Geçmişten bugüne türkiye sol hareketi 27 mayıs’ın niteliği ve etkisi

YÖN”cülük ya da “Sol Kemalizm”, günümüzün siyasi ve ideolojik yapılanmaları açısından bakıldığında, geçmişte kalmış, eleştirilmiş ve aşılmış akımlar gibi kabul edilirler. Oysa bu akımların en güçlü oldukları yıllardaki görüşlerinin ve içeriği bugün de değişmeyen kimi sorunlar karşısındaki çözüm önerilerinin, özellikle kent küçük burjuvazisinin önemli bir kesimini ve aydınları hâlâ büyük ölçüde etkilediği görülmektedir. Bu etkinin, özellikle, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı, siyasal ilişkiler, “ilericilik”, “gericilik”, devlet, vb. kavramlar bakımından yarattığı bulanıklık sürmekte, bu da sosyalist eleştiriye, belirleyici bir önem ve gereklilik yüklemektedir.
Günümüzde, burjuvazinin, küçük-burjuvazi de içinde olmak üzere, değişik kesimleri, kapitalizmin bunalımlı gelişme özelliklerine paralel olarak, yaklaşık otuz yıl önceki problemleri yeniden çözmeye kalkışıyor ve bundan otuz yıl önceki çözüm tartışmalarını yeniden gündeme getiriyor. Örneğin, devletçilik ve özelleştirme kavranılan etrafında sürdürülen tartışmanın, genel olarak burjuvazinin kendi içindeki bir tartışma olarak taşıdığı ağırlık bugün değişmiş, işçi sınıfı tartışmanın taraflarından biri haline gelmiştir; ama bazı sol siyasi akımlarda, konuya ilişkin olarak hâlâ eski “devletçi” argümanların kullanıldığına rastlanabilmektedir.
Yalnızca bu kadar somut tartışma konularında değil, daha genel siyasi sorunlarda da, 60’lı yılların “solculuğunun” ve “ilericiliğinin” ana temalarının geçerli dayanaklar olarak kendilerini koruduğu söylenebilir. Gene, güncel bir tartışma olan laiklik, cumhuriyetçilik gibi konularda ve sloganlarda, Kemalist “ilericiliğin” rolü ve etkisi, hâlâ belirleyicidir. 60’lı yıllarda, Türkiye’deki tüm siyasi ve ideolojik tartışmaları belirleyen ve diğer görüşleri etkileyen, her tartışmanın eninde sonunda gelip dayandığı son nokta olma özelliği gösteren bu görüşler, gücünü, büyük ölçüde, Türkiye’de burjuva-kapitalist ilişkilerin kendine özgü gelişme koşullarından, bu ilişkilerin zorunlu parçası olan çelişkilerin canlılığından ve yakıcılığından alıyor ve önemli ölçüde de, bu çelişkilerin sert biçimde etkilediği burjuvazinin ihtiyaçlarını, siyasi ve ekonomik taleplerini dile getiriyordu.
Bu yazımızda, söz konusu siyasi ve ideolojik yapının günümüzdeki etkilerini görebilmek ve başlıca bir sorun olmaya devam eden burjuva ve küçük burjuva ideolojik ve siyasi akımlara karşı mücadeleyi derinleştirebilmek için, akımın köklerini, gelişmesini ve aldığı biçimleri inceleyeceğiz.
Yazımızın bu bölümünde 27 Mayıs askeri darbesini ve bu olayın Türkiye’deki sol ve “sosyalist” düşüncelerin gelişmesi üzerindeki etkisini inceleyeceğiz. Gelecek sayımızda yayınlanacak ikinci bölümde ise, kaynağını 27 Mayıs sonrasındaki değişmelerden alan ve kendi meşru zeminini 27 Mayıs askeri darbesinin hazırladığı Anayasa’da bulan siyasi hareketleri ve teorileri ele alacağız.

BAYAR-MENDERES REJİMİ VE SONU
1950 Mayıs ayında yapılan genel seçimlerde, CHP’nin Cumhuriyetin kuruluşundan beri sürüp gelen yirmi yedi yıllık tek parti yönetimine son vererek iktidara gelen Demokrat Parti, İsmet Paşa döneminin faşist uygulamalarına karşı derin bir öfke duyan halk yığınlarının desteğine sahipti. İşçi-köylü yığınlarına geniş demokratik özgürlükler vadeden, böylece, bir kısım solcu aydının da desteğini kazanan DP, iktidara geçtikten sonra, Amerika’nın savaş sonrası politikalarının ülke çapında ve bölgedeki uygulayıcısı haline geldi. İşçilere ve emekçilere vaat edilen hiç bir reformu gerçekleştirmedi. Ülkenin siyasi ve ekonomik bakımdan özellikle ABD’ye olan bağımlılığı arttı. Dış politikada, soğuk savaş stratejileri geçerli hale geldi ve SSCB’ye, Sosyalist Blok’a ve Halk Cumhuriyetlerine karşı tam bir düşmanlık politikası izlendi Bağımsızlık savaşı veren Kore halkına karşı emperyalist orduların safında savaşıldı. DP dönemi, faşist diktatörlüğün bilinen uygulamaları bakımından kendisinden önceki hiç bir dönemi aratmadı.
