Bundan 5-10 yıl önce, şeriata, hatta dine karşı, ateist bir tutumda olduğunu söyleyen kimi aydınlar ve demokrat, demokratik sosyalist, Marksist olduklarını iddia eden kimi çevreler, bugün, “uzun” ve “ciddi araştırmalar sonucu” İslamiyet’e dönmüş bulunuyorlar. Sadece kendileri dönmekle de kalmadılar, demokrasi ve özgürlük mücadelesini sürdürmekte olanları Islama, İslami düzene çağırıyorlar. Yeni iddiaları; aranan demokrasi ve özgürlüğün Greko-Hıristiyan Batı kültürünün ürünü olan demokrasi ya da Marksizm’de değil İslam’da olduğudur.
Marksizm’in, onu kendisinden önceki bütün “izm”lerden ayıran, toplumsal gelişmeyi burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadeleye bağlayan ve bu mücadelenin kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne yol açacağını söyleyen temel tezini görmezden gelen bu çevreler, Marksizm’i basit bir kapitalizm muhalifliği ya da bununla birlikte bir “sivil toplum kurumları bütünü” olarak algılamışlardı. Bu çevrelerin ya da kişilerin yanlış sosyalizm, Marksizm anlayışları, sosyalizmin son yıllarda hırpalanmışlığı ve pratikte bir düzen seçeneği olmaktan çıkmış görünmesiyle birleşince; bunların, “kapitalizme karşı yeni bir seçenek” olarak ortaya çıktığı öne sürülen dine, şeriata dönmeleri aslında çok da şaşırtıcı değildi. Öyle ya; sosyalizm 60-70 yıl bile dayanamamıştı kapitalizm karşısında, ama İslam bin 400 yıldır ayaktaydı ve nihayet İran, Arap Yarımadası, Mısır, Cezayir, Sudan, Libya gibi ülkelerde, ya iktidardaydı, ya da iktidara gelmek üzereydi. Demek ki İslam, sosyalizmden daha üstün ve kadim bir toplumsal sistemdi! Aydın olmanın tek kıstası olarak “akla uygunluk”tan başka ölçü tanımamış hangi aydının aklını çelmezdi ki böylesi mantıklı ve “nesnel kanıtlara” dayalı bir açıklama?
“Aklın ışığı” denilince akan sular duruyordu, ama “aklın ışığı”nın nereye ve nasıl tutulması gerektiğini gösteren sınıf bilinci olmadan “saf akıl”la bir yere varılamayacağı, metafiziğin alanında kalınacağı bir kez daha doğrulandı ve bunun sonucu olarak da sadece bazı aydın ve “sol” çevrelerin dine, şeriata dönüşüyle sınırlı kalmadı gelişme. Daha da ileri gidildi, entelektüel yaşam Türk-İslam sentezcilerinin, “Müslüman aydınların” öne sürdüğü tezlerin tartışılması tarafından belirlenir oldu. Öyle ki; pek çok “sol”, liberal ve aydın çevrelerin çıkardığı yayınların başköşeleri İslamcıların, en azından “ilginç” fikirlerinin, kürsüsü durumuna geldi. Şeriata karşı mücadele ettiğini iddia ederek ortaya çıkanlar, şeriatçıların platformunda kaldıkları için onların aleyhine konuşurken bile onların propagandasını yaptılar. Şeriatçılara çok karşı olmakla övünen radikal Kemalistler bile İslami görüşün yayılmasının destekçisi oldular. En fazla aynı tezleri tersten savundular. Sonuçta, aleyhte propaganda bile, yönü ve kalktığı temel yanlış olduğundan, daha organize bir odak olan şeriatçılara yaradı.
DİNİN DAYANAKLARINDAN BİRİSİ DE BİLGİSİZLİKTİR
Marksizm’in dinin dayanağı olarak insanın bilgisizliğini öne süren tezi bir başka düzeyde de geçerliliğini dramatik bir biçimde gösteriyor. Bütün çağların bilgisinin kendilerinde toplandığını iddia eden aydınlar, tarih ve sınıflar mücadelesi bilgisinden/perspektifinden yoksun olmanın cezasını dincilerin demagojileri karşısında elleri kolları bağlı kalarak ödüyor ve bu nedenle de, şiddetle karşı olduklarını iddia ettikleri dinciliğe destek vermiş oluyorlar.
