1992’de Dünya Ve Türkiye

“1992 yılı, emperyalist kapitalizmin ürettiği ve kendi açmazının ifadesi olan bir dizi ekonomik, sosyal ve siyasal olaya sahne oldu. Emperyalizm, çözmek iddiasında olduğu sorunlar yumağını daha da karışık hale getirerek ’93’e devretti. Emperyalist burjuvazinin bu saldırıları, aynı zamanda, yer yer çatışmalarla yaşanan direnişlerle karşılık gördü. Karşıladığımız 1993 yılında ortaya çıkacak gelişmelerin ipuçlarını da veren bir yılın önemli olaylarını ve daha çok bunların politik sonuçlarını en genel çizgilerle ele almaya çalışalım.

EMPERYALİST ‘YENİ DÜNYA’: ÇÜRÜMÜŞ ESKİ DÜNYA
SSCB’nin, çevresine kümelenen revizyonist devletlerle birlikle, kapitalist doğasına uygun olarak üzerinde taşıdığı bütün sosyalist biçimleri terk ettiği ve dünya ölçeğinde hegemonya savaşı veren süper emperyalist bir güç olarak tarih sahnesinden çekildiği koşullarda, ABD merkezli emperyalist kamp, büyük ve kapsamlı emperyalist bir projeyle bütün dünyanın karşısına çıktı: “Yeni Dünya Düzeni”. Bu emperyalist projeye göre; dünyadaki gerilimli ilişkilerin ve başlıca büyük sorunların kaynağı olan sosyalizm, temsil edildiği SSSC şahsında tarihe gömülmüş ve insanlığı bölen ve bütün şiddet ilişkilerinin çirkin bir simgesi olan “demir perde” yıkılmıştı. Bu durumda, artık, insanlık, savaş tehdidinden arınmış, bütün toplumsal sınıfların ve devletlerin uyumu üzerinde yeni bir düzen tesis edecek duruma yükselmiştir. Kısaca, artık insanlığı tehdit eden silahlanma, şiddet ilişkileri, bölgesel savaşlar ve iç karışıklıklar dönemi sona ermişti. İnsanlığın önünde devletler ve sınıflar arasındaki sorunların barış ve uzlaşmayla çözüldüğü, insanların çıkarlarının büyük devletler ve uluslararası örgütlerce güvenceye alındığı bir dönem uzanıyordu.
Emperyalistler, emperyalizme teslim olmuş aydınların, ekonomistlerin, uzmanların, tekelinde bulundurdukları dev iletişim ve propaganda aygıtlarının desteğinde, bu “yeni düzeni” dünya çapında kurmaya giriştiler. Fakat bu projenin, tantanalı gösteriler eşliğinde ilan edilmesinin üzerinden ancak aylar geçmişken “yeni düzen” adıyla dünya üzerine geçirilen pembe örtüde ilk kan lekeleri belirdi. Ve şimdi, birkaç yıllık geçmişken kapitalizmin bütün uygulama ve sonuçları bu perdeyi delerek ona gerçek rengini vermiştir. 1992 yılı, bu bakımdan yeterli veriler sunmuştur. 1992 yılı, zengin ve karmaşık olaylar örgüsüyle emperyalist politikaların sınandığı bir yıl olma özelliği taşıyor.
Emperyalist kapitalizmin geçmiş yıllarda mayalandırdığı ve 1992 yılında bütün çıplaklığıyla yaşanan olguları kabaca sınıflandırarak ele alırsak:
* “İki kulupluluk”tan kaynaklandığı propaganda edilen devletler ve uluslar arasındaki savaşlar ortadan kalkmadı. Aksine daha geniş alanlara yayılarak ve görülmemiş ölçüde şiddetlenerek devam elli. Bugün dünyanın birçok önemli bölgesi, ulusal ve bölgesel çalışmaların girdabı içinde çırpınmakladır. Bu milliyetçi kasırganın kendini en yakıcı olarak duyurduğu bölgelerin başında Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu geliyor.
