Emperyalizme bağımlı Türkiye burjuvazisi, kapitalist dünyanın girdiği ve giderek boyutlanan bunalımı, kapitalizmin ana ülkelerinden daha ağır biçimde yaşıyor. Türkiye burjuvazisi, giderek derinleşen krizin yüklerini işçi sının ve emekçi kitlelere yıkarak, krizden kurtuluş çarelerini ararken; krizin ağırlaşmasında doğrudan bir etken olarak rol oynayan emperyalist sermaye kuruluşları, daha fazla taviz koparmak için dayatmalarını sürdürüyor.
Çiller Hükümeti; IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarının dayattığı ve tek hedefi sömürünün artırılması olan “ekonomik önlemler”i, “ekonomik kurtuluş savaşı” ilanıyla yürürlüğe koydu. “Bunalımdan çıkış” için “kaçınılmaz” olduğu iddia edilen “ekonomik önlemler paketi”nin toplumun ezilen sınıf ve tabakalarınca da desteklenmesi için, burjuvazinin tüm sözcüleri, yoğun bir propaganda yürütüyorlar, işçi sınıfı ve emekçilerden gelebilecek tepkileri etkisizleştirmek, önlemek veya en azından asgari düzeyde tutmak için, “herkesin fedakârlık yapmasının zorunlu olduğu” üzerine sürdürülen propaganda, yeni unsurlarla güçlendirilmeye çalışılıyor. Holding patronları, tekelci burjuvazinin önde gelen temsilcileri, TİSK, TÜSİAD, TOBB gibi sermaye kuruluşları, burjuva parti yöneticileri ve hükümet sözcüleri sürekli olarak “fedakârlık” çağrısında bulunuyorlar ve “yükün eşit paylaşımı” demagojisiyle tepkileri yumuşatmaya çalışıyorlar. Tekelci burjuva basını, gazetelerin baş ve köşe yazarlarıyla TV kanallarının yüksek maaşlı yorumcuları, “paket”in topluma benimsetilmesi için yırtınıp duruyorlar. Burjuvazi, sermaye ve diktatörlük, bu ekonomik-sosyal (ve kaçınılmaz biçimde siyasal) saldın paketini bir “rejim sorunu” olarak ele almakta, uygulamaya sokulan “tedbirleri”, “rejimin bekası” açısından değerlendirmektedir. Çiller Hükümeti’nin ilan ettiği saldırı kararlarının kapsamı, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası tekelci kuruluşlar tarafından belirlenmiş ve TİSK, TÜSİAD gibi sermaye kuruluşlarınca da benimsenmişti. Emperyalist sermaye kuruluşları, kısaca ücret ve maaşların dondurulmasını, tarım kesiminde sübvansiyonların kaldırılmasını, KİT çalışanlarının kapı dışarı edilmesini ve KİT’lerin tasfiyesini, yatırımların sınırlandırılmasını ve durdurulmasını ve tekel özelliği taşıyan ürünlere yüksek oranlı zamların yapılmasını istiyorlardı. ’90’lı yıllarda kapı önüne konan ücretli sayısı (ki Petrol-İş araştırmasına göre 900 bin civarında) yeterli görülmüyor ve sözde “istikrar için” 600 bin kamu çalışanının daha sokağa atılması isteniyordu. IMF yetkilileri, Türk devlet yetkililerine “bu kararlarda ne denli tavizsiz davranılırsa, bizim desteğimiz de o kadar olur” demektedirler. Ve Çiller yönetimi, IMF ile imzalamaya karar verdiği “Stand-by” antlaşmasıyla bu saldırı kararlarını uygulamadaki kararlılığını göstermiş bulunuyor. Türkiye burjuvazisi, kamu ve özel sektörde bu planı en katı biçimiyle uygulamaya soktu. Burjuvazinin, Çiller Hükümeti’ne dayattığı “önlemleri”, DPT eski Müsteşarı Yıldırım Aktürk şöyle formüle ediyordu: “Personel azalacak, fabrika kapatılacak, özelleştirme olacak, satılabilenler satılacak, bakın sadece KİT’leri kastetmiyorum. Devletin diğer kurumlarında da, dairelerinde de azalma olmasını istiyorum. Ücret artışlarını yeniden gözden geçirmek lazım. Bence çalışanların dörtte biri çıkartılmalı, çok zorlanırsa üçte biri çıkartılmalı. Toplam çıkartılacak işçi sayısı, aşağı yukarı 600 bini bulur. İşçileri kıdem tazminatları karşılığında çalıştıkları kurumlara ortak etmek en uygun çözüm olur. Eğer fabrika kâr ederse, onlar da bundan pay alır, eğer zarar ederse, yapılacak bir şey yok, yıllarca oranın ekmeğini yediler. Ancak bunları siyasiler yapmaz. Eğer bunun negatif bir tutarı varsa; bu, oy sandığına yansımayacak şekilde olsun. Hiçbir parti bundan zarar görmesin. Bu, neredeyse bu dönemi yok sayacak bir ara dönem. Polisiye rejimden geçilmesi gerekiyor.”
Kuşku yok, bu sözler “bir kişinin görüşleri” değil; Aktürk, sermayenin istek ve planlarını açığa vuruyor. Kapsamlı saldırıların engelsiz uygulanması için, “polisiye rejim”i zorunlu görüyor. Nitekim Türk tekelci burjuvazisinin en irileri olan Sabancı ve Koç, Olağanüstü Hal’in tüm ülkede ilan edilmesi için Demirel’e çıkıp, sermayenin direktiflerini açıkça dile getirmekten kaçınmadılar. Saldırı paketinin açılmasıyla birlikte, “acı ilacın içilmesi zorunluluğu” üzerine yürütülen kampanya ve işçi ve emekçilerin “rahat durmaları” konusunda uyarılmaları (!), sermaye ve gericiliğin işe sıkı sarıldığını gösteriyor. Toplumun çeşitli kesimlerinden gelen eleştirilere bile tepki gösteriyorlar ve emekçi muhalefetinin sokağa taşmasının önünü almak için, tehditler savurup gözdağı vermeye çalışıyorlar. TİSK Başkanı Refik Baydur’un, paketin başarıya ulaşmasında “hükümetin gücünün yetersiz kalacağı” biçimindeki sözlerinin gerisinde yatan “aslan”, Aktürk’ün “polisiye rejim” dediği şeydir. Sabancı da “muhalefet işin tadını kaçırmasın” buyurmaktadır. Ömer Dinçkök, “Bu programa sıkı sıkı sarılıp izlemeliyiz” derken, Genelkurmay Başkanı Güreş, ordunun başı olarak, Çiller’i “genç ve cesur bir kadın” olarak gördüğünü ve desteklediğini ilan etti. Böylece, planın engelsiz uygulanmasını sağlayacak askeri güç desteği de ortaya konmuş oldu.
Burjuvazi, uzun süredir, seçim kaybetmeyi göze alan hükümetlere (ve başbakana) ihtiyaç olduğuna ve “istikrar programının eksiksiz uygulanması için ne gerekiyorsa onun yapılması”na dikkat çekiyor ve bayan başbakan da göğsüne vura vura “şimdiye kadar kimsenin, hiçbir hükümetin yapmaya cesaret edemediği şeyi, biz yapacağız” diyordu.