Gerek kendisini laik ilan eden Kemalist-aydın çevreler, gerekse laisizme karşı olduğunu öne süren ılımlı ve radikal her türden İslami çevre bir tespitte birleşiyorlar. Bunlara göre; İslam ve Hıristiyanlık sadece inanç ve ibadet biçimleriyle değil, din, tanrı ve dine yüklenen toplumsal işlev bakımından da birbirinden farklıdır, Hıristiyanlık bu dünyada müminlerin ne yaptığı, nasıl bir toplumsal ve siyasal örgütlenme içinde olduğu ile ilgilenmeyen bir öte dünya diniyken, İslam; Müslüman’ın bu dünyadaki yaşamını da organize eden, Müslümanların aile, iş, sosyal ve siyasal tüm yaşamını düzenleyen bir dindir; bu yüzden de İslam ile Batı demokrasisinin tarif ettiği laik devlet, uzlaşamaz.
Bu temelden kalkan İslamcılar, en azından dini açıdan laikliği İslam’ın dışına atarak, bütün müminler için laikliği “gavur icadı”, “İslam toplumuna yabancı”, en azından gereksiz hale getirerek politik bir kazanç sağlamaktadır. Radikal laisizm yanlıları ise; laikliğin ancak Batı kültürü üstüne oturan, doğulu Müslümanlıkla çelişen bir olgu olduğunu ispatlayarak, laisizmin bir seçkinler tercihi, uygarlığın son icadı, insanoğlunun varıp varabileceği son uygarlık aşaması olduğunu “kanıtlayarak” bu erişilmezlikle kendilerini avutmaktadırlar. Ve tabii böylece de, İslamcılardan, Batı hayranı, kapitalist emperyalist sistemin misyonerleri, Hıristiyanlığı İslam’dan üstün tutan Batı taklitçileri suçlamasını da hak etmektedirler. Kendi haklılıkları için ne kadar böbürlenirlerse böbürlensinler, her iki görüş de bir ve aynı yanılgı üstüne oturmaktadır.
Şöyle ki; nasıl ki Hıristiyanlık bir Yahudi mezhebi olarak çıkıp sonradan “bağımsız” bir din kimliğine bürünmüşse; İslam da Yahudi ve Hıristiyan inançlarının karmaşası olarak, genellikle de Yahudiliği esas alan, bir tür mezhep olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlığı da “hak din”, Davut, Musa ve İsa’yı da “hak peygamber” olarak kabul eder ve İslamiyet’in çıkışını Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin bozulup yozlaşmasına bağlar. Ama yanılgı sadece İslam ile Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin ortak kökleri olup olmamasında değildir. Asıl yanılgı Hıristiyanlığın da bir zamanlar tıpkı İslam gibi, bütün Hıristiyanların sadece inanç ihtiyacını bütün günlük, bu dünya ve “öteki dünya”sını düzenlediğidir. Bunun en tipik örneği de ortaçağdır.
Ortaçağ’da kilise, sadece bir ibadet kurumunu değil, ondan daha çok da bu dünyadaki tanrısal devleti simgeler. Bu devletin olup olamayacağı, olursa ne ölçüde geçerli olacağı bin yıllık bir dönem boyunca sadece entelektüel hayatı yönlendirmekle kalmamış, bütün Hıristiyan dünyasının maddi ve manevi yaşamını da kilisenin koyduğu kurallar belirlemiştir. Günlük yaşamdan bilime, devlet yapısında felsefeye kadar neyin ne olduğu Hıristiyan dogmasının bildirdiklerine göre kilise tarafından yorumlanmıştır ki; kimi tarikat ve dini çevrelerdeki katılık bir yana bırakılırsa, İslam dünyasında, İslamiyet’in bu ölçüde katı bir biçimde sosyal ve siyasal yaşamı belirlediği, en azından çok uzun dönemler, olmamıştır.
Kuşkusuz ki; ortaçağdaki bozulmamış, daha doğrusu kilise tarafından “ihtiyaca göre yeniden biçimlendirilmiş” haliyle Hıristiyanlıkla laisizmin, en az Müslümanlık kadar, uzlaşır bir tarafı yoktur. Ancak kilisenin geçirdiği büyük reformdan sonradır ki Hıristiyanlıkla laik devlet uzlaşmış, uzlaşmak zorunda kalmıştır.
