Bosna İçin Ağla, Somali’ye Yürü

Somali macerası, uluslararası çaptaki askeri ve siyasi müdahalelerin, yalnızca, genel ve stratejik emperyalist planların önceliklerine göre düzenlendiğini gösteren güncel bir örnektir. Türkiye gibi, bütün dış politikası bu öncelikler ve gereklilikler sistemine göre belirlenmiş bir ülkenin, Bosna için timsah gözyaşları dökerken, Somali’ye yürümesinden daha doğal bir şey olamazdı.

Türkiye kamuoyu, aylardır Bosna felaketi için yürekler parçalayan bir propaganda yürüten basın ve televizyon istasyonlarının şartlandırmasıyla, Birleşmiş Milletlerin faşist Sırp saldırılarına direnmeye çalışan Bosna halkı için müdahalede bulunmasını beklerken, “Somali’ye Umut Operasyonu” haberiyle donakaldı. Koltuğunu Bill Clinton’a devretmek için gün sayan Bush, giderayak, Amerikan kuvvetlerinin, daha önce Somali’ye “insani yardım” için gitmiş olan kısmi BM kuvvetlerine katılacağını açıkladı. İç sorunların propaganda savaşında ağırla taşıdığı bir seçim sürecinde, Yugoslavya söz konusu olduğunda, “Dünyanın jandarması olmak gibi bir misyondan kendimizi korumalıyız” diyen Bush, iktidarı kaybetmiş olmanın rahatlığıyla, Amerikan askerlerinin Somali’de jandarmalık yapması için gönderilmesini onayladı.
Somali, 30 Aralık 1990’da başlayan, üç hafta süren, yaklaşık beş bin kişinin ölümüyle ve diktatör Siyad Barre’nin şehirden kaçmasıyla sonuçlanan Mogadişu ayaklanmasından bu yana, tam bir yıkıntı yaşıyor. Hiç bir devrimci önderlik tanımayan ve tümüyle aşiretler-arası çatışma biçiminde gelişen ayaklanma ve sürüp giden iç çatışmalar, Somali’de hemen hemen tüm üretimin durmasına ve on binlerce insanın, Etiyopya ve Kenya’ya göçmek üzere topraklarından kopmasına yol açtı. Anakronik bir tarzda, hâlâ İtalyan sömürgeciliğinin etkilerini ve siyasi sonuçlarını taşıyan bir kombinezon içinde, esas olarak uluslararası “kara para örgütleri’nin “aklama” mekanizmalarına yataklık yapan büyük ve şatafatlı kent merkezleriyle, vahşet dönemi “teknolojisi”nin hâkim olduğu sözde tarımsal üretimin egemen olduğu kırsal alanlar, geleneksel toplumsal örgütlenme biçimlerinin dışında herhangi bir halk örgütlenmesine ve aşiret reislerinin egemenliği dışında bir siyasal oluşuma izin vermiyor. Bütün bunlar, yüzyıllardır süren sömürgeci ve emperyalist sömürünün sonuçlarıyla birleşince, Somali, BM “şemsiye altında” gerçekleşen yeni emperyalist müdahaleye karşı tam bir çaresizlik içinde boyun eğdi.
Somali, “Afrika Boynuzu” olarak adlandırılan ve Arap yarımadası ile Afrika’nın güneyde buluştuğu bir coğrafya parçası üzerinde yer alıyor. Hint Okyanusu’nun, Kızıl Deniz’in ve dolayısıyla “sıcak bölge” Orta Doğu’nun kontrolünde rol oynayacak stratejik bir yer tutuyor. Operasyon, bu bakımdan, şu anda yalnızca, dolaylı ve uzak vadeli hesaplar bakımından önem taşıyor. Ne var ki, bugünkü emperyalist müdahale ile geleceğe yönelik hesaplara zemin teşkil edecek kalıcı bir adımın atıldığını söyleyebilmemiz için, bu konumun göz önünde bulundurulması yeterlidir. Afrika, Sovyetler Birliği’nin çökerek, aktif uluslararası silahlı müdahale pozisyonundan çekilmesinden bu yana, neredeyse, terkedilmiş bir toprak görüntüsü veriyordu. Şimdi, son derece hassas bir bölgede gerçekleşen emperyalist operasyonla, bu görüntü bozulmuş bulunuyor. Bir zamanlar, yalnızca iki süper devletten birine dayanarak ve onların oyunu içinde siyasal bir rol üstlenebilen aşiretlere bağlı silahlı grupların, “Yeni Dünya Düzeni” kurallarına uygun olarak disipline edilmesi, Amerika’nın belirleyici bir etkiyle işin içine girdiği koşullarda emperyalist ekonomik ve politik ilişkilerin yürütülebilmesi için stabilize edilmeleri gerekiyor. Şu anda yürütülen silahsızlandırma faaliyetinin başlıca amacı, ülkede gerçek anlamda bir silah taşıma tekeline sahip, merkezi ve kontrol altında bir hükümet oluşturmaktır.
Operasyonun temelinde ve perde arkasında bunlar yatarken, açlıktan kırılmış, yoksulluk ve hastalığın pençesinde kıvranan yüz binlerce insanın görüntüleriyle beslenen emperyalist reklâmlar, Somali’ye sırf “insani amaçlarla” ve bir felaketi yaşan insanlar için “umut” olmak üzere çıkıldığı palavrasını yayıyorlar.
Oğlunu gözyaşlarıyla Somali’ye uğurlayan Türkiyeli bir kadıncağız, kendisine “duygularını” soran bir televizyon muhabirine, bu propagandadan fazlaca etkilenmediğini göstererek, şöyle diyordu: “Bosna o tarafta dururken, oğlumun bu tarafa gitmesine üzülüyorum.” Gerçekten Türkiye kamuoyu, dini ve milliyetçi önyargılara dayandırılsa da, doğrudan doğruya bir halkın “etnik temizlenme” olarak adlandırılan faşist bir politikaya kurban edilmesi savaşına karşı oluşturduğu tepkinin cevap bulmasını bekliyordu. Bu umutsuz, abartılmış ve gerçekleşemeyecek olan beklenti, yalnızca kimi TV istasyonlarının ve basın tekellerinin mevduat hesaplarını kabartan ikiyüzlü yardım kampanyalarının hızlanmasına, ırkçı ve dinci gericiliğin propagandaları için zemin yaratılmasına, “iç harekât”ın gündem dışında kalması çabalarının güçlenmesine yaradı. Bosna faciası, burjuvazi için, bunun dışında bir anlam ve değer taşımıyor.
Somali macerası, uluslararası çaptaki askeri ve siyasi müdahalelerin, yalnızca, genel ve stratejik emperyalist planların önceliklerine göre düzenlendiğini gösteren güncel bir örnektir. Türkiye gibi, bütün dış politikası bu öncelikler ve gereklilikler sistemine göre belirlenmiş bir ülkenin, Bosna için timsah gözyaşları dökerken, Somali’ye yürümesinden daha doğal bir şey olamazdı.

Ocak 1993

1992’de Dünya Ve Türkiye

“1992 yılı, emperyalist kapitalizmin ürettiği ve kendi açmazının ifadesi olan bir dizi ekonomik, sosyal ve siyasal olaya sahne oldu. Emperyalizm, çözmek iddiasında olduğu sorunlar yumağını daha da karışık hale getirerek ’93’e devretti. Emperyalist burjuvazinin bu saldırıları, aynı zamanda, yer yer çatışmalarla yaşanan direnişlerle karşılık gördü. Karşıladığımız 1993 yılında ortaya çıkacak gelişmelerin ipuçlarını da veren bir yılın önemli olaylarını ve daha çok bunların politik sonuçlarını en genel çizgilerle ele almaya çalışalım.

EMPERYALİST ‘YENİ DÜNYA’: ÇÜRÜMÜŞ ESKİ DÜNYA
SSCB’nin, çevresine kümelenen revizyonist devletlerle birlikle, kapitalist doğasına uygun olarak üzerinde taşıdığı bütün sosyalist biçimleri terk ettiği ve dünya ölçeğinde hegemonya savaşı veren süper emperyalist bir güç olarak tarih sahnesinden çekildiği koşullarda, ABD merkezli emperyalist kamp, büyük ve kapsamlı emperyalist bir projeyle bütün dünyanın karşısına çıktı: “Yeni Dünya Düzeni”. Bu emperyalist projeye göre; dünyadaki gerilimli ilişkilerin ve başlıca büyük sorunların kaynağı olan sosyalizm, temsil edildiği SSSC şahsında tarihe gömülmüş ve insanlığı bölen ve bütün şiddet ilişkilerinin çirkin bir simgesi olan “demir perde” yıkılmıştı. Bu durumda, artık, insanlık, savaş tehdidinden arınmış, bütün toplumsal sınıfların ve devletlerin uyumu üzerinde yeni bir düzen tesis edecek duruma yükselmiştir. Kısaca, artık insanlığı tehdit eden silahlanma, şiddet ilişkileri, bölgesel savaşlar ve iç karışıklıklar dönemi sona ermişti. İnsanlığın önünde devletler ve sınıflar arasındaki sorunların barış ve uzlaşmayla çözüldüğü, insanların çıkarlarının büyük devletler ve uluslararası örgütlerce güvenceye alındığı bir dönem uzanıyordu.
Emperyalistler, emperyalizme teslim olmuş aydınların, ekonomistlerin, uzmanların, tekelinde bulundurdukları dev iletişim ve propaganda aygıtlarının desteğinde, bu “yeni düzeni” dünya çapında kurmaya giriştiler. Fakat bu projenin, tantanalı gösteriler eşliğinde ilan edilmesinin üzerinden ancak aylar geçmişken “yeni düzen” adıyla dünya üzerine geçirilen pembe örtüde ilk kan lekeleri belirdi. Ve şimdi, birkaç yıllık geçmişken kapitalizmin bütün uygulama ve sonuçları bu perdeyi delerek ona gerçek rengini vermiştir. 1992 yılı, bu bakımdan yeterli veriler sunmuştur. 1992 yılı, zengin ve karmaşık olaylar örgüsüyle emperyalist politikaların sınandığı bir yıl olma özelliği taşıyor.
Emperyalist kapitalizmin geçmiş yıllarda mayalandırdığı ve 1992 yılında bütün çıplaklığıyla yaşanan olguları kabaca sınıflandırarak ele alırsak:
* “İki kulupluluk”tan kaynaklandığı propaganda edilen devletler ve uluslar arasındaki savaşlar ortadan kalkmadı. Aksine daha geniş alanlara yayılarak ve görülmemiş ölçüde şiddetlenerek devam elli. Bugün dünyanın birçok önemli bölgesi, ulusal ve bölgesel çalışmaların girdabı içinde çırpınmakladır. Bu milliyetçi kasırganın kendini en yakıcı olarak duyurduğu bölgelerin başında Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu geliyor.
Emperyalizmin onlarca yıllık kışkırtmalarının meyvesi olarak boy veren ve komşu topraklar üzerinde yaşayan uluslar arasında bir boğazlaşmaya dönüden bu milliyetçi hareketler (Ortadoğu’daki Kürt ulusal hareketini dışla tutarsak), emperyalizmi değil, onlara çeşitli derecelerde bağlanan bölge devletlerini hedefliyor ve emperyalist sistem içinde yeni bir düzenleme isteğiyle ifade buluyor. Eskiden SSCB’yi zayıflatmak için özel stratejiler oluşturarak ve ABD güdümündeki bölge devletlerinin de yardımıyla SSCB’ye karşı harekete geçirilmeye çalışılan Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın ulusları, SSCB’nin dağıldığı koşullarda serbest bir pazara sahip olma talebiyle harekete geçtiler. Bu koşullarda, arlık “Yeni Dünya Düzeni”nin bir düzensizlik olduğunun gözle görülür göstergeleri durumuna geldiler. Bu çatışmaların yakın bir zamanda sona ereceğine dair hiçbir umut ışığı yok.
SSCB, süper emperyalist bir güç olarak emperyalist bir bloğun başını çekerken, kapitalizm, kendi doğasından kaynaklanan sorunları bu iki kamp arasındaki çatışmaya bağlıyordu. Dünyadaki bütün gerilimli ilişkiler, savaş tehlikesi ve bölgesel çatışmalar bu “iki kutupluluk” ve kamplaşma ekseninde yorumlanıyor ve böylece kapitalist dünyanın çelişkilerinin üstü örtülüyordu. Emperyalist ideologların temel iddialarından biri, SSCB’nin temsil etliği “Sosyalist Kamp”ın ortadan kalkması durumunda, savaş ihtimalinin ve bölgesel savaşların arlık yaşanmayacağı şeklindeydi. Ama yaşananlar bu iddiayı baştan aşağı çürüttü ve bütün bu sorunların kapitalist dünyanın kaçınamayacağı sorunlar olduğunu ortaya koydu.
* 1992’de yaşananlar, başka önemli bir gerçeğin görülebilmesi için de yeterince veri sundu: emperyalist sistem için “tek kutuplu” bir dünya imkânsızdır.
İkinci Emperyalist Savaş’tan sonra emperyalistler arasındaki değişen güç ilişkileri, sonrasında revizyonizme evrilen dev bir sosyalist bloğun varlığı koşullarında, gerçekte hiçbir zaman ortadan kalkmayan emperyalistler-arası çelişkiler, sermaye grupları arasındaki paylaşım mücadelesi siyasi ve askeri politikalar yardımıyla yumuşatılabilmiş ve böylece “Sosyalist Blok”un ortadan kalkmasıyla tek kutuplu ve uyumlu bir ilişki bütünlüğünün mümkün olduğu, sorunların Doğu Bloğu’na fatura edilmesiyle çokça işlenmişti. SSCB’nin dağılmasının ardından, dünyanın çatışmalı ilişkilerden arınmış bir tek kutupluluğa vardığı, “Yeni Dünya Düzeni”nin temel iddialarından biri oldu.
Sovyetler Birliği’nin resmen dağılması, “iki kulupluluk”un sonu olmak bir yana, bu yeni kutuplar askeri planda Sovyetler Birliği kadar güçlü olmasalar da, birçok kutupluluğun bütün belirtilerini ortaya çıkardı. “Yeni Dünya Düzeni” ittifakla üzerinde anlaşılan bir proje olmakla birlikte, farklı emperyalist güçler bu projeye farklı içerikler kazandırarak kendi hegemonya ve pazar alanlarını korumanın ya da genişletmenin aracına dönüştürmeye çalışıyorlar.
ABD emperyalizmi, tek kutupluluktan kendi egemenliğinin bütün dünya ve bütün diğer emperyalistlerce mutlak biçimde kabul edilmesini anlıyor ve kendisinin dünya jandarması işlevi gördüğü statükonun devamını istiyor, emperyalist sistemin baş patronu olarak çıkarlarıyla çelişebilecek her duruma ve her ülkeye müdahale edeceğini ortaya koyuyor. Ortadoğu’da kendisine kafa tutan Saddam’a silahla baş eğdirmek, ekonomik ve siyasal abluka altında tutmak için Arap çöllerinde büyük operasyonlar düzenledi ve kendisini kalıcılaştırdı. Afrika’da egemenliğini kabul etmez bir hava sezdiren Libya’ya yönelik provokasyonların ve saldırıların ardı arkası gelmedi. ABD’de belki yüzlercesi bulunan bir kimyasal silah üreten fabrikaya sahip olması, Libya’ya müdahale edilebileceğinin haklı nedeni yapıldı. Ve en son Somali’de giriştiği harekâtla, stratejik bölgelere yerleşirken aynı zamanda dünyada barışın da, savaşın da kendisinden sorulacağının, açları da ancak ve bir tek kendisinin kurtarabileceğinin mesajını bütün dünyaya verdi.
Buna karşılık AET’ye üye emperyalist devletler ve Japonya, tek patron islemediklerini, kendilerinin de bütün bu paylaşımda; siyasal ve diplomatik ilişkilerde bir yerleri olduğunu her vesile ile dile gelirdiler ve 1992 yılı bu türden kafa kaldırmalara çokça sahne oldu.
SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden paylaşılmaya aday olan eski Sovyet cumhuriyetlerinin paylaşılması ve bu alanlara sermaye aktarılması problemli ilişkilerin başında geldi. Bu cumhuriyetler emperyalist pazarla tümüyle bütünleşmek isliyordu ve tam da bu noktada bir soru beliriyordu: Kiminle birleşilecek, hangi emperyalist grubun etkisine girilecek? Avrupalı emperyalistler ve özellikle Doğu Almanya’yı yutarak emperyalist süper bir güç olarak dünya sahnesine çıkmaya aday olduğunu ortaya koyan Almanya, “yeni düzeni” pazar alanlarında yeni bir düzenleme olarak görüyor ve nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyordu. Bu istem diplomasi alanında, ABD’nin her politikasına, muhalif alternatif politikalar sergilemekle dile geliyor. Yugoslavya’dan iç savaşa karşı tulumda bu çok belirgin bir hal aldı. ABD, Yugoslavya’daki mevcut durumun devamından yana tutum belirlerken Avusturya ve İtalya’yı da tarafına çeken Almanya, Hırvat ve Slovenlerin bağımsızlık talebini destekledi ve uluslararası platformlarda bunun sözcüsü oldu.
Son bir yıl içinde Avrupa’da yaşananlar ise, hem ABD ile Avrupalı emperyalistler arasındaki, hem de Avrupalı emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkileri su yüzüne çıkardı. ABD’nin Avrupa Birliği’ne öteden beri soğuk baktığı biliniyor Ama bugünkü koşullarda, yukarda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı, Avrupalı emperyalistlerin birlik girişimlerinden kaygı duyuyor ve onlara büyük kardeş olduğunu sıkça hatırlatıyor.
Bu tutumun somut ifadelerinden biri GATT anlaşmazlığında görüldü. İkinci Savaştan sonra, sosyalist ve daha sonra da revizyonist blok karşısında çelişkilerin belirli bir anlaşma potasında eritilmesi ihtiyacının ürünü olarak temelleri atılan GATT (Genel Ticaret ve Gümrük Anlaşması), şimdi ABD ve Avrupa arasında bir ticaret savaşına dönüşmüş bulunuyor. ABD, çatışmanın ilk raundunda Avrupa’yı tarım ürünlerinin üretimi ve ihracatını belirli bir sınırın altına çekmeye zorladı ve Avrupa’daki iç muhalefete karşın istediklerini açıkça tehdit de ederek Avrupa devletlerine kabul ettirdi. Ama tarım dışı alanın söz konusu edileceği ileriki anlaşmaların “anlaşmama”ya dönüşeceğinin birçok ipucu var.
1991 yılı Aralık’ında toplanan ve Şubat I992’dc bir anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanan Maastricht Zirvesi, Avrupalı emperyalistlerin bütün dünyaya iyimser “mesajlar vermesine neden oldu. Anlaşmaya göre, daha önce atılan adımlar tamamlanacak, gümrüksüz bir iç pazar oluşacak, sosyal uyum, ekonomik birlik ve para birliği belirli bir zaman dilimi içinde sağlanacaktı. Emperyalist çıkarların diğer emperyalistlere karşı güvenceye alınması, kapitalist ideoloji ve burjuva demokrasisinin “global” planda merkezileştirilmesi, emekçi sınıfların daha da yoksullaştırması amacı taşıyan bu anlaşma, kuşkusuz anlaşmanın tarafları olan emperyalist devletler arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmayacaktı, ama bu haliyle bile gerçekleşmesi zor görünüyordu. Nitekim 16 Eylül’de patlayan mali kriz, ortakların birbirlerine yönelik ağır suçlamalarına neden oldu. Dizginlenmemiş bir rekabet ve kapışmanın ifadesi olan “kara çarşamba”, Almanya’nın partnerlerince “sabotaj yapmak”la suçlanmasına neden oldu. Borsa endeksleri hızla düştü, Mark dışındaki paralar değer kaybetti ve İngiltere ve İtalya para birliğinden çekilmek zorunda kaldı. Bu anlaşmaya imza koyan hükümetlerin diğer bir sıkıntısı ise, anlaşmanın ülke kamuoyunda yarattığı muhalefetti. Ve Danimarka’daki referandumdan Maastricht’e “hayır” çıktı. Fransa ise çok küçük bir farkla “evet” çıkarabildi. Danimarka’nın, Edinburg Zirvesi’nde, birçok konuda serbest bırakılmasıyla kriz bir dereceye kadar aşılabildi.
Böyle resmi bir birlik gerçekleşse bile, tekelci burjuvalar arasındaki savaş son bulmayacak, çelişkiler, birlik içinde kimin borusunun öteceği hesapları ve yeni çatlamalarla sürecektir.
Öte yandan, Uzak Doğu’da yükselen bir emperyalist olan Japonya da her alanda palazlanıyor ve sermaye hareketinin ihtiyaçları doğrultusunda politik ve askeri adımlar atıyor. Militarizmi güçlendiriyor ve ülke dışına asker yollamasını yasaklayan anayasa maddelerini değiştiriyor.
Bütün bu ilişkiler, pazarlarını genişletme ve daha fazla pay kapma, sermaye akıtma ve hammadde alanlarını ele geçirme mücadeleleri, dünyanın hızla çok kutuplulaştığının, emperyalizmin her/aman olduğu gibi emperyalist savaş tehlikesinin kaynağı olmaya devam elliğinin göstergeleridir.
* 1992 yılı, “demokrasi”, “insan hakları”, “çağdaşlaşma”, “ortak insani değerler” sloganları ile yürütülen, uygulanan politikaların, gerçekte emperyalist burjuvazinin, kendi egemenliğini bir dünya sistemi olarak merkezileştirmesinin propagandif unsurlarından başka bir şey olmadığına yeterince açıklıkla tanıklık etti. Kuşku yok ki, bütün bu kavramlar, farklı sınıflar için farklı içerik kazanır. Emperyalist burjuvazi de sloganları, kamuoyunu yanıltıcı tarzda işlerken, gerçekte kendi egemenliğinin iyilikle ya da zorla tanınması, sömürge, yağmalama ve baskı altında tutma “hakkı” olarak görüyordu. Onlar için demokrasi, çıkarların tehlikeye girdiği noktada terör demekti.
* Emperyalist ekonomilerdeki istikrarsızlık ve kriz öğeleri 1992’de de birikmeye ve zaman zaman sarsıntılara yol açmaya devam etti. Emperyalist sistem içinde yer alan geri ülkelerin hiçbir zaman istikrara kavuşmadığı, ekonomik krizin, boğazına kadar borca gömülmenin açlık ve yoksulluğun bu ülkelerin neredeyse kaderi olduğu herkesçe kabul görüyor. Ama olgular, yalnızca geri ülkelerin değil, emperyalist metropollerin de derin bir bunalım içinde olduğunu gösteriyor. Bütçeler bir türlü denkleştirilemiyor, büyüme hızı sıfıra yaklaşıyor, işsizlik çığ gibi büyüyor. Enflasyon yükseliyor.
SSCB’nin dağılması ile birlikte bu ülkelerdeki durum daha da kötüye gitti. Bu dağılma, emperyalist sistem için bir istikrar unsuru değil, istikrarsızlığı derinleştiren bir etken oldu. Bütün dünyada açlık, yoksulluk milyonlarca insanın hayatını tehdit ediyor.
Bütün olgular, emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımın yeni bir aşamasına doğru yol aldığı yönünde. Bunalımı aşmak amacıyla uygulamaya sokulan politikalar, yeni sorunlar doğuruyor. Fatura, geri ülkelere ve emperyalist ülkelerin emekçi sınıflarına kesiliyor. Emperyalist devletler, emekçi sınıfları açıkça fedakârlığa çağırıyorlar. Devletler, sağlık, sosyal güvenlik alanından tümüyle el çekiyor. Bütün bunların doğrudan sonucu, mutlak bir yoksullaşma, her türlü sosyal güvenceden yoksunluk olarak beliriyor.
Bütün bu politikalar, ırkçı faşist bir yükselişe zemin yaratıyor. Yabancı düşmanlığı tehdit edici boyutlara varıyor. Danimarka, Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya ve İtalya gibi Avrupa’nın belli başlı ülkelerde faşist partiler seçimlerde oy oranlarını artırdı.
* Emekçileri daha çok yoksullaştıran emperyalist politikalar, bu sınıflardaki muhalefet potansiyelini eyleme dönüştürüyor. 1992 yılında Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde yaygın grevler yaşandı. Avrupa’nın sokakları işçilerin, hizmet sektöründe çalışan emekçilerin grevleri ve gösterileriyle çalkalandı. Almanya’da, yenilgiyle de sonuçlansa, Mayıs ayında 100 bin kamu işçisinin katıldığı grev günlerce hayatı felç etti. Bunu İspanya’daki, emekçilerin ezici bir çoğunluğunun katılımıyla gerçekleşen genel grev izledi. Yunanistan 1992 yılı boyunca hiç durulmadı. İngiltere’de madenci direnişi ve ağır vergilere karşı direniş manşetlerden düşmedi. İşçilerin yanı sıra, küçük üreticiler de yaptıkları eylemlerle adlarını sıkça duyurdular.
1992’nin en önemli muhalefet hareketinden biri Amerika’da Mayıs ayında patlayan ve bir uçtan bir uca bütün Amerika’yı sarsan hareketlerdi. “Kara isyan” olarak gösterilen bu hareket, gerçekle önemli sayıda beyazın da katıldığı bir yoksullar isyanıydı.. Dünyanın en gelişmiş metropolünde patlak vermesi, oldukça anlamlıydı.
Yoğun ideolojik bombardıman altında pazar ekonomisinin “erdemlerine” inandırılan Doğu Avrupa’nın ve eski Sovyetlerin emekçileri, çok kısa sürede, kapitalist dünyanın, reklâmların renkli dünyasına benzemediğini kendi gözleriyle gördüler ve muhalefetleri sosyalist örtüden arınmış çıplak kapitalizme yöneldi. Geçmişte yaşadıkları sosyalist dünyaya özlemlerini sosyalizmin simgesi olan Lenin ve Stalin posterleriyle yönelim aleyhtarı gösterilerle dile getirdiler.
Bu bölümde anlatılanları toparlarsak: “Yeni Dünya Düzeni”, emperyalist nitelikte bir ideolojik propaganda sloganıdır. Onda yeni olan bir şey yoktur. Bütün tanıdıklığı ve çürümüşlüğü ile kapitalist dünyadan başka bir şey değildir. Kapitalist dünya, bunalımların, savaşların, açlığın ve yoksulluğun dünyasıdır; insanlığa kendi çelişkili yapısından kaynaklanan sorunlardan, toplumsal çöküntü, ekonomik ve siyasal yoksunluk, kirletilmiş bir çevre, kültürel ve ahlaki çöküntüden başka bir şey sunma olanağına sahip değildir. 1992’nin olguları, bunları kanıtlayan yeterince veri sunmuştur.

…VE TÜRKİYE
Emperyalist-kapitalist sistemin bunalımının, üzerinde yer aldığı bölgenin özelliklerinin, bağımlı yapısının ve bünyesinde taşıdığı ulusal devrimci potansiyelin etkisiyle çok daha olgunlaşmış olarak yaşandığı bir ülke olarak Türkiye, 1992 yılında diktatörlük ile emekçi sınıflar ve Kürt halkı arasında cereyan eden sert çatışmalara sahne oldu. Artan bunalım öğeleri, her geçen gün daha da sertleşme eğilimi taşıyan sınıf çatışmaları, Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesi Türkiye’yi emperyalist cephe zincirinin yarılmaya elverişli bir parçası haline getirmiştir.
Koalisyon hükümetinin birinci yılı olma özelliği de taşıyan 1992’de, emperyalist ülkelerin ve onlara bağlı mali kuruluşların direktifleri ve burjuvazinin ihtiyaçları tarafından belirlenen politikalar, gericiliğin açmazını daha fazla derinleştirmekten, emekçi sınıflar ve Kürt halkının muhalefetini beslemekten başka bir işlev görememiştir. Ücretlerin olabilecek en düşük seviyede tutulması, emekçi sınıfların vergi yükünün artırılması, bütün tüketim maddelerine yüksek oranda zam yapılması, yüz binlerce işçinin sokağa atılması, patronların bütün istediklerinin itirazsız yerine getirilmesine rağmen burjuvazi, bunalımdan kurtulamadı, sorunlarını aşamadı.
* Dış politikada, “Büyüyen Türkiye”nin gereğine uygun olarak atılan her adım beraberinde yeni sorunlar getirdi. Asya’ya doğru çıkılacak ekonomik “sefer”de, Almanya’ya karşı Amerika’nın taşeronu olma kararı, Almanya tarafından silah ambargosuyla karşılandı. Türkiye ile aralarında “güçlü manevi bağlar” olduğu söylenen Türki cumhuriyetleri, Türkiye’nin isteklerini karşılayamayacakların açıkça belli ettiler. Ermenistan sorunu, hükümeti iki arada bir derede bıraktı; bir yandan Azerbaycan’a destek verilmesini isteyen iç muhalefet, öte yandan emperyalistlerin Ermenistan politikası. İzlenen dış politika, Türkiye’nin bağımsız bir dış politikası bulunmadığını açıkça ortaya koydu. Bu politika, politik ve askeri bakımdan, ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu, ekonomik bakımdan ise emperyalist sermaye taşeronluğuna denk düşüyor.
* Seçim meydanlarında bolca lafı edilen “şeffaflaşma”, “demokratikleşme”, “insan hakları” gibi kavramların bir aldatmaca olduğu, Hükümetin daha ilk uygulamalarıyla görüldü. Burjuvazi ve diktatörlük, yığınların beklentilerine cevap verecek imkânlara sahip değildi. Bir yandan, sahte vaatlerle emekçi yığınlar içinde beklenti havası yayılırken diğer yandan azgın bir saldırı başlatıldı.
“Kürt realitesinin tanındığını”, “Kürt halkının kucaklanacağı” şeklinde sloganlarla başa geçen hükümet, Kürt halkına yönelik sürdürülen savaşın fütursuz uygulayıcısı oldu. Saldırı, “Bahar Taarruzu” adı verilen ve sözde PKK’nın başlatacağı ayaklanmayı bastırmakla gerekçelendirilen büyük harekâtla yeni bir aşamaya yükseldi. Newroz’da gösteri yapan halkın üzerine doğrudan ateş acıklı. Ardından on binlerce insanın oturduğu kentler bombalanarak harabeye çevrildi.
Genel Kurmayca planlanan ve aşama aşama hayata geçirilen saldırının son aşamasına “Topyekûn Saldırı” ve “İç Harekât” adı verildi. Darbe söylem ileriyle bir ürküntü havası yaratıldı ve bütün yetkilerin Genel Kurmay’da toplandığı, açık bir askeri darbeye gerek bırakmayan düzenlemelere gidildi. Bütün bu saldırılar, köyleri, kentleri ateşe vermeler, Kontrgerilla cinayetleri Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesini yok edemedi.
* Genel Kurmay, “Topyekûn Saldın” planını açıklarken, bu saldırının Kürdistan’la sınırlı kalmayacağını, bütün “yurt sathında” ve bütün muhalif güçlere karşı yürütüleceğini ifade etmişti. Gerçekten de bir yıl boyunca, Kürt halkına saldırı, işçi sınıfı ve emekçi saldırıyla birlikle yürütüldü. Hükümetin kurulmasıyla birlikle kısa bir beklenti döneminden sonra hareketlenen işçi sınıfı, karşısında birleşmiş gericiliği buldu. Düşük ücretlere, taşeronlaştırmaya, özelleştirmeye karşı mücadeleye atılan işçi sınıfının moral barikatını yıkmak için Belediye grevi seçildi. Bu, bilinçli bir seçimdi. Çünkü “çöpçü”lere karşı basının da yardımıyla bir kampanya açılmış, sokaklardaki pisliğin sorumlusunun, 10 milyondan fazla para isteyen çöpçüler olduğuna azımsanmayacak sayıda emekçi de inandırılmıştı. Burjuvazi, belediye grevini yenilgiyle bitirmekle, sınıfın diğer kesimlerinin moral barikatını yıkmak ve kendi istediği koşullarda sözleşme imzalamak istiyordu. Burjuvazinin saldırıları, işçileri yeniden greve çıkmaktan alıkoyamaz ve bugün on binlerce işçi greve hazırlanmakladır.
Ayrıca, işçi sınıfı, kamu çalışanlarının şahsında önemli bir müttefike de sahiptir. Sendikal özgürlük talebiyle kararlı bir mücadele veren kamu çalışanları, 1992’nin en hareketli emekçi kesimlerinden bir oldular.
Kısaca; Burjuvazi ve diktatörlük, işçi sınıfının, emekçi halkın ve Kürt halkının talep ve özlemlerine cevap verecek güce, kudrete sahip değildir. Ekonomik saldırı ve siyasal şiddet, egemen sınıfların yalnızca tercihi değil bir zorunluluktur.
Derinleşen ekonomik bunalım, yükselen işçi ve memur hareketi, Kürt ulusal hareketi bütün bu güçlerin sahip oldukları devrimci dinamik, Türkiye’nin bir devrim ülkesi olmaya aday olduğunun göstergeleridir.
İşçi sınıfımız küçümsenemeyecek bir tecrübeye sahiptir. Bugün, esas olarak kendiliğinden karakterli bir mücadele verse de, talepleri ücret taleplerinin sınırlarını çok aşmış durumdadır. Kürt ulusal hareketi, Ortadoğu’da emperyalizme yönelmiş tek ulusal hareket olma özelliğine sahiptir. Bütün bu avantajları, örgütlü devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir bileşeni kılmak için, devrimci komünist hareketin yeterince birikimi ve tecrübesi vardır. Türkiye işçi sınıfını, emekçileri ve Kürt halkını 93’te de zorlu mücadeleler, sert çatışmalar bekliyor.

Ocak 1993

Maastrıcht Anlaşması Ve Hukukun Siyasal İşlevi

İ. Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü başlığı ile yayımladığı çalışmasında, yasa teriminin, yasag veya yasağ sözcüklerinden son harfin düşmesiyle Anadolu Türkçesine geçtiğini belirtiyor.
Yasag/yasağ sözcüğü Marizin dilinde kullanılıyor. Harizm dilinden Asya Türkçesine geçiyor. Asya Türkçesinden de Anadolu Türkçesine aktarılıyor.
Bugün de aktarıldığı ilk şekliyle kullanılıyor. Harizm dilindeki ilk kullanılışı ile bugünkü biçimi arasında aşağı yukarı on beş yüzyıl gibi uzun bir tarihsel dönem yer almasına karşın, terim herhangi bir anlam değişikliğine uğramıyor.
‘Uyulması gereken buyruk kural’ anlamına geliyor.
Ortada uyulması gereken ‘buyruklar, kurallar’ bütünlüğü olduğuna göre, bu bütünlük doğal olarak iki tarafın organik birliğini öngörür: Uyulması gereken kuralları koyanlar ve uyulması gereken kurallara uymak zorunda olanlar… Özne ve nesne.
Etimolojik kökeni ile dahi terim, bir eşitsizlikle, bir ayrıcalıkla işe başlamış oluyor.
Eşitsizlik ve ayrıcalık, egemenlik ilişkilerini doğuruyor, ‘toplumsal ayrıcalık’ ve sınıfsal eşitsizlik olgusu, siyasal egemenlik; siyasal iktidar ilişkisi ile tamamlanıyor.
Siyasal egemenlik, ekonomik ve toplumsal egemenliğin aktif bir yansımasıdır.
Siyasal egemenlik ilişkisi kendi meşruiyetini ve varlığını ancak, ‘uyulması gereken buyruklar’ bütünlüğü ile sağlayabilir.
Yasanın varlığı, devletin varlığını öngörür, devletle birlikte varolur.
Bir toplumun yasaları, kamu otoritesi, yani o toplumun kamu gücü tarafından veya kararlarını bu gücün desteklediği görevliler, ya da seçmenler tarafından açıkça onaylanan yürütme ve davranış kurallarıdır. Devletin olduğu toplumlarda yasalar, devlet tarafından açıkça onaylanan yürütme ve davranış kurallarıdır. Kendisini destekleyecek bir kamu gücü, siyasal bir devlet örgütlenmesi olmaksızın hukuk varolamaz.
Devlet, toplumun sınıflara bölünmesiyle birlikte toplumun içinden çıkmış, ama onun üzerinde ona yabancılaşmış siyasal bir mekanizmadır, siyasal bir baskı aygıtıdır.
Devleti, diğer örgütlerden ayıran temel özellik bir cebir kuvvetine sahip olmasıdır, zor aygıtı olmasıdır. Devlet yasal bir tekeldir, zora başvurma tekelidir. Halkın özerk silahlı örgütlenmesinin yok edilmesi ile silah tekeli devlete geçmiştir. İstisnasız bütün devlet örgütleri, silah tekelini elinde bulundurur. Sömürüye dayanan toplumlarda bütün devletlerin temel kuruluş yasası, halkın silahsızlandırılmasını, silah tekelinin devlete aktarılmış olmasını garanti altına alır. Fiziki bir güce dayanmayan ‘buyruklar/kurallar’ manzumesinin uygulanabilmesine olanak yoktur çünkü.
Yasa, varlığını fiziki devlet gücünün varlığına borçludur. Hatta terimin kendisi bile, bütün topluma ait olan fiziki gücün, toplumdan ayrışmış ve artık onun üzerine çıkmış siyasal otoritenin oluşması tarihi ile birlikte biçimleniyor. Cengiz İlan Buyrukları, 400 yıl sonra Timurlenk tarafından toplanarak 33 bölümlük bir bütün haline getirilinceye kadar, Harizm dilinde, Türkçede de anlam kaymasına uğramadan kullanıldığı ilk biçimiyle, yasa kavramıyla adlandırılıyor.
Yasa ve hukuk, açık ki, zor aygıtlarına dayanmaksızın, zor aygıtları ile donatılmaksızın hiçbir anlam ifade etmez.
Yasaların uygulanabilmesi, ancak bir fiziki gücün varlığı ile mümkün olabiliyor.
Yasalar yönetenler için değil, yönetilenler içindir.
Yasa kavramı, Arapçada, ‘kural,-düzen’ anlamına gelen ‘kanon’ terimi ile ifade edilir. Türkçeye ‘kanun’ olarak geçmiştir. Kanun terimi, Doğu Karadeniz Bölgesinin belli yörelerinde, çıplak anlamıyla, dayanağı olan fiziki güç ile özdeşleştirilerek kullanılır. Güçlü ve yaygın iletişim ağının terimler arasındaki anlam farklarını sıfıra yaklaştırmasından önceki süreçte, Doğu Karadeniz Bölgesinde ‘inzibat eri’ne ‘kanun’ denirdi.
Trabzanun içinde
Tutdi beni kanunlar
Eser deniz yüzgarı
Hep açilur hanımlar
Uygulanabilmesi ve uyulması için devletin fiziki gücünün varlığını gerektirmeyen kurallar, örf ve adetlerdir, gelenek ve göreneklerdir, yerleşmiş görgü kurallarıdır. Tortulaşmış geleneklerin varlığını sürdürmesi bile, devletin gerici karakterini sürdürmesine ve resmi ideolojinin varlığına borçludur. Toplumu oluşturan bireylerin ve birey kolektiflerinin gelenek ve göreneklere uymaları kuralı ile yasalara uymak zorunda bırakılmaları kuralı arasındaki fark, birincisinde-ki zorlamanın kamuoyunun ideolojik baskısına dayanmasıdır. İkincisindeki zorlama ise toplumdan işbölümü bakımından ayrılmış özel ve fiziki bir güce sahip bir organizmanın varlığından kaynaklanır.
Devlet yasaların, yasalar devletin varlığını gerektirir.
Yasalar bütünlüğü, kendisini hukuk terimi ile ifadelendirir.
Hukuk, Arapça ‘hakk’ kökünden gelir, ‘hakk’ sözcüğünün çoğuludur. ‘Genel geçerlilik taşıyan kurallar bütünlüğü, yasalara dayanan yetkiler toplamı’ demektir.
Yetki, yetkisizliği öngörür ve ancak yetki kullanma hakkına sahip fiziki bir organın varlığı ile somutluk kazanır.
Yetki kullanma hakkı, siyasal otoritenin tekelindedir.
Hukuk da devletle birlikte varolur, genel karakteristiğini devletin varlığından ve sınıfsal yapısından alır.
Hukuk ve devlet, tarihsel ve sınıfsal bir kategoridir. Sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsal eşitsizliklerin sona ermesine paralel olarak, tarihsel gelişme, insanlığın önüne devletle birlikte hukukun da sönmeye başladığı maddi bir zemin sunacaktır.
Devletin ve hukukun söndüğü, siyasal ve tarihsel işlevini tamamladığı özgürlük çağında, bugünkü kullanıldığı sınıfsal ve siyasal anlamının dışında başka bir içeriğe bürünecek olan yönetim terimi, sadece nesnelerin dağılımı ve üretimin toplumsal gereksinimlere göre düzenlenmesi için kullanılacaktır.
Özgürlükten söz edildiği gün, insanlığın komünizm ideali tam olarak gerçekleştiğinde, hukuk, devletle birlikte ortadan kalkacaktır.
Daha önce değil.
Kapitalist toplum ile komünizmin ikinci evresi arasında yer alan sosyalist toplum, devletin ve hukukun hala var olduğu bir geçiş dönemidir. ‘Burjuvazisi/burjuva devleti’, sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması anlamında burjuva hukukunun sınırlarını aşabilir. Burjuva hukuku hala tek ölçüdür.
Kapitalist toplumda, burjuva ilişkiler ağı zemininde devlet, çıplak biçimiyle egemen olan sınılın fizik gücüdür. Hukuk ise bir zırhtır, fizik gücün zırhını oluşturur.
Hukuk, egemen olan sınıfın yasalaştırılmış iradesidir, bir kurumdur, üst yapı kurumudur. Hukuk, toplumun sosyal üretimini gerçekleştirmek için giriştiği ilişkileri oluşturan ekonomik temel üzerimle yer alan bir üst yapıdır. Mülkiyet ilişkileri, varolan üretim ilişkilerinin hukuksal yansımalarını oluşturur. Medeni Hukuk, mülkiyet ilişkilerinin ete kemiğe bürünmüş biçimidir, temel sosyal ilişkileri formüle eder.
Liberal yorumlara inanmak gerekirse, mevcut yasalarda, ulusal yasalarda ve uluslararası sözleşmelerde cisimleşen burjuva hukuk sistemi, devletle toplum arasındaki ilişkiyi düzenlemenin biricik ve vazgeçilmez meşru yoludur. Hukuk, devletin, toplum nezdinde yasallaştırılmasıdır, ama bu asla eşit bir ilişki değildir. Topluma karşı devletin korunmak istenmesinin, devletin ‘ebedi’ varlığını sürdürme çabasının yasal zırhıdır.
Hukuka, burjuva toplumunda başlı başına ve bağımsız bir alan olarak bakmak son derece yanıltıcıdır. ‘Hukukun üstünlüğü’ tezi, sadece saf hukukçulara ait bir iyi niyeti ifade eder.
Siyasal sistemin yapısından ve sosyal sınıf gerçeğinden soyutlanmış hukuki gerçekler arayışı, sadece bir arayıştır.
‘Yeni Dünya Düzeni’nin amentüsü olarak değer biçilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Paris Şartı gibi Avrupa merkezli uluslararası hukuk normlarının, böylesine bir arayışa olumlu yanıt vermekten uzak olduğunun saptanması son derece önemlidir.
Dün Paris Şartı ile birlikte İnsan Hakları Çağı başlatılmıştı.
Demokrasi ve insan haklarına yönelik propaganda, piyasa ekonomisinin eşliğinde ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ideolojik harcını oluşturuyordu.