Ancak, DP’nin bütün bu siyasi uygulamaları, aynı zamanda parlak bir “kalkınma hamlesi” gösterisi eşliğinde sürdürülüyordu. Yığınların muhalefeti, bir yandan bu tantanayla saptırılırken, diğer yandan da ismet Paşa faşizminin hâlâ süren korkusuyla örtülüyordu. Halk, DP ile CHP faşizmleri arasında sıkışmıştı.
Bununla birlikte, 50’li yılların ortalarından itibaren, DP iktidarının kitle temeli zayıflarken,   CHP, yeniden güç kazanmaya başladı.
DP döneminde, Türkiye kapitalizminin ikinci Dünya Savaşından sonra bütün dünyada gözlenen genel kapitalist gelişmeni! de etkisiyle yeni bir aşamaya geldiği söylenebilir. Özellikle, ABD’nin Sovyet etkisini sınırlamak ve SSCB’ye komşu ülkelerde oluşan bir, anti-komünist “Yeşil Kuşak” oluşturma çabalarının sonucu olarak, Türkiye’ye yoğun bir kredi ve sermaye akışı gerçekleşmiş, ABD emperyalizminin ülkedeki sermaye yatırım payı olağanüstü artmıştır. Emperyalist sermayeye bağlanma ve ağır borç yüküyle ilerleyen sermaye yatırımlarının hızlanmasına paralel olarak, burjuvazinin tekelci yapısı da güçlenmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, burjuvazinin tekelci tarzda gelişmesi için seferber edilen devlet kaynakları, bu dönemde daha fazla imkâna sahip olmuş ve bu imkânlar daha yaygın olarak kullanılmıştır.
Türkiye kapitalizmi, esas olarak, ihraç edilmiş emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi temelinde gelişmekte olduğundan, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki klasik türden krizleri, ancak bağlı olduğu emperyalist ülkelerin krizine paralel olarak yaşar. Kendi iç krizi ise, sermaye birikiminin fazlalığı, ya da üretim fazlalığı gibi nedenlerden doğmaz. Kriz, kısmen bu klasik nedenlere dayanmakla beraber, esas olarak, sermaye hacminin genişletilmesinin bir yolu olarak bütün devlet tarihi boyunca benimsenmiş bulunan ve DP zamanında resmi politika haline getirilen enflasyonist yöntemlerden kaynaklanır. DP yönetimi boyunca,      ABD uzmanlarının önerileriyle, devletin elindeki sermayenin karşılayamayacağı ölçüde geniş yatırımlara girişilmiş, ancak bunun karşılığında beklenen verim sağlanamamış, bunun sonucu olarak da paranın değerinin düşürülmesi ve enflasyon, başlıca “kaynak” haline gelmiştir. Emperyalist sermaye ihracına güvenerek çizilen “kalkınma planları”, emperyalist sermayenin getirdiğinden çoğunu götürmesi sonucu tümüyle iflas etmiştir.
Soğuk savaş yıllarının bir diğer yıkıcı etkisi, emperyalistlerle ilişkilerin, Türkiye’yi, karşılayamayacağı ölçüde geniş askeri harcamalara girmeye zorlamasından doğmuştur. ABD, “Sovyet tehlikesine karşı” Türkiye’ye görünürde geniş bir askeri yardım programı uyguluyordu. Oysa aslında, ABD yardımı olarak orduya verilen harp silah ve vasıtalarının hemen hemen tamamı, İkinci Dünya Savaşı boyunca hurdaya çıkmış olanlardan seçiliyordu. Türkiye, “yardım ve hibe” olarak aldığı araçların yedek parçaları ve tamirat masrafları olarak, ABD’ye son derece yüklü bir fatura ödemek zorunda kalıyordu. Bir yandan, ABD’nin zorlamasıyla hayali SSCB tehlikesine karşı büyük bir nüfusu, uzun süre silâhaltında tutuyordu, diğer yandan da ordunun masrafları için ABD’ye yüksek kârlar kazandırıyordu.
Emperyalist sermayenin bu çok yönlü sömürüsü, DP iktidarının ilk yıllarında halk yığınlarında uyandırılan “refah ve zenginlik” umudunun tümüyle sönmesi sonucunu doğurmuş, halk muhalefetinin yoğunlaşmasına sebep olmuştu. Bu fırsattan yararlanan CHP, özellikle, zamlar, pahalılık, enflasyon gibi ekonomik temaları esas alan bir propaganda ile, muhalefeti kendi kanallarında toparlamaya yönelmişti. DP iktidarı, muhalefetin yükselişini, sert siyasi yasak tedbirleriyle önlemeye yöneldi. Basına çok güçlü bir sansür uygulandı, yasaklara uymayan gazeteciler tutuklandı. Muhalefet partisi lideri İnönü’ye karşı fiili saldırılar ve seçim gezilerinin yasaklanması (3 Nisan 1960’ta Kayseri’ye girmesinin askeri kuvvet kullanılarak önlenmesi), gerginliği arttıran ve bir iç savaş psikolojisinin hâkim olmasına yol açan olaylardı.
Bu ortamda, DP hükümeti, 21 Ekim 1961’de yapılacak genel seçimlerden önce, muhalefetin her türünü tümüyle susturmak için TBMM’de bir “Tahkikat Encümeni” kurmaya karar verdi. “Tahkikat Encümeni”, “milli güvenliği tehlikeye sokan” her girişimi önlemek, önceden yasaklamak yetkisine sahipti.
