşvik eden günümüz emperyalizminin önde gelen ülkesi ABD, Saddam’ın ellerini serbest bırakarak Irak Kürtlerine ateş yağdırmasını ve yerlerinden yurtlarından olan, binlercesi de ölen bu mazlum halkın, Bush’u bağrına basmasını ve bilinç çarpıtılmışlığı içinde Amerikan emperyalistlerini “kurtarıcı” olarak yüceltmelerini sağladı. Ardından Saddam’ı durdurdu; Kürtleri arkasına almıştı. Böylelikle Amerikan emperyalizmi, Saddam’a kırdırdığı Irak Kürt halkını kendi efendiliğine razı etmiş ve son derece “insani” bir yöntemle Ortadoğu’da bir “sağlam” mevzi daha elde etmiş oldu. Burnumuzun dibindeki, üstelik doğrudan ezilen Kürt halkına yönelik bu “insani” davranış öğretici değilse, Afrika’nın Somali’sine kadar gitmeye hiç gerek yok. Ama yine de Amerikan emperyalistlerinin, bir başka mektup muhatabı emperyalist bir kuruluş olan BM’nin miğferleriyle ve kuşkusuz “insanlık adına” müdahale ettiğini ve onca kan döktüğünü hatırlatalım.
Emperyalizmin, özellikle İkinci Savaş sonrasında askeri işgal yöntemini eskittiği, zaman zaman bu yola başvursa da, esas olarak bu yöntemi kullanmadığı ve yerli sömürücü sınıflar içinden adam satın alarak, kendisiyle birleşen bir yerli işbirlikçi sınıf yaratma ve ekonomik olarak ilhak ettiği ülkeleri onlar aracılığıyla işgale gerek kalmadan yönetmeye dayanan yeni sömürgeciliği uygulamaya yöneldiği biliniyor. Bu yolla emperyalizm, işgalci çirkin yüzünü gizleyebilme, halkların ve insanlığın yardımcısı ve hatta kurtarıcısı olarak görünebilme olanaklarını elde etti.
Ama öyle oldu ki, giderek bu yöntem uygulandığında bile, hem emperyalizm çirkin yüzünü pek gizleyemez ve ulusal kurtuluş savaşları kolaylıkla bastırılamaz bir hal aldı. Ve ’80’li yıllarda “baş patron” ve dünya jandarmalığına soyunmuş ABD emperyalizmi, yeni sömürgeciliği yeni taktikler ilavesiyle inceltti. Asya, Afrika ve L. Amerika’da gelişme gösteren ulusal kurtuluş hareketleri ve bunların Nikaragua gibi başarı kazanmış, Salvador gibi başarının hemen eşiğine gelmiş olanlarına karşı dört bir yandan kuşatma ve imha savaşıyla yok etmeye yönelmenin yanı sıra, görüşmeler ve diplomatik ilişkiler aracılığıyla, kabullenme ve sistem içinde yer verme işaretleriyle uzlaşma kanalları açma çizgisiyle “ehlileştirme” ve sisteme katma tutumu ağırlıkla gündeme getirilmeye başlandı. Ulusal devrimci muhalefetin ve toplumsal hareketin güçlü ve emperyalizm ve işbirlikçileri açısından olumsuz sonuçlara götürebilecek denli tehlikeli boyutlar kazandığı ülkelerde, “insancıl” Carter’le başlamak ve Reagan’la gelişmek üzere, ABD, bir yandan emperyalist şeflerin diline pek yakışan “insan haklan” vb. eleştirileriyle bu ülkelerde mevcut faşist rejimleri itidale davet ederek onları “demokrasiye”, “barışçıl ve yumuşak geçişe” yöneltirken, diğer yandan devrimci hareketler de, bazen muhalif olarak ya-sallıkları tanınarak, çoğu zaman da “iktidara ortak” edilerek bu tür demokrasiye katılmaya ikna edilerek, silahtan tecrit edilmiş ve sistem için tehlike olmaktan çıkarılmış konumlarıyla yasal ve “demokratik platforma” çekilmişlerdir. Bu uygulamada, genellikle azgın ve ciddi biçimde teşhir olmuş faşistler ve faşist rejimlerden vazgeçilmiş, satışlar ve at değişiklikleriyle, genellikle sosyal demokrasiye önemli roller düşmüştür. Çoğunlukla kıyısından muhalefet hareketi içinde yer almış sosyal demokrasinin nispeten itibarlı konumundan yararlanmak üzere, ABD ile uyumlu bir işbirliğini yürütebilecek olmaları gözetilerek yönetim mekanizması, şeflerine emanet edilmiş, böylelikle muhalefetin parçalanması ve devrimci hareketin tabanının daraltılması ve hedefinin büyütülerek gözünün korkutulması sağlanmıştır. Ama öte yandan silah bırakma koşuluyla “diyalog” ve “siyasal çözüm” yolları, başlıca diplomatik kanallarla önlerine konan silahlı devrim hareketlerine sistemin kapıları da açılmıştır. Burada, emperyalizm açısından temel ölçüt, silahlı devrim hareketlerinin kapitalizmi olumsuz sonuçları itibarıyla eleştirseler bile, ona düşmanlık etmemeleri, dolayısıyla proleter bir sınıf temeline sahip olmamaları ve sistemi benimsemeleridir. Bu temel ölçüt sağlandıktan ve proletarya önderliğinde olmayan ve sosyalizmi hedeflemeyen ulusal kurtuluş hareketlerinin, gelişme potansiyelleri de göz önünde bulundurularak, sistem için tehlike teşkil etmeyeceğinden emin olunduktan sonra, milliyetçi hareketler karşısında “esnek” ve onlara sistem içinde yer açan bir politika uygulanmıştır. Bu politikanın gündeme alınmasında, kuşkusuz, Sovyet revizyonizminin nezdinde sosyalizmin itibar kaybına uğramış ve ulusal kurtuluş hareketlerinin proletarya önderliğinde gelişmiyor olması yanında, proleter devrim sürecinin dünya ölçeğinde, ulusal kurtuluş hareketlerini de etkileyip kapitalizm karşıtlığına kaydıracak bir ittifak ilişkisi sunmak üzere, emperyalist kapitalizm karşısında belirgin bir tehlike teşkil etmiyor oluşu önemli ve temel bir veri olmuştur.
Sovyet revizyonizminin şahsında ciddi ve güvenilir bir müttefik göremeseler de, onun ya da uyduları tarafından askeri ve politik olarak desteklenerek ABD emperyalizmi karşısında belirli bir manevra alanı ve olanaklara sahip olabilen, ama bu kez Sovyet sosyal emperyalizminin sultası altına girmeye yönelen ulusal kurtuluş hareketleri, ’80’lerin sonlarına doğru tıkanma sürecinde kendi derdine düşen ve içine dönen Sovyet revizyonizminin, anlam ve içeriği ve sonuçları bakımından pek hoş olmasa da, ABD karşısında sunduğu olanaklardan da yoksun kalınca, ABD’nin önlerine açmış olduğu “diyalog”, “siyasal çözüm”, yasallaşma ve sisteme katılma yollarının değeri yükselmiş ve ABD emperyalizmi tarafından ortaya konulan yaklaşım ve politikaların etki gücü artmıştır. Güçlü rakip Sovyet sosyal emperyalizminin devreden çıkmasıyla, ABD, egemenlik ve politikalarının yükselen etki gücünü sekteye uğratabilecek Irak, Suriye, Kore, Küba, Libya gibi ülkelerin, Sovyetlerle rekabetin eski günlerindeki politikalarını sürdürme yoluyla kendi çıkarlarını gerçekleştirme yönelimlerini şiddetle cezalandırma yolunu tutarak, buna izin vermeyeceğini açıklıkla ortaya koymuştur.
Nitekim bu yaklaşım ve politikalarıyla Amerikan emperyalizmi, Filipinler, Nikaragua, Salvador, Şili, Brezilya ve son olarak Filistin’de ulusal kurtuluş hareketlerinin ehlileştirilip yatıştırılması ve sisteme entegrasyonu yoluyla sistemi sağlamlaştırıp kendi egemenliğini pekiştirmede başarı sağlayabilmiştir. Şimdi faşist zor ve imha hareketinin yürütülmesiyle birlikte, diplomatik ilişkiler ve uzlaşma ve sistem içi olanaklar açma politikasının izlenmesi, “Yeni Dünya Düzeni”nin kuruluşuna koşulmak üzere daha da önem kazanmıştır.
Bugün ABD emperyalizmi, Filistin sorununun “çözümünde oynadığı önemli rol”ün hemen ardından, aynı “sorun çözücülük” ve “sorumluluk”la Kürt sorununun üzerine eğilmektedir. Bunda önemli bir neden, Kürt sorununun coğrafyası ile ilgilidir. ABD, kendisi için büyük öneme sahip stratejik Ortadoğu bölgesinde “Yeni Dünya Düzeni”nin kuruluşunda acele etmektedir ve bunun için yeniden düzenleme faaliyetini sürdürmektedir. Kürt sorunu ise, bölgenin en önemli sorunlarındandır. Bu sorun şöyle ya da böyle çözülmeden, bölgede işler yoluna konulamayacaktır. Bu mesaj ya da işaret, Amerikancı “çözüm”ün bir unsuru olarak istihbari ve diplomatik kanallardan verilmekte ve alınmaktadır. ABD bunu, birkaç yıl öncesinden önce dolaylı sonra PKK ile doğrudan görüşmeleri başlatarak ortaya koymuştur.
Sözü edilecek “Concini Raporu”nda, “Kürt meselesi, yarattığı sonuçlar nedeniyle hem Türkiye’nin tüm vatandaşlarının hem de tümüyle Ortadoğu’nun en kritik sorunlarından biridir” şeklinde tanımlanmaktadır. İzlenmekte olan yeni politikalar ve kurulmakta olan yeni ilişkilerle sağlanmakta olan uyumda önemli bir yeri olan İsmet İmset de, emperyalistlerin ağzından ya da onlar açısından yaptığı bir yorumda buna işaret ediyor:
“Barış sürecinin uzun, zaman zaman zor ve provokasyonlarla dolu olacağını herkes biliyor. 70 yıllık bir inkâr politikası ve zorunlu asimilasyon üzerine kurulu askeri bir politikanın değişmesi de zaman alacak. Ne var ki, PKK’nin Türkiye ve Ortadoğu sahasında oluşturduğu güç de biliniyor.” (Özgür Ülke, 2 Aralık, s. 4)
Öte yandan İmset, bugünkü güç ilişkileri ve karşılıklı politikalar ve izlenen diplomasi çerçevesinde kesin olan ama yarını kucaklayıp kucaklayamayacağı tartışmalı bir gerçeğe de aynı yazısında değiniyor:
“ABD, gerek uluslararası politik gücü ile gerekse askeri yaptırım olanağı ile artık Kürt sorununun tartışma merkezi haline gelmiş durumda Washington’un hu sorunun çözümünde oynayabileceği rolü ise kimse küçümsemiyor. Öcalan’ın küçümsemediği, politikasından, yönelimleri ve diplomasisinden, en son olarak yazdığı mektuptan anlaşılmaktadır. ABD’nin gücünü defalarca sınamış egemen burjuvazi de küçümsemiyor; ABD’ye ilişkin yaklaşımları ve tanıtma kampanyalarından, bu da anlaşılmaktadır.”
Amerikan emperyalistlerinden gelen işaretler arasında ABD Helsinki Komisyonu Heyeti Başkanı ve AGİK Eş-başkanı Dennis De Concini’nin raporu önemli bir yer tutmaktadır. AGİK kararı haline gelen 27 Kasım ’94 tarihli bu raporla AGİK “iki taraflı ateşkes” öngörmektedir. Raporla Türkiye’den istenen 8 talep, ABD’nin ’80’li yıllarda uygulamaya koyduğu inceltilmiş yeni sömürgecilik yöntemleriyle çakışma halindedir. İnsan hakları ve “demokrasi” ile çelişmesi nedeniyle eleştirilen Türkiye’den insani, demokratik ve aldığı askeri önlemleri yumuşatmaya yönelik talepler de bulunulmaktadır. Bunlar, silah bırakması ve siyasal faaliyet sürdürmesi durumunda PKK’yı da kapsamak üzere politik partilere özgürlük, ifade özgürlüğü, Kürt dili ve kültürü üzerindeki sınırlamaların kaldırılması, Kürtçe okul, TV, radyo vb.nin serbest kılınması, OHAL’in ve koruculuğun kaldırılması ve Türk-Kürt yüksek konferansının toplanması gibi taleplerdir. Bu talepler onca saldırganlık, zulüm, faşizm ve kanın sorumlusu olan emperyalistlerin ağzına doğrusu pek yakışmaktadır; ama yine de aldanmaya ya da “ikna olmaya”, sistem içinde bir yer tutma ve onun olanaklarından yararlanmaya hazır olanlar açısından “ikna edici” olmaktadır.
Bu yönde tek işaretin, sözü edilen rapor olmadığı açıktır. ABD savunma bakan yardımcısı “iki taraflı ateşkes”ten söz etmekte; yine bir başka ABD bakan yardımcısı, DEP Davası nedeniyle Türkiye’yi kınamakta ve insan haklarına uygunsuzluk açısından eleştirmekte; Clinton’a yazdığı ve PKK’nin tüm eylemlerinin devletle masaya oturabilmek için gerçekleştirildiğinin söylendiği mektupta, “Bu olaylar, halkı yetkililerle ve devlet görevlileriyle görüşmeye zorlamak için yapılmaktadır” (Ö. Ülke, 5 Aralık, s. 6) şeklindeki görüşe yer veren Helsinki Watch, ondan AGİK’te, DEP Davası ve Türkiye’deki insan hakları ihlallerini gündeme getirmesini istemekte; yine örneğin 45 İsviçreli parlamenter, Öcalan’ın mektubu ardından, “Türk hükümetinin Kürt temsilcilerle görüşüp, sunulan bu değerli şansı değerlendirerek bu kör savaşı durduracaklarına inanıyoruz. Biz bütün hükümetleri, Türk hükümetinin, Kürt halkının temsilcileriyle görüşmeye başlamasının sağlanması, diyalog yolunun açılması,-Kürt halkının kalıcı bir barış ortamında yaşamasının sağlanması ve kalıcı çözüm için çaba harcamaya çağırıyoruz.” (Ö. Ülke, 3 Aralık, s. 8) açıklamasını yapmakta; İngiliz Parlamentosu İnsan Hakları Grup Başkanı Lord Avebury, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği mektupta, AGİK Sonuç Bildirgesi’nde Türk hükümetinin işlediği suçlara değinilmesini istemekte; Almanya’da sosyal demokrat ve yeşiller partileri Alman hükümetini PKK yasağını kaldırmaya çağırmakta ve bu yasağın Kürt sorununu askeri yöntemlerle çözmek isteyen Türk hükümetine destek vermek anlamına geldiğini belirtmektedir.
Ve bu işaretler, bizzat ABD yetkililerinden karşılıklı görüşmelerde alınan başka işaretlerle birlikte değerlendirilmekte ve olumlu yanıtlanmaktadır. Öcalan, en son AGİK toplantısı öncesi, İmset’e verdiği ve kuşkusuz istenen yerlere ulaşan demecinde, PKK’nin Cenevre Konvansiyonu hükümlerine uymayı taahhüt ettiğini, Kızılhaç’a başvuracaklarını, bu kuruluşun ve diğerlerinin gözlemci olarak devreye girmesini isteyeceklerini, savaş kurallarına kendileri uymuyorsa cezalandırılabileceklerini açıklamış; barışçıl ve görüşmeler yoluyla çözüm isteğini tekrarlamış ve sözlerini şöyle bağlamıştır: “Aslında görüşmeler başlasaydı, ne kadar tutarlı olduğumuzu bütün taraflara gösterecektik. Bu engellenmek isteniyor.”
Bu söyleşinin önemli bir unsuru, AGİK Kararında “PKK şiddet kullanmaktan ve salt bağımsızlık taleplerinden vazgeçmeli; PKK tek taraflı ateş keserse hükümet de ateş kesmeli” şeklinde özetlenen PKK’den taleplerin bir kez daha açıklıkla yanıtlanmasıdır. Şiddetten vazgeçerek barışçıl ve görüşmeler yoluyla çözüm yanlısı olduğunu açıklayan Öcalan, aynı demecinde salt bağımsızlık taleplerinden de vazgeçtiğinin altını çizmektedir:
“Bizim Türkiye’den istediğimiz bir siyasi diyaloga imkân hazırlamasıdır. Bizim söyledikleri gibi Türkiye’yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan’ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır… Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye’yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi söz konusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa, bu Türkiye’nin birliği ya da bütünlüğü değildir. Kirli savaştan çıkarları olan bir avuç kesimdir… Bizim amacımız zorla dayatsalar da bir ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir. Özal da söyledi, Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir. Türkiye’nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yollan vardır. Birçok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. Bu örnekleri göz önüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilinir.” (Ö. Ülke, 5 Aralık, s. 7)
Bunların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı tartışılabilir. PKK’nın da politikalarında değişikliği, Türk burjuvazisi ve diktatörlüğüne benzer şekilde, eskinin bütün kalıntılarını ortadan kaldırarak kolaylık ve çabuklukla gerçekleştirebileceği düşünülemez. Ama vaatler ve ABD emperyalizminin kapı açma, yönlendirme YO dayatmalarıyla, emperyalist faaliyet süreçleriyle kuşatılmışlığın sonucu olarak savunulma durumuna gelinen yeni yaklaşım budur.
Bazıları bu tür değerlendirmelerle haksızlık yapıldığını, çünkü PKK’nin, Alman ve İngiliz hükümetlerinin yasaklama ve PKK’yi terörist ilan etme kararlarının gösterdiği gibi, emperyalistler tarafından desteklenmek bir yana baskılandığını ve PKK’nin de emperyalizmle uzlaşmak bir yana, yasaklama kararlan nedeniyle Alman ve İngiliz hükümetlerine karşı yönelttiği suçlamalar ve giriştiği eylemlerin ortaya koyduğu gibi emperyalistlerle mücadele ettiğini düşünebilirler. Bu düşünce gerçeği ifade etmekten uzaktır.
Bir kez, farklı emperyalist mihrakların, üstelik birbirleriyle çelişmeleri içinde var olduğunu ve örneğin PKK’nin Amerikan emperyalizmine yönelik bir eleştirisine hemen hiç rastlanamayacağını görmek gerekir. Örneğin PKK’nin Rusya’ya yönelik bir eleştirisi de yoktur ve Rusya derlenip toparlandıkça, eski yakın etki alanlarından Ortadoğu’ya ilgisi artmakta; bu bağlamda PKK kartını oynamayı da gündemine almakta, örneğin PKK’ye Rusya’da Konferans toplamak üzere olanak sağlamaktadır. Rusya’nın Ortadoğu ve Kürt hareketine olan ilgisinde görülen hareketlenme, ABD’nin “sorun çözücü”, “sorumluluğu”nu artırıcı ve hızlandırıcı bir faktör olarak rol oynamakta, “çözümü” yakınlaştırıcı olmaktadır.
Öte yandan, inceltilmiş yeni sömürgeci yöntem, yalnızca ulusal hareketler önünde kapılar açma, diplomasi aracılığıyla görüşmeler ve uzlaşmalar yolunu öngörmesi yönüyle karakterize olmamaktadır. Bu yöntem, “havuç politikası”nın şiddet politikası ile bir arada sürdürülmesi ile ayırt edilmekte; ulusal devrimci hareketlere sistem içi olanaklar sağlanması tutumu, onu ehlileştirmek üzere şiddetle üzerine gidilmesi ve imha savaşına konu edilmesi tutumuyla ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır. Bu, yenilenmiş yeni sömürgeci uygulamalara konu olmuş bütün ülkelerde yaşanmış bir gerçek durumundadır. Salvador’da, Nikaragua’da, Filistin’de hep böyle olmuştur.
Türkiye’de imha savaşını en “şahince” sürdürenlerin Amerikan emperyalizminin en yakın işbirlikçileri olması boşuna değildir. AGİK toplantısı öncesinde Özgür Ülke’nin bombalanması, Gümrük Birliği toplantısından önce DEP Davası’nın sert kararlarla sonuçlandırılması, anlamlıdır. Birlikte yürütülen iki yönlü bir taktik söz konusudur: Kuşatma, baskı altına alma, sıkıştırma, pes etmeye, “ehlileşmeye” ve sistemle uyuma zorlama ve öte yandan diplomasi kanalları açma, silahsızlanmanın dikte edilmesiyle meşruluğun kabulü ve sözde demokratik platforma çekme, sistem içine çekme ve orada yer verme.
Bu ikili taktik başarılı sonuç verme yönünde işlevseldir.
Bu arada PKK, Alman ve İngiliz emperyalistlerini, Kürt hareketinin üzerine varmakla “çıkarlarını gerçekleştiremeyeceği” yönüyle eleştirerek “ikna” etmeye çalışmakta ve görmezden gelindiğinde haksızlık yapılacağı ileri sürülen “emperyalizme karşı mücadelesini emperyalistlerin çıkarlarının gözetilmesine kadar düşürmektedir:
“… Almanya olay çıkmasını istemiyorsa, Kürt halkını rahat bıraksın, Türk özel savaşına verdiği destekten vazgeçsin. Almanya Kürt halkını karşısına almakla herhangi bir çıkar elde edemez. … Ne Almanya, ne İngiltere, ne de diğer Avrupa ülkeleri TC’yi destekleyen politikaları ile bir sonuç elde edemeyeceklerdir. Kürt halkını karşısına alan hangi devlet olursa olsun kaybedecektir.” (PKK Avrupa Temsilciliği’nin PKK’nin Kuruluş yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamadan, Ö. Ülke, 27 Kasım, s. 8)
PKK yeni yaklaşım ve çizgisine bir çırpıda gelmedi. Milliyetçi çizgisi böyle bir evrime temel olanağı yaratmaktaydı. Ve bu temelde, emperyalist faaliyet süreçleriyle kuşatılmışlık koşullarında PKK, adım adım -her adımı devrimci komünistler tarafından eleştirilip PKK devrim yönünde etkilenmeye çalışılarak- bugünkü yaklaşım ve tutumları yönünde ilerledi. Her yeni politikası, taktikleri ve diplomasisi, bugüne gelişin adımları oldu.
Kürt emekçi kitlelerinin kafasını bulandıran, onları sistem içi bağlantılara yönelten ve reformizmi geliştirici SHP ile ittifak politikası bir adımdı.
Din karşısında onu yücelten ve devrimci gösteren tutum ve buna bağlı olarak Hizbikontra’dan Hizbullah’la saldırmazlık anlaşmasına geçiş bir adımdı.
Kürt işçi ve emekçilerine, onların örgütlü gücüne ve kitle hareketi ve örgütlerine dayanmama, bu örgütlülüklerin geliştirilmesini öngörmeme ve bu uğurda çalışmama bir adımdı.
“Siyasi çözüm” denilen şeyin gündeme getirilmesi ve silahlı mücadelenin bir pazarlık unsuru olarak ele alınmasına geçiş, diplomatlaşma, bir adımdı.
Olgunlaşmamış koşullarda uygulamaya konan ve PKK’nin pek darbelenmemiş ve gelişme durumunda olan gücüne bağlı olarak ülke içinde ve mücadeleden ve geleceğinden belirli bir ürküntü duyan çeşitli burjuva ve gerici kesimlerde şöyle ya da böyle yankı yapsa da, uluslararası alanda, koşullar (başlıca PKK yeterince ehlileşmemiş olduğundan) emperyalistler açısından hazır bulunmadığından pek ses getirmeyen birinci tek taraflı ateşkes, bir adımdı.
Hemen ateşkes açıklamasıyla birlikte başta Burkay olmak üzere, Kürt reformcularıyla birlik ve reformist Kürt burjuvazisinin etkisinin yükselişinin önünün açılması, bir adımdı.
Sosyalizme uzaklığı ve düşmanlığı kanıtlamak üzere devrimciler ve komünistlere yönelik saldırılara girişilmesi, bir adımdı.
Botan’da toprak talebiyle ayağa kalkan Kürt köylülerini, ağaların hesabına geriye itelemek, bir adımdı.
Mücadele hedeflerini küçültme ve bağımsızlık talebinden vazgeçme; egemen Türk burjuvazisi ve diktatörlükle hem de bugünün elverişsiz koşullarında görüşmeler ve diyalog arayışı, son adım oldu.
Ve PKK diplomasisi de adım adım bu yolun taşlarını ördü.
Sürekli belirttiğimiz gibi, iş artık sınıf mücadelesinin tayin edici gücüne kalmıştır.

Ocak 1995

Özelleştirme mücadeleleri ekseninde mülkiyet ve Siyaset

Özellikle son yıllarda burjuvazi ile başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi halk kesimleri arasındaki mücadelelerin başlıca konularından birisi özelleştirmedir. Bu açıdan, onun ülke gündeminin temel sorunlarından birisi olması kaçınılmazdı. Öyle oldu: Özelleştirme mücadeleleri, bunun alacağı biçimler ve getireceği sonuçlar, hem burjuva kesimlerinin ve temsilcilerinin, hem işçi sınıfının, hem de aşağı yukarı bütün devrimci ve sosyalist hareketlerin söz ve eylemlerinin konusu haline geldi. Burjuvazinin önümüzdeki döneme ilişkin amaç ve planlarına bağlı olarak ele alınan ve esasında geniş kapsamlı bir saldırı olan özelleştirme, gerçek içeriğinden, nedenlerinden, hangi çelişkilerin ürünü olduğundan, gerçekleştiğinde ne gibi sonuçlar yaratacağından soyutlanarak; ama yol açacağı çelişkileri gizleyerek, ona neden olan çelişkilerin üstünü örterek burjuva politikasının konusu haline getirildi: Yazımızın ilerleyen bölümlerinde ele alacağımız gibi; başlıca “özelleştirme gerçekleşecek dertler bitecek” ya da “teröre vurulan darbeyle kazanılan zaferden sonra gerçekleşecek ekonomik zaferin temeli özelleştirmedir” gibi slogan ve temalarla ele alındı. Gerekli yasa çıkarıldıktan sonra ise “son sosyalist devletin yıkıldığı” bayan başbakan tarafından ilan edildi. Burjuvazinin kendi iç çelişkilerinin yarattığı etkiler bir yana bırakılacak olursa, her şey burjuvaca oldu, burjuva politikasının ilkelerine göre yürütüldü. Özelleştirmeye karşı çıkan, kısmen karşı çıkan, birazcık hatalı bulan bütün burjuva ve küçük burjuva kesim ve kişiler en sonunda ikna edildiler: Herkes çıkacak olan yasayı bekliyordu; yasa, hepsini susturacak şekilde düzenlenmiş olmalıydı ki, bütün itirazlar geri alındı, geri alınamayanlar ise bir bir savunulamaz duruma düştü ya da öyle bir görüntü yaratıldı.
İtirazlarını geri almayanlar, “özelleştirmeye hayır” haykırışları susmayanlar; grevdeki işçiler, sokaktaki işçiler, meydanlardaki işçiler ve diğer emekçiler oldu. Halen de öyle olmaya devam ediyor. Ve şuna kuşku yoktur ki, özelleştirme mücadelelerinin kaderini belirleyecek olanlar da onlar olacaktır. Ama bunun için, işçi sınıfının neden özelleştirmeye karşı çıktığını, bunda ısrar ettiğini ve başlıca acil talepleri arasında bunun neden yer aldığını bütün açıklığıyla ortaya koymak gerekiyor. Çünkü içeriği, nedenleri ve yaratacağı sonuçlar, bu kadar bulandırılan çok az konu vardır ve bulandırmanın işçi sınıfı hareketini tırpanlamak, etkisiz hale getirmek için yaratıldığı da yeterince açıktır. Devrimci proletarya, “özelleştirmeye hayır”ı hangi perspektifle ve hangi platformda ele alacaktır? Örneğin, “KİT’ler zarar mı ediyor, nasıl kârlı hale getirilebilir?” tartışması işin düğüm noktası olarak gösterilmeye çalışılırken, işçi sınıfı sorunu bu platformda ele alabilir mi? Değilse, işçi sınıfı, örneğin sendika bürokratlarından, örneğin her an “görüş değiştirmeye” meyilli küçük burjuva aydınlardan, örneğin sözde muhalif burjuva partilerinden vs. farklı olarak ve yürüttüğü mücadelenin bir parçası olarak sorunu nasıl ortaya koyacak, dünyanın diğer ülkelerinde gerçekleştirilen ve gerçekleştirilmesi planlanan özelleştirme uygulamalarından ne gibi sonuçlar çıkaracaktır? Bu yazıda, bu soruların yanıtlarını aramaya çalışacağız.