MAASTRICHT ÇAĞI
Daha bir yıl öncesinde Paris Şartı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Helsinki Demokrasisi, ILO Sözleşmeleri gibi terimler kutsal anlamlar yüklenilerek kullanılıyordu. TBMM’den geçirilen bir kısım ILO Sözleşmeleri, kamu çalışanlarına sendika adı altında sadece dernekleşme hakkı tanıdı.
Kutsal terimlerin kullanım değerleri bir yıl içerisinde tüketildi. Ama siyasal ve demokratik bir boşluktan söz etmek mümkün gözükmüyor. Ortaya çıkan boşluk, Maastricht Anlaşması ile dolduruldu.
Artık Maastricht Çağı’nda yaşıyoruz.
20 Eylül 1992 tarihinde Fransa’da Maastricht Anlaşması için yapılan oylama, kıl payı bir farkla da olsa ‘evet’le sonuçlanınca, dünya rahat bir nefes aldı, yeni bir başlangıç için yol açılmış oldu.
Fransa’daki oylama bir dönüm noktası oldu ve yeni bir çağın başlangıcı, bir başlangıç olarak Avrupa için resmen ilan edildi.
Şimdi yaygın bir propaganda ve ideolojik bombardıman kampanyası sürdürülüyor. Türkiye’nin liberal aydınları, Maastricht Anlaşması’nı ve getirdiği hükümleri, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra, dünyanın yaşadığı en büyük ‘ikinci devrim’ olarak lanse ediyorlar.
1789 Fransız Devrimi’nin getirdiği tüm kalıp ve kavramlar, -tüm değerler 203 yıl sonra, gene aynı coğrafya zemininde Maastricht Devrimi ile yıkılmış oldu. Maastricht Devrimi, Büyük Fransız Devrimi’nin dünyaya armağan ettiği ‘milliyetçilik, bağımsızlık, egemenlik’ kavramlarını kökünden sarsarak kaldırıp attı. ‘Evrensel, global ve rekabetçi’ değerler, hukuk zemininde de onaylanmış oldu. Bu anlaşma ile Avrupa Topluluğu’nu oluşturan 12 ülkenin ‘tek ülke’ olmasının yolu açılmış oldu.
Maastricht, eski değerleri yeniden yorumladı.
Türkiye’nin Avrupacı liberal aydınları Maastricht Anlaşmasını böyle yorumladılar. İzlenmesi gereken tarihsel bir süreç olarak değerlendirdiler.
Şimdilerde bu kampanyanın hızı kesilmiş gibi gözüküyor. Ama Anayasa tartışmalarının gündeme gelmesi koşullarında, sadece Maastricht Anlaşması hükümlerinin değil, onunla birlikte Paris Şartı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinin de yeniden güncelleşeceğinden, dahası kutsallaştırılacağından kuşku duyulmaması gerekiyor.
Anlaşma, esasında yeni hükümler getirmiyor, böyle bir amacı da yok, ayrıntılarıyla ele alındığında daha geri hükümlerin formüle edildiği de görülebilir. Maastricht Anlaşması temel hukuk felsefesi ve siyasal boyutlarıyla, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerini ve üye ülkelerin anayasalarını temel alıyor.
Anlaşma, bu genel çerçevenin formüle edilmesi ve onaylanmasıdır.
Maastricht Anlaşmasına temel olabilmesi için, Türk hukuk mevzuatının da uluslararası standartlara uyarlanması, siyasal hukuk vitrininin güzelleştirilmesi gerekiyor.
Demokrasi için uyum isteniyor.
Uluslararası basın tekelleri aracılığıyla Türkiye’nin ‘Maatricht Avrupası’na katılabilmesi için bir ‘Hukuk Devrimi’ ne yönelmesi gerektiğinin propagandasını yürütüyor.
Demokratikleşme Programları, bir yandan mevcut birikimi sistemin açtığı yeni kanallar içerisinde eritme çabasına hizmet ediyor, bir yandan da genel bir uyum sağlamak için tek tek bir takım adımların atılmasını gerekli sayıyor. 141-142. maddelerde yapılan değişikliklerle başlayıp CMUK ile devam eden ve önümüzdeki dönemde anayasa değişikliklerine yönelmesi muhtemel gelişmeleri, hep bu uyum sürecinin tek tek bileşenleri olarak değerlendirebilmek mümkün gibi gözüküyor.
Maastricht Anlaşması, ‘Yurttaşlık Hakları’nı düzenleyen dördüncü bölümünde, uluslararası hukuk sözleşmelerine ve en başta da 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine ve üye ülkelerin anayasalarına atıf yapmakla yetiniyor.
Bu durumda Maastricht Anlaşması’nın nasıl bir Avrupa ve daha önemlisi de nasıl bir demokrasi tablosu çizdiğini kavrayabilmek için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini eksen alarak, uluslararası hukuk sözleşmelerinin belirli temel hükümlerini irdelemek önem kazanıyor.

YASALARIN YASALARLA İŞLEVSİZLEŞTİRİLMESİ
İki temel saplama başlangıç noktası alınabilir.
Birincisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni diğerlerinden ayırmak gerekiyor, AİHS dışındaki uluslararası sözleşme ve anlaşmalar, imzacı devletler, özellikle de Avrupa devletleri açısından bağlayıcı bir değer taşımıyor. Bu sözleşmelerin, genel çerçeveler çizmek ve geleceğe yönelik belirli yönelimlere işaret etmek dışında fazlaca bir işlev taşımadıklarını görebilmek mümkün. Daha önemlisi de, imzacı devletlerin muğlâk hükümler taşıyan bu tip uluslararası sözleşmeleri, ya temel devlet politikalarına uyumlu bir biçimde yorumlayarak uyguladıkları, ya da belirli ‘çekince’lerle mevcut muğlâk hükümleri daha da işlevsiz hale getirdikleri görülebilir.
21 Kasım 1990 tarihli Paris Şartı hükümleri arasında ver alan ‘azınlıklar’ konusunda imzacı devletlerin yorumlarından örnek olarak söz etmek mümkün gözüküyor. En hasta Fransa’dan söz edilebilir. Dansız Hükümeti, ülkesinde bir azınlık bulunmadığını bir devlet politikası olarak kabul ediyor. Fransız Adalet Divanı da Korsikalıların, Fransızlardan ayrı bir ‘halk’ veya ‘azınlık’ olarak tanımlanamayacağı kararını onaylıyor. İmzacı devletlerin başında yer alan Büyük Britanya, İtalya ve ABD, bu konuda Fransız dostlarının politikasından fazlaca ayrı düşmediklerini gösteriyorlar. ABD’de ulusal ve dinsel azınlıklara genel vatandaşlık statüsü dışında ayrıcalıklar tanınmıyor.
Türkiye ise çok daha net bir örnek. Türkiye, Paris Şartı’nda yer alan ‘milli azınlıklar’ tanımlamasını, ancak yürürlükteki uluslararası anlaşmalarla, kendilerine bu ayrıcalığın tanındığı topluluklar için resmi olarak kabul ediyor. Türkiye’nin imza koyduğu bu uluslararası anlaşmalar 1924 tarihli Lozan Barış Anlaşması ile 1925 tarihli Türkiye-Bulgaristan Dostluk Anlaşması’dır. Bu anlaşmalarda, Türkiye’de azınlık olarak Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar toplulukları tanınır. Kürt varlığından, lafız olarak dahi söz edilmez.
Türkiye’nin yorumunun ve yorumuna uygun bir politika izlemesinin, uluslararası alanda fazlaca bir tepki görmediğini, tersine, yeni uluslararası anlaşmalarla da desteklendiğini söylemek gerekiyor. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu da kapsayan bir kuşağın, Mersin Limanı dâhil, 39. paralelin güneyinin, silah indirimi anlaşmalarının dışında tutulması olgusunun, Paris Şartı’nın imzalanmasından sonraki bir tarihte AKKA Anlaşması ile gerçekleşmesi, resmi politikaya uluslararası desteğin bir ifadesi olarak alınabilir. Devamını da söylemek gerekiyor. Silah indirimi görüşmelerinde varılan sonuçlarla, NATO’nun yeni askeri yönelimleri arasında yakın bir paralellik olduğu anlaşılıyor. Sovyetler Birliği faktörünün ortadan kalkmasından sonra NATO, yönünü ulusal sorunlar açısından en sıcak bölge olan Ortadoğu’ya çevirdi.
Düşman kuvvetlerin yeni renginin ‘yeşil’ olarak seçilmesi, bu yönelimi simgelemesi açısından önem kazanıyor.
Bir sonuca işaret etmek gerekiyor: Paris Şartı gibi uluslararası anlaşmalar, resmi politikaları güçlendirdikleri ölçülerde ve koşullarda, ancak bu koşullarda imzacı devletler için önem kazanıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin diğer uluslararası anlaşmalardan farkı, imzacı devletler açısından bağlayıcı bir özellik taşımasıdır.
Ama AİHS, aynı zamanda, taşıdığı istisna maddeleri ile belirli siyasal hakların kısıtlanmasında veya tümüyle ortadan kaldırılmasında imzacı devletlere geniş bir hareket serbestîsi sağlayan hukuki bir belgedir.
Metin içi eklerle aktarılan örnekler de görebilmek mümkün, iç hukuk belgeleri, siyasal kamu otoritesine, daha geniş ölçülere varan ‘hak kısıtlama hakkı’ tanıyor. Temel bir yasa veya özel alanları kapsayan yasalar, birinci maddeleri ile insanlığın binlerce yıllık siyasal ve sosyal mücadelesinin ortaya çıkardığı birikimi formüle ediyor. Ama bu birikimin, belirli siyasal koşullarda, ya aynı yasanın değişik maddelerine dayanılarak ya da başka yasa maddeleri ile işlevsizleştirilebilmesinin yasal zemini daha baştan hazır hale getiriliyor. Resmi politikalar yasal dayanağını, yasaların istisna maddelerinden, ikinci maddelerinden alıyor. Teknik anlamda belirgin bir farklılıktan söz etmek gerekiyor; Türk hukuk mevzuatında, 1982 Anayasası dâhil, yasa maddelerinin ruhunu oluşturan, ama istisna maddeleri görüntüsüne sahip ikinci madde hükümleri, çok büyük bir vurgu ile öne çıkarılırken, uluslararası standartlarda ve Batı’nın demokratik yasalarında, resmi politikaların meşru kaynağım oluşturan ikinci maddeleri, genel hükümlere, daha inceltilmiş bir teknikle monte ediliyor. İkinci sıradaki maddeler, genel hükümleri işlevsizleştiriyor. Şöyle de söylenebilir: İkinci madde hükümleri, pratikte temel hükümler olarak uygulama alanı buluyor,
Türk hukuk mevzuatının, genel hükümlerle istisna maddeleri arasında varolan sıralama ve vurgu farkı dışında, Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi hükümlerine çok fazla ters düşmediği söylenebilir. Sıralamanın değiştirilmesi ve ikinci madde hükümlerine yapılan vurgu şiddetinin azaltılması sadece uyumsuzluğu gidermekle kalmayacak, belki ‘NATO ülkeleri kadar demokrasi1 sloganının da kendisine hukuki bir zemin bulmasının başlangıç noktasını oluşturacaktır. ‘NATO ülkeleri kadar demokrasi’ sloganı olsa olsa resmi politikaların Batı’nın yerleşik hukuki normları ile onaylanmasının yeni bir ifade ediliş biçimi olabilir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin resmi adıyla İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme’nin ana ekseninde yer alan istisna hükümleri, ‘kamu güvenliği’ gerekçesiyle, sistemin kolektif çıkışlara ve toplumsal muhalefetin radikalleşmesi olasılığına karşı korunmasının, güvenceye alınmasının yasal zırhını oluşturuyor çünkü.

HAK SINIRLAMA HAKKININ EVRENSEL ÖLÇÜTLERİ
İkincisi, İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasındaki uluslararası sözleşmelerin ilki olan ve Hitler faşizmine, karşı uluslararası cephede sürdürülen başarılı bir direnişin de belirli izlerini taşıyan 10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi’nin 29/2. maddesinde “her insan, haklarından ve özgürlüklerinden yararlanırken (…) demokratik bir toplumda ahlak, kamu düzeni ve genel refahın yerinde gereklerini karşılamak amacıyla koyduğu kısıtlamalara tabidir” hükmü yer alıyor.
En başka 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, daha sonraki tarihlerde imzalanan uluslararası sözleşmelerin, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kısıtlamada temel bir kural olarak koyduğu ölçütü, büyük ölçüde genişlettiği görülüyor. Metin içi eklerde, Maastricht Anlaşması’nın temel aldığı AİHS’nin kısıtlama maddeleri üzerinde ayrıntıları ile duruluyor.
Ama şimdiden şu söylenmelidir: İmzacı devletler, iç-hukuk düzenlemeleriyle, özgürlüklerin sınırlandırılmasına getirilecek ölçütleri ayrıntılarıyla yeni başlan formüle ediyorlar. Bazı ölçütler, kentlilerine evrensel düzeyde bir uygulama alanı yaratıyor, uluslararası sözleşmelerde baz almıyor.
Bunların başında, Batı demokrasileri açısından evrensel ölçüde bir standart değer taşıyan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Ekim Devrimi’ne karşı, ‘Kızıl Korku Operasyonu’ olarak Wilson Prensipleri çerçevesinde formüle edilen ‘Açık ve Mevcut. Tehlike Ölçütü’ geliyor.
ABD’de uygulana-gelmiş politikaların 1919 yılında, Yüksek Mahkeme tarafından geliştirilmesi ve genel bir içtihat kararına dönüştürülmesi ile hukuki bir meşruiyet kazanan Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü, 1969 yılında ABD Yüksek Mahkemesi’nin yeni bir yorumuyla açıklığa kavuşuyor ve yeni getirilen yorumla ‘Zararlı İlgilim Ölçütü’nün yerine. Batı Avrupa demokrasilerinde de genel bir kabul görüyor.
Her siyasal dönem, kendi nesnelliğine uygun hukuki ölçütler ve politik normlar yaratıyor.
İkinci Savaş sonrasında, sosyalizmin Batı dünyasında yükselen prestiji, uluslararası işçi hareketindeki gelişmeler ve ekonomik bunalım paniği. Batı demokrasilerini ‘düzenin korunması’ için yeni politik tedbirler almaya itti. Hukuki ölçütler değişti.
Yeni bir sıcak savaş dönemi başlatamadığı için, Batı demokrasileri kendi varlığım korumak ve pekiştirmek amacıyla Soğuk Savaş ilan etme gereğini duyuyor.
Soğuk Savaş dalgaları, ABD’de Mc Carthy politikalarını yaratıyor.
Demokrasinin politik gereksinmeleri, Mc Carthy politikaları, kendine, ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nde somutlayan yeni bir hukuki zarf, hukuki ölçütler şekillendirmekle gecikmiyor.’Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’nün yeni politik koşullardaki yetersizliği, ölçüte ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nün eklenmesi ile tamamlanıyor.
Liberal düşünceler bile, artık anti-komünist politikaların doğrudan hedefleri arasına giriyor.’Zararlı Eğilim Ölçütü’ Yabancıların Tescili Kanunu. İç Güvenlik Kanunu, Komünist Kontrol Kanunu yeni yasalarla ete-kemiğe bürünüyor, ‘cadı kazanı’ kaynatılıyor.
Balı demokrasileri, başta ABD, Soğuk Savaş yıllarının Mc Carty politikaları ile kendi insanına mesaj vermeyi, demokrasiyi demokrat ağırlıklardan kurtarmayı amaçlıyor.
Mc Carty politikaları ve ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’, yerini ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ne terk ederek tarihsel misyonunu tamamlıyor. ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’, Birinci Soğuk Savaş sonrasında Batı demokrasilerinde evrensel bir uygulama alanı buluyor.
Bugünkü normlar ve pratik politikalar açısından şu söylenebilir: ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ temel alınırsa, soyut bir düşüncenin açıklanması veya propagandası ‘kamu düzeni’ni tehlikeye atmadığı sürece, yasalara göre ‘suç’ oluşturmuyor.
Bu anlamıyla Batı demokrasileri, maddi bir güce dönüşmediği sürece ‘düşünce’yi, düşünce açıklama özgürlüğünü ‘suç’lamaktan” kaçınıyor. Maddi bir güce dönüşen düşünce ise, ’68 Radikalizmi karşısında Fransa örneğinde görülebileceği gibi, aşağıda kısa ayrıntıları veriliyor, ‘açık’ ve ‘mevcut’ bir ‘tehlike’ oluşturuyor.
.’Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ dün komünizmi önleme yasalarında somutlanıyordu, şimdi ‘terör’ başlığı altında formüle ediliyor. Soğuk Savaş Dönemi’nde ve uzantısı yıllarda Batı sistemi, komünizmi önleme yasaları ile yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları ile 141-142vari yasalarla kendini güvencede hissediyordu. Soğuk Savaş yılları Amerika’sında görüldüğü gibi yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları, kendi doğal gelişmesi içerisinde anti-terör yasalarına, devlet terörünü meşrulaştıran yasalara evrildi.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’, Batı dünyası anlamında, şimdi evrensel bir özellik gösteriyor.
Batı Avrupa’da sistemin siyasal bir uzantısını oluş-turan komünist partiler, isim değişiklikleri ile yeni sosyalist partiler, sistem için bir tehlike taşımıyor, ama İrlanda ve Korsika’da ulusal örgütlenmeler ‘ayrılıkçı’ ve ‘terörist’ sayılıyor. ‘Ayrılıkçılık’ ve ‘terörizm’ tehlikesi karşısında, insanın ‘tehlikeli’ bir biçimde haklarını kullanması karşısında, sistem, kendisini hukuki bir zırhla korumaya, hukuki zırhını sağlamlaştırmaya gereksinim duyuyor.
Yunanistan ve Büyük Britanya örnek alınabilir, düşünce ve basın özgürlüğü artık Terör Yasalarının ördüğü duvara çarparak kırılıyor. Yunanistan’da, 7 büyük gazetenin genel yayın yönetmenleri, 1991 Eylülünde tutuklanıyor. BBC dünya Servisi, ilk kez 1985 yılında susuyor. Mevcut Ceza Yasası’nın İRA eylemleri için yeterli olduğu belirtilen Büyük Britanya’da, Terörizmi Önleme Yasası’nı parlamentoya sevk eden İşçi Partisi Hükümetinin İçişleri Bakanı, 1974 yılında yasayı çıkarma amaçlarını “İrlanda’nın Büyük Britanya’ya sirayetini önlemek” olarak açıklıyor.
‘Açık’ bir tehlike olamadan da Komünist Partisi 1956 yılında Federal Almanya’da kapatılıyor. Parti üzerindeki yasak daha sonraki yıllarda kaldırılıyor, ama savaş karşıtı örgütlere ve komünist örgütlere üye olanların kamu hizmetlerinde görev alamayacağına dair yasak sürdürülüyor. ‘Suç’ ve ‘terör’ tanımına yeni bir açıklık getiriliyor. Almanya’da her tür siyasal etkinliğin, daha baskıcı koşullarda, ‘terör’ tanımı içerisine yerleştirilmesi mümkün hale geliyor.
Türkiye’de ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’ çok uzun süren bir dönem sonunda, yoğun bir tepki birikimi sonucunda, SSCB’nin bir ‘tehlike’ olma sürecinden çıkmasıyla birlikle, biçimsel olarak terk ediliyor. TCK’nın 111-112. madde hükümleri Terör Yasasına aktarılıyor. ‘Açık ve mevcut tehlike’nin, aynı anlama gelmek üzere her tür muhalif siyasal etkinliğin,’yasal platformda Terör Yasası’yla karşılanması amaçlanıyor. 1991 Nisanında yürürlüğe giren Terör Yasası, Büyük Britanya’nın 1974 tarihli Terör Yasası ile ve Almanya’da Ceza Yasası’na eklenen 29/a maddesi ile çok büyük bir paralellik gösteriyor
Ortaya çıkan boşluklar da CMUK ile, özellikle yem yasanın 30 ve 31. maddeleriyle tamamlanıyor.
30 ve 31. maddelerin ‘demokratik’ kaynağı Alman Ceza Yargılama Yasasıdır, İtalyan Pişmanlık Yasası hükümleridir. Büyük Britanya’da 1974 yılından beri uygulanan Terörist Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Yasa’dır.

ORTAK SİYASAL PAYDA
Devam etmeden önce bir sonuca işaret etmek gerekiyor: En demokratik ülkelerde bile, insan haklarının sınırı, sistemin güvenlik sınırının başladığı yerde bitiyor, sistemin siyasal sınırına kadar uzanıyor. Sistemin siyasal sınırını, ‘milli’ çıkarlarla örtüşen devlet çıkarları, ekonomik ve siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın çıkarları belirtiyor.
Bugün, ekonomik ve siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın çıkarlarının Avrupa çapında evrenselleştiği anlaşılıyor. Maastricht Anlaşması da, evrenselliği ‘uluslar-üstü’ genel bir hukuki çerçeve olarak formüle ediliyor.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ Maastricht hukukunun çerçevesinin ve sınırlarının çizilmesini de belirliyor.
Son derece açık: Siyasal gelişmeler ve devletin güncel politikaları, hukuku belirliyor. Hukuk, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamanın ötesinde fazlaca bir işlev taşımıyor. Bugün Batı demokrasilerinde evrensel düzeyde bir geçerlik kazanmış bulunan ‘açık ve mevcut tehlike ölçütü’ kuralı, siyasal hukuk kararlarının da ölçütünü oluşturuyor.
Anayasa Mahkemesi’nin, 31 Mart 1992 tarihli kararıyla, Terör yasasının, TCK’nın 125. madde hükümlerini ‘şartlı tahliye’ kapsamı dışında tutan hükümlerini iptal etmemiş olmasını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Anayasa Mahkemesi’ne yasal partiler hakkında ‘bölücülük’ savıyla dava açmasını ve bu yönde kararlar verilmesini, gazete, dergi ve kitapların ‘bölücülük’ gerekçesi gösterilerek toplatılmasını ve CMUK’un DGM kapsamına giren ‘suç’ları ve Olağanüstü Hal Bölgesi’nde meydana gelen ‘olayları ‘iyileştirme’ hükümlerinin kapsamı dışında tutmasını ‘açık ve mevcut tehlike ölçülü’ kuralının doğrulanması olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bugün ‘açık ve mevcut tehlike’yi ‘Kürt realitesi’ oluşturuyor çünkü.
Hukuk, başkaldırıya karşı rejimin verdiği cevabın sadece bir üst başlığıdır.
Siyasetin bir üst başlığı olmasının ötesinde, hukuka, çok fazla bir işlev yüklememek gerekiyor.
En gelişmiş burjuva demokrasilerinde de, hukuk, farklı bir işleve sahip değil.
Terör Yasasına veya Kontrgerilla Talimnamesine ve örgütüne ilk sahip olma onurunu Türkiye taşımıyor. Demokrasinin ‘ilk beşiği’ Yunanistan ve demokrasinin ‘son beşiği’ Büyük Britanya da içinde olmak üzere Batı demokrasilerinin Türkiye’den daha önce davrandıkları anlaşılıyor.
Demokrasi, sadece bir hayali ifade ediyor.
Burjuva demokrasisinin sınırı, sistemin “güvenlik sınırı”nda bitiyor.
Kontrgerilla tipi örgütlenmeler, “meşru” kuvvetlerin yanında, Batı demokrasilerinin “güvenlik sınırı”nı oluşturuyor.
1990 yılı sonbaharında Batı demokrasileri, kontrgerilla skandalları ile sarsıldı.
Özellikle İtalya’da, kuşkulu terör ve cinayet olaylarının ardındaki gücün CIA tarafından örgütlenmiş Gladio kod adlı “yeraltı örgütü” olduğu, savcı Felice Casson tarafından ortaya çıkarılınca, skandala dönüşen olay tüm NATO demokrasilerine yansıdı. Kontrgerilla örgütleri NATO üyesi ülkelerin hemen hemen tümünde “resmen” deşifre oldu. İtalya’da, kamuoyunu yatıştırmak için Gladio’nun lağvedildiği açıklandı.
Sonraki süreçle unutuldu, “unutturuldu.”
Büyük Britanya’da yayımlanan haftalık Observer gazetesinin 7 Haziran 1992 tarihli sayısındaki bir haber üzerine, kontrgerilla örgütlerinin varlığı Batı demokrasilerinde yeniden gündeme geldi. .
Observer gazetesinde yer alan haberde. Büyük Britanya’nın kontrgerilla örgütlerinin uzun yıllar boyunca faaliyet merkezi olduğu üzerinde duruluyor. Gazele, Büyük Britanya ve ABD’nin, örgüte geniş bir çerçevede katıldığını ve örgütün, İrlanda’dan Türkiye-İran sınırına kadar uzanan alanda çeşitli faaliyetler örgütlediğini belirtiyor.
Observer gazetesi, Büyük Britanya ordusundaki Anti-terörist Birliğin, SAS’ın da, özellikle İrlanda’daki faaliyetlerinde Gladio ajanlarına yardım etmiş olabileceğini ileri sürüyor. Büyük Britanya Savunma Bakanlığı’nın Observer gazetesinde yer alan haberle ilgili yorum yapmaktan özellikle kaçındığı görülüyor.
Ama Başbakan John Majör, Nisan-1992’de yapılan genel seçimlerin dördüncü kez Muhafazakar Parti tarafından kazanılmasından sonra, Avam Kamara’nda yaptığı bir açıklamada, ülkede bir karşı-casusluk örgütünün varlığından ilk kez söz elli: MI-6. MI-6 Dış İstihbarat Örgütü, MI-5 ise ülke içi istihbarattan sorumlu. Doğrudan Başbakan’a bağlı. Parlamento denetiminin dışında. Daily Mail gazetesinde yazıldığı gibi MI-5 artık “soğuk savaşın yürütülmesi ile değil, sıcak savaşın yürütülmesi ile ilgileniyor.”
İrlanda ve IRA, MI-5’in faaliyet merkezinde yer alıyor.
Ml-5, İrlanda sorununun “istikrar”a kavuşturulması için, devletin illegal çekirdeklerinden birisi.
Büyük Britanya’da devletin bir illegal çekirdeği daha var: Secret British Network Revealed. Büyük Britanya’nın Kontrgerilla örgülü…
Kontrgerilla örgütlenmesinin adı İtalya’da Gladio idi. Kontrgerilla örgütlerinin Yunanistan’da B-8 ya da Sheepskin, Belçika’da SDR-8, Hollanda’da NATO Command, Almanya’da Gch-len Harekatı, Stay Behind, Sword, Avusturya’da Schwerl, İsviçre’de P-2, Fransa’da Rüzgar Gülü adları ile bilindikleri ve faaliyetlerini sürdürdükleri Talat Turhan’ın “Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla” çalışmasında açıklıkla gösteriliyor.
Kontrgerilla örgütlenmesinin ABD’de hangi adla anıldığı fazla bir önem taşımıyor.
Gerekmiyor da.
ABD Sistemi, siyasal ve militarist mekanizmaları bütünlüğü ile lam bir Kontrgerilla örgütlenmesine tekabül ediyor çünkü. Amerikan militarizmi, var olan uluslararası demokratik sistemin kontrgerilla örgütlenmesini temsil ediyor.
Dahası NATO ülkelerinde ve NATO dışı birçok ülkede kontrgerilla örgütlerinin CIA ile içice çalıştıkları ve CIA tarafından finanse edildikleri de biliniyor. Hatta Talimnameleri bile ABD patentli: FM 31-15 Sahra Talimnamesi. 31-15 simgesi, örneğin Türkçeye ST 31-15 simgesi ile tercüme ediliyor: ST 31-15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi. Gene, örneğin Özel Harp Dairesi’nde önemli görevler alan subayların hemen hemen tümü CIA okullarındaki eğitimlerden geçiyorlar.
Türkiye Avrupa ülkelerinden sadece” mal ve sermaye ithal etmiyor, insan hakları normları, basın özgürlüğü normları yanında Terör Yasaları ve Kontrgerilla Talimnameleri ve örgütleri de ithal ediyor. SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte kaldırılan TCK’nın 141. ve 142. madde hükümleri de Terör Yasası’na aktarılıyor, siyasal vitrin daha Avrupai bir güzelliğe kavuşuyor.
Terör Yasaları ve Kontrgerilla Talimnameleri ortak bir payda oluşturuyor.
Terör Yasalarının ve Talimnamelerin siyasal rejimler arasındaki nicel farkları en aza indirdiği, benzerlikleri çoğalttığı görülüyor.

İÇ-SAVAŞ HUKUKU
Sadece bizde değil, Avrupa demokrasilerinde de insan hakları, tekelci bir zeminde terör yasalarına çarpıp kırılıyor.
Bugün Batı’nın burjuva demokrasilerinde Terör Yasaları veya yasaların ikinci maddeleri yahut da kontrgerilla örgütlerinin talimnameleri genel bir uygulama alanına sahip değilse, bunun biricik nedeni Batı’da sistemi tehdit edecek düzeyde bir sınıf hareketinin veya radikal siyasal hareketlerin yokluğudur.
68 radikalizmi karşısında, sistemin yürürlüğe soktuğu politikalara bunun bir göstergesi olarak bakılabilir. 68 radikalizmi, varolan sistem açısından, ‘açık ve mevcut bir tehlike’ sayıldığı için, örneğin Fransa’da 68’e ‘bulaşmış’ tüm örgütlenmelerin feshedildiği, yayın organlarının kapatıldığı biliniyor.
68 radikalizmi karşısında, burjuvazi “mevzi de olsa, iç savaş hukukunu çağrıştıracak bir biçimde yasaların ikinci maddelerini uygulamaya yöneliyor.
Türkiye’de ise hep iç savaş hukuku yürürlükte. Radikal bir sosyal muhalefetin varlığı ve gelişme potansiyeli taşıması, iç savaş hukukunun sürekli yürürlükle tutulmasının maddi temelini oluşturuyor.
12 Mart hukukuna ve geliştirilmiş devamı olarak 12 Eylül hukukuna bir iç-savaş hukuku olarak bakmak gerekiyor.
1964 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı’nın imzası ile bütün askeri birliklere uyulması ve uygulanması için gönderilen ve en yoğun uygulama alanına 1980 sonrasında kavuşan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, iç-savaş hukukunun en belirleyici ve tamamlayıcı parçasını oluşturuyor.
Hatla ‘gayrinizami kuvvetlerin yeraltı unsuru’ kimliği ile, artık devleti oluşturan kuruluşların en legali olarak yerüstünde faaliyet gösteren kontrgerilla örgütü devletin doğrudan yönetici çekirdeğidir. ‘Faili meçhul cinayetler’in ‘ölü ele geçirme’ operasyonlarının hukuki dayanağını oluşturan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ne ise, resmi yasal yasalardan önce temel bir hukuki belge olarak değer biçmek gerekiyor.
Yasal hukuk sadece bir vitrindir, bir üst başlıktır. Yasal hukukun, iç savaş ilanı koşullarında, vitrinin güzelleştirilmesinin ötesinde fazlaca bir işleve sahip ‘olmadığını görebilmek mümkün.
İç savaş hukuku kendi kurumlarıyla birlikte varoluyor. ‘Gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru’, popüler adı ile kontrgerilla örgülü, yargısız infazlar için bir yargı organı işlevine sahip. Yargılı infazlar için de Sıkıyönetim Mahkemeleri veya Devlet Güvenlik Mahkemeleri görev yapıyor.
Bir kurumun boşluğu, diğer kurumların varlığı ile tamamlanıyor. İç savaştan ‘olumlu sonuç’ alınması için de bir arada kullanılmaları gerekiyor. Eski Genelkurmay başkanlarından olan ve Eylül rejimi allında kendisini Devlet Başkanı ilan eden emekli Orgeneral Kenan Evren, Kontrgerilla’nın 1972. Kızıldere Operasyonu’nda kullanıldığını 1990 yılında söyledi. Şimdi Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldığı bildirilen Özel Harp Dairesi’nin “Güneydoğu’da kullanılmakta olduğu” Genelkurmay brifinginde açıklandı.
DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, 1992 Mayısında günlük gazetelere “Bir gerilla savaşı var, tabii ki oyunu kurallarına göre oynarız. Gerilla savaşının kendine özgü kuralları var. Gerilla savaşında onun yöntemlerine göre hareket edeceksiniz, yani onun anladığı dilden konuşacaksınız” sözleriyle biten demeçler verdi.
Bu açıklamalardan bir sonuç çıkarılabilir: Yasal hukuk ve uluslararası standartlara atıf yapılarak sürdürülen ‘demokratikleşme’ tartışmaları sadece bir vitrindir, aynı zamanda devletin legal zemindeki varlığına gölge düşürmeme çabalarının bir ürünüdür.
Toparlanırsa, her siyasal dönemin kendi karakterine uygun düşen bir hukuk sistemi yarattığı söylenebilir.
Kendisini siyasal gelişmelere göre belirlemesi, burjuva hukukunun çifte bir norm taşımasını beraberinde getiriyor. Yasaların, devlet tarafından açıkça onaylanan, yürütme ve davranış kuralları olduğu biliniyor.
Hukukun, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamaktan başka, fazlaca önemli bir işlevi olmadığı da açık, biliniyor.
12’li Mart ve Eylül rejimleri hep ‘hukuk dişilik’ olarak nitelenir, hukuksuzluk sayılır.
Bu nitelendirmenin, dilin günlük kullanımı dışında fazlaca bir şey ifade etmediğini söylemek gerekiyor.
Tarihin tanıdığı en büyük siyasal barbarlıklar da, Diller ve Mussolini faşist rejimleri gibi, bir hukuk sistemine dayanıyordu.
Mart ve Eylül rejimleri, emsalleri gibi, hukuki bir zırh taşıyor, hem yadsıyarak içinden geldiği, hem de siyasal gereksinimlerine göre oluşturduğu bir hukuk düzenine sahip.
Her ‘olağanüstü’ yapılanma, olağan dönemin değerlerini ve ölçülerini zorlar, ama olağan değerlerin toplamının oluşturduğu değerler sisteminin dışında, apayrı bir kategori oluşturmaz.
Mart ve Eylül Hukuku, tarihteki emsalleri gibi, mevcut burjuva hukukunu zorluyor, ama burjuva hukukunun dışında da bir hukuk sistemi oluşturmuyor. Sistemin anayasasından, yönetmelik ve kararnamelerine kadar uzanan tüm hukuk metinlerine, rejimin terörcü ruhu siniyor.
Mart ve Eylül rejimleri, çokça yazılanın tersine, hukukun ihlal edilmesinin değil, yasa ve kurumlarıyla terörize edilmesinin siyasal ifadesini oluşturuyor, terörün hukukunu temsil ediyor.
Terör hukuku, rejime kalıcı bir yasal çerçeve çiziyor. 1991 tarihli Terör Yasası ve CMUK’ta 1992’de yapılan değişiklikler, hem 1980 Eylül rejimini yeniden meşrulaştırmayı hedefliyor, hem de Eylül Hukuku’nun, uygulamada ortaya çıkan boşluklarını ve eksiklerini tamamlıyor.
Terör Yasası, Eylül Hukuku’nu tamamlayarak sürdürüyor. CMUK da Terör Yasası’nın boşluklarını tamamlıyor.
Boşlukları CMUK ile tamamlanan Terör Yasası, tarihsel bir sürekliliğin hukuk alanındaki son halkasını temsil ediyor.
İstiklal Mahkemelerinden Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine ve DGM’lere, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskân Kanunlarından, S-S Kararnamelerine, Olağanüstü Hal Rejimi Hukuku’ndan Terör Yasası’na ve CMUK’a, hepsinin üzerinde de Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesine kadar uzanan kurum ve yasalar, kurum ve yasaların hukuki çerçevesi, tarihsel bir çizgide kopuşsuz bir sürekliliğin belirli uğrak noktalarını oluşturuyor.
Tek tek parçalar birbirini tamamlıyor, bütünü tarihsel çizgide bir hukuk sistemi oluşturuyor.
Bütünün içinden bir parçanın çekilip alınması, sistemin, tarihsel ve siyasal olarak oturduğu ‘meşru’ zemini kaybetmesi anlamına gelir.
Ortaya, olağan burjuva hukuk normları ile doldurulamayacak kadar muazzam bir hukuk boşluğu çıkar.
Olağanüstü Hal Rejimi Hukuku ile takviye edilen 12’li Mart ve Eylül rejimlerinin hukukuna, Türkiye’nin varolan normal ve olağan hukuk sistemi olarak bakmak gerekiyor.