Savcıların, sorgu yargıçlarının, askeri ve adli yöneticilerin tüm yetkileri, bu Encümen’de toplanmıştı. Encümen, her türlü yayını yasaklamaya, matbaaları kapatmaya, soruşturma için gerekli gördüğü her türden belgeyi zapta yetkili olduğu gibi; siyasi içerikli her türlü toplantıyı, hareketi ve gösteriyi yasaklamaya, ya da olduğu anda ne gibi bir önlem uygulanacağını kararlaştırıp, kolluk kuvvetlerine emir vermeye de yetkiliydi.
Tahkikat Encümeni, 18 Nisan 1960’ta kurulur kurulmaz, bütün siyasi partilerin ve bunlara bağlı kuruluşların her türden toplantısını ve yeni kuruluşların oluşturulmasını yasakladı. Bazı yayınları derhal yasakladı ve “yayın yasağına muhalefet etmenin yasak olduğunu” açıkladı. CHP’nin, “milli güvenliği tehlikeye soktuğunu” ilan etti. Özellikle bu son karar, devlet düzeyinde örgütlü CHP’nin asıl gücünü harekete geçirmesi için bir işaret yerine geçti. “Atatürk’ün kurduğu ve Milli Kurtu luş Savaşını yürütmüş olan parti”, derhal, üniversite çevrelerinde, orduda ve genel olarak aydınlar arasında geniş bir tepkiyi örgütleyerek harekete geçirdi. Merkezi yurtdışında bulunan TKP ve sol kamuoyu da, bu harekete katıldı. TKP, bu hareketi, “faşizme karşı” bir hareket olarak benimsedi.
Böylece, DP iktidarına karşı, tıpkı on yıl önceki CHP iktidarına karşı kurulmuş olan geniş ittifaka benzeyen bir ittifak gerçekleşti
28 Nisan 1960’ta, büyük kitlesel katılımla başlayan öğrenci hareketi, şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Öğrenciler gittikçe yaygınlaşan bir direniş örgütlediler ve eylemleri, üzerlerine sürülen ordu birliklerine komuta eden subaylarca büyük ölçüde desteklendi. Çünkü genel olarak aydınlar ve ordu, DP’nin “rejimi tehlikeye soktuğu” düşüncesindeydi ve öğrenci eylemlerinin, rejimi korumaya yönelik” olduğuna inanıyorlardı. Nisan sonunda başlayan yığın hareketi, Ankara’ya da sıçrayarak, gittikçe daha büyük yığınları kucaklayarak büyüdü.
Darbeden sonra, öğrenci eylemlerini değerlendiren bütün burjuva yorumcular, 27 Mayıs darbesini özellikle tarihteki diğer ihtilallerle kıyaslarken, bir “ayaktakımı hareketi” olmayışına vurgu yapmaya özen gösterdiler. Gerçekten “ayaktakımı”, yani işçiler ve köylüler, doğrudan doğruya iktidara yönelik eylemlere katılmamışlar, fakat ekonomik hak ve çıkarlarını ciddi olarak geriye götüren koşullara karşı çıkan muhalefetin doğal sosyal temelini oluşturmuşlardı. Aynı zamanda bu sosyal temel, bütün muhalefet hareketine damgasını vuracak kadar yoğun bir etki biçiminde kendisini göstermiş ve DP iktidarının başlıca sosyal dayanakları durumunda bulunan tekelci burjuvazi ve feodal gericiliğe karşı halk muhalefetinin şiarlarının oluşmasını son derece somut talepler halinde belirlemiştir.

“27 MAYIS DEVRİMİ”

Kemalist “ilericiliğin” altın çağı, işte bu çelişkinin üzerinde yükselen 27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen askeri darbenin ardından yaşandı. Darbeden sonraki başlıca politikalar, esas olarak, geniş halk yığınlarının faşist Bayar-Menderes yönetimine karşı tepkilerini kanalize etme zorunluluğunun bir ürünü olmanın renklerini taşıyordu ve bu özellik, Kemalizm’in, Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra, ilk kez büyük halk kitlelerinin ihtiyacını karşılayacak bir “sistem” gibi ortaya atılmasının koşullarını sağlıyordu. Her şeyden önce, ağır ekonomik, sosyal ve siyasal baskılara karşı gelişen bir kitle mücadelesinin yükselttiği taleplerin pek çoğu, “27 Mayıs Devrimi”nin programında kendini hissettiriyordu ve bunlara karşılık olarak oluşturulan politikaların kaynağı olarak Kemalizm gösterilebiliyordu. Ayrıca, 27 Mayıs 1960 öncesi muhalefetin başını çeken CHP’nin ve onun “İstiklal Harbi Kahramanı” ve eski “Milli Şef unvanlarını taşıyan Genel Başkanı İsmet İnönü’nün temsil ettiği geleneksel Kemalist “ilerici” motifler, darbenin Kemalist bir kimlikle kamuoyu önüne çıkmasını sağlayan politikaların en güçlü kaynağıydı. 27 Mayıs darbesi, bu iki kaynağın canlı tuttuğu değerleri kullanarak ve bunların en yaygın kamuoyu etkisi yaratacak olanlarına yasa değeri yükleyerek ortaya çıktı.