Emperyalizmin onlarca yıllık kışkırtmalarının meyvesi olarak boy veren ve komşu topraklar üzerinde yaşayan uluslar arasında bir boğazlaşmaya dönüden bu milliyetçi hareketler (Ortadoğu’daki Kürt ulusal hareketini dışla tutarsak), emperyalizmi değil, onlara çeşitli derecelerde bağlanan bölge devletlerini hedefliyor ve emperyalist sistem içinde yeni bir düzenleme isteğiyle ifade buluyor. Eskiden SSCB’yi zayıflatmak için özel stratejiler oluşturarak ve ABD güdümündeki bölge devletlerinin de yardımıyla SSCB’ye karşı harekete geçirilmeye çalışılan Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın ulusları, SSCB’nin dağıldığı koşullarda serbest bir pazara sahip olma talebiyle harekete geçtiler. Bu koşullarda, arlık “Yeni Dünya Düzeni”nin bir düzensizlik olduğunun gözle görülür göstergeleri durumuna geldiler. Bu çatışmaların yakın bir zamanda sona ereceğine dair hiçbir umut ışığı yok.
SSCB, süper emperyalist bir güç olarak emperyalist bir bloğun başını çekerken, kapitalizm, kendi doğasından kaynaklanan sorunları bu iki kamp arasındaki çatışmaya bağlıyordu. Dünyadaki bütün gerilimli ilişkiler, savaş tehlikesi ve bölgesel çatışmalar bu “iki kutupluluk” ve kamplaşma ekseninde yorumlanıyor ve böylece kapitalist dünyanın çelişkilerinin üstü örtülüyordu. Emperyalist ideologların temel iddialarından biri, SSCB’nin temsil etliği “Sosyalist Kamp”ın ortadan kalkması durumunda, savaş ihtimalinin ve bölgesel savaşların arlık yaşanmayacağı şeklindeydi. Ama yaşananlar bu iddiayı baştan aşağı çürüttü ve bütün bu sorunların kapitalist dünyanın kaçınamayacağı sorunlar olduğunu ortaya koydu.
* 1992’de yaşananlar, başka önemli bir gerçeğin görülebilmesi için de yeterince veri sundu: emperyalist sistem için “tek kutuplu” bir dünya imkânsızdır.
İkinci Emperyalist Savaş’tan sonra emperyalistler arasındaki değişen güç ilişkileri, sonrasında revizyonizme evrilen dev bir sosyalist bloğun varlığı koşullarında, gerçekte hiçbir zaman ortadan kalkmayan emperyalistler-arası çelişkiler, sermaye grupları arasındaki paylaşım mücadelesi siyasi ve askeri politikalar yardımıyla yumuşatılabilmiş ve böylece “Sosyalist Blok”un ortadan kalkmasıyla tek kutuplu ve uyumlu bir ilişki bütünlüğünün mümkün olduğu, sorunların Doğu Bloğu’na fatura edilmesiyle çokça işlenmişti. SSCB’nin dağılmasının ardından, dünyanın çatışmalı ilişkilerden arınmış bir tek kutupluluğa vardığı, “Yeni Dünya Düzeni”nin temel iddialarından biri oldu.
Sovyetler Birliği’nin resmen dağılması, “iki kulupluluk”un sonu olmak bir yana, bu yeni kutuplar askeri planda Sovyetler Birliği kadar güçlü olmasalar da, birçok kutupluluğun bütün belirtilerini ortaya çıkardı. “Yeni Dünya Düzeni” ittifakla üzerinde anlaşılan bir proje olmakla birlikte, farklı emperyalist güçler bu projeye farklı içerikler kazandırarak kendi hegemonya ve pazar alanlarını korumanın ya da genişletmenin aracına dönüştürmeye çalışıyorlar.