” MAASTRICHTS HAYIR”
Fransa’da yayımlanan feminist teori dergisi Nouvellas Question Féministes, Eylül 1992 tarihli sayısında, Maastrichts karşı bir çağrı metnini imzaya açtığını duyuruyor. Çağrı metninde “Maastrichts Hayır” sloganının gerekçeleri sıralanıyor:
“İrlandalı feministler halkı Maastricht’e karşı oy vermeye çağırdılar. Danimarka’nın ret oyu özünde Danimarkalı kadınların reddidir. Kadınların ‘hayır’ demelerinin esaslı nedenleri var.
Maastricht, sosyal bir Avrupa yaratmadığı gibi bireyin haklarını hiçe sayan ve sosyal politikaları feda eden bir ultra-liberalizm yerleştirmeye çalışıyor.
Maastricht, 1950 İnsan Haklarını Koruma Sözleşmesiyle üye ülkelerin anayasalarını temel alıyor. Oysa sözü geçen 1950 Sözleşmesi ne gebelikten korunma hakkını, ne boşanmayı, ne kürtajı tanıyor, yalnızca ‘evlenme hakkı’nı tanıyor. Buna karşılık İrlanda Anayasası kürtajı yasaklıyor. Boşanma ve doğurganlığın denetimi birey hakları arasındadır. Bu hakları tanımayan ve ortak politikayı en geri ülkelerin politikalarının hizasına indiren bir anlaşmayı imzalamayacağız.
Doğum izni, kreşler, anaokulları ne olacak? Sosyal politika, anlaşmanın ek bölümünde, hiçbir şey garantilemeyen bir protokolde yer alıyor ve bütün ayrıntılar gerileme yönünde. Şimdiye kadar Avrupa Topluluğu ‘eşit değerli’ işler için erkek-kadın ücretlerinde eşitlikten söz ederken, Maastricht ‘aynı iş’ten söz ederek anlamı daraltıyor. Topluluk en geri ülkelerin, cinslerin eşitliğine doğru ilerlemesi için çalışıyordu, bu kavram şimdi kayboldu.
Bizimle birlikte “Maastricht’ e Hayır” deyin ya da otuz yıldır birlikte verdiğimiz bütün mücadeleleri tekrarlamaya hazırlanın.”

MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER-1
Yaşama Hakkı
Genel kabul gören anlayışın tersine, Batı demokrasileri ‘cinayet işleme’ tekelini elinde tutuyor. Batı demokrasilerinin bir bölümünde, yasalar, savaş halinde işlenen askeri suçlar için ‘ölüm cezasını’ öngörüyor. ABD, ölüm cezalarını infaz eden ülkelerin başında yer alıyor.
Maastricht Anlaşması’nın temel aldığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 2. Maddesi ile “yasanın ölüm cezasını öngördüğü bir suçtan dolayı mahkemece verilen bir cezanın infazını”, “polise mukavemetten dolayı bir infaz olayını” ve “isyan ve ayaklanmayı bastırmak” için girişilecek toplu katliamları ‘yaşama hakkının ihlali’ saymıyor.
Daha da önemlisi, Avrupa ‘İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1983 tarihini taşıyan ‘Ölüm Cezasının Kaldırılmasına İlişkin 6 Nolu Protokol’ü 1. maddesi ile ‘ölüm cezasının kaldırıldığını’ ilan ediyor, ama 2. maddesi ile imzacı devletlere “savaş zamanında ya da yakın savaş tehdidi durumunda işlenen eylemler için yasalarında ölüm cezasına ilişkin hükümler bulundurma” hakkını tanıyor.
‘Ölüm cezaları’na ilişkin hükümler sadece yasalarla sinirli değil, hatta yasal alana daha masum bir rol yüklenebilir. Fiili hukuk, yasadışı yasal alan daha belirleyici bir rol oynuyor. İtalya’da, 1990 yılı kapanırken Gladio ile başlayan ve bütün Batı demokrasilerinde mevcudiyeti inkâr edilmeyen Kontrgerilla yeraltı örgütlenmelerine ait olguların, aradan geçen süre içerisinde sadece üzeri kapatıldı.
Amerikan kaynaklı FM-15 simgesi ile bütün NATO ülkelerinde uygulanan, Türkçeye de ST-31-15 simgesi ile tercüme edilen Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesinin, “bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları, kaide olarak kanuni statüye tabi değildir” hükmünün yer aldığı 9. maddesinde formüle edildiği gibi, Gladio Ve Kontrgerilla tipi özel militarist askeri örgütlenmeler ve etkinlikleri, yasal olarak yasal statünün dışında tutuluyor.
En yeni örneği ‘demokrasinin beşiği’ İsviçre oluşturuyor. İsviçre Gladiosu olarak anılan P-26’nın 300 kişilik seçme bir militan kitlesine dayandığı ve İsviçre dağlarında gizli silah depolarına sahip olduğu 1992 yılı ortalarında açığa çıkıyor. P-26, aynı zamanda, muhaliflerin ‘fişlenmesi’ görevini de üstleniyor. İsviçre’nin siyasal koşulları ve siyasal çelişkileri, henüz faili meçhul cinayetler için uygun bir madde, zemin sunmuyor, ama Büyüt Britanya için aynı şeyi söylemek zor gözüküyor. Geçtiğimiz yıl Kuzey İrlanda’da faaliyet gösteren ‘Ulster Central Coordinating Committee’ adlı paramiliter yeraltı örgütü açığa çıkarıldı. Yüksek rütbeli polis şeflerinin, politikacı ve papazların yönettiği örgütün, son iki yıl içinde, IRA sempatizanı oldukları gerekçesiyle 12 kişiyi öldürdüğü anlaşıldı. Paramiliter örgütün, bir ‘idam mangası’ olarak, İrlanda’da faaliyetini bugün de sürdürdüğü biliniyor.
Paramiliter örgütler, yasal yetkilerini, ‘Süper NATO’ örgütünün yasal talimnamelerinden alıyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, demokrasinin yasal zırhının tamamlanması açısından, açık ki, bir bütün oluşturuyorlar.
Özel Yaşamın Korunması Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesinin 1. fıkrası, “her şahıs, özel ve ailevi yaşamına, konutuna ve yazışmalarına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” genel hükmüne yer veriyor. Ama aynı maddenin hemen 2. fıkrasında, bu hakkın kullanılmasına ‘resmi bir makamın müdahalesi’ hakkını da tanıyor. ‘Ulusal güvenlik’, ‘kamu huzuru’, ‘düzenin korunması’ amacıyla resmi toplumun, özel yaşamın korunması hakkına müdahale edebileceğini hükme bağlıyor.
Avrupa demokrasisini temsil eden birçok imzacı devletin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8/2. maddesine aykırılık taşımayan kanun hükmündeki kararnamelerle polis örgütlerini, özel yaşamın denetlenmesi için çok çeşitli yetkilerle donattıklarını saptayabilmek mümkün.
Polis örgütlerinin ilgili birimleri, yasal olarak, Almanya’da herkes hakkında bilgi fişleri düzenleme, İtalya ve Lüksemburg’da telefonları dinleme, mektupları denetleme, Almanya ve Büyük Britanya’da herkesin üstünü arama, İtalya ve Almanya’da konutlara girebilme, İtalya, Almanya, Büyük Britanya ve Fransa’da kimlik saptama ve kimlik saptamak için gözaltına alma, ABD, Kanada, Fransa, ispanya, İtalya, Almanya ve Büyük Britanya’da fotoğraf çekme, parmak izi alma ve gözaltına alınan sanığın avukatıyla ilişkisini kesme yetkisine sahiptir.
Almanya’da, geçtiğimiz yıllarda Bakanlar Kurulu’nun bir kararıyla herkese bir ‘numara’ verilmek istenmesi karşısında, ülke çapında yaygınlaşan toplumsal tepki üzerine resmi otoritenin, yasal hakkını kullanmaktan vazgeçerek geri adım atmak zorunda kalması bilinen örneklerden birisi. İsviçre ise fişli demokrasi örneği.
Fişleme yöntemi, sadece Türkiye’ye özgü bir uygulama değil. ‘Demokrasi abidesi’ olarak bilinen bazı Avrupa ülkelerinin, bu konuda da başı çektikleri söylenebilir. 2 Ağustos 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberden öğrendiğimize göre, Gladio tipi gizli yeraltı örgütünün İsviçre Şubesi olarak bilinen ve varlığından başbakanın ve bazı bakanların dahi haberdar olmadıkları P-26 örgütünün 300 bini İsviçreli olmak üzere 1 milyon kişiyi fişlediği anlaşılıyor. Fişlenenler arasında, sendikacılar ve radikal partilerin üyeleri ilk sıralarda yer almaktadır.
1990 yılı Sonunda İtalyan Gladio’sunun kirli çamaşırları ortaya dökülünce İsviçre Parlamentosu, P-26 örgütünü açığa çıkarmak için bir komisyon kurdu. Demokratik güçler ve özellikle fişlenenler, fişlerin açıklanmasını ve yok edilmesini istediler. Sonunda P-26’nın lağvedilmesi ve daha önemlisi de hakkında fiş düzenlenen kimselerin dilekçe vermeleri durumunda, fişlerinin kendilerine gönderilmesi kararı alındı.
İnsan Hakları Vakfı’nın saptamalarına göre, sadece 12 Eylül döneminde Türkiye’de fişlenen insan sayısı 1 milyon 700 bin rakamına ulaşıyor.

MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER-2
İşkence Yasağı
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinde ‘hiç kimsenin işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza ya da uygulamaya tabi tutulamayacağı’ belirtiliyor.
AİHS, ‘işkencenin yasaklanmasını’ o kadar önemli sayıyor ki, 15. maddesi ile olağanüstü dönemlerde imzacı devletlere temel özgürlükleri yürürlükten kaldırma hakkı tanırken, 3. maddeyi bu hakkın dışında tutuyor.
3. maddesinin uygulama alanı bulabilmesi amacıyla işkencenin ve İnsanlık dışı ya da Alçaltıcı Muamele veya Cezanın Önlenmesi için Avrupa Anlaşması tasarısı hazırlanıyor ve Tasarı 27.11.1987 tarihinde Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu tarafından imzalanarak 1989 yılbaşında yürürlüğe giriyor.
Anlaşma, tutuklulara karşı yönelebilecek işkenceyi ve insanlık dışı uygulamayı önlemek için, bir komisyon kurulmasını da öngörüyor.
Anlaşma ile Komisyon’a, belirtilen amaçla sınırlı olmak üzere hapishanelere, polis karakollarına, psikiyatri kurumlarına rutin, zaman zaman da ani ziyaretler yapma hakkı tanınıyor.
Ama Anlaşma, 9. maddesi ile olağanüstü koşullarda Komîsyon’un bu hakkını kullanabilmesi, imzacı devletlerin, tabir uygunsa, iznine, inisiyatifine bırakıyor.
9. madde, ilgili devletlerin itiraz hakkını, inisiyatif hakkını şu şekilde formüle ediyor:
“Anlaşmayı imzalayan ilgili tarafların yetkili makamları, olağanüstü koşullar altında, Komisyon tarafından önerilen zaman ve mekanda ziyarete karşı itirazda bulunabilirler. Bu tür itirazlar yalnızca ulusal savunma veya kamu güvenliği veya bir kişinin sağlık durumu ya da ağır bir suçla bağıntılı olan bir soruşturmada önemli bir sorgulama nedeniyle kişilerin özgürlüklerinin ellerinden alındığı hallerde yapılabilir. Bu tür itirazlar yapıldığında, anlaşmayı imzalamış olan taraf, durumu açıklığa kavuşturmak ve Komisyon’a görevlerini olabildiğince çabuk gerçekleşmesini sağlayacak düzenlemeler üzerine anlaşmaya varmak için Komisyon’la görüşmelere başlar. (…)”
9. madde, bu formülasyonuyla, esasında, Komisyon’un işlevini büyük ölçüde ortadan kaldırıyor.
Uluslararası Af Örgütü de, örgüt temsilcisi Karsten Lüthke’nin cümleleri ile aynı saptamayı yapıyor:
“Ziyaretleri gerekli kılan tam da bu olağanüstü koşullardır, anlaşmayı imzalamış olan bir devlet madde 9/1’e uygun olarak, kamu güvenliği, hapishanelerde ciddi huzursuzluklar, bir tutuklunun sağlık durumu veya ağır bir suçla bağıntılı önemli bir sorgulama nedenlerine dayanarak tereddütlerini bildirebilir, işkence genel olarak sorgulamalarla bağıntılı yapılır, hapishane ayaklanmalarının bastırılmasında çoğunlukla saldırılarda bulunulur ve bir tutsağın kritik sağlık durumu ziyareti adeta gerekli kılar, bu nedenle anlaşmayı imzalayan devletlerin, tam da kritik durumlarda, örneğin tutukluluk koşullarına karşı kolektif protestolarda, açlık grevlerinde ya da terörist şiddet eylemleriyle bağıntılı sorgulamalarda, icraatlarının, uluslararası bir denetim kurumu tarafından denetlenmesinden kurtulmak istedikleri izlenimi uyanıyor. Sık sık eleştirilen RAF Tutsaklarının tutukluluk koşulları ve yüksek güvenlik hapishanelerindeki durum göz önüne alındığında, görüşmeler sürecinde, eklenen maddeye Federal Almanya’nın bir itirazının olmaması gerekir.”
Başlangıçta, sadece Almanya değil, Fransa ve Büyük Britanya da 9. madde ile imzacı devletlere, olağanüstü koşullarda Komisyon’un ziyaretlerini tümüyle engelleyebilme yetkisi vermekten yana ortak bir tutum benimsiyorlar. Ama kamuoyunun baskısı sonucunda, Avrupa’nın ‘üç büyükler’in gerilemesi ile 9. madde, formüle edildiği şekliyle antlaşma metnine giriyor.
1989’da yürürlüğü giren anlaşmanın 9. maddesi, AİHS’nin 3. ve 15/2. maddeleri hükümlerinin uygulanmasına fazla bir şans tanımıyor.
Yazılı hukukun evrensel düzeyde de, fiili hukukun fazla uzağına düşmemesi, başka yasalarla ve İstisna hükümleriyle sağlandığı görülüyor.
Bu yöntemle, olağanüstülük zırhıyla donanmış siyasal rejimler altında, sistemli işkence olayları, evrensel bir yasal çerçevenin fazlaca dışına taşırılmamış oluyor.
Yargılanma Hakkı
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde, “… suçlanan bir kimsenin yasal, bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından yargılanma hakkı vardır” hükmüne yer veriliyor.
Ama Fransa’da 1963’te kurulup 1980 yılları ortalarına kadar faaliyet gösteren, sivil ve asker üyelerden oluşan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin varlığı Sözleşme hükümlerine aykırı sayılmıyor.
Bugün de sayılmıyor. 1960-80 yılları arasında Fransa’da Yüksek Askeri Mahkeme, Özel Askeri Mahkeme ve Askeri Adalet Divanı gibi özel mahkemeler sivilleri de yargılama yetkisine sahipti. Yasalar, Bakanlar Kurulu’na, sanıklar hakkında iddianameler düzenlendikten sonra, davaya bakacak mahkemeyi seçme yetkisi veriyor. Dahası, Yüksek Hâkimler Kurulu üyeleri Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor, Kurula Cumhurbaşkanı başkanlık ediyor.
İspanya ve İrlanda’da askeri mahkemeler, olağanüstü hal ve sıkıyönetim koşullarında, sivilleri yargılama yetkisini elinde tutuyor.
Büyük Britanya da, son yapılan bir yasal düzenleme ile siyasal yargılama sistemindeki ispat usulünü basitleştiriyor; mahkemelerde gıyabi yargılama usulü getiriliyor.
Almanya’da 1972 yılında yapılan yasal değişiklikler sonucunda -ki bu değişikliklerin 7 Nisan 1978 tarihli Federal Anayasa Mahkemesi kararıyla anayasa ve uluslararası sözleşmelere uygun olduğuna hükmediliyor- cezaevlerinde hükümlü/avukat görüşmesinin cam bölmelerle denetlenmesi kuralı getiriliyor, bir sanığın tutacağı avukat sayısı sınırlandırılıyor, daha ilginci 1974 yılında gerçekleştirilen ek bir değişiklikle, sanıkla ideolojik birlik içerisinde olduğundan kuşkulanılan avukatların duruşmalara alınmayacağı hükmüne yer veriliyor. Türkiye’de 1991’de yürürlüğe konulan Terör Yasası hükümleri Almanya’da 1974’te yazılıyor. Siyasal tutuklu ve hükümlüler, hücre esasına dayalı Eskişehir Özel Tip Cezaevine Avrupai tarz için emsal oluşturan çelik hücreli özel tip cezaevlerinde tutuluyor. Yenilerinin inşası için karar alınıyor.
Fransa, İtalya, Büyük Britanya ve Almanya’da sanıklara, hapishanelerde kötü muamele ve poliste işkence yapıldığına dair belgeler Af Örgütü raporlarına geçiyor.

MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER-3
Düşünce ve Basın Özgürlüğü
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi 10. maddesinin 1. fıkrasında “… herkesin düşüncelerini serbestçe ifade etme hakkı vardır” genel hükmünü tekrarlıyor, ama hemen 2. fıkrasında kısıtlama ve sınırlandırma gerekçelerini ayrıntılarıyla sıralıyor. Resmi toplumun haklarının formüle edilmesi, metinde, daha uzun bir paragraf olarak yer alıyor:
“…bu özgürlükler demokratik bir toplumda yasayla belirlenen ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün ya da kamu huzurunun, düzenin korunmasının, suçun önlenmesinin (…) yararına yaptırımlara tabi tutulabilir.”
Düşünce ve basın özgürlüğü hakkını düzenleyen Sözleşmenin 10. maddesi, ek olarak, maddenin “devletlerin, radyo, sinema, ya da televizyon işletmelerini bir izin sistemine tabi tutmalarına engel” olmadığını da hükme bağlıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme’ ana başlığını taşıyor, ama düşünsel ve siyasal bir varlık olarak insanın kendini ifade etme hakkını değil, resmi toplumun, resmi otoritenin düşünceyi ifade etme hakkını nasıl kısıtlayabileceğim ve kısıtlama eyleminin siyasal gerekçelerini formüle etmeyi öne çıkarıyor.
Uluslararası sözleşmeler, iç-hukuktaki düzenlemelerle pekiştiriliyor. İç hukuk ve uluslararası sözleşmeler, pratik politikaların sürdürülmesinin yasal dayanak noktasını oluşturuyor. Terör yasaları bunların başında yer alıyor. Yunanistan’da 7 büyük basın organının genel yayın yönetmenlerinin 1990 Aralık ayında çıkarılan Terör Yasası’nın bir hükmüne dayanılarak 1991 Eylül’ünde tutuklanması bilinen en son örnek. Büyük Britanya’da Terör Yasası’nın IRA’ya karşı değil, iç muhalefete karşı çıkarıldığı yasayı çıkaran hükümetin İçişleri Bakanı tarafından açıklanıyor. BBC Dünya Servisi ilk kez 1985 yılında susuyor. İtalya’da ‘terörist içerikli yayınlar’ için özel ceza artırımı 1980 yıllarından sonra Basın Yasası’na ekleniyor. TCK’nın 141-142. maddelerine kaynaklık eden ve düşünce ve basın özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını, resmi toplumun yetkisine devreden Ceza Yasası’nın 270 ve 272. maddeleri, bugün işletilemiyor olsa da, ki işletilmemesi bu maddelerin uygulanabileceği siyasal bir muhalefetin mevcut olmamasından kaynaklanıyor, bugün hala yürürlükte. 1966 yılında yapılan bir başvuruyu değerlendiren İtalyan Anayasa Mahkemesi, ilgili maddeleri İtalyan Anayasası’nın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine ve genel ilkelerine aykırı bulmadığını açıklıyor. Fransa’da Basın Yasası ve Ceza Yasası, düşünce özgürlüğünü sınırlandıran hükümlerle dolu. 1968’de ’68 radikalizmine ‘bulaşmış’ yayın organları ve 1971’de iki ‘sol’ dergi, Basın ve Ceza Yasalarının ilgili hükümlerine dayanılarak kapatılıyor. Almanya’da basın-yayın faaliyetlerini de kapsayan ‘suç ve terör’ tanımı, Türk Terör Yasası’ndaki tanımla büyük bir paralellik gösteriyor. Uygulama alanı bulup bulamaması bir yana, Avrupa demokrasilerinde, yabancı ülkelerde basılan yayınların ülkeye sokulup sokulamayacağına ilişkin karar verme hakkı her ülkenin Bakanlar Kurulunun yetkileri arasında bulunuyor. Yasalar, hala sinema filmleri üzerinde sansürü öngörüyor.
Olağanüstü Hal İlanı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddesi, Sözleşmenin işkenceyi yasaklayan 3. maddesi ile köleliği yasaklayan 4. maddesini dışta bırakarak, “…savaş veya genel tehlike halinde akit tarafları, Sözleşmede getirilen yükümlülüklere aykırı önlemler alabilir, bunları yürürlükten kaldırabilir” hükmünü formüle ediyor.
Aynı formülasyan, Moskova’da yapılan son AGİK Toplantısında yeniden tekrarlanarak pekiştiriliyor.
Türkiye, 1991 Ağustosunda, Olağanüstü Hal Uygulamasından dolayı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insan haklarının ‘askıya alındığını”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine de dayanarak Avrupa Konseyi’nin resmen onayına sunuyor.
Tepkiyle karşılanmadığı görülüyor.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi toplu gösteri hakkını tanımıyor, 11. maddenin 1. fıkrası, “…tüm insanların, barış içinde toplanmak ve (…) sendikalar kurmak” hakkına sahip olduklarını formüle ediyor. Ama 1. fıkrası ile imzacı devletlerin bu hakkı, “iç ve dış güvenliğin sağlanması”, “düzenin korunması”, “suçun önlenmesi” için kısıtlamaya tabi tutabileceklerini hükme bağlıyor ve 3. fıkrası ile polise, silahlı kuvvetlere ‘yasal’ yetkiler tanıyor:
“Bu madde, bu hakkın kullanılmasına polis, silahlı kuvvetler ya da zabıta üyeleri tarafından yasal sınırlandırmaların getirilmesine engel değildir.”
Polis ve silahlı kuvvetler ‘güvenliği sağlamak’ için toplantıları dağıtma ve gösterileri yasaklama yetkisine sahip. 1965’te İsviçre’de, işsizlerin Lozan’dan Bern’e kadar yürüyüş yapmasına izin verilmiyor. Federal mahkeme de yasaklama kararını onaylıyor.
Fransa’da grev hakkının, onu düzenleyen ‘yasalar çerçevesinde kullanılabileceği’ Anayasa’nın temel hükümlerinden biri.

EK:

CMUK VE BATININ DEMOKRATİK NORMLARI
Adalet Bakanı Seyfi Oktay, CMUK ile ilgili değişiklik tasarısının parlamentodan geçmiş olmasını, 20 Kasım 1992 tarihli basın toplantısı ile kutladı. Bakan uzun basın toplantısında, döne döne, yasanın Batının demokratik normları ile uyum içerisinde olduğunu vurguladı. Arkasından da, yasanın kapsam dışı tuttuğu suç türlerinin gerekçesini açıkladı: İç savaş durumu… Bakanın sözleriyle, “eşitlik aynı seviyede olan durumlar için söz konusudur. Bir savaş sırasındaki muhakeme usulü ile böylesi bir durumu eşit tutamazsınız.”
Biri biriyle çelişmiyor. Gerçekten de CMUK hem Batı normları ile uyumlu bir bütünlük oluşturuyor, hem de iç savaş hukukunu yeni baştan deklare ediyor. İç savaş hukuku, bu suretle usul yönünden tamamlanmış oluyor.
“Eşitsizliği” formüle eden, yasanın 51. maddesi 31. madde hükümlerine göre, Terör Yasası kapsamına ve DGM’lerin görev alanına giren suçlarla, Olağanüstü Hal Bölgesinde işlenen suçlar, büyük bölümüyle, yasanın getirdiği ‘iyileştirmeler’in kapsamı dışında tutuluyor. En başta yeni usul yasasının, işkencenin devamına yasal onay verdiğini söylemek gerekiyor. DGM kapsamına giren suç türlerini tayin etme yetkisi de, gene polisin tekelinde.
Kapsam dışında tutulan suç türleri için, olumlu bir değişiklikten değil, ancak yeni bir olumsuzluktan söz edilebilir. Pratik durumun yasalaştırılması, hukuk alanında bir olumsuzluktur. Varolan durumun da gerisine düşülmüştür.
Yasanın parlamentodan geçmesinden sonra, yaptığı değerlendirmeyi kamuoyuna açıklayan İzmir Barosu’nun değerlendirmesinde de belirtildiği gibi, “CMUK’un yürürlükteki 136. maddesiyle sanık, soruşturmanın her aşamasında avukat bulundurabilir. Başbakanlığın 1989 yılında, yayınladığı genelge uyarınca, avukatı ile gözaltında görüşebilir, yasa değişikliği ile bu durum DGM sanıkları açısından” tartışmalı bir duruma gelmenin ötesinde, ortadan kaldırılıyor.
Terör Yasasının uygulamada ortaya çıkan boşluklarının, CMUK değişiklikleri ile bu şekilde doldurulmuş olması son derece önemli. Yasanın ‘iç hareket’ politikalarının yürürlüğe girdiği bir dönemde parlamentodan geçmiş olması da bir rastlantı değil.
Yasa 31. madde ile iç-savaş hukukunu usul yönünden taçlandırıyor. ‘İyileştirme’ maddeleri ile de, Avrupai anlamda demokrasi vitrininin güzelleştirilmesine katkıda bulunuyor.
Yasanın ikili bir hukuk sistemi ile formüle edilmesinin, Batının demokratik normları ile uyumlu bir bütün oluşturduğunun belirlenmesi gerekiyor. Adalet Bakanının, basın toplantısında döne döne konunun bu yanına vurgu yapması, çok büyük bir terslik taşımıyor. Batının demokratik normları sınıf hukukunu yansıtır ve çifte standartlara dayanır çünkü. Batı demokrasileri açısından, 1919’dan beri yürürlükte olan ‘acık ve mevcut tehlike ölçütü’, hukuk alanında evrensel bir değer taşıyor artık.
‘Acık ve mevcut tehlike ölçütü’ne göre, verili tarihsel koşullarda, her ‘somut tehlike’nin, eşitsizliği hukukileştiren bir hukuk sistemi ile karşılanması, demokrasinin ve hukukun ihlali değildir, tersine hukuktur, hukukun işlevine uygundur.
Burjuva hukuku, biçimsel anlamıyla da eşitliğin değil, bireyler ve kolleklifler açısından eşitsizliğin onaylanmasını ifade eder.
‘Acık ve mevcut tehlike ölçütü’ dün komünizmi önleme yasalarından kendini ifade ediyordu, bugün Büyük Britanya’dan Yunanistan’a kadar uzanan Avrupa coğrafyasında terör yasaları, anti-komünist yasaların yerini almış durumda.
CMUK bu tabloya çok fazla ters düşmüyor. Hatta yasa Alman Ceza Yargılama Yasası ile büyük bir paralellik gösteriyor. Paralelliği tersten de yapmak mümkün. Almanya’da Ceza Usulü Yasalarında yapılan son bir değişiklikle, bizde DGM kapsamına giren ‘suç türleri’ni işleyen sanıklar için ayrı hukuk sistemi getirilmiştir. İtalya’da Pişmanlık Yasası, Büyük Britanya’da 1974 tarihli Terörist Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Yasa ve 1981 tarihli Polis ve Suç Kanıtları Yasası aynı işleve sahiptir.
Büyük Britanya’da, polis, sadece hazırlık soruşturmasını ve ilk soruşturmayı yapmakla kalmaz, savcılarca yapılacak işlemleri de yürütür. Sanığın avukatı ile konuşma hakkı vardır. Ama 1974 tarihli yasa, ‘terör suçları’ kategorisine giren sanıkların bu haklarının kısıtlanması yönünde özel hükümler taşıyor.
CML’K değişikliği ile getirilen ve 31. maddenin formüle etliği hükümler, Batının burjuva normlarına uygundur. Ama demokratik değildir.
Asıl tehlike, Batının, şimdi Maastricht Anlaşması ile evrensel düzeyde yeniden formüle edilen ve onaylanan burjuva normlarına sığınmak değildir, sınıfsal içeriğinden koparılmış Batının burjuva hukuk normlarını, insan haklarının gerçekleşmesi için temel bir kalkış noktası almak daha büyük bir tehlikedir, bir çıkmazdır.
Demokratlık, insanlığın binlerce yıla yayılmış mücadelesinin biriktirdiği kazanımların bir kalkış noktası olarak sahiplenildiği yenle başlar.
‘68’li yılların ‘açık ve mevcut tehlikesi’ anti-emperyalist mücadelenin yaygınlığı ve bu mücadelenin giderek daha radikal biçimler, daha radikal kalkışma biçimleri almasıydı. 12 Mart Rejimi anti-emperyalist yaygınlığın ve eylemliliği ‘boğma’ girişiminin siyasal bir ifadesini oluşturuyordu. “Ekonomik gelişmeyi aşan sosyal gelişme” 12 Mart Rejimi ile durdurulmak, dondurulmak istendi. Darağaçları, katliam ve işkenceler, toplu tutuklamalar, ‘kurulu düzen’in anti-emperyalist bir kalkışmaya karşı öfke ve kininin dışavurumuydu. Burada ‘hukuk’ tartışması çok büyük bir fazlalık oluşturur. Hatta idam tartışması da… Başkaldırıya karsı ‘kurulu düzen’in mesajı, 1972 ilkyazında kurulan üç darağacında somuttandı. Bunu en veciz bir biçimde, Ankara Sıkıyönetimi Komutanlığı emekli askeri Savcılarından Baki Tuğ dile getiriyor. Şimdi DYP Ankara Milletvekili ve TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı olan Baki Tuğ, Tempo dergisinin 26 Nisan 1992 tarihli sayısında yayınlanan bir demecinde “onlar, biz yanlış yaptık, demiş olsalardı, idam edilmezlerdi” diyor.

Ocak 1993

Türk-İş’te “Değişen” Ve Değişmeyen

7-13 Aralık tarihinde yapılan Türk-İş’in 16. Genel Kurulu’nda yönetim değişti. Bu değişim kimilerince, “40 yıllık saltanatın yıkılması”, “sola kayma”, “radikal bir değişim”, “yapısal bir değişim” vb. olarak nitelendirildi. Buradan kalkarak işçi sınıfı içinde pembe hayaller yayılmaya başlandı.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın sorunlarının tartışılıp çeşitli çözüm önerilerinin üretildiği, bunların gerçekleşmesi için somut kararların alındığı bir Genel Kurul olmaktan uzak olan Türk-İş Genci Kurulu, 40 yıllık gelenek çerçevesinde bir seçim Genel Kurulu olmanın ötesine geçemedi. Tanışmalar kişiler düzeyinde yoğunlaşırken, kimse ilkeler temelinde bir sendikal anlayış ve muhalefet ortaya koyamadı. En azından böyle bir platform oluşturulamadı. Sorun neredeyse “Şevket Yılmaz gitsin, Bayram Meral gelsin”e dönüştü. Son güne kadar kesin listelerin belli olmadığı Genel Kurul’da, seçim sonucu Bayram Meral’in başkanlığındaki liste kazandı. Meral’in listesindeki diğer yöneticiler, Genel Sekreter Şemsi Denizer, Genel Mali Sekreter Enver Toçoğlu, Genel Eğitim Sekreteri Salih Kılıç ve örgütlenme Sekreteri Sabri Özdeş olarak belirlendi. Genel Kurul öncesi Değişim Grubu içinde yer alan Belediye-İş, Türk-İş aidatının TES-İş tarafından ödenmesi üzerine “vefa borcu” olarak, Faruk Barut’un desteklediği listede Denizer’in karşısında aday oldu.
Türk-İş eski yönetiminde yer alıp da yeniden seçilen tek kiji SSK’da görevini ihmalden dolayı
Bakan Moğoltay tarafından görevden alman ve savcılıkça hakkında ceza davası açılan Demiryol-İş Genel Başkanı Enver Toçoğlu’ydu.
Genel Kurul öncesi külislerde Bayram Mceral’in başkanlığında Denizelin sekreterliği ve Toçoğlu’nun güçlendirilmesi biçiminde formüle edilen yönetimin oluşturulmasında AAFLI parmağının kesin olduğu söyleniyordu. Hele İlk günlerde Moğoltay ve Halil Tunç’un SSK’dan dolayı Toçoğlu üzerine yüklenmeleri bazı delegeler tarafından Toçoğlu’nun işi bitti şeklinde yorumlanırken, AAFLl çevreleri seçim sonuçlarından emindi. Görüştüğümüz bazı “uzmanlar” Değişim Listesinin delinmeden çıkacağını, hatta Şevket Yılmaz’ın liste oluşturmakta zorlanacağını belirttiler. Ki, 29 delegeye sahip Belediye-İş, Yılmaz’ın listesinde yer almasaydı büyük olasılıkla Şevket Yılmaz aday dahi olmayabilirdi.
Her iki liste karşılaştırıldığında, genel başkanlar arasında da bir nitelik farkı olmadığı gibi, diğer adaylar arasında da uzun boylu fark yoktur. Hatta Şevket Yılmaz’ın listesinde Hikmet Alcan’ı saymazsak üç “solcu” aday bulunurken, Meral’in listesinde “domokrat” olarak nitelendirilen yalnız Sabri özdeş vardı.
Meral’in listesinde yer alan Türk Metal’den gelme Salih Kılıç’ın, Hüseyin Karakoç karşısında 4 oy farkla seçilmesi sürpriz olurken, Yılmaz’ın listesine oy veren sağ eğilimli delegelerin Fuat Alan ve Hüseyin Karakoç’a oy vermediği gözlendi.
Şevki Yılmaz’ın listesi kazansaydı, bugünkü yönetimi alkışlayanlar, büyük olasılıkla, yine yönetimdeki değişimden söz edecekti. Çünkü her iki listede de Yılmaz ve Toçoğlu dışındaki adaylar “yeniydi.” Diğer bir ifadeyle yönetimde dört değişiklik hangi liste kazanırsa kazansın gerçekleşmiş olacaktı.
Ancak üzerinde durulması ve yanıtlanması gereken soru, böyle bir değişikliğin gerçekte bir “yapısal değişiklik” olup olmadığı, köklü değişikliğin ne anlama geldiği ve tabandaki değişim isteğinin tepedeki değişikliğe tekabül edip etmediği, yeni yönetimle eski yönetim arasındaki sendikal-siyasal anlayıştaki farklılığın ne olduğudur.
Meydana gelen bu değişiklikle, Türk-İş’te 40 yıllık saltanatın yıkılıp yıkılmadığını ve radikal bir değişimin gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemek, böyle bir tespit yapabilmek için öncelikle kuruluşundan itibaren Türk-İş’in ve O’nu ayakta tutan belli başlı bir kaç büyük sendikanın, kısaca da olsa, siyasal-sendikal anlayış ve pratiklerine bakılması zorunludur.
Başını Yıldırım Koç’un çektiği bazı çevrelerin ısrarla, “Türk-İş’in kuruluşunda Amerika’nın rolünün bulunmadığı veya abartılmaması gerektiği” söylemlerine karşın, Türk-İş’in kuruluşunda Amerikan İş Federasyonu temsilcisi I. Brown’un faaliyetleri yeterince açık. Açık ve belgelenen diğer bir şey ise I. Brown’un CIA ajanı olduğudur.
Daha Türk-İş kurulmadan, zamanın hükümeti, Türkiye’deki sendikal harekete anti-komünist bir öz kazandırabilmek için, Amerika ve Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’ndan yardım ister, bunun üzerine Ankara’daki “Marshall Planı” temsilcileri ve Amerikan Elçilik görevlileri hükümet yetkilileriyle görüşerek, 19 Ocak 1951’de İstanbul Sendikalar Birliği’ni ziyaret eder ve bir konfederasyon kurulması halinde “Marshall Planı” çerçevesinde mali yardım yapılacağını söyler. Aynı yılın mayıs ye aralık aylarında AFL Temsilcisi İstanbul’daki sendika yöneticileriyle iki kez görüşerek kurulacak konfederasyonun Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’na girmesi koşuluyla mali yardım yapılacağı önerisini tekrarlar ve iki sendikacıyı. Amerika’ya davet eder. Amerika’nın yanı sıra Belçika ve Fransa’nın faşist sendikacıları da, Konfederasyon kurulurken kendi tüzük ve programlarının örnek alınması için yoğun çaba gösterirler.
AFL-CIO Temsilcisinin ilgisi sadece kuruluş çalışmalarıyla sınırlı kalmaz. 6 Eylül 1952’de İzmir’de yapılan ilk Genel Kurul’a da IGFTU temsilcisiyle beraber katılır. “Parayı veren düdüğü çalar” hesabı, parayı veren Amerikan Gizli Servis örgütlerinin Türk-İş ve Türkiye’deki sendikal hareketle ilişkileri daha da artarak günümüze kadar gelir. Son Genel kurul çalışmaları ve “Değişim Grubu”nun oluşumunda çeşitli odakların açık müdahalesi bunun en iyi kanıtıdır.
Önceleri Çalışma Bakanlığı aracılığıyla yapılan AAFLI (Asya Afrika Hür Çalışma Enstitüsü) ve AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı) yardımları, daha sonraları doğrudan Türk-İş’e yapılmaya başlandı. Yapılan bu maddi yardımların yanı sıra binlere varan sendikacı “eğitim” amacıyla Amerika’ya götürüldü.
Günümüzde, Türk-İş Araştırma Müdürlüğü, Uluslararası İlişkiler Müdürlüğü, Basın Merkezi ve Kadın İşçiler Bürosu’nun giderlerinin büyük bölümü AAFLI tarafından karşılanmakta ve AAFLI’nın emperyalist ideoloji doğrultusunda yürüttüğü sendikal eğilimden geçirdiği insan sayısı bir çığ gibi büyümekledir. 1972-1980 arası 4263 kişi CIA tezgahından geçerken, 1981-1991 arasında bu sayı 18660’a ve toplam rakam 22.923’e ulaşmıştır.
2821 sayılı Sendikalar yasası, herhangi bir sendikanın bir siyasi partiyle ilişki kurmasını, ondan maddi yardım almasını yasaklarken, CIA bağlantılı AAFLI’dan maddi yardım alınmasına hâkim sınıflar her nedense ses çıkarmıyorlar.
1982’dc Türkiye’ye gelen AAFLI Direktörü M. Paladino (ki aynı zamanda CIA görevlisidir), Türkiye’deki sendikal haklara ilişkin olarak şunları söylüyor: “Sendikal haklara sınırlama getiren ülke yalnızca Türkiye değil. Asya ülkelerinde de sendikal haklar üzerinde sınırlamalar vardır, herkes bunlara katlanmalıdır.” (Mülkiyeliler Birliği Dergisi)
Bu gelişmeler ve yıllardan beri CIA’nın, AAFLI aracılığıyla Türk-İş’in eğilim faaliyetlerini organize ettiği ve sendikal politikasını belirlediği göz önüne alındığında, Türk-İş’in kuruluşu ve bugünkü sendikal-siyasal çizgisinin oluşumunda Amerika’nın rolü yoktur demek için herhalde insanın gözlerini kapaması ya da, Yıldırım Koç olması gerekir.
Türk-İş yönelimine kan veren. O’nu ayakta tutan Teksif, Türk-Metal, Tes-İş, Şeker-İş, Tek Gıda İş, Yol-İs, GMİS gibi sendikaların politikaları da, geleneksel Türk-İş politikasından farklı değil, bunların yönetiminde bulunanların hepsi Türk-İş ekolünden gelme sendikacılardır.
Bütün bunlar göz önünde alındığında tepedeki dört kişinin değişmesiyle, 40 yıldan beri yerlerşik Amerikancı sendikal anlayışın “radikal” biçimde değiştiğini söylemek için en azından insanın bakar kör olması lazım.
İşin ilginç yanı, Türk-İş’in “yapısal bir değişim” geçirdiğini söyleyenlerin, Türk-İş’te hangi temel politikaların değişliği üzerinde durmamaları ve ya görmezden gelmeleridir. Kişi, Amerikan işbirlikçisi olmadığı sürece, geçmiş Şevket Yılmaz yönetimiyle, Bayram Meral yönetiminin, ideolojik, siyasi, felsefi, sendikal anlayış olarak birbirinden temelden farklı olduğunu söyleyemez. Bunların hepsi de Türk-İş ekolünden gelme ve AAFLI tezgâhından geçmedir. Bunların hiçbiri gerçek anlamda sınıf sendikacılığını savunmuyor, savunamazlar. Sendikalar “sendikacılık zor meslektir” diyen eski ve yeni yöneticiler için bir geçim kaynağı, kitleleri düzene bağlamanın aracıdır. Onların hiç biri sendikaların, sermaye ve faşizme karşı örgütlenme ve direniş merkezleri olduğunu kabul etmezler. İşçi hakları, demokrasi, Kürt sorunu, hükümetle ilişki vb, konularda aralarında öze ilişkin bir ayrılık yoktur. Eskiler de, yeniler de ne Çekiç Güç’ün gitmesi, ne Kontrgerilladan hesap sorulması, işkence ve sokak infazlarının durdurulması için sesini yükseltmez, eylemler koymazlar.
Genel kurul’da “sınıf mücadelesi”, “işçi sınıfı’ gibi kavramları tabandaki gelişimi göz önüne alarak sarf etmek zorunda kalmalarından kalkarak “köklü değişim” tespiti yapmak, isçi sınıfının kafasını bulandırmaya yönelik saptırmadır. Kaldı ki bu kavramları kullanan, baskı, zulüm, işkence, kontrgerilladan, Kürt sorunundan bahsedenler daha çok demokrat ve sol eğilimli sendikacılardı. Hatta görüldüğü gibi faşist sendikacılar, Kürt sorunundan bahsedilirken tepki gösterdiler.
16. Genel Kurul’da, siyasal, sendikal ve felsefi anlamda değil sadece kişiler bazındaki değişikliği bir “saltanatın yıkılması” olarak görmek, göstermek Türk-İş’te her şeyi beş kişiye indirgeyerek, bunun dışında kalan sendika ağa ve bürokratlarını ve Türk-İş’in uyguladığı politik çizgiyi belirleyen bir takım odakları aklamaya yönelik ucuz ve sinsi bir propagandadır. Aslında bu tür propagandaların amacı, bir yanıyla tüm suçu eski yöneticilere yıkarak, konfederasyona bağlı sendikaların yöneticilerini aklamak, diğer yanıyla işçi sınıfı içine yeni yönetim için ham hayaller yaymaktır. “Hükümete rağmen seçildiler”, “Sermaye Yılmaz’ı istiyordu” gibi sözler bir anlamda bunun kin yaygınlaştırılıyor.