Darbenin kamuoyuna kendisini açıklarken ileri sürdüğü ilkeleri, Milli Birlik Hükümeti’nin programında yer alan cümlelerle şöylece özetleyebiliriz:
1. “Kemalist devletçiliği yeni şartlara uygulamak” olarak tanımlanan bir ekonomi politikası izlenecekti: Devletçilik gene esas unsur olacak, bununla birlikte, bir yeniliği ifade eden “karma ekonomi” kavramıyla adlandırılan sistem içinde, “özel teşebbüs korunacak”, fakat “gayrimeşru ve aşırı kazançları önlemek” için tedbirler alınacaktı. Özel teşebbüse karşı hem yeni bir yaklaşımmış gibi sunulan, hem de kuşkulu bir tutumu yansıtan bu ifadelere, 27 Mayıs darbesinin diğer belgelerinde de sıkça rastlanmaktadır. Örneğin, Milli Birlik Hükümeti’nin dayandığı prensipleri yansıtan “Türk Kültür Derneği” tüzüğünde, “Gayrimeşru kazançlara yol açacak iktisadi şartlar hiçbir şekilde yaratılmamalıdır. Her türlü imkânlardan bütün vatandaşların yararlanmaları sağlanmalı ve her çeşit inhisar (tekel) ve sömürme kazançlarına engel olunmalıdır” deniliyordu. Bu yaklaşımın kaynağında, özellikle Bayar-Menderes yönetiminin, “gayrimeşru kazanç yoluyla” aşırı zenginler yarattığı ve devlet kaynaklarının “özel teşebbüse” peşkeş çekildiği propagandasının etkisi vardır. Bu tema, 27 Mayıs’tan sonra kurulan ve sonunda bir başbakanla iki bakanın idamına karar veren Yüksek Adalet Divanı’nda, son derece üstü örtük bir biçimde yargılama konusu yapılmış, “özel mülkiyet düşmanlığı yapılıyor” biçimindeki şiddetli ve yaygın propaganda karşısında Milli Birlik Hükümeti, bir halk talebi olan bu sloganın hiç bir gereğini yapmamıştır. Yalnızca, tümüyle göstermelik olarak, DP’nin çeperinde yer alan “yüksek gelirli” tüccar, sanayici, komisyoncu ve toprak sahibine, ellerindeki mülk ve para miktarını açıklama (servet beyanı) zorunluluğu uygulanmış ve gene aynı derecede geçersiz ve kısa vadeli bir “Vergi Reformu” hazırlanmıştır. Vergi Reformu, sözde, “sosyal adaleti” sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Hiç bir zaman uygulanamayan bu yasaya göre, büyük toprak sahipleri ve büyük zirai gelir sahiplerinin vergi muafiyetleri kaldırılıyor, Kurumlar Vergisi ve arazi vergisi oranlan artırılıyordu.
Aslında, MBK’nın bu yaklaşımının, burjuvaziye ve özel mülkiyete karşı bir tavır olarak yorumlanması hiç bir zaman doğru değildi. Bu, tekelci burjuvazinin bazı temsilcilerine karşı yürütülen siyasal propagandaya bağlı olarak ortaya çıkmış, sonra da, burjuvazinin (hangi siyasi partiye üye olursa olsun, bütün sınıfı kapsayan) ciddi ve bilinçli müdahalesiyle giderilmiş bir tepkiydi. Bu tepkinin yönlendirdiği 1961 Anayasası da, genel çizgileri bakımından, “özel teşebbüsün gayrimeşru kazanca yönelik faaliyetini sınırlamayı” hedeflediği söylenen bir “devletçilik” perspektifi ile yapılmıştı.
Örneğin, maden ve petrol yatakları, ormanlar, göller., tabii kaynaklar üzerinde özel mülkiyet, Anayasa tarafından yasaklanmış, bu alanlar kamu malı olarak korunmaya alınmıştı.
İlk günlerin gerilimi geçtikten, kitleler kontrol altına alındıktan sonra, darbe yanlısı çevrelerin ve Milli Birlik Hükümeti’nin belgelerinde, tekelci burjuvaziye güven verme endişesi daha ağır basacak, birer reform sloganı olarak ortaya atılan, “sömürücülere karşı savaş” tedbirleri bir kenara bırakılacaktır.
2. Merkezi bir planla, bütün ülke kaynakları milli ekonominin ve özellikle de sanayinin gelişmesini sağlayacak biçimde seferber edilecekti. Öne çıkartılarak vurgulanan “Plan” kavramı, gene DP yönetiminin “savurganlığına” ve “oy avcılığı” amacıyla gereksiz yere yapılmış olmakla eleştirilen yatırım programlarına yöneltilmişti ve devletçiliğin belirleyici olmasına yönelik bir tedbirler toplamını ifade ediyordu. Bu kavrama bağlı olarak ve “Türkiye’nin uzun vadeli planlar ve yıllık programlar içinde belirli hedefler yönünde kalkınmasını sağlayacak çalışmaları yapmak üzere”  kurulan ve büyük yetkilerle donatılan Devlet Planlama Teşkilatı, Anayasa’nın, 41. maddesinde ifade edilen bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıktı. Anayasa’nın daha sonraki darbelerle önce değiştirilip sonra da tamamen kaldırılacak olan bu maddesi şöyleydi: “İktisadi ve sosyal hayat, adalete, tam çalışma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir. İktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek; bu maksatla, milli tasarrufu arttırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek ve kalkınma planlarını yapmak devletin görevidir.” “Kalkınma planları” yapmayı “devlet görevi” olarak belirleyen bu madde,  bir yandan da, 27 Mayıs darbesini yapanların sonraki darbecilere devredecekleri bir başka yerleşik anlayışı, seçilmiş ve seçilecek hükümetlere karşı bir güvensizliği dile getirmekteydi. Hükümetlerin üzerinde, onlara kumanda edecek, iktisadi ve sosyal gelişme programlarını yapmaya doğrudan yetkili bir kurum olarak “Devlet Planlama Teşkilatı”, siyasi partilerin “oy hesabıyla, milli davalara karşı ilgisiz kalmasını” önleyecekti. Siyasi bakımdan yapılacak diğer düzenlemelerle birlikte bu Anayasa hükmü, darbenin dayandığı temel ilkeleri korumaya yönelik önlemlerdendir. Ne var ki, Devlet Planlama Teşkilatı, burjuvazinin gerçek ihtiyaçları karşısında işlevsiz kalmış, bir süre sonra da, tamamen göstermelik bir kurum olarak sönmeye terkedilmiştir.