ABD emperyalizmi, tek kutupluluktan kendi egemenliğinin bütün dünya ve bütün diğer emperyalistlerce mutlak biçimde kabul edilmesini anlıyor ve kendisinin dünya jandarması işlevi gördüğü statükonun devamını istiyor, emperyalist sistemin baş patronu olarak çıkarlarıyla çelişebilecek her duruma ve her ülkeye müdahale edeceğini ortaya koyuyor. Ortadoğu’da kendisine kafa tutan Saddam’a silahla baş eğdirmek, ekonomik ve siyasal abluka altında tutmak için Arap çöllerinde büyük operasyonlar düzenledi ve kendisini kalıcılaştırdı. Afrika’da egemenliğini kabul etmez bir hava sezdiren Libya’ya yönelik provokasyonların ve saldırıların ardı arkası gelmedi. ABD’de belki yüzlercesi bulunan bir kimyasal silah üreten fabrikaya sahip olması, Libya’ya müdahale edilebileceğinin haklı nedeni yapıldı. Ve en son Somali’de giriştiği harekâtla, stratejik bölgelere yerleşirken aynı zamanda dünyada barışın da, savaşın da kendisinden sorulacağının, açları da ancak ve bir tek kendisinin kurtarabileceğinin mesajını bütün dünyaya verdi.
Buna karşılık AET’ye üye emperyalist devletler ve Japonya, tek patron islemediklerini, kendilerinin de bütün bu paylaşımda; siyasal ve diplomatik ilişkilerde bir yerleri olduğunu her vesile ile dile gelirdiler ve 1992 yılı bu türden kafa kaldırmalara çokça sahne oldu.
SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden paylaşılmaya aday olan eski Sovyet cumhuriyetlerinin paylaşılması ve bu alanlara sermaye aktarılması problemli ilişkilerin başında geldi. Bu cumhuriyetler emperyalist pazarla tümüyle bütünleşmek isliyordu ve tam da bu noktada bir soru beliriyordu: Kiminle birleşilecek, hangi emperyalist grubun etkisine girilecek? Avrupalı emperyalistler ve özellikle Doğu Almanya’yı yutarak emperyalist süper bir güç olarak dünya sahnesine çıkmaya aday olduğunu ortaya koyan Almanya, “yeni düzeni” pazar alanlarında yeni bir düzenleme olarak görüyor ve nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyordu. Bu istem diplomasi alanında, ABD’nin her politikasına, muhalif alternatif politikalar sergilemekle dile geliyor. Yugoslavya’dan iç savaşa karşı tulumda bu çok belirgin bir hal aldı. ABD, Yugoslavya’daki mevcut durumun devamından yana tutum belirlerken Avusturya ve İtalya’yı da tarafına çeken Almanya, Hırvat ve Slovenlerin bağımsızlık talebini destekledi ve uluslararası platformlarda bunun sözcüsü oldu.
Son bir yıl içinde Avrupa’da yaşananlar ise, hem ABD ile Avrupalı emperyalistler arasındaki, hem de Avrupalı emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkileri su yüzüne çıkardı. ABD’nin Avrupa Birliği’ne öteden beri soğuk baktığı biliniyor Ama bugünkü koşullarda, yukarda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı, Avrupalı emperyalistlerin birlik girişimlerinden kaygı duyuyor ve onlara büyük kardeş olduğunu sıkça hatırlatıyor.
Bu tutumun somut ifadelerinden biri GATT anlaşmazlığında görüldü. İkinci Savaştan sonra, sosyalist ve daha sonra da revizyonist blok karşısında çelişkilerin belirli bir anlaşma potasında eritilmesi ihtiyacının ürünü olarak temelleri atılan GATT (Genel Ticaret ve Gümrük Anlaşması), şimdi ABD ve Avrupa arasında bir ticaret savaşına dönüşmüş bulunuyor. ABD, çatışmanın ilk raundunda Avrupa’yı tarım ürünlerinin üretimi ve ihracatını belirli bir sınırın altına çekmeye zorladı ve Avrupa’daki iç muhalefete karşın istediklerini açıkça tehdit de ederek Avrupa devletlerine kabul ettirdi. Ama tarım dışı alanın söz konusu edileceği ileriki anlaşmaların “anlaşmama”ya dönüşeceğinin birçok ipucu var.