TÜRK İŞ’İN PASİFLİĞİNİN SORUMLUSU BEŞ KİŞİ DEĞİL
Resmi rakamlara göre 1.776.535 üye ve 32 sendikadan oluşan Türk-İş’te yapıla-gelen tüm olumsuzlukları yönelimdeki beş kişiye yükleyip, bağlı sendikaları, sendika yönetimlerini temize çıkarmak bizi yanlışa götürecektir.
Yıllardan beri oynanan bir oyun var. İşçilerin her talebini şubeler genel merkezlere, genel merkezler konfederasyonlara havale ediyorlar. Herkes topu bir yukarıya atarak, bir anlamda kendi pasifliklerine kılıf buluyor. Konuya daha yakından bakıldığında suçlunun sadece Türk-İş yönetimi olmadığı, onlar kadar diğer sendika yöneticilerinin de uzlaşıcı ve eyleme karşı olduğu görülüyor. İster demokrat, ister faşist densin, hangi sendika eylem yaptı da Türk-İş yönetimi engel oldu Destek vermeyebilir, doğrudur, zaten bir çok eyleme “gerekli desteği” vermediklerini Türk-İş yöneticileri de itiraf ediyorlar. Ama bu durum diğer sendikacıları hiçbir zaman aklamıyor.
Türk-İş yönetimi ve faşist sendikacılar yıllardan beri sadece eylem bazında değil hayatın her alanında işçi sınıfı mücadelesinin önünde engel olmuşlardır Bu tutum onların asli görevleri arasındadır Ancak kendisine demokrat, hatta devrimci, “sınıf ve kitle” sendikacısıyım diyenler de diğerlerinden ve Türk-İş yöneticilerinden farklı olarak hangi çizgiyi hayata geçirdiler. Kendisine sol diyen 15’in üzerinde sendika ve bunların yaklaşık 500 binin üzerinde üyeleri var. Bunları sermaye ve faşizmin saldırılarına karşı harekete geçirdiler de. Türk-İş’in beş yöneticisi önlerine barikat mı kurdu. 180 bin üyesi olmakla övünen Beledive-İş sendikası, işverenlerden yüz milyarlarca alacağı için 180 bin üyesini eyleme geçirdi de Türk-İş yönetimi engel mi oldu? Bu liste daha uzatılabilir, ancak özel olarak söylenecek olursa, tüm yükü tepedeki beş kişiye yükleyip, diğer sendika bürokratlarını aklamak yanlıştır. Kuşkusuz, Türk-İş yönetimi, engel olmaya çalışacaktır, ama bu eylemler, onların izni olmadan ve onlara rağmen de başarılabilir.

UZLAŞMACILIK VE SORUMLULUK
“Değişim Grubu” olarak bir araya gelmiş olan sendikalar adına yapılan konuşmalarda Türk-İş yönetimi “Devlet Sendikacılığı” “uzlaşmacılık”,”ricacı sendikacılık”,”alınan kararları hayata geçirmemek” vb. ile suçlandılar. Bunlar doğrudur, ilginç ve yadırganacak bir durum da yoktur, Zaten Türk-İş bunların tersini yapsaydı kendisiyle çelişkiye düşerdi. Kimse geçmiş yönetimden işçileri düzene karşı mücadeleye sevk etmesini beklemiyordu. Çünkü Şevket Yılmaz ve esas olarak da Türk-İş’in geleneksel politikası böyle bir tutuma aykırıdır.
Fakat işin ilginç yanı bu tür suçlamaların yıllardan beri uzlaşmacı bir çizgi izleyen, Türk-İş’in uzlaşmacı, ricacı çizgisini destekleyen ve kapısından sendikal demokrasinin girmediği faşist sendikacılardan gelmesiydi.
Bu gerici sendikacıların Madenci yürüyüşü, Paşabahçe, Maga Deri, Kargo direnişleri, Belediye-İş grevi ve Tarım-İş grevinin ertelenmesinde, 1 Mayıs’ın kutlamaları vd. durumlardaki tutumları ortadayken, kalkıp sadece Türk-İş yönetimini suçlamaları cihetteki kendilerini aklamaya ve esas niyetlerini gizlemeye yetmeyecektir.
Yönetimde bir değişiklik olmuştur, ama bu değişim öyle “saltanatın yıkılması” olarak adlandırılmaz. Yine bu değişim tabanın isteğine bire bir denk düşen bir değişim değildir. Ancak, Türk-İş yönetimi de değiştirilebilir mesajını vermesi açısından küçümsenmemesi gereken bir olgu olarak değerlendirilmeli. Ama yönetim değişti artık gündemdeki işçi sorunları bunlar tarafından çözülecek demek çok büyük bir yanılgı, yanılgı olmaktan da öte işçi sınıfının düşmanlarına havale edilmesi anlamına gelir. Ayrıca yönetim değişikliği ile “köklü bir değişim oldu” demek en azından bürokrasinin ne olduğunu ve gücünü bilmemektir. Bamyacı’nın da itiraf ettiği gibi, Türk-İş’te kimin kiminle ne zaman karar alıp yazdırdığı belirsiz bir bürokratik kast vardır.
İşçi sınıfının karşı karşıya bulunduğu sorunların aşılamamasında sorumluluğun büyüğü Türk İş yönelimin omuzlarında olmakla beraber, Başkanlar Kurulu da bu sorumluluktan azade değildir

DEĞİŞİMİN NİTELİĞİ
“Değişim Grubu”nun ortaya çıkardığı yönetimin kendi içinde tutarlı, uyumlu olduğunu söylemek olası değil. Birbirine zıt denecek kadar farklı siyasi anlayıştaki sendikacılardan oluşmakta.
Hele bir kısım köşe yazarının iddia ettiği gibi “sermaye ve hükümete karşı” bir yapıda değil yeni yönetim. Siyasi, sendikal anlayışlarının yanı sıra Şemsi Denizer ve Enver Toçoğlu’nun yolsuzluk ve görevini kötüye kullanma iddiasıyla mahkemelere verilmesi Değişim Grubunun niteliği hakkında önemli bir fikir veriyor.
Değişimin niteliğini ortaya koyan bir başka girişim ise, Genel Kuruldaki küçük sendikaları saf dışı bırakmak için yapılan tüzük değişikliği önerisi içinde başta Yol-İş olmak üzere Değişim Grubu’nda yer alan birçok sendikanın olmasıdır.
Oluşturulan “Değişim Grubu” ile bir yanıyla tabandaki köklü değişim işleklerinin önünü kesmek hedeflenirken diğer yanıyla da gerçekte bir takım nedenlerle zorunlu olarak bir araya gelen GMİS, Türk Metal gibi sendikaların birliğini “sağ-sol birleşti” imajının yerleştirilmesi hedefleniyor.
Kendisine demokrat diyen Şemsi Denizer ile yılların sicilli faşisti Mustafa Özbek’i bir araya getiren neden “sağ-sol birleşmesi” değil, birinin Kamu-Sen ile diğerinin MESS ile olan sıkıntılarıdır. Bu sıkıntıların varlığı sadece “Değişim Grubunu” organize edenlerin işini kolaylaştırdı.
Her ikisinin de büyük ölçüde desteğe ihtiyaçları var. Geçen toplu sözleşmedeki gibi satabilme şansları yok denecek kadar az, geçmiş Türk-İş yönetimiyle işçileri tatmin edebilecek bir toplu sözleşme imzalama şansları sınırlı. Genelde bütün sendikaların içinde bulunduğu sıkıntının, Değişim Grubunu oluşturan odağın veya odakların işini epeyce kolaylaştırdığı bir gerçek.
Geçmişin, yeterince yıpranmış ve ipliği pazara çıkmış yönetiminin yerine bugün farklı anlayışlara sahip görünen sendika ağalarından oluşan bir yönetim geldi. Dünyaya ve işçi sınıfına geçmiş yönetimden pek de farklı bakmayan, biri dışında demokrat diyebileceğimiz özellikler de taşımayan, ancak, mutlaka bir şeyler yapması kaçınılmaz olan bugünkü yönetim ne yapar, ne yapabilir?
Her şeyden önce bu yönetim, geçmiş yönetimler gibi tabanın istek ve eğilimlerini görmezden gelerek kendi başına hareket edemez. Artık bu şansa sahip değil.

YENİ YÖNETİMİN AÇMAZI VE ÖNÜNDEKİ GÖREVLER
1993 yılı birçok bakımdan toplumun tıer kesimi için olduğu gibi işçi sınıfı açısından önemli mücadelelere gebe bir yıldır.
Grev aşamasında olan 120 bin işçinin bir bölümü yeni yıla grevle girerken geri kalanı ise Ocak ayı içerisinde büyük olasılıkla greve sıkacaktır.
1993 Yılında Kamu ve Özel sektörde toplam 750 bin işçiyi kapsayan sözleşmeler gündeme gelecektir. Bu sözleşmeler daha başlamadan anlaşmazlığa düşüleceğine kesin gözüyle bakılıyor, Zira IMF ücret zamları  konusunda  hükümete, mevcut enflasyona göre değil, hedeflediğiniz enflasyona göre zam verin diye baskı yapıyor. Hükümet ise 1992 yılında gerçekleşen yüzde 80 civarında gerçekleşen enflasyon oranına göre değil, yüzde 30-23 gibi çok komik oranlarda zam önermekte. Yanı sıra, “hazine bomboş” gibi gerekçeler ileri sürerek işçi ve memurlara yapılacak zammı IMF rakamlarına yaklaştırmaya çalışıyor. MESS, sıfır zamla sözleşme imzalamak istiyor.
Hak-İş, 1993 yılını eylem yılı ilan ederken, her üç konfederasyon birbirlerine ortak eylem komitesi öneriyor. Bunun yanında Türk-İş’in son derece rahatsız olduğu DİSK’in gelişme ihtimali Türk-İş ile birlikte hareket etmeyi zorlaştırıyor.
Memurlar, Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika hakkı, köylüler taban fiyatından, kredi sorununa kadar sorunları için eylem hazırlığındalar.
Kuruluşundan beri vaat ettiklerinin tam tersini yapan hükümetin, işçi sınıfı ve emekçi halka saldırısı artarak sürüyor. Hükümet çalışma hayatıyla doğrudan ilgili yasalarda değişiklik yapmayı sürekli erteliyor. Çok sözü edilen İş Güvencesi ve İşsizlik Sigortası yasaları çıkartılamazken, işverenler kıdem tazminatının kaldırılması için bastırıyor.
Sermaye ve devletin bu saldırıları, ancak kararlı bir mücadele çizgisiyle geriletilebilir.
İşçi sınıfı hareketi ve Türk-İş böyle bir çizgi izlemediği sürece var olan sorunları çözmede pratik bir adım atamayacağı gibi, sorunların daha da ağırlaşmasına neden olacaktır.
Her ne kadar geçmiş yönetimden daha geri bir çizgi izleme şansına sahip değilse de, yeni yönetim, sermaye ve onun devletine karşı cepheden bir mücadeleye girebilecek, sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yeri ve rolüne uygun davranabilecek bir yapı ve anlayışta da değil. Nitekim daha seçimin sıcağı geçmeden Genel Başkan Bayram Meral “hükümetle ilişkilerimiz bugün nasılsa yarın da öyle devam edecek” demekle tutumunu ortaya koydu. Bu açıklama yıllardır Şevket Yılmaz’da sembolleşen ama esasta Türk-İş’in politikası olan “uzlaşmacı, ricacı”,”işbirlikçi”, “Amerikancı” çizginin devam ettirileceği anlamına geliyor.
Bayram Meral bir yandan bunları söylerken öte yandan NASIL BİR TÜRK-İŞ sorusuna verdiği on yanıtta, altına imza atılabilecek şeyleri sıralayıp genel grev yapılacağını söylüyor.
Bayram Meral’in yanı sıra Genel Sekreter Şemsi Denizer de, bir yandan genel grev öte yandan “özelleştirmenin hepsine karşı çıkılmamalı” diyerek aynı eklektik düşünceyi sergiliyor.
Yeni yönetimi bekleyen ve çözümlenmesi, tutarlı bir çizgi izlenmesini gerektiren, savsaklamaya tahammülü olmayan sorunlar var. Bunları, işverenlerin her alandaki saldırıları, hükümet ve IMF’nin tutumu, genel kurul kararlarının hayata geçirilmesi, 120 bin işçinin grev aşamasına gelip tıkanmış sözleşmesi ve genel grevin uygulanması gibi belli başlı konulardır, Bu sorun, görev ve zaaflara, tek tek göz atacak olursak yeni yönetimin açmaz ve görevleri, işçi sınıfı ve sermaye karşısındaki tutumu daha iyi anlaşılacak ki, bu aynı zamanda ne kadar değişime tekabül ettiğini gösterecektir.
Bunların yanı sıra demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması, çalışma hayatının çeşitli sorunlarının çözümlenmesi, Kürt sorunu gibi sorunlar karşısında alacağı tutum yeni yönetimin gerçekle radikal bir değişim olup olmadığının da göstergesi olacaktır.
Çünkü kendi içinde ve dışarıdan kaynaklanan bir sürü zaaf ve zorluklarla karşı karşıyadır.
Genel Kurulda da dile getirildiği gibi Türk-İş işçiler nezdinde güven kaybetmiş durumdadır. Güvenin sağlanabilmesi mücadeleci bir çizginin izlenmesine, sorunların üstüne üstüne gidilmesine gerçeklen radikal, tutarlı, kararlı ve istikrarlı bir sendikal-siyasal çizginin izlenmesine bağlıdır.
MESS Grevleri, 750 bin işçinin toplu iş sözleşmesi ve genel kurul kararlarının hayata geçirilmesi ki bunların arasında yönetimi en zor durumda bırakacak olan genel grev vardır.
* Genel Grev’ konusu sözünün çokça edilmesine karşılık yönetimin kafasında yeterince net değil. “Üretimden gelen gücümüzü kullanacağız” gibi çok yuvarlak sözlerle işi götürmeye çalışıyorlar. Petrol-İş Genel Başkanı Münir Ceylan’ın Haziran’da demesine karşılık Türk-İş yönetiminde herhangi bir tarih sözü çıkmış değil. Tarihin belirlenmesinin ötesinde genel grevin örgütlenmesi, grev komitelerinin kurulup inisiyatifin bunlara devredilmesi, grevin talepleri ve süresi, hangi koşullarda uygulanabileceği gibi konuların konuşulması hep Ocak 1993’te Diyarbakır’da yapılacak olan Başkanlar Kurulu toplantısına bırakılıyor.
Münir Ceylan’ın genel grev için Haziran ayı önerisi bir kaç açıdan isabetli ve önemlidir. Birincisi, 1993 başında başlayan toplu sözleşme görüşmelerinin grev aşamasına o zaman denk gelmesi (prosedür olarak), ikincisi, Temmuz öncesi memur eylemlerinin yüksek olduğu bir ay olması, üçüncüsü, işçi sınıfının en görkemli direnişlerinden biri olan 15-16 Haziran’ın yıldönümü olması gibi özellikler sayılabilir.
* Yeni yönetim Özellikle Genel Başkan Bayram Meral, AAFLl ile ilişkilerini kesebilecek mi? Yardımları reddedip, CIA’dan bağımsız bir eğitim politikası izleyebilecek mi?
* Kaldırılmasını islediği ve katılmakla meşrulaştırdığı Yüksek Hakem Kurulu’ndan çekilecek mi?
* Anti-emperyalist, anti-faşist, anti-şovenist bir çizgi izleyerek, işçi sınıfının birliği için çaba sarf edecek, aktif tutum alabilecek mi? Özellikle sermaye ve hükümet ve hâkim sınıfların kışkırtmaya çalıştıkları şovenizme karşı çıkacaklar mı?
* “Hükümet için ümitlerimiz ümitsizliğe dönüştü” diyen Bayram Meral, şimdiye kadar hiçbir vaadini yerine getirmeyen, getirmesi de mümkün olmayan Koalisyon hükümetine vermeyi sürdürdüğü desteği çekip açık mücadeleye girişecek mi, yoksa öncekiler gibi hep süre vererek zaman mı geçirecek?
* 16. Genel Kurul’da alınmış olan kararları zaman geçirmeksizin hayata geçirebilecekler mi?
* NASIL BİR TÜRK-İŞ Broşüründe ifade edilen, 1-Güçlü bir Türk-İş, 2-Öncü Türk-İş, 3-Mücadeleci Bir Türk-İş, 4- Güvenilir bir Türk-İş, 5- Bağımsız bir Türk-iş, 6- Çoğulcu bir Türk-İş, 7-Sorumlu bir Türk-İş, 8- Demokrat bir Türk-İş, 9-TİS’Ieri aşacak bir Türk-İş, 10- Siyasal Gücümüzü artıracak bir Türk-iş, başlıkları altında yer alan taleplerin gerçekleşmesi için aktif eylemler gerçekleştirebilecekler mi?

1995 İÇİN…
Değişim Grubu ne kendiliğinden, ne de sabahtan akşama oluştu. Belirli çevreler bunu uzun zaman planlayıp sahnelediler. Açıktır ki oyunu başarıyla gerçekleştirdiler. Öyle ki, ‘89 genel kurulundaki gibi sol delegelere toparlanma fırsatı bile tanımadılar. Aslında delegeler tek tek ele alındığında ‘89 genel kuruluna göre sol delegeler sayı olarak daha fazlaydı. Yanı sıra eskisi kadar “asker delege” yoklu. Genel başkanlar delegeleri kontrol etmekte bayağı zorlandılar.
Sol delegeler zamanında harekete geçmedikleri için toparlanamadılar ve pazarlık şansını kaybettiler. Erken davranıp toplu hareket edebilselerdi “Değişim Grubu”nun oluşup oluşmaması bir yana, pazarlık gücüne sahip olacaklardı ve bugünkü yönetim içinde farklı biçimde temsil ediliyor olacaklardı.
Alışılmış bir sendikal anlayışı bir türlü kıramadılar. Yönetime muhalefet, kampanyalar biçiminde ele alınmakta. Genellikle çalışmalar bir-iki hafta kala başlayıp genel kurul sonunda bitmekte. Elbette ki bu çalışma tarzı, bakış açısı sol’u müzmin muhalefet olmaktan kurtaramaz.
Türk İş, değişir, değiştirilebilir anlayışından hareketle bugünden başlayarak, kesintisiz ve planlı bir çalışmayla 1995’te sol daha başarılı olacaktır. Yeter ki çalışmalarda sorumlu davranılsın, işler kendiliğindenliğe bırakılmasın. Gerisi gelecektir.

Ocak 1993

Yüksek öğrenim gençliğinin örgütlenme sorunları(2) Akademik mücadele, ideolojik mücadele ve örgütlenme ilişkisi

Son on yıl içinde, W-W arasında nispeten bir canlanmanın görüldüğü dönem bir yana bırakılırsa, öğrenci gençlik hareketinde genel bir gerileme yaşandığı, bu hareketle ilgilenen hemen herkesin ortak kanısıdır.
Yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesi, yıllara göre izlendiğinde, görünen manzara şudur: giderek hem sayısal hem de nitelik bakımından cılızlaşan devrimci siyasal gruplar ve her geçen gün devrimci politikaya ilgi ve güveni azalan, bireysel sorunları içinde bunalmış, ama çözümsüzlüğe ve sorunlarla yaşamaya alıştırılmış, sayıları yüz binlere varan bir öğrenci kitlesi. Bu manzaraya daha yakından bakıldığında; devrimci siyasal grupların, mücadelenin yaşanan sorunlarına çözüm aramak ve güçlerini birleştirerek asgari bir önderlik yaratma yerine, birbirleriyle, olmayan bir önderlik mücadelesine giriştikleri, asıl enerjilerini bir avuç devrimci genci kendi yanlarına kazanmaya harcadıkları görülür. Daha da kötüsü, bu devrimci siyasal gruplar, her geçen gün kendi içlerine kapanmakla, darlık ve kitle mücadelesinden beslenememenin getirdiği sorunlarla uğraşmaktan, dışarıya, kendi dışlarındaki kitleye yönelecek politikalar geliştirememektedirler. Bu ortamda, grupçuluk, bireycilik, dünyayı ve sorunları sadece kendi hissettiklerinden ibaret görme, içe dönüklüğü daha da kışkırtmakta, çaresizlik adeta bir kâbus gibi devrimci gençlik kesimlerinin üstüne çökmüş bulunmaktadır. Erime, güç kaybı, bireysel teröre yöneliş, göstericilik, kariyerizm, amir-memur anlayışı, lafazanlık, mücadeleden kaçma, bireycilik, grupçuluk, otonomi, hatta devrimcilik adına otonom gruplar örgütleme, kulüpçülük vb. bu ortamda meşruiyet kazanmaktadır.
Öte yandan, yüksek öğrenim gençliği içinde, kendisine “Türk-İslam sentezi” felsefesini dayanak alan dinci-gerici-faşist grupların; polis, üniversite yönetim ve öğretim üyesi destekli örgütlenmelerinin, yavaş ama istikrarlı bir yükseliş içinde olduğu gözleniyor. Bir yandan kendi dünya görüşlerinin radikal bir savunusunu yaparken, bir yandan da yüksek öğrenim düzeninden öğrencilerin günlük sorunlarına kadar pek çok konuda kendilerince “çözüm üretecek” mekanizmalar yaratmış olmanın avantajını kullanıyorlar, Bu gruplardan bazıları, dayandıkları zemine güvenerek, birçok konuda devrimci öğrencilerle aynı söylemi kullanmaktan, aynı talepleri öne sürmekten, hatla kimi konularda ittifak çağrısı yapmaktan bile çekinmiyorlar.
Öğrenci yığınlarını kazanma iddiasındaki sağ ve sol siyasal eğilimler dışında kalan ve sayısı yüz binlere varan öğrenci yığınları ise; “yukarıdaki” bu kutuplaşma ve çalışmalardan ya tümüyle habersiz, ya da olup bitene ilgisiz, kendi günlük sorunları içinde bireysel çıkış yolları arıyorlar. Örgütlenmeye en yatkın kalabalık bir öğrenci kesimi ise, bir kaçış “çözümü” olan özel amaçlı gruplaşmalar içinde toplumsal bir dayanak arıyorlar; Kulüpler, özel arkadaş çevreleri, ortak hobiler etrafında yakınlaşıp devamlılık gösteren çevreler, hatta tek ortaklığı aynı mekânda olmaktan öte geçmeyen mistik “örgütlenmeler” vb. gibi.
Hiç kuşkusuz, bütün bu olumsuzlukların, üniversite yönetiminin anti-demokratikliğinden polis baskısına, devrimci grupların yığın taleplerine önem vermemesinden sosyalizmin dünya ölçüsündeki yenilgisine kadar pek çok nedeni vardır. Ama bütün bu sorunların varlığı, öğrenci harekelinde akademik mücadelenin hatalı ele alınışının doğurduğu çok önemli zaafları gölgelememelidir.
Konumuz açısından bakıldığında, yüksek öğrenim gençliği içinde yürütülen çalışmanın başlıca zaafının, kendiliğindendik, yüzeysellik, amaç belirsizliği gibi, ilkel politikanın bütün özelliklerini gösteren tutum olduğunu söylemek abartma olmayacaktır. Bu yüzden ele sorunun özüne yaklaşmak için üniversitede yürütülen ve genel olarak akademik-demokratik olarak adlandırılan mücadelenin “akademik bileşeni”nden ne anlaşıldığı ve ne anlaşılması gerekliği üstünde durmak gerekir.
Yüksek öğrenim kurumlarında faaliyet gösteren devrimci siyasal odakların iyinde yer alan öğrenci kesimleri, üniversitelerin demokratikleştirilmesi ve öğrenim programlarına ilişkin talepleriyle, öğrenciler
eğitim görmesini kolaylaştıran maddi ve moral (yemek, kredi, yurt, spor, çeşitli kültürel etkinlik vb.) imkanlara ilişkin talepler etrafındaki mücadeleyi, “akademik-demokratik mücadele” olarak adlandırıyorlar, hatta doğrusu, tutum ve söylemlerinden çıkan tanım aşağı yukarı böyle bir talepler yelpazesine karşılık geliyor, Böyle olunca da, çalışma, en iyimser bir varsayımla, öğrencilerin gündelik talepleri ve ülkedeki demokrasi mücadelesinin parçası olan “özerk demokratik üniversite” mücadelesine indirgeniyor. Bu noktada, bugün sürdürülen çalışmanın bu yaklaşıma uygun olup olmadığı sorusu çıkar karşımıza ve bu soruya olumlu yanıt vermek ise olanaksızdır. Ama bu çalışmanın neden yürütülemediğinin anlaşılması için sorunun ideolojik boyutuna, “akademik mücadele”den ne anlaşılması gerektiğine değinmek gerekir.

NEDİR AKADEMİK MÜCADELE?
Sınıflı toplumlarda, görünüşte bütün sınıf çıkarlarından azade görünen bilim ve felsefe, egemen olan sınıfın çıkarlarına göre biçimlenir. Üniversite ve yüksek okullar da, bütün geçmiş çağların bilgi birikiminin toparlanıp yeniden üretildiği kurumlar olarak, sınıflar mücadelesinin akademik, bilimsel alanda sürdüğü kurumlardır, Akademik mücadele olarak, bugün daraltılmış ve bozulmuş bir biçimde devrimci siyasal grupların literatüründe yer alan kavram da, tam da bu bilim ve felsefe alanındaki çatışmayı ifade eder, etmelidir. Üniversite ve yüksek okullardaki devrimci komünist çalışmayı, herhangi bir düzene muhalefet potansiyeli taşıyan kitle içindeki çalışmadan farklılaştıran özellik de akademik mücadelenin bu özel içeriğidir.
Bu yazının birinci bölümünde de işaret edildiği gibi, üniversite öğrencileri, birer birer; bilgi düzeyi, kişisel amacı, bu amaca ulaşma şansı ve bulunduğu sınıf ne olursa olsun, üniversiteye bilim yapmak için gelmiş bir kitledir. Dolayısıyla, bu kitlenin kazanılması için, onun öğrenim ve yaşam koşullarının zorluklarını sergilemek yetmez. Onu, bu düzende özgürce bilim yapamayacağına, seçtiği uzmanlık dalında serbestçe gelişemeyeceğine, kişiliğinin ve yeteneklerinin özgürce serpilip gelişeceği tek sistemin sosyalizm, komünizm olduğuna ikna etmek gerekir. Çünkü okul yaşamı; kendiliğinden bilinciyle, genç için yaşamının sadece 4-5 yıllık bir dönemidir ve bu dönemi de isteğince, iyi bir biçimde geçirmek ister; ama olmuyorsa, kimi iyileştirmeler için bütün geleceğini tehlikeye atmaktan kaçınacaktır. Bu yüzden de, üniversiteli genç, ancak bu düzen kendisine   bilim, sanat ya da seçtiği uzmanlık alanında bir gelecek vaat etmiyorsa, ideallerini gerçekleştirme şansı tanımıyorsa, ona karşı savaşma ihtiyacı duyacaktır. Ama bu, herhangi bir emekçi sınıf kesimi için olduğu gibi, sadece düzenin çelişkilerini sergilemek, kapitalizmin kötülüklerini sayıp dökmekle başarılamaz. Yüksek Öğrenim gençliği için, karşılaştığı ekonomik güçlükler, uğradığı baskılar, gördüğü eğitimin yetersiz ve anlamsızlığından kaynaklanan hayal kırıklığı onunla iletişim kurmak için vesile nedenler olabilir. Çünkü bugünkü güçlükleri ne olursa olsun, egemen düşüncenin ona biçtiği rol yarının yöneticisi, bilim adamı, önüne geniş olanaklar vaat ettiği uzman rolüdür. Özellikle emekçi sınıflardan gelen öğrenciler için yüksek öğrenim, bir sınıf atlama olanağıdır. Gerçek olup olmayacağı tartışılır olsa bile, bütün bu olanaklar, genç için, bugün sıkıntıları katlanılır kılabilir, kılmaktadır. Dolayısıyla da, bu alanda yürütülen ajitasyon ve propaganda faaliyetinin içeriği günlük çelişmelerin arkasındaki gerçeği açığa çıkaracak bir nitelikte olmak zorundadır. Her şeyden önce yaşanan çelişmelerin gelip geçici değil de doğrudan sistemden kaynaklandığı, kapitalizm koşullarında özgür bir bilim ortamının gerçekleşemeyeceği, bilim ve sanatın ancak kapitalist sınıfa hizmet ettiği ölçüde bu sistem tarafından desteklendiğini, bir uzmanın ancak kapitalistin kârına kâr katan yöntemler üstünde çalışabileceğinin, sistemin eleştirisi temelinde açıklanması, bu kitlenin mantıksal bakımdan ikna edilmesi gerekir. Verilen eğitimin bilimsel değil tamamen yanlı olduğu, her bir öğrencinin insanlığın çıkarları için değil kapitalist sistemin ihtiyaçlarıyla sınırlı bilgilerle donatıldığı ve bu yüzden de, kapitalist dünya görüşü dışına çıkmadan, yeteneklerini serbestçe geliştirme olanaklarına sahip olamayacağı açıkça ve mantıksal bakımdan hiç bir itiraza yer vermeyecek bir biçimde, ortaya konmak durumundadır,
Sorunu daha somut ele alırsak; burjuvazinin bilime yaklaşımı deneyci, pozitivist, olgucu, bilinemezci bir temele oturtulmuştur. Bu temelde, her şey birbirinden bağımsız olarak vardır ve hareketsizdir. Nesneler, olaylar ve olgular, birbirinden yalıtılmış olarak incelenip sonuçlar çıkarılır. Bu adım, bilimlere felsefeden ayrılıp ayrı ayrı disiplinler olarak gelişmeye başladıkları 18. yüzyılda bir atılım sağlamıştır, Ama bilim dallarının olgunlaşmaya başlamasıyla bu kuşkucu, bilinemezci temelin yetersizliği ortaya çıkmıştır. Bu temel, 10. yüzyılın ikinci yarısında diyalektik materyalizmin bilinemezciliğe, olguculuğa, pozitivizme yönelttiği eleştirilerle aşılabilmiştir. Bu durum sadece, bilimde yeni bir aşama değil, burjuvazinin dünya görüşünün de aşılmasıdır. Diyalektik karşısında çaresiz kalan burjuva bilim yaklaşımı, zaaflarını, diyalektiğe yönelerek aşmak yerine, geriye, metafiziğe sığınarak kendini savunmaya çalışmıştır. Aynı anlama gelmek üzere, 17: yüzyıl mekanizmine, bilimsel bir cila çekilmiş, dinsel dogmalara sığınmıştır. Bu yüzden de, 19. ve 20. yüzyıldaki bütün büyük buluş ve bilimsel ilerlemeler, burjuva bilim temeli aşıldığı ölçüde başarılmıştır. Darwin’den Einstein’e, Ruthenford’dan Niels Bohr’a bilim adamları, belki yöntem ve yaklaşımlarının diyalektik olduğunu
Fark etmeden, bilime diyalektiği sokmuş, maddedeki süreklilik ve hareketin açıklanması ve gizlerin çözülmesinde dev adımlar atmışlardır. Örneğin, Darwin’in Evrim Kuramı, Marx ve Engels tarafından hemen kabul görür ve doğadaki diyalektiğin kanıtlanması olarak selamlanırken, bu kuramın burjuva bilim çevreleri tarafından yarım ağızla kabullenilmesi için yarım asır geçmesi gerekmiştir. Bu ise, hiç bir ülke ve burjuva bilim çevresinde gerçek bir kabul ediş olmamış, tersine, çeşitli türden yaratılış kuramlarıyla, bu kuramın “boşlukları” doldurulmaya çalışılmıştır. Burjuva bilim çevreleri için, kuramın en çok öne çıkarılan yönü “doğal seçme”ye ilişkin öne sürdüğü sav olmuş ve doğadaki “orman yasası”, “sosyal Darwinciler” taralından topluma da aktarılarak, “güçlünün güçsüzü ezmesi”, meşru ve kaçınılmaz gösterilmeye; böylece kapitalizm ve kapitalist sömürü  ebedileştirilmeye ve meşru gösterilmeye çalışılmıştır. Bugün bile, Evrim Kuramı’nın öne sürülmesinden 130 yıl sonra, kuramı doğrulayan onca yeni bulguya karşın, Darwin Kuramı, “eleştirilerek” okutulan, en azından yaratılış kuramlarıyla dengelenerek okutulan bir kuram olmaya devam ediyor. ABD başta olmak üzere pek çok ülkede ise, dinsel duyguları gevşettiği gerekçesiyle ortaöğrenim kurumlarında hiç okutulmuyor. Ama, “sosyal Darwinizm” ve ondan türeyen kuramlar söz konusu olduğunda “Darwin”, bu yanıyla, “büyük bilim adamı” olarak tanıtılıyor, Yine, diyalektiğin matematiksel bir doğrulanmasını da içeren Einstein’in İzafiyet Kuramları (Genel ve Özel), atomun parçalanmasıyla kanıtlanan madde-enerji dönüşümü, diyalektik materyalizmin bilimsel gelişmeler tarafından doğrulanan yeni kanıtlarıyken, burjuva bilim dünyası bu kuram ve gelişmelerle de sadece formüller ve teknolojik sonuçlar itibariyle ilgileniyor ve sorunun felsefi ve artık aynı anlama gelen bilimsel boyutuyla ilgilenmiyor. Oysa gerek izafiyet kuramı, gerekse atomun parçalanmasıyla kanıtlanan madde-enerji dönüşümü, burjuva bilimin temelindeki hareketsizlik ya da hareketi mekanik hareketten ibaret gören; olgu ve olayları nesneler dünyasındaki ilişkilerden soyutlayan burjuva bilim yaklaşımına ağır bir darbedir. Öte yandan burjuva toplumbilimin açmazları karşısında burjuvazi, medya aracılığı ile UFO kuramları yayarak, on bin yıllık insanlığın bilgi birikiminin vardığı sonuçları altüst eden bir “popüler bilim”le, kendi geçmiş mirasındaki bütün olumluğu da reddeden bir “bilim çizgisi”ne gelmiş bulunuyor. Sadece bir-iki örnek verdik. Ama Dilimde sıçramalara kaynaklık eden her yeni adım, yakından incelenirse, görülecektir ki, burjuva bilim görüsünden ayrılındığı, diyalektik dünya görüsüne yaklaşıldığı ölçüde olanaklı olmaktadır.
Türkiye’de, yüksek öğrenimin içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında, çok daha çarpıcı olgularla karşılaşılır. Öğretim üyesi ve öğrencilerin, başka fi nedenler bir yana, politik görüşlerinden dolayı kovuşturmaya uğraması ve yüksek öğrenim kurumlarından uzaklaştırılması Ortaçağ ile boy ölçüşebilecek bir boyuttadır. Bilimsel çalışma olanakları hemen tümüyle ortadan kaldırılmış, üniversiteler dışa bağımlı sanayinin ihtiyaçlarına yetecek düzeyde eleman yetiştiren birer teknik okula dönüştürülmüştür. Dahası, bilim dışı, ortaçağlarda savunulabilecek bir ‘Türk-İslam Sentezi” felsefesi, resmi felsefe olarak kabulü zorunlu bir “yüksek öğrenim felsefesi” haline getirilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında benimsenip, üniversitelerin kuruluş temeli olarak saptanan pozitivist, kuşkucu bilim anlayışının boşlukları, bugün Türk-İslam sentezi felsefesine temel olan, dini dogmalarla doldurularak üniversite öğreniminin bilimselliği, 18. yüzyıldan 14-15. yüzyıllara doğru geri çekilmiştir. Pratikte, “çifte doğru”, öğretisine dönülmüştür. Üstelik Ortaçağ’da “çifte doğru” dinin ve bilimin doğrularının ayrılığı üstüne otururken, günümüz Türkiye’sinde “çifte doğru”, dinin doğrularını yalanlayan bilimin doğrularının ve dinsel dogmaların yeniden “yorumlanmasıyla” birleştirilmesi gibi, zırvaya varan bir noktaya ulaşmıştır. Aya gidilmesine, atomun parçalanmasına Kuran’da öngörüler arayan ve “bulan” sentezciler, Evrim Kuramı karşısında İslami yaratılışı, toplum yasalarına karşı Tanrısal yasaları üstün tutan bir “bilim” anlayışını üniversitelerde egemen hale getirmişlerdir.
Bilim ve felsefe alanı gibi, ne olduğu Antikçağ’dan bu yana tartışılan ve sayısız spekülasyonlar üretilen bir alanda, bu yazının sınırları içinde fazla bir şey söylemek olanaksız. Ama gerçekte gelişmiş ve bilime değer vermesiyle övülen Avrupa ve Amerika ile, bizdeki Türk-İslamcı bilim anlayışı arasında esasta bir nitelik farkı yoktur. Fark sadece, bilimsel gelişmeye müdahaledeki yöntemlerin inceliği ya da kabalığındadır. Batı’da bilimin gelişmesi, kapitalistin çıkarlarına uygun değilse finansmanı kesilerek engellenirken, Türkiye’de bu yasak ve kovuşturmalarla yapılmaktadır. Ama sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkmakta, bilim, egemen sınıfa hizmetle sınırlı bir faaliyete dönüştürülmüş olmaktadır. Bu yüzden de, ister Türk-İslamcı felsefe ve bilim yaklaşımı (‘ilim’ diyorlar buna), ister pozitivist, deneyci yaklaşımı eleştirmekle başlayalım her ikisi de bir sistem eleştirisine dönmek, diyalektik materyalist bilimsel yaklaşımın, sosyalizmin savunusuna varmak zorundadır.
Demek ki; akademik mücadele, yüksek öğrenim İçin gelen öğrencilerin, bilim yapmaya gelen kişiler olma özelliğinden kalkan ve öğretim Üyelerinin bilim yapma özgürlüğünü savunan; bir bütün olarak, özgür bilim ile kapitalizme hizmetle sınırlı bir bilim anlayışı arasındaki mücadeleyi içeriyor. Sonuçta toplumsal kargaşaya mı yol açar, din ve geleneklerle çatışır mı, çatışmaz mı kaygısından uzak her tür bilimsel çaba, eninde sonunda diyalektik materyalist dünya görüşüne katkıda bulunan bir çaba olacaktır. Bu yola giren her bilimci, kendisi ile tutarlı kaldığı sürece, düzenle çalışan sonuçlara ulaşacaktır. Bu yüzden de bilim alanındaki özgürleşme mücadelesinin, dolaylı bir biçimde de olsa, sosyalizme yönelişi destekleyen bir çaba olarak değerlendirilmesi gerekir.
Hiç kuşkusuz bu kapsamlı mücadele, sadece yüksek öğrenim gençliği içindeki odakların kendi çabalarıyla başarılabilecek bir şey değildir. Ama bu alandaki çalışmanın perspektifinin böylesi bir derinliğe sahip olması da bütün diğer alanlardaki çabaların başarıya ulaşması için zorunludur. Böyle bir perspektife sahip olmadan bu alanda yürütülecek mücadeleler gelip geçici olmaya, genel sınıf mücadelesine yapması gereken katkıyı yapmadan yok olmaya mahkûmdur.
Nitekim;Türkiye’de ’68 hareketinin, sonraki gençlik hareketinden daha kalıcı özellikler taşımasının ve sonraki yılları etkilemesinin en önemli nedenlerinden biri de, bu hareket içinde, yetersiz de olsa böyle bir yanın varlığıdır.
Elbette, 1968’lerde, öğrenci gençlik harekeli, kendisini yöneten, onu genel sınıflar mücadelesinin bir parçası yapacak bir merkeze sahip değildi. Bu yüzden de planlanmış bir akademik mücadele programı ve perspektifi de yoktu. Ama o günün koşulları, (sosyalizmin popülaritesi ve yeni yeni piyasaya çıkan Marksist klasiklerin yutulurcasına okunmasına yöneliş), her dersi, bir materyalizm-idealizm, kapitalizm-sosyalizm tartışmasına dönüştürüyordu. Kantinler, öğrenci dernek ve birliklerinin düzenlediği toplantılar Marksist klasiklerin tartışılmasından, dünya ve ülkedeki çeşitli sorunların, tartışıldığı yerler oldukları gibi, bunların Marksist açıdan eleştirisinin de yapıldığı yerler oluyorlardı. Bugünden bakıldığında bu tartışmalar yüzeysel görülebilir. Ama o gün gerici çevrelerin savunduğu dünya görüşü karşısında devrimci gençlik kesimlerine kesin bir üstünlük sağlıyordu. Bu tartışmalara katılan her genç, bir gerici-faşist karşısında üstünlük sağlayacağından emindi ve bu cesaretle, görüşlerini, kimilere ve kalabalıklara açmakla tereddüt etmiyordu.
Kapitalizmin niteliği konusunda bir şeyler öğrenen öğrenciler kendilerini nasıl bir geleceğin beklediğini gördükleri gibi, bilim ve sanatın kimin hizmetinde olduğunu, gerçek bir gelişmenin hangi sistem içinde mümkün olabileceği konusunda mantıksal olarak ikna oluyorlar, tercihlerini böyle bir bilinçle yapıyorlardı. Kendisine iyi bir gelecek vaat eden okullarda okuyan öğrenciler bile, bu geleceğin kendi istek ve ihtiyaçlarıyla çelişen, burjuvaziye adanmış bir gelecek olduğu bilinciyle başkaldırıya katılıyorlardı. Bu tartışmalar, sadece öğrencileri değil öğretim üyelerini de etkiliyor, kırk yıllık profesörlerin, sosyalizmden, diyalektik materyalizmden yana bir anlayıp yaklaşmasına yol açıyordu. Sonraki yıllarda üniversitelerin (iğretim kademelerinde yer alan, sosyalizm yanlısı öğretim üyeleri, bu tartışmalar içinde, yetişen genç ve orta yaşlı öğretim üyesi kuşağı idi.
Bugün, akademik mücadele alanında yapılması gereken de çok farklı değil, Elbette bugün ulaşılan bilinçle, Türk-İslam sentezciliğine, bireyci felsefelere, pozitivist, bilinemezci bilim yaklaşımlarına karşı ciddi bir savaş açıp, öğrencileri ve öğretim üyelerini ikna edecek derinlikte bir karşı ideolojik saldırı olmaksızın, yüksek öğrenim gençliği ve konumuzla ilgili yanıyla öğretim üyeleri içinde, ciddi kazanımlar beklenmemelidir. Türk-İslam sentezcisi ya da başka türden gerici dünya görüşleri karşısında, onlara üstün gelecek bir bilgiyle donatılmamış, onların çelişki ve açmazlarını diyalektik materyalist bir çizgiden mahkûm edemeyen bir devrimci propagandanın bu çevrede başarılı olma şansı hiç yoktur. Tersine bugün bu çevrede egemen düşünce Türk-İslam sentezciliği, bireycilik ve benzeri burjuva felsefeler olduğuna göre, onunla egemenlik mücadelesi sürdürecek devrimci propagandanın tutum ve söylemde çok daha radikal olması gerekir. Radikallik kuru gürültüyle değil bilim ve diyalektik materyalizmin sağladığı bilgi birikimiyle olabilir bir şeydir. Bugün ise tam tersine devrimci propaganda, burjuvazinin “uzlaşma”, “sınıflar-arası işbirliği” safsatasının da etkisiyle, savunmacı bir söylem ve tutum içindedir. Bu tutumun gericiliğe prim verdiği apaçık ortadadır. Ve bundan cesaret alan gericilik, kendi söylem ve tutumunda daha cesur davranmakta bu nedenle de yığınlar üstünde etkili olmaktadır.
Öğrenci gençliğin, çok somut taleplerinden kalkıldığında bile ciddi bir kitlesellik sağlanmadığı ortadadır. “Duyarsızlıktan”, “bireycilik”ten vb. yakınılmaktadır. Ama bu olumsuzluklar kişilerin doğuştan özünde olan şeyler olmayıp, doğrudan doğruya ülke ve yüksek öğrenim kurumlarında egemen felsefenin türevleridirler. Bu felsefe karsısında ciddi bir saldırıya geçilmedikçe de çok fazla değişik sonuçlar beklenmemelidir.
Yüksek öğrenim kurumlarında da, gündelik kimi talepler etrafında ve genel sınıf hareketinin yarattığı etkiyle kimi kitlesel çıkışlar olsa bile, yüksek öğrenim gençliğinin devrim mücadelesine asıl katkısı bu alanda, diyalektik materyalizmin, sosyalizmin her türlü idealist dünya görüşü karşısında bilimdeki gelişmelerle zenginleştirilmiş bir diyalektik materyalizm, sosyalizm savunusuna güç katmak olacaktır. O zaman diyalektik materyalizm savunucuları sadece tanınmış Marksist politikacılar değil, daha çok bilim ve sanat adamları, uzmanlar olacak; kentli bilim ve sanat dallarının katkılarıyla savunacaklardır sosyalizmi. Sadece sosyalist gerçekçi sanatın mantıksal bakımdan üstünlüğü savunulmakla kalınmayacak, sosyalist gerçekçi sanat ve kültür adamları, yaralılarıyla da sosyalizme güç vereceklerdir. Yığınların gözünde de sosyalizm, sanat ve bilimle sınırlı da olsa, ete cana kavuşmuş olarak çıkma şansına sahip olacaktır.
Akademik mücadelenin bu kavranışı, üslup olarak da yüksek sesle konuşmayı zorunlu kılar. Her ders, her toplantı, (yöntemi doğru seçilmek koşuluyla) bir kürsüdür artık. Fikirlerini cesaretle ve bilinçle savunan propagandacının, bütün karşı fikirleri çürüttüğünde, bir çıkara angaje olmamış en geniş öğrenci yığınlarını kazanmaması için bir neden yoktur. İşte ancak, böyle bir perspektif yaşama geçirildiğinde, son yıllarda ortaya çıkıp hızla çoğalan, bir kaçış ve çaresizliğin sığınağı olan bilim ve sanat kulüpleri, yığınları kazanmanın dayanakları, bütünlüklü bir faaliyetin özel çalışmalarının yapıldığı bir işleve sahip çevreler haline gelebilirler.
Elbette ki söylenenlerden, öğrenci gençliğin günlük taleplerinin önemsizliği ve bunlara sut dönülmesi gerekliği çıkarılamaz. Ama böyle bir perspektife sahip olmadan, böylesi derinlikli bir propagandayı örgütlemeyi amaçlamadan yürütülecek ajitasyonun kalıcı başarılar için yetmeyeceği ortadadır.
Bugün, İslamcı ve Türk-İslamcı çevrelerin kalıcı başarılar kazanmış olmalarının temelinde yatan nedenlerden biri, kendi dünya görüşlerini radikal bir biçimde savunarak, belirli bir kesimi de olsa mantıksal olarak kendi görüşlerine ikna etmiş olmalarıdır. Gericiliğin üniversitelerdeki mevzilerinden sökülmesi için, onlardan daha radikal ve onların görüşlerinin eleştirisini de içeren bir propagandanın yürütülmesinin zorunluluğu ortadadır. İlk bakışta, akademik mücadelenin karşı taraftaki aktüel rakibinin, bu Türk-İslamcı ekip olduğunu söylemek yanlış olmaz.