3. Orta tabakaları, işçileri ve köylüleri korumak amacıyla, yeni yasalar çıkarılacak (iş kanunu, sendikalar ve grev kanunu), sosyal reformlar (topraksız köylüyü topraklandıracak radikal bir toprak reformu) ve özellikle de “sosyal adaleti” sağlamak için bir vergi reformu yapılacaktı. “Sosyal adalet” kavramını, başlıca propaganda temalarından biri olarak kullanan MBK hükümetlerinin ilk zamanlarında, memur maaşlarının (o zaman için hayli yüksek bir oran sayılabilecek biçimde) %15, emekli maaşlarının da % 35 artırılacağı, bazı temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının ise düşürüleceği açıklanmıştı. MBK, İngiliz İşçi Partisi’nin sağlık sistemini, millileştirme programını örnek alan bir “Sağlık sosyalizasyonu” planı yapmış, “vatandaşa bedava ilaç, hastane, doktor sağlamayı” vaat etmişti. Bu da hiç bir zaman uygulanmayan tasarılardan biri olarak kaldı.
4. Düşünce ve ifade özgürlüğü sağlanacak, herkes düşünceleri doğrultusunda örgütlenme hak ve özgürlüğüne sahip olacaktı. Oysa faşist İtalyan yasalarından olduğu gibi aktarıldığı bilinen Ceza Yasası maddeleri işlerliğini koruyor ve bunlara dokunmayı düşünmek bile MBK içinde, “milli çıkarlara aykırı” görülüyordu. Darbenin cumhurbaşkanı olan Orgeneral Cemal Gürsel, o sıralarda kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin şeref başkanı olmuştu. Anti-komünizm, MBK’nın temel eğilimlerini tanımlayan başlıca kavram olmaya devam ediyordu. Özellikle Kürt halkı üzerindeki baskıyı sistemli hale getirmek için geliştirilen önlemler, Anayasanın bu hükmünü son derece cılız bir görüntüye çeviriyordu. “55 Ağa Olayı” olarak bilinen, Kürt siyasi şahsiyetlerine karşı uygulanan büyük sürgün cezası, “komünizm propagandası yapmaktan” tutuklanan yazar ve gazeteciler, o dönemin “Anayasa teminatı altındaki” düşünce özgürlüğünün sınırlarının nereye kadar olduğunu gösteren örneklerdir.
27 Mayıs Anayasası, kamuoyunda onay bulan başlıca maddelerini, Birleşmiş Milletler Anayasası’nda ifade edilen siyasal hak ve özgürlüklerle ilgili maddelere dayandırmıştı. Bu bakımdan, bir “Batı Demokrasisi”nin taşıdığı temel özellikleri taşıma iddiasını yansıtıyordu. Ne var ki, bu özellikler, o sırada Türk Silahlı Kuvvetleri’nde fiilen hâkim hale gelmiş bulunan darbeci küçük rütbeli subayların, aşağıdan gelen kitlesel halk muhalefetinin baskısı karşısındaki eğilimlerinin bir sonucu olmaktan öte bir değer taşımıyordu. Kaldı ki, küçük rütbeli subaylar, DP döneminde izlenen iktisadi politikalar sonucunda, alt düzeyde maaşlı memurlar kategorisinde bulunuyorlar ve büyük bir kısmı, subaylık dışında, gizli ek işler yapmak zorunda kalıyordu. Darbeden sonra anılarını yazan General Fahri Belen, bu durumu şöyle anlatır: “Ordu, keyfi hareketlerden, DP’nin koruduğu adamların orduya girmesinden… memnun değildi. Fakat asıl derin yara maddiydi. Ordu efradının eski kışlalardaki hayatıyla, iktisadi devlet teşekküllerindeki lüks hayat bir tezat teşkil ediyordu. Asker emeklilerinin durumu da orduyu endişeye düşürüyordu. Maişet derdiyle, gece şoförlük ve buna benzer işler yapan subaylar da vardı” (General Fahri Belen: “Demokrasiden Diktatörlüğe”) Kuşkusuz, Subay kadrosunun maddi bakımdan sıkıntılı bu durumu, darbenin esas nedeni değildi. Onların bizzat kendilerinin düşük maaşlı memurlar durumunda olması da, ordunun bir kurum olarak büyük tekelci burjuvazinin ve toprak ağalarının devletinin bir aracı olma konumunu değiştirmiyordu. Ama darbeci küçük rütbeli subayların “gayrimeşru yollardan zengin olanlara” karşı tepkilerini ve “devletçilik”ten medet uman eğilimlerini anlamak bakımından içinde bulundukları durum önem taşımaktadır. 27 Mayıs darbesi, işte bu özellikleriyle, ilk anda, işçi ve emekçi yığınlarının muhalefetiyle ve öğrenci gençliğin eylemli gücü tarafından temsil edilen aydınların tepkisiyle birleşen küçük rütbeli subayların başını çektiği bir politik eylem görünüşü vermektedir. Fakat gerek darbeyi yönlendiren ve kontrol eden esas güçlerin başında ABD emperyalizminin bulunuyor olması, gerekse, siyasi temsilcilerinin devre dışı kalmasıyla etkilerini kısa bir süre için yitiren tekelci burjuvazinin, süratle toparlanarak duruma olağan devlet mekanizmaları içinde el koymasıyla, bu durum, yalnızca bir darbenin derinlerinde yatan etkisiz bir motifi olarak kalmıştır. Bu yüzden, bu zayıf ve diğer denetleyici ve yönlendirici güçlerin çok gerisinde kalan olayı, 27 Mayıs askeri darbesinin esas nedeni ve onu bir “devrim” yapan gerçek öz olarak görmek tamamen yanıltıcıdır.