Soruna biraz daha yakından bakılırsa olan şudur:
Ortaçağın sonlarında ortaya çıkan “çifte doğru öğretisi” bilimin ve giderek laik politikanın, Hıristiyanlıktan yani dinden, kendisi için yaşama alanı talebidir. Kapitalizmin egemen olup burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle birlikte, bu sefer “çifte doğru”yu benimseyen din olmuş, kendi yaşama alanını sınırlayarak, burjuvaziyle uzlaşmıştır. Dinin bir afyon olarak kullanılabilmesi için bir köşede durması burjuvazinin de işine geldiği için, (sadece işine geldiği için de değil, kapitalizmde işçi sınıfının, ezilenlerin nasıl olsa bir dine ihtiyaçları olacağından), kilisenin varlığını sürdürmesine izin vermiştir. Burjuva ideologları; laikliği, kendi devletlerinin ve toplumsal sistemlerinin ihtiyaçlarına uygun olarak, “din ile devlet işlerinin ayrılması” biçiminde tanımlamışlardır. Ama bu yazının birinci bölümünde de değinildiği gibi, dinin, bu eskisine göre alt statüye razı olması için; Hıristiyan dünyası, yaklaşık 300 yıl boyunca süren bir kargaşa yaşamak zorunda kalmıştır. Yani Hıristiyanlık, Hıristiyanlık hayranı aydınlarımızın iddiasının aksine, Hıristiyanlığın kendi özünde bulunan laik ve demokratik eğilimler nedeniyle burjuva demokrasisi gelişip yerleşmemiş, tersine burjuva demokrasisi, en azından devrimci çağında dine karşı, onu burjuvazinin çıkarlarına uydurmak için savaşmak, “ıslah etmek” zorunda kalmıştır. Hatta bu mücadele, kilise topraklarına el konarak kilisenin mülksüzleştirilmesinden kiliselerin yağmalanıp, yakılması, papazların öldürülmesine kadar varmıştır. Ancak bu uzun mücadelelerden sonradır ki kilise ile laik devlet “yan yana” yaşayabilecek hale gelmiştir.
Kısacası olan bir sınıflar mücadelesiydi. Feodal toplumun toplumsal ve siyasal kurumu olarak dine karşı burjuvazi, onun eskiyi yeniden getirmesine karşı silahlı ve silahsız her yolla savaşmış, ancak dinin eski toplumsal düzeni geri getirmekten vazgeçmesinden sonradır ki; dine “laiklik” çerçevesinde bir yer açmıştır. Böyle bir savaş ve karşılıklı olarak çıkarları artık öyle gerektirdiği için uzlaşma ötesinde, ne Hıristiyanlığın özünde İslam’dan daha çok laikliğe yatkın olmak, ne de burjuvazinin dine duyduğu gizemli tutku söz konusudur.
İslam’a gelince;
İslam, Hıristiyanlık gibi bir reform geçirmedi. Kuşkusuz ilk ortaya çıktığı yıllardaki gibi de kalmadı. Kimi akitleri yeniden yorumlandı ve daha ortaya çıkışının üstünden 50 yıl geçmeden yeni mezhepler ortaya çıktı, ama bu mezheplerin ortaya çıkışı Hıristiyanlıktaki Protestan hareketinde olduğu gibi eski toplumsal düzenden yeni bir toplumsal düzene geçişten çok, İslam’ın egemen sınıf dini olurken, aynı zamanda siyasal iktidarı elde tutmanın da aracı olması nedeniyle ortaya çıkan, ya da daha sonra görüleceği gibi, yeni fethedilen ülkelerin koşullarına uydurulmak için yapılan yorumlardı. Hanefi, Hanbelî, Maliki, Şafi gibi Sünni mezhepler ya da Şiilik gibi Alevi mezhepleri İslam’da yeni bir toplumsal düzene adapte olmak için gerçekleştirilen bir reformdan çok, yine ortaçağ koşullarında olan ama ya fethedilen ülkelerde kolay kabul görmeye yönelik ya da dini akılla yeniden temellendirilirken yönelinen yorumlamalar olarak ortaya çıkmıştı.
ELİNDE KILIÇLA DOĞAN BİR DİNİN “MEDİNE VESİKASI”
İslam’ın din olarak Hıristiyanlıkla çok yakın ilgisi vardır, ama ortaya çıkış koşulları farklıdır. Bu koşullar Müslümanlığın sonraki evrimine yansıdığı için burada kısaca değinmek gerekiyor.