YÜKSEK ÖĞRENİM GENÇLİĞİNİN ÖRGÜTLENMESİ HANGİ TEMELDE OLMALIDIR?
1960’ların ortalarında, öğrenci gençlik içinde devrim ve sosyalizm fırtınası esmeye başladığında, hemen her fakülte ve yüksek okulda, her öğrencinin doğal olarak üye bulunduğu, öğrenciler tarafından meşru görülen öğrenci dernekleri ve birlikleri vardı. Yüksek öğrenim gençliğinin en kitlesel eylemleri olan 68 ve sonraki yıllarda gelişen eylemler bu dernekler üstünde yükseldi. Dev-Genç bu derneklerle sıkı ilişki içinde doğdu ve öğrenci gençlik yığınları içinde meşruiyet kazandı. 70’li yıllarda hem dernek hem de Dev-Genç türü örgütlenmeler, Özgürlük Dünyası’nın değişik sayılarında değindiğimiz nedenlerden dolayı işlevsizleşti.
12 Eylül’den sonra, 12 Eylül öncesinin işlevsiz örgüt biçimleri, üstelik onları işlevsizleştiren politikalar ve çalışma tarzıyla yeniden canlandırılmak işlendiyse de başarısız oldu. En azından, gelinen noktada böyle olduğu açıkça görülmekledir.
Bugün, ‘80 öncesinden farklı olarak, yüksek okul öğrencileri içinde asıl eğilim ‘68’lerde Avrupa ve Amerikan gençlik örgütlerine benzeyen ‘otonom’ örgütlenmelere doğrudur: Çeşitli kulüpler (fikir kulüpleri, sinema kulübü, fotoğraf, folklor, bilim vb kulüpler), dergi çevreleri ya da yaşam alancılık’ vb. gibi anarşist gruplanmalar daha popüler örgütlenmeler olarak görülmekledir öğrenciler tarafından. Dernekler ise; kimi siyasi eğilimden öğrencilerin “örgütü” durumundadır. Ve dar grupçuluk, kişisel sürtüşmeleri kışkırtan bir etken olarak rol oynadığı için dernek içinde olanlar arasında bile epeyce zamandan beri bir kitle örgülünün unsurları arasında olması gereken ilişkiler yoktur.
Başka ülkelerdeki örneklerine bakıldığında ‘otonom’ diye nitelenen örgüt biçimlerinin, politikadan uzak durmanın, ya da aynı anlama gelmek üzere politik nitelikteki örgütlenmelerin etkinliklerini yitirdikleri dönemlerde yaygınlaşan örgüt biçimleri olduğu görülmektedir. Bizde de bu örgütlerin ortaya çıktığı dönemin benzer özellikler taşıdığı görülür.
Kuzey Amerika ve Avrupa ’68 öğrenci hareketi bu türden otonom gruplar üstünde yükselmişti. Ama bizde derneklerin gördüğü işlevi, orada, otonom grupların bir federasyonu ya da başka türden birliği değil de bir biçimde öne çıkan öğrenci liderleri yapmıştı. Bu yüzden de hareket kalıcı olamamış kısa sürede dağılıp, otonom grupların içe dönük faaliyeti, egemen öğrenci tutumu olarak yeniden yaygınlaşmıştı.
Kuşkusuz, bugün Türkiye’deki öğrenci gençlik hareketi içinde otonomi eğilimi de geçicidir. Türkiye gibi, sınıfsal ve ulusal çelişmelerin en keskin bir biçimde kendisini ifade etme koşullarının çok uygun olduğu bir ülkede öğrenci gençlik yığınlarının daha uzunca bir süre politikadan ilgisiz durması beklenir değildir. Bugün, baskı ve terörün yanı sıra anti-emperyalist, anti-faşist ve sosyalist ajitasyonun uzağında kalan öğrenci yığınları kendi içine kapalı otonom örgüt biçimlerine yönelmişlerdir, ama bunlara, doğru politikalarla yaklaşılır, otonom gruplar küçümsenme ve dışlanma yerine dünya ve ülke sorunlarını tartışan bir noktaya çekilebilirse, yakın geçmişte olumlu bir örgütlenme ve mücadele geleneğine sahip öğrenci gençliğin merkezi mücadele örgütlerinde birleşmemesi için bir neden yoktur. Ancak bunda ön koşulun, yüksek öğrenim gençliği içindeki çalışmanın biçim ve içeriğinin değişmesiyle sıkı bir ilgisinin olduğu, yukarıda akademik mücadele için söylediklerimizin içinde olduğu unutulmamalıdır. Yani, otonom grupların asgari birliğinin sağlanması, otonomiye yol açan düşünsel ortamın değiştirilmesi, mistik, ‘bireysel görüşlerin yerini devrimci bir dünya görüsüne terk etmesi, en azından  bu alanda devrimci dünya görüşünün bir ilerleme kaydetmesiyle olanaklıdır. Kaldı ki; otonom gruplarla bir iletişimin kurulmasının ilk koşulu da, onları ciddiye almak, ama aynı zamanda ciddi bir eleştiriden getirmek, otonom görüşlerin açmazlarını sergilemekten geçmekledir.
Yüksek öğrenim gençliğinin içinde bulunduğu duruma daha yakından bakıldığında, otonomi eğiliminin daha çok devrimci-demokratik düşüncelerin etkisine açık çevrelerde etkin olduğu, dinci-gerici çevrelerin ise çok ciddi merkezi örgütlülükler içinde yer aldığı görülür. Başka bir söyleyişle, durum, ‘60’lı, ‘70’li yıllardakinin tersine dönmüştür. Dinci-gerici çevreler, bugünkü başarılarını biraz da geçmiş yıllardaki devrimci öğrenci hareketinden öğrenmesini bilmelerine (Kendi dünya görüşlerini kararlı bir biçimde savunma, düzeni kendi açılarından derinlemesine eleştirme ve olabileceği kadar tutarlı bir ‘yeni düzen’ programını sunma) borçludurlar. Devrimci-demokrat Öğrenci Hareketi, kendi geçmişindeki olumlu yanı yeniden hatırlar, devrimci-demokrat öğrenci gençlik çevreleri buna uygun tutum alırsa, merkezi gençlik örgütlenmesinin öğrenci yığınlarını çatısı allında toplamasının en azından sübjektif engelleri ortadan kalkacaktır.
Otonomi eğilimi, kendiliğinden öğrenci muhalefetinin, bireyci ideolojinin etkisi altında ‘keşfettiği’ bir biçimdir. Yüksek okul öğrenimi içinde öğrendikleriyle tatmin olamayan, baskı ve polis teröründen hoşnutsuz olan gençler otonom örgütlenmeyi, sorunlardan kaçışın sığınağı olarak görmekledir, bu sığınaklarda, bilim ya da sanatın bir dalında bilgisini derinleştirerek, sorunlardan kaçışın yarattığı boşluğu dengelemeye çalışmaktadır öğrenciler.  Ve kapitalizm koşullarında öğrenciler bu eksikliği hep duyacaklardı? Ama bu eksiklik, devrimci bir dünya görüşüyle doldurulduğu takdirde, bugün politikadan kaçışın bir aracı olan çeşitli sanat ve bilim kulüpleri doğrudan doğruya devrimci propagandanın dayanakları durumuna geleceklerdir. Öğrenciler buralarda, gerici bilim ve sanat anlayışlarına karşı mücadele içinde yetişecek, devrimci bir dünya görüşüne destek verecek ciddi bir çalışma içinde olabileceklerdir. Bu yüzden de, yüksek öğrenim kurumlarında çeşitli türden kulüplerin ortaya çıkması bir sakınca değildir. Sakıncalı olan, kulüplerin, politikadan ve gericiliğe karşı mücadeleden kaçışın sığmağı olmasıdır. Bunun aşılmasının yolu ise, öğrencileri düzene karşı mücadeleye çekecek somut talepler etrafında birleştirme çabasından vazgeçmeden, ama asıl olarak akademik mücadeleyi layıkıyla yürütebilmektir. Sınıf mücadelesine, yüksek öğrenim gençliğinin vereceği asıl kalıcı destek de bu olacaktır.

Ocak 1993

Eleştiri-Özeleştiri, Genç Komünistler Birliği Ve Komünist Gençliğin Mücadelesi

Bu yazı, Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin merkez yayın organı Devrimin Sesi’nin aylık periyotlarla yayınlanan Gençlik Eki’nden alınmıştır, yazı, komünist gençliğin kitle örgütü Türkiye Genç Komünistler Birliği’nin faaliyeti ekeninde eleştiri-özeleştiri sorununu işlemektedir. Okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Bu yazıda, devrimci-komünist partinin ve komünistlerin temel özelliklerinden biri olan eleştiri-özeleştiri konusu, komünist gençliğin bugünkü mücadele ve örgütlenme sorunları açısından ele alınarak mevcut oluşumun devrimci tarzda aşılmasının pratik olanakları üzerinde durulacaktır.
Yazıda güdülen hedeflerin, ulaşılan sonuçların ve pratik içinde yaşanan sorunların, örgütsel pratik ve günlük mücadelemiz, içinde çözüleceği açıktır. Bu nedenle tüm GKB örgütleri ve genç komünist yoldaşların, tek tek doğrulan ya da tek tek yanlışları mutlaklaştırıp genelleştirmeden, hâlihazırdaki mücadele ve örgütlenme düzeyinde gerçek bir atılımı sağlayacak pratik yenilenme ve arınma sürecini hızlandırmaları temel bir önem taşımaktadır.
Komünist gençliğin bugün geldiği yer, yeni bir atılım ve devrimci yenilenmenin gerekçe ve nedenlerini ve bunu başarmanın somut olanaklarını içermektedir. Devrim, komünizm ve partinin kızıl bayrağı hiç duraksanmadan ileriye taşınacaksa, ötesi yok ki, acil ve mutlaka çözüm bekleyen sorunlar mutlaka ve acil olarak hakkıyla çözülmelidir ve çözülecektir de.

ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİ’NİN ANLAMI ÜZERİNE
Toplumsal hareketin amaçlı insan faaliyeti ve amaçların da sınıf karşıtlıklarınca şekillenmesiyle insanlığın tarihsel, sosyal, siyasal, ekonomik, felsefi, kültürel gündemine giren eleştiri, insanlığın gelişimini sağlayan karşıtlar mücadelesinin bir ifadesi ve ta kendisidir, Eleştiri en genel anlamıyla, eski ile yeni, çürüyenle gelişen arasında süren mücadeleyi; mücadelenin bilinçlenmeye ve bu bilincin yeniden mücadeleye dönüşmesini ve bu mücadele sürecinin, eskinin devrimci tarzda yenilenmesi -yeniden değişmek üzere- ile sonuçlanmasını içerir.
Eleştiri-özeleştiri, “başlı başına”, “saf” bir konu olmayıp, tarihsel gelişmeye, uzlaşmaz; sınıf karşıtlarının ifadesi olan mevcut toplumsal duruma bağlı bir konudur. Sadece hareketin “peşi sıra” gündeme gelen edilgen bir olgu olmayıp hareketin doğasından kaynaklı amaçlı insan faaliyetini ve hareketin -bütün yönleriyle- kendisini içerir. Kendisini ortaya çıkaran çelişkilerin belirlediği verili koşullara göre, çelişen tarafların elinde, eleştiren ve eleştirilene özgü bir şekillenme yaşar. Gelişme ve ilerleme karşısındaki konumu -doğruluğu ya da yanlışlığı-, gücü ve etkisi ve içerdiği araçlar da işte bu özgün şekilleniş sonucu ortaya çıkar.
Her sınıfın çelişik olduğu sınıf ve tabakalara karşı her alanda -üretim, mülkiyet, bölüşüm, felsefe, kültür, ahlak, sanat, siyaset, gelenekler, davranış ve yaşayış biçimleri vs- ve her düzeyde şiddet, propaganda, demagoji, kınama, ayıplama, hukuksal yaptırım, yergi, taşlama, ikna vs-kendi sınıf varlığını ve bu varlığını sağlayan koşullarını korumak ve etkinleştirmek üzere giriştiği çok yönlü saldırı, reddediş ve yeni bir kabullenişi anlatan eleştiri özeleştiri, bu mücadele içinde göreceli bir sınır ve ölçüye kavuşur ve yine bu mücadele sonucu ölçü ve sınırlar ters yüz edilir.
Sınıfların birbirlerine karşı eleştirel varlıkları ve eylemleri insanlık tarihinin gelişiminin temel dinamiğini oluşturur. Sınıflara bölünmüş insanların bütün yaşam alanlarında, her günkü konum ve ilişkilerinde kendiliğinden vardır. İnsanın şu ya da bu biçimdeki varlığı ve eyleminin kendisi bizzat bir eleştiriyi -hem eleştiren hem eleştirilen olarak- ifade eder.
Proletarya, tarih sahnesine mevcut sosyal statükoyu devrimci tarzda tasfiye etme gücü ve olanaklarıyla çıkmış; bu anlamda eleştiri-özeleştiriyi her türlü ayak bağından ve sınırlanmışlığından kurtarmıştır. Proletaryanın devrimci komünist ideolojisi Marksizm-Leninizm, ekonomik, felsefi, siyasal ve sosyokültürel alanda, geçmiş insanlık tarihinin ve kapitalizmin eleştirel çözümlemesinin ürünü olarak ortaya çıkmış ve “eski dünya”, çok yönlü bir savaş eşliğinde pratik eleştiriye uğratılarak insanlığın sınırsız gelişim olanaklarının önü açılmıştır. Marksizm’in doğuşu ve günümüze kadar süren savaşımı eleştiri-özeleştiriye daha önce görülmedik boyutlar kazandırmış ve anlamını temelden yenilemiştir.
Eleştiri-özeleştiri hareketin zorunlu gelişim yasalarına uygunluk gösterdiği; eskiyene karşı yeniyi, duraksayana karşı gelişeni ve devrimci atılımı ifade ettiği ölçüde diyalektik materyalizmin ve devrimci-komünist eylemin kendisidir; tıpkı gelişene, ilerleyene, yaşayana sekte vurduğu ölçüde metafizik idealizm, karşı-devrimci eylem ve tasfiyecilik olduğu gibi.
Eleştiri-özeleştiri, bir yandan proletarya ve devrimci-komünistlerin varlığı ve eyleminin nesnel ifadesi ve sonucunu gösterirken, öte yandan varlığının ve eyleminin içinde özel bir mücadele silahı, özel bir görev anlamını taşır, Birincisi; yani nesnel anlamda eleştiri, devrimci-komünist parti ve örgütlenmelerin programında, tezlerinde, strateji ve taktiklerinde, slogan ve taleplerinde, her günkü yürütülen ideolojik, siyasal, ekonomik savaşında somutlaşırken; ikincisi, yani özel bir silah anlamındaki komünist eleştiri, devrimci-komünist parti ve örgütlenmelerin ve kadroların pratik devrimci faaliyetinin, en etkin ve vurucu hale getirilmesi için bu faaliyetin eleştirel analizinde, eksik, hata ve zaaflarını ve her türden ayak bağının giderilmesi ve düşmanın saldırılarının etkisizleştirilmesini içeren bütün bir örgütsel çalışmada kendini ifade etme olanağı bulur.
Devrimci çalışmanın öznesi durumundaki örgüt ve kadroların devrimci arınması olarak, örgütsel faaliyetin temel kuralı-işleyişi haline gelen eleştiri; özeleştiriye karşılık gelir. Nesnel anlamda eleştiri -gericiliğe karşı yürütülen çok yönlü mücadele- özeleştiriyle -devrimci mücadeleyi yürüten kadro ve örgütlerin kendi hata, zaaf ve eksikliklerine karşı devrimci savaş yürütmeleri süreci- bütünleştiğinde güdülen hedeflere ulaşabilir. Komünist eleştiri, komünist özeleştiriyle birleşmek zorundadır ve ancak birleştiği takdirde komünistleri ortaya çıkaran tarihsel ve güncel çelişkiler devrimci tarzda görülebilir.

GENÇLİK HAREKETİ, GKB VE ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİ
Gendik kitleleri, içinden geldiği sınıf ve tabakaların özelliğini de yansıtarak, mevcut toplumsal düzen, kurum ve ilişkiler içinde değişim ve yenilenme sorunu ile yüz yüzedir. Toplumun genç kuşağı gelecekte sahip olacağı konum, yaşam tarzı ve ilişkiler için mevcut durumla çatışmak durumundadır. Ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların gençliği için bu çatışma çok daha çetin yaşanır. Baskı, sömürü, yabancılaşma ve yozlaşma koşullarının ve gericiliğin her alandaki yansımalarının devrimci bir eleştirisi gençlik için yakıcı bir ihtiyaçtır. Bu anlamda gençliğin yaşam içindeki konumu ve davranışı nesnel olarak eleştirici bir özellik taşır ve devrimci eleştiri-özeleştiri için geniş olanaklara sahiptir.
Komünist gençlik, gençlik kesimleri içinde, en devrimci sınıfın özelliklerini teorik ve pratik olarak temsil etmesiyle, en atılgan, en ileri, en değiştirici bir konuma sahiptir, sahip olmak zorundadır. Komünist gençlik proletaryanın devrimci komünist eylemi içinde, ondan güç alarak ve ona güç katarak mevcut düzenin kokuşmuş, çürümüş ve ilerlemenin önünde ayak bağı olan bütün kurum ve ilişkilerine karşı bir isyan içindedir, olmak zorundadır.
Durana, çürüyene, gerileyene, gelişmeye engel olan her türden engele karşı devrimci başkaldırı, sınırsız bir isyan ruhu ve bunun, eskinin yerine yeniyi inşa etmenin sorumluluğu ve inisiyatifli gayretiyle birleşerek, komünist gençliğin varlık nedenleri ve tarihsel yükümlülükleriyle devrimci bir uyum göstermesi; işte bu, GKB ve genç komünistler için eleştiri-özeleştirinin doğrudan anlamı ve işlevini gösterir.
GKB, gençliğin alternatif komünist kitle örgütüdür. O, mücadele hedefleri, bu yöndeki devrimci savaşımı ve genç komünistlerin kişilik ve eylemleri şahsında alternatif özelliğini yansıtacaktır. Kapitalizm ve burjuva dünyasının tüm çürümüşlüklerine karşı devrim ve sosyalizm savaşı içinde yer alan GKB ve genç komünistler, her türlü mücadele ve örgütlenme sorunlarını, eksik, hata ve zaaflarını bu savaş içinde ve bu savaşı kazanmak için devrimci tarzda tasfiye etme zorunluluğu ile sorumludur. Gerilemeyi, duraksamayı ve çözümsüzlüğü kendi nesnel varlığıyla reddeden ve bunların eleştirisine dayanan GKB, yine kendi varlığı ve eylemini eleştiri konusu yaparak ve bunu pratik devrimci atılıma dönüştürerek kendi temel işlevini görebilir.

GKB VE GENÇLİK HAREKETİNDEKİ MEVCUT DURUM ÜZERİNE
Devrimci-komünist eleştiri ve özeleştirinin olmayışı ya da yeterli olmayışı kendini her günkü pratik içinde gösterecektir ve göstermektedir. Müzminleşen hastalık, hata ve zaaflar; neyi niçin ve nasıl yapacağını bilememenin verdiği şaşkınlık, panik, çözümsüzlük ve sıkıntılar: Hareketin can alıcı merkezlerinden uzaklaşıp, marjinalleşme ve bütün bunların kişiler, eylemleri ve örgütleri üzerinde bozulmaya, gerilemeye ve daha ötede saf değiştirmeye neden olması, bugün siyasal arenada sıkça görülen olumsuzluklardır. Hareketi kavrama ve değiştirme yeteneğini kazanamamak; gerçekleşebilir, somut plan ve hedeflerden yoksunluk: kendiliğinden hareketin kuyruğunda sürüklenmek; enerji kaybı ve verimsizlik yine sıkça yaşanan sonuçlardır.
Bugün hem gençlik hareketinin hem de GKB ve komünist gençliğin mücadelesinin önemli birçok hata, zaaf ve eksikliğinin aşılması, GKB ve genç komünistlerin gençlik hareketini de etkileyecek komünist eleştiri-özeleştiri atılımına girmesi ve komünist eleştiri-özeleştirinin temel bir örgütsel davranış haline gelmesine bağlıdır. Çünkü günün temel bir sorunu da, sorunlar içinde boğulmaktan kurtulmaktır. Hata, zaaf ve eksikliklerin ortaya çıkması kadar, bunları devrimci tarzda aşamamak, sorunları “sakız yapmak” ve sorunları “çözmek” adına yeni sorunlar yaratmak bugün yaygın olarak görünmektedir, Bu yüzden komünist eleştiri-özeleştiri en başta bu kısır döngüyü aşacak, çözüldüğünde başka sorunların çözümünü de hazırlayacak bir işleve ve göreve sahiptir ve bu anlamda “hançerin düşmanın tam da kalbine saplanması” zorunludur.
Buraya kaçlar üzerinde genel olarak durulan eleştiri-özeleştiri konusunu mevcut pratikle birlikte ele alarak, komünist eleştiri-özeleştirinin özelliklerini bu pratik içinde değerlendirelim.

ELEŞTİRİ ÖZELEŞTİRİ HAREKETİN TÜM AŞAMALARINI KAPSAYAN BİR SÜREKLİLİĞE SAHİP OLMALIDIR
Harekelin sürekliliğine ayak uyduramayan bir eleştiri-özeleştiri tökezlemeye ve acizleşmeye baştan mahkûmdur. Her hareket, öncesinden bir hazırlığa sahip olunarak; hareket devam ediyor haldeyken müdahale yeteneği kazanılarak ve hareketin kendi özgün sonuçlanması yaşandıktan sonra onu izleyecek süreç için bir deney, kazanım haline getirilerek devrimcileştirilebilir. Yani genel kanı ve pratiğin aksine eleştiri-özeleştiri hareketin, eylemin, davranışın sonuçlanmasıyla değil başlamasından itibaren gündeme gelmelidir. Oysa bizde, her şey olup bitlikten, “testi kırıldıktan” sonra çaresiz ve edilgen bir biçimde sonuçların saptanması, eleştiri-özeleştiri adına yaşanan yaygın bir olumsuzluktur. Bu olumsuzluk eleştiri-özeleştiriyi etkisizleştirir.
Oysa amaçlı insan faaliyetinin ifadesi olan eleştiri-özeleştiri, hareketin başından sonuna kadar her aşamada hareketi devrimcileştirmenin olanaklarını hazırlayıp kullanmayı içermelidir. Örneğin herhangi bir eylem, faaliyet ya da olası gelişmelere karşı ciddi bir hazırlık yapılmaz, plan, hedef ve araçlar sağlanmaz ve gelişmeler sonuçlandıktan sonra, istenilene ulaşılamayınca, insanlar safları terk edince “şu şöyle oldu”, “bu böyle oldu” demenin devrimci bir eleştiri-özeleştiri olmadığı objektif olarak bilinmelidir. Bu durum bizde az mı yaşanıyor? Gençlik Eki’ne gelen okuyucu mektupları bu tür, “hataları anlayan” örnekleri sıkça içermektedir.
Geçmiş hareketin deney ve derslerini bir avantaj ve bir güç olarak kullanıp olası gelişmeleri dikkate alan çok yönlü plan ve hedefleri tespit etmek ve gerekli araçları temin etmek, hareket halindeyken hedefleri unutacak, hesapları karıştıracak bir sarhoşluğu yaşamadan yeni gelişmelere göre kendini yeniden ayarlayarak, hazırlanan öldürücü darbeyi indirmeye koyulmak, başarı ya da başarısızlığı bir sonraki süreç için kazanım haline getirecek değerlendirme, özeleştiri işini yaparak, yenilenerek yeni bir savaş sürecine girmek… devrimci eleştiri-özeleştirinin kaçınılmaz olarak sahip olması gereken özellikleridir.
Bizde ise genellikle olan, titizce bir eleştiri-özeleştiriden yoksunluğun sonucu “apar-toparlığın sarhoşluğu” ile işe başlamak; olayın bitiminde başarısızlığın bozucu etkisiyle kontrolsüz ve sonuçsuz, bir yakınma, pişmanlık ya da gerekçe bulma arayışıdır. Oysa hareketin devrimcileştirilmesi için her aşamada eleştiri-özeleştiriye ihtiyaç vardır. Neyi, niçin ve nasıl yapacağını işe başlarken derinlemesine bir çalışmayla açığa çıkartmak, hareket devam ederken ona en uygun tutumu almak ve olayın sonucunu yeni bir başlangıca çevirecek, tecrübeyi ve dersleri açığa çıkaracak, mevcut yanlış, hata ve eksikleri ortadan kaldıracak bir çalışmayı örgütlemek genç komünistlerin süreklileştirip, günlük örgütsel çalışmaya iyice yerleştirdiği bir alışkanlık haline gelmelidir. Bu, eleştiri-özeleştirinin kurumlaşmasını zorunlu kılar. Temel bir örgütsel işleyiş, temel bir görev olarak örgütsel faaliyetin ve günlük mücadelenin olmazsa olmaz bir parçası haline gelerek GKB ve genç komünistlerin devrimci gelişme yolu açılabilir. Ancak bu şekilde eleştiri-özeleştiri “önemli bir olayın” ardından ortaya çıkan “münferit bir işlem” olmaktan kurtulup, örgütlenme ve mücadelenin temel bir ilkesi ve mekanizmasına dönüşebilir.
Eleştiri-özeleştirinin süreklilik kazanamamasının bir başka görünümü, uygun ve doğru bir zamanda yapılmayan eleştiri-özeleştirinin etkisiz kalmak bir yana, başka bazı zaafları taşıması ve zaaflara yol açıcı olması durumudur. Bir yoldaşın tutumu ve davranışı, alınan bir karar, atılan bir adım tam da zamanıyken değerlendirilmeyip halk deyimiyle “bakaya konursa”, mevcut hata ve zaaflar düzelmek bir yana birçok yeni hatalar, zaaflar ortaya çıkacaktır. Zamanında yapılmayan ve zaman içindeki gelişmeleri dikkate almadan yapılan eleştiri-özeleştiri, nedeni ne olursa olsun, devrimci değil, tutucu ve anlamsız bir davranış olur. Pratik içinde bir iki yıl sonra gündeme gelen eleştiriler hiç de az değildir! Böylesi bir durum art niyeti taşımıyorsa en iyisinden beceriksizliğin ve kavrayışsızlığın bir ürünüdür. Yine aynı şekilde, hareketin özellikleri değiştiği halde aylar, yıllar öncesinin değerlendirme ve eleştiri-özeleştirisiyle sorunlara yaklaşmanın ilerici bir tutum olmadığı açıktır. Eleştiriyi ortaya çıkaran çelişki hâlâ varlığını koruyorsa, eleştirinin daha derinleşmesi zorunludur. Örneğin gençlik harekelinin son birkaç yıldır durgunluk ve düşüş yaşadığı, bunda objektif etkenlerin yanı sıra ve daha çok da siyasi gençlik gruplarının tutum, davranış bozukluğu, siyasal çözümsüzlüğünün etkili olduğu eleştirisi hemen herkesçe ortaya konmuş ama sorunlar da çözülmek bir yana daha da müzminleşmiştir. Bu durum yaşanırken, hâlâ kalkıp iki üç yıl önceki eleştiriyi aynen ortaya sürmek (tabii yukarıda belirtilen tespitler bugün de geçerlidir), başkaları bir yana biz komünistler için affedilemez. Verilen örnekte eleştirinin niteliği ve biçimini yeniden belirlemek; söz konusu tespitleri kapsamlı bir özeleştiri ile birleştirerek, pratik sonuç almayı sağlayacak örgütsel araç, mekanizma ve uygulamaları devreye sokmak zorunludur.
Bir diğer konu ise, eleştiriyi -özellikle örgütsel ilişkilerde- zamanından önce yaparak ters bir etki yaratmamak gerekliliğidir. Zamanından önce yapılan eleştiriler, inisiyatifin yok olmasına, eylem ya da davranışın baştan kısıtlanmasına yol açar ki, bu da sıkça yaşanan bir sorundur. Özellikle üst birimlerin bu konuda belirleyici etkisi olmaktadır. Yer yer sorumlu yoldaşların, geliştirici, açıcı, şevklendirici ve gerekli hazırlığı sağlayan eleştiri, uyarı ve yönlendirmeler değil ama “aman ha”, “sakın ha” yollu
“eleştirilerle” alt birimlerin başında “Kukumav kuşu gibi” durup gelişmeyi engeller rol oynamaları öncelikle giderilmelidir.
Toplumsal yaşam, siyasal gelişmeler sürekli ve kesintisizdir. Örgütsel çalışma ve devrimci mücadele de buna uygun olarak kendini sürekli yeniden üreten kesintisiz bir nitelik taşımalıdır. Komünist eleştiri-özeleştiri, işte bu kesintisizliği sağlayarak, dün, bugün ve yarın arasında devrimci bir bütünlük sağlayacak özellik taşıyarak çelişkilerin devrimci tarzda tasfiyesi işlevini yerine getirebilir. “Siyasal olaylar zincirini bütün halinde nedensel ilişkileriyle, sonuçlarıyla inceleyerek kendimizi sürekli denetlemeliyiz. Dünün hatalarının tahliliyle bugünün ve yarının hatalarından kaçınmayı öğreniyoruz.” (Lenin)