1991 yılı Aralık’ında toplanan ve Şubat I992’dc bir anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanan Maastricht Zirvesi, Avrupalı emperyalistlerin bütün dünyaya iyimser “mesajlar vermesine neden oldu. Anlaşmaya göre, daha önce atılan adımlar tamamlanacak, gümrüksüz bir iç pazar oluşacak, sosyal uyum, ekonomik birlik ve para birliği belirli bir zaman dilimi içinde sağlanacaktı. Emperyalist çıkarların diğer emperyalistlere karşı güvenceye alınması, kapitalist ideoloji ve burjuva demokrasisinin “global” planda merkezileştirilmesi, emekçi sınıfların daha da yoksullaştırması amacı taşıyan bu anlaşma, kuşkusuz anlaşmanın tarafları olan emperyalist devletler arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmayacaktı, ama bu haliyle bile gerçekleşmesi zor görünüyordu. Nitekim 16 Eylül’de patlayan mali kriz, ortakların birbirlerine yönelik ağır suçlamalarına neden oldu. Dizginlenmemiş bir rekabet ve kapışmanın ifadesi olan “kara çarşamba”, Almanya’nın partnerlerince “sabotaj yapmak”la suçlanmasına neden oldu. Borsa endeksleri hızla düştü, Mark dışındaki paralar değer kaybetti ve İngiltere ve İtalya para birliğinden çekilmek zorunda kaldı. Bu anlaşmaya imza koyan hükümetlerin diğer bir sıkıntısı ise, anlaşmanın ülke kamuoyunda yarattığı muhalefetti. Ve Danimarka’daki referandumdan Maastricht’e “hayır” çıktı. Fransa ise çok küçük bir farkla “evet” çıkarabildi. Danimarka’nın, Edinburg Zirvesi’nde, birçok konuda serbest bırakılmasıyla kriz bir dereceye kadar aşılabildi.
Böyle resmi bir birlik gerçekleşse bile, tekelci burjuvalar arasındaki savaş son bulmayacak, çelişkiler, birlik içinde kimin borusunun öteceği hesapları ve yeni çatlamalarla sürecektir.
Öte yandan, Uzak Doğu’da yükselen bir emperyalist olan Japonya da her alanda palazlanıyor ve sermaye hareketinin ihtiyaçları doğrultusunda politik ve askeri adımlar atıyor. Militarizmi güçlendiriyor ve ülke dışına asker yollamasını yasaklayan anayasa maddelerini değiştiriyor.
Bütün bu ilişkiler, pazarlarını genişletme ve daha fazla pay kapma, sermaye akıtma ve hammadde alanlarını ele geçirme mücadeleleri, dünyanın hızla çok kutuplulaştığının, emperyalizmin her/aman olduğu gibi emperyalist savaş tehlikesinin kaynağı olmaya devam elliğinin göstergeleridir.
* 1992 yılı, “demokrasi”, “insan hakları”, “çağdaşlaşma”, “ortak insani değerler” sloganları ile yürütülen, uygulanan politikaların, gerçekte emperyalist burjuvazinin, kendi egemenliğini bir dünya sistemi olarak merkezileştirmesinin propagandif unsurlarından başka bir şey olmadığına yeterince açıklıkla tanıklık etti. Kuşku yok ki, bütün bu kavramlar, farklı sınıflar için farklı içerik kazanır. Emperyalist burjuvazi de sloganları, kamuoyunu yanıltıcı tarzda işlerken, gerçekte kendi egemenliğinin iyilikle ya da zorla tanınması, sömürge, yağmalama ve baskı altında tutma “hakkı” olarak görüyordu. Onlar için demokrasi, çıkarların tehlikeye girdiği noktada terör demekti.