Bu; kendi boyutları içinde bir savaş ilanıydı ve kesinlikle zam ve vergi artışıyla sınırlı olmayan, bundan da öte, doğrudan işçi sınıfının sendikal örgütlülüğüne, sosyal haklarına, işçi olarak varlığını sürdürmesine yönelmiş, daha kapsamlı sosyal-siyasal saldırıları gündeme getirecek bir “ön hazırlık paketi” idi. Sabah gazetesi yazan Güngör Mengi, “Türkiye kaçınılması ve ertelenmesi imkânsız bir savaşa girmiş bulunuyor” derken, burjuvazinin cephesinden olayın ele alınış tarzını ifade etmiş oluyor. Bu “paket”i kimler destekliyor sorusuna verilecek cevap, bir sınıf savaşının bugün daha keskin tarzda yürütüldüğünü açıklıkla ortaya koyuyor. “Paket”i IMF, Dünya Bankası, ABD emperyalizmi, Koç, Sabancı vb. holding patronları, TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi, Türkiye burjuvazisinin örgütlü kuruluşları, fabrikaların ve bankaların sahipleri (sanayi ve banka sermayesini ellerinde tutanlar) ve burjuvazinin bekçi köpekleri destekliyorlar.
Sermayenin temsilcileri ve uşakları tarafından “ekonomik kurtuluş savaşı” olarak adlandırılan bu savaş, proletarya ve emekçilere karşı, siyasal zoru da içeren sosyal-ekonomik bir saldırılar kompleksidir. Burjuvazi, içine yuvarlandığı kapitalist bunalımın tüm yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yüklemek için, bir yandan “fedakârlık” çağrılan yaparken; öte yandan, bir dalga halinde işyerlerini kapatmakta, fabrikaların vardiya sayılarını düşürmekte, işçileri ücretli ya da ücretsiz “izin” uygulamasıyla aldatarak sokağa atmakta, KİT’lerin tasfiye edileceğini ve KİT çalışanlarının sokağa atılacağını ilan etmektedir. Yüksek oranlı zam ve vergiler ise, tüm bu saldırıların bir yönü olarak gündeme gelmektedir. Tüm temel tüketim maddelerine yüzde 100 civarında yapılan zammın “ilk üç aylık uygulamanın bir unsuru olduğu, üç ay sonra yeni ayarlamaların yapılacağı (bu, yeni zam ve vergi demektir) daha baştan ilan edilmiş bulunuyor. Hükümet, sermaye hesabına, 300 trilyonluk bir zam ve vergi geliri hedefliyor. Rant ve faiz geliri sağlayan tefeci ve tekelcilerin 200 trilyonluk borcuna kalem çeken hükümet, bu “açığı”, işçi ve emekçilerden alacağı ek vergi ve zamlarla kapamaya çalışıyor. Ve gene bu paketle, Kürt özgürlük mücadelesinin kana boğulması için ihtiyaç duyulan kaynak sağlanmaya çalışılıyor. Sorun bununla da bitmiyor. Bir yandan, tüm temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları yüzde 100’leri aşacak tarzda artırılırken, öte yandan işçi ücretleri ve memur maaşları dondurulmak isteniyor. (Bu “paket”in açılmasıyla ücret ve maaşların daha baştan yüzde 35 reel değer kaybına uğraması sağlandı), tarım kesiminde destekleme alımları ve sübvansiyonlar kaldırılıyor, KİT çalışanlarının sendika, sigorta vb. sosyal haklan bir kalemde gasp ediliyor.
KAPİTALİZMİN BUNALIMI, “SAVAŞ” ve “FEDAKÂRLIK”
Hükümet, yeni zam ve vergileri, işten atmaları, ücret düşürmelerini ve sosyal hak gasplarını bir “refah programı” olarak sunuyor ve destek istiyor. Burjuvazi, kendi programının başarıyla uygulanması için tüm propaganda aygıt ve olanaklarını bu kampanyaya yöneltmiş durumda, işçiler, işsizler, şehir ve kırın yoksulları, memurlar, küçük esnaf, gençlik vb. burjuvazi adına “fedakârlığa” çağrılıyor. İşçilere, özellikle kapatılacağı belirtilen KİT işçilerine, “tahriklere kapılmama” ve “olanları kabullenme” (burjuvazi bunu kaçınılmaz kader olarak gösteriyor) çağrısı yapılıyor ve aksi tutumların (yani mücadele yolunun seçilmesinin) “daha kötü sonuçlara yol açacağı” tehditleri savruluyor.
İşçi sınıfı ve emekçilerin “fedakârlığa” ikna edilmesi için, TV kanalları ve burjuva basını özel bir rol üstlenmiştir. Henüz saldırı kampanyasının kapsamı hakkında netleşemeyen işçi ve emekçilerin durumundan da yararlanarak, burjuva propagandacıları, “herkesin fedakârlık yapmasının zorunlu olduğu” fikrini işliyorlar ve örneğin, sahte bağış kampanyaları düzenleyerek, sözde herkesin sıkıntıya katlandığını kanıtlamış oluyorlar. Oktay Ekşi, Ertuğrul Özkök, Güneri Civaoğlu, Güngör Mengi gibi köşe yazarları bu kampanyada baş görevi üstlenerek, her gün, her saat “paketin yararları” üzerine vaaz veriyorlar.
“Yükün eşit paylaşımı” üzerine demagojik bir propaganda yürütüyorlar. Burjuvazi ve gericilik cephesinin tüm “savaşçıları”, işçi sınıfı ve emekçilerden “zorluk çıkarmamaları”nı istiyorlar.
Burjuvazinin bir “savaş” yürüttüğünü yukarıda da söyledik. Bu savaşta iki tarafın olduğu, savaştaki taraflardan birinin, öteki tarafı, kendi lehine fedakârlığa çağırdığı, fedakârlığa çağrılan işçi ve emekçilerin, bu toplumdaki (kapitalist sistemde) yer alış biçimiyle zaten sürekli fedakârlık yaptığı açık olmasına karşın, burjuvazi, halk yığınlarını mücadeleden alıkoymak için -ve elbette kendi sınıf çıkarlarını tüm toplumun ortak çıkarları ilan ederek- “toplumsal fedakârlıktan, “toplumsal uzlaşma”dan söz etmekte, “yükün adil dağılımı” üzerine ikiyüzlü bir propaganda yürütmektedir. Bırakalım krizin derinleştiği ve mücadelenin keskinleşmesinin kaçınılmaz olduğu dönemleri, “barış” dönemlerinde de “yükün eşit dağılımı” bir safsatadan, aldatmacadan ibarettir.
Kapitalizm, “yükün eşit dağılımı”na tümüyle aykırı bir sistemdir. O, bir sınıfın (proletarya), diğer sınıf (burjuvazi) yararına ürettiği ve fedakârlığa katlandığı, yükü omuzladığı, “adil” olmayan ve sömürüye dayalı bir sistemdir. Kapitalizmin içine girdiği bunalım dönemleri ise, “yükün eşit paylaşımı” lafazanlığı ardında işçi sınıfı ve emekçiler daha fazla yük altına sokulduğu, krizin faturasını ödediği dönemlerdir. Bu gibi dönemlerde gündeme getirilen “istikrar önlemleri’yle, emekçilerin daha fazla açlığa, işsizliğe ve sefalete sürüklenirken, burjuvazi, bunun “kaçınılmazlığı” üzerine aralıksız bir propaganda yürüterek, işçi sınıfı ve emekçilerin boyun eğmesini sağlamaya çalışır.