ÖZELEŞTİRİ PRATİKTE DEĞİŞTİRİCİ, GEÇERLİ VE DEVRİMCİ NİTELİKLERİ TAŞIMALIDIR
“Gerçekte, pratik materyalist için yani komünist için sorun, mevcut dünyayı devrimci bir biçimde değiştirmek, bulmuş olduğu duruma hücum etmek ve onu pratik olarak değiştirmektir.”
“Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. ‘(Marks)
Hareket içinde, eski olumsuzun devrimci bir dönüşümle yeni olumluya çevrilmesi pratik bir süreçtir. Eleştiri konusu olan bir olumsuzluk ya da çelişki, eleştirinin pratik sonuçlarına götürülmesiyle aşılabilir.
Eleştiri-özeleştiri bir yanıyla reddediş (çelişki, hata, zaaf ve yetersizliğin analizi ve buna bağlı olarak gelişmeyi temsil eden doğruların saptanışı) öte yanıyla da yeni bir kabulleniş (eski durumu değiştirecek pratik müdahalenin örgütlenmesi) eylemidir. Eğer pratik müdahalenin örgütlenmesi gerçekleşmiyorsa saptamalar nasıl olursa olsun eleştiri, hiçbir pratik gerçek değer taşımayan kuru laf yığını olmaktan kurtulamaz. Mevcut örgütsel pratiğimizde sıkıntısı çokça çekilen, atılım ve pratik ilerleme yapamama, işte bunun ifadesidir. Kafalarda ve ağızlarda kalan eleştiri ne eleştirene ne de eleştirilene yarar getirir. Oysa biz de bu, yaşanan bir durumdur; her şey “eleştirilir” ama çok az şey değişir!
Eleştiri-özeleştirinin pratik sonuçlarına nasıl ulaşılacaktır? Bunun için gerekli olan şey, eleştiri-özeleştirinin, olabilirlik ve zorunlu gerekirlik özelliği taşıması ve bu özelliği somutlaştıracak araç ve mekanizmalara sahip olmasıdır. Eğer eleştiri, mümkün ve mutlaka olması gereken bir davranışa karşılık gelmiyor ya da işlevini ortaya koyacak araç, mekanizma ve enerjiden yoksunsa gerçekleşmeyecek geçersiz bir “eleştiri” olarak kalmaya mahkûmdur. Örneğin sol kamuoyunda ağızlardan düşünülmeyen “önderlik krizi eleştirisi” kof ve sonuçsuz, bir nitelik taşıdığı ölçüde geçersiz bir eleştiri, “iddialı, gerçekçi bir yakınma”dan öte bir şey değildir. Adeta her yankı uyandıran kitle eyleminin ardından “ah bir de önderlik olsaydı” türü “eleştiriler”, bunu sağlamaya yönelik ciddi-pratik çalışmalarla, stratejik, taktik, örgütsel kaynak, araç ve mekanizmalarla desteklenmemekte ve bizim “devrimcilerimiz” bu tutumlarıyla, kendiliğinden patlamalar karşısında, acıklı film izleyen kocakarıların, film sonrası gözü yaşlı yorumlarını hatırlatırlar!
Her şeyi eleştirip işe yarar hiçbir şey yapmamak tasfiyeciliğin ta kendisidir ve komünist gençlik saflarında buna asla yer yoktur. Bununla bağlantılı olarak saflarımızda sıkça görülen ve önemli zararlar veren küçük-burjuva idealizmi, yukarıda sözü edilen “itirazcı tasfiyeciliğin” kaynaklarındandır. Mükemmeliyetçilik de diyebileceğimiz bu küçük-burjuva hastalığın ön belirtileri; “sol çocukluk”, sarhoşça coşku ve güven, her gelişmeye karşı sorumsuzca ve küçümseyici tarzda müzmin muhaliflik, sonuçları ise; hareketin gerçekliği karşısında panik, hayal kırıklığı, bozgun ve tasfiyecilik, safları terk etme olmakladır.
Yine burada “eleştiri özgürlükçülüğüne” değinmekte yarar var. Genel olarak sol kamuoyunda ve belli ölçülerde de olsa bizim saflarımızda, gerçek devrimci eleştirisizlik ne kadar cılız kalıyorsa kof, beş para etmez lafazanlık olarak yapılan “eleştiri” yığınla olmaktadır, Öyle ki, bu tarz eleştiriler, devrimci eleştiriyle tasfiye edilmeyi gerektirecek kadar genişlemiş ve zararlı olmaktadır.
“Eleştiri özgürlükçülüğü” salt bir tutum yanlışlığı değil, ideolojik-siyasal-örgütsel sapma ve yozlaşmayı anlatır. “Dogmatizme” ve “bürokratizme” karşı sözde bayrak açan bu akım gerçekte revizyonizmden ihanete, tasfiyeciliğe kadar genişleyen, devrim yapma sorumluluğundan uzak küçük-burjuvazinin bencil ve burjuva özgürlükçü eyleminden öte bir şey değildir. Komünistlerin elbette “tabuları”, “kutsal idealleri” yoktur ama komünistler ve eylemlerini, örgütlenmelerini komünist yapan objektif olgular vardır ve bunlar devrimci dinamizmi, sınırsız gelişim özelliğini, eskiye karşı, çürüyene karşı sürekli savaşımı içerirler. Biz bunları “eleştiri özgürlükçülerinin” bozuk para gibi harcamasına elbette karşı çıkacağız, komünistlerin devrimci disiplini ve sorumluluğu ile elbette etkisizleştireceğiz; bu da hareketin zorunlu gelişim yasalarına dayanan bizim özgürlüğümüzdür!
Memnuniyetsizliğe, küçük-burjuvaca şikâyetçiliğe genç komünist saflarda yer verilebilir mi? Bugün elbette eleştireceğimiz, rahatsızlığını duyacağımız birçok sorunumuz, çelişkimiz vardır. Elbette her sorunu sineye çekecek değiliz. Ama mesele, bu sorun ve sıkıntılar altında ezilecek miyiz, yoksa bunları devrimci tarzda dağıtıp proletaryanın devrimci-komünist ışıklı yolundan kimi zaman hüzünlü bir türkü kimi zaman coşku dolu bir ezgi, kimi zaman da eylem eylem bir marş eşliğinde ama hep ileriye daha da güçlenerek gidip gitmeyeceğimizdir.
Sorunlar, çelişkiler çözülmek için vardır ve bunları pratik geçerliliğe sahip devrimci eleştiri-özeleştiri sayesinde çözebiliriz. Bu nedenle, sorunların üstün de, onları gerçekten devrimci tarzda çözecek mekanizmaları ve pratik verimli gayretleri içeren eleştiri-özeleştiriyi örgütleyerek gitmek gerekir. Örneğin, propaganda-ajitasyon çalışması yetersiz, dağınık, işlevsiz kalıyorsa, yasadışı çalışmayı bozucu davranışlar oluyorsa, örgüt için eğitim, kitle çalışması yetersiz kalıyorsa bunların yarattığı sonuçlan, sıkıntılıları ağızda sakız yaparak, bunların allında ezilmek asla yaşanmaması gereken bir durumdur, fiti eksiklik, hata ve zaaflara karşı uygun ve yeterli mekanizmaları devreye sokarak, propaganda-ajitasyon grupları oluşturarak, herkese bir görev sağlayarak, örgütsel güvenliği bozucu davranışların önceden önlemini alıp bu tür davranışlara karşı gereken tutumları anında alarak, en geniş kesimleri kucaklayacak araçlar edinerek, örgüt içi canlı ve yoldaşça ilişkileri ortaya çıkaracak politik diyalogların zeminini hazırlayarak, uygun bir işbölümüne giderek … ve en önemlisi tüm bunları gerçekleştirmenin önündeki her türden ayak bağını hiç tereddütsüz etkisizleştirerek mücadeleci bir tutum, genç komünistlere gereken ve yakışan tutum olacaktır.
Eğer sonuç alma, dönüşümü başarma yaşanmıyorsa bunda eleştirenin de, eleştirilenin de, herkesin payı olduğu unutulmamalıdır. “Ne yapayım, ben söylemiştim, ben eleştirmiştim…” diyerek başarısızlığın gerekçelerini kendi dışında görüp göstermek, genç komünist sorumlulukla asla bağdaşmaz. Sorumluluk, başarı ya da başarısızlık kolektiftir, bu asla unutulmamalıdır.

NESNEL GERÇEKLİĞİN ÜRÜNÜ VE ARACI OLMALIDIR
Pratik geçerlilik ve değiştiricilik özelliğiyle sıkı sıkıya bağlı bu özelliği taşımayan “eleştiri- özeleştiri”de her şey olabilir ama komünist eleştiri-özeleştiri olamaz. Komünist eleştiri, öncelikle önyargısız, saplantısı ve her türlü (hangi nedene dayanırsa dayansın) sübjektivizmi dışlamalıdır. Gerçek verilere dayanan ve gerçek değişikliklere yol açan devrimci eleştiri, özeleştiri gücünü ve enerjisini buradan alacaktır.
Eleştirilen durumun, gelişmenin, kişinin mantığını ve koşullarını kavramak nesnellik için zorunludur. “Don Kişot tarzı”, hayal ürünü hedeflere saldırıp onu mahkum etme çabamız anlamsız ve sonuçsuz bir çaba olarak kalacaktır. Eleştiri-özeleştiri, konusu olan şeyin diyalektiğini çözümlemeli ve bundan yola çıkarak iradi müdahalenin boyutunu belirlemelidir. Değilse eksik ya da yanlış verilere ve öznel etkilenmelere dayanan eleştiri, beklenilenin tersine yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Örneğin, daha durumu tam olarak kavramadan, ne olup bitliğini anlamadan hemen “saldırıya” geçmek harekelin gelişimine zarar verecektir,
Nesnellik taşımayan eleştiri-özeleştirinin bir sonucu, kadroları hareketin kendisinden yalıtarak, hareketin geliştirilmesi, görevin başarılmasından çok, tek tek kişilerle uğraşma olayıdır. Elbette kişiler de değerlendirilip eleştirileceklerdir ama her şey kişilere bağlanamaz ve hareket içinde kişileri dönüştürüp kazanmak eleştirinin görevleri arasındadır. Bu durumun bir başka açıdan görünümü de “bencillik” ve “aktarmacılık” olarak ortaya çıkmaktadır. Çoğu kimse, olumsuzluğun kaynağını kendi merkezi dışında görmeye, göstermeye eğilimli olmaktadır; başarı söz konusu olduğunda da kendi merkezinde göstermeye çalışıldığı gibi. Zaman zaman faaliyet içinde herhangi bir olumsuzluğun, hatanın muhatabı bulunamamakta, hata ve zaaflar sis perdesi altında neredeyse kaybolmaktadır. Herkes “ben şuna söylemiştim, uyarmıştım” ya da “benim haberim, bilgim yoktu, bana bir şey söylenmedi” vb. savunmalarla, topu alt ya da üst birimlere “rahatça” ‘gönderebilmektedir. Oysa bir komünist böylesi bir durumda, “evet bu işte benim de hatam oldu ve bunun kaynağı, etkisi de şunlardır ama şu şu faktörler de iradem dışında hataya kaynaklık etmiştir” diyebilmelidir. Bu gibi durumların kişilerin dışında organlarda da yer ver görüldüğü ve daha tehlikeli sonuçlar içerdiği bilinmekledir. Alt ya da üst birimlerden gelen eleştirileri ve yaşanan olumsuzluğu organ olarak ulaşıp “blok savunma ya da blok saldırıyla” geçiştirme tutumu salt bir yanılgı olarak değerlendirilemez.
Eleştiri-özeleştirinin nesnelliği için bazı koşullar gerekir ki, bunların başında objektif bilgilenme araçlarına, sağlam verilere sahip olmak gelir. Özellikle örgüt içi ilişkilerde açıklık, komünist yoldaşlık ilişkileri ve işlerliği olan örgütsel platformlar olmadan gerçekleştirilen eleştiri-özeleştiriler öznel etkilere ve yanılmaya açıktır. Bunun sıkıntısını her günkü faaliyet içinde haddinden fazla yaşamaktayız. Bu, eleştiri-özeleştiriyi gerçek amacından çıkarıp dedikoduya, karalamaya (böyle bir niyet olup olmamasından bağımsız olarak) dönüştürmektedir. Örgüt içi aleniyet (açıklık) ve güçlü yoldaşlık ilişkilerinden yoksunluk, yanlış ya da eksik bilgilenmeye, yerinde çözülebilecek sorunların anlamsız ve gereksiz biçimde başka platformlara taşınmasına, sorunun daha da dallanıp budaklanmasına yol açacaktır, açmaktadır da. Bu sorunun yer yer bunaltıcı biçimlere büründüğü; eleştirinin muhatabının öncelikle eleştirilen olduğunun unutularak üst birimlerin adeta şikâyet merkezine çevrildiği, hatta hatta kendi sorumluluğu altındaki yoldaşların eleştirilmeyip üst birimlere havale edildiği az rastlanan şeyler değildir. Komünist adına layık olacaksak, bu tür tutumları kaynaklarıyla birlikte ve derhal tasfiye etmek zorunlu bir görevdir.

HEDEFLİ VE YAPICI OLMALIDIR
Eleştiri-özeleştiri bir reddediş ve kabulleniş eylemi ise bu eylemin somut bir amacı mutlaka bulunmalıdır. Günlük dilde “laf olsun beri gelsin” türünden boş laflar ve anarşist tutumlar, gelişmeye, ilerlemeye değil bozulmaya, gerilemeye hizmet eder. Gençlik içinde, gençliğin dinamizmiyle de ilgili olarak, anlık etkilenmelere bağlı olarak sürekli yön değiştirme, istikrarsızlık, eleştirinin devamını getirecek sabırdan yoksunluk ve “maymun iştahlılık” oldukça etkin olarak yaşanmaktadır. Genç komünistler elbette,”olgun”, “sakin”, “oturmuş”, “bürokrat tipli”, “otuzluk ihtiyarlar” olmayacaktır ve olmamalıdır, ancak gücünü, enerjisini, heyecanını devrimci tarzda kullanmasını da öğrenmek zorundadır.
Bize gerekli olan, bir olumsuzluğun, bir çelişkinin salt protesto edilmesi değildir; bu, küçük-burjuva liberallerinin işidir. Eskiyi tasfiye işlemi, yeninin inşasını zorunlu kılar ve bunun “devrimci bir yeni” olması biz komünistleri her türden küçük-burjuva akımdan ayırır. Örneğin gençlik hareketinde “demokratik üniversite mücadelesi”, sözde mevcut sistemin ve onun uygulamalarının “eleştirisi” durumundadır, ama bu “eleştiriler”, liberal protestoculuğun ötesine geçememekte, faşist diktatörlüğe karşı öğrenci gençliğin kitlesel-militan hareketiyle var olanı tasfiye edecek, yerine mümkün en ileri istemleri dayatacak bir devrimci eleştiri haline gelememekledir.
Oysa bir eylemin, girişimin ileri ya da geriliği daha baştan kendine çizdiği hedeflerle belirlenir. Neyi, neden istediğini ve neyi, neden yıkacağını bilmeyen bir girişim, bir eylem kontrolsüzlüğe, başarısızlığa mahkûmdur.
Hedefi ilik özelliğinin bir diğer boyutu, eleştiri-özeleştirinin iç içe geçmiş hedeflere sahip olmasıyla bağıntılı bütünün bir parçası olma yeteneğini taşıması gereğidir. Her eleştiri, hedefli bir yararı içermeli, o da bir başka hedefe bağlanmalıdır ve her hedef, nihai olarak devrim, komünizm ve parti davasına, günün örgütlenme ve mücadele sorunlarının çözümüne hizmet etmelidir. “Bizim herhangi bir özeleştiriye ihtiyacımız yok. Bizim işçi sınıfının kültür düzeyini yükselten, mücadele ruhunu geliştiren, zafere inancını pekiştiren, gücünü arttıran ve onun, ülkenin gerçek efendisi olmasına yardım eden bir özeleştiriye ihtiyacımız var.” (Stalin) Yine, Bolşevik eleştiri-özeleştiriyi her türlü boşboğazlıktan ve küçük-burjuva sorumsuzluktan ayıran Lenin’in sözleri, GKB ve tüm genç komünistler için de öğretici olmalıdır. “Partinin eksikliklerinin kesinkes gerekli olan eleştirisi öyle ele alınmalıdır ki, getirilen her pratik öneri, mümkün olduğu kadar açık bir biçimde derhal, sürüncemede bırakılmaksızın görüşülmek ve karara bağlanmak üzere partinin ilgili yerel ya da merkezi organına sunulmalıdır. Eleştiri getiren herkes, ayrıca eleştirinin biçiminde, düşmanlarla çevrili partinin durumunu göz önüne almak zorundadır; eleştirinin içeriğiyle ilgili olarak Sovyet ve parti çalışmalarına doğrudan katılarak partinin ya da tek tek üyelerinin hatalarının düzeltilmesini pratikte denetlemelidir.”

UZLAŞMA VE BOYUN EĞİŞİ YADSIYAN BİR BAŞKALDIRI EYLEMİDİR
Komünist eleştiri-özeleştiriye devrimci ruhu veren, ona sınırsız, bir gelişebilirlik olanağı tanıyan bu özellik olmadan, değil bir adım ilerlemek hep gerileriz. Bugün nedenleri ne olursa olsun, bizim saflarımızda da yoğun olarak bu özelliğin tam oturmayışının sıkıntısı ağır biçimde yaşanmakladır.
Uzlaşma ve boyun eğiş onlarca biçimiyle karşımıza çıkmakla ve komünist örgüte, komünist kişiliğe ve komünist eyleme büyük zararlar vermektedir. “Eleştirisizlik” başlığı altında toplanabilecek tulum ve davranışlar bugün gelişmemizin önündeki önemli bir engel durumundadır. Eleştirisiz bir örgüt, eleştirisiz bir devrimci ve eleştirisiz bir eylem, ölmeye, çürümeye mahkûm demektir.
Bugün saflarımızda eleştirmek ve eleştirilmekten korkulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kimi zaman bencilliğin, kimi saman sübjektivizmin, kimi zaman kavrayışsızlığın ve önyargının, kimi zaman korkunun yol açtığı eleştirisizlik ve kaynakları kurutulmadan ne devrimci arınım sağlanabilir, ne savaş gücümüz artabilir ne de zafere ulaşabiliriz. Oysa biz komünistlerin, “göğü fethetmeye koyulanların” eğer komünist olarak kalacaksak, buna hiç gerekçesiz hakkı yoktur, olamaz da. Yaşam karşıtların çok yönlü ve çetin bir mücadelesi ise biz de bu mücadelede kıracağız, kırılacağız da; ama nihai olarak gelişmeyi engelleyen engellerin tepesine de devrimci vuruşu indireceğiz! Değilse ne bizler komünist ne de eylemimiz devrimci olabilir.
Hata, eksik ve zaafları görüp de üstüne gitmemek, gidememek; yoldaşın kırılacağını, üzüleceğini düşünerek adım atmamak, atamamak; hata yapmaktan, eleştirileceğinden korkarak davranışlarını  sınırlamak,  olumsuzluklara  göz yummak; kendi kavradığı halde uyarıcı, açıklayıcı, girişimci olmayıp, inisiyatifsizce beklenti içinde olmak; günü idare edecek, geçiştirecek tavırlara girmek, açıktır ki, biz gene komünistlerin davranış biçimi olamaz, oluyorsa sürmesine izin verilemez. Bu durum örgütsel pratikte “eleştirme beni eleştiririm seni” tasfiyeci-bürokrat tutumlarıyla ortaya çıkabilmektedir. Ve eleştiriye eleştiriyle cevap vermek, “karşı saldırıya geçmek” adeta “kanıksanmıştır”, Eleştirilmeyi sindirememek, başka etkenlerin yanı sıra burjuva bencilliğin ve dar görüşlülüğün dolaysız dışa vurumudur.
Üst birimlerin alta karşı davranışlarında bu zaafın farklı bir yansımasına yaygın olarak rastlandığı da görülmektedir, elbette herkesin eleştiri yapabilmesi, bir yandan hak bir yandan görevdir. Tabii bu, herkesin kafasına göre eleştiri yapması demek değildir. Eleştiri yapmaya hiç hakkı olmayanlar da çıkabilir ama bu da demek değildir ki, her eleştiri getirene hemen karşı-eleştiriyle yüklenip eleştirilen konu boğuntuya getirilebilecektir. Oysa üst birimlerin yapması gereken eleştirinin önünü açmak, alt birimdeki yoldaşlara üst birimlerle bütünleşme, sorumluluğu paylaşma olanakları vermek ve eğer açık yanılgıları varsa yoldaşça ikna edip doğruya kazanmak olmalıdır.
Mevcut duruma “alışmak”, “rıza göstermek” (ya da değişikliği yaratacak pratik hamleden yoksun kalmak), “zararsız olanı seçmek”le devrimcilik adı asla yan yana olamaz. Bu tutuculuk, yoz bir statükoculuk ve yozlaşmanın başlangıcını ifade eder. Hatalar, zaaflar, eksiklikler duruma göre düzeltilip giderilebilir ama uzlaşmacılık bir kangrendir ve kesilip atılarak iyileşebilir. Hata, zaaf ve eksiklikler karşısında ya da hâlihazırda toplumsal yaşamdaki gelişmeler ve çelişkiler karşısında biz komünistlerin, sonu bir türlü gelmeyen “yapacağız, edeceğizlerle, yapmalı, olmalı”larla değil “yaptığımız, ettiğimiz” ya da “yapamadıklarımız”la değerlendirileceğimiz unutulmamalıdır. Hatalarımız, eksiklerimiz elbette olabilir, yanılabiliriz, doğru tespitlerimizi yeterince güç ve araç-gereçle birleştirememekten kaynaklı hayata geçiremeyebiliriz ama biz genç komünistler, yeniden bu olumsuzlukları yaşamak istemiyor, başarısızlıklardan kurtulmak istiyorsak; ortaya çıkan sonuçla yetinmemek, ona boyun eğmemek, “bahane”, “gerekçe” ve “ama”larla, “ancak”larla başlayan “olanaksızlıktan” söz etmemeliyiz. Yanlışın kaynağını gerçekten bulmak, bulunca da oyalanmadan, “sızlanmadan” ne gerekiyorsa onu yapmalıyız. İşte sınırsız-sürekli isyan ruhu, genç komünist savaşçı özelliği budur.
Sorunun bir başka yanı, eleştirisizlik durumunun “acemilikten”, işleyişi “bilmemekten” kaynaklandığı gerekçesidir ki bu büyük ölçüde gerçektir. Ama gerçek olan bir başka şey de “bilmemiz gerektiğidir”! Evet, kuşkusuz mücadele ettikçe ve mücadele içinde çelikleşeceğiz, hatalarla mücadele etme yeteneğimizi geliştireceğiz. Yine kuşkusuz, yanılabileceğiz, yeni durumlar karşısında şaşırabileceğiz ama yine kuşkusuz hatalardan ders çıkaracağız ve asgari olarak ne için ve nasıl savaşacağımızı bileceğiz; değilse her yeni durumda “acemi kalmak” bizi “çuvallatacaktır”!
Yoldaşların bir bölümü, “kırıp dökmekten”, “zarar vermekten” çekindikleri için ya da “sorumlu yoldaş nasıl olsa biliyordur” görüsünden dolayı eleştirmekten kaçınmakta ve bu oldukça sık görülmekledir. Neye zarar vereceğiz? Neyi kırıp dökeceğiz? Ortada bir hata, zaaf, gerilik varsa, hiç durmayalım ve ona “zarar verelim”, “Kırıp dökelim”! Bu bizim başlıca görevimiz olmalıdır. Yanlışı, zaafı açıkça belirleyemiyor, somutlaştıramıyorsak yine bunu açıkça ve yoldaşça “ben şu nedenlere dayanarak şöyle bir olumsuzluğun olabileceğini düşünüyor ve bunu tartışmak istiyorum” demeli; yok eğer, zaten tartışılmış ve bir karara bağlanmış bir yöneliş varsa (tabii geçmişi tamamen unutmadan) bütün gücü ve olanağıyla kendini savaşa vermelidir. “Sorumlu yoldaşın nasıl olsa bileceği” konusuna gelince:  Evet, sorumlu yoldaşlar birçok şeyi bileceklerdir ve o alanda zaten öyle olduğu için sorumlu olmuşlardır ama ya “sorumlu yoldaşın da bilmedikleri”! Onu da bir başka sorumlunun bilip müdahale edeceği “düşünülse” de yasadışı mücadele şartlarında bunun zorluğu ve “lüksü” bir yana inisiyatifin, devrimci sorumluluğun ve kendini olayların dolaysız bir parçası saymanın başta gelen zorunlu bir görev olduğunu “düşünmek” daha doğru bir tutum olur!
Hatalara ve var olan duruma “alışmanın” bir başka kaynağı da “komünist böbürlenme” olarak görünmektedir. Ki bu, özeleştirinin en sinsi ve en tehlikeli düşmanlarından biridir.
Partimiz, “zaaflarından söz etmekten korkmayan” devrimci komünist bir partidir. O, bu özelliğini daha ilk oluşum yıllarında, küçük-burjuva devrimciliğinin özeleştirisiyle açıkça ilan etti, arınma ve komünist dönüşüm eylemini kesintisiz ve bugüne dek, savaşa savaşa sürdürdü.
Partimizin tarihi, 70’lerden beri bu özelliğini yitirmediği için bugüne kadar, her adımda daha da çelikleşerek ve savaş gücünü artırarak gelebildi. Yeni partimiz, 12 Eylül sonrası tasfiyeciliği, işte sözünü ettiğimiz uzlaşma ve boyun eğişi reddeden devrimci isyan ruhu ve eleştiri-özelestiri geleneğiyle tasfiye edebildi. Ve nereden, nasıl gelirse gelsin partinin devrimci komünist rotasını saptıracak hata ve sapmalara en üst düzeyde direnme ve onu, tasfiyeciliği tasfiye etme eylemiyle karşılamanın örneğini tüm partiye ve tüm yeni kuşağın genç komünistlerine sundu.
Ama yoldaşlar, bu, saflarımızda devrimci eleştiri-özeleştiri ruhunun ve pratiğinin tam anlamıyla yerleştiğini söylemek, “komünist böbürlenmenin” kesinkes yaşanmadığını söylemek için yeterli midir? Elbette değildir. Bugün birçok hata ve eksikliğin, mücadele hedeflerine yakınlaşamamanın kaynağında gücümüzü tam harekete geçirmemizi, tam bir devrimci arınma sağlamamızı engelleyen “kendi beğenmişlik” tutumunun yattığı açıktır. “Biz komünistiz”, “bizim programımız, tezlerimiz doğru ve devrimcidir”, “şu ya da bu grup küçük-burjuva, sekter, reformist”, “şunlar şurada şu yanlışı, bunlar burada bu yanlışı yaptılar”, “şu grup iyice reformculaştı, hep bize ayak bağı oluyor!” türü değerlendirmeler gerçeğin sadece bir yanını ifade eder, diğer önemli yanı ise bizzat kendimiz ve eylemimizdir. Bugün partimizin sahip olduğu devrimci özellikler, durup dururken ortaya çıkmadı, zorlu, çetin, dişe diş mücadelelerle onlarca yoldaşın canıyla, kanıyla yaratıldı. Bundan düşmana inat elbette gurur duyacağız ama “böbürlenmek”, anlamsız tartışmalarda “övünmek” için değil, savaşmak, savaşta kazanmak için. Örneğin Devrimin Sesi’nin yasadışı ve 15 günde bir yayınlanışı bir başarıyı içerir, ama bu birimlerde yazılı-sözlü propaganda-ajitasyonun yeterli, etkin olmadığı, eksiğimizi kapatacak bir “böbürlenme” konusu olabilir mi? Ya da öğrenci hareketinde ve öğrenci derneklerinde, İHD, Halkevleri Vd. kitle örgütleri, sendikalarda bugün devrimci dinamizm, etkinlik, kitlesellik yoksa bunda, bizlerin devrimci çalışmasının verimsizliğinin, gücümüzü tam ve doğru kullanamayışımızın etkisi yok mudur? Elbette vardı ve bizi bekleyen “böbürlenme” değil, devrimci bir özeleştiriyle hata ve yanılgıları açığa çıkarıp bunları geçersizleştirerek bu ve diğer tüm alanlarda devrimci kitle çalışmasını yükseltmek ve kitlesel-militan mücadelenin başında emperyalist-kapitalizme ve tüm gericiliğe karşı devrimci eleştiriyi pratik olarak yaşamak gerektiğidir.
GKB ve genç komünistlerde sıkça görülen “hata yapma korkusu”, “örgütsel inleyişin bilgisizliği”‘ ve buna bağlı olarak oluşan “eleştirisizlik”, “çaresizlik”, “sızlanma” ve “beklenticilik” derhal ve köklü bir yenilenmeyle; yaptığı şeyin doğruluğuna iyice bilerek inanan, sınır tanımayan, ürkmeyen, siyasal cesaret ve atılım ruhuyla dolu, kolektif örgüt çalışmasıyla bütünleşen bireysel inisiyatif ve yaratıcılığa sahip genç komünistlerin yoldaşça yürüttüğü devrimci çalışmaya; kendini, düzene ve onun uygulamalarına karşı alternatif olarak koyan ve üretme-yeniden üretmeyi, devrimci arınmayı her günkü davranışına yediren devrimci komünist mücadele ve örgütlenme pratiğine bırakmalıdır.

YENİ İNSAN TİPİNİN YARATILMASINA HİZMET ETMELİDİR
Eleştiri-özeleştirinin sürekli konularından biri örgütsel çalışma ise bir diğeri bu çalışma ve
savaşım içinde, onun ürünü ve onun öznesi olacak komünist insan tipinin yaratılması sorunudur. Her birim örgütü, her genç komünist ve gençlik içinde çalışan partililer bu konuyu sürekli ele almak, yoldaşları yapıcı eleştirilerle planlı ve sistemli olarak gözleyip genel özellikleri dışında özel bir parti işinde usta bir militan olmayı sağlayacak koşullar yaratmak, bunun olanaklarını sürekli geliştirmeye çalışmak durumundadırlar.
Yeni insan tipi; burjuva dünya görüşü ve yaşam tarzının her alandaki yansımasıyla amansız bir savaşın sonucu doğabilir ve bu savaş kolektif bir savaş olacaktır. Bu anlamda her yoldaş kendinden ve çevresindeki yoldaşlardan özel bir görev yüklenmeden de sorumlu sayılmalıdır ve yeri gelmişken, “yoldaşımı sevmek zorunda değilim, beraber mücadele etmemiz bunu zorunlu kılmaz” türü, kaynağında burjuva bencilliği ve mekanikliği olan bu düşünceye yer yer rastlayabiliyoruz. Ama yoldaşlar, tam da bu olmadan ne kolektivizm ne komünist gençliğin yoldaşça birliği ve dayanışması ve komünist mücadelesi olabilir. Yoldaşımızı elbette sevmek, onunla uyum içinde olmak zorundayız, ama eğer sorunlar varsa ve sorunlar çıkıyorsa o zaman bu sorunlara neden olan çelişkiyi gidermeliyiz, değilse saçma sapan “tezler” üretmek değil.
Emperyalist kapitalizmin, revizyonist ihanetin ve faşist diktatörlüğün, anti-sosyalist cephedeki birleşmiş gücünün devrim ve demokrasi saflarında her bakımdan tahribat ve bozgun yarattığı bu dönemde devrim, komünizm ve partinin kızıl bayrağı tökezlenmeden daha yukarılara taşınacaksa, bu, biz komünistlere, saflığımızı korumamıza ve kendimizi yeniden üretmemize bağlıdır. Bu ise devrimci-komünist militanın şahsında ve örgütlü eylemiyle somutlaşacaktır. Tarihsel ve güncel bakımdan en ileri insan tipine karşılık gelen komünist militan ise, dişle, tırnakla ve karşı-devrimle her cephede çetin savaşlar içinde doğup gelişecektir, Bütün genç komünistler şunu iyi bilmelidirler ki, kendini iyi bir devrimci-komünist haline getirmek için atacakları her adım, kişilik, yetenek ve eylem güçlerinde kazanacakları her mevzi, karşı-devrime vurulmuş bir darbe olacaktır.
Bu nedenle bütün GKB hücre ve grupları, komite ve organları ve genç komünistler, tüm parti sorumluları komünist insan tipini yerleştirecek güçlü bir eleştiri-özeleştiri sürecini yaşamaya, yaşatmaya gereken önemi vermelidirler.

DEVRİMCİ ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİ KENDİ ÖZELLİKLERİNİ İÇEREN VE BU ÖZELLİKLERİ GELİŞTİRECEK ARAÇ, YÖNTEM VE MEKANİZMALARA DA SAHİP OLMALIDIR
Yazının başından beri üzerinde durulan, devrimci eleştiri-özeleştirinin işlevi ve özelliklerinin somutlaşabilmesi, kurumsallaşabilmesi için olmazsa olmaz araç, mekanizma ve örgütsel davranış kuralları gerekecektir. Bütün bu yöntem ve kurallar ne olursa olsun sonuçta devrime ve komünizm davasına en yoğun, en ileri katkıyı yapabilecek özellikte olmalıdır ve ölçüsünü de bu mücadele belirlemelidir. Yine, devrimci ruh ve irade birliğini sağlamak, yoldaşça ve hiç tereddütsüz, alınan kararları en tam biçimde uygulamaya koyulmak, devrimci eleştiri-özeleştirinin doğrudan parçasıdır.
Bütün örgütsel araçlarımızdan yararlanmak zorundayız. Yayın organlarımızı bu konuda da en verimli bir biçimde kullanmak önemli ve temeldir. Mücadele tecrübelerimizi ulaştırmak, yayın organında gerekli konularda tartışma açmak, tartışmaya katılma girişimine sahip olmak vazgeçemeyeceğimiz önemde şeylerdir.
Örgütsel çalışma içindeyse, başlıca araçlarımız toplantılar ve raporlar ile seminer, konferans, özel toplantı vb. çalışmalar ve örgüt içi yazışmalar, bildiri, broşür, eğilim yazılarıdır. Her toplantı, gündemindeki konuları tam bir analizden geçirip, somut, uygulanabilir kararlar almalıdır ve bunlar bir sonraki toplantıda denetlenip, eksiklikler neden ve çözümleriyle birlikte ortaya konmalıdır. Sadece çalışmaların değerlendirilip planlanmasına ya da gerçekleşen çalışmaların denetlenip sonuçlandırılmasına yönelik özel toplantılar da dönem dönem gerçekleştirilmeli, devrimci arınma ve özeleştiri örgüt içi propaganda ile desteklenip atılım kampanyalarına çevrilebilmelidir.
Yazıyı Stalin’den yaptığımız şu uzun ama anlamlı alıntıyla bitiriyoruz:
“Gelişmemiz müşkülsüz genel bir yükselme biçiminde olmamakladır Hayır yoldaşlar, ülkemizde sınıflar var, çelişkiler var ve yaşamın dalgaları üzerinde rahat rahat salınarak ilerleyemeyiz. İlerlememiz, mücadele içinde, çelişkilerin gelişmesiyle, bu çelişkilerin aşılmasıyla, bu çelişkilerin açığa çıkarılması ve tasfiye edilmesiyle olur.
Sınıflar var olduğu sürece hiçbir zaman şunu söyleyebilecek durumda olmayacağız: Allaha çak şükür, şimdi her şey yolunda. Yoldaşlar, bizde böyle bir durum hiçbir zaman olmayacak.
Yaşam boyunca bizde sürekli olarak bir şeyler yavaş yavaş ölüp gidecek. Ama ölen şey öyle kolayca ölmek istemeyecek, var olmak için mücadele edecek, köhnemiş davasını savunacak.
Yaşam boyunca bizde sürekli olarak bir şeyler doğacak. Ama doğan şey öyle kolay doğmayacak, gürültü koparacak, bağıracak, var olma hakkını savunacak.
Eğer açıkça ve dürüstçe, Bolşeviklere yaraşır biçimde, çalışmalarımızdan hata ve eksikliklerimizi tespit etmez ve ortaya çıkaramazsak, o zaman ileriye giden yolu kendi kendimize kapatmış oluruz. Ama biz ilerlemek istiyoruz. Ve biz tam da ilerlemek istediğimizden dolayı, dürüst ve devrimci özeleştiriyi en önemli görevlerimizden biri haline getirmek zorundayız. Bu olmadan ilerleme olmaz. Bu olmadan gelişme olmaz.”
Yoldaşlar,
Önümüzde zorlu görevler, zorlu dönemler var. GKB’yi gençliğin gerçek bir alternatif komünist kitle örgütü haline getirmek; her bakımdan yetenekli, yaratıcı, inisiyatifli ve sorumlu bir devrimci çalışmayı örgütlemek, kitlesel-militan bir gençlik harekelinin ürünü olan ve onu geliştiren örgütlerimizi yasamın içinde sökülmezcesine yerleştirmek, mücadelemizi, enerjimizi çok, fazla dağıtmadan ama olabildiğince çeşitli alanda mevzilendirip her mevziiyi ustaca kullanarak ve işçi gençliği gerçekten de GKB’nin temeli haline getirecek ısrar ve inatta bir çalışmayı örgütleyerek ve bütün savaşımızı, proletaryanın devrimci komünist hareketinden güç alacak, güç katacak ve onunla (partiyle) her bakımdan bütünleşecek düzeye getirerek üzerinde “Durmak Yok, Gerilemek Asla” yazılı bayrağımızı yoldaşlarımızın, örgütümüzün gücü ve dayanışmasıyla yere düşürmeden taşımak zorundayız. Evet yoldaşlar, devrimci-komünist gelişme için isyan damarını kabartmak ve bunun için de; İSYAN DAMARINA KAN GEREK!

