Paris Komünü’nün hem proleter devrim olarak, hem de Alman istilasına karşı bir karşı koyma olarak taşıdığı çok yönlü nitelik, geniş olarak incelenmesi gereken bir konu oluşturmaktadır. Komünün 124. yılını selamladığımız bu yazıda, esas olarak Lenin’in “Komün Dersleri” başlıklı makalesinin bir özeti çerçevesinde, soruna dikkat çekmekle yetindik.
Lenin, Paris Komünü’nün “toplumsal devrimin öncüsü” olduğunu söylemişti. Yükselen kapitalist uygarlığın bağrında, erken gerçekleşen bir proletarya devrimi olarak, kendisinden sonra uç verecek ya da gerçekleşecek bütün devrimleri, yalnızca taşıdığı net işçi karakteri bakımından değil, örgütlenme ve faaliyet biçimi bakımından da etkilemesi ve öncelemesi, onun böyle nitelendirilmesini haklı çıkarmıştır. Diğer yandan, Marx’ın Komüncülerin girişimlerinin altı ay öncesinde yaptığı “ayaklanmama” çağrısı, ye sonrasında da tümüyle Marx’ın endişelerini doğrulayan bir sonuca ulaşılmış olması, devrimin dünya proletaryası bakımından önemini azaltmamış, devrimci mücadelenin taktik ve teorik birçok probleminin çözümü için olanaklar sunmak bakımından, belki de, Engels’in dediği gibi, kolay bir zaferden çok daha öğretici olmuştur.
Komün’ün dünya proletaryasına bıraktığı başlıca mirası, birkaç ana noktada toplamak mümkündür. Fakat günümüz koşullan göz önünde tutulunca, bu mirasın en önemli parçası olarak, ulusal sorunla sınıf mücadelesi arasında kurduğu tarihsel ilişkiyi değerlendirmek gerekir.
Paris Komünü, Fransa ile Prusya arasındaki savaşta, Fransa’nın yenilmesi ve “yüz kızartıcı” Sedan Anlaşması’nı imzalamasıyla gelişen olayların ardından patlak verdi. Bismarck birliklerinin Paris’e girişinden sonra, gerici General Aurelle de Palandines, Ulusal Muhafız Komutanlığı’na atandı. Generalin ilk icraatı, Prusyalılardan çok, Paris halkından korkan hükümetin emri uyarınca, Ulusal Muhafız Birlikleri’ni silahsızlandırmaya kalkışmak oldu. Almanlara, beş milyarlık bir tazminatla birlikte, Alsace ve Loraine’in bir bölümünü de bırakan teslimiyet anlaşması, Paris halkını nefretle doldurmuştu. Silahlara el konulmak istenmesine karşılık olarak, 18 Mart 1871 günü, Paris halkı ayaklandı. Silahlarını terk etmek istemeyen Ulusal Muhafızın iki yüz taburunun delegelerinin bir araya gelerek oluşturduğu “Ulusal Muhafız Federasyonu Merkez Komitesi”, Belediye sarayına yerleşti. Paris’in yönetimini üstlendiğini açıklayan Komite, aynı zamanda 22 Mart’ta seçimlerin yapılacağını da bildirdi. İlk elde, sıkıyönetim kaldırıldı ve basının üzerine konulmuş bütün kısıtlamalara son verildi. Savaş mahkemeleri lağvedildi ve bütün siyasal tutsaklar serbest bırakıldı. Seçimler, 26 Martta yapıldı ve 28 Mart günü, Komite, iktidarını seçilmiş temsilcilere bıraktı. Bu andan itibaren resmen iktidara gelmiş bulunan Fransız proletaryası iki farklı görevi aynı anda yerine getirme zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı: Fransa’nın Alman istilasından kurtarılması ve işçilerin kapitalizmin boyunduruğundan kurtarılması. Lenin, 1908’de kaleme aldığı “Komün Dersleri” başlıklı makalesinde, “Bu iki görevin bir araya gelmesi, Komün’ün en özgün özelliğini oluşturur.” diye yazmıştır.