Burjuvazinin “istikrar önlemleri”nin ve “fedakârlık” çağrılarının neyi ifade ettiği, kapitalist sistemin, kapitalist üretim tarzının daha yakından tanınmasıyla kuşkusuz daha iyi anlaşılır. İşçilerin, burjuvazinin “fedakârlık” çağrılarının anlamını kavramaları, kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelenin seyrini doğrudan etkiler. Çünkü Türkiye burjuvazisinin anlamını kavramaları, kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelenin seyrini doğrudan etkiler. Çünkü Türkiye burjuvazisi, krizin derinleştiği koşullarda bile, kârını azamiye çıkarmanın, sömürüyü artırmanın yollarını arıyor ve propaganda edildiği gibi herhangi bir fedakârlıkta da bulunmuyor. Örneğin kapitalist işletmeler, “fedakârlık” adına işçileri kapı dışarı ederken, daha az işçiyle daha fazla üretim yollarını aramaktan ve gene, ürün stoklarını eritmek için fabrikaları kapatırken, ürünlerine zam yaparak kâr oranını artırmaktan geri durmuyorlar. “Fedakârlık” yaptıkları iddiasındaki kapitalist işletmelerin bir kısmının ’93 yılı kârları bile tek başına burjuva propagandasını yalanlamaktadır. Bunalım dönemi olan ’90’h yıllarda kapitalistlerin artı-değer sömürüsü, dolayısıyla kârları giderek katlandı. Örneğin Sabancı Holding, ’93’te, 6,5 trilyon, Koç Holding’in bir kısım işletmesi; 18,8 trilyon, Yapı Kredi Bankası bir trilyon vb. kâr sağladılar.
Kapitalizm, eğer sömürülme “fedakârlık” ise, zaten sömürülen sınıf (ya da sınıfların) fedakârlığı üzerine oturan bir sistemdir. Burjuvazinin, işçi sınıfına ve emekçilere “verdiği” herhangi bir şeyden söz edilecekse, bu; sömürü, baskı, açlık, işsizlik, eğitimsizlik, sağlıksızlık vb.dir. Kapitalizm, işçinin kendine ve ürününe yabancılaştığı, yabancılaştırıldığı, işçinin yalnızca artı-ürün, artı-değer üreten (ve bununla burjuva sınıfın yaşamını olanaklı kılan) bir iş makinesi, bir yük hayvanı, bir meta olarak değer gördüğü bir sistemdir. Buna rağmen, burjuvazi, sürekli olarak, işçi ve emekçilerle “aynı gemi”de yaşadığından, kendisi olmazsa işçilerin çalışacak iş ve yiyecek aş bulamayacağından söz ederek onları fedakârlığa çağırıyor. Oysa işçinin çalışarak ürettiği ürün ve bu ürünün kapitalist tarafından mülk edinilmesi olmasa; yaşayamayacak olan, yaşaması olanaksız hale gelecek olan burjuva sınıfın kendisidir. Açık olan gerçek şu ki; kapitalist ile işçi arasındaki ilişki, sömürme-sömürülme ilişkisidir. Sömürünün olmaması, kapitalizmin ve kapitalistin de varlık koşullarını ortadan kaldırır. Burada kapitalizmin tahlilini yapmıyoruz, ama kapitalistin, işçinin canı ve kanı pahasına yaşam olanağı bulduğu gerçeğinin üzerinin örtülmesine de izin verilmemelidir. Kapitalistin ve işçinin, kapitalizm koşullarında birbirleriyle karşılıklı bağlı bir ilişki içinde olduğu kuşkusuzdur. Bu bağlı ilişkinin tümüyle işçinin aleyhine devam ettiği ve kapitalizm tasfiye edilmeden, işçilerin durumunda temel bir değişim sağlanmasının olanaksız olduğu ise bir diğer gerçektir. Kapitalistin işçiye ödediği miktar, bizzat işçiler tarafından üretilen ürünün pazarda işçi tarafından parayla satın alınması sonucu (pazar ilişkileri içinde bindirilen kâr fazlasıyla birlikte) gerisin geriye kapitaliste döner. Kapitalist, yaşamını, işçinin yarattığı artı-değere, geçimini sağlayacak çalışma süresi dışındaki sürede yarattığı artı-ürüne karşılıksız el koyarak, dahası, buradan elde ettiği artıyı, genişleyen yeniden üretime sokarak ve her seferinde sermaye yığılımını artırarak sürdürür.
Kapitalist üretim, meta üretimi üzerine kuruludur, pazar için üretimdir. Kapitalizmde üretim, tüketicinin ihtiyaçları üzerinden değil, bilinmeyen bir pazar için yapılır. Üretim sürecinde, üretim araçları daha fazla yoğunlaşmanın yanı sıra, daha az sayıdaki kapitalistin elinde toplanır. Bu durum, fiyatların belirlenmesinde olduğu gibi, yeni buluşların üretimde kullanılmasında da tekellerin belirleyici rol oynamalarına yol açar. Kapitalizmde “aşırı üretim ve yığınların yoksulluğu, her biri ötekinin nedeni olmak üzere…” birlikte var olur. Bu çelişkili yapı, ekonomik, sosyal, siyasal birçok çelişkiyi de üreterek bunalımlara yol açar ve eninde sonunda “üretim tarzının dönüşmesi” ne götürür. Kapitalist üretim tarzında esas olan, kapitalistin üretime yatırdığı değerin üzerinde bir değeri, üretimden çekmesidir. Kapitalistin amacı “üretime yatırılmış değer miktarından daha üstün bir değere sahip olan bir meta üretmektir.” (Engels) Üstün değeri sağlayan “artı-değer”dir ve kapitalist; artı-değere el koyarak, hem gereksinmelerini karşılar, hem de yeni artı-değer üretimi için kaynak sağlar. Kapitalistler, her gün mümkün olduğu kadar fazla “ödenmemiş emek”e el koymak isterler. Çünkü kapitalist sınıfla işçi sınıfı arasındaki ilişki, meta sahiplerinin ilişkisi biçimindedir. İşgücü sahibi ile para sahibi (kapitalist) pazarda karşılaşır ve kapitalist, işgücünü belli bir süre için, bir gün, bir hafta, bir ay vb. süreler için satın alır. Sermaye; işgücünü, iş yapan güç olarak değerlendirir ve işçinin tüm zamanını, ya da bu zamanın mümkün olan en fazla bölümünü “işgücü zamanı” olarak kullanmaya çalışır.
Burjuvazi, artı-değer üretiminin fazlalaştırılması için “işgücü zamanı”nı uzatmaya çalışır. Bilimsel teknik buluşların üretime sokulması yoluyla, hem çalışma zamanı artırılır, hem de verimlilik artışı sağlanır ve bu yolla artı-değer miktarında artışa gidilir. Emeğin üretkenliğini artırmak (bu üretim maliyetinin düşürülmesini de içerir) aynı zamanda, işçinin aldığı ücret karşılığı çalışmak zorunda olduğu “gerekli iş süresi”nin kısaltılması ve fazladan çalışma süresinin artırılmasına da hizmet eder. Marx, konuyu açıklarken şunları yazıyordu: “… Ama sermaye, fazla çalışma konusundaki açgözlülüğü, ölçüsüz ve gözü dönmüş hırsıyla, işgücünün yalnızca ahlaksal sınırlarını değil, fiziksel üst sınırını da aşar… İşgücünün süresi, sermayenin umurunda bile değildir… Kapitalist üretim, bu gücün tükenişini ve zamansız ölümünü üretir. İşçinin belli bir zaman aralığındaki üretme süresini, onun yaşamını kısaltarak uzatır.”