KAVRAMIN İÇERİĞİ
Özelleştirme, genel olarak kamu mülkiyeti ve yönetimindeki kurum ve kuruluşların, kısmen ya da tamamen çeşitli biçimlerde özel kesime devredilmesi olarak açıklanır. Bu oldukça puslu bir tanımdır ve güncel politikaya bağlı olarak çeşitli biçimlerde açıklanabilir: Örneğin buradaki “kamu” kimdir, “özel kesim” kimdir, bunlar açık ve net değildir. “Kamu”, yeri geldiğinde sınıflar üstü olduğu söylenen devlettir; yeri geldiğinde ise bütün toplumdur, herkestir. “Özel kesim” ise yine yeri geldiğinde (özellikle mülkiyetin tabana yayılması gerekliliği propaganda edilmeye başlandığında) işi, mesleği, sınıfı, zümresi ne olursa olsun yasalar ve devlet karşısında eşit olan bireylerdir vs. Burada, emek ve sermaye, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki ayrım ve çelişkiler gizlenmeye çalışılmakta ve bu giz, burjuva çıkarlar için kullanılmaktadır. Öyleyse, bu tanımda da, kavramların, onu kullanan sınıfın amaç, çıkar ve eylemine göre içerik kazandığı bir kez daha görülmektedir. Örneğin, yukarıdaki tanımdan yola çıkarak, “devletin gereksiz yüklerden kurtulması, bütçe açıklarını kapatması, elindeki mülkü halka devretmesi, çağdaşlaşması, eski anlayışlardan kurtulması, esas görevlerine dönmesinin zorunluluğu vs.” propaganda edilebilmektedir. Ve bütün bu propaganda ve açıklamalar, sadece Türkiye burjuvazisinin Türkiye işçi sınıfına yönelik değil, ama uluslararası burjuvazinin uluslararası işçi sınıfına yönelik saldırılarının ve saldırı planlarının bir örtüsü olarak kullanılmaktadır. 0 halde biz gerçeklere, yani işin özüne dönmek zorundayız.
Kapitalizmin temel çelişkisinin üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki olduğu bilinmektedir. Bu, aynı zamanda burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişkinin temelini de ifade etmektedir. Bir kapitalistin ya da kapitalistler grubunun fabrikasında ya da herhangi bir işletmesinde çalışan işçi ya da emekçi, “patron”unun kim olduğunu bilir. Ama bir “kamu” kuruluşunda çalışan işçi için, bu kuruluşun sahibinin ya da patronun kim olduğu yeterince açık ve net değildir. Bu durum, burjuvazinin “kamu mülkiyeti” denen sevin, devletin mülkiyeti, dolayısıyla herkesin mülkiyeti olduğu ve buralarda çalışan işçi ve emekçilerin muhatabının da devlet ya da hükümetle sınırlı olduğu şeklinde yarattığı yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Oysa bu “kamu mülkiyeti” denen şey, gerçekte kapitalist devlet mülkiyetinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, sorunun doğru bir biçimde kavranabilmesi için bunun net bir biçimde açıklanması gerekir. Bunun için, devletin ve devletin ekonomik ve toplumsal hayattaki rolünün iyi kavranması, işin en önemli yanlarından birisini oluşturur. Devrimci proletarya ideolojisinin, her türlü burjuva ve küçük burjuva ideolojisiyle çarpıştığı en önemli alanlardan birisinin bu konu olması boşuna değildir. Devrimci proletarya, burjuva ve küçük burjuva liberallerinin, devletin gerçek içeriğini gizleme, onu sınıflar üstü gösterme, sınıflar arası uzlaşmanın bir aracı olarak tanımlama ve herkesin ortak kurumu olarak sunma çabalarına karşı; onun sınıf niteliğine ve ekonomik ve toplumsal hayattaki rolüne kendi iktidar mücadelesi açısından bir açıklık kazandırmayı kendi teorik ve pratik görevlerinin en önemlileri arasında saymıştır. Bu yazının başlıca konusu Marksizm-Leninizm’in devlet sorununa yaklaşımı olmamakla beraber, özellikle kendine özgü toplam toplumsal koşullar tarafından belirlenerek Türkiye’nin gündemine giren ve yerleşen devletçilik, tartışacağımız konulardan birisidir.
Devlet, en genel anlamıyla, egemen sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki hâkimiyetinin bir aracıdır ve aynı zamanda yine egemen sınıfların en örgütlü gücüdür. Onun işlevlerini hangi biçimlerde yerine getireceği, ekonomik ve toplumsal yaşama müdahalesinin düzeyinin ne olacağı, ekonomik-toplumsal gelişimin ve sınıf mücadelesinin gelişim seyri ve düzeyi tarafından belirlenir. Bu, yalnızca tek tek ülkelerin kendi iç meseleleri tarafından değil; ama bütün uluslararası sınıf mücadelelerinin etkisiyle şekillenir. Genellikle tek yanlı bir değerlendirmenin sonucu olan ve çeşitli dönemlerde kimi sol hareketleri etkisine alan yaygın kanıya göre, burjuvazinin devlet aygıtını yalnızca aşağı sınıfların üzerinde egemenliğini sürdürmenin bir aracı olarak kullandığı sanılır. Bu bakış açısı oldukça sınırlı bir bakış açısıdır ve burjuvazinin devlet aygıtını aynı zamanda sermaye birikiminin ve merkezileşmesinin bir aracı olarak da kullandığını göremez. Bu durum, devletin özellikle ekonomik hayattaki rolünün burjuvazinin dışında çeşitli bürokratların, bilim adamlarının vs. bir tercihi ve uygulaması olarak görülmesine kaynaklık eder. Oysa devletçilik, burjuvazinin sosyal ve ekonomik politikalarından birisidir ve onun doğuş ve biçimlenişinin nesnel koşulları, burjuvazinin ulusal ve uluslararası ihtiyaçları tarafından belirlenmiştir. Bir genelleme yapacak olursak, bu ihtiyaçları ve devletin ekonomiyle olan ilişkisinin düzeyinin neye göre şekillenebileceğim başlıca şu başlıklar altında toplayabiliriz:
* Çeşitli ekonomik ve mali alanların içinde bulundukları aşamanın özel ve teknik koşulları. Bu, belirli üretim ve hizmet alanlarında, tek tek kapitalistlerin o alanın özel ve teknik koşullarına uygun bir sermaye birikimine sahip olmadıkları durumda, yatırımların kapitalist devlet aracılığıyla yapılmasını ifade eder. Türkiye’de 1930’lardan sonra kurulan ve bankacılık, sigortacılık, tekstil, şeker, kömür, dericilik gibi birçok alanda faaliyet yürüten ve onlarca fabrika ve şirketin sahibi ve ortağı olan Sümerbank bunun örneklerinden birisidir.
* Burjuva sınıfın içinde bulunduğu durum, ekonomik ve mali güç ilişkileri. Bu ise, bir ülke burjuvazisinin gelişim özelliklerine bağlı olarak, devletin tek tek kapitalistleri ya da kapitalist grupları ekonomik ve mali yönden doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemesi anlamına gelir. Türkiye ekonomisi düşünüldüğünde, cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak bugüne kadar; devletin kapitalistleri iç ve dış ekonomik ve mali ilişkilerinde desteklemek üzere onlarca kanun çıkardığı bilinmektedir. Bunlar, kimi zaman vergi indirimleri, kimi zaman sübvansiyonlar, kimi zaman teşvik fonları, kimi zaman da “batanların kurtarılması” adı altında yapılmış ve bunlara uygun çeşitli kanunlar çıkartılmıştır.
* Bağımlı ülkelerin emperyalistlerle ilişkisi. Emperyalizme ekonomik ve siyasal yönden bağımlı ülkelerin, bağımlılık düzeyleri ve emperyalistlerin istekleri doğrultusunda kapitalist devletlerin ekonomik işlevlerini düzenlemesini ifade eder. Örneğin IMF ve Dünya Bankası gibi belli başlı emperyalist kuruluşların, Türkiye devletinin ekonomideki rolünün yönlendirilmesinde belirleyici bir role sahip olduğu bilinmektedir. Ya da, Arjantin’in, emperyalistlere olan dış borçlan karşılığında bütün “kamu kuruluşlarını” yabancı sermayeye satması bu konuda verilebilecek bir başka örnektir.
* Burjuvazi ve proletarya arasındaki uluslararası mücadelenin düzeyi. Özellikle, sosyalizmin dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde gelişen işçi ve halk hareketlerini önemli oranda etkilediği ve sosyalizmin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği şahsında, dünyanın belli başlı emperyalist ve kapitalist ülkeleri ağır bir bunalım yaşarken, krizden etkilenmeyerek başarılı bir gelişim seyri izlemesi, emperyalistleri devletçilik uygulamalarına yöneltmiştir. Yetersiz sermaye birikimi gibi bir sorunu olmayan ileri kapitalist ülkeler eksenli 1930’lar devletçiliğinin, bu dönemdeki bir sosyal devrim tehlikesinin önünü kesmek üzere gündeme gelmesi tesadüfî bir şey değildir. Bu, yine aynı yıllarda Kemalistlerin “Ne komünistiz, ne kapitalist. Devletçiyiz devletçi” sloganı ve buna uygun eylemlerinde, Türkiye’ye özgü ifadesini bulmuş ve bu yıllarda devlet kapitalizmi geliştirilmeye başlanmıştır. Demek ki, burjuvazinin ekonomik ve sosyal politikası olarak devletçilik, aynı zamanda sözde kapitalist krizden kurtulmanın bir unsuru olarak gösterilebilmekte ya da sosyal devrim tehlikesini önle menin araçlarından birisi olarak kullanılabilmektedir.
Bunun yanında, burada değinilmesi gereken noktalardan birisi de kapitalist devletin ekonomik ve sosyal rolünü oynayabilmesi için gerekli gelirleri nereden sağladığıdır. Kapitalist devlet bütçesi, gerekli giderlerin sağlandığı kurumdur ve temel kaynağı vergilerdir. Üretime yönelik kapitalist devlet kuruluşlarından sağlanan gelirler ve devlet borçları da onun diğer kaynaklarını oluşturur.
Kapitalist toplumda devlet giderlerinin önemli bir bölümünü, burjuvazinin ezilen sınıflar üzerindeki hâkimiyetini sağlayıcı kurumların giderleri oluşturur. Örneğin şimdi hak ve özgürlük için mücadele eden işçi ve emekçilerin karşısına barikat ören polis örgütünün, Kürt köylerini ve insanlarını yakmayı ve öldürmeyi başlıca işi haline getiren ordunun; haklarını elde etmek için harekete geçen memurlara soruşturma açmak isteyen mahkemelerin, sözde demokrasinin unsurları olduğu öne sürülen ama gerçekte işçi ve emekçilerin aldatılmasına yönelik kurumlardan başka bir şey olmayan parlamento, siyasi partiler ve milletvekillerinin, yine emekçilerin ideolojik ve kültürel etki altına alınmasının en önemli araçlarından birisi olan basın-yayın kuruluşlarının vb. bütün kurumların giderleri, devlet gelirleri tarafından sağlanmaktadır. Bunun yanında, kapitalistlere rant sağlamak amacıyla devletin onlardan aldığı borçlara karşılık ödediği faizler yine kapitalist devlet giderlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Ayrıca zarar eden, iflasın eşiğine gelen kapitalist işletmelerin, bankaların vs. kurtarılması, desteklenmesi bir başka devlet gideri olarak gösterilmektedir. Ama işçi ve emekçi sınıfların mücadeleleriyle, kan ve can pahasına kazandıkları parasız eğitim, sağlık, kültür vb. hizmetler için harcanan paralar bunların yanında hiç kaldığı gibi, bunlar da sıfıra indirilmek istenmektedir.
İşte, yukarıda belirtilen amaç, koşul ve ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve şimdi özelleştirilmeleri karara bağlanan ve bu doğrultuda bütün burjuva örgütlerini harekete geçiren “kamu kuruluşları” gerçekte kapitalist devlet mülküdür. Ve “devlet mülkiyeti”, herkesin mülkiyeti olduğu söylenen KİT’lerin ve diğerlerinin sahipleri, her zaman ve dünyanın bütün kapitalist ülkelerinde olduğu gibi devleti elinde tutan sınıflardır: Egemen sınıflardır.
Ama elbette ki kapitalist devlet mülklerinin (KIT vb.) özelleştirilmesini, basit bir el değiştirme olarak algılamak son derece yanlış olurdu. Tersine devletin ekonomideki rolü, yukarda ana hatlarıyla ortaya koyduğumuz üzere, nasıl belirli koşullar ve ihtiyaçlar tarafından belirleniyorsa, dünyanın belli başlı ülkelerinde kendine özgü zaman, koşul ve şekillerde gündeme gelen özelleştirme de belirli burjuva ihtiyaçlar ve geleceğe yönelik planlar tarafından gündeme getirilmektedir.

ÖZELLEŞTİRME VE POLİTİKA
Burjuva politikanın temel ilkelerinden birisi de olayların ve süreçlerin gerçek içeriklerini gizlemek, onları meydana geldiği maddi koşullardan ayırarak farklı bir biçimde sunmaya çalışmak, kendi ihtiyaç ve amaçlarını bütün halkın ihtiyaç ve amaçları olarak göstermeye uğraşmaktır. Son yıllarda, burjuvazi, bütün sorunların kaynaklarından birinin de özelleştirememe, ama bütün sorunların çözümlerinden birinin de özelleştirme olduğunu propaganda ediyor. Bu, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde mevcut olan bir şey olduğu gibi, bütün ülkelerde kendisine özgü bir gerçekleşme biçimi buluyor. Çeşitli ülkelerde burjuvazi Ve proletarya arasındaki mücadelelerin başlıca konularından birisinin de özelleştirme olduğu görülüyor.
Burjuva politikacıları ve sermaye çevreleri, özelleştirmenin nasıl ve neden gündeme getirildiğini ve gündemde olduğunu gerçek içeriğinden kopararak ve her biri bizzat kendi yayınları tarafından yalanlanan sahte gerekçelerle açıkladıkları gibi, bugün özelleştirmeye yöneldikleri kuruluşların neden ve nasıl kurulduklarının ve bugün artık yıkıldığını ilan ettikleri “sosyal devlet” olgusunun hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığının da hiç sözünü etmemektedirler. Dün, ekonomik krizden kurtuluşun başlıca yolunun devletin ekonomiye müdahalesi olduğunu söyleyenler, bugün yaşanmakta olan krizin başlıca sebebinin devletin ekonomiye müdahalesi olduğunu iddia edebilmektedirler.
Devletçilik ve devletin ekonomik hayattaki yerinin artması ve ağırlık kazanması, farklı ülkelerde farklı burjuva ihtiyaçlar tarafından gündeme gelmekle birlikte, esas olarak dünya kapitalist sisteminin yaşadığı en büyük bunalımlardan biri olan 1929 Büyük Ekonomik Bunalımı’nın ardından gündeme geldi. Bu dönemde bir yandan, krizden çıkışın bir yolu olarak bir yandan da kriz ortamında gelişen işçi ve emekçi hareketlerinin ve bu hareketler tarafından öne sürülen taleplerin yarattığı etki ve baskının bir sonucu olarak, burjuva devletler bir sosyal ve ekonomik politika olan devletçiliği yücelttiler. Bununla, hem krizinin çoğunu pençesine aldığı özel kuruluşlar rahatlatılacak ve kurtarılacaktı; hem de işçi ve emekçi sınıflar hareketinin sosyal devrimlere yönelişi burjuvazi tarafından bloke edilebilecekti. Sözü geçen dönemde, başlıca tezi “devlet ekonomiye müdahale etmemelidir” olan burjuva ekonomi politiği yüz üstü bırakılırken, yine başlıca tezi “devlet ekonomideki rolünü artırmalıdır” olan Keynes’çiliğin kutsanması boşuna değildi. Böylece, hem kapitalizmin hem de komünizmin “kötü yanları” reddedilecek, “iyi yanları” uygulamaya koyulacak sonuçta da bütün meseleler var olan sistem içerisinde çözümlenebilecekti. Türkiye’de ise Kemalizm’in o dönemdeki sözcüleri, devletçi olduklarından dolayı kapitalist, “hür teşebbüsün memleket için istifadeli”  olduğunu düşündüklerinden dolayı da komünist olmadıklarını ifade ediyorlardı. Diğer yandan; İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde sosyalizme ve devrime yönelen işçi ve emekçi hareketleri yükseldi. Birçok ülkede bu hareketler başarıya ulaştı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin sosyalizmi gerçekten ve başarıyla uygulama örnekleri ve bununla birleşen anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleler ve devrimler burjuvaziye önemli geri adımlar attırırken emekçi sınıflar açısından birçok önemli kazanımla sonuçlandı. Bu kazanımlar, kimi ülkelerde devrim ve işçi ve emekçi iktidarlarıydı; kimi ülkelerde ise halk yığınlarının can ve kan pahasına kazandıkları parasız eğitim ve sağlık hizmetleriydi, sendika ve grev hakkıydı, sigorta ve sosyal yardım hakkıydı. Kuşkusuz parasız eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetler, bütçesi başlıca olarak emekçilerin alın terlerinden oluşan kapitalist devletler tarafından karşılanacaktı. Yine sendika kurma, grev, sigorta, sosyal yardım hizmetleri başlıca olarak devlet kuruluşlarından genelleşecek, diğer kapitalist işletmelerde de gerçekleşme şansı bulacaktı. “Sosyal devlet” olgusu ise, başlıca olarak bu mücadelelerin sonucuydu. Sonuçta bütün bu dönem, burjuva devletlerin işçi ve emekçilere daha çok sosyal hak verdiği ve böylece herkesin devleti olduğunu kanıtladığı bir dönem değil; ama ezilenlerin bizzat kendi mücadeleleri ve güçleriyle burjuvazi den söke söke aldıkları sosyal hak vb.lerinin geliştiği ve yaygınlaştığı bir dönem oldu. Bu, uluslararası işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin mücadelelerinin bir sonucuydu. Şöyle ki, bir ülkedeki işçi hareketi ve edinilen kazanımlar, başka ülkeleri de önemli oranda etkiledi; kazanılan haklar da, bunların nasıl ve ne yolla alınabileceğini tüm emekçilere gösterdi.
1970’li yıllarda ise burjuva propagandaya bir başka söylem hâkim olmaya başladı. Artık devletin ekonomiye müdahale etmesi ve sosyal devlet olgusu eleştirilmeye başlanmıştı. Bundan böyle yeni liberal politikalar ve ekonomik modeller gelişmiş kapitalist ülkelerde etkinlik kazanmaya, devletçilik ise terk edilmeye başlanıyordu. Bu dönem, hem Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon sürecinin epeyce ilerlemesi, sosyalizmin kitleler üzerindeki prestijinin azalması, işçi ve emekçi hareketlerinin gelişmiş kapitalist ülkelerde düzen sınırlarına çekilmesi; hem de emperyalist kapitalizmin en ileri ülkelerinde yaşanılan bunalımın çıkış yollarının aranması koşullarına denk düşüyordu. Artık, “devletin ekonomiye müdahalesinin gereksizliği”, “her şeyin serbest rekabet ortamında yoluna gireceği”, “devletin savunma vb. hizmetleri dışında küçültülmesi gerekliliği”, “birey ve hür teşebbüs hakları önünde devletin başlıca engeli teşkil ettiği”, “sosyal devlet ilkesinin artık iflas ettiği” yeni liberalizmin başlıca sloganları haline getirilerek yaygınlaştırılmaya başlanmıştı. Uluslararası burjuvazi, özelleştirme bayrağını bu dönemde kaldırdı. IMF (Uluslararası Para Fonu) ve IBRD (Dünya Bankası) gibi kuruluşlar, özelleştirme programları yapmak üzere harekete geçtiler. Bu özelleştirme programları, bağımlı ülkelere yapısal uyum vb. demagojiler altında emperyalizme bağımlılıkları oranında dayatılmaya başlandı. Özelleştirme, emperyalist Yeni Dünya Düzeni’nin neredeyse temel ilkelerinden birisi haline getirildi. Sonuçta, özelleştirme asla tek tek kapitalist ülkelerin bir uygulaması ya da planı olarak değil, ama uluslararası burjuvazinin ve Yeni Dünya Düzeni’nin ana planının en önemli unsurlarından birisi olarak ortaya çıkarıldı. Öyleyse kapitalist devlet mülklerinin ya da aynı anlama gelmek üzere kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle, sadece basit bir el değiştirme değil, emekçi halklara ve işçi sınıfına yönelik çok yönlü bir saldırı amaçlanıyordu.

DÜNYADA ÖZELLEŞTİRME ÖRNEKLERİ VE SONUÇLARI
Özellikle son yıllarda dünyanın birçok ülkesinde özelleştirme gündemdeydi, İngiltere’den Avusturya’ya, Kanada’dan İtalya’ya, Arjantin’den Rusya’ya, Brezilya’dan Singapur’a kadar onlarca ülkede, yüzlerce özelleştirme uygulaması gerçekleştirildi. Esas olarak, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri açısından bütün bu ülkelerde gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları ve mücadeleleri, önemli dersler ve sonuçlarla doludur. Kuşkusuz, bir dergi yazısının sınırları içerisinde, bütün bunların tek tek incelenebilmesi olanaksızdır. Ama en azından birkaç ülkedeki özelleştirme uygulamasının ve sonuçlarının burada ele alınması yararlı olacaktır.
Arjantin’de gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları, diğerleri arasında en çarpıcı olanlardan birisidir. Bu ülkede özelleştirme uygulamalarına, ulusal telefon ve havayolları işletmeleriyle başlandı. Ulusal havayolları şirketinin % 94’ü, telekomünikasyon şirketinin hemen hemen tamamı yabancı sermayeye satıldı. Bunu, kamu kuruluşlarının önemlice bir bölümünün 21 ülkede 200 kadar kapitalist şirkete satılması izledi. Bütün bu satışlar, Arjantin devletinin dış borç yükünü ancak % 15 oranında azaltabildi. 1970’li yıllarda 420.000’i bulan kamu kuruluşu çalışanlarının sayısı, bütün bu uygulamalar sonucunda 58.000’e indirildi.
Meksika’da özelleştirme uygulamalarına 1982 yılında başlandı. Toplam 1155 kamu kuruluşu özelleştirildi. Bütün bu uygulamalar sonucu elde edilen 21 milyar dolar gelirin tamamı borç ödemelerinde kullanıldı. Bu ülkede özelleştirme uygulamaları sonucu işsiz kalanların sayısı 400.000’i bulmaktadır.
Doğu Almanya’da, iki Almanya’nın birleşmesinin ardından 1990–1992 yılları arasında gerçekleşen uygulamalarla toplam 11.000 kamu kuruluşunun özelleştirilmesiyle toplam 11.6 milyar dolar tutarında özelleştirme geliri sağlanırken, 41.2 milyar dolar gider yapıldı. Sadece 1991 yılında 450 kadar işletmenin kapatılması sonucunda 100.000 işçi işsiz kaldı.
Örnekler daha da çoğaltılabilir. Ancak dünyadaki özelleştirme uygulamalarının temel amaç ve karakteristiklerinin başlıca şunlar olduğu görülmektedir:
* Özellikle emperyalizme bağımlı ülkelerde özelleştirme programları, belli başlı emperyalist kuruluşlar ve bunlara bağlı şirketler tarafından hazırlanmaktadır. Telekomünikasyon, havayolları ve diğer kârlı yatırımlar, yine belli başlı tekellere satılmakta ve uluslararası tekellerin yatırım alanlarının genişlemesine hizmet etmektedir. Böylece uluslararası tekeller kendilerine yeni yatırım alanları açmakta ve kâr oranlarını bu yollarla yükseltme imkânı bulmaktadırlar. Bu, dünya kapitalizmin sıkıntı ve derinleşen bunalımını hafifletmenin bir yolu olarak değerlendirilmektedir.
* Dünyadaki bütün özelleştirme uygulamaları, işçi sınıfı açısından işsizlik, sendikasızlaşma ve bunlara bağlı olarak milyonlarca işçinin yaşam koşullarının tam bir sefalete dönüşmesi anlamına geldiği gibi, kapitalistlerin, bunalımın yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkması anlamını da taşımaktadır.
* Özelleştirme uygulamaları, başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçilerin ve gençliğin yıllar süren hak alma mücadeleleri sonucu kazandıkları, parasız eğitim, sağlık, sosyal yardım, grev, sendika, öğrenim özgürlüğü, sigorta vb. haklarının yok edilmesine yönelindiğinin açık bir kanıtı durumundadır.
* Bütün bunların eşliğinde, özelleştirme, uluslararası burjuvazinin anti-sosyalist mücadelesinin ideolojik bir aracı olarak değerlendirilmekte, “komünizmin çöküşü”, “bilmem kaçıncı kez ölüşü” İlan edilerek, emperyalist Yeni Dünya Düzeni yüceltilmeye ve kutsanmaya çalışılmaktadır. Sözde bilim adamları, aydınlar, sendika bürokratları ve sözde sosyal-demokratlar, “ölen komünizmin” hayrına burjuva ideolojisine kazanılarak, sosyalizme ve devrimci işçi hareketine karşı ucuz silahlar olarak kullanılmak istenmekte ve kullanılmaktadır.
* Kapitalist devlet imiklerinin özelleştirilmeleri yoluyla, kapitalist devletler sözde küçültülmekte, ama bir yandan işçi sınıfı küçük parçalara bölünürken, başta onların hareketinin önü kesilmek amacıyla polis gücü vb. şiddet kurumları büyütülerek devletin kamu hizmetine bu yönde ağırlık verilmekte ve kapitalist devletler bu yönüyle büyütülmektedirler.
Türkiye’deki özelleştirme uygulamaları ve onun amaç ve gerçekleşme biçimleri de bütün bunların somut kanıtları niteliğini taşımaktadır.