Ne var ki, Komün öncesinde, proletarya, karşı karşıya kaldığı durumun önemini kavrayacak bir bilinç düzeyinde olmadığı gibi, o dönemde kendisine önderlik eden ütopik sosyalist ve anarşistlerin yanıltıcı yönlendirmelerine karşı da koyamıyordu. Alman istilasına karşı, Fransız hükümeti, bir “Ulusal Savunma Hükümeti” adı altında yeniden kurulduğunda, bunun aslında kendi görevini Paris proletaryasına karşı savaşmak olarak tanımlayan bir “halka ihanet hükümeti” olduğu kolayca görülmedi. Alman işgali, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin üstünü örtmüş, Paris proletaryasının önemli bir kesimini ve örneğin Blanqui gibi önderleri körleştirmişti. Lenin, “söz götürmez devrimci ve sosyalizmin ateşli savunucusu” olarak tanımladığı Blanqui’nin bile, gazetesinde, “Yurt Tehlikede” sloganını yazdığını anlatır. Bu, ona göre, bir “burjuva çığlığı” idi. Bu noktada Fransız burjuvazisinin başarısı, iki burjuva devlet arasındaki gerici savaşın sonucunda yenilmiş ve istila altına düşmüş olmayı, bütün ulusun sorunu olarak formüle etmesi ve zengin bir devrimci deney birikimine sahip olan ve geleneksel Fransız sosyalizminin uyarmış bulunduğu proletaryayı da bu aldatıcı propaganda ile etkilemiş bulunmasıydı. Gerçekte “yurdu tehlikede” olan, proletarya değildi. Yenilmiş ve onuru çiğnenmiş olan da yalnızca burjuvaziydi. Fransız sosyalistleri, “ölümcül bir yanılgı içinde”, yurtseverlik ve sosyalizm kavramlarını, bir arada kullanabiliyorlardı. Lenin, yurtseverlik ve sosyalizmin iki çelişik amaç olduğunu yazıyor. Birincisinin, yani yurtseverliğin, böyle bir savaştan hiçbir çıkarı bulunmayan proletaryanın, burjuvazinin başında bulunduğu savaştan ve sonuçlarından sorumlu sınıflar ile aynı safta, hem de burjuvazi tarafından niteliği belirlenmiş bir safta tutmaya yol açtığını, Marx, daha önce bildirmiş ve Fransız proletaryasını, kendisini “yalancı ulusal görüşe kaptırmaması” için uyarmıştı. Gerçekten, bir dönem, Avrupa gericiliğine karşı devrimci Fransa’nın savaşı, “devrimci ulusun tümünü birleştiriyordu”. Fakat 1870 yenilgisiyle sonuçlanan Fransız-Alman savaşında, artık, proletaryanın kendi çıkarlarını, ulusun kendisine düşman öteki sınıfların çıkarlarıyla birleştiremeyeceği koşullar ortaya çıkmıştı. “Ulusal aşağılanmanın sorumluluğunu burjuvazi taşısın! Proletaryanın işi, sosyalizm aracılığıyla, emeği, burjuvazinin boyunduruğundan kurtarmaktır.” Sınıf mücadelesinin tarihteki belirleyici etkisi, burjuvazinin bütün yurtseverlik çağrılarına karşılık, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi karşısında, “düşman ulusun” burjuvazisiyle işbirliği yapması sonucunu doğurdu. Fransız burjuvazisi, Komün’e karşı Alman burjuvazisi ile birleşti: Komün’de “kendi hikâyesinin anlatıldığı”nı gören Bismark, Fransız burjuvazisine, Komün’ü yıkması için askeri destek sağladı. Birbirleriyle paylaşım savaşı veren, Fransız ve Alman burjuvazisi, Fransız proletaryasının devrimine karşı birleşti. Paris Komünü, tarihteki ilk proletarya devrimi olmak bakımından, sınıf mücadelesinin tarihin ileriki dönemlerinde ulaşacağı bütün biçimleri, ilkel tohumlar halinde bağrında taşıyordu. Daha sonra, emperyalizmle birlikte, proleter devriminin programında önemli bir yer tutacak olan ulusal sorun ve sosyalizm arasındaki ilişki sorunu, bu ilk proleter devriminde, kendisini özgün bir biçimde ortaya koymuştu. Proletarya, hem istilacı Alman güçlerine karşı, hem de kendi burjuvazisine karşı savaşmış, kısa sürecek olan bir iktidarla taçlanacak olan bir zafer kazanmıştı. Fakat burada proletarya, bugün kullanılan anlamda bir “ulusal mücadele” ile “sınıfsal mücadele”yi bir arada yürütmüş değildi. Tek bir hamlede, kendi burjuvazisinin Almanya’ya karşı teslimiyetine karşı savaşırken, “yurt savunması” sorununu da çözmüş bulunuyordu.
Bunun en önemli sonucu, Avrupa’da “iç savaş” kavramının artan bir önem kazanması, burjuvazinin ulusal özlemlerine duyulan inancı yıkması ve işçi sınıfı içindeki yurtsever yanılgıları dağıtması olmuştur.
Mart 1994