Burjuvazi, işçilerden fedakârlık isterken, esasta bu sömürüye daha fazla katlanmalarını istiyor. Makineli üretimde büyük ilerlemelerin gerçekleştirildiği günümüzde, hem daha fazla işçinin sokağa bırakılması, hem de daha az işçiyle işgününün uzatımı (bunun çeşitli yolları var) yoluyla daha fazla artı-değer üretilmesi olanaklı hale gelmiştir. Toplumsal bir zorlamanın olmaması durumunda işçinin sağlığı ve yaşam süresi, kapitalistleri hiç ilgilendirmez ve onlar, her zaman ucuz işgücü fazlasını yedekte bulma olanağına sahiptirler. Bunu olanaklı kılan en önemli etken, makinenin kapitalist kullanımıdır. Makinenin kullanımı, burjuvaziye işgücünün uzatımı imkânı sağlamasının yanı sıra; kontrole hazır, onun emri altında çalışmaya hazır bir işgücü fazlasını meydana getirir. Türkiye burjuvazisi, işçi sınıfına dayattığı düşük ücret-yüksek fiyat politikasının başarısı için, yedekte bekleyen dev işsizler ordusunu bir koz olarak kullanmaktadır.
Makineli üretim, bir yandan kapitalizmin gelişmesine paralel olarak milyonlarca emekçiyi fabrika ve işyeri çatısı altında birleştirerek, işçilerin örgütlenmesine, disipline olmasına ve sonuçta kapitalizmin mezar kazıcıları olarak rol oynamalarına yol açarken, öte yandan, işçinin makineye bağımlılığının gelişmesine ve yabancılaşmanın pekişmesine yol açmaktadır. Kapitalist üretim; gelişme süreci içinde, işçinin makineye bağımlılığını artırır, işbölümü ve makineleşmenin gelişimiyle, işçinin kendine, ürününe ve üretime yabancılaşması da artar. Marx, bunu, “Emek araçlarını kullanan işçi değildir, tersine işçiyi kullanan emek araçlarıdır” biçiminde ifade ediyordu. Makineye bağımlılık, işçinin düşünme, yetenek ve becerilerini geliştirme olanaklarını büyük oranda sınırlarken, işçiyi makinenin hareketleriyle uyumlu, tekdüze hareketleri yineleyen bir “robot”a çevirir. İşbölümünün modern makineli organizasyonu, kapitalist üretim tarzının yol açtığı yabancılaşmayı daha da geliştirir. Marx, bu durumu şöyle izah ediyor: “Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık, şimdi bir ve aynı makineye hizmet etmenin verdiği uzmanlık halini alır… El zanaatları ile manifaktürde işçi aleti kullanırdı, oysa fabrikada, şimdi makine işçiyi kullanmaktadır… Orada emek aracının hareketi işçiden geliyordu, burada ise makinenin hareketlerini izlemek zorunda olan odur… Manifaktürde işçiler canlı mekanizmanın birer parçasıydı, fabrikada, onun yalnızca canlı bir eklentisi olan işçiden bağımsız cansız mekanizma vardır… Makine, işçiyi işten kurtarmadığı, ama yalnızca çalışmanın bütün ilginçliğini yok ettiği için, işin hafiflemesi bile bir çeşit işkence halini alır. Her türlü kapitalist üretim, yalnızca bir emek süreci olmayıp, aynı zamanda artı-değer yaratma süreci de olduğu için şu ortak özelliği gösterir: Emek araçlarını kullanan işçi değildir, tersine işçiyi kullanan emek araçlarıdır. Ne var ki, bu tersine dönüş, ilk kez yalnız fabrika sisteminde teknik ve somut bir gerçeklik kazanır.”
Kapitalist üretim, insanın ve işçinin kendine yabancılaşmasına yol açmaktadır. Bunun nedeni şudur: İşçi, ne ürettiği emek ürünün sahibidir, ne de üretim sürecinde, üretimin herhangi bir yönü üzerinde otorite olanağına sahiptir. İşçi, adeta robotlaştırılmıştır. Üretimin nasıl ve ne kadar, kimler tarafından ve ne miktarda yapılacağına karar veren, kapitalistin kendisidir. Bunun kaçınılmaz sonucu, işçinin kişiliksizleştirilmesi, robotlaştırılması, soyutlanması biçiminde tümüyle işçinin aleyhine durumların ortaya çıkmasıdır. İşçi, işteki ve iş dışındaki yaşamında doyumsuz, özgüvensiz (psiko-sosyal sorunlara itilmiş) bir duruma sürüklenir. Ürünün üretilmesi alanında söz sahibi olmadığı gibi, bölüşümü ve mülkiyeti açısından da adeta yabancı biri durumundadır. Kapitalist üretim tarzında, üretim sürecinin tüm karar mekanizması, burjuvazinin elindedir. Burjuvazi; süreci hızlandırarak verimi artırmak, zaman kaybını önlemek ve “iş disiplini” kalıplan içinde işçinin davranışlarına biçim vermek için, ipleri her zaman kendi ellerinde olan, ancak araç ve aracıları değişebilir bir kontrol mekanizması geliştirmiştir. Bu yolla sonuçları ideolojik-politik boyutlara da varan bir şekillendirme sağlanarak, bireysel iş sorumluluğu, diğer bireylerden bağımsız davranışların benimsenmesinin aracına dönüştürülür.
Marx, kapitalist üretimin insanın kendine yabancılaşmasına yol açan özelliklerini ele alırken şunları yazıyor: “Peki emeğin yabancılaşması neye dayanır? İlkin emeğin işçinin emeğinin dışında olması, yani onun özüne ilişkin olmaması, demek ki; emeğin de işçinin kendini olurlamayıp yadsıması, mutlu değil, mutsuz duyması, özgür bir fizik ve entelektüel etkinlik göstermeyip, bedenine ve tenine eziyet etmesi olgusuna, sonuç olarak, işçi ancak çalışmanın dışında kendi kendisinin yanında olma duygusuna sahiptir ve çalışmada kendini kendi dışında duyar. Çalışmadığı zaman kendi evinde gibidir ve çalıştığı zaman da kendini kendi evinde duymaz. Öyleyse çalışması istemli değil, ama istemsizdir, zorlama çalışmadır. Öyleyse bir gereksinmenin karşılanması değil, ama sadece çalışma dışındaki gereksinmelerin bir karşılanma aracıdır. Emeğin yabancı niteliği, fizik ya da başka bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz, çalışmadan veba gibi kaçınması olgusunda açıkça görülür. Dışsal emek, insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir onur kırılması çalışmasıdır. Son olarak, emeğin işçiye dışsal niteliği, onun işçinin kendi öz malı değil, ama bir başkasının malı olması, işçiye ilişkin olmaması, işçinin emekte (çalışmada) kendine değil, bir başkasına ilişkin olması olgusunda da görülür. Dinde insan imgeleminin, insan kafasının ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde, ondan bağımsız olarak yani tanrısal ya da şeytansal bir etkinlik olarak etkili olursa, işçinin etkinliği de tıpkı öyle kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına ilişkindir, kendi kendinin yitirilmesidir bu etkinlik.