TÜRKİYE’DE ÖZELLEŞTİRME UYGULAMALARI
Türkiye’de özelleştirme uygulamaları yeni gündeme gelmediği gibi, o, Türkiye burjuvazisinin ve sözcülerinin bağımsız bir tercihleri de değildir. Bugün artık sözde özelleştirme muhaliflerinin de etkisiz hale getirilmesiyle uygulamaya konulan özelleştirme programı, Türkiye kapitalizminin kendi gelişim seyri, yaşadığı ve yaşamakta olduğu kriz ve emperyalizmle ilişkileri tarafından belirlenmekte ve ülkenin politik hayatının ve sınıf mücadelesinin bir unsuru olarak da gündeme gelmektedir. Şöyle ki, son yıllardaki ekonomik tablolar göstermektedir ki, Türkiye’de özellikle ücret ve maaşlardaki sürekli düşüş bir iç pazar daralması yaratmış ve bunun aşılabilmesinin başlıca yolunun işçi ve emekçilerin sömürülmesinde azami sınırların zorlanması ve KİT’lerin emperyalist kuruluşlara satışı yoluyla ülkeye yabancı sermaye akışının sağlanması ve artırılması gerekliliği görülmüştür. Bu öte yandan, uluslararası emperyalist kuruluşların ve emperyalist tekellerin kendine özgü akacak kanal arayışlarının çıkışlarından birisi olarak görülmüştür. Emperyalist kuruluşlar tarafından hazırlanan özelleştirme programları, diğer bağımlılık (dış borç, siyasal ilişkiler) ilişkileriyle birlikte düşünüldüğünde, bir yandan tam bir dayatma anlamını, diğer yandan kendi olağan sermaye birikim ve dolaşım yollarıyla sorunlarını halledemez durumda olan Türkiye burjuvazisi açısından kabullenilmesi gereken bir zorunluluk anlamını taşımaktadır. Öyleyse, bir genelleme yapıldığında, şu açıklıkla söylenebilir: Emperyalistler tarafından dayatılan özelleştirme uygulamaları, Türkiye burjuvazisi açısından gerçek bir çıkış anlamını da taşıyamamakta, ancak, ona kısa süreli ve geçici nefes alma imkânını verebilmektedir. Emekçi sınıflar mücadelesinin kazandığı boyutlar ve daha da ilerleme ve sertleşme belirtilerini açıkça ortaya koyan belirtilerle ve burjuvazinin kendi iç çelişkileriyle düşünüldüğünde bu, burjuvazi açısından tam bir umutsuzluk ve karamsarlığı da beraberinde getirmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de özelleştirme mücadelelerinin nasıl sonuçlanacağı, tamamıyla işçi sınıfının; diğer emekçilerin ve gençliğin bu savaşı nasıl kavrayacağına ve bu savaşla nasıl bir tutum benimseyeceğine bağlanmış durumdadır.
Uygulamaya konulan özelleştirme programı işçi sınıfına ve onun genç kuşaklarına neler getirecektir?
* Önce, Türkiye’de KİT’lerin ekonomideki yerine dair temel verilere bakmak yararlı olacak.

TABLO-1
Enerji     Madencilik     Sanavi     Ulaştırma     Haberleşme     Mali Hizmetler
90.0    74.0        33.0        58.0        100.0        25.0
KAYNAK: OECD, Ekonomik Surveys, Turkey, Paris, 1992, s.91.

Tablo 1, KİT’lerin ekonomideki ağırlığı hakkında bir fikir vermektedir. Günümüzde KİT’ler toplam üretimin yaklaşık % 20’si dolayında bir payına sahiptir. Türkiye burjuvazisinin 1985 yılında Dünya Bankası aracılığıyla Morgan Guarantee Trust Company adlı kuruluşa “Özelleştirme Master Planı” hazırlattığı bilinmektedir. Bu planda özelleştirilecek KİT’ler başlıca üç gruba ayrıldı ve tamamı ve öncelikli olarak satılması planlanan kuruluşlar programın ilk sırasında yer aldı: TURBAN, THY, USAŞ, NETAŞ ve TELETAŞ gibi. Bunlar kuşkusuz yerli ve yabancı sermayenin iştahını kabartacak nitelikteydi. Bunların özellikle yabancı sermayeye yok pahasına satıldığı, şimdiye kadar yapılan uygulamalar tarafından kanıtlanmaktadır. Örneğin USAŞ’ın % 70 hissesi İskandinav Hava Yolları (SAS)’na bir yıllık gelirinden daha düşük bir fiyatla satılmış; ÇİTOSAN’ın 5 fabrikası ise bir Fransız firması olan SCF’ye yaklaşık 1,5 yıllık üretimlerinin karşılığı bir fiyatla satılmıştır. Bütün veriler, yukarıdaki tespitleri kanıtlar niteliktedir.
* Türkiye’de sendikalı işçi oranı, “kamu” kesiminde, “özel” kesime oranla oldukça yüksektir. Kuşkusuz ki bu işçi sınıfının, mücadeleleri sonucu kazanılmış bir mevzidir ve özelleştirme saldırısıyla işçi sınıfının sendikal haklarından önemli oranda mahrum bırakılması planlanmaktadır.

TABLO-2
İşyeri        Sendikalı Kapsamındaki İşçi Sayısı    Sendikalı İşçi Sayısı   
Kamu            1.206.979            1.100.883
Özel            2.715.401            1.384.798
Toplam        3.742.380            2.485.681
KAYNAK: Çalışma Bakanlığı Çalışma İstatistikleri, Kasım 1993.

Tablo 2’deki veriler, devlet kaynaklı veriler olmasına rağmen, sendikalaşma oranının “kamu” kesiminde daha yüksek olduğunu; ama diğer yandan rakamlar ne kadar şişirilirse şişirilsin özel kesimde sendikal hakların tırpanlanma, yok edilme imkânlarının oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Bu konu işçilerin yıllardır sürdürdükleri ve halen de sürdürmekte oldukları sendikalaşma mücadelesiyle onlarca kez kanıtlanmıştır. Örneğin “kamu” sektöründe çalışanların neredeyse tamamı sendikal olmaya hak kazanırken, tek tek kapitalist işletmelerde işçilerin sendikal çalışmaları tensikatlarla ödüllendirilmektedir.
* Kapitalist devlet işletmelerinde ya da kamu kesiminde sendikalaşma oranının yüksekliği, yine bu kesimde çalışan işçilerin neredeyse tamamını toplusözleşme kapsamına sokmaktadır. Örneğin Türkiye’de 1991–1992 yıllarında toplam
1.541.000 işçi toplusözleşme hakkından yararlanmıştır. Bu işçilerin 901.000’i devlet işletmelerinde çalışmaktadır. Oransal açıdan bakıldığında ise, devlet işletmelerinde toplusözleşmelerin sadece % 3,7’si işyeri toplusözleşmesi iken, % 96,3’ü toplu iş sözleşmesidir. Özel kapitalist işletmelerde ise, toplusözleşmelerin % 88,8’i işyeri düzeyindeyken, % 11,2’si işletme düzeyinde bağıtlanmıştır. Tablo 3, bu konudaki rakamları göstermektedir.

TABLO-3
İşyeri        Yetki Düzeyi    Sözleşme Sayısı    İşyeri Sayısı    İşçi Sayısı
Kamu        İşyeri        30            30        4661
İşletme        777            5858        265277
Toplam    807            5888        269938
Özel        İşyeri        867            867        99467
İşletme        109            2782        81501
Toplam    976            3649        180968
Toplam    İşyeri        897            897        104128
İşletme        886            8640        346778
Toplam    1783            9537        450906
Kaynak: Çalışma Bakanlığı İstatistikleri, Kasım 1993.

Özelleştirme uygulamaları, aynı zamanda, işçi sınıfının toplu pazarlık gücünü ve dolayısıyla birleşik eylemlerini de engelleyici ve baltalayıcı bir anlam taşımaktadır. Bu, işçi sınıfının sefalet ücretlerine mahkûm edilebilmesinde burjuvazi tarafından kazanılmış bir mevzi olarak da kullanılabilecektir.
* Bütün bunlara bağlı olarak ve bunlarla birlikte, defalarca belirttiğimiz gibi işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarından biri olma niteliği taşıyan çeşitli sosyal yardımlar (yakacak, giyecek, çeşitli ikramiyeler, çocuk ve kreş yardımları vb.) da yok edilebilecektir. Şimdiye kadarki özelleştirme uygulamaları bunu ortaya koyduğu gibi gelecekteki uygulamaların da teminatıdır.

SONUÇ
Türkiye’de özelleştirme programları açıklanıp ilk uygulamaları başlatıldığı zaman, kimi küçük burjuva aydınları ve bilim adamları, “babalarımızın, dedelerimizin alın teriyle kurulan kamu kuruluşlarını satıyorlar” diye kendi çaplarında isyan etmişlerdi. Bu çevreler, “KİT’ler kârlı mı yoksa zararlı mı kuruluşlardır” ya da “KİT’ler kârlı kuruluşlar haline getirilebilirse bunun yolları nelerdir” gibi bir tartışma ortamı yaratmaya çalışmışlar ve sendika bürokratları da sözde özelleştirme karşıtlıklarını bu tartışma platformunda dile getirmeye çalışmışlardı. Bu durum, bugün de devam etmektedir. Oysa devrimci proletarya, sadece kapitalist devlet mülklerinin değil ama bütün burjuva mülkiyetini yaratanın kendi alın teri olduğunu biliyor ve özelleştirme mücadelelerini yalnızca böyle bir basit el değiştirme meselesi olarak kavramıyor. Sınıf bilinçli işçiler, özelleştirme uygulamalarının “KİT’ler zarar ettiği için” gündeme getirilmediğini de biliyor. Ya da o, son günlerde sözde sosyalist bir partinin yayınladığı afişlerde yer alan “Onlar özelleştiriyor bizim partimiz kamulaştıracak” sloganına hiç mi hiç aldırış etmiyor. (*) Çünkü özelleştirmenin bir hükümet ya da hükümet partisi tercihi olmadığını da çok iyi biliyor.
Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve gençliği açısından şu gerçek son derece açık olmak zorundadır: Özelleştirme, uluslararası burjuvazinin, dünya işçi sınıfının yıllarca süren dişe diş mücadeleleriyle edindiği bütün kazanımlarına karşı açtığı bir savaştır. Türkiye’deki özelleştirme mücadeleleri ise bu savaşın bir parçasıdır. Ve burjuvazi bu savaşı kazanmak için elinden gelen her şeyi yapmakta, bütün saflarını birleştirmeye çalışmaktadır. Örneğin, özelleştirilen kuruluşlar bir anda el değiştirmemekte, blok satış ya da borsada satış yoluyla satılmaktadır. Böylece, özelleştirmenin doğrudan sonuçları hemen ya da bir anda ortaya çıkmayacak ve işçi sınıfı eylemi bölünüp parçalanmaya çalışılacaktır. Bunun yanında özelleştirmenin yaratacağı sonuçları, sadece işçi sınıfı değil, başta memurlar olmak üzere bütün emekçiler ve gençlik de yaşayacaktır. Bu durumda işçi sınıfı, önünde çetin bir mücadele süreci olduğunu bilmeli ve bu mücadeleyi kazanmak üzere kendisini her açıdan hazırlamalı ve saflarını netleştirmelidir. İşçi sınıfının önünde başkaca hiçbir seçenek yoktur.

(*) Bu sloganın, özelleştirmeyi bir hükümet politikası olarak kavradığı ve örneğin kamulaştırmayı işçi ve emekçiler adına bu partinin yapacağı şeklinde bir mesajı vermeyi amaçlaması son derece acıklı bir şeydir. Herhalde, bu afişteki sloganı okuyan işçiler, DYP özelleştirmeci; bu parti ise kamulaştırıcıymış deyip, buna gülümsemekten başka bir tepki göstermeyeceklerdir.

Ocak 1995

Gümrük birliği, Tarım Sektörü ve Emekçi Köylülüğün Durumu

Avrupa Birliği’ne katılmada “önemli bir dönemeç”, “kapının aralanması” olarak değerlendirilen Gümrük Birliği’ne giriş, Türkiye açısından bir başka bahara kaldı. Ne pahasına olursa olsun girmek istediği Gümrük Birliği’ni sadece vergilerin kaldırılması, gümrük duvarlarının indirilmesi olarak gören Ye “Avrupa Birliği’ne isterse yerine getirelim, yeter ki Gümrük Birliği’ne alsınlar” mantığıyla hareket eden Türkiye burjuvazisi, 19 Aralık’taki Ortaklık Konseyi toplantısında Avrupalı dostlarından bir tokat daha yedi. Tansu Çiller’in veto ihtimalini ortadan kaldırmak için “bizim dostluğumuzdan değil düşmanlığımızdan korksun” diyerek Yunanistan’ı tehdit etmesi, diğer hükümet yetkilileri ve sermaye temsilcilerinin “Türkiye 1 Ocak 1995’te yerine getireceği taahhütleri dondurur” mesajları da Ortaklık Konseyi’nin ret kararını etkilemedi.
Ortaklık Konseyi, Avrupa Parlamentosu’nun aldığı tavsiye kararına uyarak 19 Aralık’ta 1 saat 10 dakika süren toplantıda, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçişi düzenleyecek karar taslağını görüşmeyi 7 Mart 1995’e erteledi. Ortaklık Konseyi, bu tarihe kadar Türkiye tarafından yapılacak iyileştirmelere bağlı olarak (Türkiye’nin vereceği tavizler demek daha doğru olacak) 7 Mart’ta Gümrük Birliği karar taslağını tartışıp tartışmayacağına karar verecek.
7 Mart 1995’e ertelenen görüşmenin görünen gerekçesi, Kıbrıs sorunu, DEP milletvekillerinin tutuklanması, siyasi partilerin kapatılması, insan hakları vb. gösterilmeye çalışılsa da, emperyalistler açısından asıl hedef, biraz daha köşeye sıkıştırarak Türkiye’ye siyasi ve ekonomik yaptırımlarını itirazsız kabul ettirmektir. Kuşkusuz uluslararası ilişkiler ve dış politika açısından bakıldığında, sözü geçen toplantının ertelenişine ilişkin gerekçelerin taşıdığı anlam ayrıca ele alınması ve işçi sınıfı açısından gerekli sonuçların çıkarılması gereken ayrı bir konudur.
Özelleştirme konusunda olduğu gibi Gümrük Birliği’ne katılma konusu da egemen sınıflar tarafından halkın yararınaymış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Hükümet ve diğer siyasi parti sözcülerine göre Gümrük Birliğine girmek sadece “Türkiye için değil, AB’nin, Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın yararınadır”. Çiller’e göre “Gümrük Birliği, halkımıza zenginlik ve ucuzluk getirecektir”. Ancak nedense hiçbir yetkili, neden ve niçin, kurtlar sofrasına, ısrarla, hatta yalvararak girilmeye çalışıldığını açıklamaya yanaşmıyor. Sürekli Gümrük Birliği’nin ülke ekonomisine yarar getireceği, tüketicilerin daha ucuza mal alabilecekleri vurgulanıyor. Öyle ki, Gümrük Birliği gerçekleştiğinde zarar görecek sektörler dahi, “girilmesine karşı değiliz, ama bazı önlemler de alınsın”, demekten öteye geçmiyorlar.
Sistemli olarak tartışma dışı bırakılmaya özen gösterilen bir diğer konu da, Gümrük Birliği’yle beraber işçi sınıfının durumunun ne olacağı, sınıfın bundan nasıl ve ne derece etkileneceğidir. Tam üyelik başvurusu kabul edilmeden Gümrük Birliği’ne gidecek tek ülke olan Türkiye’de, gerçekleşmesi durumunda en fazla zararı görecek olan üreticiler, işçi sınıfı ve işçi sendikaları tamamen devre dışı kalmış durumda. Başta Türk-İş olmak üzere diğer konfederasyonlar her konuda olduğu gibi GB’de de, sermayeye ters düşmemek, onların çıkarlarını zedelememek tutumunu benimsemişlerdir.
Biz, bu yazı çerçevesinde, sermaye ve hükümet çevrelerinin, eğer deyim yerindeyse es geçtiği, hiç sözünü etmediği bir konuyu ele almaya çalışacağız.

GİRİLEN DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ AÇISINDAN TARIM VE HAYVANCILIK SEKTÖRÜNÜN DURUMU
Gümrük Birliği ile ilgili konular tartışılırken yasal prosedürler ile otomotiv ve tekstil sektörlerinin sorunları gündeme getiriliyor ve daha çok da katılmanın yararlan öne çıkarılıyor. En az sanayi sektörü kadar stratejik öneme sahip tarım sektörü neredeyse unutturulmaya çalışılıyor.
Tarım sektörünün sorunlarının sanayi sektöründen daha çok ve daha karmaşık olduğu, Gümrük Birliği’ne bu haliyle yani, koşulsuz ve korumasız girildiğinde, bu sektörün adeta yıkıma uğrayacağı, milyonlarca üretici köylünün durumunun daha da kötüleşeceği bilinmesine rağmen, bu sektörün hiç sorunu yokmuş, Gümrük Birliği’ne hazırmış gibi davranılıyor.
1 Ocak 1996 sabahından itibaren sanayi ürünlerinde Gümrük Birliği’ne girmeyi planlayan Türkiye, aynı tarihte Avrupa Birliği’nin Ortak Tarım Politikası’na da katılmış olacak. Daha önce imzalanan Katma Protokol, 22 yıllık geçiş dönemi sonunda Türkiye’nin tarım sektörünü ve tarımsal politikalarım Avrupa Birliği’nin Ortak Tarım Politikası’yla uyumlu hale getirmesini öngörüyordu. 22 yıllık süre ise 31 Aralık 1995 günü doluyor. Nasıl ki, 1 Ocak ’96 günü sanayi sektörü, belli ölçülerde Avrupa sanayisine entegre olmuş olmasına rağmen Avrupa Birliği’nin rekabeti karşısında kendini çırılçıplak hissedecekse, tarım sektörü de birliğin Ortak Tarım Politikası’nın yapısal ve gelişmiş dünyasıyla yüz yüze gelecek. Özellikle ’80’li yıllardan itibaren gelişmiş ülkeler, uyguladıkları çok yönlü destekleme programlarıyla tarımsal üretimlerini büyük ölçüde artırıp geliştirirken, Türkiye’de bunun tam tersi bir gelişme yaşanmıştır. Şüphesiz ki Türkiye burjuvazisinin geliştirmeye çalıştığı tarım politikaları, bağımsız bir tercih değil, tersine, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu çok yönlü ve karmaşık ilişkilerle ve Türkiye kapitalizminin emperyalizmle kurduğu ve kurmak zorunda olduğu zorunlu ilişkilerle belirlenmektedir. Şöyle ki gelişmiş ülkelerde tarım, hayvancılık ve gıda sektörü özel tedbirlerle korunurken, Türkiye’de bu sektörlerin gerilemesi ve dışa bağımlılığının artması için ne lazımsa o yapılmıştır.
Yıllardır tarım kesimini bir “oy deposu” olarak gören egemen sınıflar ve onların çeşitli partileri, tarım sektörü üzerinde en fazla “sübvansiyon”, “kredi” ve “destekleme alımları” ile etkili olmuşlardır. O nedenle her seçim döneminde destekleme kapsamındaki ürün sayısı ve destekleme için ayrılan para artırılırken, seçim olmayan yıllarda üreticiler tamamen kaderlerine terk edilmiştir.
Önceki yıllarda daha çok seçim ve oy kaygısıyla tarıma verilen son derece yetersiz destek ve sağlanan sübvansiyonlar, 5 Nisan Kararlarından sonra hemen hemen sıfır noktasına çekilmiş, destekleme alımlarından büyük oranda vazgeçilmiş, bazı ürünlerdeki destekleme alımları ise göstermelik olmaktan öteye geçmemiştir. Bu, aynı zamanda emekçi köylülük açısından sefalet ve yoksullaşma anlamına da gelmektedir. Mevcut hükümetin tarım sektörüne yaklaşımının ne olduğunu görmek için 5 Nisan Kararları’na bakmak yeterlidir.
IMF patentli 5 Nisan Kararları’na göre; hububat, şeker pancarı ve tütün dışında kalan tarım ürünleri destekleme kapsamı dışına çıkarılacak. Destekleme fiyat ayarlamaları ise maaş ve ücretlerde öngörülen politikalarla tutarlı olarak tespit edilecektir. Hükümetin ’95 yılı bütçesinde maaş ve ücretlerde sıfır zammı öngördüğü düşünülürse, ’95 yılı içinde tarım ürünlerine de zam yapılmayacak, destekleme alımları da olmayacak demektir. Başta tütün olmak üzere bazı ürünlerde ekim alanları ve alım miktarı sınırlanacak, Tarım Satış Kooperatifleri’ne sağlanan finansman azaltılacak. Sübvansiyonlar kaldırılırken devlet tarafından yapılan girdi fiyatları da artırılacak.
5 Nisan Kararları’ndan sonra bir süre hazırlanması ertelenen 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda da tarım sektörü ihmal edilen sektörlerin başında geliyor. Hazırlanan taslakta “tarımsal destekleme alımlarının kamu maliyesine olan yükü azaltılacak, girdi sübvansiyonları ile fiyat müdahaleleri azaltılacak” deniliyor.
Bütün bunlara tarım ürünleri ithalatındaki fonların ve gümrük vergilerinin kaldırılması ve azaltılması da eklenince, tarım sektöründe bir yıkımın yaşanacağını ve dışa bağımlılığın artacağını söylemek hiç de abartılı bir tespit olmayacaktır.

TARIM SEKTÖRÜNDE GENEL DURUM
GB’ye girilmesi halinde tarım sektörünün, özellikle de hayvancılık ve işlenmiş tarım ürünleri sektörlerinin bundan nasıl etkileneceği konusuna girmeden, Türkiye’de tarım ve hayvancılığın genel yapısına kısaca göz atmakta yarar var.
77.8 milyon hektar toprak alana sahip Türkiye’de tarıma elverişli arazi miktarı, yaklaşık 28.0 milyon hektardır. Bunun 24.0 milyon hektarı kuru, 3.8 milyon hektarı ise sulu tarım alanıdır. DİE verilerine göre, 24.0 milyon hektarlık alanın her yıl yaklaşık 18.8 milyon hektarı ekilirken, 5.2 milyon hektarlık alan nadasa bırakılmaktadır. Üretim büyük ölçüde küçük ölçeklidir. Sektörde verimlilik ve teknoloji kullanımı gelişmiş ülkelere göre bir hayli geri durumdadır.
Yeni ekim alanlarının açılması, sulu tarım alanlarının genişletilmesi çalışmaları durdurulurken, Kürt illerinde devam eden savaş, yakılan, boşaltılan köyler ve kırsal alandaki gelir bozukluğundan kaynaklanan göçler yüzünden ekim alanları bir hayli daralmış, üretim gerilemiştir.
1980-94 dönemi tarım sektörü açısından olumsuzlukların yaşandığı kötü bir dönem olmuştur. Bu dönemde GSMH artışı yaklaşık % 68 yükselirken tarım sektörünün payı ancak % 32 oranında artmıştır. Bu süreçte Türkiye burjuvazisinin ve kapitalizmin içinde bulunduğu durum ve yaşanılan sancılı süreçlerin bir sonucu olarak tarım ve hayvancılık sektörü adeta unutulmuş, hiçe sayılmış, tarım sektöründe dünyada ve girilmesi düşünülen AB’deki gelişmelere paralel teknik ve yapısal bir gelişme hayata geçirilmemiştir. Bunun sonucu olarak, 1980’de tarım ve hayvancılık alanında kendi kendine yeterli bir ülke olan Türkiye’de, 1990’larda gıda ve tarım ürünlerinin ithal edilmeye başlandığı bir sürece girilmiştir. Mısır ve pirinç gibi tahıllarda, bitkisel yağlarda, hayvan ve hayvansal ürünlerde dışa bağımlı hale gelinmiş, kişi başına gıda maddesi tüketimi ve sağlıklı beslenme bakımından gelişmiş ülkelerin çok gerisine savrulmuştur. Bu süreç, GB’ye girilmesiyle daha da hızlanacaktır.
1980-94 döneminin diğer bir özelliği ise üretici köylülerin tarım girdilerini alabilmeleri için daha fazla ürün satmak zorunda bırakılmaları olmuştur. Diğer bir anlatımla üreticiler tarım girdilerinde birim başına daha fazla ürün vermek zorunda kalmışlardır. Ürün fiyatlarının, gübre, ilaç, mazot gibi tarım girdi fiyatlarının çok altında kalması sonucu üretici tam anlamıyla bir yoksullaşma süreci yaşamıştır. Son bir yılda gübre fiyatı 6, mazot fiyatı 3 kat artarken, çiftçinin ürünleri enflasyonun altında işlem görmüştür. Fiyatların yüksekliğinden dolayı çiftçi sonbaharda 2,5 milyon ton gübre kullanması gerekirken ancak 1 milyon ton kullanabilmiştir. Bu durum kaçınılmaz olarak üretimi olumsuz yönde etkiliyor. Örneğin buğdayda son 5 yılın en düşük rekoltesi bekleniyor. Geçen yıl 15 milyon ton olan şeker pancarının 11 milyon ton olarak gerçekleşmesi beklenirken, şeker üretiminin geçen yıla göre 650 bin ton azalacağı belirtiliyor.
’94 yılı 5 Nisan kararlarıyla beraber üreticiler açısından son derece zor bir yıl oldu. Üretici toprağını ekebilmek için bir yıl öncesine göre gübreye 6 kat fazla para ödemek zorunda kaldı. Örneğin ’94 Ocak ayında kilosu 1.662 TL olan Amonyum Nitrat 9 bin liraya, kompoze gübre 1.777 TL’den 10.200 liraya yükseldi.
ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN BUĞDAY (KG)  – Tablo-1
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    0,7    67    3
1990    0,8    99,7    3,8
1991    0,8    98,6    4,3
1992    0,8    117,2    3,9
1993    0,8    132,6    3,2
1994    2,2    260,6    4,2

ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN ÇEKİRDEKSİZ KURU ÜZÜM (KG) – Tablo-2
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    0,09    8,1    0,36
1990    0,16    21,1    0,80
1991    0,17    20,0    0,87
1992    0,15    21,1    0,70
1993    0,15    24,4    0,60
1994    0,41    49,1    0,78

ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN ŞEKERPANCARI (KG) – Tablo-3
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    2,7    249,8    11,3
1990    2,9    379,0    14,4
1991    3,0    356,4    15,4
1992    2,8    396,1    13,2
1993    2,9    464,0    11,4
1994    7,0    834,9    13,3

Tablolarda da görüldüğü gibi üretici geçen yıl 800 gram buğday satarak alabildiği gübreyi bu yıl 2,2 Kg. buğday satarak alabiliyor. Şeker pancarı üreticisi gübre alabilmek için geçen yıl 2,9 Kg. pancar satarken bu yıl 7 Kg. satmak durumunda.
Tarımsal ilaç konusunda da aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Geçen yıl Lebaycid tarım ilacı için 132,6 Kg buğday gerekirken bu yıl 260,6 Kg. gerekiyor. Pamuk üreticisi ise geçen yıla göre aynı ilacı almak için 30 Kg. daha fazla pamuk verecek. Aynı şekilde bir yıl öncesine göre; ayçiçeği ve soya üreticisi 40, mısır üreticisi 147, şekerpancarı üreticisi ise 360 Kg. daha fazla ürün vermek zorunda.
Tarımın ulusal gelir içindeki payı 1950’li yıllarda yüzde 40’lar düzeyinde iken, her on yılda gerileyerek, 1993 yılında yüzde 15’in altına düştü. GSYİH’ın son on yıllık gelişimine bakıldığında tarım sektörünün % 21,3’ten % 14,0’a gerilediği, buna karşılık sanayi sektörünün % 23,9 dan % 25,7’e, hizmet sektörünün ise % 54’ten % 60,3’e yükseldiği görülüyor.
1993 rakamlarına göre ise bir önceki yıla göre tarım sektörü % 3,6 küçülürken sanayi sektörü % 8,2, hizmet sektörü % 7,9 oranında büyümüştür.
’93 yılı kamu sektörü sabit sermaye yatırımları incelendiğinde devlet yatırımlarının üretim alanları yerine hizmet sektörüne kaydığı görülüyor. ’92 yılına göre % 2,5 gerileyen kamu sektörü yatırımları içinde en yüksek payı % 34,7 ile ulaştırma ve haberleşme alırken tarım sektörü % 14,9, eğitim % 14,8 oranında artış, imalat sektörü % 43,5, madencilik sektörü ‘yatırımları ise % 20,2’lik bir gerileme göstermiştir.
Tarım kesimindeki artış esas olarak ’92 yılındaki -20 %’lik gerilemeden kaynaklanıyor. Yoksa artış gibi görünen yatırım 1991 rakamlarının çok gerisindedir. Örneğin 1991 yılında 1.249 milyar liralık yatırım yapılırken 1993 yılında tarıma yapılan yatırım 1.135 milyar liradır. DİE’nin ekonominin genel yapısı içinde tarımın büyümesiyle ilgili rakamlarına bakıldığında tarım sektörünün son yıllarda ne kadar ihmal edildiği daha iyi görülüyor. Bir önceki yılın aynı dönemine göre tarımda ikinci üç aylık büyüme hızı ’92’de 5,3 iken, ’93’te -4,8, ’94’te -2,4’de gerilemiştir.
Aynı durum ihracat rakamlarında da söz konusu. ’93 yılında tarım ürünleri ihracatı ’92 yılına göre % 5,3 artmış gözükmesine karşılık 1991 yılındaki ihracattan yaklaşık 353 milyon dolar daha düşüktür.
Bu düşüş, ihracatın toplam rakamlarına bakıldığında daha net olarak görülüyor. ’91 yılında toplam ihracat içinde tarımın payı % 20,1 den ’93’te % 15,5’e gerilerken, sanayi ürünleri payı % 77,8’den, % 82,9’a yükseliyor.
İhracattaki bu gerilemeye karşılık ithalatta tarımın payı yükseliş gösteriyor. Toplam ithalat içinde 1991 yılında tarımın payı % 3,9’dan 1993’te % 5,7’e yükseliyor. 1991 yılında 813.0 milyon dolar tarım ürünleri ithalatı yapılırken 93 yılında 1.673.5 milyon dolar ithalat yapılmıştır ki bu % 100’ün üzerinde bir artış demektir.