Hıristiyanlık, ortaya çıkışından ancak 300 yıl sonra bir devlet dini oldu. Yani İsa’nın yaşadığı varsayılan milat 0-30 yıllarından itibaren 300 yıl boyunca Hıristiyanlık bir halk dini, Roma düzenine muhalefet eden ezilen emekçilerin ve kölelerin dini olarak yaşadı. Ancak İ.S. 325’te Roma İmparatoru’nun devlet dini olarak benimsemesiyle, Hıristiyanlık, legalleşip bir kilise hiyerarşisi oluşturarak bütün Hıristiyanların tüm yaşamına hükmeden, aynı zamanda da politik amaçlarla yaygınlaştırılan bir din olabildi. Ve ancak birinci bin yılın sonlarına doğru krallar, imparatorlar Hıristiyanlık uğuruna savaşlara girdiler. Ama dünyayı Hıristiyan kilisesi etrafında birleştirmek için girilen savaşlar, Hıristiyan kilisesi içinde bölünmenin başlıca nedenlerinden birisine dönüşerek, bilinen büyük, dinde reform hareketine kadar gelindi.
Gelişim seyri göz önüne alındığında, Hıristiyanlık uzun bir yasa-dışılık ve dolayısıyla ancak eşitlikçi ve özgürlükçü sloganlarla halk yığınları içinde yayılabileceği bir dönemden geçmiştir. Bu yüzden de Hıristiyanlıkta İsa’ya ait olduğu söylenen sözlerin nicel olarak epeyce bir bölümü hümanist, eşitlikçi biçimler taşır. Ancak, devlet dini olduktan kısa bir süre sonra Hıristiyanlık ilk yayılışındaki o yoksullardan yana bütün ilkelerini unutur ve önce Roma, sonra Charlmagne, arkasından da çeşitli Avrupa ülkelerinin feodal-Hıristiyan imparatorluk ve krallıklarının dini olarak “dinin yayılması uğruna savaşları” kutsayan bir din olur. Ve devlet dini olmakta ileri gittiği ölçüde de, devletin baskı ve zulmünün hem kutsayıcısı hem de başka din ve mezhepler söz konusu olduğunda, uygulayıcısı olur.
Müslümanlık ise; daha ortaya çıkışının 10. yılında; önce Mekke aristokrasisinin, sonra bütün Arabistan yarımadasının ve doğuşundan 40 yıl sonra ise; Mısır, Suriye, Irak ve İran’ı da içine alan geniş bir Arap-İslam imparatorluğunun devlet dini durumuna gelmişti. Bundan bir kırk yıl sonra ise İslamiyet; Orta Asya, Güney Rusya, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve ispanya’nın bir bölümünü içine alacak biçimde genişlemişti. Ve bu hızlı genişlemenin kaçınılmaz sonucu olarak, Müslüman fatihler, putperest yoksulları kılıç zoruyla Müslüman ederken, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi Kuran’da da ,”hak dini” sayılan dinlere karşı “saygılı” davrandılar. Daha çok da bu kendilerinden önceki “hak dinleri” karşısında meşruiyet aradılar.
Müslüman fatihlerin bu tutumu sonraki yüzyıllarda da sürdü. Bu tutumu gerekçe gösteren günümüz şeriatçıları ve şeriatçılığa karşı olduğunu söyleyen ama İslam’ın “erdemlerinden” kuşku duymayan “ilerici” çevreler, İslam’ın “demokratikliği”ne örnek göstermektedirler. Örneğin, 15. yüzyılda İspanyol engizisyoncularının zulmünden kaçan Yahudilerin Osmanlı Padişahı’na (Selim 1’e) sığınmaları, Osmanlı toprağındaki çeşitli türden Hıristiyan tebaam inançlarından dolayı ceza görmemesi gibi nedenler hep, “İslam’ın hoşgörüsü”, Batı anlamıyla bir “demokrasiye”, ve “laikliğe” ihtiyaç olmadığına gerekçe olarak gösterilmektedir. Bu durum, kimi şeriatçılar tarafından “Medine Vesikası” ile birleştirilerek, şeriatın Batı demokrasisine seçenek olduğu öne sürülmektedir.
İlk bakışta “Medine Vesikası” bir uzlaşma belgesi olarak, İslami hoşgörünün ve demokratik bir toplumun temel belgesi olarak görülebilecek özellikler taşısa da, bu “Vesika”nın ortaya çıkış koşulları ve yürürlük süresi göz önüne alındığında, bunun tümüyle var olan koşullarla sınırlı ve tümüyle İslam’ın çıkarına uygun olduğu için ve sadece uygun olduğu sürece kullanılan bir “vesika” olduğu görülür.
Nedir, bu son zamanlarda kimi solcu ve aydın çevrelerce de ciddiye alınıp tartışma gündeminin başına alınan “Medine Vesikası”?