“Bundan şu sonuca varılır ki; insan (işçi) artık kendini ancak yemek, içmek ve çoğalmak gibi hayvansal işlevlerinde, bir de olsa olsa konutta, süste vb. özgürce etkin duyabilir. İnsan işlevlerinde ise ancak hayvanlığını duyar. Hayvanal insanal, insanal da hayvanal duruma gelir.” (Kapital)
Marx’ın sözünü ettiği bu yabancılaşma, kapitalist üretim sürecinde yeni buluşların devreye girmesiyle daha da belirginleşmiştir Verimin ve artı-ürünün artırılması amacıyla üretimin hızlandırılması ve bunun bir biçimi olarak “Bant tipi üretim”in geliştirilmesiyle işçinin davranışları daha fazla sınırlandırılmış, onun tüm yaratıcı yetenekleri yok edilmiştir. Bu üretim durumuyla beceri gerektiren “bütün” halindeki çalışma yerine, şimdi işçi; hızla dönen bandajın belli bir hareketine uyum göstermekle görevli, monoton, yetenek ve dikkati bu tek yönle sınırlanmış bir öğedir ve bir “robot” haline dönüştürülmüştür. Üretim sürecinin tüm karar mekanizmasından uzaklaştırılma durumu, bu biçim altında daha da geliştirilmiştir, işçi, hemen hiçbir düşünsel çaba göstermeden, aynı hareketi yineler durur, işçiler arasındaki iletişim zayıflamış, aşırı işbölümüyle işçiler birbirinden soyutlanmıştır. Fabrika üretimi, olumlu özelliklerinin (yüzlerce, binlerce işçiyi bir araya getirerek ortak davranışa yöneltme vb.) yanı sıra; işçilerin birçok yeteneğini köreltme gibi olumsuz sonuçlara da yol açmaktadır, “işçinin, bir tek işteki becerisini, bir yığın üretici yetenekleri ve içgüdüleri aleyhine zorlayarak, onu çoğu organlarından yoksun garip bir yaratık haline getirir.” Bu durum, işçinin fiziki, psikolojik toplumsal davranışlarını etkiler, örneğin kolektif hareketin aleyhine, bireysel soyutlanmışlık durumuna yol açar, bu yönde davranışlara zemin hazırlar. İşçinin işteki fiziksel davranışları, onun toplumsal (siyasal-sosyal) davranışlarını da etkiler. Türkiye’de ileri derecede makineleşmenin henüz gelişmediği maden vb. işletmelerde bu sonuçlar olanca netliğiyle görülmemekle birlikte, örneğin otomotiv, beyaz eşya, petro-kimya ve ilaç sanayisi gibi sektörlerde işçilerin yaşamı hızlandırılmış üretim tarafından tümüyle kontrole alınmıştır, işyerindeki hareketi, banda bağlı olarak bir tek hareketin yinelenmesi biçiminde sınırlandırılmış işçinin, mücadeleyi, sınıf mücadelesi olarak görmesi ve ona göre davranmasının önüne de çıplak gözle görülemeyecek engeller dikilmiştir. Bizzat kendi emeğinin ürünü olan “meta”larla pazarda bir yabancı olarak karşılaşan, asla ürünün sahibi olmayan ve kapitalizm koşullarında olmasının olanağı da bulunmayan işçi, işte de kendisi gibi işgücünü satarak, bir bakıma emeğini kapitaliste önceden “avans” vererek geçinen işçi arkadaşlarına yabancı biriymiş gibi soyutlanmıştır. İşçinin sevmeden, bir zorunluluk olduğu için çalışması ve ürününe de başkalarınca el konulması nedeniyle işi yadsıması; onu, özgüvenini yitirmiş bir duruma getirirken, sınıfın mücadelesini de olumsuz biçimde etkilemektedir. Açıkça görüldüğü gibi, kapitalist sistemde, işçi sınıfı ve emekçilerin konumu, onların kapitalistler yararına sürekli fedakârlığını olanaklı kılmaktadır.
Kapitalist üretim tarzında, bizzat kapitalizmin ürünü olan iki karşıt sınıf arasında, sürece bağlı değişik biçimler alan kesintisiz bir mücadele sürerken; burjuvazi hemen her zaman “birlik” ve “fedakârlık” çağrılarıyla proletarya ve diğer ezilen kesimlerin dikkatini sınıf çatışmasından ve bu çatışmayı doğuran sömürü olgusundan uzaklaştırmaya çalışır. Sürekli olarak işçi ve “işveren”in birbirlerine ihtiyacı olduğu ve “birlikte ebediyen yaşamalarının zorunluluğu” fikri işlenir. Burjuva propagandasına göre, “herkes aynı gemidedir ve gemi batarsa herkes batar.” Burjuvazinin, kapitalist cennetini sürdürmesi için bu propagandaya ve işçi ve emekçilerin sisteme bağlanmalarına ihtiyacı vardır. Burjuvazi, uluslararası deneyleriyle, sömürü olgusunun tüm boyutlarıyla görülüp-kavranmadığı koşullarda, sınıfın ve emekçilerin mücadelesinin sistemin temeline, sömürüyü olanaklı kılan üretim biçimine ve onun doğurduğu siyasal üstyapıya yönelmeyeceğini bilmektedir, işçiler ise, günlük yaşamlarında aldıkları ücretle, ürettikleri ürün fiyatları arasında kıyaslamalar yaparken, sömürülmeleri konusunda belli bir fikre ulaşmalarına karşın, görece karmaşık kapitalist sömürüyü tüm yönleriyle kavramakta zorlanırlar. Kapitalist, işçiyi gün boyu, haftalık veya aylık çalıştırarak, önce emek-gücünü kullanır ve yaratılan ürünü (para olarak karşılığını süreçte alsa bile) mülk edindikten sonra, işçiye ödeme yaparken hiçbir biçimde işçinin emek gücünün (işgücü; fizik ve düşünsel güç kullanımıdır) karşılığını tam olarak ödemez. (Aksi durumda kapitalistin sermaye birikimi sağlaması ve sermayeye sahip olabilmesi mümkün olmazdı.) işçi, çalışma zamanının bir bölümünü, kendisine ödenen ücret karşılığı kullanırken, diğer kesiminde, karşılığında hiçbir değer almaksızın, bütünüyle kapitalist için çalışır, işte kapitalist kârın esas kaynağı, bu ödenmemiş emeğin yarattığı değer (artı-değer)dir. Kapitalist, ne kadar fazla ödenmemiş emeğe el koyarsa, artı-değer sömürüsü de o denli fazla olur. İşçi sınıfı, ücretli emek ve sermaye ilişkisi içinde yaşadığı sürece, kapitalistlere, karşılığı ödenmemiş değer yaratarak esas fedakârlığı yapmaktadır. Bunalım koşulları bu bakımdan olsa olsa, bu sömürü oranında artış sağlanması biçiminde bir “ek fedakârlık” getirir. Bu çıplak gerçek, burjuvazi ve tüm uşaklarının “yükün eşit paylaşımı” propagandasının ikiyüzlü-gerici özünü de açığa çıkarmaktadır. Gerçek hayatta, üretim araçları ve ürünlerin mülkiyetine sahip olan burjuva sınıfla, ürettiği ürüne bile sahip olamayan ücretli işgücü sahibinin “eşitliği” ekonomik, ya da siyasal hiçbir biçimde mümkün değildir. Zam ve vergi yükünün artırılması, doğrudan doğruya, işçinin “gerekli iş zamanı” süresindeki çalışması karşılığı aldığı ücretin bir bölümünün daha, ondan geri alınması anlamına gelir, isterseniz bunu, kapitaliste karşılıksız çalışma süresinin uzatımı olarak da değerlendirebilirsiniz. Ayrıca, kapitalistler ürün fiyatlarının artırılması yoluyla, artı-değer sömürüsüne ek bir kâr da sağlamaktadırlar. O halde, onların “aldığı yük” ya hiç yoktur veya azami kâr oranında nispi bir düşüşten ibarettir. Bunun ise “yükün paylaşımı” ya da “eşit dağılımı”yla en küçük bir ilişkisi yoktur. Bu bakımdan burjuva propagandası kof ve yalan üzerine kuruludur.