27 Mayıs Darbesine, halkçı ve demokratik bir içerik yakıştıranları yanıltan şey, darbenin üzerinde yükseldiği bu sosyal kaynaklardır. Bu kaynaklar, hareketin potansiyeli olarak kalmış, fakat diğer yandan, siyasi ve ideolojik bakımdan darbe, bu güçlerin kendilerine özgü bir eylemi olmak bir yana, onların demokratik bir tarzda gelişmesine ve kendilerini gerçekten ulusal-halkçı bir zeminde ifade etmelerine karşı bir müdahale olarak kesinleşmiştir.
27 Mayıs Askeri darbesini, “halkçı, demokratik” bir hareket olarak yorumlayanların bir başka dayanağı, o dönemde, özellikle Ortadoğu’da ve Arap ülkelerinde, Sovyetler Birliği’nin desteklediği askeri rejimlerle, 27 Mayıs Darbesini gerçekleştirenler arasında bir benzerlik bulma çabasıdır. Sovyetler Birliği, o yıllarda, işçi ve halk devrimlerinden yüz çevirerek, bir dünya hegemonyası için önem taşıyan stratejik bölgelerdeki askeri darbelere yönelmişti. Sömürgeci ilişkilerden acı çeken, işbirlikçi egemen sınıfların ulusal onuru çiğneyen tutumlarına tepki duyan ulusal hareketlerin, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da çeşitli ülkelerde, ordu içinde de çalkantılar yaratması ve ulusalcı subaylarla ilişki içinde iktidara el koyma girişimleri, Sovyetler Birliği tarafından destekleniyor ve bu güçlerin eylemleri ve iktidara el koymaları, “Kapitalist olmayan kalkınma yolu” olarak onaylanıyor, askeri darbeler sosyalizme yönelmiş rejimler olarak reklâm ediliyorlardı. Gerçi söz konusu ülkelerdeki birçok askeri rejim, işbirlikçi krallara, monarşik diktatörlüklere karşı olmakla kalmıyor, başta ABD, Fransa ve İngiltere olmak üzere, başlıca emperyalistlerin hâkimiyetlerine karşı da yöneliyor ve onların dünyadaki başlıca düşmanı olarak gördükleri SSCB’ye de yakınmıyorlardı. Bu darbeler, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne doğrudan bağlı “Komünist” Partilerin de içinde bir biçimde yer aldığı darbeler olarak gerçekleşiyordu ve bir reform programını da uygulamaya çalışıyorlardı. Özellikle Mısır, Suriye, Irak ve bir darbeyle değil ama gerçek bir milli kurtuluş savaşıyla Fransız sömürgeciliğini toprağından kovmuş bulunan Cezayir, bu alanda “örnek ülkeler” olarak gösteriliyor, “yeşil sosyalistler”, “İslami-Arap sosyalizmi” gibi adlarla anılıyorlardı. 27 Mayıs darbesi, Sovyetler Birliği’nin de, TKP’nin de inisiyatiflerinin tamamen dışında gerçekleşti. Hatta KGB’nin bile darbe hakkında istihbarattan yoksun kaldığı kabul edilmektedir. Gene de, gerek SSCB, gerekse yurtdışında bir “mülteci örgütü” olarak faaliyet gösteren TKP, darbeciler adına ilk konuşmayı yapan Alpaslan Türkeş’in “NATO’ya, CENTO’ya ve ikili anlaşmalara” bağlılığı açıklamasına karşın, darbeyi coşkuyla karşılamış ve desteklemişlerdir. 27 Mayıs darbesinin, ilk anda değilse bile, zaman içinde “kapitalist olmayan kalkınma yolu”na geçebileceği umudu, TKP çevrelerinde olduğu kadar, ilerici aydın çevrelerde de etkili olmuştur.