Mekkeli Müslüman olmayan kabilelerin baskısı karşısında Medine’ye göç etmek zorunda kalan Müslümanlar, belki Mekke’den daha rahat koşullarda yaşıyorlardı, ama yine de nüfusun çok küçük bir bölümünü (yüzde 15) meydana getiren yeni bir dinin taraftarları olarak Hıristiyan, Yahudi, Putperest Arap çoğunluğun tehdidi altındaydılar.
Öte yandan Medine kentinin önde gelen kabileleri yüz yılı aşkın bir süreden beri birbirleriyle savaş halindeydi. Herkes bu savaştan bıkmış olmasına karşın, barış sağlayabilecek bir otorite de bugüne kadar çıkmamıştı. Ama Müslümanlar, bu uzun savaşta rol almamış bir taraf olarak bir barış çağrısı yapacak pozisyonda bulunuyorlardı. Muhammed bu konumlarını iyi değerlendirerek, Medine’deki Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, putperest tüm kesim ve kabilelerin kendi haklarına sahip olduğu, her tür inanç ve ibadetin serbest olduğu asgari müştereklerde birleşen bir anlaşma önerdi. Böylece “yeni devletin Anayasasını kabul ettiler. Medine Vesikası denilen bu anlaşmaya göre Medine çevresinde yaşayan her dinden, her inançtan kişiler inançlarının gereğini serbestçe yerine getirebilecek, bundan dolayı suçlanamayacaktı. Medine Vesikası’nın yürürlüğe girmesiyle Medine sakinleri barışa kavuşmuştu, ama en kazançlı çıkanlar Müslümanlar olmuştu.
Her şeyden önce barışı getirenin Müslümanlar olduğu duygusu yaratılarak Müslümanlar ve Müslümanlık prestij kazanmıştı. İkincisi ise; eski dinlere inananlara göre azınlık ve saldırıya uğrama ihtimali olan İslam, bu anlaşma ile kendisine bir korunak sağlamıştı. Kısacası Medine Vesikası, güçsüz olan her dinsel, politik ya da başka türden bir azınlığın kendisini savunmak için benimseyeceği hükümler içermektedir. Ve Müslümanlar güçlenip İslamiyet’i kılıç zoruyla da yaymayı kendilerine politika edinmeleriyle Dirlikte Medine Vesikası’nı ihlal etmişler, bir daha da, İslami düzenin Batı demokrasisinin seçeneği olduğu iddiasının öne çıkarıldığı yakın geçmişe kadar, bu Vesikayı pek gündeme getiren olmamıştır.
Nitekim bunu kimi İslamcılar da kabul etmektedir. Örneğin Abdurrahman Dilipak, Medine Vesikası için, Peygamberin “takiyye” yaptığını, o günün şartlarında kâfirleri kandırmak için böyle bir platform önerdiğini, İslam’ın güçlenmesinden sonra yönetimi devralarak Medine Vesikası dönemine son verdiğini söylemektedir. Dilipak’a göre; günümüzde İslam ve İslam olmayan çoktan ayrılmış olduğundan Medine Vesikası gibi, henüz ayrışmanın olmadığı dönemlere ait yol ve yöntemlerin bugün gündeme getirilmesi anlamsızdır.
Bilgi ve Hikmet dergisi çevresinin önde gelen isimlerinden Ali Bulaç ise; Medine Vesikası’nı hem İslami demokrasinin hem de sivil toplumun temeli sayıyor. Kesimler arasında uzlaşma, demokrasi; her türden inanca serbestlik tanıması ve bunların güçlerinin iktidara yansıması ise sivil toplumla özdeşleştirilip, İslam’ın sivil ve demokratik olduğu sonucuna varılıyor. Ve buradan kalkılarak, Batı demokrasisi karşısında İslami demokrasinin bir seçenek olduğu çıkarsaması yapılıyor.