Esasen sorunu karmaşık hale getiren de burjuva propaganda merkezleri ve burjuvazinin kendisidir. Çeşitli biçimlerde sürüp giden sınıf mücadelesinin üstünü örtmek; işçi ve emekçi mücadelesinin sömürüyü olanaklı kılan kapitalist üretim tarzına (kapitalist sisteme ) ve onun üstyapı kurumlarına yönelmesinin önünü almak amacıyla burjuvazi ve gericilik, “çıkarların ortaklığından, “aynı gemide yaşamak”tan, “fedakârlık”tan ve “yükün adil dağılımı”ndan söz etmektedir.
KRİZ, UZLAŞTIRMA GİRİŞİMLERİ VE “TOPLUMSAL UZLAŞMA” ÇAĞRILARI
Kapitalizmin bunalımı derinleştikçe, burjuvazinin “Toplumsal Uzlaşma” çağrıları daha sık duyulmaktadır. Burjuvazinin yeni hamlesi olarak gündeme gelen son saldırı paketi de “uzlaşma” ve “birlik” çağrılarıyla yürürlüğe kondu. Koç ve Sabancı gibi Türkiye’nin en iri tekelcileri başta olmak üzere, sermayenin tüm temsilcileri, devlet ve hükümet yetkilileri sürekli “birlik” çağrılarını yineliyorlar.
Bu çağrıların bir tek amacı var: işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının, yeni zam ve vergi yüküyle artan sömürüyü ve kazanılmış sosyal hakların gaspını itirazsız, (ya da sistemi zora sokmayan basit itiraz biçimleriyle birlikte) kabullenmelerini sağlamak. Bu amaçla gündeme getirilen uzlaştırma girişimlerinden biri de “Ekonomik-Sosyal Konseydir. Buna göre; tekelci burjuvazinin temsilcileri, hükümet (tekelci burjuvazinin temsilcilerinden oluşur) temsilcileri ve “işçi temsilcileri” (işbirlikçi sendika ağaları)nden oluşan bir “kurul”, sorunların “ülke çıkarları doğrultusunda çözümü” için faaliyet yürütecek. “Sanayicilerin, hükümetin ve sendikaların elbirliğiyle bunalımın aşılması” propagandası, tümüyle burjuvazi ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu propagandayla, işçi ve emekçilerden, kendilerine yönelen saldın planlarının altına imza atmaları isteniyor.
Uluslararası deneylere sahip olan burjuvazinin başka manevralarından da söz etmek gerekiyor. Örneğin Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin tasfiyesi için çalışmalar yoğunlaştırılırken, işçilere “eğer özelleştirilmesini ya da kapatılmasını istemiyorsanız, onu size devredebiliriz; ancak buna karşılık kıdem tazminatı vb. alacaklarınızdan vazgeçmeniz gerekiyor.” denmektedir. Yıldırım Aktürk’ün, “eğer fabrika kâr ederse onlar da yararlanırlar, yok eğer zarar ederse, yapılacak bir şey yok, o kadar ekmeğini yediler.” sözleri de aynı anlama gelmektedir. Burjuvazi, işçilerin sayesinde ve onların emek ürününe el koyarak yaşamını sürdürmesine rağmen, işçilere ekmek veriyormuş gibi görünmekte, bu sahte görüntü ardına gizlenerek sınıfa ve emekçilere karşı alçakça saldırı planlan geliştirmektedir. İşçilerin, işletmelere sözde ortaklığı düşüncesi (ve uygulaması da), işçilere yeni bir tuzak kurulmasını ve kazanılmış işçi haklarına el konulmasını amaçlamaktadır. Kaynakların ve ülke yönetiminin burjuvazinin elinde olduğu koşullarda, işçilerin herhangi bir işletmeyi kapitalist tarzda işletmesinin, işçilere tüccarlaşma hayalleri kurma dışında bir yararı yoktur. Bu açık gerçeğe rağmen bazı sendika ağaları da benzer bir düşünceyi savunabilmektedirler. Örneğin T. Deniz İşletmeleri’nin özelleştirilmesi gündeme geldiğinde, işkolu sendika yöneticileri, “biz alalım” talebiyle ortaya çıktılar. Bu tür bir tutumun (ve varsayım olarak bu tür bir uygulamanın) getireceği sonuç, sınıfın gücünün, birliği ve mücadelesinin bölünmesinden başka bir şey olmayacaktır. İşçilerin bir bölümünü sözde “patron olma” hayaliyle aldatarak, öteki kesimine karşı kapitalist burjuvazinin emrine vermekten başka bir şeye hizmet etmeyen bu tür önerilerin, işçilerin yaşamında herhangi bir iyileşmeye de hizmet etmediği açıktır. Ayrıca bu türden bir “el değiştirme”nin gerçekleştiği varsayılsa bile; işçilerin tekelci kapitalizm koşullarında, “birlikte çalışarak ve paylaşarak” ya da “birlikte pazarlayarak” tekelci işletmelerle rekabet etmelerinin, dahası tekellerin egemenliği koşullarında ayakta kalmalarının olanağı yoktur. Tekelci burjuvazi, işçilere böyle bir imkân tanımayacağı gibi, artı-değer elde edeceği kapitalist işletmeleri elden çıkarmak da istemez. Demagojik propaganda bir yana; bu sınıfın mücadelesini sabote etmenin taktiklerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Ama, kuşkusuz olay, bununla da sınırlı kalmıyor.