SEKTÖRLERİN GSYİH İÇİNDEKİ PAYLARI (%) – Tablo-4
Sektörler    1982      1983       1984     1985     1986       1987     1988     1989     1990     1991     1992     1993
Tarım         21,3     19,7     20,1     18,9     19,1     17,5       17,0     16,7     18,2       5,7     15,0       14,0
Sanayi     23,9     23,1     22,2     22,4     26,0     25,5       26,8     27,0     25,3       26,0     25,6       25,7
Hizmetler     54,8     57,2     57,7     58,7     54,9     57,0      56,2     56,3     56,5      58,3     59,4      60,3
GSYİH100.0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0
KAYNAK: DİE

SEKTÖRLERE GÖRE ÎHRACAT – Tablo-5
Değer(Milyon dolar                Toplam İçindeki Pay        Değişim (%)   
Sektörler    1991        1992            1993        1991    1992    1993        1991    1992    1993
Tarım Ürün.    2,732,3    2,259,4    2,379,6    20,1    15,4    15,5        14,4    -17,33    5,3
Madencilik    285,9        264,2        283,3        2,6    1,8    1,66        -13,2    -7,6    -9,8
Sanayi Ür.    10,575,3    12,191,0    12,725,7    77,8    82,8    82,9        3,3    15,3    4,4
KAYNAK; DİE

TARIMDA HAYVANCILIĞIN YERİ VE ÖNEMİ
Dünya ülkeleri kendilerine hayvancılık ağırlıklı bir tarımsal yapı oluştururlarken Türkiye’de bitkisel ağırlıklı yapıya ağırlık veriliyor. İdeal tarımsal yapı % 60 hayvancılık, % 40 bitkisel ağırlıklı olması gerekirken Türkiye’de tam tersi bir gelişme yaşanıyor. Bu, temellerini, Türkiye ekonomisinin kendine özgü gelişim özelliklerinde bulmaktadır.
Son 10-15 yıllık değişimler göz önüne alındığında, tarım sektörü içinde önemli bir yere sahip olan hayvancılığın, tarım sektörünün genelinde olduğu gibi son derece olumsuz bir gelişme seyri izlediği görülecektir. Hayvancılığa gereken önem verilmediğinden 1980 yılında 67.6 milyonu küçükbaş, 16.9 milyonu büyükbaş olmak üzere toplam 84.5 milyon baş hayvan varlığına sahip olan Türkiye’de hayvan varlığı sürekli bir azalma göstermiştir. Örneğin son on yılda sığır varlığı % 27, koyun % 11, keçi % 38 ve manda % 60 dolayında erozyona uğramıştır. Bu erozyonun önemli nedenlerinden biri girdi fiyatlarının dünya fiyat ortalamasının çok üstünde oluşudur. Örneğin, dünyada 60-70 dolar olan hayvan yemi, Türkiye’de 220-240 dolardır. Devletin hayvancılığa gereken önemi vermemesine, hayvan varlığının sağlıklı bir şekilde sayımının yapılmamış olmasına karşın, Türkiye’nin mevcut hayvan varlığı, dünya hayvan varlığının içinde yaklaşık % 3,5 gibi büyük bir paya sahiptir.
Yılda % 2,1 oranında büyüyen, % 48’i 20 yaşın altında olan, 60 milyonluk nüfusuyla Türkiye, dünyanın en güçlü hayvancılık ve süt sanayine sahip, AB için çok çekici ve tekellerin iştahını kabartan bir pazardır. Her yıl yaklaşık 2 milyon ton fazla veren AB’nin hayvansal ürünleri, Gümrük Birliği ile beraber sadece mamul maliyetinin çok ufak bir kısmını oluşturan süt, şeker, tahıl vs. gibi temel tarım ürünleri için gümrük vergisi ödeyerek ülkemize girecektir.
Bunun yanında gümrük vergilerinin azaltılması veya sıfırlanması ve fonların düşürülmesi sonucu, AB standart dışı mallarda Türkiye’ye dolacak. Üreticilerin korunmasına yönelik gerekli tedbirler alınmadığından üretimden vazgeçen üreticiler mahvolacak, marketlerde daha çeşidi ürünleri daha uygun fiyata bulabilecek olan tüketiciler ise, zaman içinde ürünleri % 200–300 zamlı tüketmek zorunda kalacaklar.
30 yıldır AB’ne gireceğini söylemesine rağmen, bu konuda gerekli yapısal ve teknik değişimi gerçekleştirememiş veya buna izin verilmemiş olan Türkiye, Gümrük Birliği’ne katıldığında hayvancılık ve gıda sektöründe dünya ölçeğinde söz sahibi olan dev tekellerle rekabetle karşı karşıya kalacak.

RAKAMLARLA KIRMIZI ET PAZARI (000 TON) – Tablo-6
1989        1990        1991        1992        1993
Üretim        1.490.0    1.556.0    1250        1280        1310
Tüketim    544,3        509,5        488        474        483
İthalat        6,6        9,8        24,9        29,7        25,1
İhracat        16,2        7,4        3,5        4,9        7,1
Tüketim    25,6        26,5        21,5        21,6        21,6       

BEYAZ ET SEKTÖRÜNDE DURUM
Türkiye yıllık 340 bin ton beyaz et (tavuk, piliç, hindi) üretimiyle dünya sıralamasında 26. sırada bulunuyor. Birleşmiş Milletler’e göre (FAO) 1993 yılında 30 milyar adet piliçten 40 milyon ton temizlenmiş piliç eti elde edilmiş, 6 milyon ton yumurta ve anaç tavuk eti ile beraber toplam dünya beyaz et üretimi 46 milyon tona yaklaşmıştır. Bu üretimde Kuzey Amerika 15, Asya 12 ve Avrupa 8 milyon tonla başı çekiyor. Yine aynı kaynağa göre ABD 13, Çin 5, Brezilya 3, Fransa 2 milyon tonla dünya üretiminin yarısını gerçekleştiriyor. Japonya, İtalya ve İngiltere yıllık birer tonu aşıyor. Rusya ve BDT’nin istatistikleri belirsiz, ancak 2 milyon ton olarak kabul ediliyor.
Dünya beyaz et pazarına 4 devlet hâkim durumda. ABD 700, Fransa 400, Brezilya 400, Hollanda 300 bin tonla dünya ihracatının üçte ikisini elinde bulunduruyorlar. Türkiye ise 1993 yılında ihracatı yok denecek kadar az olduğundan dünya ticaret sıralamasında yer alamıyor. ’94 yılında ilk kez 5-6 tonluk bir ihracat gerçekleştirebildi.

DÜNYA BEYAZ ET TÜKETİMİ
Ülke sıralaması     Kişi Baş Yıl.Tük.
ABD            43.1
İsrail            37.0
Suudi Arabistan    34.6
İspanya        24.1
İtalya            18.6
Yunanistan        15.9
İran             7.5
Suriye             6.8
Azerbaycan         6.2
Türkiye         5.7
Türkmenistan        2.1
Afganistan         0.7
Dünya ortalaması    8.0

Tarımdaki diğer girdiler gibi beyaz et üretimindeki yem fiyatları dünya fiyat ortalamasının çok üzerinde. Yemin üç ana girdisi olan mısır, buğday ve soya fiyatları dünya fiyatlarının yaklaşık iki katıdır. Bu durum kaçınılmaz olarak piliç maliyetlerini olumsuz yönde etkiliyor ve Gümrük Birliği’nden sonra rekabet şansını iyice zora sokuyor.
Türkiye piliç pazarlaması konusunda stratejik bir bölgede bulunmasına rağmen devletin bu sektöre olumsuz yaklaşması sonucu bunu yeterince değerlendiremiyor. Senede 100 bin ton alım yapan Rusya, Körfez ülkeleri ve S. Arabistan’a çok yakın olunmasına rağmen, bu pazarlar Brezilya, Fransa ve ABD’nin elinde.
İhracatçı ülkeler ton başına 7-8-900 dolar fon ödeyerek ihracatı teşvik ederken, Türkiye’de belirlenen 700 dolarlık fon ihracatçıya ödenmemekte, hatta ihracatçıların bu fonların karşılığında yem almaları, bu paraların sigorta vergi gibi ödemelerden düşülmesi önerileri de geri çevrilmektedir.

AB VE TÜRKİYE’DE TARIM POLİTİKALARI
Son 25 yıldır AB, hayvancılığını Ortak Tarım Politikası (OTP) çerçevesinde desteklerken, Türkiye OTP programından yararlanamamış, yararlandırılmamıştır.
Bu destek öyle küçümsenecek boyutlarda bir destek değildir. AB’nin tarıma ve onun bir dalı olan hayvancılığa verdiği desteğin boyutlarını gözler önüne sermek için 1991 yılı destek rakamlarına bakmak yeterlidir. 1991 yılında 53 milyar ECU (1 ECU yaklaşık 1.20 dolar) olan OTP bütçesinin 11.6 milyar ECU’luk bölümü hayvancılık ve süt sektörünün gelişmesine ayrılmıştır.
Desteği, üreticiye ve ihracatçıya olmak üzere iki aşamada sağlayan AB, bununla da yetinmeyip yabana rekabete karşı çok iyi işleyen değişken prelevman vergisi ve tarife dışı engeller mekanizmasıyla topluluk çiftçisini korumakta, hiçbir yabancı kaynaklı ürünün yerlisinden daha ucuza piyasaya girmesine izin vermemektedir.
AB’de, üreticinin yanında ihracatçıda büyük destek görmektedir. ’92 rakamları itibariyle ton başına sağlanan destek; tam yağlı süttozunda 1366, tereyağında 2000, donmuş sığır etinde 1867, peynirde 1758 dolardır. Türkiye’de ise bu ürünlerin ihracatında sağlanan destek sıfırdır.

İthalatta Gümrük ve Fon (Ton/$)
Türkiye         AB
Süttozu     1200 +% 26 GV     1988
Peynir            1550             2766
Tereyağı          900             2889
Donmuş et       1500+% 15 GV         4101+% 20 GV

Tabloda görüldüğü gibi ithalatta durum tam tersi. Türkiye’ye ithal edilen mallara daha az gümrük vergisi ve fon ödemesi yapılırken AB’de bu ödemeler bazı mallarda 2–3 daha kat fazladır.
1994 yılında 2600 mal üzerindeki Toplu Konut Fonu kaldırıldı, diğer mallar üzerindeki fonlar, selektif olarak indirime tabi tutuluyor. Sadece AT değil EFTA ülkeleri lehine de tarım ürünlerinde sağlanan sürüm kolaylıkları devam ediyor. Türkiye zaten düşük olan gümrükleri daha da aşağıya çekip sıfırlarken, dünyadaki herkes tarım ürünlerinde gümrüklerini yükseltip gerekli tedbirleri alıyor. Örneğin Macaristan gümrük vergilerini domuz etinde yüzde 15’ten 59’a, koyun etinde 15’ten 50’ye, mısırda 3’ten 50’ye, ayçiçeği tohumunda sıfırdan 30’a yükseltti. Bugün İspanya ve Portekiz’de üretilen bazı malların diğer ülkelere geçişinde gümrük vergisi uygulaması var ve bu uygulama ancak 1997 yılında kalkabilecek.
Türkiye ile AB’de hayvancılık alanındaki farkı geniş boyutlarıyla görebilmek için 25 yıl geriye gidip, AB’de nasıl ekonomik ve yapısal değişikliklerin olduğunu anlamak, Avrupa Birliği çiftçisinin hayvancılık açısından durumunu görmek gerekiyor.
“AB ortak tarım organizasyonu orijinini 804/68 no’lu düzenlemeye imza koyan 6 ülke Belçika, Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda kendi çiftçilerine yıllık 600 milyon dolarlık para yardımı yaparak hayvansal üretimi teşvik etmekteydiler. Teşvik politikası AB öncesi başlamıştır. Zaten geleneklerinde mevcut idi. Yine düzenleme öncesi inekte süt verimliliği Fransa’da 2433, Almanya’da 3443, İtalya’da 2733, Hollanda’da 4226, Belçika’da 3811. Lüksemburg’da 3300 lt/yıl’a ulaşmıştır. Aynı mukayesede ülkemize bakarsak, Gümrük Birliği öncesi bizim inek başına süt verimliliği 1600 İt/yıl olduğu tahmin edilmekte, düzensiz ödenen süt teşvik primi de yıllık 20 milyon Amerikan Doları’nı geçmemektedir.”
25 yıldır AB, üreticisi ve ihracatçısının gördüğü büyük teşviklere karşın, Türkiye’de aynı sektördeki üretici ve ihracatçı firmalar desteklenme bir yana kösteklenmiş, yıllardır izlenen emperyalist yanlısı politikalar sonucu AB ile Türkiye arasında diğer sektörlerde olduğu gibi hayvancılık ve hayvan ürünleri üretim, verimlilik ve pazarlamasında da tam bir uçurum meydana getirilmiştir.
1968’de 25 milyon inekle 88,8 milyon ton süt üreten topluluk, 1993’te 20 milyon inekle 96,6 milyon ton süt üretmiş, verimlilik hayvan başına 5500 İt/yılın üzerine çıkmıştır. Özellikle süte konulan kotalar dolayısıyla verimsiz hayvanların kasaba gitmesi, hayvan başına verimliliği oldukça artırmıştır.
AB’de 1968’li yıllarda tarım işletmelerinde ortalama 1–9 arasında olan inek sayısı 1989 yılında 30–59 ineğe çıkmıştır. Türkiye’de ise işletme başına düşen inek sayısı sadece 3,2’dir.
Hollanda ile bir kıyaslama yaparsak, Konya ili büyüklüğünde olan Hollanda’nın tarıma dayalı ihracatı 30 milyar doları aşarken, Türkiye’nin tüm ihracatı bu yıl 17 milyar civarındadır. Hollanda’da bir inek yılda 7500 litre süt verirken, Türkiye’de 1200 litredir. Ortalama hayvan karkas ağırlığı Hollanda da 360, Türkiye’de ise 120 kiloyu geçemiyor.
AB ithalatında güçlü koruma sistemi uygulamakta, ihtiyaçlara göre sübvansiyonlar artmakta, fonlar yükseltilmektedir. Buna karşılık Türkiye’de fiyatlar takip edilmemekte. 1986 yılında sübvansiyonun çok altında bir gümrük vergisi ile donmuş et, süttozu ithal edilmiş ve ülke hayvancılığına büyük darbeler vurulmuştur.
Türkiye       AB
Ort. Sığır Karkas ağırlığı (Kg)     153            263
Ort. Süt verimi (Kg/yıl)                1610          5500
Ort. Süt tüketimi (Kg/kişi)             4-5            250-300
Ort. Et Tüke. (Kg/kişi)                16-25         70-100

Hayvancılığa dayalı sanayi sektörünün tabanını teşkil eden hayvancılık faaliyeti ülke ihtiyacına cevap vermekten gittikçe uzaklaş maktadır. Hayvansal üretim ve hayvan hastalıklarıyla ilgili genel müdürlüklerin yıllık bütçelerinin düzeyi, Türkiye’nin bu konularıyla ilgili ekonomik politikalarının bir göstergesidir. Örneğin, bitkisel üretimde sadece tohumluk ihtiyacı için 600 milyar TL bedava arpa, buğday tohumu dağıtan TÜGEM’in hayvancılıkla ilgili 1994 bütçesi sadece 50 milyar Uradır.
Aynı ilgisizlik hayvan hastalıklarıyla mücadelede de görülüyor. 16 çeşit hayvan hastalığıyla mücadele etmesi gereken Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü, ancak şap ve vebayla o da yarım yamalak uğraşıyor. Onun dışında kalan başta Brucelloz olmak üzere, insan sağlığını tehdit eden bulaşıcı hastalıklarla mücadele yapılmıyor. Kesin rakamlar bilinmemekle beraber bu hastalıklardan dolayı hayvan ölümlerinden doğan zararın 10 trilyon olduğu tahmin ediliyor.
Bütün bunlar göz önüne alındığında Gümrük Birliği’ne giriş öncesi hayvancılığın rehabilitasyon tedbirleri için asgari 10 milyar dolarlık kaynağın AB’den istenmesi ve rehabilitasyonun programlanması gereklilikten öte bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Bunun yanı sıra süttozu ve hayvan ithalinin yasaklanması, mısır ve soya fasulyesi ekiminin planlanması, damızlık hayvan yetiştiriciliği ve suni tohumlamanın desteklenmesi, et ve sütte KDV oranlarının düşürülmesi ilk planda yapılması gerekenlerdir.

GIDA SEKTÖRÜ
Gıda sanayisi genelde hammaddesini tarım ve hayvancılıktan alan, bu ana maddeyi değişik alanlarda işleyerek dayanıklı ve tüketime hazır gıda ürünlerine dönüştüren bir ana sanayi dalıdır. Alkollü içki ve meşrubat üretiminde yer aldığı gıda sektörü, genelde imalat sanayi içinde değerlendirilmektedir.
1989 verilerine göre imalat sanayisinde gıda sektörünün payı yüzde 19,7, GSMH içindeki payı ise yüzde 6,6’dır. Sektörün ’87 yılı envanter çalışmalarına göre işleyen tesis sayısı 208.555 gibi büyük bir rakama ulaşıyor.
“Bu işletmelerin % 50’si un ve un mamulleri, % 17’si meyve ve sebze işleme, % 15,5’i süt ve süt mamulleri, % 5’i bitkisel yağ ve mamulleri, % 5’i şeker, % 3’ü et ve % 4’ü diğer gıda ürünleri alanında faaliyet yürütüyor.” Bu firmaların % 80-90’ı küçük işletmeler konumunda. Bu alanda yabancı yatırımcıları saymazsak, birkaç firma dışında büyük çaplı yatırım yapan firma yok gibidir.
Dış ticaretteki payı giderek artan gıda sektörünün, ihracata yönelik üretim yapan firmaların, özellikle yabancı sermayeyle ortaklık içinde olanların, teknoloji kullanımı bakımından Avrupa ile aralarında önemli bir fark bulunmuyor. Bunda son yıllarda yabancı sermayenin bu sektöre yatırımlar yapmasının da payı vardır. Örneğin ’90-94 yılları arasında 1 milyar doların üzerinde yabancı sermaye bu alana yatırım yapmıştır. Sektör sözcüleri ’96 başında GB’nin gerçekleşmesi durumunda yabancı sermaye yatırımı ve teknoloji kullanımının artacağı beklentisi içindeler.
Gıda sektörünün AB ile eşit şartlar sağlandığında rekabet edebilme şansı var. Özellikle fındık, et ve süt üretimlerinde. Hatta bu sektörlerin Avrupa’dan daha iyi durumda olduğu söylenebilir. Bu durum, firmaların gelişmişliklerinin yanı sıra, Avrupa’ya göre işçi ücretlerinin çok düşük olmasından ileri geliyor.
Ancak tarım ürünlerinin ihracat ve ithalatında AB ve Türkiye çok farklı vergiler ve fonlar uyguluyorlar. GB’ye girilmesi aşamasında bu fon ve vergi uygulamaları AB ile eşit konuma getirilmemesi durumunda, AB’nin gıda ürünleri Türkiye’ye akacak, bunun sonucunda pahalı maliyetler yerli üreticilerin üretimden vazgeçmelerine yol açacaktır. Bu aynı zamanda işsizlik ve köyden kente göçün hızlanması demektir.
Türkiye’de gıda sektörü ne kadar gelişmiş, maliyetler özellikle işgücü ne kadar ucuz olursa olsun, eşitsiz koşullarda ve önüne çıkarılan bariyerlere rağmen, kurtlar sofrasında kendine yer edinerek, onlarla rekabet edebilmesi, gıda ticaretinde dengeyi kendi lehine çevirebilmesi mümkün görünmüyor. AB’deki bazı ülkeler sadece Avrupa’da değil dünya gıda ticaretinde de söz sahibiler. Toplulukta kullanılan tarife bariyerleri en yüksek maliyetle üretim yapılan bölge fiyatları temel alınarak hesaplandığından, yüksek koruma duvarlarını aşarak bu ülkelere ihracat yapmak oldukça zordur. Bunun yanında topluluk koruma sistemleri son yıllarda değişiklik göstererek “non-tariff’ bariyerlere doğru kaymaktadır. Toplulukta sadece gıda ile ilgili 212 tane non-tariff bariyeri vardır.
AB içinde Almanya ve Fransa, ABD ile beraber dünya gıda ticaretinde öncü durumunda bulunuyor. ABD’nin ’90-92 döneminde gıda ticareti (ithalat-ihracat) 50 milyar dolara yaklaşıyor. Aynı dönemde Almanya 47 milyar dolar ile ikinci, Fransa ise üçüncü sırada yer alıyor.
Dünya ticaret sıralamasında İspanya, ihracat ve ithalatını dengelemiş giderek de ihracatçı konuma gelmiştir. Örneğin son üç yılda 17,1 milyon dolar ithalatına karşılık 21.7 milyon dolar ihracat gerçekleşmiştir.
AB içinde Türkiye ile beraber Yunanistan da gıda ithal eder durumda. ’90, 91, 92 yıllarında bu ülkenin ithalatı ortalama 7.1 dolar olurken ihracatı 5.7 milyon dolarda kalmıştır.
Almanya’dan bir örnek verecek olursak, Almanya’nın hammadde ve işlenmiş tarım ürünleri ihracatı 1993 yılında yaklaşık 20 milyar dolardır. Almanya bu rakamla ABD, Fransa ve Hollanda’nın ardından dünyada 4. sırada bulunuyor. Süt ürünleri, canlı hayvan, süttozu ve yoğurtta Avrupa’nın en büyük ihracatçısı konumunda olan Almanya, sığır eti ve kondense edilmiş süt ihracatında ikinci, peynir ihracatında ise Hollanda ve Fransa’nın ardından 3- sırada yer alıyor