İster Medine Vesikası’nı esas alanlar olsun, ister Muhammed’den bu yana kurulan İslami devletlerin uygulamalarını esas alan İslamcılar olsun, kendilerinin ne kadar demokrat, İslam’ın ne kadar hoşgörülü olduğunu anlatmak için bu devletlerde Hıristiyan ve Yahudilere gösterilen toleransı örnek gösteriyorlar. Ama burada bir şey gözden kaçırılıyor, İslam’da, aynı anlama gelmek üzere şeriat devletinde esas olan, devlet içinde herkesin İslam’a uygun yaşayacağı değil, İslam olanların İslam’a uygun yaşamak zorunda olduğudur. Gayrimüslimlerin Müslümanlığı tahkir eden davranışlardan kaçınmaları onların suçlanmaması için yeterlidir. Örneğin gayrimüslim, Ramazan’da oruç tutmak zorunda değildir ama açıkça oruç yiyemez, ya da gayrimüslim içki içebilir ama bunu “umuma açık” yerlerde yapamaz vb. Müslüman ise; şeriat devletinde, İslami kurallara uygun yaşamak zorundadır. Yani her Müslüman İslam’ın gerektirdiği gibi yaşamak, bu yaşamın görünürdeki ifadesi olan ibadetleri yerine getirmek zorundadır. Bu yüzdendir ki; Arap ya da Osmanlı İslam devletleri içinde başka dinden olanların Müslüman olmaya zorlanmamaları İslamiyet’in hoşgörülülüğünün göstergesi değil, imparatorluk olarak kalmanın bir koşuludur. Bu sadece siyasi bir gereklilik değil, ekonomik bir zorunluluktur da. Çünkü İslam devleti, Müslüman tebaadan farklı olarak diğer dinlere mensup halktan ayrıca bir vergi almakta, farklı inancı adeta vergilendirmektedir. Nitekim Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarında pek çok gayrimüslimin, salt bu ek vergiden kurtulmak için görünüşte Müslümanlığı kabul ettikleri bilinen gerçeklerdendir.
Diğer büyük din olan Hıristiyanlığın da bu konuda İslamiyet’ten farkı yoktur. Hıristiyan imparatorluklar içinde de pek çok din ve mezhep barınmış, vergilerini verdikleri ve düzeni bozmadıkları sürece inançlarına karışılmamıştır. Zaten başka türlü de imparatorlukların yaşaması olanaklı olmazdı.
Elbette zaman zaman İslam ya da Hıristiyan imparatorluklar içinde değişik dinlere karşı kırımlar olmuştur, ama bunlar dinsel inançtan çok başka, daha çok da ekonomik ve siyasal nedenlerden kaynaklanmış, ama dinsel kılıflar geçirmek ticari sayıldığından öyle gösterilmiştir. Örneğin Yahudilerin ispanya’dan sürülmesi tamamen ekonomik nedenliyken, Ermenilere karşı Osmanlıların giriştiği kıyım siyasi nedenlere sahiptir.
Demek ki; başka dinlere özgürlük tanımak sadece İslam imparatorluklarına has, İslamiyet’teki demokrasi eğiliminden kaynaklanan bir tutum değil, Hıristiyan ya da Roma gibi çok tanrılı imparatorlukların da bir özelliğidir. Ve azınlık inanç sahipleri problem çıkarmadıkça, inançlarından dolayı özel bir baskıya maruz kalmaları nadir görülen şeylerdir. Dolayısıyla eski İslam devletlerinde değişik dinlerden topluluklara dinlerine değiştirmeleri için zor kullanılmamasından kalkarak İslam’ın özünde demokrasi olduğunu iddia etmek bir demagojiden ibarettir. Bunu da en iyi Müslüman ideologlar bilir. Ama onlar, “aydınların” bilgisizliğinden emin oldukları için bu tür saçmalıkları sürekli tekrarlayarak gerçek olmayanın gerçek olarak kabul edilmesi için bir taktik uygulamaktadırlar.
LAİKLİK VE GERÇEK
Demokrasiyi, sınıflar mücadelesi dışında bir takım saf ilkelerle tanımlayanlar ya da herkesi aptal sanan şeriatçılar şu iddiada birleşiyorlar: Mademki demokrasi var deniliyor, o zaman şeriatçılar da serbestçe örgütlenmeli; eğer çoğunluk şeriat isterse şeriata uygun bir düzen kurulmalıdır. Örneğin şeriatı açıkça savunan bir parti demokrasinin vazgeçilmez ilkesidir, bunlara göre. Nitekim Avrupa’nın demokratik ülkelerinde Hıristiyan demokrat partiler hatta radikal dinci partiler vardır. Bizde şeriatçı partilerin yasak olması demokrasimizin eksiğidir. Çok radikal Kemalist geçinen pek çok aydın da, bu eleştiriler karşısında geri adım atarak, bu görüşü benimsemekte, “ben şeriata karşıyım ama onların serbestçe fikirlerini söyleyip örgütlenmesinden yanayım” gibi sözlerle çağdaş Voltaire’lik taslamaktadır. Daha da ileri giderek sosyalizmde de şeriatçılığın örgütlenmesinin serbest olması gerektiği, aksi halde sosyalist demokrasi değil sosyalist diktatörlük olacağı kehanetinde bulunmaktadırlar.