Burjuvazi, işçi sınıfı saflarında bir eğilim olarak gelişme olanağı bulan sendikalizmi körüklemek ve mücadeleyi geri düzeyde tutma yoluyla işçilerin “fedakârlık” sınırlarını genişletmek amacıyla bir başka yola da başvurmaktadır. Bu; işyeri sorunlarına “ortaklık”, “ortak sorumluluk” temelinde işçilerin katılımını sağlamaktır. Amerika ve Avrupa’da denenen bu yönteme, diğer kapitalist ülkelerin burjuvazisi de eğilim göstermektedir. Kapitalist mülkiyet ilişkilerine dokunmayan, dolayısıyla da kapitalist sömürünün gerçekleşmesine herhangi bir engel oluşturmayan bu tür bir “ortaklık”; işçilerin, kapitalistlerin yararına sömürüsünü artırmaya yöneliktir. Burada amaç; işçiye, çalışma ortamının düzenlenmesinde sözde hak tanıyarak, manevi bir doygunluk hissi yaratmak ve onun, kendini işine daha fazla vermesini, daha fazla üretmesini sağlamaktır. ABD, Almanya, Japonya gibi ülkelerde denenmiş olan bu yöntemle, işyerlerinde çalışma koşullarının düzenlenmesi ve denetlenmesine işçiler “ortak” edilmiş, bu yolla hem daha fazla üretim gerçekleştirilmiş, hem de “işyeri barışı” adı altında mücadelenin işçi sınıfından yana gelişmesinin önü kapatılmıştır. Türkiye’de bir süredir, bazı kesimlerce sözü edilen “işyeri konseyleri” de aynı amaca yöneliktir. Burjuvazi, işçilerin işyeri ve işletmelerin yönetimi sorunlarına sözde katılımı yoluyla (gerçekte bu “katılım”, çalışma koşulları, fazla mesai ve ücretler gibi konularda düşünce belirtme ve işçi-işveren çatışmasının engellenmesi için neler yapılması gerektiği üzerinde düşünme gibi, işçinin sömürülme durumunda hiçbir değişiklik yaratmayan konulara ilişkindir.) sınıfın bağımsız örgütlenmesini ve siyasal mücadelesini önlemeyi hedeflemektedir. Bu tür oluşumlar İngiltere’de “Birlikte Danışma”, ABD’de “Ortaklık Planları”, Fransa’da “Çalışma Komiteleri”, Almanya’da “Birlikte Yönetim” adı altında denendiler. Türkiye’de üzerine konuşulan “Ekonomik-Sosyal Konsey” de aynı amaca hizmet eden bir girişimdir.
Çeşitli adlar altında denenen veya denenmek istenen bu türden oluşumlarla esas olarak üretimin, artı-değerin ve kârın artırılması amaçlanmaktadır. Bazı yerlerde burjuvazi, amaca hizmet etmesi için, işi, kârdan pay dağıtımı ve işletmenin sabit sermayesine ortaklık düzeyine kadar vardırmalardır. Bu yöntemlerle, işçilerin işe motive olmaları, işi daha verimli kılmaları, hammadde kullanımında “ekonomik düzey”i tutturmaları sağlanmak istenmiştir. Söz konusu ülkelerde, özelikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında daha da geliştirilen bu yöntemlerle, sözde ekonominin “birlikte yönetimi” görüntüsü yaratılarak, mücadelenin pasifize edilmesi yönünde başarılı adımlar atılabilmiştir. Savaş ve bunalım dönemlerinde de bu türden oluşumlardan “endüstriyel barış” sağlanması, işçilerin kapitalist haydutlar yararına fedakârlığa katlanmalarının olanaklarının yakalanması yönünde yararlanılmıştır.
Bu tür oluşumlarla, işçilerin sendikal örgütlülüğü de zayıflatılmış, sendikaların işlevleri daraltılmıştır. Çoğu kez “Birleşik Komiteler”, ya da “Ekonomik-Sosyal Konsey” türü sözde “birlikte yönetim” organları aracılığıyla sendikaların sınırlanması yolu denenmiş ve bunlar çift başlılığın yaratılması için kullanılmışlardır. Burjuvazi, bu girişimlerle hem işçi sınıfının mücadelesini saptırmış ve hem de örneğin Japon Komatsu tekelinin yaptığı gibi, işçilerin aldatılması yoluyla tekel kârını artırabilmiştir.
Dikkat edilmesi gereken olgu şudur; Burjuvazi ve gericilik, krizin derinleştiği dönemlerde saldırılarını daha da yoğunlaştırmaktadır. Onun azami kâr (isterse ortalama kâr olsun) artışını sağlama olanağı daraldığında, yeni saldırı yöntemleriyle, sürece müdahalesi de kaçınılmaz olmaktadır. Sömürücü sınıflar bunun için birçok yönteme birden başvurmaktadırlar. Bunlardan bazılarına, kısmen de olsa, yukarıda değindik. İşçilerin, özel mülkiyet ilişkilerini zedelemeyecek tarzda işletme “yönetimine ortak” edilmeleri projesi bunlardan biridir ve çalışma verimini, iş disiplinini, işe uygunluk düzeyini artırma ve işyeri çatışmalarının “sınıf çatışması” düzeyine yükselmesini engelleme amacı taşımaktadır. Bunun dışında, nispi refah dönemlerinde geliştirilen bilimsel teknik buluşlar da, bunalım dönemlerinde işçilerin aleyhine olacak tarzda üretime sokulmaktadır. Burjuvazi bu yolla, insanın hizmetinde olması gereken teknolojiyi, insana (ve işçiye) karşı kullanmaktadır. Yeni buluşların üretimde kullanılmasının sonuçlarından biri; işçilerin sokağa atılması, bir diğeri, çalışanların sömürülme oranının artırılmasıdır. Bir örnek olsun; Japon Toyota firması, yeni teknoloji kullanarak, Amerikan Ford tekelinin 400 bin kişiyle yaptığı üretimi, 1/10 oranında daha düşük bir işgücüyle gerçekleştirme olanağını elde etmiştir. Teknolojik gelişme, yeni istihdam alanları oluşturmakla birlikte, esas olarak, burjuvazinin elinde işçilere karşı kullanmakta ve işsiz sayısının çoğalmasına (işçilerin atılması nedeniyle) yol açmaktadır. Yeni teknolojinin kullanılmasıyla, Japonya’da otomobil montajında yüzde 50 oranında çalışan sayısı azaltılmıştır. Gene İngiltere ve ABD’de istihdamda daralma gerçekleştirilmiştir. 1978-84 yılları arasında ABD’de, yeni teknoloji kullanımı nedeniyle ortaya çıkan işsiz sayısının 2,4 milyon olduğu belirlenmiştir. Görüldüğü gibi, burjuvazinin, işçileri ve diğer ezilen kesimleri ezip-sömürmekten başka bir toplumsal girişimi ya da bilimsel buluşları “toplum yararına kullanımı”ndan söz etmek mümkün değildir.
Bütün bunların ortaya koyduğu gerçek şudur: Kapitalizm, tüm gelişmeleri ve olanakları emeğin daha fazla sömürülmesi için kullanırken; işçilerin sınıf kavgasını, iktidarı ele geçirme ve sömürüyü tasfiye bilinciyle ele almalarını engelleme amacıyla her yolu denemektedir. Bunalımın derinleştiği koşullarda da, hem işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırılar yoğunlaştırılıyor, hem de “birlik”, “uzlaşma” ve “fedakârlık” üzerine propaganda geliştiriliyor.