GÜMRÜK BİRLİĞİ SORUNLARI VE SONUÇLARI
19 Aralık’ta Ortaklık Konseyi Toplantısı’nda imzalanmayan, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçişini düzenleyen karar taslağı, devletin genel olarak ekonomiye özelde, tarıma, üretici köylülüğe bakışını sergiliyor. Karar taslağında tarıma yönelik ve sonuçları bakımından Türkiye’deki tarımı, hayvancılığı ve gıda sektörünü zora sokacak bir dizi ya-tırım bulunuyor. Bilindiği gibi AB, Gümrük Birliği konusunda tarım sektörünü dış arda bırakmaya, sadece işlenmiş tarım ürünlerini gümrük indirimine tabi tutmaya çalışıyor. Görüşmelerde bu kesinlik kazanırsa zaman içinde kaçınılmaz olarak Türkiye, Avrupa’nın tarım pazarı haline gelecektir. Karar taslağındaki Türkiye ile ilgili yükümlülüklere gelince:
Türkiye 1 Ocak 1996 itibariyle gümrük vergisi ve Toplu Konut Fonu’nu kaldıracak. Ortak gümrük tarifesine uyum tamamlanmış olacak.
AB’nin Türkiye çıkışlı tekstil ve konfeksiyon ürünlerine koyduğu kotalar devam edecek. Bu yüzden Türkiye’nin çok güvendiği tekstil ve konfeksiyon ihracatını artırma hevesi kursağında kalıyor. Herkes bilir ki, hiçbir ekonominin tek basma bir sektöre dayanarak ayakta kalması mümkün değildir. Bir bütün olarak ekonomi krize sürüklenir, AB tarafından ipotek altına alınırken Türkiye’nin tekstil ve konfeksiyon sektörlerine dayanarak ekonomisini ayakta tutması olanaksızdır. Kaldı ki bu sektörlerin AB ile rekabet etmesi daha çok Türkiye’de ücretlerin düşük olmasından, bu sektörde sigortasız, sendikasız işçi çalıştırmanın yaygın olmasından, işverenlerin vergi, SSK primi, konut fonu gibi ödemeleri yapmamalarından ileri gelmektedir. Tekstil ve konfeksiyon sektörlerinin “Avrupa ile rekabet ederiz” demeleri mevcut uygulamaların ilelebet devam edebileceği varsayımına dayanıyor.
Ne üreteceğine Avrupa karar verecek. Türkiye üretim planlamasını topluluğun ihtiyaçlarına göre yapacak. Toplulukta şu an üretim fazlası olan ürünlerin üretimi ya yapılmayacak ya da kısıtlanacak. Böylece AB başına bela olan üretim fazlasından da kurtulmuş olacak. Türkiye, çıkarları için kendine pazarlar arayan AB’nin ekonomik hedeflerinde bir pazar cennetine dönüşecektir.
Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ticareti büyük ölçüde AB’nin denetimine girecek. Türkiye ulusal veya siyasal nedenlerle de olsa bu ülkelere kota ve benzeri uygulamalara gidemeyecek. AB’nin üçüncü ülkelere yaptığı tercihli anlaşmalara uyum sağlayacak, 5 yıllık süre içinde AB’nin üçüncü ülkelere tanıdığı tarife kolaylıkları Türkiye tarafından üstlenilecek, Türkiye bu ülkelerin de rekabetine açılacak. Türkiye daha önce üçüncü ülkelerden ithal ettiği bazı malları Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesinden sonra AB’den almaya başlayacak. Böylece nispeten yüksek maliyetli AB mallan da Türkiye’ye girecek.
Yardım alamayacak. Birlik, üyelerine tarımlarını geliştirmek için milyarlarca dolar verirken Türkiye bundan yararlandırılmamış, bundan böyle de yararlanamayacak. Gerekli finansmanları kendi bütçesinden sağlayacak. Buna karşın Ortak Tarım Politikası’na katıldıktan sonra da gümrük vergilerini, uygulamaya koyacağı prelevman ve fark giderici vergilerden sağlayacağı gelirleri birliğin kasasına yatıracak.
Türkiye’ye mali yardım 1981 yılında AB’nin 600 milyon ECU’luk IV. Mali Protokol’ü askıya almasıyla kesintiye uğradı, sonra da Yunanistan’ın vetosu yüzünden tekrar uygulamaya sokulmadı. Dört senede bir imzalanması gereken mali protokollerden dolayı Türkiye’nin AB’den yaklaşık 3 milyar dolara yakın alacağı bulunuyor.
Türkiye 1980’den beri birliğin vermesi gereken 5 milyar ECU’luk (bir ECU yaklaşıl 1.20 Dolar) mali katkıyı alamazken, Yunanistan, İrlanda, İspanya ve Portekiz yüklü miktarlarda yardım alarak tarım sektörlerini geliştirmişlerdir.
Karşılıksız yardım yapan AB Genel Bütçesinden, Yunanistan ’90-91 yılları arasında 15.7 milyar ECU, ispanya ’86-92 yılları arasında 9,5 milyar, Portekiz ise ’86-91 yıllan arasında 3.8 milyar ECU’luk net (karşılıksız) yardım almışlardır. 1992 yılı sonu itibariyle İspanya 11.5 milyar, Portekiz 6.6, Yunanistan 5.7 milyar ECU tutarında kredi sağlamışlardır. Türkiye ise 22 yıllık süreç içinde % 91’i kredi, % 9’u bağış olmak üzere toplam 827 milyon ECU tutarında mali yardım alabilmiştir.
Raf ömrü biten mallar Türkiye’ye akacak. Bugün Avrupa’da gıda sektöründe önemli bir sorun, raf ömrü biten malların imha edilmesidir. Tüketicinin bilinçli ve denetimli piyasada raf ömrü dolan malların sürümü oldukça zordur. Şimdiye kadar Avrupa bunun bir kısmını üçüncü ülkelere ihraç ederek bir kısmını ise toplayarak çözmeye çalışıyordu. Gümrük Birliği’ne girilmesi durumunda raf ömrü dolmaya yakın bu ürünlerin çoğunluğu Türkiye’ye akacaktır. Bu tür malların Türkiye’ye akması halk sağlığını önemli ölçüde tehlikeye sokmasının yanında daha ucuza geleceğinden yerli üretimlerle haksız bir rekabete de neden olacaktır.
Dış ticaret açığı büyüyecek. Sıfır gümrük, düşük fiyat ve ticaret genişlemesi Türkiye’nin ithalatını hızla büyütecek, dış ticaret dengesi ithalat lehine büyüyecek. Bu Türkiye’nin dış borçlarının ve döviz ihtiyacının artması, döviz kurlarının yükselmesi demektir.
Vergi gelirleri azalacak. Türkiye ithalatının % 25’ini yaptığı Avrupa Birliği ülkeleriyle Ortak Gümrük Tarifesi (OGT) kapsamında yer alması vergi gelirlerinde önemli kayıplara neden olacaktır. Gümrük vergileri ve Toplu Konut Fonu’nun kaldırılmasıyla kamu gelirlerinde yaklaşık 4 milyar dolarlık bir gelir azalması olacak. Devlet, bu kaybını telafi için işçi ve emekçiler üzerine ek vergiler koyacak
İşçiler işini kaybedecek. Rekabet karşısında birçok işletme kapanmayla yüz yüze gelecek, işverenler işçi çıkarmanın yanında ücretleri de aşağı çekmeye çalışacaklar, bunun sonucu yüz binlerce işçi işini kaybedecek, sendikal hareket darbe yiyecek.
Üreticiler yoksullaşacak. Tarım ve işlenmiş tarım ürünleri sektörleri çökecek, üretici köylülük iyice yoksullaşacak, çoğunluğu üretimi terk ederek büyük şehirlerde işsizler ordusuna katılacak.

İlk Kurucu Üyeler: (1958)
1. Almanya
2. Belçika
3. Fransa
4. Hollanda
5. İtalya
6. Lüksemburg
1973’te katılanlar
7. Danimarka
8. İngiltere
9. İrlanda
1981’de katılan
10. Yunanistan
1986’da katılanlar
11. İspanya
12. Portekiz
1995’te katılacaklar
13. Avusturya
14. Finlandiya
15. İsveç
2000’lerde katılacaklar
16. Bulgaristan*
17. Çek Cumhuriyeti
18. Macaristan*
19. Polonya+
20. Romanya*
21. Slovakya*
22. Kıbrıs+
23. Malta+
24. Slovenya
Öteki olası üyeler
25. Estonya**
26. Letonya**
27. Litvanya**
28. Arnavuüuk
29. İzlanda
30. Türkiye+
(*) AB, bu ülkelere tam üyelik için önceden tek pazar birliğini öneriyor.
(**) AB Ortaklık Anlaşması görüşmelerini planlıyor.
(+) Tam üyelik başvurusu yapanlar.
(Kaynak 15.12.1994 Cumhuriyet Gazetesi)

Türkiye AB’nin ipoteği altına girecek. Gümrük Birliği’ne girdiğinde sadece ekonomisi değil dış ilişkilerinin tümü AB’nin ipoteği altına girecektir. AB’nin üyesi olmadan Gümrük Birliği’ne giren tek ülke olan Türkiye, kendi dışında alınacak kararlara itiraz edemeyecek veto hakkı olmayacak. AB’de alınacak kararlar tamamen 12 ülke yararına alınacak. Türkiye kaçınılmaz olarak Brüksel tarafından tek yönlü olarak yönlendirilen bir ülke konumuna düşecektir.
Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmeye çalışırken, bunun gerçekleşmesi durumunda siyasal, politik, ekonomik ve kültürel açıdan ne gibi değişiklikler ve ne gibi sorunlar yaşayacağını fazlaca hesaba katmadan hareket etmek zorunda kalmıştır. Bu elbette ki Türkiye kapitalizminin uzunca bir dönemden beri yaşadığı sancılı ve bunalımlı süreci kendi olağan sermaye birikimi ve dolaşımı yollarıyla aşabilecek durumda olmamasından dolayı belirli bir süre nefes alabilmek için yabancı sermaye ve emperyalist ilişkilerin derinleştirilmesi ve bu doğrultuda kendisine dayatılan hemen hemen bütün koşul ve şartları kabullenmek zorunda olmasıyla açıklanabilir. Türkiye egemen sınıfları yaklaşık 35 yıl önceden tercihini, AB’ye katılma yönünde kullanmış olmasına karşın, yıllardır “bu birliğe en iyi şartlarda nasıl girebilirim” anlayışı yerme, tamamen teslimiyetçi bir politikayı benimsemişlerdir. Burada şu sorulabilir: Ekonomik, siyasi, askeri, kültürel olarak emperyalizme göbekten bağımlı olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin emperyalist dayatmalara karşı durması söz konusu olabilir mi? Doğaldır ki böyle bir şey mümkün değil. Diğer konular bir tarafa, sadece Gümrük Birliği konusuna bakıldığında dahi, Türkiye egemen sınıflarının emperyalizme karşı böyle bir tavır takınmalarının söz konusu olamayacağı gayet açık görülüyor.
Köylülük, sadece aracı, tefeci, tüccar, toprak ağası tarafından değil, aynı zamanda emperyalistler ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ve onların devleti tarafından da sömürülmekte, baskı altında tutulmaktadır. GB’ye giriş ile bu baskı bağımlılık ve sömürü daha da ağırlaşacaktır.
İster Gümrük Birliği’ne girilsin ister girilmesin, devletin tarım politikası üretici köylüden yana değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Toprak sorunundan köylülerin toprakları üzerindeki her türlü ipoteğin kaldırılmasına, bankaların, tefecilere olan tüm borçlarının iptal edilmesine faizsiz ye uzun vadeli krediye, üreticilerin örgütlenmesinden, pazar sorununa, sübvansiyonların alanının genişletilip, artırılmasından destekleme alımlarına, ürün fiyatlarının tespitinden, hangi ürünün ülkenin hangi bölgesinde ekileceğine (ürün haritası), yeni tarım alanlarının açılmasından, sulu tarım alanlarının artırılmasına, mera sorununun çözülmesinden, orman alanlarının genişletilmesine vb… kadar yüzlerce sorun on yıllardır sürüyor ve çözülmesi doğrultusunda da herhangi bir gelişme görülmüyor. Aksine 5 Nisan Kararları ve 7. Beş Yıllık Kalkınma Plan taslağında yukarıdaki sorunların ağırlaştırılmasına yönelik bir dizi yaptırımlar öngörülüyor.
Bugün tarım ve hayvancılık sektöründe yaşanan sıkıntılar, yapısal sorunların çözümü doğrultusunda adımlar atılmadığı sürece daha da artacak. IMF ve AB’nin dayatmaları sonucu devletin destekleme alımlarından yavaş yavaş çekilmeye başlaması, yüksek fiyat dalgalanmaları gündeme gelecek, bu gelişmelerden sadece üreticiler değil tarımsal sanayiciler de olumsuz yönde etkileneceklerdir.
Doğrudan üretici faizsiz veya düşük faizli kredilerle desteklenmediği, tarım girdilerinde fiyatların düşürülmediği, sübvansiyonlara devam edilmediği sürece geliri sürekli düşen üreticilerin teknolojik yatırım yapması olanaksızdır. Bu ise üretimin sürekli gerilemesi anlamına gelir.
Sadece bu hükümet değil, bundan önceki tüm hükümetler de tercihlerini tekelci sermayeden yana koymuş, tarımı, dolayısıyla köylülüğü bilinçli olarak “ihmal” etmiş, gelişmesini kösteklemiştir.
Bütün gelişmelerin kanıtladığı tek bir şey vardır: Türkiye burjuvazisinin iç politika ve ekonomide olduğu gibi uluslararası alanda da aldığı ve almak zorunda bırakıldığı tüm karar ve uygulamalar her açıdan işçilere, emekçi köylülüğe, diğer ezilenlere ve onların genç kuşaklarına karşı yöneltilmiş bir saldırı anlamını taşımaktadır. Türkiye’de özelleştirme uygulamaları nasıl ki işçi sınıfının bütün tarihsel kazanımlarını yok etmeyi amaçlıyorsa; bununla birlikte bu, nasıl ki bütün halk tabakaları, elindeki sosyal hak kırıntılarından bile yoksun bırakılmak isteniyorsa; izlenen tarım politikaları da emekçi köylülük açısından tam bir yıkım ve sefalet anlamına gelmektedir. Emperyalistler tarafından dayatılan ve uygulamaya konulan bütün programlar (yapısal uyum vb) bir başka şeyin de olanaklarını oldukça somut hale getirmektedir: Bütün bunlara ve emperyalist kapitalist sisteme karşı çıkarları bir olan ve daha da birleşmeye devam edecek olan işçi sınıfının, emekçi köylülüğün, memurların antiemperyalist, anti-faşist bir temelde gelişecek olan direniş ve hak alma mücadeleleridir. Önümüzdeki dönem açısından bakıldığında ise yazımızın ağırlıklı konusu olan, emekçi köylülük açısından bu harekete olanca gücüyle katılmaktan başka bir alternatif yoktur.

Ocak 1995

EK:
TÜRKİYE AB İLİŞKİLERİNİN GELİŞİMİ

15 Temmuz 1959, Yunanistan o zamanki adıyla AET’ye başvurdu.
31 Temmuz 1959, Yunanistan’ın gerisinde kalmak istemeyen Türkiye de AET’ye başvurdu.
1 Kasım 1962 AET, Yunanistan’ın ortaklık anlaşmasını olumlu bularak imzaladı.
12 Eylül 1963, Türkiye, AB’nin 6 kurucu üyesiyle Ankara Anlaşması’nı imzaladı.
1 Aralık 1964, Ankara Anlaşması yürürlüğe girdi. Anlaşma, Türkiye’nin üç aşamada AB’ye tam üyeliğini öngörüyor, ilk aşama beş yıllık hazırlık dönemi, ikinci aşama 2 yıllık Gümrük Birliği, tam üyelik için ekonomi politikalarının benzerliğinin sağlanacağı ve belirsiz süreli üçüncü aşama.
23 Kasım 1970, Ankara Anlaşması gereği ikinci aşamaya geçmeyi planlayan Katma Protokol imzalandı.
26 Ekim 1970, Türkiye AB Gümrük işbirliği Komitesi toplandı.
1 Eylül 1971, Katma Protokolün ticari kuralları geçici anlaşmayla yürürlüğe girdi.
1 Ocak 1973, Katma Protokol yürürlüğe girdi. Türkiye, AB çıkışlı sanayi ürünlerinde ilk indirimi ve konsolide liberasyon listesine ilk uyumu yaptı. Yürürlüğe giren Katma Protokole göre; geçiş döneminde 22 yıllık süre içinde sanayi ürünlerinde Gümrük Birliği sağlanacak, ’76-’86 arasındaki 10 yılda Türkiye ile AT arasında işgücünün serbest dolaşımı gerçekleştirilecekti.
Türkiye bazı sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini 12, ötekilerinde ise 22 yılda sıfırlayacaktı. Türkiye 12 yıllık mallar için her biri % 10’luk, 22 yıllık listedeki mallar için % 5’lik ilk indirimini gerçekleştirdi.
5 Mayıs 1979, Türkiye AET’den yükümlülüklerini 5 yıl süreyle ertelemesini istedi. Böylece ilişkiler donduruldu.
12 Eylül 1980, Askeri darbenin ardından AT, Türkiye ile olan ilişkilerini askıya aldı.
16 Eylül 1986, Türkiye AB Ortaklık Konseyi 6 yıllık bir aradan sonra toplandı ve ilişkileri tekrar canlandırma kararı aldı.
23 Temmuz 1987, AB’ye Portekiz ve İspanya’nın girmesi nedeniyle 3. ‘Tamamlayıcı Protokol’ imzalandı.
1 Ocak 1987, AB, Türk tarım ürünleri ithalatında gümrükleri sıfıra çekti.
14 Nisan 1987, Türkiye Roma Anlaşmasının 237. maddesine dayanarak AB’ye tam üyelik için başvuru yaptı. Avrupa Parlamentosu bu başvuruya pek sıcak bakmadı. Tam üyeliğin ancak 2000’li yıllarda gerçekleşebileceğini belirttiler.
20 Nisan 1988, AB’ye daha önce giren Yunanistan’ın katılımı nedeniyle 2. ‘Tamamlayıcı Protokol’ imzalandı, henüz yürürlüğe konulmadı.
18 Aralık 1989, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu inceleyen AB Komisyonu sunduğu “Görüş Raporu’nda Türkiye’nin tam üyelik için “ehil” olduğunu bildirdi. Bunun yanında konseye sunduğu raporda iki noktanın altını çizmeyi ihmal etmedi. Birincisi, AB’nin kendi iç pazarını tamamlayabilme süreci bitmeden (1993) yeni bir üye kabul edilemezdi; ikincisi, Türkiye’nin katılımdan önce ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda gelişmesi gerekti. Böylece Türkiye’nin ‘tam üyeliği’ ileri bir tarihe ertelenmiş oldu.
5 Şubat 1990, AB Komisyonu, bir işbirliği programı hazırladı ve konseye sundu. Programda, 1963 Ortaklık Anlaşması kapsamının geliştirilmesi ve karşılıklı çıkarlara hizmet edecek bir işbirliğinin gereği vurgulandı. Öneride, Gümrük Birliğinin karşılıklı olarak 1995 sonuna kadar tamamlanması ve AB’nin tüm çalışma alanlarında işbirliği öngörüldü. 4. Mali Protokol de onay için AB Konseyine sunuldu.
12 Haziran 1990, Alt Bakanlar Konseyi, Türkiye ili işbirliğini güçlendirme konusunda hazırladığı “İşbirliği Raporu’nu Konseye sundu.
30 Eylül 1991, Türkiye AB Ortaklık Konseyi toplandı.
9-10 Aralık 1991, Türkiye Maastricht kararlarını desteklediğini açıkladı. Maastricht’te birliğin genişlemesi ve tek para birimi gibi çok önemli kararlar alınmıştı.
12-13 Eylül 1992, AB dışişleri bakanlarının resmi olmayan toplantısında, Türkiye ile diyalogun gerektiğinde devlet ve hükümet başkanlarını da kapsayacak biçimde geliştirilmesini kararlaştırıldı.
9 Kasım 1994, AB Ortaklık Konseyi, Gümrük Birliği’nin 1995 yılı sonunda tamamlanması konusunda görüş birliğine vardı. Toplantıda Gümrük Birliği, serbest dolaşım, rekabet hukuku ve AB Konseyi’yle ilişkiler gibi konular üzerinde duruldu.
25 Ocak 1993, Türk heyeti AB Komisyonu ile AB üyesi ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının çalışma koşullarının serbest dolaşıma uygun olarak iyileştirilmesine ilişkin görüşmeler yapıldı.
18 Mart 1993, Türkiye-AB Gümrük Birliği yönlendirme komitesi kuruldu.
8 Kasım 1993, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nde Gümrük Birliği’nin 1995 yılı içinde tamamlanması amacıyla bu yöndeki iradelerin ortaya konulduğu bir karar metni imzalandı.
Kasım 1994, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne katılımını ön gören çerçeve anlaşmasının taslağını hazırladı.
28 Kasım 1994, AB Bakanlar Konseyi toplantısında Yunanistan dışişleri bakanı, Türkiye’ye mali yardımı veto edeceğini açıkladı.
9-10 Aralık 1994, Essen’deki AB zirvesinde DEP’liler hakkındaki karar kınandı ve Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne katılmasını ön gören çerçeve anlaşmasının ileri bir tarihe bırakılması yönünde tavsiye kararı aldı.
19 Aralık 1994, Ortaklık Konseyi Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçiş için karar taslağının görüşülmesini 7 Mart 1995’e erteledi.