Bu umudun bir yanını, söz konusu çevrelerin devlet ve sınıflar mücadelesi hakkındaki bilimsel tezlerden habersiz beklentileri oluşturuyorsa, diğer bir tarafını da, MBK içinde yer alan kimi subayların kişisel özellikleri oluşturuyordu. Komite içinde, değişik siyasal görüşlere sahip subaylar bulunuyordu ve bunlardan bazıları, halkçı reformların uygulanması konusunda diğerlerine göre daha öne çıkmışlardı. Ama aynı Komite içinde, Hitler’ci tipte faşist subaylar (ki bunlardan biri olan Alpaslan Türkeş’i, Sovyet kaynakları “en radikal, ilerici subay” olarak değerlendiriyordu), İnönü’ye bağlı olanlar da bulunuyordu. (1964’te, MBK içinde yeni bir darbe gerçekleştirilmiş ve 14 subay tutuklanarak Komite’den uzaklaştırılmıştı. Daha sonra, bu subaylardan bir kısmı TİP’e, bazıları CHP’ye girdi; Alpaslan Türkeş’in başlarında olduğu bir grup ise, daha sonra MHP adım alacak olan CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi)’ne üye oldular.) Bu durum, Komite’nin kendine özgü bir politikaya, kendi içinde tutarlı bir ideolojiye ve hedefler cümlesine sahip olamamasına yol açıyor, Komite’nin ve diğer darbeci subayların özellikle emperyalist odaklar tarafından yönlendirilmesini ve darbenin hedeflerinin ve yönelimlerinin başta ABD olmak üzere, NATO çevreleri tarafından belirlenmesini kolaylaştırıyordu. Kaldı ki, kendilerini darbenin esas aktörleri gibi gösteren bu subaylar, gerçekte, yalnızca Bayar-Menderes rejiminin, Ortadoğu ülkelerinde artık alışkanlık haline gelen askeri bir darbe aracılığıyla yıkılacağını önceden gören ve bu hareketi denetleme araçlarını elinde tutan emperyalizmin eyleminin figüranları durumundaydılar. CIA’nın ve NATO çevrelerinin darbeyi önceden bildikleri ve buna rağmen, has adamları Bayar-Menderes’i uyarmadıkları bugün artık açıkça biliniyor. Bunun tek bir nedeni vardır: Gelecek olanların da, gidecek olanlar kadar NATO’cu, onlar kadar Amerikancı olacaklarının, ABD’nin çizdiği sınırların dışına çıkmayacaklarının bilgisi, ABD’nin elinde bulunuyordu. Bir bakıma 27 Mayıs darbesi bu özellikleriyle, SSCB’nin beklentilerine cevap verecek türden bir “ilerici askeri darbe” olasılığını da ortadan kaldırmış, ordu içindeki çeşitli kaynaşmaları bir defada patlatarak etkisiz ve emperyalizme bağımlı bir hareket halinde aynı kanala akmalarını sağlamıştı. Bayar-Menderes iktidarının son aylarında kesilmiş bulunan “dış yardım”ın ve kredilerin, darbeden sonra açılması da,
“27 Mayıs Devrimi”nin, “bağımsızlıkçı-halkçı” karakteri hakkında ABD emperyalizminin düşüncelerini yansıtan bir başka örnektir.

27 MAYIS ANAYASASI VE İŞÇİ HAKLARI
27 Mayıs darbesini bir “devrim” olarak görenlerin ileri sürdüğü kanıtlar içinde, darbeyle yapılan Anayasa’nın ilk kez grevli-toplusözleşmeli sendikal haklara yer vermiş olmasıdır.
Milli Birlik Komitesi’nin işçi hakları hakkındaki görüşü şu sözlerde özetlenmektedir:
“İşçiye yeni iş alanları bulmak, işçinin emeğini değerlendirmek ve geleceğini garanti etmek için büyük iş gücüne dayanan yatırım projeleri, sanayileşme ve şehirleşme hareketleri, işçi meselelerine bağlı olarak ele alınmak suretiyle yeni iş sahalarının açılması sağlanmalıdır.” (Türk Kültür Derneği Tüzüğü, s. 985)
İşçi haklarından söz etmenin uzun yıllar boyunca “komünistlik” olarak değerlendirildiği bir ülkede, aslında son derece geri ve hiç bir bilimsel değeri olmayan bir burjuva tasarıya karşılık düşen bu sözler, MBK’nın işçi yanlısı olmasa bile, “işçileri düşünen” bir hükümet olduğu izlenimi kolayca yaratmıştır, “işçinin emeğinin değerlendirilmesi” gibi hiç bir somut karşılığı olmayan vaatlerin yanı sıra, “işçiye yeni iş alanları açmak” gibi anlamsız vaatler de, o dönemin koşullarında bir ilericilik olarak nitelendirilebilmiştir. İçeriksiz olmalarına karşılık, bu sözler, gerek darbenin kaynağında, gerekse hükümetin kendine taban arayışında, işçi sınıfının önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir.
MBK’nın “Hükümet programı” sayılabilecek bu belgeden sonra, 1961 Anayasası’nda da, “işçi hakları”na yer veren maddeler konulmuştur. Bu Anayasayı “ilerici ve emekten yana” olarak niteleyenlerin dayandığı başlıca maddelerinden biri olan 42. Madde, şöyleydi: “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadi ve mali tedbirlerle çalışanları korur ve çalışanları destekler, işsizliği önleyici tedbirler alır.” Bu sözler de, burjuvazinin uluslararası çalışma koşulları hakkındaki genel sözlerinden öte bir anlam taşımamaktadır. Tek özelliği, Türkiye’de ilk kez telaffuz ediliyor olmasıdır.
Diğer yandan, Anayasa’nın 47, 46 ve 44. maddelerinde de, işçilerin uzun süredir uğruna mücadele verdikleri grev, toplu sözleşme, sendikalaşma, ücretli tatil hakları tanımlanmış bulunuyordu. Kadınların ve çocukların ağır işlerde çalıştırılması da, aynı maddeler tarafından yasaklanıyordu. Böylece 1936 tarihini taşıyan ve grevi yasaklayan iş kanunu, artık geçersiz hale gelmişti.