* Emperyalist ekonomilerdeki istikrarsızlık ve kriz öğeleri 1992’de de birikmeye ve zaman zaman sarsıntılara yol açmaya devam etti. Emperyalist sistem içinde yer alan geri ülkelerin hiçbir zaman istikrara kavuşmadığı, ekonomik krizin, boğazına kadar borca gömülmenin açlık ve yoksulluğun bu ülkelerin neredeyse kaderi olduğu herkesçe kabul görüyor. Ama olgular, yalnızca geri ülkelerin değil, emperyalist metropollerin de derin bir bunalım içinde olduğunu gösteriyor. Bütçeler bir türlü denkleştirilemiyor, büyüme hızı sıfıra yaklaşıyor, işsizlik çığ gibi büyüyor. Enflasyon yükseliyor.
SSCB’nin dağılması ile birlikte bu ülkelerdeki durum daha da kötüye gitti. Bu dağılma, emperyalist sistem için bir istikrar unsuru değil, istikrarsızlığı derinleştiren bir etken oldu. Bütün dünyada açlık, yoksulluk milyonlarca insanın hayatını tehdit ediyor.
Bütün olgular, emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımın yeni bir aşamasına doğru yol aldığı yönünde. Bunalımı aşmak amacıyla uygulamaya sokulan politikalar, yeni sorunlar doğuruyor. Fatura, geri ülkelere ve emperyalist ülkelerin emekçi sınıflarına kesiliyor. Emperyalist devletler, emekçi sınıfları açıkça fedakârlığa çağırıyorlar. Devletler, sağlık, sosyal güvenlik alanından tümüyle el çekiyor. Bütün bunların doğrudan sonucu, mutlak bir yoksullaşma, her türlü sosyal güvenceden yoksunluk olarak beliriyor.
Bütün bu politikalar, ırkçı faşist bir yükselişe zemin yaratıyor. Yabancı düşmanlığı tehdit edici boyutlara varıyor. Danimarka, Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya ve İtalya gibi Avrupa’nın belli başlı ülkelerde faşist partiler seçimlerde oy oranlarını artırdı.
* Emekçileri daha çok yoksullaştıran emperyalist politikalar, bu sınıflardaki muhalefet potansiyelini eyleme dönüştürüyor. 1992 yılında Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde yaygın grevler yaşandı. Avrupa’nın sokakları işçilerin, hizmet sektöründe çalışan emekçilerin grevleri ve gösterileriyle çalkalandı. Almanya’da, yenilgiyle de sonuçlansa, Mayıs ayında 100 bin kamu işçisinin katıldığı grev günlerce hayatı felç etti. Bunu İspanya’daki, emekçilerin ezici bir çoğunluğunun katılımıyla gerçekleşen genel grev izledi. Yunanistan 1992 yılı boyunca hiç durulmadı. İngiltere’de madenci direnişi ve ağır vergilere karşı direniş manşetlerden düşmedi. İşçilerin yanı sıra, küçük üreticiler de yaptıkları eylemlerle adlarını sıkça duyurdular.
1992’nin en önemli muhalefet hareketinden biri Amerika’da Mayıs ayında patlayan ve bir uçtan bir uca bütün Amerika’yı sarsan hareketlerdi. “Kara isyan” olarak gösterilen bu hareket, gerçekle önemli sayıda beyazın da katıldığı bir yoksullar isyanıydı.. Dünyanın en gelişmiş metropolünde patlak vermesi, oldukça anlamlıydı.
Yoğun ideolojik bombardıman altında pazar ekonomisinin “erdemlerine” inandırılan Doğu Avrupa’nın ve eski Sovyetlerin emekçileri, çok kısa sürede, kapitalist dünyanın, reklâmların renkli dünyasına benzemediğini kendi gözleriyle gördüler ve muhalefetleri sosyalist örtüden arınmış çıplak kapitalizme yöneldi. Geçmişte yaşadıkları sosyalist dünyaya özlemlerini sosyalizmin simgesi olan Lenin ve Stalin posterleriyle yönelim aleyhtarı gösterilerle dile getirdiler.