Ocak 1993

Geçmişten Bugüne Türkiye Sol Hareketi – Girişi

Gelişimi ya da oluşumu sürecinde belirli bir millici, anti-emperyalist eğilim ve tavır içinde olsa da sosyalist jargon kullanmayan Jön Türk, İttihatçı, Kemalist türden hareketler inceleme konumuz içinde yer almayacak. Kendimizi şöyle ya da böyle sosyalist jargon kullanan eğilim ve hareketlerle sınırlıyoruz.
1917 Ekim Devrimi gerçekleşmiştir. Ertesi yıl 1918’de Osmanlı İmparatorluğu 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıkar. Sultan Sevr Antlaşması’nı imzalar, ancak savaş, Anadolu’yu işgale girişen Anglo-Fransız emperyalizmi ve maşası Yunan gericiliğine karşı bir kurtuluş savaşına dönüşür. Kemalistler, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve BMM’yi örgütleyerek bu savaşa damgalarını basmaya girişirler. Silahlı direniş güçleri ise daha çeşitlilik gösterir: Kemalistlerin örgütlemeye yöneldikleri Kuvayı Milliye’nin yanı sıra, Kuvayı Seyyare Çerkez Ethem’in girişimi olarak savaşçı bir güç olarak ortaya çıkar. Bu ikisiyle ilişki içinde örgütlenen çeteler de görülür: Demirci Efe ve Karayılan gibi. Ayrıca bir de Bolşevik Devriminin etkisi altında örgütlenmeye çalışan Yeşil Ordu’dan söz edilmelidir. Bu sonuncusu fazla bir gelişme kaydedemez.
Başlıca Osmanlı Ordusu’nun kalıntılarına dayanarak örgütlenen Kemalistlerin siyasal örgütü, sonradan Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)’ne dönüşecek olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’dir.
Kemalistler dışında kalan ama göreceğimiz gibi kendisini ondan kesin hatlarıyla ayırt edemeyen, düşünce, eğilim ve tutumlarıyla burjuvazi ve özel olarak Kemalizm’den beslenen, sahip olduğu türlü bağlantı ve geçişlerle ondan kopmamış olan başka sol partiler de kurulmamazlık edilmez. Sovyet Devrimi, bu sol örgütlerin ortaya çıkışı ve gelişmeleri üzerinde kesin bir etkide bulunur.
Ancak öte yandan, Türkiye’de kapitalizm pek az gelişmiştir, proletarya ve hareketi pek cılızdır. Kemalizm dışı sol hareket ve örgütler, belirli bir proletarya eylemi ve hareketi temeline dayanmaktan çok Sovyet Devriminin etkisine bağlı olarak sahneye çıkarlar. Türkiye’de sosyalist jargonlu sol hareketin oluşumunun, maddesi olan proletarya kuşkusuz gelişmemişli-ği içinde de olsa var olmakla birlikte, esas olarak doğrudan ya da Alman Spartakizmi dolayımıyla Sovyet Devriminin etkisine bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu, sınıf hareketi kaynaklı oluştaki eksiklilik gerçeği, Türkiye sol hareketini gelişimi süresince etkilemiş, hemen tüm zaaf ve hastalıklarının nedenini oluşturmuştur.
Sürekliliğini sağlayamayıp dağılan, Ankara’da kurulan Halk İştirakiyun Fırkası’nın yanı sıra, İstanbul’da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Türkiye Komünist Partisi kurulan başlıca partilerdir.
TİÇSF, Şefik Hüsnü Değmer ve TKP, Bakû’de Mustafa Suphi tarafından kurulmuştur.
Hem Ş. Hüsnü ve hem de M. Suphi İttihatçı kökenlidirler. Ş. Hüsnü, yüksek öğrenimi yaptığı Paris’te Jön Türklerin faaliyetleriyle oldukça yakından ilgilenmiş, Türkiye’ye dönüşünde önce Balkan sonra Çanakkale savaşlarına muvazzaf doktor olarak katılmış, 1919’da ise TİÇSP’ni kurarak Kurtuluş ve onun kapatılmasıyla ardından Aydınlık dergisini çıkarmaya başlamıştır.
Mustafa Suphi ise, savaş öncesi ittihatçılardan kopmaya yönelmiş, onlar tarafından yargılanıp cezalandırılmış, yollandığı Sinop’tan Rusya’ya kaçmıştır. Sovyet Devrimi Suphi’nin önünde yepyeni ufuklar açmış, başlıca savaş esirleri arasında yürüttüğü devrimci ve sosyalist faaliyet, Temmuz 1919’da TKP Kurucu Komitesi’nin, 10 Eylül 1920 Bakû Kongresi ile de TKP’nin kuruluşunun temel dinamiğim sağlamıştır. Bu kuruluşta Alman Spartakistleri arasında eğitilmiş Ethem Nejat gibi devrimcilerin yanı sıra grubuyla Şefik Hüsnü de yer almıştır. TKP, kuruluşunda, M. Suphi önderliğinde, Fransız ve Alman sosyalizminden etkilenmiş aydın gruplarıyla Sovyetlerdeki Osmanlı savaş esiri grupların birleşmesine dayanmıştır. Kadrolarını, bu gruplardan gelenler yanında 1922’de Moskova’da kurulan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin Türkiye’den gönderilme öğrencileri oluşturmuştur. Bu öğrenciler arasında Nazım Hikmet, Şevket Süreyya Aydemir, Laz İsmail (Bilen), Hasan Ali Ediz sayılabilir. Savaş esirlerinden derlenen ve büyük çoğunlukla esaretten kurtuluş amacıyla komünizme “eğilim gösterenler dışında bu kadroların ezici çoğunluğu aydındırlar.

MUSTAFA SUPHİ
TKP’nin devrimci ve sosyalist bir parti olarak kendini ortaya koyusu, Ethem Nejat gibi bir kaç yoldaşıyla birlikte M. Suphi’nin eseridir. Suphi’nin yalnızca örgütlenme faaliyeti ve genel pratiği değil, bu faaliyet ve pratiğe yön veren ideolojik ve siyasal tutumu da devrimci ve sosyalistti. Suphi, yalnızca Marksizm Leninizm’in genel önerme ve tezleriyle uyum içinde olmakla kalmıyor, Türkiye devrimine ilişkin çözümlemeleri, çağrıları ve pratik yöneliminde de bu uygunluğu sürdürüyordu. Suphi’nin düşünce ve özellikle çağrılarını içeren yazı ve TKP’nin kuruluş dönemi bildirilerinde kapitalizmin çıkmazına ilişkin inanç ve bey, ağa ve paşalara karşı savaş çığlığı okunur. Suphi, proletaryaya devrim çağrısı yapar, ezilen halkların kurtuluşunu öngörür ve iktidar sorununu ortaya koyar.
Buna rağmen Mustafa Suphi’nin önemli bir değerlendirme hatası, partinin kuruluşundan 4 ay sonra, Ocak 1921’de yalnızca 15 yoldaşıyla birlikte katledilmesine yol açmakla kalmamış, henüz kuruluş dönemini yaşamakta olan TKP’nin dağılmasına ve geçtiği ehil ve devrimci olmayan ellerde geleceğe inançsızlık uçurumuna yuvarlanmasına götürmüştür. Suphi, genel olarak Kemalistlerin niteliğini saptamada yanlış içinde olmamakla birlikte, onların ikiyüzlülüğü, komünizm karşıtlığı ve her şeyden çok düşman olduğu komünistlerin kanını dökmekten asla çekinmeyeceğini yeterince hesaba katmayarak, Kemalist burjuvazinin güvenilebilir bir müttefik olabileceğini düşünme yanlışına düşmüştür. Devrimde önderliği Kemalistlere terk etme ve devrimin zaferi için burjuvaziye bel bağlama zaafından uzakta olmasına rağmen Suphi, Kemalistlerin Sovyetlerle olan ittifakının onlara dayatacaklarını abartılı değerlendirmiş, ortak düşmana karşı mücadelede Kemalistlerin komünistlerle birlikte yürümeyi kolaylıkla kabul edebileceklerini düşünmüş, bu çerçevede de olsa onlara güvenme hatasına düşmüştür.

İKİNCİ YA DA SAHTE TKP, GRUPLAR, BİREYLER
Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’in hırçın dalgalarında yok edilmeleri sonrasında parti kesin bir dağınıklık süreci yaşamıştır. Henüz yeni örgütlenmekte olan, hem ideolojik ve siyasal hem de pratik örgütsel boyutuyla iç ilişkileri belirli bir olgunluk düzeyine ulaşmamış, birçok gruptan bileşmiş ve üstelik Türkiye proletaryasıyla oldukça cılız bağlara sahip TKP, henüz ancak partileşme yönünde bir atılım olarak nitelenebilecek durumdayken, kendisini, neredeyse kaçınılmazlıkla bir kargaşanın ortasında bulmuştur.
İlk toparlanma çabası Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’ndan gelmiştir. Ağustos 1922’de Ankara’da 2. Kongresini toplayan bu Fırka, Kemalist sızmalara ve buradan kaynaklanan kanalize çabalarına rağmen dağınık haldeki komünistleri toparlamada başarılı ve kucaklayıcı olamamıştır. Şefik Hüsnü, bu partinin kongresine katılmamakla birlikte, gıyabında Merkez Komite’ye seçilmiştir. Bu seçimin, tümüyle gıyapta ve Ş. Hüsnü’den habersiz mi yoksa onun bilgisi dâhilinde ve açıktan parti ismi değiştirmeyi göze alamayan Ş. Hüsnü’nün değişik bir çatı altında ve kendi inisiyatifinde gerçekleşecek bir toparlanma girişimi mi olduğu belirsizdir.
Öte yandan bu parti ile TKP arasında bağlantı ve geçişler de vardır. Örneğin, işçi kökenli Hüsamettin Özdoğu, 1921’de THİF’nın yasaklanmasından sonra Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) öğrencilik yapmış, Ş. Hüsnü ile I yakın ilişki içinde TKP’ye üye olmuş, sonraları yönetici görevlerde bulunmuştur.
Şefik Hüsnü ve onun TİÇSF-Aydınlık çevresi, Hikmet Kıvılcımlı, Vedat Nedim Tör, Hasan Ali Ediz gibileriyle, ilk KUTV’cular ve (Sarı) Mustafa. Börklüce gibi Suphi’nin örgütlediği savaş esiri kaynaklı kadrolar, Ocak 1925’de, Şefik Hüsnü’nün girişimiyle ve Akaretler’deki kendi evinde topladığı 2. TKP Kongresinde bir araya geldiler. Bu Kongre, bir yanıyla 3. Enternasyonal’in baskısıyla bir araya gelme, bir yanıyla ve iç ilişkiler açısından grupların aralarındaki sürtüşmeleri erteleyerek uzlaşması, bir diğer yanıyla da partinin devrimci ve sosyalist amaç ve tutumlarından uzaklaşmasının onaylanma kongresi oldu. Şefik Hüsnü Parti Genel Sekreterliği’ne getirildi. Sarı Mustafa, Nazım Hikmet, Hüsamettin Özdoğu, Hikmet Kıvılcımlı, Hamdi Şamil(of), Hasan Ali Ediz, Şevket Süreyya, Vedat Nedim Tör gibi içimler, MK ve MK İcra Komitesine seçildiler. Dr. Hikmet, daha o günden kendi başına buyruktuk ve orijinalite yoluna girmişti. Ş. Süreyya, Sarı Mustafa, Nazım Hikmet, Şamil ve Özdoğu’nun oluşturduğu grubun başındaydı. Daha ilk tutuklama kampanyasında (1925), cezaevinde hem psikolojik olarak ve hem de hazırladığı bir rapor ve bunun bakanlıkça kabul edilmesi aracılığıyla Milli Eğitim Bakanlığı ile ilişki kurarak fiilen döneklik yoluna adım atan ve ikinci tutuklama kampanyası (1927) sonrası cezaevinden çıkarken yaşamını ciddi bir şekilde değiştirerek Kemalist “Kadro”culuğa yönelen Süreyya’nın ardından bu grubun başına Nazım Hikmet geçti. “Yakın adamı” Vedat Nedim, Ş. Hüsnü’ye kötü bir oyun oynayarak durumunu oldukça zayıflattı. Nedim, İcra Komitesi Sekreteriydi. Ancak Hüsnü tarafından bile fazla yumuşak ve yetersiz bulunmaya başlanmıştı. 1926’da Viyana’da toplanan Parti Konferansı değiştirilmesine ve ikinci bir İcra Komitesi oluşturulmasına karar verdi. Nedim, durumu öğrendiğinde, değişikliği gerçekleştirmek üzere ülkeye dönen Hüsnü’yü, Kıvılcımlı, Şamilof ve daha birçok partiliyle birlikte yakalattı. O da Kemalist “kadro”ya dâhil oldu.
Tutuklamada bir ilginçlik olarak, Ş. Hüsnü pencereye olması gereken işareti koymayarak Kıvılcımlı’nın yakalanmasına neden olmuş ve sonra da onun Komünist Gençlik Başkanlığı’nı polise açıklamıştır. Açıklamanın açıklaması: Hüsnü, Kıvılcımlı’nın konumunun sözü edildiği bir mektubu Şamilofa vermiş, ama ya geç vermiş ya da Şamilof postalamayı geciktirmiş ve mektup yakalanınca Hüsnü belgeyi kabullenmek zorunda kalmıştır. Kıvılcımlı ekstra işkenceden geçirilir, “suçu” kabullenmez, ancak hem onun Hüsnü ile hem de Hüsnü’nün Şamilof İle arası bu nedenle de iyice açılır. Ancak her şeye rağmen hem Hüsnü Genel Sekreterlikte hem de Şamilof İcra Komitesi üyeliğinde kalmaya devam ederler. Hüsnü ise, Şamilof ile birlikte Kıvılcımlı’dan da kurtulma kararı alır.
1929’da bir hırsızlık olayından kaynaklanarak İzmir’de tevkifat başlar. Kıvılcımlı, Laz İsmail, Özdoğu, Şamilof çok sayıda partili ile birlikte yakalanırlar. Şamilof bırakılır. Laz İsmail Yurtdışından yetkili olarak gelmiştir. Dr. Hikmet bu kez de Laz İsmail’in tutumu nedeniyle işkenceden geçirilir. İsmail Bilen, Komünist Enternasyonal adına Kıvılcımlı’nın kendisini MK’den attığını söylemiştir polise. Kıvılcımlı yine kabul etmemiştir.
Bu arada Nazım 1929 yazında Pendik’in karşısındaki Pavli adasında bir alternatif Kongre toplamıştır. Gizli bir matbaa kurar ve yayına başlar arkadaşlarıyla. Matbaanın teslimi istenir, Nazım direnir, vermez. Çatışma boyutlanmış, Nazım başkaldırmıştır.
1930’da Yurtdışından Hasan Ali Ediz tam yetki ile gelir. Komintern kararı ile Nazım, Özdoğu, Şamilof, Sarı Mustafa’nın partiden atıldıklarını açıklar. Ş. Hüsnü adına hareket etmektedir. 1933’te tahliye olan Kıvılcımlı ve Eczacı Vasıf’la birlikte partiyi yönetmeye başlarlar, araları iyidir. Yasal yayın faaliyeti sürdürürler. 1932’de 3. Kongre yapıldığı ve Hasan Ali’nin atıldığı iddia edilir. Ancak yönetim hâlâ ondadır. Ama karşı yönetim de ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde Ş. Hüsnü, 1928-35 arası Komintern’de Yürütme Kurulu üyesi olmuştur. 35’de çıkarılır. Bununla da kalınmaz, grup sürtüşmelerinden bıkılmış olsa gerek, TKP’nin faaliyetleri en alt düzeye indirilir, parti “likide” edilir.
1938’de Harp Okulu ve Donanma davası tutuklamaları gelir. Şiirleri ve şairliği dışta tutulursa, siyasal örgütsel yaşamı hakkında pek de olumlu konuşmak mümkün olmayan Nazım, kendisini ziyarete gelen bir Harb Okulu öğrencisini polis sanır, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Komünist Masası’na telefon açar. Tutuklama, Nazım’ın bu “ihbarı”yla başlar. Mahkemedeki savunmasında da kendisinin “muhbir” durumunda olduğunu, belirterek cezalandırılmaması gerektiğini ileri sürer. Ceza alır, ancak Dr. Hikmet’le birlikte gönderildikleri Çankırı Cezaevi’nde Emniyet kendisine makbuz ve imza karşılığı olarak 30 TL. yollar (Nazım, parayı almaz). Ama aynı zamanda, önceki tutuklamalarından birinde Kemal’e yazdığı af dilekçesinin benzerini bu kez Cumhurbaşkanı olan İnönü’ye hitaben yazar: “Öteden beri sizin sanayi kurma girişiminizi desteklediğim için, komünistler, aleyhimde: ‘Nazım Hikmet İsmet Paşa’nın uşağıdır1 diye beyanname dağıttılar.” Nazım,  tahliyesinden sonra, 1951’de Sovyetlere kaçar. Şefik-Hasan Ali grubu tarafından parti bildirilerinde “Troçkist-polis muhalefeti” olarak suçlanmasına rağmen şiirlerinde savunduğu Stalin’in ölümü ve SBKP 20. Kongresi sonrasında, hiç değilse şiirlerinde gerekmiyorken, “bıyıkları çorbamızdan çekildi” diye yazar.
’38 Tevkifatı ve estirilen terörün bir sonucu da, tutuklanmamalarına rağmen “tam yetkili” H. Ali Ediz ve yardımcısı Eczacı Vasıf’ın Milli Emniyet’e yazılı olarak başvurup “bundan böyle komünist faaliyette bulunmayacaklarına dair” güvence vermeleri ve Ş. Süreyya ile V. Nedim Tör’den sonra açık tescilli dönekliği bir kez daha tekrarlamalarıdır.
Sınıftan kopuk aydın grupları arasındaki çekişmeler, tutuklamalar, ’35’de Ş. Hüsnü’nün Komintern Yürütmesinden çıkarılması ve ’37’deki faaliyetleri en aza indirme kararıyla dağınıklık ulu ortalaşır. Ve ilginç gelişmeler görülür: On yıldır yurtdışında olan Hüsnü 1939’da yurda döner. Dünya çapındaki anti-faşist cepheye Türk- Ordusu saflarında çarpışarak katılmak üzere. Türkiye Alman-Nazi ve Anglo-Fransız yanlılığı arasında yalpalamakta, dünya politikasında etkinliği öne çıkan taraftan yana bir “tarafsızlık” politikası gütmektedir. Abidin Nesimi’ye göre, Şükrü Kaya, Nazım’a şöyle der: “Türkiye büyük bir hızla Mareşal F. Çakmak inisiyatifi ile faşizme doğru kaymaktadır. Ben bütün gücümle bunu önlemeye çalışıyorum. Fakat buna gücüm yetmiyor. Beni devirdikleri anda Türkiye faşizmin kucağına düşecektir. Faşizm geldiği an, benden evvel siz tasfiyeye uğrarsınız. Sosyalistlik, komünistlik propagandasını bırakın. Faşizme karşı mücadelemde bana yardımcı olun.” Nazım, politika yapmaktan kaçınır, “ben şairim” der. Ancak iletilen bu uyarımı sonuçları olur; Alman Nazizmini, faşizmi hedeflemekle sınırlı ve İngiliz yanlısı hükümetle işbirliğini gözeten, “gereksiz” sosyalizm lafları edilmeyen “cephe taktiği” izlenmeye başlanır. Ş. Hüsnü”nün yakalattığı bir raporda söylendiği üzere, “R. Saydam (İngiliz yanlısı-Ö.D) hükümetinin iktidarda kalması bütün diğer ihtimallere müreccah görülmüştü”, yani tercih edilmişti. Hüsnü’nün yurda dönüşü bu çerçevededir. 1941-43 arasında Hüsnü orduda doktor yüzbaşıdır. 1. Paylaşım savaşında aldığı rütbe ve nişanları kullanmaktadır.
Bu dönemde, parti yöneticileri olarak, Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli, Zeki Baştımar, H. Özdoğu faaldirler.
Büyük Savaş’ın sonuçlanmasıyla birlikte dünyada demokrasi rüzgârları esmeye başlar, “estirici” güçlerden biri de Anglo-Amerikan emperyalistleridir. “İki büyük garp demokrasisi” olarak nitelendirilirler TKP tarafından. Hayaller alır yürür. Cemiyetler Kanunu’nda da değişiklik yapılmasıyla yasal partileşmeye girişilir. Anti-faşist cephe taktiği, somut değişiklikler dikkate alınarak geliştirilir. “Saraçoğlu (Alman yanlısı eski Başbakan-Ö.D) gibi (faşizm yolunda) en ileri gitmiş idarecileri temizlenmek şartıyla halk Partisine de yer verecek faşizme ve vurgunculara karşı demokrat mücadele cephesi adı altında bir teşekkül yaratmaya çalışmak” kararlaştırılır. TKP Plenumu Türkiye Sosyalist Partisi’nin kurulması kararı alır. TKP İstanbul Vilayet Komitesi Sekreteri H. Özdoğu, Sarı Mustafa ve Cezaevi yöneticiliğinden gelme Esat Adil Müstecaplıoğlu’dan oluşan üç kişilik Politbürosuyla TSP, 1946’da kurulur. Anlaşmazlık vardır, gruplar çekişmektedir, 1,5 ay sonra Ş. Hüsnü doğrudan İçendi etrafında Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ni kurar. İki parti de “iki büyük garp demokrasisi”ne ve rüzgârlarına rağmen 6 ay sonra kapatılırlar! Yeni bir tutuklama kampanyası başlatılmıştır.
’50 affı tahliyeleri ancak bir yıl dayanırlar. ’51’de daha büyük bir tutuklama kampanyası gelmiştir. Nazım gibi yurtdışına kaçanlar ya da Laz İsmail gibi zaten ’34’den beri orada olanlar dışında hemen tüm kadroları içine alan 167 kişilik tevkifatla zindanlar dolar. Hemen bir Kıvılcımlı dışta kalmıştır, o yavaştan ve yasal olarak kendi grubunu örgütleme peşindedir; Hüsnü ile de, diğerleri ile de arası açıktır.
Tevkifat olağanüstü tartışmalara, suç atmalara yol açar. Artık çatışanlar Hüsnü’nün kendisinden çok “adamları” olan gençlerle, örneğin M. Belli ile Zeki Baştımar’dır. Bu ikincisi, parti Teşkilatlanma Sekreteri’dir ve poliste yediği-içtiğini söylemeye varan yüzlerce sayfalık ifadesi vardır. Üstelik sorulduğunda, konuşmadığını söyler, ifadesi mahkemede onaya çıkar. Kıvılcımlı’nın yorumuna göre, Baştımar aldatılmıştır, açıklanmayacağı vaat edilerek ifadesi alınmış, ancak bu ifadeye dayanarak ceza dağıtılabileceği açısından sonunda mahkemede açıklanmış ve Zeki bey ne yapacağını şaşırmıştır. Üstelik mahkemede bir “pislik” daha ortaya çıkmıştır: Tevkifattan uzun süre önce bir Milli Emniyet albayı Baştımar’la ilişkiye geçip işbirliği teklif etmiş, Baştımar bundan kimseyi haberdar etmemiş, aksilik, bu olay da mahkemede ortaya çıkmış ve Baştımar bu görüşmeyi reddedememiş, ancak işbirliğini kabul etmediğini söyleyebilmiştir. Baştımar, Ş. Hüsnü-R. Fuat Baraner yönetici grubu tarafından bu iki nedenle partiden atılır. Atılmasına atılır, ama bir gün Moskova’da aniden Parti Genel Sekreteri olarak ortaya çıkacaktır.
1950 de cezaevinden çıkan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, uzun yıllar içinde ortaya koyduğu ciltlerle teorik malzeme sahibidir. Çalışmaları genellikle görmezden gelinmiş, ancak o da, görüşlerine sahip çıkıp yayacak bir taban oluşturamamıştır. Özellikle ’50 sonrası ayrı bir grup olarak örgütlenmeye yönelerek teorisiyle var olmaya girişir. 1954’de Vatan Partisi’ni kurar, ’57 seçimlerine katılır. Kitlelerden kopukluğu ilginç yöntemlerle gidermeye çalışır; bunlardan biri, seçim konuşmalarında İslamı dayanak olarak kullanmaktır. Yazımızın diğer bölümlerinde eleştireceğiz. Ancak bir-iki değinmede bulunmak gerekirse, Şefik Hüsnü ve genel olarak TKP’yi karakterize eden burjuvaziye bel bağlama yöneliminin dışında kalamadığı, ayırt edici özellik olarak buna orijinal teorik temeller hazırlamaya çalıştığı söylenmelidir. Dr. Hikmet’e göre, barbarların taşıdığı “ilkel sosyalizm taze kanı”, özellikle Do-ğu’da toplumları İlerlettiği gibi, Türk Ordusu’nun “devrimci geleneği”nin de maddi-manevi koşullarını sağlamakta ve toplumsal dönüşümün manivelası olarak oynayacağı rolü koşullandırmaktadır. 27 Mayıs sonrası Cemal Gürsel’e yazdığı bir açık mektup’ olan “2. Kuvayı Milliyeçiliğimiz”de bunu görürüz örneğin. Mektupta, Gürsel proletaryanın yoluna davet edilir ve ona bir Anayasa taslağı önerilir. Benzer bir duruma Kıvılcımlı 12 Mart’ta düşer. Muhtıra’yı, çıkardığı “Sosyalist” gazetesinin manşetinden “Ordu kılıcını attı” diyerek selamlar. Ordudan radikal ve sol bir atılım beklemektedir. Nisan’da yurtdışına kaçar. Zeki Baştımar-Laz İsmail TKP’yi ellerinde tutmaktadırlar ve tam bir modern revizyonist ihanet şebekesine dönüştürmüşlerdir. Dr. Hikmet’i kanserli ölümcül haliyle ortada bırakırlar, Bulgaristan ve D. Almanya’ya kabul edilmemesini sağlarlar. Partiden atıldığı açıklanmıştır. Rahat ölmesi bile engellenir.

BAĞLANTILI YA DA BAĞLANTISIZ, TKP DIŞI SOL
Modern revizyonist acente durumuna dönüşme sürecinde yaşanan dağınıklıkta Mihri Belli, “dış TKP”ye karşı bir mücadele yürütür. TKP, dışta kaldıkça sınıf mücadelesinden tüm yönleriyle kopar ve uzunca süre, başlıca. ’71 devrimci eyleminin yenilgisine kadar sınıf mücadelesine reformcu platformuyla bile katılamaz. Doğu Almanya’dan yayın yapan’ radyosuyla var olmaya çalkan TKP, kendisinden haberim dar olanların dilinde “hariçten gazel okuyucu”dur.
Mihri Belli ’60 sonrası MDD, teziyle ortaya çıkar. MDD’cilik, aslında göreceğimiz gibi, Şefik Hüsnü’nün görüşlerinin, Kıvılcımlı kökenli “ordunun devrimci geleneği” teziyle geliştirilen cuntacılıkla takviyeli olarak günün koşullarına uydurulmasından başka bir şey değildi. Feodalizm abartısıyla Çin devrim deneyi ve Mao’nun düşüncelerine öykünülmüştü; ancak esas yönüyle tezin özelliği “asker-sivil aydın zümre” önderliğini öngörmesi, proletarya önderliği ve demokratik ve sosyalist devrimlerin kesintisizliğini reddetmesiydi. Bu yönüyle, olduğu gibi Hüsnü’nün görüşlerinin tekrarından ibaretti. ’68 ve ’71 devrimciliğinin önderliğini yakalama şansı ve aslında bu harekete, Sovyet ve halk demokrasileri deneyleriyle arasında köprü kurma yoluyla katacağı şeyler de olan Belli, en başta yöntem olarak cuntacılık aracılığıyla burjuvaziye bel bağlama, düzeni hedeflemeye bir türlü yönelmeme, reformculuk ve yasalcılıkta ısrarıyla bu şansını kullanamadı. Revizyonizmin batakçılığına ölesiye düşman 68 gençleri ve 71 devrimcileri, eğer devrime ve kendilerine elini uzatsaydı, gönül hoşluğuyla Bellinin ardı sıra yürüyeceklerdi. Ama Belli ne düzenden ne Sovyet revizyonizminden kopmayı göze alabildi.
Mihri Belli devrim ve devrimcilere yerine getirmekten kaçındığı köprü olma görevini, eski ve yeni Aydınlık revizyonizmini birbirine bağlayarak gerçekleştirdi. Ş. Hüsnü ile D. Perinçek arasında köprü oldu. Başlangıçta Belli ile aynı görüşleri, aynı MDD tezini, aynı biçimiyle savunan Perinçek, sonra Belli’den koptu. Ünce, kendi cuntacılığını (kuşkusuz, “asker-sivil aydın zümre” önderliğinde) yapan Perinçek, sonraları sağ-kanat Maoculuğa yöneldi, örneğin 12 Mart döneminde cuntacılıkla Maoculuğu kaynaştırarak savundu. Başbakan yapılan Nihat Erim’e destek için talepler ileri sürdü. Sonra Ecevit’e destek verdi. Her zaman mutlaka destek verecek bir burjuva kliğiyle, devlet yerine hedef göstereceği bir başka burjuva kliği buldu. Örneğin programını MC Hükümeti karşıtlığına, bir başka sefer Sovyet emperyalizmi karşıtlığına daraltırken, karşıt burjuva ve emperyalist güçlerle birleşmenin teorisini yaptı; işi, “Türkiye Ordusu Sovyet sınırına” diyecek kadar orduyu sahiplenmeye ve stratejisini yönlendirme çabasına vardırdı. Bu yaklaşımı Ş. Hüsnü’den devralmıştı, hakkını veriyordu.
’60 sonrası oluşan kısmi demokratik ortam yasalcılığı beslerken aynı zamanda parlamentarizmi de çekici kıldı. İlk kez, sendika bürokratları aracılığıyla ve “işçi siyaseti”nin burjuvaca yapılması yoluyla da olsa “işçiler”le bağlantı kuruldu. Ondan fazla sendikacı, TKP ile bağlantılı Behice Boran gibi ilericiler ve ’50’li yıllarda sol renkli parlamenter bir parti için yaptığı temaslardan sonuç alamayınca bekleyen Aybar ve arkadaşları bir araya gelerek Türkiye İşçi Partisi’ni kurdular. Parti, “sosyalist devrim”i savunuyordu, ancak “sosyalizm” kurulu düzen çerçevesi içinde, öyle kırıp dökmeden ve düzenin manivelaları, başlıca parlamentosu kullanılarak ve bu parlamento içinde halkın çoğunluğunun oyları kazanılıp “iktidar”a gelinerek gerçekleşecekti! TİP, gittikçe daha radikal sloganlarla eylem alanına çıkan halk ve özellikle gençlik hareketinden koptu; oy peşinde, ama sınıf mücadelesinin dışında, yasalcılığıyla etkisini yitirmeye ve küçülmeye yöneldi. TİP, TKP ideoloji ve siyasetinin günün şartlarına uyarladığı değişik (parlamenter) bir versiyonunu savunmaktaydı.
Bunca yılın solcu düzenciliğinin tepkiye yol açmaması, karşıtını üretmemesi ve maddi toplumsal koşulları da uygun olduğunda bu tepkinin kendisini açığa vurmaması olanaksızdı. Anti-emperyalist, anti-faşist bir zemin üzerinde yükseldi düzen dişilik. Devrimci tepki, ideolojik-teorik temellerini bir çırpıda kırıp geçememesine rağmen, siyaset ve örgüt alanında, sol uzlaşmacılığı, burjuvaziye bel bağlamayı, yasalcılığı ve militan ve savaşçı olmayan örgüt ve ruh halini, ideolojik alanda henüz reformculukla hesaplâşamamış oluşun kısırlaştırdığı çerçevesiyle aştı, yürüdü. Deniz Gezmiş’le, Mahir Çayan’la, İ. Kaypakkaya’yla, THKO, THKP-C ve TKP/ML-TİKKO ile Türkiye devrim ve devrimcilikle tanıştı.
Sonra, düzen-içi solculuğun, siyasette burjuvazi önünde diz çöküşün, iktidar hedefsizliğinin, uzlaşıcılık ve reformculuğun, örgütsel alanda yasalcılığın, militan olmayışın, bürokratlığın ideolojik-teorik temelleriyle hesaplaşma süreci geldi. Bu, aynı zamanda küçük burjuva ideolojisi, siyaset ve örgüt yöntem ve biçimlerini aşma süreci de oldu. Devrimci zeminde komünizm, komünist örgüt fidanı boy attı. Ortaya çıkıp gelişmesi hiç de kolay olmadı, olmuyor. Sancıları yaşandı, yaşanıyor. Yılları alan süreç, bilinç, siyaset ve örgüt alanında burjuva öz ve biçimlerin kalıntıları aşıla aşıla ilerliyor. Ancak şurası kesin: Türkiye proletaryası kendi partisine sahip artık ve nereye nasıl gidileceği biliniyor. Sorun, yolu yürümek. Ortaya çıkan ve daha da çıkacağı kesin olan engel ve ayak bağlarını aşarak.

* * *
Modern revizyonist ihanet şebekesine dönüşünceye kadar TKP, ilk bir kaç aylık Mustafa Suphi dönemi bir yana bırakılırsa, sınıftan kopuk aydınların çekişme ve çatışma alanıdır. Ayak sürüyenler ama aynı zamanda pek de otoriter edalarla, yetkiyle ortada dolaşanlar, polisten hemen sadece Kıvılcımlı dışında sağlam çıkmayanlar, TKP’yi -aslında burjuvaziyle birlikte- yönete-gelmişlerdir. Düzenle, Kemalist kadrolarla TKP arasında bağlantı hep olmuştur. Devrimci harekete, grupçuluk, yetki sopacılığı yanında, döneklik, itirafçılık gibi uç ve poliste dirençsizlik ve bunun doğal karşılanması gibi bundan bir geri noktada şekillenmeleriyle düzen içi eğilimler, düzenden ve burjuvaziden kopmamış, dünya görüşü, siyaseti, örgütlenişi ve ruh haliyle sınıftan uzak bir küçük burjuva aydınlar topluluğu olan TKP’den aktarılmıştır. TKP savaşçı militan bir örgüt hiç olamamış, örneğin tevkifatlarda en küçük bir direniş göstermeksizin polis tarafından kolaylıkla ve neredeyse yurt içinde olan tüm kadrolarıyla ele geçmiş; örgütlü faaliyet tevkifat aralarında sürekli yeniden ve yeniden başlamıştır. Kolay tevkifatlar ve örgütün çökertilmesi, yalnızca dirençsizlik ve militan olmayışın değil, aynı zamanda yasalcılığın da bir ifadesi ve göstergesi durumundadır. TKP yöneticileri, hemen her durumda yasal olarak mevzilenmiş pozisyonlarıyla yeni bir tutuklanmaya açık olmuşlar, TKP’nin gizli bir yeraltı örgütü oluşu yalnızca lafta kalmış, örgüt hiçbir zaman düzen örgütü olmaktan öteye geçememiştir. Bu hastalıkların da devrimci hareket üzerinde hâlâ şu ya da bu düzeyde etkilerini sürdürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Örneğin Dev Yol, bugün yalnız pratik örgütsel yaşamıyla değil ideolojik siyasal tutumuyla da TKP geleneğinin sürdürücüsü, hatta günümüzün TKP’si durumundadır.
Herhangi bir devrimci örgütün TKP örneğinde görülen zaafları olabilir. Yasalcı hatalar içine düşmüş, poliste çözülmüş, hatta itirafçılığa savrulmuş yönetici ve kadroları olabilir, zaman zaman içinde grupsal ve kişisel çatışmalar yaşanabilir. Ancak TKP açısından bunlar hata boyutunun ötesindedir. Yasalcılığın sürekli kılınması, gruplar ve çekişmelerinin devamlılığı, polis tavrı olumsuzluğunun arızi olmayışı ve yaşandıkça bu zaafların üzerine gidilmeyişi, örneğin poliste olumsuz tutum alanların yöneticiliklerinin devamı, TKP’yi zaaflı değil zaafın kendisi kılmış; devrimci olabilmek için TKP geleneğinin kırılmasını boyuna borç etmiştir.
Kuşkusuz, zaaf TKP’nin bu durumu, onun ideolojik siyasal duruşu ve tutumlarının, sınıf konumunun bir sonucudur, yoksa kadrolarının kötü niyetinden kaynaklanmamıştır.