‘İletişim Özgürlüğü’ İddiaları ve burjuva basının işlevi

Bilimsel teknolojik gelişmelerin sınıf mücadelelerini geçersiz kıldığı biçimindeki burjuva propaganda, bilimsel gelişmelerin ve bilimin ayrımsız olarak “tüm insanlığın hizmetinde” olduğu ve iletişim ve propaganda araçlarının günümüzdeki kullanımının, toplumun her kesiminden insanların düşünce ve taleplerini “özgürce” ifade etmelerini olanaklı hale getirdiğine dek genişletilmiş bulunuyor. Burjuvazi ve onun platformunu temel alan burjuva liberalleri, bu iddialarını özellikle son dönemde artan radyo-TV kanallarının toplumun çeşidi kesimlerinden insanların talep ve düşüncelerini “yansıtma” ve sistemin işleyişine radikal bir eleştiriyi içermeyen kimi düşüncelerin sağından-solundan tırpanlanarak, bu kanallarda yer alıyor oluşuna dayandırmaktadırlar. Gerçekte ise bu iddia, sınıflı toplum yapısını ve bu toplumdaki ilişkilerin, farklı sınıfların üretim araçları karşısındaki konumlarının olduğu denli, bilimsel ve teknolojik alandaki buluşlar karşısındaki konumlarının da üstünü örten bir özellik taşımaktadır. Soruna daha yakından bakalım:
İnsanlık tarihi, insanın yaşamını sürdürebilmek amacıyla üzerinde yaşadığı doğaya karşı mücadelesinin tarihidir de. İnsanın bu amaçlı çabası ilk “bilimsel” araştırma ve bulguların yolunu açmıştır. Sürtünme ile ateşin bulunması, insanlık tarihinin o koşullardaki en büyük devrimiydi. Ateş doğayla ve yabani hayvanlarla ilişkilerde insana ısınma ve korunma gibi olanaklar sağlarken, yeni “üretim araçları”nın (ucu sivri metaller, demir balta, metal uçlu ok vs.) geliştirilmesinin yolunu da açtı. Ancak daha bu ilk ilkel “üretim araçları”nın mal edinilmesiyle birlikte başlayan güç ilişkileri, sonraki süreçlerde daha gelişkin araçların yapımı ve kullanımında giderek belirginleşen “sınıf farklılıkları” da oluşmaya başladı. Sınıflı toplumlarda her yeni buluş, daha çok egemen durumda olanların elinde bir sömürü aracı rolü oynarken, insanın doğa karşısındaki etkinliğini ve insan yaşamı için daha yararlı faaliyetini olanaklı kılan buluşlar gerçekleşti. Doğa bilimleri alanındaki gelişmelerle birlikte en büyük ikinci ilerleme, enerjinin dönüşümü yasasının bulunuşuyla sağlandı. Isı enerjisinin elektrik enerjisine dönüşümü (dönüşüm tersten de geçerlidir) ve buharlı makinenin yapımı yeni bir tarihsel dönemin habercisi oldu.
Kapitalizm, doğa bilimleri ve teknik alandaki gelişmelerin daha büyük adımlarla yol alınmasını olanaklı hale getirdi. Ancak, bilimsel buluşlar, içinde bulunulan toplumsal koşullar ve sınıf ilişkileri genel çerçevesi içinde belirli engellerle karşılaşmaktan da kurtulamadı. Burjuvazinin elinde yeni buluşlar, esas olarak, insanın insan tarafından sömürülmesinin aleti olma işlevi görüyordu. Burjuvazi modern aletler ve yeni buluşlar aracılığıyla toprağın bileşimi, verimlilik durumu, petrol ve diğer değerli hammadde kaynaklarının dağılımı vb.ni kolayca tespit edebiliyor ve bu kaynakları ele geçirdiği gibi, makinelerin modernleştirilmesi (örnek bant sisteminin geliştirilmesi) yoluyla artı-emek sömürüsünü daha yoğunlaştırmanın yolunu da buluyordu.
Bilim ve teknikteki ilerleme burjuvaziye, ekonomi ve askeri alanın dışında da büyük avantajlar sağladı. Sömürülen sınıfların ideolojik etki altına alınması, siyasal ve ekonomik egemenliğin sürdürülmesi için büyük öneme sahipti. Tarihin burjuva egemen sınıflar eliyle yazılma biçimi ve iletişim teknolojisi alanındaki gelişmelerin ele almışı, bu egemenliğin sağlamlaştırması amacına bağlanan yığınların ideolojik koşullanması hedefi tarafından belirleniyordu. Sömürülen ve sömüren sınıflar ilişkisinde, sömüren egemen sınıflar, ellerindeki olanakları ve bu arada bilimsel buluşları yığınların alıklaştırılmasının araçlarına dönüştürdüler. Somut olguların, ulusal ve uluslararası olayların çarpıtılması yoluyla proletarya ve emekçilerin aldatılması için burjuvazinin en etkili silahlarından biri de basın-yayın ve iletişim araçları oldu.
Yazının bulunuşu ve toplumsal ilişkilerde (bir ilişki aracı olmaktan öte) sınıf mücadelelerinin araç bir unsuru olarak yer almasıyla birlikte, egemen sınıflar, tarihi kendi çıkarları temelinde kaleme almakla kalmadılar, yazılı araçları sömürülen ve ezilenlere karşı sınıf savaşının bir unsuru olarak kullanmaya başladılar. Karanlık ortaçağın aşılması ve modern burjuva toplumuyla birlikte, yazdı materyallerin toplumsal ilişkilerde ve sınıf mücadelelerinde oynadıkları rol de sıçramalı bir gelişme gösterdi. Tarihi, kahramanların ve onların başında bulundukları üstün ırkların (ulusların) tarihi olarak kaleme alan burjuvazi, özellikle 1789 Fransız Burjuva Devrimi’yle birlikte yazılı propaganda araçlarını sınıf mücadelesinin bir yanı olan ideolojik mücadele aracı olarak değerlendirmeye, politik etkinlik için kullanmaya, “özgürlük”, “kardeşlik” ve “eşitlik” sloganlarıyla süsleyerek etkili kılmaya, böylece emekçi kitlelerini peşi sıra sürüklemeye ve onların kendi öz çıkarları doğrultusundaki politik arayışlarına set çekmeye özel bir önem verdi. İşçi sınıfının henüz hem toplumun gelişmemiş azınlık bir bölümünü oluşturduğu, hem de bilinç ve örgütlenme düzeyi açısından kendi öz kurtuluşu doğrultusunda bağımsız sınıf tutumundan uzak olduğu koşullar, burjuvaziye, siyasi ve ekonomik gücüne dayanarak, ideolojik mücadeleyi daha etkin tarzda yürütme olanağı sağlıyor ve burjuvazi, sınıf ilişkilerindeki gerçek durumu çarpıtarak, bin türlü yalanla kendi konumunu güçlendirme olanağı buluyordu. Üretim araçları mülkiyetini ve siyasal egemenliği (devleti) elinde tutan burjuvazi, basın-yayın araçlarını, matbaaları, depoları, kâğıt fabrikalarını da elinde bulundurma imkânına sahipti. Ekonomik-siyasal konumu ayrıca ona, bilim alanındaki gelişmeleri kendi yararına kullanma (ve gerektiğinde çekmecelere kilitleme), bilimsel buluşları tekeline alma ve bu buluşları proletarya ve diğer emekçilere karşı, sömürüyü artırma ve siyasal egemenliğini güçlendirme olanağını da sağlıyordu.
Modern toplumda sınıf mücadelesinin başlıca ekonomik, siyasi ve ideolojik alanlarda sürüyor olması, burjuvaziyi daha baştan, egemen konumu nedeniyle bu alanlarda avantajlı kılmaktadır. Ekonomik güç ve olanakları elinde tuttuğu gibi, devlet gücünü bir baskı aracı olarak kullanmakta ve toplumsal ilerlemeyi olanaklı kılan bilimsel, ideolojik, felsefi gelişmeleri sınıf çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde üretime ve toplumsal yaşama uygulamaktadır. Proletarya ve emekçilerin, muhalif güç olarak bu gelişmelerden yararlanmaları ise, ancak muhalefetlerinin düzeyi ve burjuvazinin iradesine karşın durdurulamaz genel toplumsal gelişmeyle mümkün olmaktadır. Konumuz açısından örneklersek; burjuvazi, basın-yayın, iletişim araç ve aygıtları tekelini elinde tutmakta ve proletarya ve emekçilerin aydınlanmaları, dünyayı, toplumu, toplum içindeki kendi konumlarını kavramalarını ve bunu değiştirme arayışlarına girmelerini engellemek için bunları en etkili tarzda kullanmakta (kullanmaya çalışmakta)dır. Kağıt fabrikaları, matbaa ve depolar onun denetiminde olduğu gibi, basın-yayın özgürlüğü de yalnız burjuva sınıf için söz konusudur. Gerici-faşist diktatörlüklerle yönetilen ülkeler bir yana, “en demokratik” burjuva cumhuriyetlerde, “uygar” kapitalist-ülkelerde de işçi sınıfı ve ezilenler için özgürlük lafı sahte ve aldatıcı olmaktan, sınırları burjuva-kapitalist sistemin ve tekelci burjuvazinin çıkarları tarafından belirlenmiş olmaktan öteye geçememektedir. Yasak sınırlarını belirleyen tekelci burjuvazidir ve işçilerin yalnızca ücretli köle olarak çalışma özgürlüğü (günümüzde bu bile tam değildir) vardır. Tekelci burjuvazi bilimi ve bilimsel buluşların patentini elinde tutmakta, sömürü olanaklarını genişlettiği oranda üretime uygulamakta, ancak hemen her birini en fazla askeri amaçlarla kullanmaktadır. Bir örnek olsun, gerici bağnazlığın, kilisenin ve metafiziğin her şeyi tanrı yaratısı, değişmez ve değiştirilemez ilan ettiği koşullarda dünyamızın düz ve hareketsiz, ve dünyadaki yaşam tarzının da değişmez olmadığını öne sürüp, sonsuz uzaydaki gezegenler sistemlerini, bizim güneş sistemimizin durumunu ve dünyanın güneş sistemindeki hareketini inceleyip aykırı, ama doğru düşünceler ortaya koyan bilim adamlarının yakıldığı bir toplumdan, gelişmeler sonucu, insan da dâhil, tüm canlıların (ve cansızların) atom (ve atom altı) denen, parçacıklardan meydana geldiği ve atomların (bugün için atom altı denen proton, nötron, elektron, pozitron vb.) parçalanmasıyla muazzam bir enerjinin ortaya çıktığının deneylerle ispatlandığı bir döneme gelindiğinde, tekelci burjuvazi, atomu, atom bombası imaliyle ve dünyayı kendi emperyalist hegemonyası altına alma amacıyla kullanma yolunu tuttu. Bilim; X ışınlarını, radyoaktif enerjiyi, kızıl ötesi ışınları, elektrik enerjisini, sesin ve ışığın yayılma hızını ve radyo dalgalarının uzayda yayılma yasalarını, doğasal yasalar ve oluşumlara dayanarak ortaya çıkardığında, burjuvazi, bu buluşlardan yararlanarak lav silahlarım, nötron bombasını, süpersonik savaş uçaklarını, haberleşme ve kontrol uydularını geliştirmeye koyuldu. Bugün bu bombalar, füzeler ve savaş uçaklarıyla ezilen sınıf ve halklar köleleştirilirken; uydular, askeri amaçların yanı sıra proletarya ve emekçilerin burjuva dünya görüşü uyarınca köleleştirilmesi ve kendilerine yabancı bir alıklaştırmaya uğratılması için kullanılmaktadır. Uyduların desteğiyle radyo ve TV yayınlan bugün en ücra köşelerdeki emekçilerin odalarına, gecekondularına kadar ulaşırken (eğer bir alıcı edinme olanağı bulmuşlarsa), onları, farkında olmalarına fırsat tanınmadan burjuva sınıf çıkarları doğrultusunda biçimlendirmektedir. Burjuvazi uzun süre radyoyu en etkili propaganda aracı olarak kullandı. Faşizm başta Almanya ve İtalya olmak üzere iktidara geldiği her yerde, radyoyu siyasal rejimini benimsetmenin aletine dönüştürdü. TV’nin icadı (ışık enerjisinin elektrik enerjisine dönüştürülmesinden harekede görüntünün nokta ve satır analizi yoluyla elektrik sinyallerine aktarılması görüntüyü sağlamaktadır) burjuvaziyi, insanlık tarihinin en etkili (görsel ve işitsel etkisi nedeniyle) propaganda aracına sahip kıldı. TV ekranı, emperyalist ülkeler burjuvazisinin elinde, kendi halklarının yanı sıra, geri ülkelerin halklarının bağımlılaştırılmasının aleti olarak işlev görürken; geri ülkelerin egemen sınıfları da onu, insani değerlerin tahribi, yozlaştırma ve alıklaştırma aracı olarak, en etkili tarzda kullanmaktadırlar. Bilgisayarlar, burjuvazinin elinde rant sağlamada ve insanların fişlenip kontrol altına alınmasının araçlarına dönüşmüştür. Telefax sistemi, burjuva yazılı basına daha etkin ve daha geniş bir hareket alanı sağlamakta ve milyonlarca adet gazete aynı anda ve çok sayıda merkezde rotatiflerden piyasaya sürülebilmektedir. Hemen tüm kapitalist ülkelerde, banka sermayesi ve mafya örgütlenmesiyle iç içe geçmiş bir basın-yayın tekeli vardır. (Belirgin örneği İtalya’da Berlusconi’nin basın imparatorluğu). “Basın-yayın özgürlüğü” sözleri ise tüm burjuva kapitalist ülkelerde bir yalandan ibarettir. Muhalif basına yönelik baskı ve ambargo bu burjuva demagojisini geçersiz kılmaktadır. Burjuvazi, iletişim ve propaganda araçlarını sınıf egemenliği mücadelesine dayanak ve araçlar olarak kullanırken, aynı zamanda kendini toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olarak sunma imkânı da bulmaktadır.
Ancak toplumsal yaşam ve mücadele, elinde tuttuğu güç ve olanaklar ne denli “güçlü” görünürse görünsün, egemen olanın durumuyla sınırlı kalmayan bir karşıtlar savaşı biçiminde devam ettiği için, burjuvazinin, proletaryayı ve ezilenleri bilimsel gelişme alanının dışında tutması tümüyle olanaklı olmamaktadır. Sınıflara bölünmüş bir toplumda her türden gelişme (ekonomik, kültürel, politik, askeri vb.) tüm sınıflan etkilememezlik edemez. Farkında olsun ya da olmasınlar, ezilen sınıf ve kitlelerin de bu gelişmelerden kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yararlanacakları olanaklar genişlemektedir. Bunun doğrudan ve dolaylı biçimlerinden söz edilebilir. Örneğin, burjuvazinin tüm saptırıcı ve sınırlayıcı çabalarına karşın, proletarya ve halkların eylemci haberleşmesi de mümkün olmakta, çarpıtılmış haberlerde bile, uyanık işçilerin yakalayabilecekleri ve ders çıkarabilecekleri şeyler olabilmektedir. Yalnızca bu da değil, en gerici rejimler dâhil, hemen tüm ülkelerde, proletarya ve emekçiler, bütün yasaklama, baskı ve saldırılara karşın kendi propaganda araçlarını geliştirirken, kendi olanakları ölçüsünde bilimsel gelişmelerden de yararlanmaya çalışmaktadırlar. Bu yalnızca teknik alanda bir yararlanma değil, tümüyle toplumsal yaşam ve gerçek sınıf ilişkilerinden hareket eden Marksizm’in, doğa bilimleri alanındaki gelişmelerden en üst düzeyde yararlanması ve diyalektik materyalist dünya görüşünü bunlara dayalı olarak geliştirip, sürekli yenilemesi anlamında da böyledir, işçi sınıfı, burjuvazinin dayattığı kaderci ve metafizik köleleştirici tabular içine sıkışıp kalmayı kabul etseydi asla kölelikten kurtulamazdı. Ve eğer proletarya ve emekçiler bilinçle ele alırlarsa, kapitalizmin kaçınılmaz tarzda fabrika ve atölyelerde bir araya getirip disipline ettiği işçilerin üretim araçlarının kullanıcıları olarak, bu araçları ve bilimi burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin daha etkili bir aracı olarak kullanma olanakları her gün -yeni buluşlarla da genişleyerek- artmaktadır.
İşçiler bugün için henüz uydulardan yararlanma olanağına sahip değiller ama örneğin burjuvazinin kâğıt fabrikalarını ve matbaalarını kendi proleter basınlarını güçlendirme yönünde değerlendirme olanaklarına sahiptirler, işçiler ürettikleri silah ve mermilerin kendilerine ve diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerine karşı kullanılmasını engelleyebilirler. Burjuva basın-yayın organları ve TV kanallarına, kendilerini mücadeleleriyle daha fazla dayatma, buralarda çalışanların önemli bir kesiminin de “emekçi” olmasından yararlanarak, onlarla birleşip bu burjuva aygıtlarının sınıf düşmanı faaliyetlerini darbelemekten kimse işçileri alıkoyamaz. Ya da örneğin proletaryanın uluslararası bir güç olarak ayağa kalkması ve dünyanın her tarafında birleşik bir eyleme durması durumunda, tekelci burjuvazi, atom bombalarını ve nükleer silahlar kullanmaya eskisi denli cesaret edemez, dahası ayakta kalma gücü bile bulamaz. Bunun içindir ki, burjuvazinin görünürdeki güçlülüğü, gerçekte kof ve çürüktür. Burjuvazi gelişip güçleneni değil, çürüyüp yıkılanı temsil etmekte, ancak, yıkımını engellemek için de tüm gelişme ve olanakları kullanarak kendine hareket alanı açmaya çalışmaktadır. Burjuva egemen sınıfların yalana, olay ve olguları çarpıtmaya, sınıf ilişki ve çelişkilerinin üstünü örtmeye ve burjuva propaganda araçlarıyla yığınları alıklaştırmaya bunca ihtiyaç duymalarının önemli nedenlerinden biri de budur. Bunun için burjuva basına çok iş düşmekte ve burjuva basın-yayın organları, uluslararası burjuvazinin “ulusal” müfrezelerinin elinde ezilenlere karşı özellikle onları aldatıp kölece yaşama boyun eğmeye ikna için kullanılmaktadır. Burjuva propaganda araçlarının, insan yaşamının düşmanı ve halkları köleleştirme gücü olan emperyalizmi insan haklarının koruyucusu ve toplum hizmetinde bir güç olarak göstermesinin, örneğin, bir halkın tepesine yüz binlerce top kuvvetindeki bombalan yağdıran ABD emperyalizminin bu eyleminin yarattığı tehlike yerine, Körfez Krizi sırasında tutuşturulan petrol artıklarının suya karışması sonucu oluşan görüntüleri (bir tanker kazası sonrasında meydana gelen karabatak görüntüsünü sürekli ekrana getirerek) “Saddam miti” etrafında döndürerek insanların beynine işlemeye çalışması, emperyalistlerin Somali’de, Bosna’da, Ortadoğu’da oynadıkları cellat rolünün üstünü örterek, onların eylemlerinin açlığa, baskıya ve özgürlüksüzlüğe “karşı” içerik taşıdığının propaganda edilmesi bu aynı amaçtan kaynaklanmaktadır. Burjuva propaganda aygıt ve araçları, ABD’nin Vietnam’da yüz binlerce insanı katletmesini ve örneğin Vietnamlı emekçinin şakağına dayatılmış emperyalist namluya projektör tutmaz, ama, dünyanın ezilen halklarının emperyalist soyguncuya karşı yürüttüğü kurtuluş mücadelelerini “terörizm” olarak damgalamaktan geri durmaz. Burjuva basın-yayın organlarının bütün kapitalist ülkelerdeki işlevi, kapitalist kölelik düzeninin ve burjuva sınıf egemenliğinin çıkarları tarafından belirlenmiştir ve bunun ötesinde burjuva yazar-çizer takımının özgürlük, ahlak üzerine vaazları tümüyle sahte, ikiyüzlü ve aldatma amaçlı uydurmalardan ibarettir.

BURJUVA BASINI TÜRKİYE’DE “MEHMETÇİK BASIN”DIR VE DEVLET İSTİHBARAT ÖRGÜTÜ’NÜN BİR KOLU GİBİ ÇALIŞMAKTADIR
Kapitalizmin gelişmesinin burjuva toplumun tüm çelişkilerini kaçınılmaz biçimde gözler önüne sermesi, burjuvazinin, çelişkilerin üzerini örtme ve sınıf ilişkilerinden kaynaklanan gelişmeleri çarpıtarak sunma ihtiyacını da artırmıştı. Geri ülkelerin burjuva egemen sınıflarının olgu ve olayları çarpıtma ve yalana başvurma ihtiyaçları daha da fazladır. Onlar her zaman ezilen yığınların dikkatlerini kendi öz sorunlarından uzaklaştırmaya, “dış” sorunlara, bununla birlikte sözde ortak çıkarlara çekmeye özel bir önem vermektedirler. Bu ihtiyacın belirlediği çarpıtma ve yalana dayalı propaganda, bunalım dönemlerinde, bunalımın boyutlarına bağlı olarak daha da yoğunluk kazanmaktadır. Burjuva propaganda, ülkede ve uluslararası alanda meydana gelen her olayın burjuva sınıf çıkartan doğrultusunda yorumlanmasını esas alırken, halkın sorunlarıyla ilgileniliyormuş gibi bir görüntü yaratmaya da özen gösterilmektedir.
Türkiye’de burjuva basını, sömürücü egemen sınıfların, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere, Kürt halkına karşı gerici bir savaş silahı olarak kullanılmaktadır. Beş büyük burjuva gazetesi holding biçiminde örgütlenmiş büyük ticari işletmeler olarak 80 trilyonluk bir pazarı ellerinde tutmaktadırlar. TV kanallarına sahip olan bu gazeteler, promosyon ve reklam geliri yoluyla büyük rantlara el koymaktadırlar. Örneğin Hürriyet-SHOW-İktisat Bankası, Sabah-atv, Finans ve Marmarabank, Milliyet-Adabank, Türkiye-TGRT ve Faysal Finans ağı bunu açıklıkla ortaya koymaktadır. Bugün kendisi de tekelleşmiş, tekelci şirketlere dönüşmüş bulunan bu basın, emekçi halk yığınlarının sömürülmesinden doğrudan pay almakta, savunucusu olduğu sınıf çıkarları doğrultusunda yığınların alıklaştırılıp-körleştirilmesi için sermayenin tüm olanaklarını ve teknolojik yenilikleri kullanmaktadır. Belli başlı burjuva yayın organları, gazeteler ve televizyon kanalları, haber anlayışları ve köşe yazarlarının yorumlarından, inceleme-araştırma yazılarına, haber programlardan müzik-eğlence programlarına, dizi filmlerden spor ve açık oturum programlarına kadar, tüm yazılı ve görsel faaliyetini işçi ye emekçilerin kapitalist sömürü sistemine bağlanması ve bağlı tutulması hedefine uyarlamıştır. Türk burjuva basınının “basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü” gibi bir sorunu olmadığı gibi, kendisi de devletten, devletin temel örgütü ordu ve polisten bağımsız değildir. Bu o denli açıktır ki: Türk Genelkurmayı, burjuva basınını “Mehmetçik basın” olarak övgüyle anmakta ve “Mehmetçik gazetecilere ödül törenleri düzenlemektedir. Burjuva basının “ünlü kalemleri” ordu ve polis şefleriyle yakınlıklarını bir övünç vesilesi olarak reklâm etmekte ve kariyer edinmede başta gelen koşul olarak görmektedirler. İstihbarat örgütünün basın şubesi gibi çalışan bu tür yazar ve muhabirlerin, ülkede meydana gelen olayları, halk yığınlarının acılarını, sefalet ve işsizliği burjuva çıkarlar doğrultusunda yorumlamaları bu bakımdan da kaçınılmaz hale gelmektedir. Burjuva basının ve bu basının yüksek maaşlı köşe yazarlarının, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü karşısındaki tutumlarıyla, burjuva diktatörlüğünün, hükümetin, gerici-faşist burjuva partilerinin tutumu tam bir uyum içindedir. Muhalif olanın susturulmasını ifade eden bu tutum, işçi-köylü eylemleri ve Kürt halkını ilgilendiren sorunlarda tümüyle devletçi bir çizgiye denk düşmektedir. Örneğin burjuva diktatörlüğü ve hükümet çevreleri Kürt halkının Türk halkıyla birlikte özgürce ve kardeşlik ilişkileri içinde yaşamasını istemeyi, faşist ulusal baskı ve asimilasyonun son bulması için mücadele edilmesini, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğinin gerçekleşmesi için çaba gösterilmesini “bölücülük” olarak değerlendirdiğinde, burjuva basın-yayın organlarının aynı konulardaki tutumu, devlet ve hükümet politikasıyla tam bir uyum göstermektedir. Sermaye ve gericilik, Kürt illerinde azgın bir şoven ve ırkçı politika uygular ve bombalama, köy ve ev yakma, göçertme, işkence ve kurşuna dizme yoluyla Kürt emekçilerine boyun eğdirmeye çalışırken, burjuva basın ve onun halk düşmanı yazar ve yorumcuları da buna paralel bir kampanya başlatmakta, “ülke bütünlüğünün tehlikede olduğu” üzerine demagojik bir propagandayla, diktatörlüğün katliamlarını gerekçelendirmeye ve aklamaya soyunmaktadır. Burjuva-faşist saldırıların ideolojik zeminini hazırlama görevinin yanı sıra, gerici-faşist yazar ve muhabirler birer polis hafiyesi rolüyle toplumsal olaylarda görev alma ve kamera ve kalemlerini halka karşı bir silah olarak kullanmaktan geri durmamaktadırlar. Burjuva basını “insan haklarımdan söz eder;’ ancak, Kürt gençlerinin onar, yirmişer gruplar halinde katledilmesini, öldürülen gençlerin gözlerinin oyulup, kulak, burun gibi organlarının kesilmesini, yaralı eylemcilerin helikopterlerden bırakılarak parçalanmasını, askeri reo’ların ve panzerlerin arkasına takılarak sürüklenmelerini, köylerin yakılmasını, evlerin içindeki eşya ve insanlarla birlikte ateşe verilmesini, düzen muhaliflerinin sokakta ve evlerde kurşuna dizilmesini, gözaltı kayıplarını, on-binlerce insanın işkenceden geçirilmelerini, sendikacıların tutuklanmasını, yazarların yazdığı yazılardan dolayı zindanlara kapatılmasını, bir hak ihlali olarak görmez. Aksine burjuva basın-yayın organları bu saldırıları teşvik etmekte, “terörizm” demagojisiyle desteklemekten geri durmamaktadır. Köşe yazarları ve polis muhabirleri düzen muhalifi kişi ve örgütleri polise ve kontrgerillacı cinayet çetelerine hedef olarak göstermekte, sokak infazlarına alkış tutan bayraklı şoven ve ırkçı güruhun gösterilerini reklâm ederek, bir polis kuvveti işlevi de görmektedirler. Bu basına göre “Kürt milletvekili” Orhan Doğan’ın boynunun sıkılmasının, Salman Kaya’nın milyonların gözü önünde linç edilmek istenmesinin, DEP’lilerin öldürülmesi ve tutuklanmasının, muhalif basına yönelik yasak ve saldırıların, Özgür Ülke gibi gazetelerin bombalanmasının, köylerinin askerler tarafından yakıldığını söyleyen muhtarların ve köylülerin gözaltına alınıp öldürülerek cesetlerinin araziye bırakılmasının karşı çıkılacak bir yanı olmadığı gibi, haber değeri bile yoktur.
Burjuva basını gerçekleri saptırmada gösterdiği başarı oranında görevini yerine getirmiş olmaktadır. Saptırma ya bölücülük üzerine demagojik bir kampanyaya hız verilerek veya “Yunan gâvuru” hikâyeleriyle, ya da her seferinde Türkiye’nin nasıl güçlendiği ve kalkınacağı üzerine senaryolarla motive edilmektedir. Sermaye ve gericiliğin, içerde halk muhalefeti karşısında sıkıştığı her durumda başvurduğu Yunan düşmanlığını körükleme tutumu burjuva basında tam bir şoven isteriye dönüştürülerek ele alınmakta, kara cahilin “savaşırız”, “gider alırız”, “ezer geçeriz”, “Yunanistan’a da çeki düzen veririz” türünden zavallıca çığlıkları manşete çıkarılarak, dikkatleri açlık, sefalet, işsizlik ve emekçileri sahte “milli” çıkarlarla oyalamada sınıf düşmanına güç vermeye çalışmaktadır. İçte yığın muhalefetinin yükseldiği durumlarda hemen “Yunan oyunu” hikayeleriyle provokasyon ortamı oluşturulmakta, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” ırkçı masallarıyla tüm komşu ülkeler halklarına karşı şoven bir propaganda yürütülmekte, “iç işlerimize karışılıyor” demagojisiyle, kitlelerin dikkatleri öz sorunlarından uzaklaştırılmak istenmektedir. Örneğin burjuva basın-yayın organlarının “Ege’de savaş” çığırtkanlığı Türkiye’nin şu aşağıdaki tablosunu gizlemenin bir aracına dönüşmüştür:
Türkiye kapitalizmi ve Türkiye egemen sınıfları ağırlığı giderek artan bir bunalım içindedir. Dış borç 76 milyar dolara, dış ticaret açığı 13 milyar dolara, iç borç 400 trilyona, enflasyon yüzde 137’ye tırmanmıştır. Uluslararası mali sermaye kuruluşlarının ve Türk tekelci burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda KİT’lerin tasfiyesi gündeme gelmiş, yüz binlerce işçi (yalnızca ’94’te 700 bin) işten atılmış, özelleştirme ve taşeronlaştırmayla yeni on binlerin sokağa atılması, kapıya dayanmış işsizlik, (yüzde yirminin de üzerinde) burjuva iktisatçıları ve profesörlerine “sosyal patlama tehlikesi” laflarını söylettirecek denli yükselmiş, Kürt illerinde inada sürdürülen ulusal imha ve teslim alma operasyonu işçi ve emekçilerin sırtından yaklaşık (’94 yılı itibariyle) 445 trilyon liralık bir savaş giderinin ortaya çıkmasına yol açmış, (bu Türkiye bütçesinin yüzde altmışı kadardır) açlık ve sefalet tam bir toplumsal felaket düzeyine yükselmiştir. Türkiye “gelişen ekonomiler” içinde “küme düşme sınırına” gelmiş, ’94’te dünyanın ekonomisi en kötü olan ikinci ülkesi olma payesi kazanmıştır. Türkiye’de GSYİH (-8,6 iken) bu oran Çin’de 10,4, Endonezya’da 6,5, Singapur’da 10,2, Güney Kore’de 8,1, Arjantin ve Şili’de 4,5 olmuş ve gene sanayi üretimi Türkiye’de (-13,6 iken), Çin’de 28,9, Endonezya’da 18,2, Güney Kore’de 15,0, Polonya’da 16,7 olmuştur. Enflasyon oranı % 140’lara doğru yükselişe geçerken, ücret ve maaşlar dondurulmuş ve sürekli değer yitimine tabi tutulmuştur.
İşyerleri kapatılma tehdidi altında tutulan KİT çalışanları, Zonguldak ve Karabük’te sokağa dökülerek yeni bir mücadele dalgasının yükselmesinin işaretlerini vermektedirler. İzlenen ekonomi-politika ve YÖK Yasası’yla askerileştirilen üniversitelerin öğretmen ve öğrencileri, işçiler ve memurlar -henüz birleşik bir hareket içinde bir araya gelmekten uzak olmalarına karşın- ayaktadırlar. Kürt halkıyla birlikte Türk halkı da, devletin Kürt emekçi halk kitlelerine karşı sürdürdüğü inkâr, imha ve göçertme politikasına öfke duymaya başlamış, burjuvazinin Kürt politikasının özünde işçi ve emekçileri köle düzeyinde tutma amacına hizmet ettiğini anlamaya, kavramaya başlamıştır. İşçi sınıfının en ileri kesimi tekelci burjuvazinin, diktatörlük ve hükümetin, onlarla birlikte sendika üst bürokrasisinin gerici saldırı ve barikatlarına karşın giderek etkinlik kazanan bir örgütlenme ve örgütlü mücadele doğrultusunda küçümsenemez adımlar atmakta, sınıf tutumuyla öne çıkarak toplumun tüm ezilen kesimlerini etrafında toplama ve birleşik bir halk hareketini geliştirme perspektifi bu kesim içinde giderek netleşmektedir.
Yalnızca işçiler ve kamu çalışanları değil, tarım üreticileri de devlet ve hükümet politikalarına karşı muhalefetlerini geliştirmektedirler. Çünkü Türkiye egemen sınıflarının içinde bulundukları bunalım, yalnızca sanayiyi vurmakla kalmamış, uluslararası mali sermayenin dayatmalarıyla uygulanan politika bir “tarım ülkesi” olarak bilinen Türkiye’de tarımın da felce uğramasına yol açmıştır. Genelde yatırımlar durdurulur ve kalkınma hızı eksi onlara geri çekilirken, tarım ürünlerinin üretiminde de son yuların en büyük düşüşü gerçekleşmiştir. Maaşların, ücretlerin ve tanın ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması ve yanı sıra tarımsal girdi fiyatlarının sürekli büyümesi (gübrede % 450, tarım makinelerinde % 300, çuvalda % 200, ilaçlamada %300 vb.) küçük ve orta boy üreticiyi üretim yapamaz duruma getirirken, hükümetin ekonomiden sorumlu bakanı tıkanıklığı Habur Sınır Kapısı’ndan Irak’a sokulan patates ve soğanla izah etmeye çalışmıştır. Bakan, izlenen politikanın sonuçlarını gizlemek amacıyla sorunu çarpıtmakta ve “arz-talep dengesizliğini patates ve soğanla izah etmektedir. Böylece hem burjuva politikası aklanmış ve hem de tarım ürünlerinin daha fazla ithalatına artan ihtiyacın sorumluluğu Habur’da ticaret yapan kamyon şoförlerine aktarılmış olmaktadır. “Mehmetçik basın” bu konuda da “gürültü koparmama” tutumu içindedir. Oysa özellikle 12 Eylül sonrası dönemde, emperyalist tekeller yararına uygulanan ekonomi politika Türkiye tarımını can çekişir hale getirmiştir. Yıllara göre, buğdayda, tütünde, çayda ve diğer ürünlerde üretim gerilerken bu tahribat hayvan ve hayvancılık ürünlerine kadar genişlemiştir. Örneğin 1982’de 24 milyon dolar olan hayvancılık ürünleri ithalatı geçen sürede 15 kat artarak 353 milyon dolara çıkmıştır. Hükümet buğday başta olmak üzere tarım ürünlerinin daha fazla ithali için, ithal vergilerini düşürmek için yeni yasal düzenlemelere gitmektedir. Bu politika küçük ve orta boy üreticinin tekelci sermaye ve hükümete karşı protestolarına yol açmış ve Manisa gibi yerlerde tütün üreticilerinin eylemleri gelişmiştir.
Burjuva basın, sermaye ve diktatörlüğün politik çizgisinde bütün bu gelişmeleri gizleme yoluna giderek, özelleştirmenin “faydaları”nı propaganda etmekte, Türkiye’nin bölgede “büyük bir güç haline geldiğinin reklâmını yapmaktadır. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türk dünyası” demagojisi, eski hızından kaybetmesine ve Türkiye gericiliğinin “taşeron firma” rolünü bile oynamayacak denli güçsüzlüğü anlaşılmasına karşın, hâlâ sürdürülmektedir. Bu propagandaya göre, Türkiye’nin Amerikan mandası altında Türkî Cumhuriyetlerde oynayacağı rol ve gene ABD politikaları doğrultusunda Balkanlar’da üstlendiği görev ve içerde GAP gibi projelerle 20. asır “Türklerin asrı olacaktır”!
Türkiye gericiliği bu “güçlülük kanıdandı bölge ülkelerine karşı bir güç unsuru olarak değerlendirmekte, Türkî Cumhuriyetler politikasının iflası ve Bosna-Hersek batağına saplanarak içine girdiği çıkmazı gizleyen burjuva propagandası ekonomik iflası da “hızla kalkınmakta olduğumuz” demagojisine ve GAP gibi (tamamlandığı koşullarda bile sözü edilmeye değer bir canlanma sağlamaktan uzak olan) projeleri abartarak örtmeye çalışmaktadır. Oysa reklâm edildiğinin aksine, GAP, Türkiye gericiliğinin Kürt illerindeki çıkmazına ve tarımsal krizine herhangi bir çıkış sağlayamamaktadır. “Köylünün yüzü gülecek”, “toprak suyla buluştu” edebiyatının toprak ağaları ve tekeller ile Kürt köylüsü arasındaki çelişkinin üstünü küllemeye yönelik olduğunu, Kürt köylüsü de anlama sürecine girmiştir. 1.7 milyon hektar arazinin sulanacağı ve verimin kat kat artacağı propaganda edilirken bu topraklardan yararlanma olanağının bulunup bulunmadığı geçiştirilmektedir. Oysa toprakların yüzde 80’inin büyük toprak ağalan ve yerli ve yabancı tekeller tarafından parsellendiği, bilinen bir gerçektir. Ne ki, burjuva basın için bunun hiçbir önemi yoktur. “Harran’da toprakların hepsi ağalarındır. Fakir fukaranın toprağı yoktur. Adil bir toprak reformu istiyoruz” diyen Kürt köylülerinin sözleri, bu basın tarafından duyulmaz. Özel silahlı güçleri de bulunan Kürt toprak ağalarının onlarca köy ve on binlerce köylü üzerine kurdukları feodal-burjuva baskı ve sömürü görmezden gelinir. Türkiye nüfusunun en alt grubunda yer alan 12 milyon kişinin yıllık gelirinin yalnızca 400 dolar olmasının, yani milyonlarca insanın mutlak yoksulluk içinde yaşamasının onlar için hiçbir önemi yoktur.
Burjuva propagandası her fırsatta ahlakçılık üzerine ders vermekten geri durmaz. Ama onun ahlakla, basın ahlakıyla ilişkisi çirkef denilecek türden bir ahlaksızlıktan ileri gitmez. Fuhuşu ve kadın vücudu pazarlamacılığını 900’lü telefonlar aracılığıyla en aşağılık tarzda besleyen bu basın, hastalıklı ve doyumsuz toplum bünyesinden rant geliri sağlamak için her yola başvurmakta, promosyon kampanyalarıyla tiraj artırmaya çalışmakta, yalnızca yetişkin nüfusu değil, ama aynı zamanda çocukların yönlendirilmesi, kapitalist tüketimin aracı haline getirilmesi ve reklam aracı olarak kullanılmaları için her türden teknolojik oyuna başvurmaktadır. Bu basın, düzen muhalifi basının haklarıyla ilgili en küçük bir kaygı taşımaz. Aksine onun susturulmasını kendisinin hareket olanaklarının genişlemesi olarak değerlendirir. Ama öte yandan burjuva basın-yayın organları aracılığıyla burjuvazi, işçi ve emekçilerin “kendilerini ifade etme ve seslerini duyurma olanaklarının genişlediği” iddiasını da sürdürmektedir. 900’lü istasyonlarının dinleyici isteklerine “yer vermeleri bu iddianın kanıtları olarak gösterilmektedir. 900’lü telefonlar “görüş bildirme”nin iletişim tekellerinin bütün dünyada başvurduğu bir rant sağlama yöntemi olması gerçeği bir yana; atv gibi kanallardaki tartışmaların sınırlarının, “milli çıkarlar” gerici demagojisine sarılan egemen sınıflar ve MGK tarafından çizildiği, bu tartışmalarda sisteme radikal eleştirilere yer olmadığı, “sistem dışına taşan” görüşlere anında müdahale edilip kesildiği bilinen bir şeydir. Gene yerel radyo ve TV kanallarının faaliyetlerinin sınırları mevcut yasa ve anayasa maddeleriyle belirlenmiş olup, birçok durumda buna ek olarak milli güvenlik adına vali, polis şefleri ve DGM savcılarının fiili müdahaleleriyle bu yayınların egemen sınıfların çıkarlarına ve onların egemenlik sisteminin devamına hizmet etmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu radyo ve TV kanallarında en fazla hükümet uygulamalarına reformist eleştiriler yöneltilebilmekte ve bazılarında “devrimci halk müziğinden parçalar verilmektedir. İletişim ve propaganda araçlarını, burjuva egemenliği koşullarından ayrı ele almanın olanağı yoktur. Onların işçi ve emekçilerin mücadelesinin platformları olarak kullanılabilmeleri ancak yığın hareketinin yükselme koşullarında mümkündür. Bugün bazı yerel istasyonlarda yansıyan nispi muhalif çabalan küçümsememek, ama aynı zamanda yanıltıcı abartmalardan kaçınmak zorunludur. İşçi ve emekçilerin ve onların çıkarlarını savunan devrimci basın ve yayınının ağır faşist baskı ve yasaklarla karşı karşıya olduğu gerçeğini gizleyen “iletişim alanında kendini ifade etme özgürlüğü bulunduğu” biçimindeki iddialar, ezilen kitlelerin yanıltılmasına hizmet etmektedir.
Burjuva basın yayın organları ve burjuva propagandası geniş işçi ve emekçi yığınlarının temel toplumsal sorunlarının üstünü örterek, mevcut kölelik sisteminin devamı için sürekli yapay “ilgi” konulan öne çıkarmakta; işçilerin ve tüm ezilenlerin kendi çıkarları ve kurtuluşları için mücadeleye atılmalarını engellemeye, mevcut devleti ve sömürü sistemini sorgulamalarına, iletişim araçlarının burjuvazi ve toprak ağaların elinde olmasından kaynaklanan sömürü ve baskıyı kaynaklarıyla birlikte ortadan kaldırmak üzere örgütlü politik eyleme geçmelerine set çekmeye çalışmaktadır. Sözgelimi tümüyle emekçilerin sırtlarından beslenen ordu, polis ve tüm devlet asalakları bürokrasisinin, emekçiler iradesine rağmen ve bu iradeye karşı bir baskı ve sindirme aracı olarak toplumun tepesinde yer aldığını gizlemek; işçilerin, köylülerin, memurların, öğrencilerin her eylemine karşı bu güçlerin seferber olmasının sorgulanıp, onların gerçek işlevinin görülmesini engellemek, bu basının birincil görevidir. İşçi ve emekçi halk yığınları açlık ve sefalete mahkûmken, milletvekillerinin, subayların, polis şeflerinin ve üst bürokratların ayrıcalıklı -şatafatlı yaşamı; halk iradesine ve halka karşı sürekli suç işlemelerine rağmen bulundukları mevkilerde kalmaları ve kovuşturulmamaları; hiçbir hakları olmadığı halde on milyonlarca emekçinin nasıl yaşayacakları konusunda kararlar alıp uygulamaları vb.nin sorgulanıp bütün bunlara son vermeyi hedefleyen bir halk hareketinin gelişmesini engellemek bu basının temel görevidir.
Özetle; bilim ve teknikteki gelişmeler, bunun bir alanı olarak iletişim ve propaganda araçları alanındaki yenilikler burjuvazinin elinde, işçi ve emekçi halk yığınlarına karşı bir silah olarak kullanılmaktadır. Bilimsel gelişmelerden gerçek anlamıyla yararlanmak, ancak proletarya iktidarı koşullarında mümkün olabilecektir. Bugün ise, ancak devrimci kitle muhalefetini yükseltme ve yaygınlaştırma yoluyla bu araçlardan belirli oranda ama daha etkin tarzda yararlanmanın yolu açılabilir. Bilimsel-teknolojik buluşları ve iletişim alanındaki gelişmeleri sınıflı toplum gerçeği dışında değerlendirmenin olanağı yoktur.