Oysa aydın kulüplerindeki tartışmalar dışında ne saf demokrasi olmuştur, ne de saf laiklik.
Bir kaç örnekle söylenmek isteneni biraz açalım:
1793-1815 yılları arasında Fransa’da dini esasa göre düzeni değiştirecek ya da krallığı yeniden ihya edecek bir partinin kurulması yasaktı. Ve bu amaçlarla (o günün koşullarında her iki tutum da aynı anlama, eski düzenin yeniden hortlatılması anlamına geliyordu) faaliyet gösterenler kurşuna diziliyordu. Tıpkı ’89 öncesinde krallığı ve kilisenin otoritesini yıkmak için örgütlenenlerin kurşuna dizildiği gibi.
1848 sonrası Fransa’sında da kralcı ya da dini esaslara göre toplumun örgütlenmesini savunan partiler yasaktı. Bu yüzden de uzun yıllar bu tür eğilimler değişik burjuva partiler içinde yer alarak kendilerini hem gizlediler, hem de amaçlarının hiç olmazsa bir bölümünü bu gerici partiler aracılığı ile yaşama geçirmeye çalıştılar. Ama ne zaman ki; burjuvazinin iktidarı artık soyluluk ve kilise tarafından yıkılamayacak kadar sağlamlaştı, bu türden partiler de, yasal olarak hâlâ yasak olmasına karşın, fiilen kurulup faaliyet göstermeye başladılar. Çünkü din ve soylular kendi amaçlarının gerçekleşemeyeceğini gördüklerinden artık burjuva düzenini yıkmaktan vazgeçmiş, onun bir eklentisi olarak varlıklarını sürdürmekten başka çareleri kalmamıştı. Bu yüzden de dinci ya da kralcı bir parti kurmanın burjuva düzenini tehdit etmesi söz konusu olmadığından burjuva demokrasisi ve laiklik anlayışı “genişleyerek”, demokrasi ve laikliğe özde karşı olanları da kapsamıştır.
Genel olarak Batı Avrupa ülkelerinde din çoktan beridir iktidar olmaktan, eski düzeni ihya etmekten vazgeçmiştir; bu yüzden de bu ülkelerde laiklik “din ve devletin birbirine karışmaması” ilkesine oldukça yakın bir biçimde işlemektedir. Tabii bu ülkelerde de devletin dini kullanması sık sık mümkün olmaktadır, ama tersi pek görülmemektedir.
İslam ülkelerinde ise durum daha farklıdır.
Her şeyden önce İslam, bir “reformasyon dönemi” geçirmediği için, hâlâ İslami bir düzen peşindedir. Ote yandan Müslüman ülkelerde, şeriata maddi temel olacak feodal, yarı-feodal ilişkiler hâlâ canlıdır ve bu yüzden de teokratik devlet yönetimlerinin kurulma koşulları vardır. Bu nedenledir ki; İslam ülkelerinde laik devlet anlayışıyla İslami devlet anlayışı arasındaki çatışma tarihsel bir kalıntı ve fikir düzeyinde bir çatışma olmanın ötesinde, doğrudan sınıfsal bir çatışmadır da. Başka bir söyleyişle; İslam ülkelerinde laiklik ve şeriatçılık çatışması bir iktidar mücadelesi olarak sıcaklığını korumakta, mücadele; başkaldırılar, darbeler, kovuşturmalar vb. her yolla sürmektedir.
İran’da mollaların “devrimi”, Cezayir’de “laik” darbe, Mısır’da İslamcı terör eylemleri ya da 1920’li 40’lı yıllar içinde Türkiye’de Kemalistlerin şeriatçılara karşı aldıkları sert önlemler, İslam ülkelerinde laik ve laik olmayan düzen yanlıları arasındaki çatışmanın kimi göstergeleridir.
Örneklerden de anlaşılacağı gibi, çatışmanın boyutu doğrudan çatışmada yer alan sınıflar arasındaki çatışmanın düzeyi ile ilgilidir. Kullanılan yöntemlerin doğru ya da yanlışlığı tamamen ayrı bir şeydir.
Demek ki, sorun Müslümanlık, Hıristiyanlık ya da niyet sorunu değil doğrudan dinin hangi sınıfın çıkarları için kullanıldığıdır.