Öte yandan, “bunalımı aşma” amacıyla burjuvazinin attığı her adım, onu daha fazla batağın içine çekmektedir. Örneğin üretimi artırmak ve “işçi-işveren uyumu” sağlamak amacıyla gündeme getirilen “katılımcı” programlar, süreç içinde işçilerin gerçeği görmelerine ve yeni taleplerle ortaya çıkmalarına yol açmaktadır. Bilimsel teknolojik buluşların üretime sokulması da, işsizliğe yol açmasının yanı sıra; işçilerin kendilerini geliştirme zamanı bulmalarına, entelektüel gelişme olanaklarının genişlemesine yol açabilmektedir. Bilimsel teknolojik gelişmeler, kapitalizmin özünü değiştirmediği için, burjuvazi-proletarya çatışmasının olanca şiddetiyle devam etmesine engel olamazlar. Bu konudaki revizyonist tezler bir yana; yeni teknolojik buluşlar mekan ve zaman açısından üretimde yeni olanaklar sağlarken, işçi sınıfının bunların sağladığı olanaklardan sosyalizm mücadelesini geliştirme yönünde yararlanması da mümkündür.
Burjuvazinin, bunalımın yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmak amacıyla gündeme getirdiği çalışma süresinin sınırlanması, “yarı-süreli çalışma”, geçici çalışma vb. uygulamaları da, yeni sorunları burjuvazinin önüne çıkarmaktadır. Kısaca, burjuvazinin hiçbir “önlemi” ve uygulaması kapitalizmin bünyesel çelişmelerinin ortadan kalkmasını sağlama gücüne sahip değildir ve geçici rahatlamalar dışında hiçbir işe yaramamaktadır. Kuşkusuz buradan, çürüyen özellikleriyle tekelci kapitalizmin kendiliğinden yıkıma gittiği ve sistemin bünyesel “çöküş” etkenlerine kendiliğinden boyun eğeceği sonucu da çıkmaz. Şimdiye dek söylenenler de gösteriyor ki, kapitalizm (yeni buluşları, ömrünü uzatmanın aracı olarak kullanması gibi), “kendini yenilme” amacıyla sürekli bir faaliyet içindedir.
İŞÇİ SINIFI, GELİŞMELERE “SINIF GÖZÜ”YLE BAKMAK ZORUNDADIR
Burjuvazi ve gericilik, bunalımı sınıf çıkarları doğrultusunda kullanarak işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarına yönelik saldırılarını yoğunlaştırıyor. “Ortak fedakârlık” çığırtkanlığı, buna hizmet ediyor. Bunalımın “elbirliğiyle aşılması” yönündeki propagandanın işçi ve emekçiler üzerinde etkili olması için her yola başvuruluyor; örneğin milletvekillerinin birer maaşlarını devlete bağışlamaları vb. gündeme getiriliyor. İşçilere, “uslu durmaları” işten atılmayı, ücretlerinin düşürülmesini ve kazanılmış sosyal haklarına el konulmasını sessizce benimsemeleri, tüm emekçilere yeni ekonomik-sosyal saldırılara teslim olmaları öğütleniyor. “Yoksa hep birlikte batarız” nakaratları, kapitalizmin batışını geciktirmek içindir. Burjuvazi ve gericilik, hemen tüm ülkelerde ve bu arada Türkiye’de dev işsizler ordusunu, çalışanlara karşı bir koz olarak kullanmaya çalışıyor ve işsizlikten, mücadeleyi pasifize etme yönünde yararlanıyor. Milliyet, mezhep ve bölgecilik temelinde işçiler ve emekçiler parçalanmaya, sınıf tutumuyla hareket etmeleri engellenmeye çalışılıyor. Hak talebinde bulunan emekçilerin susturulması için tehditler savruluyor ve aldatıcı ne varsa o deneniyor. Tekeller trilyonlarca liralık kâr sağlarken, “battı batacak” propagandasıyla işçi ve emekçilerin açlığı ve sefaleti benimsemeleri sağlanmaya çalışılıyor. Tekellerin, trilyonlarca liralık kazançlarını garantiye almak ve Kürt mücadelesinin kana boyanması amacıyla bütçeye konan 400 trilyonluk “savaş ödeneği”ni karşılamak için halk yığınları fedakârlığa çağrılıyor.
İşçi ve emekçiler ne yapacak? Ya sömürücü egemen sınıfların, burjuvazi ve emperyalizmin yararına “fedakârlığa” evet denecek veya bunalımın yükünü omuzlamaya “hayır” diyerek, sınıf çıkarları doğrultusunda kavga yükseltilecektir. Başka ve “ortalama” bir yol yoktur. İşçi sınıfı ve emekçi mücadelesinin çeşitli sorunları olduğu açıktır. Dağınık, çalışmayı bir “avanta” sayan, bu avantajı elde tutmak için sınıf kardeşlerinin kapı önüne konmasını sessizlikle karşılayan, tüm ekonomik ve politik saldırılara karşın, henüz “yetti artık” diyemeyen ve tüm birlikleriyle ayağa kalkamayan işçilerin “öncülüğü yürütmeleri” nasıl mümkün olacaktır? Burjuvazi, birlikleriyle işyerlerini, sokakları, semt ve köyleri kuşatmaya almış ve aralıksız cinayetlerine her gün yenilerini eklerken, “demokrasi”, “toplumsal uzlaşma”, “huzur ve güven” üzerine sürekli propagandayla, emekçileri etki altında tutma ve “yanına alma” çağrılarını kesintisiz sürdürürken, yeni ekonomik-sosyal (ve siyasal) saldırılarla işçi ve emekçileri içinde tuttuğu demir cendereyi daha da sıkarken, onun bu çok yönlü saldırıları karşısında öfkeli homurtuları ya da bir fabrikanın, bir ilçe halkının, birkaç köyün emekçilerinin aynı zamana denk gelmeyen “kendi” eylemleri, protestoları, saldırıları püskürtmeye yetebilir mi? Yetmediğine dünya ve ülke tarihi tanıktır. Yetmediğini yakın zaman da gösterdi. Tek tek fabrikaları düşürdüler. Yalnız bırakılan Zonguldak işçilerini, Mengen barikatında durdurabildiler. Tek tek ilçeleri düşürüp, köyleri boşaltabildiler. Bölücülük demagojisi ve “Apo tazminatı” ile katliam seyirciliği sağlayabildiler. İşçilerin, genelleşmeyen kısmi ve tekil eylemlerini rahatlıkla bastırdılar ve ezdiler. Dahası; çelişki keskinleştikçe burjuvazinin “kararlılığı” da artırıyor. O halde proletaryanın ve halkın kararlılığının da artması gerekmiyor mu?
Burjuvazi, devlet ve hükümet yetkilileri “fedakârlık” istiyorlar. İşçi sınıfı ve emekçi halk yığınları ya “fedakârlığa hayır” diyerek, kapitalist sömürünün tasfiyesi yolunda mücadeleyi yükseltecek veya kapitalist kölelik ve burjuva gerici zorbalık altında yaşamaya devam edecekler. Ya, tüm ekonomik-politik sorunlar ve gelişmeler “sınıfa karşı sınıf perspektifiyle ele alınıp, ona göre davranılacak; veya burjuvazinin, sendika ağalarının, burjuva parti sözcülerinin sömürü sistemini ve onun yarattığı siyasal baskı organizasyonunun devamı yönündeki çabalarına “ortak çıkarlar” adına, oportünist bir katılım sağlanacak.
Günün canlı pratiği bir yana, Marksizm ve sınıf mücadeleleri tarihi, işçi sınıfına ve ezilen kitlelere “nasıl yapmaları” gerektiğini tüm açıklığıyla gösteriyor. Yeter ki bakmak, görmek, öğrenmek bilinsin ve buna cesaret edilsin.
Mayıs 1994