Ocak 1995

‘Kürtleşme’ ve ‘İnsanlığın Kurtuluşu’ Üzerine

14 Aralık ’94 tarihli Özgür Ülke gazetesinde bu gazetenin yazarlarından Cemil Gündoğan’ın “Türkleşmiş Kürtler Çözülürken” başlıklı bir yazısı yayınlandı. Bu yazıda Kürdistan’daki toplumsal gelişme tek yanlı bir yoruma tabi tutuluyor. Gerçi Kürt milliyetçi yayın organlarında sürekli olarak “Kürtlerin kurtuluşu”, “insanlığın kurtuluşu” olarak gösteriliyor ve örneğin Kürdistan’daki mücadelenin bütün insanlığın kurtuluş mücadelesi olarak görülmesi gereğine vurgu yapılıyor.
Bu görüş, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda en ateşli savunucusunu bir kısım liberal aydın ve burjuva reformcu Kürt hareketlerinin şahsında bulmaktadır. Denilebilir ki, ulusal haklarından yoksun bırakılan ve baskı altında tutulan halkların özgürlük için giriştikleri mücadele ve başkaldırılar günümüzde, bir kısmı burjuva liberal aydının ve çeşitli burjuva sosyalizmi akımlarının, ulusal hareketi “toplumsal ilerlemenin motor gücü” biçiminde abartılı bir yoruma tabi tutmalarına, ulusal kurtuluş hareketlerini “insanlığın kurtuluş hareketi” düzeyine yüceltmelerine yol açabilmektedir. Söz konusu bu kesimin sözcüleri, sosyalizmin ve uluslararası proletarya hareketinin dönemsel ve görece geriliğinden de yararlanarak, ulusal kurtuluş mücadelelerinin burjuva yorumuna vurgu yapmakta ve günümüzün “gecikmiş” bu hareketlerini, insanlığı kurtuluşa götürecek hareketler olarak değerlendirmektedirler.
Bu abartılı tanımlama, birbirleriyle bağlantılı ve bağdaşır özelliklerinin yanında, bağdaşmaz özellikleri de olan iki farklı toplumsal hareketin esas olarak proletarya hareketinin aleyhine, reformist milliyetçi bir yorumunu ifade ediyor. Şöyle ki; dar kapsamıyla ulusal kurtuluşu “insanlığın kurtuluşu” olarak değerlendirmek mümkündür. Ulusal kurtuluş, boyunduruk altında tutulan, dili ve kültürü yasaklanmış bir halkın baskıya ve ulusal köleliğe karşı demokratik hareketidir. Ulusal baskı ve eşitsizliğin ortadan kalkması, genel anlamıyla insanlığın kurtuluşu doğrultusunda atılmış bir adımı ifade eder. Ama hepsi o kadar. Ulusların kaderlerini tayin hakkı (siyasal devlet kurma hakkı), ulusal hak eşitsizliğinin ortadan kaldırılması olarak değerlendirildiğinde, bugün bir kısım bağımlı sömürge halklar dışında, gelişmiş ve gelişmekte olan uluslar, ulusal haklarını kullanma iradesine sahip bulunuyorlar. Emperyalizmin, dünya egemenliği sistemi olarak, tüm ülke ekonomilerini bir zincirin halkaları haline getirme kapsamında yarı-sömürge ülke halklarını bağımlılık ilişkileri içinde tutması ölçüsünde, bu “bağımsızlık” göreceli hale gelmekle birlikte, gene de bağımsızlıktır. Ne ki, bu “bağımsız”lığı insanlığın kurtuluşu saymaya imkân yoktur. Kapitalizmin sınırları içindeki “kurtuluş”, gerçekte burjuvazinin kurtuluşudur. Burjuvazinin, proletarya ve emekçiler üzerindeki sınıf egemenliğini ifade eden burjuva ulusal devlet, gerçekte kurtuluşu değil; köleliği, sömürüyü, eşitsizlik ve baskıyı ifade eder. İnsanlığın kurtuluşunu ekonomik kurtuluşta, sosyal devrimde (proletaryanın eylemi sonucu mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi) değil, ama ulusal kurtuluşta, devlet olarak kendini ifade etmede görmek, burjuva eşitlik ve özgürlüğe, gerçek özgürlük ve eşitlik payesi vermektir ki, bu sınıf ayrımları ve sömürü olgusu üzerinde yükselen burjuva devlet koşullarında asla olanaklı değildir. İnsan hakları (eşitlik, özgürlük vb.) kapsamında ulusal hakların elde edilmesi, insanı burjuva mülkiyet ilişkilerinden kurtarmaz, aksine zenginin yoksul aleyhine daha fazla zenginleşmesi ve yoksulu baskı altına almasını sağlar. “İnsanlığın kurtuluşu” kavramı, burjuva sosyalistleri ve liberal burjuva aydınlarının elinde uğradığında yozluktan kurtarıldıklarında, insanın insanal kurtuluşunu, aynı anlama gelmek üzere sermayenin, ücretli emeğin, sınıfsal ortadan kaldırılmasını ifade ederler. Burjuva ulusal kurtuluş kendi başına asla bu kapsama genişlemez. Ulusal kurtuluşun, bir ulusun bir başkası tarafından ezilmeye karşı başkaldırı ve boyunduruktan kurtuluştan fazla bir şey ifade etmesi için, işçi sınıfının önderliğinde halkın devrimci mücadelesiyle proletarya devrimine bağlanması ve toplumsal kurtuluş kapsamına genişlemesi zorunludur. Kürt milliyetçileri ve burjuva sosyalizmin savunucularının dilinde ise bu sözcükler, kapitalizm içi reformcu düzenlemeleri ifade ederler.

TOPLUMSAL ÇÖZÜLMENİN TERSTEN YORUMU
Gündoğan, yukarıda sözünü ettiğimiz yazısında göçertmelerin Dersim, Elazığ, Antep gibi “sınır illeri”nde yaratabileceği değişiklikleri yüzeysel bir yoruma tabi tutarak, toplumsal gelişmenin ana yönünü göz ardı ediyor. “Kars’tan başlayıp Sivas’ın Koçgiri bölgesine uzanan, oradan da güneye yönelerek Antep üzeri Suriye hududunda son bulan Türkler ve Kürtlerin demografik sınırında yer alan iller”m özgünlüklerine değinerek bu illerde devletin, “cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürtleri asimile etmeye yönelik olarak hazırladığı plan ve uygulamalarında” bu özellikleri dikkate aldığını belirtiyor ve bu bölge Kürtlerinin bir kısmının tümüyle Türkleştiğini, bir kısmının ise “Kürt olduklarının bir biçimde farkında olan, ama sosyokültürel davranışları itibarıyla bu gerçeği açık veya kapalı biçimde reddeden” bir kategori oluşturduğunu ileri sürerek, “biz bunlara Türkleşmiş Kürtler adını veriyoruz” diyor. Yazısının devamında Gündoğan, bu “kategorinin “Türk sol sosyalist hareketi üzerinde de bazı etkilerde” bulunduğunu, sol-sosyalist hareketlerden bazılarının, “bu Türkleşmiş Kürt kategorisinin yüzü Türklere dönük kesimlerinin siyaset düzlemindeki yansımaları” olduğunu söylüyor. Ve devamında şu saptamada bulunuyor: “İşte ’94 kitlesel göçertmelerinin sınır illerindeki etkileri ele alındığında özünde gözümüze ilk çarpanlar bu kategorinin kaderiyle ilgili olanlardır. Çünkü kırdan şehir merkezlerine akan kitleler, bu illerin nüfus bileşimlerini Kürt öğesi yönünde değiştirmeye başlamışlardır. Aynı şekilde gelen kitle, görece az asilime olmuş ve ulusal hareketin görece siyasal etkisinde bulunan kesimlerinden oluştuğu için şehir merkezlerindeki asimilasyon süreçlerini olumsuz yönde etkileyerek Türkleşmiş Kürt kategorisinin temellerini zayıflatmaktadır. “
“Bütün bunların sonucunda Kürt ulusal hareketinin bu illerde gelişmesini ve derinleşmesini teşvik eden ikili bir süreç ortaya çıkmaktadır. Birincisi, kırdan şehre göçün bu illeri giderek Kürtleştirmesidir. İkincisi de, bu gelişmenin Türkleşmiş Kürt kategorisinde çözülmeye neden olmasıdır.”
Yazısının sonuç bölümünde yazar, “bu kategoriye dayanan siyasal oluşumların giderek çözülüp dağılan” bir olgu olarak görülmesini istiyor ve “Türkleşmiş Kürt kategorisinin Kürtleşme yönünde görülmeye başlaması”nın aynı zamanda “Kürt devriminde sosyalist ve enternasyonalist öğelerin gelişmesi yönünde” etki yaptığını ileri sürüyor.
Cemil Gündoğan, üzerine bıktırıcı ölçüde konuşulmuş ve tartışılmış bir konuyu yeniden tartışmaya açarken, olguların yüzeysel yanlarıyla ilgilenip, onları burjuva milliyetçi (o “sosyalistim” diyor) anlayışla yorumlayınca, ortaya sosyal-siyasal olay ve olguların keyfi yorumuna dayalı yargı ve sonuçlar çıkıyor. Gündoğan’ın, burjuva sosyalizmi görüşleri doğrultusunda yorumladığı asimilasyon ve son göç olaylarını kısaca da olsa yeniden ele almakta yarar var.
Bilindiği gibi, Türk egemen sınıfları, ulusal hakların kullanım hakkının tanınması talebini de içeren Kürt isyanlarını kanla bastırırken, 1920’lerden başlayarak, Kürt nüfusun asimilasyonunu içeren politikasını da uygulamaya soktular. Peş peşe gelen ayaklanmaları askeri zorla ezerken, Kürt kimliğinin tahribini gerçekleştirmek için dil ve kültüre yönelik yasaklar da yürürlüğe girdi. Türk egemen sınıfları, bir yandan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu ve Kürt diye bir halktan söz edilemeyeceğini propaganda ettiler, öte yandan, bunu pratikte gerçekleştirmek, yani Kürt unsuru Türk nüfus içinde eritmek amacıyla Türkçü bir eğitim sistemini yürürlüğe koyup, örneğin “yatılı bölge okulları” vb.nin açılması biçiminde somut adımlar attılar. 1924 Anayasası’nın gerekçesinde “devletimiz milli bir devlettir, çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka bir millet tanımaz” deniliyordu. “Misak-ı Milli” propagandası, esasta Kürt ulusal varlığının inkârı üzerinde yükselen ırkçılığı ifade ediyordu. Kürtlerin “bir Türk boyu” oldukları iddiasını kanıtlamak üzere sözde bilimsel ispat çabalan artırılırken, Kürt nüfusun dağıtılması uygulaması da yoğunlaştı. 1934’te çıkartılan Mecburi İskân Kanunuyla Kürtlerin, Türk nüfusun yoğun olduğu illere sürülmesi ve orada “toplu olmamak üzere” ve yeniden köy, mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kuramayacak tarzda yerleştirilmesi resmileştirildi. 1938’deki Dersim Katliamı’ndan sonra asimilasyon politikası daha da geliştirildi, bir plana bağlandı ve sonuç alıcı olması için deyim yerinde ise rasyonelleştirildi. Dersim’in önemli bir bölümü 1948’e kadar “askeri yasak bölge” idi. Devletin Kürtleri inkâr politikası, Türkleştirme çabalarının yoğunlaştırılmasını, baskı ve yasaklarla birlikte, ırkçı-şoven eğitime ağırlık verilmesini ve genç nesillerin Kürt değerlerinden uzaklaştırılmasını hedefliyordu.
Kuşkusuz bu politika sonuçsuz kalamazdı ve kalmadı. Ancak Kürt burjuva milliyetçisi ve burjuva sosyalisti gruplarının iddia ettikleri gibi, bu politikanın etkileri yalnızca “sınır iller” denilen illerle sınırlı değildi. Türk egemen sınıfları, Kürt gericiliğiyle işbirliği içinde köleleştirme ve asimilasyon politikasını pratiğe geçirirken, (bu politikanın uygulanma gücü ancak kapitalizmin geri düzeyi ve ulaşım vb. engeller nedeniyle bazı ücra yerleşim birimleri açısından zayıf kalabilirdi) “sınır iller” bir yana, daha önce isyana durmuş illerle birlikte Irak Kürt hareketinden hemen her dönem etkilenmiş Irak’a yakın bölgelerdeki halk hareketi de çoktan bastırılmıştı ve asimilasyonun etkileri buralara kadar uzanıyordu. “Sınır iller”in bir kısmı heterojen nüfuslu oldukları gibi, değişik milliyet kökenli insanlar Diyarbakır, Mardin, Urfa gibi illerde de yaşamaktaydılar. Erzurum, Malatya, Kars, Elazığ, Antep, Maraş, Urfa, Mardin ve Diyarbakır’da Kürtler ağırlıklı olmak üzere, farklı milliyetlerden nüfus bulunuyordu. Asimilasyon politikasının, bölgelere göre farklı düzeyde etkide bulunması kaçınılmazdı; ama Kürt milliyetçilerinin sonraki yıllarda demokratik-sosyalist fikirlerin emekçi Kürt kitleleri içinde yayılmasını “Türkleşme”yle izah etmelerinde de görülebileceği gibi; bazı bölgelerin halkının “tümüyle Türkleşmeyi kabul ettiği” biçimindeki iddialar doğru değildi. Nitekim sonraki yıllarda ulusal hakların talep edilmesinin kapsamı, ulusların kaderlerini tayin hakkının yorumu vb. konularda ortaya çıkan farklılıklarda da toplumsal gelişme zemininde bu politikanın etkileri görüldü. Kürt burjuva milliyetçi akımın versiyonu çeşitli Kürt grupları ise bu farklı etkilenme düzeyini, Dersim gibi bazı illerin emekçilerini toptan karalamanın gerekçesi haline getirdiler. Onlara göre, Dersim başta olmak üzere “sınır iller”de yaşayanlar, “Türkleşen Kürtler” idi ve bunlar Türkleştikleri için Kürt milliyetçiliği buralarda zayıf kalıyordu. Bu durumda, bu bölgelerin emekçilerini yeniden “Kürtleştirmek” gerekiyordu. Anlaşamadıkları ise, “Kürtleştirme”nin hangi yöntemle (eğitimle mi, sopayla mı) yapılacağıydı. 1960’lı yıllardan başlayarak, devrimci demokratik ve sosyalist fikirlerden etkilenen gençler, aydınlar ve işçileri “Türkleşmiş”, asimilasyonu benimsemiş “ulusal hainler” olarak değerlendirdiler. Bunu yaparken, tümüyle pragmacı bir tutum içinde, bazı bölgelerde “biz Türküz” diyebilen, sıradan emekçinin tutumuyla, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin burjuvazi, diktatörlük ve emperyalizme karşı birlikte örgütlenmesi ve mücadelesini savunan Kürt devrimcilerinin tutumunu bilinçli tarzda aynı göstererek, burjuva politik çizgilerini aklamaya çalıştılar. Cemil Gündoğan’ın “Türkleşen Kürtlerin Çözülmesi” başlığı altında soruna getirdiği yaklaşım da, bu eskimiş iddianın tekrarından ibarettir.
Gündoğan, “Türk sol sosyalist hareketleri” diye tanımladığı Marksist partinin ve bazı devrimci grupların Kürdistan’daki varlığını bu “Türkleşmiş Kürt kategorisine bağlıyor. Ona göre son göçlerle bu “kategori” çözülmekte ve bunun için bu sol grupların varlığının maddi temeli de aşınmakta ve yok olmaktadır. Kırdan şehir merkezlerine akan kitlelerin bu şehirlerin nüfus bileşimini “Kürt öğesi yönünde” değiştirdiğini ileri süren Gündoğan, bu göçlerin şehirlerdeki asimilasyon sürecini olumsuz etkileyeceği ve nüfusu “Kürtleşme” yönünde etkileyeceği iddiasındadır. Doğal olarak o, bundan sevinç duymakta ve Kürt ulusal muhalefetinin gelişme potansiyelinin “sınır iller”de de arttığını düşünmektedir.