Bu bölümde anlatılanları toparlarsak: “Yeni Dünya Düzeni”, emperyalist nitelikte bir ideolojik propaganda sloganıdır. Onda yeni olan bir şey yoktur. Bütün tanıdıklığı ve çürümüşlüğü ile kapitalist dünyadan başka bir şey değildir. Kapitalist dünya, bunalımların, savaşların, açlığın ve yoksulluğun dünyasıdır; insanlığa kendi çelişkili yapısından kaynaklanan sorunlardan, toplumsal çöküntü, ekonomik ve siyasal yoksunluk, kirletilmiş bir çevre, kültürel ve ahlaki çöküntüden başka bir şey sunma olanağına sahip değildir. 1992’nin olguları, bunları kanıtlayan yeterince veri sunmuştur.

…VE TÜRKİYE
Emperyalist-kapitalist sistemin bunalımının, üzerinde yer aldığı bölgenin özelliklerinin, bağımlı yapısının ve bünyesinde taşıdığı ulusal devrimci potansiyelin etkisiyle çok daha olgunlaşmış olarak yaşandığı bir ülke olarak Türkiye, 1992 yılında diktatörlük ile emekçi sınıflar ve Kürt halkı arasında cereyan eden sert çatışmalara sahne oldu. Artan bunalım öğeleri, her geçen gün daha da sertleşme eğilimi taşıyan sınıf çatışmaları, Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesi Türkiye’yi emperyalist cephe zincirinin yarılmaya elverişli bir parçası haline getirmiştir.
Koalisyon hükümetinin birinci yılı olma özelliği de taşıyan 1992’de, emperyalist ülkelerin ve onlara bağlı mali kuruluşların direktifleri ve burjuvazinin ihtiyaçları tarafından belirlenen politikalar, gericiliğin açmazını daha fazla derinleştirmekten, emekçi sınıflar ve Kürt halkının muhalefetini beslemekten başka bir işlev görememiştir. Ücretlerin olabilecek en düşük seviyede tutulması, emekçi sınıfların vergi yükünün artırılması, bütün tüketim maddelerine yüksek oranda zam yapılması, yüz binlerce işçinin sokağa atılması, patronların bütün istediklerinin itirazsız yerine getirilmesine rağmen burjuvazi, bunalımdan kurtulamadı, sorunlarını aşamadı.
* Dış politikada, “Büyüyen Türkiye”nin gereğine uygun olarak atılan her adım beraberinde yeni sorunlar getirdi. Asya’ya doğru çıkılacak ekonomik “sefer”de, Almanya’ya karşı Amerika’nın taşeronu olma kararı, Almanya tarafından silah ambargosuyla karşılandı. Türkiye ile aralarında “güçlü manevi bağlar” olduğu söylenen Türki cumhuriyetleri, Türkiye’nin isteklerini karşılayamayacakların açıkça belli ettiler. Ermenistan sorunu, hükümeti iki arada bir derede bıraktı; bir yandan Azerbaycan’a destek verilmesini isteyen iç muhalefet, öte yandan emperyalistlerin Ermenistan politikası. İzlenen dış politika, Türkiye’nin bağımsız bir dış politikası bulunmadığını açıkça ortaya koydu. Bu politika, politik ve askeri bakımdan, ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu, ekonomik bakımdan ise emperyalist sermaye taşeronluğuna denk düşüyor.
* Seçim meydanlarında bolca lafı edilen “şeffaflaşma”, “demokratikleşme”, “insan hakları” gibi kavramların bir aldatmaca olduğu, Hükümetin daha ilk uygulamalarıyla görüldü. Burjuvazi ve diktatörlük, yığınların beklentilerine cevap verecek imkânlara sahip değildi. Bir yandan, sahte vaatlerle emekçi yığınlar içinde beklenti havası yayılırken diğer yandan azgın bir saldırı başlatıldı.