ŞEFİK HÜSNÜ ÜZERİNE ÖZET
TKP’ye ideolojik siyasal olarak damgasını basan, grupların varlığı ve çekişmesine ve kendisi de bir grubun başı olmasına rağmen, ’25’deki 2. Kongre’den ’50’lerdeki ölümüne kadar resmen Parti Genel Sekreteri olan Şefik Hüsnü olmuştur. Parti içinde onunla çekişenler, onunla nüansları tartışmışlardır. Yalnız Kıvılcımlı kapsamlı orijinal görüşleriyle parti içinde farklı ve özel bir yere sahip olmuş, özel teorik bir temel geliştirmiş, ancak o da, genel teorik temelle uyum ve birliğini korumuştur.
Şefik Hüsnü’nün ve TKP’nin ideolojik siyasal tutum ve yaklaşımlarını karakterize eden ise, başından sonuna ve partinin bir türlü eleştirip aşmak için çaba içine bile girmediği sınıf işbirliği çizgisi olmuştur. Burjuvaziden kopamayış, onunla birlik ve bel bağlama, proletarya iktidarı perspektifine hiçbir zaman sahip olmama ve iktidardaki burjuvaziyi “yönlendirme”ye çalışma ve tavizler vermeye zorlama, izlenen çizginin özünü oluşturmuştur. Burjuva düzen bir çerçeve olarak kabul edilmiş, tüm yaklaşım ve politikalar bu çerçeve içinde geliştirildiği gibi, parti faaliyetinin yürütüldüğü zemin de burjuva düzen ve onun yasallığı olmuştur.
Çeşitli dönemlerde izlenen siyasal çizginin somut amaç ve hedefleri ve bunun gerekçeleri değişmiş, ancak çizginin belirtilen özünde değil değişiklik, bunun girişimi bile olmamıştır.
Şefik Hüsnü, 1924 Haziran’ına kadar Kemalistlerin yalnızca milli ve demokratik devrimi değil sosyal devrimi de gerçekleştirerek, ulusal kurtuluşun yanında sosyal kurtuluşu da sağlayabileceğini iddia etti. Ona göre, Kemalistler tefeci-ticaret burjuvazisinin (hem de toprak sahipleriyle ittifak halindeki) temsilcisi değil, sınıflar-üstü niteliklere sahip devrimcilerdi! Yapılacak tek şey, onlara proletaryanın “en kestirme” yolunu göstermekti! ’24’e kadar Hüsnü, yalnızca devrimi sosyal devrime kesintisiz olarak bağlamak açısından kaçınılmazlıkla gerekli olan ulusal ve demokratik devrimde proletaryanın önderliğini ve bunun için mücadele etmek gerekliliğini reddetmekle kalmadı; burjuvaziyi ileriye itmek “görevi” dışında, siyasal ve sosyal devrimi tümüyle burjuvazinin eline terk etti. Kemalistler zaten ulusal kurtuluşu gerçekleştirmişler, demokratik reformları yapıyorlar ve feodalizmin tasfiyesi için savaşıyorlardı, burjuva demokratik devrimi tamamlama olanakları vardı; ama önemlisi, sosyal devrimi gerçekleştirme ihtimalleri de vardı. Bu yaklaşım, sonranın “asker-sivil aydın zümre” cuntacılığının (Belli, Perinçek) olduğu gibi, “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” ve “ileri demokrasi” modern revizyonist tezlerinin (Z. Baştımar, Laz İsmail) de çıkış noktası oldu. Hem Hüsnü ve hem de onun izini sürenler, uygun uluslararası koşullarda (ki bu koşulu, başlıca Sovyetler Birliği’nin varlığı sağlıyordu) burjuvazi ya da sınıflar-üstü temsilcilerinin sosyalist devrime ve sosyalizmin inşasına girişebileceklerini düşündüler.
Ş. Hüsnü ’24’de “özeleştiri” yaptı:
“… Başlangıçta henüz siyasi inançları ve sınıfsal vasıfları şekillenmemiş bazı ülkücü önderlerin Kurtuluş Savaşımızı gereği gibi başardıklarını ve değeri inkâr edilmez bir siyasi devrimi başlattıklarını dikkate alarak Cumhuriyet yöneticilerine geniş bir kredi açmıştık… Bizim gibi halkı yoksul ve orta hallilerden ibaret olan bir ulusun yabancı kapitalizmin sömürü ve tahakkümünden uzak kalmasının, ancak ulusun büyük çoğunluğunu teşkil eden işçi ve köylü sınıflarından güç alan, kolektif yaşayışa dayanan ekonomik kuruluşlarla mümkün olabileceğini ileri sürüyor ve yazılarımızda bu yönde devrimimizi derinleştirmesini hükümetimizden temenni ediyorduk. Bu suretle mukadderatımıza hâkim olanlara, bizi kurtuluşa götürecek olan en kestirme yolu gösterdiğimiz kanısındayız… Biz özellikle uluslararası koşulların baskısı altında, bazı kökten tedbirlere başvurma zorunluluğunun duyulacağını mümkün görmüştük. Olaylar bunun da olamayacağını gösterdi.” (Seçme Yazılar, sf.218)
TKP 24’e kadar bütün politikasını Kemalistlerin “sosyal devrimciliği” üzerine kurdu; çünkü Hüsnü’ye göre Kemalistlerin siyasal devrimi tamamlaması ve sosyal devrime girişmesi öyle pek küçük bir ihtimal değildi:
“Halk Millet Meclisi’nden, her şeyden önce savaş ile beraber ortadan kalkması gereken yasal konuların düzeltilmesini veya ortadan kaldırılmasını beklemektedir. Bu fırsatla Meclisin çoğunluğu işçi ve köylü geniş halk kitlelerine dayanarak mı yoksa bazı imtiyazlı zümre çıkarları adına mı faaliyette bulunmak niyetinde olduğunu gösterecektir.
Biz bu şıktan birincisinin gerçekleşeceği kanısındayız ve toplumun selameti adına böyle olmasını bütün varlığımızla temenni ediyoruz.”(Agy, sf.l64)
“Siyasal inançları ve sınıfsal vasıfları şekillenmemiş ülkücü önderler”, nasıl bir sınıf tutumu alacağına dair “niyeti” belirsiz Meclis ve egemenlerden proletarya ve halk yanlısı, “kolektif yaşayışa dayalı ekonomik kuruluşa”, yani sosyalizme yönelme ve geçiş “bekleyen” ve halka bu beklentiyi öneren bir Ş. Hüsnü. Onun sosyalistlik bir yana devrimcilikle bir ilgisinin varsayılamayacağı açıktır.
Hüsnü’ye göre, burjuvazi ile proletarya arasındaki siyasal ilişki, demokratik ve ulusal devrimde önderlik mücadelesi, proletarya açısından burjuvazinin etkisinin kırılması ve özellikle köylülüğün burjuvazinin değil kendi yedeği edinilmesi uğruna stratejik bir yaklaşım ve faaliyeti dayatan bir ilişki olmadığı gibi, sosyalist devrim için burjuvazinin devrilmesini dayatan bir ilişki de değildir; Kemalistleri her iki devrim açısından önder kabullenme ve etkileme, ileriye itme, yönlendirme ve ondan haklar talep edip tavizler koparma ilişkisidir. Kemalist Hükümet üzerine Hüsnü şunları yazar:
“… Kapitalist burjuva sınıfı pek küçük ve zayıf bir azınlık, işçi ve köylü sınıfı ise büyük bir çoğunluk teşkil ettiği için sınıf mücadelesi, yabancı kapitalist ve bunların uyduları durumunda kalan yerli eşraf ve servet sahibi ile halk arasında olur ve çoğu halde bir ulusal mücadele şeklini alır. Şimdiye kadar yerli hanedan hükümetleri bu mücadelede daima kapitalistlerin -yani ulus düşmanlarının- tarafına geçmişti… Bundan sonra iktidar gücünü ulusal egemenlikten alan halk hükümeti emeğin -yani ulusun- tarafına geçmeli ve bir iş ve işçi hükümeti olmalıdır. “(Agy, sf.176-77)
Kemalist Hükümet zaten halk hükümetidir, ulusaldır, ulusal amaçlara sahiptir, “gücünü, ulusal egemenlikten alan” bir hükümettir, üstelik sınıf mücadelesi böyle geri bir ülkede genellikle ulusal mücadele şeklini almaktadır; bu durumda, ulusal amaçlara sahip “ülkücü önderler”in, onların hükümetinin, ulusal selamet açısından, ulusun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin sosyal kurtuluşu için mücadeleyi sürdürmeye yönelmeleri olabilir ve büyük bir ihtimaldir, bu yöne sevk edilmeli, bir “iş ve işçi hükümeti olmalıdır”lar! Kemalistlerin ulusal bakış açısı onları sosyalizme girişmeye kuşkusuz elvermezdi, ama Hüsnü’nün proleterlikle ilgisiz ulusal (doğal ki, burjuva) bakış açısı, ona, proletaryanın ancak körce destekçisi olacağı ulusal amaçların sosyalizme bağlanabileceği burjuvaca yorumlarını yaptırtmıştır. İktidar görevi Kemalistlere, destekçilik ve beklentiler peşinde koşuş proletaryaya: Hüsnü yaklaşımının özü budur ve O, bu öze ölümüne dek sadık kalmıştır.
’24 Haziranı sonrası, “özeleştirisi”nde görüldüğü gibi, Hüsnü, Kemalistlerin “sosyal kurtuluşçuluğu’ndan umudunu keser. Başka türlü görünüşü kurtarmak, dağınık durumda ama Komintern’le bağlantılı TKP’nin başına geçmek olanaklı olmayacaktır. Çizgi, bu kez, Kemalistlerden sosyal devrim bekleme dışında aynen korunup sürdürülür. Yine iktidar Kemalistlere ve destek görevi proletaryaya düşer!
Sosyal kurtuluş beklentisi dolayımıyla değişiklik, çizginin özüne ilişkin olmaz. Kemalist sosyal kurtuluşçuluktan umut kesme, ’24’e kadar savunulan, burjuvazi ve proletaryanın rolleri ve ilişkisini Menşevik tarzda ele alışta bir değişikliği içermez, tersine bu yaklaşım derinleştirilir. Değişiklik, yalnızca Kemalistlerin sınıflar-üstü ülkücü önderler olmaktan küçük burjuvalığa “terfi” ettirilmeleriyle sınırlı kalır. Demokratik devrimde proletarya önderliği için burjuvazi ve Kemalistlerle mücadele ve köylülüğün kazanılması yerine, ulusal kurtuluşu gerçekleştirip emperyalizme karşı mücadeleyi sürdürdükleri ve feodalizmin tasfiyesine giriştikleri, burjuva demokratik devrimi tamamlayarak sosyalist devrimin koşullarını olgunlaştıracakları gerekçesiyle Kemalistlerin desteklenmesine devam edilir. Demokratik devrimde “iki taktik” yoktur, taktik tektir; siyaseti burjuvazi yapacak, onun iktidarı kabullenilecek ve ona destek verilerek tavizler koparılmaya çalışılacaktır. Hüsnü, proletaryanın demokratik devrime önderlik ederek ve işçi köylü demokratik diktatörlüğünü gerçekleştirerek, onu proletarya diktatörlüğüne dönüştürerek kesintisiz sosyalizme yürümesi Leninist tezini hiç savunmamış, bu yaklaşımla başlıca köylü ve ulusal yedekleri kazanmayı perspektif edinmemiş, tersine, köylülüğü, kendisi tefeci nitelikli feodal burjuvazinin temsilcisi Kemalistlerin şenine terke-derken, onların “cılız anti-emperyalizmi” (Stalin) ve olmayan anti feodalizmleri (“Kemalist devrim toprak devrimi ihtimaline karşı…” -Stalin-) lehine, Şeyh Sait örneğinde olduğu gibi, ulusal başkaldırıların kanla bastırılmasında Kemalistlere destek vermiştir. Hüsnü siyaseten iktidarsızdır, iktidar için mücadeleden, emekçi halkı iktidara hazırlamaktan her zaman uzak durmuş, demokratik ve sosyalist devrimler arasındaki -proletarya önderliği dolayımıyla- kopmaz bağı yadsımıştır. Dolayısıyla Hüsnü devrimde, bu kez demokratik devrimde burjuvaziye bel bağlamayı ve ona destek vermeyi sürdürür. Örnek vermek gerekirse:
“Türkiye’de milli devrimci hareket kuşkusuz ilerici bir etkendir. Bu hareket, toplumu feodalizmin ve padişahlığın kalıntılarından temizleyerek proletarya devrimine yaklaştırmakta, emperyalizmi can evinden vurmaktadır. Bu nedenlerden dolayı onu desteklemeliyiz.” (Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, sf.49)
Gerçek, Kemalistlerin anti-emperyalizminin cılız ve onların emperyalizm karşısında uzlaşmacı oldukları ve üst yapıda bazı demokratik reformlar (hilafetin kaldırılması, Sultanlığın ilgası ve diğer bazı yasal düzenlemeler) dışında, her şeyden önce kendi tefeci niteliği nedeniyle feodalizmle karşıtlık değil ittifak ve birlik halinde bulundukları şeklindeyken, Hüsnü, kendi hayallerini burjuva destekçiliğinin gerekçeleri yapmıştır.
“…burjuva devriminin henüz sona ermediğini unutmamak gerekir. Ülkemizde derebeylik kalıntısı olan geleneklere, eğilimlere ve kurumlara hâlâ yer yer çok yaygın olarak Taşlanmaktadır. Bunlar ekonomik düzeyimizin hızla yükselmesine ve işçi sınıfımızın serbestçe örgütlenmesine engel oluyorlar. Bu alanda yolumuzun düzeltilmesi işçi sınıfı için hayati bir önem taşır. Geçmişin tutsağı olmaktan bizi kurtarmak ve çağdaş ihtiyaçlarla uyuşmayan yönetim kurumlarını silip süpürme işim Cumhuriyet partisi yerine getirmiş bulunuyor. Sınıfsal durumu gereği bu parti bu tür uygulamalarda tereddüt etmeye, ileri gitmeye zorunlu kalmadıkça köklü tedbirler almamaya yakındır. Bu tereddütleri gidermek, Cumhuriyet hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak, bulunduğumuz dönemde işçi sınıfının ihmal edilemeyecek bir görevidir.” (Seçme Yazılar, sf.219-20)
Hüsnü demokratik devrimde proletaryaya biçtiği görevi açık olarak formüle eder: Burjuva partinin tereddütlerini gidermek, hükümeti ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak. Görevin çerçevesi, destektir; proletaryanın, ona göre, önderlik için mücadeleye ve demokratik devrimi kendi önderliği altında gerçekleştirerek işçi köylü diktatörlüğüyle taçlandırmasına ihtiyacı yoktur. Burjuvazi demokratik devrimi tamamlayarak proletaryanın örgütlenmesi önündeki engelleri temizleyecek, yolunu düzleyecek ve Hüsnü’nün demokratik devrimden Menşevikçi kopardığı sosyalist devrim ve onun için mücadele sonraki bir tarihte başlayacaktır! Proletaryanın demokratik devrimde sosyalist görevleri yoktur! “Bugün” için ekonomik mücadele ve tavizler için zorlama ile yetinilmelidir. Bu, açıkça ilan edilmiştir:
“İşçilerimiz bugün mesleki dernekler çerçevesinde toplanıp ekonomik çıkarlarını savunacaklar, yarın da yoksul köylülerle birlikte bir sınıf partisi kurarak… Türkiye halkını gerçek bağımsızlık ve kurtuluşa kavuşturacaklardır.” (Agy, sf.281)
Ve verilen desteğe karşılık tavizler koparma siyaseti:
“Şimdiki yönetim karşı devrimin şiddetli bir saldırısına uğrarsa, işçi sınıfı Anadolu’nun genç burjuvazisi ile devrimin sonuçlarını savunacaktır, bu kesindir. Fakat bu yardımına karşılık asgari isteklerini gerçekleştirmeye ve devrimcilikte her gün biraz daha ileri gitmeye Cumhuriyet yönetimini zorlamazsa bilinçsizlik etmiş olur.”(Agy, sf.23D
Aslında feodalizm de “anti feodal” burjuvazinin tabandan “zorlanması” ile tasfiye olunacaktır:
“… Anadolu’da ekmeğini topraktan çıkaranların büyük bir kısmı topraksızlıktan muzdarip olduğundan derhal buna bir çare bulunmasını istemekte haklıdırlar… Buna dayanarak ilgili kitlelerin karar verme yetkisine sahip olanları, doğrudan doğruya acele olarak faaliyete sevk etmek için baskı yapmaları gereklidir. “(Agy, sf.289)
İşte, isçilerin taviz koparmak için yapmaları gereken baskıya bir örnek:
“… acele olarak sendikalar kurmaya izin veren bir kanun çıkarılmalıdır. Aksi halde üretici kitlelerin Cumhuriyet hükümeti hakkındaki güvenlerini yitirmelerinden korkulur.”(Agy, sf.259)
Zorlamanın zorlama ile, baskının baskı i’e ilgisi de yoktur, kısacası, aşağıdan örgütlü güçler ve eylemleriyle yapılmasına girişilecek bir zorlama ve baskı da öngörülmemekte, Kemalistlerin, taviz vermezlerle kitlelerin güvenini yitirecekleri “tehdidi” ile ürkütülmesi-ne çalışılmaktadır. Onlar da deneyin gösterdiği gibi pek ürkmüşler ve canları sıkıldığı zaman tevkifatlara yönelmişlerdir!
Şefik Hüsnü zaman içinde ve özellikle Komintern YK üyeliği döneminde Kemalistlere karşı kullandığı dili, onların niteliği, yapabilecekleri, yaptıkları ve bunların etkenlerine ilişkin değerlendirmelerini sertleştirdi. Özünü değiştirmedi, ama sertleştirdi, başka türlü konumunu ve yerini koruma olanağı bulunmuyordu.
Aynı durum, 1926 Viyana Konferansı’nda kabul edilen, bir Komintern komisyonu tarafından hazırlanıp KEYK tarafından onaylanan, Marksizm’in temel ilkeleri karşısında lafzıyla devrimci (Türkiye’ye ilişkin değerlendirmeler, -örneğin ülkenin yarı sömürgelikten kurtulmuş varsayılması-, devrimin görevleri ve müttefikleri gibi konularda program yanlıştı) ama Hüsnü ve arkadaşlarınca hiçbir zaman uygulanmayan TKP Programı’nı “kabullenmesi” söz konusu olduğunda da geçerliydi. Hüsnü kendi ideolojik siyasal yaklaşım ve tutumlarıyla çelişen bir belgeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Her zaman o burjuvaziyi “zorlamaca çalışacak değildi ya! Sertleşme örnekleri:
“İktidara geldikten sonra milliyetçilik, geçmişe ait olan ve akılcı kapitalist sömürü ile bağdaşmayan tüm mirası her bakımdan tasfiye edene kadar devrimci uygulamalarını sürdürdü.” (Komintern Organlarında Konuşmalar, sf.50)
Tarih, 1927’dir; Hüsnü, Kemalistleri yarım yamalak da olsa kapitalistlikle nitelemekte, ancak onlara kapitalizm öncesinin devrimci tasfiyecilik görevini hala yüklemektedir. Anti-feodal tasfiyecilikte, Hüsnü, Kemalistleri samimi bulmaktadır: “… Burjuva devrimini kuvvetle ve samimi olarak sonuna kadar götürmeye kararlı olan… Burjuvazi…” (Agy, sf.142)
’32’de daha da sertleşmektedir:
“… büyük toprak ağalarının ve Müslüman din adamlarının ayrıcalıklı iktisadi ve toplumsal durumunu hedef almak zorunda kaldılar. Milli zaferin hemen ardından, kısmen hala silahlı olan emekçi kitleler Kemalist burjuvaziyi, feodal kalıntıları tasfiye işini tamamlamaya zorladılar. Kemalist burjuvazi bunu istemeye istemeye yaptı.” (Agy, sf.218)
Ş. Hüsnü ne tutarlılığı ne de özeleştiriyi gereksinmiş, görüş ve tespitlerini sürekli değiştirmiş, ama mutlaka özünü korumaya devam etmiştir. Kemalistler sonunda kesinlikle burjuvadırlar artık, Hüsnü bunu kabul etmiştir ve üstelik Marksistlik görünüşünü kurtaracak daha uygun “burjuvaziyi zorlama” yolları yaratmaya yönelmiştir. Kemalistler, “samimi” ve “kararlı” burjuva devrimciliğinden kesinlikle gerçekte var olmayan “silahlı emekçi kitlelerin zoru” ile gönülsüz devrimciliğe rütbe tenziline uğratılmışlardır. Bu, Komintern’e yaslanmayı sürdürebilmenin gereği olmuştur. Marksizm’e verilmiş tavizdir.
Hüsnü’ye göre, ülkenin kapitalizmin geliştirilmesi yoluyla sosyalizme yöneltilmesinden başka çare yoktur ve kuşkusuz proletarya önderliğinde bir demokratik devrim savunulmadan bunun başka yolu da yoktur: burjuvazinin iktidarı ve kapitalizm. Hüsnü bu görüştedir ve bu konuda da burjuvaziye akıl vermeyi görev edinmiştir:
“hızla ilerlemek ihtiyacı, yerli kapitalizmin tek tek çabalarıyla amaca ermenin imkânsızlığını bize anlatır. Üretim alanında az zamanda çok iş çıkarmanın tek yolu, ulusal çabalarımızı ortak ve belirli bir amaca bizzat devletin yöneltmesidir. Özel deyimle vakit geçirmeden bir devlet sermayedarlığı yapmaya koyulmalıyız. Biz bugün sosyalist olarak yalnız bunu temenni ediyoruz.’ (Seçme Yazılar, sf.212)
Ve bu “devlet sermayedarlığı”, tekelcilik olmalıdır: Tekel bu güç işi başarmak için akla gelen çarelerin en pratiği, en etkilisidir.”(Agy, sf.262)
Kapitalizmin buhran dönemidir ve Sovyetler Birliği Türkiye’de fabrikalar kurmaktadır. Kapitalizmi ve üstelik tekelci kapitalizmi, devlet tekelciliğini savunmanın tam zamanı olduğunu düşünmüştür Şefik Hüsnü. Ve o, solcu burjuva liberallere varıncaya kadar uzun süre tüm solu etkileyen “özel teşebbüsçülüğe karşı devletçilik” taraftarlığının Türkiye’de formüle edicisi olma şerefini taşımıştır:
“Kaynaklarımız, milletin ortak malı olarak devlet tarafından işletildiğinde, Avrupa kapitalizminin istila emellerine set çekildiğinden başka, geniş halk kitlelerinin çıkarları da kısmen tatmin edilmiş olacaktır. Çünkü devlet tekeli, açıkladığımız gibi tütün, ispirto gibi maddelerle sınırlı kalmayıp demiryolu, orman, maden işletmeleri, dış ticaret vb. içine alacağından, yerli burjuvazimizin büyük kapitalist olması olanağı gereği gibi azalacaktır. Geliştiği ve örgütlendiği oranda egemenliğini kurmaya başlayacak olan halk kitleleri, bu ekonomik koşullar gerçekleşirse, karşılarında kapitalistten değil, devlet ekonomisini elde tutan unsurlardan oluşan bir burjuvazi bulacaktır. Ve biz bununla hesaplaşmanın daha kolay olacağını sanıyoruz.”(Agy, sf.266)
Hesaplaşacağından değil kuşkusuz, çünkü böyle bir yönelimi yoktur Hüsnü’nün. O, bu kez artık burjuvaziyi yönlendirmeye çalışmaktan çok, emekçi kitleleri kapitalizme yönlendirmeye, ikna etmeye çalışmakta, bunun için dil dökmektedir. Kapitalizmde ekonomik mücadele ve bunun aracılığıyla sosyalizm için güç toplama! Belki, yarın…
Şefik Hüsnü, sınıf işbirliği ve burjuvaziye ya da onun gruplarından birine bel bağlama, onu “zorlama” ve “tavizler koparma” siyasetini 2. Dünya Savaşı ve anti-faşist mücadele perspektifi açısından da sürdürdü. Kemalist diktatörlüğe faşizmi yak ısınamayan Hüsnü, Alman Nazizmi yanlısı Saraçoğlu ve onu destekleyen burjuva grubu düşman ilan etmekle yetinerek, Amerikan ve İngiliz emperyalizmini ve onlarla işbirliği halinde olan egemen sınıf kanadını yalnızca dost değil, dayanılacak ve desteklenecek bir güç olarak gördü. Faşizme karşı mücadeleyi devlete karşı bir mücadele olarak görmüyordu; “anti-faşist mücadele”si, her şeyden önce kapitalizm çerçevesinde kalmakla reformcu bir nitelikteydi. Öte yandan o, faşizmin toplumsal temelini genel olarak tekelci burjuvazi değil, faşizmin iktidara geldiği ülkelerin tekelci burjuvazisiyle sınırlayarak kapitalist devlete karşı mücadeleden olduğu gibi, genel olarak tekelci kapitalizme ve özellikle Alman ve İtalyan faşizmiyle mücadele halindeki emperyalistlere karşı mücadeleden de kopararak daraltıyor, mücadeleyi reformize ediyordu. Buradan emperyalizmin demokratlığı ve ülkede demokrasiyi teşvik edip destekleyeceğine ilişkin hayaller gelişti:
“… Halk Partisi’nin idare edici kadrosu, başta Saraçoğlu ve arkadaşları olmak üzere, şüphe götürmez bir tarzda Sovyetlere aleyhtar ve Londra’nın Sovyetler Birliği ile dostluk ve işbirliği siyasetine açıktan açığa hasımdır. Bundan ötürü, iki büyük Anglo-Sakson demokrasisi de Türk hükümetinin ömrünü bir gün bile uzatmaya yardım etmek şöyle dursun, idare mekanizmasının demokratlaştırılması hususunda nüfuzlarını kullanmak suretiyle içerdeki demokrat kuvvetler cephesini desteklemek zorundadırlar. Bunun da memleketteki tek fırka hâkimiyetinin ve otoriter idarenin yıkılmasını ve Türkiye’de hakiki fiili demokrasi devresinin açılmasını çabuklaştıracağı besbellidir.” ( Ş. Hüsnü’nün yakalattığı rapordan)
Hüsnü’ye göre, ABD ve İngiliz emperyalizmi demokrasi gücüdür, Türkiye’ye demokrasi getirmeyeceklerse bile getirilmesini çabuklaştıracakları kesindir! Demokrasi karşıtı olanlar, Alman vb. faşistleriyle ülke içindeki işbirlikçilerinden ibarettir! Hüsnü faşizmin yıkılışını, emperyalistler ve gericiler arası çelişme ve mücadeleye bağlarken devrimin çok ama pek çok uzağındadır. Şimdi artık genel olarak Kemalistlere değil, burjuvazinin bir kesimine karşı diğer kesimine, emperyalist “demokrasi” devletlerine bel bağlamaktadır. Her koşulda ayrı ayrı var edilen destek verilecek burjuva güçler, Dünya Savaşı koşullarında, dışarıda Anglo-Sakson “demokrasileri” içerde ise onlarla işbirliği halinde olanlar, örneğin 1942’ye kadar süren Refik Saydam ve hükümetiydi. Raporda şöyle yazılıdır:
“… Kendisine (Refik Saydam hükümetine -Ö.D) sürekli olarak hücum eden yerli faşist harekete paralel bir duruma düşmekten ve kabine çekilecek olursa, o sıradaki şartlara göre, yerini daha ziyade Almanlara dost unsurlardan tamamıyla faşist eğilimli bir hükümetin geçmesi ve dış siyasette büsbütün müttefik devletlerden yüz çevirmesi muhakkak olduğundan, günün geçerli ve maddi şartlarına göre ve sol demokratik hareketin olgunlaşmaktan çok uzak bulunması dolayısıyla inkılâp hareketi için R. Saydam hükümetinin iktidarda kalması bütün diğer ihtimallere tercih edilmişti, inkılâp hareketi daimi surette onun yarım tedbirlerini ve sallantılarını eleştirmek, halk menfaatine ve demokrasi ve hürriyet lehine cesur ve sert tedbirler almaya kendisini zorlamak, kendi bağımsız inkılâpçı siyasetini daima ortaya koymak suretiyle ona karşı hoşgörülü bir tavır sürdürecek, çekilme meselesini ileri sürmekten sakınacaktı.”(Agy)
Yine “zorlama” ve destek! Ve bunlar faşist R. Saydam hükümeti için söz konusu ediliyor. Alman faşizmi ve işbirlikçilerinden duyulan korku, Anglo Amerikan “demokratlığı”na ve onların faşist işbirlikçilerinin kucağına savurmuştur. Cephe bütün bu gerici unsurları kapsayacaktır. Koşullar gerektirdiğinde bu tür cephelerde kurulmaz değildir ama öyle “zorlama” aracılığıyla değil. Sovyetler Birliğinin İngiliz ve Amerikalılarla kurduğu cephede olduğu gibi kendi güçlerine, silahlı güçlerine dayanarak ve emperyalizm ve faşizmden hiç de demokrasi çabuklaştırıcılığı beklemeden. Yoksa o tür düşmanlar bir başka düşmana karşı olsa dahi, cepheden söz açan devrimci ve hele komünistleri ciddiye ve dikkate bile almazlar. Hüsnü de ciddiye alınmaz ama öngörür:
“… Saraçoğlu gibi en ileri gitmiş idarecileri temizlenmek şartıyla Halk Partisine de yer verecek faşizme ve vurgunculara karşı demokrat mücadele cephesi adı altında bir teşekkül yaratmaya çalışmak kararlaştırılmıştır.” (Agy)
Saraçoğlu hükümeti kurulduktan sonra ise, Hüsnü’nün “sol demokratik hareket olgunluktan uzak olduğu” gerekçesi ortadan kalkmadığından, gerçekçi olanak olarak yeni bir R. Saydam hükümetini öngörüp önerdiğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Burjuva demokrasili ülkelerde bile bu sınırlılığıyla alındığında oportünizm olacak R. Saydam hükümetini işbaşındayken “demokrasiyi korumak” adına desteklemek, işbaşında olan faşist Saraçoğlu hükümetine karşı ise “demokrasiyi kazanmak” adına yine Saydam’ın kuracağı bir hükümeti öngörmek, Hüsnü’nün “kırk katır mı kırk satır mı” mantığını hiç aşamadığının bir örneği olarak kabul edilebilir.
Savaş sonrasında, özü değişmez Ş. Hüsnü yaklaşımı, yine onun koşullara uygun taktiklerine yön vermek üzere gereğince sergilenmiş, savaş içindeki tercihe şayan Anglo-Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçileri taktiği, o “demokrasi” havası içinde yaşama geçirilmiştir. Bu kez etrafında dolaşılan Demokrat Parti’dir, CHP’den ayrılan Mareşal Fevzi Çakmak’a varıncaya kadar çeşitli kaşarlanmış bürokratlardır.
Ş. Hüsnü bu sınıf işbirliği ve burjuvaziyi ya da gruplarını destekleme ve zorlama ama hiçbir zaman devrim için hazırlığa girişmeme, proletaryaya dayanmama ve onun devrimde önderliği için gerekenleri yapmama ve iktidarı amaç ve hedef edinmeme ve sosyalizm için hiç çalışmama çizgisini ne yazık ki mezara da götürmemiş, kendinden sonra gelen sınıf işbirlikçilerine gelenekleşmiş bir miras olarak aktarmıştır.

Ocak 1993

Marx’a Karşı El Yazmaları

Bu yazı, anarşist öğretinin bütünlüklü ve kapsamlı bir eleştirisi olma iddiası taşımıyor. Sadece, söz konusu kitaptan yola çıkılarak, belli savların kısaca yanıtlanması hedef alınmıştır.
Omurgasız düşünmek, olup bitenleri ters bir mantıkla ele alıp karmakarışık bir biçimde içi içe geçirmek ve her şeyin alışılmadık bir şekilde tanımını yapmaya kalkışmak, sınıf savaşı tarihi üzerinde somutlandığında programsızlık kendini kral ilan eder.
Önsözünde, “Bakunin’in 1864’ten sonra I. Enternasyonal içindeki otoriter eğilimlere karşı verdiği savaşın bir belgesi” olduğu iddia edilen “Marx’a Karşı Elyazmaları” adlı bu kitap, aslında neye karşı olduğunu anlayamamanın karışıklığı içerisinde, çeşitli sübjektif önermelerin toplu bir hal ve ifade almasında somutlanıyor. “Sağdan ve soldan yapay olarak bir araya getirilmiş bir bulamaç… Bu çocuklar için okuma kitabı… Prodhon’un Saint Simon’un ve ötekilerin parçalarından alıp kaynattığı bir çorba.” (Marx).
Bakunin’in Marx’a ve onun şahsında temsil ettiği bilimsel sosyalizme karşı temelsiz saldırılarının, daha çok enternasyonal içerisinde kendine ve temsil ettiği anarşist düşünceye yer bulma kaygısından kaynaklandığı, kitap boyunca anlaşılabilir bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. “Fakat her güç gözü doymazları kendine çeker ve Enternasyonalin bu çok genç ve çok büyük gücünü yapısının ve davasının hiç bir zaman, farkına varamayan Marx ve arkadaşları bu güçlen politik ilerlemeleri için bir basamak veya bir araç gibi yararlanabileceklerini düşündüler.” Marx’a Karşı El Yazmaları s.9)
Veya
“Almanya’nın otoriter komünistlerinin lideri, emekçilerin ilk görevinin politik iktidarı ele geçirilmesi olduğunu ilan etmekle hiç de basit bir hata yapmamıştır” (Manda Karşı El Yazmaları s. 10).
Yine
“Marx’ın bütün despotik yöntemlerinden daha kötü olan Bilimsel Sosyalizmini…” (age sayfa 19) gibi…
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı kadarıyla Bakimin, güçlü bir teoriyle kendini ifade edemeyişini, Marx’a saldırmakla kapatabileceğini sanıyor.
I. Enternasyonal’in ortaya çıkışı ve buna neden olan tarihsel koşullar ne Marx, ne de Marksizm’in düşüncelerinden esinlenerek oluşmadı. O daha çok Avrupa’daki işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin kendiliğinden bir ivme kazandığı ve ulusal bir takım sorunların yoğun olarak gündeme geldiği bir döneme denk düşmektedir. .
Marx da özellikle bu kendiliğindenliğe dikkat çekerek, Engels’e yazdığı bir mektupta Enternasyonal’e giriş kararını şöyle ifade ediyordu: “Biliyorum ki, bu kez Londra ve Paris’teki gerçek güçler saflara katıldı ve bu yüzden bu tür davetleri geri çevirme şeklindeki alışılmış tavrımı bozmaya karar verdim… İşçi sınıflarının yeniden canlanmaları şimdi açıkça gerçekleştiği için” diye yazıyordu
I. Enternasyonal içerisinde işçi sınıfının Enternasyonalist dayanışması ve tek tek ülkelerdeki yığınların özgürlük mücadelelerinin güçlü bir perspektifle savunulmasının zemini henüz oluşmamıştı. Marx, bir çok grubun ve seksiyonun içinde bulunduğu I. Enternasyonale girerken durumun farkındaydı. Ve almış olduğu kararları hayata geçirirken bu hali göz önünde bulunduruyordu. Enternasyonalin oluşumu içindeki bu çok sesli ve karmaşık yapılan kendi çizgisine çekmek için oldukça zorlu mücadeleler vermek zorunda kalmıştı.
Marx’ın, Enternasyonal içindeki hizipleri bir arada tutma çabaları aynı zamanda Enternasyonal’in zaaflarından birini oluşturuyordu. Bu zaaf Bakunin gibilerinin de örgüte girmelerinin (daha sonra Enternasyonal’in dağılmasında önemli bir etkendir) nedeni olmuştur,
Bakunin’in Enternasyonal’e sunduğu programda hareketin ilkesel talepleri olarak “sınıfların eşitliğini, devletin derhal ortadan kaldırılmasını, miras hakkının ilgasını, politikanın tamamen yok edilmesini ” savunuyordu.
Ancak, bu programın anlamsızlığı hemen kendini ortaya koyuyordu. Kendi içinde bile tutarsız, çelişkili olmakla beraber, işçi sınıfının kurtuluşunun yolunu çizmekten ne kadar uzak olduğu açıktı. Marx onun programmi değerlendirirken, programın taleplerini oluşturan noktalardan hareket ediyor ve programın hem tarihsel hareketliliğe, hem de o anki somut duruma ne kadar aykırı olduğunu gözler önüne seriyordu.
“Toplumsal devrimin ilk talebi mirasın kaldırılması idi, besbelli ki, eğer toplumsal devrimi bir gün içinde yapma olanağı olsaydı, derhal toprak mülkiyeti ve sermaye kaldırılmış olurdu ve miras hukukunu yürürlükten kaldırma gereği kendiliğinden düşerdi…
Veraset hakkının kaldırılmasına karar çıkarmak, ciddi bir davranış değil, tersine bütün köylülüğü ve bütün küçük burjuvaziyi gericiliğin çevresinde toplayacak saçma bir tehdit olurdu! … Bütün bu teori, ekonomik rejimimizi hukuk sistemimizin temeli ve kaynağı olarak göreceği yerde, bugünkü hukuk sistemimizi ekonomik düzenimizin temeli sayan eskimiş bir ülküye dayanmaktadır!” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm s.55)
‘Bir yandan sınıfların daha ilerideki varlığını varsaymak, öte yandan, bu sınıfların üyelerinin eşitliğini varsaymak, bu saçmalama, ‘özel görevi’ bize teoriyi öğretmek olan bu yaman adamın hayasız bilgisizliğini ve başına buyruk sorumluluğunu hemen gözler önüne seriyor.”(Anarşizm ve anarko sendikalizm sayfa 56)
“Bakunin’in programı bütün politikaların ortadan kaldırılmasını savunmaktadır. Böylece işçi sınıfı da politika yapamayacak, ekonomik mücadeleyle sınırlı kalacaktır. Politik bir söylem alanı bulamayan, politik mücadelenin araç ve yöntemlerinden soyut bir işçi hareketi yenilmeye mahkûm kalacaktır. Her halükarda devletin ortadan kalkmasını savunmak temel olunca, işçi sınıfını politik mücadelenin araçlarından soyutlamak, eksen oluyor. “Bu eşek, her sınıf hareketinin, sınıf hareketi niteliği ile, zorunlu olarak siyasal bir hareket olduğu ve her zaman da böyle olmuş olduğunu bile anlamamış.”(Anarşizm ve Anarko Sendikalizm s.56)
“Bakunin’in anarşist programında tarihi, eleştirel bir bakış açısıyla göremeyişi onun handikaplarından bir diğeridir. Tarihi eleştirel olarak yorumlamak eğer sömürüden kurtuluşun teorisini yapmaya soyunulmuşsa bir zorunluluktur. Çünkü eleştirellik, bağrında dönüştürücülüğü de taşıdığından sonuçta bu yönde bir eylemlilik söz konusudur. Toplumlar tarihinin geçmişinde olmuş olanı değiştirmek diye bir şey söz konusu olamaz. Bu ancak tarihi tahrif etmek olurdu. Ancak olacak olan, geçmişte yaşanılan sömürü tarihinin ezilen sınıflar lehine yeni bir düzene sokulması ise, bu ancak tarihte sınıfların varlığım görmeye başlamakla mümkün olur. Sınıfsız ve sömürüşüz bir toplumu yaratmaya ancak bu şekilde başlanabilir.
Bakunin’in toplumsal tarihe sınıfsal açıdan bakamayışı, onu, tarihin aslında sınıflar mücadelesinin tarihi olduğunu anlamaktan alıkoyuyor. Toplum tarihi, karşıtlıkların ve birbiriyle uzlaşmaz çelişik kuvvetlerin oluşturduğu toplumsal sistem içerisinde sürer gider. Ta ki, sınıfsız toplumun koşulları yaratılıncaya dek…
“Dünyada, halkı politik özgürlüğe ve güce gerçekten sahip olan iki büyük ülke vardır. Bunlar İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri’dir. Orada özgürlük politik bir haktan daha fazla bir şey ifade etmektedir. Bu bütün toplumun yapısıdır, öyle ki, en sefil en yoksul yabancılar bile bu özgürlükten, en zengin, en etkin yurttaşlar kadar yararlanmaktadırlar.” (Marx’a Karşı El Yazmaları, s. 38)
“Tek kelimeyle İngiliz halkının ne özgürlüğünü ne de politik gücünü kazanma ihtiyacı yoktur, o bunlara geleneklerinde zaten sahiptir.”(Marx’a Karşı El Yazmaları, s. 39)
Bakunin’e kalırsa ABD ve İngiltere’nin devrime hiç de ihtiyacı yok. Devleti, egemen olan sınıfların, kendi egemenliklerini sürdürmelerinin bir aracı olarak kullandıklarını düşünürsek, ulusun bütün katmanlarının devlet şahsında temsil edildiğini ve yaygın olarak bu politikanın burjuvazinin ulusun bütününün temsilciliğine soyunarak, ulusun sınıflara bölünmüş oluşunu gözden kaçırmak istemesini ve böylece diğer sınıfları da burjuva dünyasının eklentisi ve destekçisi kılmaya çalışmasını Bakunin yutmuşa benziyor. Çünkü egemen sınıfların yaşama biçimlerinin ayrıcalıklarını bütün topluma mal edebiliyor.
“Tarihsel gelişmesindeki, törelerindeki, sosyal alışkanlıklarındaki, yapısındaki bu çok büyük farklılıklar dikkate alınırsa, yalnızca Amerikan ve İngiliz halkının politik bilince sahip olduğu ve Avrupa kıtasının bütün halklarının bu bilince kesinlikle sahip olmadığı sonucuna varılır…
Bu bilinci ne yapısında, ne alışkanlıklarında, ne de kendi tarihinde bulundurmayan bir halka bunun propaganda yolu ile verilebilmesi olanaklı mıdır?” (age sayfa 40)
Bakunin ezilenlerin özgürleşmesi için politik mücadelenin, dolayısıyla bilincin gereksizliğini söylemesine rağmen, daha sonra bu bilinci sadece Amerikan ve İngiliz halklarına bahşederek, hem kendi içinde çelişkiye düşüyor, hem de tarihsel doğrularla çelişiyor. Toplumlar, her ne kadar öznel koşullan ve yaşanılan dönemleri farklıysa da sonuçta hep aynı iktisadi üretim süreçlerini yaşarlar.
Anarşizmin dayandığı ve dolayısıyla Bakunin’in kitabının temelini oluşturan bir diğer nokta kendiliğindenciliktir. “Çok ustaca örgütlenmiş olan ve aktif bir şekilde uygulanan bir propaganda aracılığıyla, bir ulusun halk kitlelerine, kendi tarihinin ürünü olmayan ve dolayısıyla kendi bağırlarında yaşatmadıkları eğilimler, özlemler, tutkular, düşünceler verebileceği düşünülebilir mi? Bana öyle geliyor ki, böyle sorulan bir soruya, halkçı bilincin gelişme biçimi hakkında birazcık fikri olan, bilinçli ve akıllı bir kimsenin vereceği yanıt olumsuz olacaktır.” (age sayfa 41)
Kendiliğindenciliğin yaslandığı ideolojik ve düşünsel zemin, sınıf karşıtlıklarının nicel birikiminin devrime dönüşme koşullarını tarihe ve sürece havale etmekte ifadesini bulur. Ancak kimi örgütlü yapıların örgütlü olmakla beraber kendiliğindenciliği eksen aldıklarında sadece eklektik bir duruma düştükleri görülür. Bu yanıyla Bakunin’in durumu daha trajik. Çünkü onda kendiliğindencilik ve örgütsüzlük bire bir örtüşüyor.
Bakunin’e göre, bir otoriteyi de beraberinde taşıdığı için her örgütlü yapı yadsınmalıdır. Yerine geçirilense; dönemsel toplumsal kalkışmaların önderliğini yapmaya indirgenmek oluyor. Kitleleri ayaklanma ya da herhangi bir eylemliliğe örgütleme yoluyla sürüklemek yerine, kendiliğinden oluşan hareketliliklerle yetinmek temel alınıyor.
Anarşizmin önermeleri, toplumsal eylemin kendisince de yadsınmıştır. Önemli bir örnekle de açıklayabiliriz. Kısaca şöyle; Paris Komünü’nün önemli bir bileşeni olan Proudhoncu Anarşistler, Komün’ün almış olduğu tedbirlere katılarak bir anlamda, kendi öğretilerinin tarihsel-toplumsal eylemin doğasına aykırı olduğunu da kanıtlamış oluyorlardı.
Toplumsal sürecin nesnel yasaları, kendi iç dinamiklerini oturtarak ilerler. Buna uygun teori üretememek, toplumun ilerleme eğiliminin ortaya çıkarttığı durumla örtüşük şeyler söyleyememek, hariçten gazel okumaktan başka bir şey ifade etmez.
“Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” Toplumsal süreçlerden yaratılan ve bütün toplumların tarih süzgeçlerinden damıtılarak geçirilmiş bir hayatı anlama ve değiştirme teorisinin en eylemci sloganı, ezilen yığınların sömürüden kurtulma tarihlerini yaptıkları sürece, bir eylem kılavuzu olmaya devam edecektir.

(Marx’a Karşı El Yazmaları, Michael Bakunin, Birey Yayınları Çeviren: Işın Gürbüz, Mayıs 1992)

Ocak 93

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