SOSYALİST OLMA İDDİASIVE “KÜRTLEŞME “NİN MİLLİYETÇİ YORUMU
Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesinin bugünkü düzeyinin, daha önceki başkaldırılardan farklılıklar taşıdığı açıktır. Bu her şeyden önce, toplumsal-ekonomik koşullardaki gelişmenin, kapitalizmin Kürdistan’daki gelişme düzeyinin, uluslaşma ve ulusal haklar için mücadele üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır. Kürt toplumu, hâlâ feodal-aşiretçi yapının önemli etkilerini barındırmakla birlikte, eski kapalı yapı bugün parçalanmış, farklı sınıflar arasındaki çelişkilerle birlikte, ortak ulusal kültürel değerlerin yönlendirdiği hareketin genelleşmesinin zemini güçlenmiştir. Kürt ulusal muhalefetinin “sınır iller”de ve Dersim gibi bölgelerde de güçlenmesinin başta gelen nedeni budur.
Diktatörlüğün azgın saldırıları ve köyleri boşaltma politikası sonucu, şehir merkezlerine göçen Kürt emekçilerinin buralardaki mücadele üzerinde yapacakları etki, ya da bu mücadele içindeki yerleri ise, Gündoğan’ın ya da onunla aynı düşüncedeki Kürt milliyetçilerinin iddia ettikleri gibi tek yanlı değildir. Evet, diktatörlüğün bu politikası iflas edecek, şehir merkezlerinde düzene yönelen potansiyel tehdit edici bir güç kazanacaktır. Köyleri ve evleri yakılan Kürt köylüsünün, devlete duyduğu öfkenin ulusal muhalefeti besleme gibi bir yanı vardır. Bırakalım Antep, Elazığ, Diyarbakır gibi illeri Adana, Mersin, İzmir gibi illerde de Kürt emekçileri ulusal baskıya karşı mücadeleye atılmaktadırlar. Ama bu eksik bir değerlendirmedir. Göçlerin “Türkleşmiş Kürtleri çözdüğü” iddiasında olduğu gibi, bu iddiada da milliyetçiliğin burjuva yorumu sırıtmaktadır.
Kürt toplumu, kapitalizmin gelişmesine bağlı biçimde kaçınılmaz bir ayrışmayı yaşamaktadır. Kürt işçi ve emekçilerinin şehir merkezlerindeki yaşamı ekonomik, politik, sosyal, kültürel bir dizi alanı kapsayan sorunlarla iç içe sürmekte, ulusal baskıya karşı çıkmanın yanı sıra, kapitalist sömürünün yol açtığı sonuçlara karşı mücadele zorunluluğu da kendini dayatmaktadır. Kürt milliyetçiliğinin dar penceresinden yok sayılan sınıf sorunları, sınıf talepleri için mücadeleye atılma gibi somut bir sorun, Kürt işçisi ve şehir yoksullarının karşısında durmaktadır. Eğer bir çözülme varsa -ki vardır- bu esas olarak Kürt toplumunun sınıflara bölünmesi temelinde yaşanmaktadır. Buradan çıkan temel sonuç, “Kürtleşme”nin, tüm bu sınıflar bakımından farklı farklı anlaşılacağı ve farklı içerikle ele alınacağıdır. Kapitalizmin uluslararası niteliğinin ve uluslararasılaşmanın bugünkü düzeyinin ulusal sınırları aşıp geçmesi ve “çözülme”nin bu bakımdan, ulusal alanla sınırlı kalmadığı gerçeğini bir yana bıraksak bile, gelişmenin, Kürt burjuva reformcu ve milliyetçi gruplarının iddialarını geçersiz kılacak doğrultuda olduğu gene üzerinde durulacak esas olguyu oluşturmaktadır. Kürt emekçileri yalnızca “Kürtleşmiyor”, tam tersine, esas olarak işçileşiyor, işsiz kalıyor, sefaleti ve açlığı duyumsuyor. Kürt burjuvazisi de dâhil, burjuva sınıfın baskısını üzerinde hissediyor. Kürt köylüsü “Kürtleşme”den öte taleplerle, “toprakların hepsi ağalarındır, toprak reformu istiyoruz” diyerek, milliyetçiliğin daraltıp yok saydığı sınıf talepleriyle ortaya çıkıyor ya da çıkmaya çalışıyor. Toplumların gelişme tarihinin gösterdiği, bugünkü gelişmelerin de kanıtladığı esas olgu, çözülmenin “asimilasyonun etkilerini ortadan kaldırma” gibi geçici, dar ve gecikmiş bir kapsamın çok ötesinde ve esas olarak ulusların asimilasyonu ve sınıf farklılıklarının derinleşmesi doğrultusunda olduğudur. Kürt milliyetçileri, bu olgunun üzerini örterek ve “Kürtleşme”ye aşırı bir övgü düzerek Kürt işçi ve emekçilerinin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda ulusal kurtuluş mücadelesini sosyalizm mücadelesine bağlamalarının önünü kapatmaya çalışıyorlar. Onların Kürdistan’da işçi ve emekçi tabanına dayanan komünist partiyi, “Türkleşmiş Kürt” kategorisinin siyasi hareketi olarak göstermeye çalışmalarının nedeni de budur. Aralarında Gündoğan gibi kendilerine sosyalist diyenlerin de bulunduğu bu kesimin sözcüleri, “Kürtleşme”, Türkleşme vb. sözcükleri tam da bu sözcüklere içerilmiş olan ulusçu-burjuva kapsamıyla ele alıyorlar. Onlar Kürtlerin Kürt, Türklerin Türk kalmasını istiyorlar. Bu ulusal değerlere sahip çıkma değil, tarihin gelişme yasalarına gerici karşı duruşun ifadesidir. Biraz uzunca olan, ama konuyu aydınlatacağını düşündüğümüz, Lenin’in sözlerini aktarmakta yarar görüyoruz.
“Bütün milliyetçi sosyalistlere, çağdaş her ulusun iki ulusu içerdiğini söyleyeceğiz. Her ulusal kültür iki ulusal kültür içerir. Pruskeviçlerin, Guçkovların, Struvelerin bir Rus kültürü vardır ama ona karşılık Çernişevski’nin, Plehanov’un adlarının nitelendirdiği bir büyük Rus kültürü vardır. Aynı biçimde Ukrayna kültürü vardır; nasıl ki Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, Yahudilerde vb. iki ayrı kültür varsa. Eğer Ukrayna işçileri, Rus kültürünün etkisi altında ise, biz iyi biliyoruz ki, papazların ve burjuvazinin Rus kültürünün fikirlerine paralel olarak, Rus demokrasisinin ve sosyal-demokrasinin fikirleri de o işçiler üzerinde etkide bulunmaktadır. Birinci tür ‘kültür’e karşı savaşırken bir Ukraynalı Marksist, bunu, ikinci kültürden her zaman ayırt edecek ve Ukraynalı işçilere şunu diyecektir: Bilinçli Rus işçisi ile onun yazınıyla, onun fikir çevresiyle her türlü birleşme olanaklarını olanca gücümüzle kavramamız, kullanmamız ve güçlendirmemiz mutlaka gereklidir; hem Ukrayna, hem Rus işçi hareketinin hayati çıkarları bunu gerektirir.”
Lenin’in bu sözlerini Kürt burjuva milliyetçilerini ikna etmek için aktarmadık kuşkusuz. Ama milliyetçi burjuva görüşlerle ufku karalanmaya çalışılan Kürt işçi ve emekçileriyle, Kürt gençlerinin bu sözlerden öğreneceği çokça şey olduğu da açıktır. Kürt burjuva milliyetçiliği, değil Türk milliyetinden işçi ve emekçilerin mücadelesinden öğrenmek ya da daha gelişkin durumda olan devrimci kültür öğelerinden yararlanmak, tam tersine onu toptan karalama ve yok sayma, Türk işçisi ve emekçisiyle, dahası Türk kökenli Marksist ve devrimcilerle Türk burjuva gericiliğini aynı kaba sığdırma çabasındadırlar.
Milliyetçi akım, ulusal yaşamın ve ulusal hareketin uyanışını, ulusal baskıya karşı savaşım ile iktisadi yaşamın, sermayenin, politika ve bilimin uluslararasılaşması ve milliyetçi çitlerin kırılması olgularını tek yanlı ve tarihin gerisinde kalarak ele almaktadır. Ulusal kölelik zincirinin parçalanması gerekliliği gibi haklı bir sorun, proletarya ve emekçilerin kurtuluşu için mücadelenin dışına çekilerek, tümüyle burjuva kalıplarla sınırlandırılmak isteniyor. “Kürtleşme”nin olumlanması bu yönüyle geriye takılıp kalmayı, zorla birliğin yol açtığı eşitsizlik bağlarının parçalanması ve ulusal hak eşitliğinin sağlanmasının ötesine geçen bir burjuva ulusçuluk savunusuyla, Kürt işçi ve emekçileri toplumsal açıdan geriye çekilmeye çalışılmaktadır. Tarihsel gelişmenin vardığı yerde, özünde bir gecikmişliği ifade eden bugünkü ezilen ulus milliyetçiliğine tüm geleceği “belirleyecek” bir paye verilmekte, dahası Kürdistan’da sosyalizmin gelişmesinin yolu da, bazıları tarafından “Kürtleşmek”te aranmaktadır, işte bu sosyalizm ile birlikte toplumsal gelişmenin yasalarını ve yönünü de burjuvaca yoruma tabi tutmaktır.
Kürt işçi ve emekçileri ulusal hakların elde edilmesi ve baskının son bulması için mücadele edeceklerdir. Ama bunun yetmediğini, özgürlük için sınıf sömürüsünün ve sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesine atılmak gerektiğini de bileceklerdir. Kürt Marksistlerinin, Kürt işçi ve emekçilerine, önemle söylemek istedikleri budur. Bu mücadele soyutlanmış, “Kürtlük” sınırları içinde yürütülebilecek bir mücadele değildir. Aksine, başta Türk milliyetinden emekçiler olmak üzere, tüm uluslardan proletarya ve emekçilerle sıkı birliği ve dayanışmayı öngörmektedir. Bunun birinci basamağı, aynı devlet içindeki tüm işçilerin ve ezilenlerin sınıfsal birliği ve mücadelesidir, burjuva çitlerin aşılması ve kırılmasıdır. “Tüm milliyetlerden işçilerin birleşik sınıf örgütlerinde birleşmesi ve kaynaşması” yönündeki gelişme (buna doğru gelişen çözülme) ilerici ve devrimci, fakat buna set çekme yönündeki çabalar ise gericidir, işçilerin ve halkların kaynaşması eğilimini değil de “Türkleşme”yi, “Kürtleşme”yi savunmak, onların önüne gerici bir barikat örmektir. Ulusal değerlere ve ulusal kültüre iki farklı sahip çıkma yolunun olduğunu yukarıda belirttik. Kürt işçi ve emekçileri, “Kürtleşme” demagojileriyle kendilerine örülmek istenen sınıf barikatlarını görüp, bu burjuva barikat ve etkileri aştıkları oranda sosyalizme yaklaşacak ve kendi sınıfsal kurtuluşlarının kavgasını yükseltme olanağını yakalamış olacaklardır. Sosyalizmin güç bulduğu zemin ulusçuluk değil, sınıfsallıktır. Bunu unutturmaya yönelik her çaba, özünde işçi sınıfına ve tüm ezilenlere karşı bir tutumu ifade eder. Kürdistan’daki gelişmeler, şehir merkezlerindeki yoğunlaşmalar sosyalizm mücadelesini zayıflatan değil, güçlendiren gelişmelerdir. Yani “sol sosyalist hareketlerin sosyal dayanağı çözülüp dağılmıyor, aksine daha da güçleniyor. Tarihsel olarak zayıflayıp yok olacak ise, her türden burjuva değer yargısı ve onun üzerinde hayat bulduğu kapitalist sömürü ilişkileridir.

Ocak 1995

Kadın hareketinde kavram çarpıtmaları

İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde, ezilen halklar, gençlik, yoksul köylülük ve örgütsüz kadın kitlesi önemli bir potansiyel olarak mutlak kazanılması gereken müttefiklerdir.
Devrim ve karşıdevrim arasındaki mücadelede, sınıfın yanında mücadeleye seferber edilmesi gereken kadın kitlelerinin örgütlenmesi özel önem taşır. Sınıfın örgütlü gücünün, emekçi halkın, sistemin saldırılarını geri püskürtmede milyonlarca örgütsüz emekçi kadının alacağı saf önemlidir. Bütün sorun devrimin yedek gücü bu kadın kitlesinin hangi saflarda yer alacağıdır: Medyanın, gerici geleneklerin, dinin ve yasaların etkisiyle kapitalist sistemin yanında mı yoksa sınıfın haklı, onurlu kavgasında mı?
“Kadın kitlesi ya devrime ait olacaktır, ya da karşıdevrime. Şuna güvenmeyin ki iç savaş giderek daha keskin biçimlere büründüğü için kadın da nerede durduğu ve ne için savaştığı konusunda karar verecektir. Eğer siz komünistler, en geniş kadın kitlesinin devrimci kampa katılmasına çalışmazsanız, o zaman burjuva partileri kadınların karşı-devrim kampında toplanmalarını sağlayacaklardır.”
Devrimin önemli yedek gücü milyonlarca örgütsüz kadın, sermayenin etkisi altındadır.
Bunların küçük bir azınlığı sendikalarda örgütlüdür. Bugün 12 yaş ve yukarısı genç kız ve kadın nüfusun işgücüne katılım ve örgütlenme oranı şöyledir: Üretime katılan kadın oranı % 51 olup, bunun % 80 gibi büyük bir bölümü kırsal kesimde (tarladaki kadın)dir. Sanayideki çalışan kadın oranı, % 15,2’dir. Kamu sektöründe maaşlı olarak çalışanların da yaklaşık üçte biri, % 30,4’ü kadındır. Kırsal kesimdeki kadının hemen bütününün örgütsüz olduğu, sanayideki 1 milyon dolayındaki kadın ücretlinin % 30’unun sendikalı olduğu belirlenmiştir. Kamu sendikalarındaki kadın üye sayısı toplam üye sayısının % 35’ini oluşturmaktadır. Bunların büyük bir çoğunluğu üye düzeyindedir. Delege, şube yönetimi, genel merkez yönetimine çıktıkça bu sayı % 1’lerin altına düşmektedir. Bütün bu veriler, örgütlü kadın sayısının genel emekçi sayısına oranla çok düşük olduğunu göstermektedir. Yaşayan nüfusun yarısının kadın olduğu gerçeğinden hareketle, ancak küçük bir azınlığın burjuvaziye dâhil olduğu düşünülürse, kalan kadın kitlesinin büyük çoğunluğu örgütsüzdür.
Kadınlar, toplumsal sınıflardan ayrı homojen bir toplumsal güç değildir. Kadın kitlesi de, ezen ve ezilenler olarak uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla bölünmüştür. Bu nedenle kadının kurtuluşu ezilen sınıfların gerçek kurtuluşlarından ayrı düşünülemez. Kapitalizm koşullarında kadın sorunu ve mücadelesi bir bakıma doğrudan emekçi kadınların sorunudur.
Gündemi emekçi kadın cephesinden belirleyen Emekçi Kadınlar Birliği, yaptığı eylem ve etkinliklerle işçi ve emekçi mücadelesinde önemli bir halkayı yakalamıştır. Bu EKB’nin taşıdığı zaaf ve eksiklikler karşısında tutum almada, emekçi kadın hareketinde edindiği yere orantılı olarak daha duyarlı olmasını da beraberinde getirmektedir. EKB tüm eksik ve zaaflarına karşın, 2 yıl gibi kısa bir sürede, on bini aşkın kadına ulaşarak, onların taleplerini eyleme dönüştürerek, sınıfın kadın cephesini oluşturacak, kitlesel kadın örgütü adayı olduğunu tereddüde yer bırakmayacak açıldıkla ortaya koymuştur. Yine bu süreçte EKB, kitleselleşmesinin önündeki en büyük engel olan, dar grupçu, sekter tavırlardan arınarak, şefler koalisyonu olmaktan kendini kurtarmıştır. Kitle örgütü olmada bu somut adımlan atmış olması, umut vericidir. Bu kazanım daha şimdiden sendikalar, kitle örgütleri ve semtlerdeki emekçi kadınların EKB’ye duyduğu güveni artırmıştır.
EKB, deneyimlerinden yararlanacağı bir mirasın üzerinde şekillenmemesinin oluşturacağı dezavantajı, alanında tek olmasının verdiği avantajla ortadan kaldırma yeteneğini göstermelidir. Bu nedenle o, atacağı her adımı sağlam atmak noktasında gerekli uyanıklığı elden bırakmamalıdır.

KADIN SORUNUNDA LİTERATÜR ÇARPITMALARI İDEOLOJİK AMAÇLIDIR
Sermaye bir yandan işçi ve emekçi halka, örgütlü güçlere cepheden saldırırken öte yandan ideolojik alanda da mevzilenmektedir. Kadın alanında sözde “kadın hakçı ideoloji” olarak -feminizm- önümüze çıkan burjuvazinin, ideolojik alanda da geri püskürtülmesi görevi en çok EKB içindeki Marksist kadınlara düşmektedir. Burjuva kadın hakları savunucuları yani feministler, özünde burjuva-kapitalist düzen savunucularıdırlar. Bu hareket öz itibariyle burjuva düzenini yıkmayı değil, aksine ona dayanarak reformlar yoluyla kadın sorununun çözüme kavuşabileceği iddiasındadır. Bu nedenle kadının gerçek kurtuluşunu sağlayacak olan devrim karşısında, feminist tavır düşmancadır. Hiç kuşkusuz bu düşmanlık temelsiz değildir. Çünkü devrim, kadın sorununu feministçe çözebileceklerini iddia ettikleri düzeni yerle bir edecek bir alt üst oluştur. Bu saflarda halen sosyalizmden bahseden, sosyalist feminist olduğunu iddia edenler varsa da bu yalnızca emekçi kadınları, sınıfın devrim mücadelesinden alıkoymak için yapılmaktadır. Sahte “sosyalizm”leri buna hizmet etmektedir. İşte burada emekçi kadın örgütü içindeki Marksist kadınlara ideolojik cephede büyük görev düşmektedir. Bu görevlerin en önemlilerinden birisi de Marksist literatürün çarpıtılmasına izin vermemek, aksine ona sarılmaktır.
Dilde, sistemi hedefleyen kadın örgütünün politikalarıyla bağdaşmayan bozuşturulmuş yabancı terimlere rastlanılmaktadır. Bunlardan biri de “genç kadın” deyimidir. Bu sıradan bir sözcük olsa, ya da bir sözcüğün yerine basitçe başka bir sözcüğün kullanılması olsa üzerinde durmamızın bir gereği olmazdı. Fakat görülüyor ki, burada bir kavram bilinçli olarak çarpıtılıyor, artık herhangi bir şeyi nitelemek için kullanılan basit bir sözcük olmaktan çıkartılıp, belli bir politik tutumun öznesi haline getiriliyor. Bununla da kalınmıyor bu kavramın üzerine koca koca “teori”ler inşa edilme cüreti gösteriliyor. Neden “genç kız” değil de “genç kadın” deyimi tercih ediliyor?
Devrimci komünist kadınların sözlü yazılı diline de yerleştirilmek istenilen bu yama sözcük, burjuvazinin feministler kanalıyla emekçi kadın mücadelesinin sulandırılması çabasının bir yansımasıdır. “Genç kız” deyimim kullananları “feodal” olmakla eleştirenler hiç kuşkusuz bu sözcükle anlatılmak istenenin “bekâret” bezirgânlığı olmadığını bilmez değildirler. Ama elden ne gelir, “cinsiyetçi ideoloji”lerini mazur gösterme telaşı böyle ipe sapa gelmez gerekçelerle “çok bilmiş”leri bir bardak suda fırtına koparmaya mahkûm etmektedir. Her sınıfın amaçlı eyleminin nasıl çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemleri varsa, kadın, erkek insan soyunun da yaşamı boyunca hem fiziksel ve hem de moral ve etik değerler bakımdan benzer tarzda  kategorize edilen dönemleri vardır. “Genç kız” teriminin; gürbüzlüğü, dinamizmi sınırsız bir enerji ve gözü kara cesaretiyle karakterize olan, gençliğin kadın cinsinin ifade edilmesinden başka bir anlamı yoktur. Kadın sözcüğü ise, ne daha fazla, ne daha eksik en genel anlamda olgun dönemi ifade eder. Kız çocuğu, erkek çocuğu deyimlerinden sonra, erkek çocuk delikanlı olurken, kız çocuğu hiç genç kız olmadan kadın mı oluveriyor. Bu dilin doğal kullanımının da zorlanmasıdır ve kadın hakçılığı adına genç kızlığın, insanın normal yaşam evrelerinden birinin inkâr edilmesidir.
Yine feminist burjuva ideolojiden devrimci komünist söyleme sızdırılmaya çalışılan “erkek egemen” deyimi de aynı değerlendirmeden geçmek zorunda. Erkek egemen deyimi ataerkilliği anlatmanın daha ötesine geçtiğinde, burjuva ideolojinin her mücadeleyi kendi sularında boğma isteğinin bir aleti haline gelir. Emperyalist ve kapitalist sistemin egemenliğinin cinsiyeti yoktur. Ezen sınıf, ezilen sınıf ve ulusa saldırırken cinsiyet ayrımı gözetmez. Sermaye, kadın ve erkeği ile bir bütündür. Erkek egemen deyimi, karşı saflarda emekçi erkeği de görmek ve verilecek mücadeleyi sınırlamak gayretinden kaynaklanır. Bu kapitalist kölelikten kurtuluş mücadelesinde proletaryayı cinsiyet ayrımı ile bölüp, gücünü azaltacağı gibi emekçi kadının da devrim mücadelesinde perspektifini bulandırır.
Yine burjuva ideolojisinin, kadın faaliyetine sızmaya çalıştığı alanlardan biri de; “aile içi demokrasi ” ve “ev içi işbölümü” gibi kadınların duyarlı olduğu alanlardır. Kadın ve erkeğin gerçek anlamda aşkı yaşamadığı günümüz ailesinde, “evde demokrasi” istemi eşit olmayan işbölümünün eşitleştirilmesi suretiyle bugünkü ailenin çürümüşlüğünün giderilebileceği tezine dayanır. Emekçi kadın mücadelesinde hedef şaşırtan, eşitsizliğin eşitliğini savunan, ailenin eğitim ile düzelebileceği imajım yaratan bu yama ideolojilere karşı, burjuva, aşksız ailenin reddi mücadelesini yükseltmek gerekir.
Kapitalizmin gelişmesi ile beraber ailenin dağılması burjuvazide panik yarattı. Bu yüzden o, kadınların duyarlı olduğu alanlarda sözde “eşitlik mücadelesi” ile gündemi saptırmak istedi.
“Kadının fabrikaya kaydırılan faaliyeti alışılagelmiş aile yaşamını yok etti, ama aynı zamanda ekonomik bağımsızlığın ve böylece kadın cinsinin kurtuluşunun da ilk temel taşını koydu” fikrinden hareketle kapitalist sistemin dağılan aileyi sözde reformlarla kurtarabileceğini ve aile içi eşitliği sağlamayı amaçlamak tam bir aymazlıktır. “Ev içi demokrasi”, “eşit olmayan işbölümüne karşı mücadele” ile aile daha çekilir, daha dayanılır kılınmak istenir. Oysa bu sistemde tek eşli doğal aile oluşturmak mümkün değildir. Bu nedenle aileyi eğitimle cilalama değil, yerle bir olacağı devrime katmak gerekir. Bir an ev içi işbölümünün “yeni” tarzda, yani erkeği de işin içine katarak yeniden düzenlendiğini varsayalım. Bu durumda eşitsizliği ortadan kaldırmış olmayız, olsa olsa bu düzenlemeyle kadın ile erkeğin basitçe yerlerini değiştirmiş oluruz ki; bu da cinsler arası eşitsiz aile biçimlenmesini tersten üretmiş oluruz sadece.
“Ailede eşitlik” adıyla suni ve dayatmacı bir eşitlik değil “toplumda cinsler arası eşitliği” savunmak gerekir. Aile içi eşitlik ve demokrasi sorununun en tam ve eksiksiz çözümü, ancak kapitalizmin tasfiyesinden sonra ev işlerinin kamu hizmeti niteliği kazanmasıyla olanaklıdır. Özetle emek sermaye çelişkisinin cinsler arasına yansıması olan bugünkü aile, reformlarla düzeltilemez. Emekçi kadın örgütü aynı zamanda bir okul olmak zorundadır, işlenmesi gereken aile içi rekabet değildir. Bu uyuyan kadının farklı bir masal ile yeniden uyutulması olur. Cinsler arasındaki ilişki, kadın ve erkeğin rekabeti şeklinde değil, enerjilerini birlikte yeni toplumu kuracakları sosyalizm mücadelesinde yoğunlaştıracak şekilde düzenlenmelidir.

EKB KAMPANYALARI VE ÇIKARILACAK SONUÇLAR
“Kadınların mücadelesi zordur. Emek ister, büyük bağlılık ve büyük fedakârlık gerektirir. Ancak fedakârlık ödüllendirilecektir ve ödüllendirilmelidir. Çünkü işçi sınıfının kurtuluşunun hiçbir ulusal ve mesleki ayrım gözetmeksizin birlikte dövüşülerek kazanılması gibi, bu mücadele de ancak cins ayrımı gözetmeksizin birlikte savaşılarak başarıya ulaşabilinir.”
EKB’nin kısa sürede kitleselleşmesinde; İstanbul’da 2000’e yakın kadınla bir araya gelerek toplantı yapmasında elbette açtığı kampanyaların, eylemlerinin önemli bir yeri var.
İşçi kadının, her kesimden emekçi kadının, kitlesel taleplerinin doğru belirlenmesi ve bunların eyleme dönüştürülmesi, önemli bir geçmişi olmayan ve her türden burjuva ideolojisine açık yeni bir oluşum için önemlidir. Yaz aylarında gerçekleştirilen “Temiz Su İstiyoruz” kampanyası her kesimden, her ulustan emekçi kadının isteyebileceği genel bir talep olmasıyla ve susuzluğun en fazla kadım etkilemesi yönüyle doğru seçilmiş bir kampanyaydı. Sonuç olarak doğru seçilmiş bu taleple binlerce kadına pratikte ulaşılabildi. Başlangıçta doğal bir istek olan “Su İstiyoruz” talebi ile kadınlar sokağa taştı. Pratik olarak bu tavır alış, onların politikleşmesi açısından önemli bir adımdı. “Eğitimde Katkı Payı” uygulamasına karşı yürütülen kampanya ise, genel bir talebin kadınlar cephesinden yakalanması yönüyle önemli bir kazanıradır. Eğitimin-öğretimin özelleştirilmesi genel bir talep olup milyonlarca işçi ve emekçiyi doğrudan ilgilendirmektedir. Yoksul ailelerin birden fazla çocuğunu ilköğretime göndermede zorlandığı ortada iken, üstüne bir de “Eğitimde Katkı Payı” adı altında ek parasal külfet binince, ister istemez okula hangi çocuğun gönderileceği gibi talihsiz bir “tercih” sorunu çıkar. Tercihin hangi yönde kullanılacağı baştan bellidir: Kız çocuğunun okuldan alınmasıyla sonlanır. Sessiz kalındığı koşullarda sorun kendini tam da böyle ortaya koyacaktır. Tercihin kullanılması noktasında sorunun kadın halkasının doğru kavranması gerekir. Bu halka yakalandığı içindir ki; irili ufaklı, birçok okulun önünde, meydanlarda (Sarıgazi ve Özgürlük Meydanı, Valilik önü) yapılan eylemlere katılan velilerin çoğunluğunu kadınlar oluşturmuştur. Örgütlü bir kadın mücadelesinin sonuçları olduğu kadar, doğru seçilmiş bir genel talebin, güncel ve kadım ilgilendiren cepheden yakalanmış olması da bu basanda önemli rol oynamıştır.
Son olarak EKB’nin 25 Kasım “Cinsel Tacize Son Kampanyası”, kadının gündeminin suni olarak yaratılmasının sonuçlarıyla; kadınların bile ilgisizliğiyle karşılaştı. Yüzlerce kadınla yapılan basın açıklamalarından sonra, 20 kadınla yapılan basın açıklaması düşündürücü ve aynı zamanda öğreticidir de.
“Cinsel Sömürüye Son” kampanyası, “meşru” ailenin yüceltilmesi çalışmasına reform talebiyle (cinsel tacizin yok olmasıyla) katkı mı sunmaktadır, yoksa aileyi de kapsayarak, bütün olarak sistemi hedef alan mücadelede sistemin teşhir edilmesinde malzeme olarak mı kullanılmaktadır? EKB’nin ikincisini iyi yapamadığı ortadadır. Bu durumda haliyle birincisini yapılmış saymak gerekir. Cinsel şiddet, kapitalist sistemin bir sonucudur. Kutsal aileyi koruma adına burjuva ideologları da bu talebe sahip çıkmaktan geri durmazlar. Ne ki bu sorun etrafında yürütülen mücadele, ufkunu salt cinsel tacizle sınırlamayıp sisteme karşı bir mücadeleye dönüştüğü oranda burjuva çözüm biçimlerinden ayrılır.
Doğru mücadele çizgisi fabrikalardan, yoksul semtlerden, tarlalardan çıkacaktır. Kadın mücadelesinin kitleselliği fabrikadaki, tarladaki emekçi kadınların ruhunu tanımaktan geçer. Talepler bu kadınlar tarafından belirlenecektir. Şefler koalisyonunun yaptığı gibi masa başı, kitlelerin ruh halinden uzak talep belirlemeleri kadın hareketini daraltır, kitlelerden uzaklaştırır. Her şeye karşın EKB’nin geçmiş deneyiminin olmaması, yanlış platforma çekilmesi tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Tehlikenin boşa çıkarılması için proletaryadan uzaklaşılmamalı, atılan her adımda onun desteğinin alınmasına özel bir önem verilmelidir.
Emekçi kadın hareketi; burjuva kadın hakları savunucularının, sözde kadın dostlarının savunduklarının tersine, emekçi kadınları yalnızca “erkek egemenliğini” ortadan kaldırma amaçlı bir cinsiyet mücadelesine çağırmıyor. EKB tüm işçi ve emekçi kadınları, kadın olmalarından kaynaklanan sorunların yanı sıra, aynı zamanda sınıfın örgütlü gücü ile birlikte tam kurtuluşunun gerçekleşeceği üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması mücadelesine katılmaya çağırıyor.

Ocak 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