“Kürt realitesinin tanındığını”, “Kürt halkının kucaklanacağı” şeklinde sloganlarla başa geçen hükümet, Kürt halkına yönelik sürdürülen savaşın fütursuz uygulayıcısı oldu. Saldırı, “Bahar Taarruzu” adı verilen ve sözde PKK’nın başlatacağı ayaklanmayı bastırmakla gerekçelendirilen büyük harekâtla yeni bir aşamaya yükseldi. Newroz’da gösteri yapan halkın üzerine doğrudan ateş acıklı. Ardından on binlerce insanın oturduğu kentler bombalanarak harabeye çevrildi.
Genel Kurmayca planlanan ve aşama aşama hayata geçirilen saldırının son aşamasına “Topyekûn Saldırı” ve “İç Harekât” adı verildi. Darbe söylem ileriyle bir ürküntü havası yaratıldı ve bütün yetkilerin Genel Kurmay’da toplandığı, açık bir askeri darbeye gerek bırakmayan düzenlemelere gidildi. Bütün bu saldırılar, köyleri, kentleri ateşe vermeler, Kontrgerilla cinayetleri Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesini yok edemedi.
* Genel Kurmay, “Topyekûn Saldın” planını açıklarken, bu saldırının Kürdistan’la sınırlı kalmayacağını, bütün “yurt sathında” ve bütün muhalif güçlere karşı yürütüleceğini ifade etmişti. Gerçekten de bir yıl boyunca, Kürt halkına saldırı, işçi sınıfı ve emekçi saldırıyla birlikle yürütüldü. Hükümetin kurulmasıyla birlikle kısa bir beklenti döneminden sonra hareketlenen işçi sınıfı, karşısında birleşmiş gericiliği buldu. Düşük ücretlere, taşeronlaştırmaya, özelleştirmeye karşı mücadeleye atılan işçi sınıfının moral barikatını yıkmak için Belediye grevi seçildi. Bu, bilinçli bir seçimdi. Çünkü “çöpçü”lere karşı basının da yardımıyla bir kampanya açılmış, sokaklardaki pisliğin sorumlusunun, 10 milyondan fazla para isteyen çöpçüler olduğuna azımsanmayacak sayıda emekçi de inandırılmıştı. Burjuvazi, belediye grevini yenilgiyle bitirmekle, sınıfın diğer kesimlerinin moral barikatını yıkmak ve kendi istediği koşullarda sözleşme imzalamak istiyordu. Burjuvazinin saldırıları, işçileri yeniden greve çıkmaktan alıkoyamaz ve bugün on binlerce işçi greve hazırlanmakladır.
Ayrıca, işçi sınıfı, kamu çalışanlarının şahsında önemli bir müttefike de sahiptir. Sendikal özgürlük talebiyle kararlı bir mücadele veren kamu çalışanları, 1992’nin en hareketli emekçi kesimlerinden bir oldular.
Kısaca; Burjuvazi ve diktatörlük, işçi sınıfının, emekçi halkın ve Kürt halkının talep ve özlemlerine cevap verecek güce, kudrete sahip değildir. Ekonomik saldırı ve siyasal şiddet, egemen sınıfların yalnızca tercihi değil bir zorunluluktur.
Derinleşen ekonomik bunalım, yükselen işçi ve memur hareketi, Kürt ulusal hareketi bütün bu güçlerin sahip oldukları devrimci dinamik, Türkiye’nin bir devrim ülkesi olmaya aday olduğunun göstergeleridir.
İşçi sınıfımız küçümsenemeyecek bir tecrübeye sahiptir. Bugün, esas olarak kendiliğinden karakterli bir mücadele verse de, talepleri ücret taleplerinin sınırlarını çok aşmış durumdadır. Kürt ulusal hareketi, Ortadoğu’da emperyalizme yönelmiş tek ulusal hareket olma özelliğine sahiptir. Bütün bu avantajları, örgütlü devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir bileşeni kılmak için, devrimci komünist hareketin yeterince birikimi ve tecrübesi vardır. Türkiye işçi sınıfını, emekçileri ve Kürt halkını 93’te de zorlu mücadeleler, sert çatışmalar bekliyor.

Ocak 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