Söylenenlerden şu çıkar ki; bugün bütün gericiliğin merkezi durumundaki büyük burjuvazinin kendi başına laiklik diye bir derdi yoktur. Onun tek sorunu kendi iktidarını mümkün olduğu kadar kendi çıkarına yürütmektir. Bu yürüdükten sonra şeriat ya da laik düşünce egemen olmuş bu çok önem taşımaz. Bu nedenledir ki; görünürdeki her laik-şeriatçı çatışması gerçeği, yani laik tarafın ilericiliği, modernliği, şeriatçı tarafın da geriyi, çağ dışılığı temsil ettiği anlamına gelmez. Tıpkı burjuva partileri arasındaki demokrasicilik oyununda olduğu gibi çoğu zaman iki taraf da en geriyi temsil ederler. Bu nedenledir ki; burjuva düzenindeki laik-laik olmayan çatışması sahte bir çatışmadır. Asıl olarak bu çatışma emekçileri, devrim ve demokrasi güçlerini bölmek, onları burjuva kliklerin yedeğine takmak anlamına gelmektedir.
İşte bütün bu ve bu yazının birinci bölümünde söylenen nedenlerden dolayıdır ki; devrimci komünistler için, burjuva-proleter, emperyalizm-halk ve genel olarak devrim ve sosyalizm davasından soyut bir laik-şeriatçı çatışması yoktur.
Elbette ki; din kişi ile inandığı tanrı arasında bir ilişki olduğu sürece buna kimsenin bir diyeceği olmaz. Ama dinin politik bir ifadeye bürünmüş biçimi olarak şeriatçılık söz konusu olduğunda; elbette ki bu doğrudan devrimci mücadelenin de hedefi olacak, nasıl faşizm devrim mücadelesinin özel hedefi haline geliyorsa şeriatçılık da bu mücadelenin özel hedefi olmak durumundadır. Çünkü günümüzde şeriatçılık, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda olduğu gibi, burjuva düzenine cepheden karşı, feodal aristokrasisinin yönetim aracı değildir. Belki bütün bu feodal kalıntıları da kapsayan ama burjuvazinin devrim mücadelesi karşısında seçeneklerinden birisidir. Özellikle uluslararası alanda bu çok daha açık görünmekte, din ve ılımlı şeriatçılık uluslararası sermaye tarafından anti-emperyalist halk hareketlerine karşı kullanıldığı gibi, birer birer ülkelerde de burjuvazi, emekçi sınıfların mücadelesini bastırmakta dini, özellikle de şeriatçılığı kullanmaktadır. Bugün Türkiye’de, Kürt sorunu karşısında din ve şeriatçılığın nasıl ıslah edici bir unsur olarak kullanıldığı ortadadır ve bu asla bir rastlantı, Türk egemen sınıflarının kötü niyetiyle ilgili değildir. Yine bunu, laiklik denince mangalda kül bırakmayan Genelkurmay ve hükümetin yapıyor olması da bir gaflet değildir.
Bütün gelişmeler, şeriatçılığın Türkiye’de büyük sermaye iktidarının bir yedek gücü olarak tutulduğunu ve tutulacağını göstermektedir. İslam’ın yeterince “ehlileşmemiş olma” gibi bir sorunu vardır, ama egemen burjuvazi için bu bile bir sorun olarak görünmemekte, en azından zaman içinde çözülecek bir sorun olarak görülmektedir. Bu yüzden de şeriatçılığa karşı mücadele işçi sınıfı ve emekçi sınıfların sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesi içinde bir unsur olarak ele alındığı ölçüde yerli yerine oturacaktır. Kendi başına, sermaye ve gericiliğin ihtiyaçları ve politikalarından bağımsız bir şeriatçılık olmadığı gibi, kendi başına, sermaye ve gericiliğe karşı mücadeleden bağımsız bir şeriatçılık karşıtı mücadele de söz konusu olamaz. Ve bu nedenledir ki; işçi ve emekçilerin şeriata karşı barikat kurdukları ölçüde sermayenin ve gericiliğin saldırılarına karşı barikat kurmuş olacağı yanlış; sermaye ve gericiliğin saldırılarına karşı barikat kurdukları ölçüde yobazlık ve şeriatçılığa karşı da barikat kurmuş olacakları doğrudur. Çünkü birinci durumda; karşılıklı güçler, laik ve laik olmayanlar gibi bilinçle ilgili bir karşı karşıya geliş söz konusu olurken, ikinci durumda sermaye ile sermaye tarafından ezilen sömürülen, çıkarları nesnel olarak bu düzenin sürmesine karşı olan, işçi ve emekçiler karşı karşıya gelir. Ve ancak böyle bir yaklaşım içinde din, laiklik ve şeriatçılık sınıflar mücadelesi içindeki anlamlarını bulabilir.
Mayıs 1994