Bütün bunlar, zamanın ilerici çevrelerinde, “Anayasa’nın emekten yana olduğu” görüşünün yerleşmesine yol açmıştır. Oysa bu yaklaşımın açığa çıkardığı gerçek, Anayasa’nın gerçekten emekten yana olup olmadığından çok, zamanın “ilericilerinin”, “emekten yana” kavramından ne anladıklarıdır.
Kuşkusuz, faşist Alman ve İtalyan hukukundan alınan örnekler üzerine inşa edilen İş Kanunu’nun Anayasa ile geçersiz kılınması, işçi sınıfı mücadelesinin bir yansımasıydı ve bu mücadelenin bütün zamanlara yayılan zahmetli ve çetin süreçlerine göre, çok fazla bir ödün de sayılmazdı. Buna rağmen, devletin silahlı kuvvetler eliyle demokratikleştirilmesi masalına öteden beri inanmış bulunan Türk entelektüelleri, işçi haklarının da yukarıdan ve ordu müdahalesiyle verildiği propagandasına yıllarca alet olmuş, bunun teorisini yapmıştır.
Oysa ‘61 Anayasası’na işçi haklarının girmesini sağlayan, bizzat işçilerin kendi mücadeleleridir. Grev, toplu sözleşme, sendika, sosyal haklar, Türkiye işçi sınıfının, yüz yıllık mücadelesinin değişmeyen sloganları ve talepleri olarak, sınıfın varlığı ile birlikte ortaya çıkmış ve Cumhuriyet tarihinin siyasi ve sosyal olaylarına damgasını vurmuştur. 27 Mayıs gibi, geniş halk muhalefetinin kontrol altına alınması ve sistem kanalları içine akıtılması operasyonunun, bu hakları yok sayması ve işçi sınıfın maddi gücünün karşısına geçmeyi göze alması düşünülemezdi. Tıpkı, darbeye giden süreçte büyük rol oynamış bulunan Üniversite çevrelerine, geniş bir özerklik tanınması, DP yönetimi sırasında büyük baskılarla karşılaşan basın çevrelerine imtiyazlar, haklar ve çıkarlar sağlanması gibi, işçilere de, aslında hiç de abartılmayacak bazı haklar tanınmış olması, sadece sosyal ve siyasal ilişkilerin doğasından kaynaklanan bir gereklilikti.

27 MAYIS HAREKETİNİN İÇERİDEN BÖLÜNMESİ VE YENİ SİYASİ AKIMLARA KAYNAK OLUŞTURMASI
27 Mayıs askeri darbesi, bir çelişkiler yumağının ürünüydü ve üzerinde yükseldiği bütün sosyal çelişkileri aynı zamanda kendi bünyesinde de taşıyordu. Bu çelişkili yapı, kadro düzeyinde, farklı siyasi ve ideolojik yaklaşımlara sahip subaylar olarak görünüyordu. Fakat 27 Mayıs’ın temel çelişkisi, büyük bir halk muhalefetinin dalgalan üzerinde gerçekleşmiş olmasına karşılık, esas görevinin bu muhalefet dalgasını bastırmak olmasıydı. Darbeci subaylar, bir yandan DP rejimine karşı birlikte hareket eden herkesin ortak sloganlarından hareket ederek bir program oluşturmaya, diğer yandan da DP’nin temsil ettiği emperyalizme bağımlı kapitalist yapıyı ve onun siyasi ifadesi olan devlet düzenini korumaya çalışan egemen sınıf politikalarını uygulamaya çalışıyorlardı. Bu çelişki, darbeci subaylar kadrosuna, siyasi görüş ayrılıkları biçiminde yansıdı. Aynı zamanda, darbe, ilan ettiği hemen hemen hiç bir hedefe ulaşamamış, ne yatırımlar için tasarruf sağlanabilmiş ne de planın koyduğu üretim hedefleri gerçekleşmişti. Bu durumda, daha sonraki bütün “sol cuntacı” eğilimlere kaynaklık edecek olan tartışma, MBK içinde uç verdi. Temel soru şu idi: “Kalkınma, parlamenter demokrasi sistemi içinde mi yapılmalı, yoksa bir askeri diktatörlük altında mı gerçekleştirilmeli?” Bu tartışma, ilk sonucunu, 14 Kasım 1960 tarihinde bir iç darbe biçiminde verdi. Bu tarihte, MBK’nin Alpaslan Türkeş önderliğindeki 14 üyesi tutuklanarak yurt dışına sürgün edildiler. Bu grup, iktidarın CHP’ye devredilmesine ve seçimlerin erken yapılmasına karşı çıkıyor, askeri yönetim altında “Devrim hedeflerine” ilerlenmesini savunuyorlardı.
MBK içindeki grubun tasfiyesinden sonra, CHP’nin savunduğu biçimde, parlamenter rejime geçiş için bir süreç başladı. 6 Ocak 1961’de, “Kurucu Meclis” çalışmalarına başladı. İlk iş olarak, bir “Anayasa Komisyonu” kuruldu ve büyük çoğunluğu Üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir kurulun hazırladığı Anayasa Taslağı üzerine çalışmalar başladı. Bu arada, eski DP mensuplarından dışarıda kalanlar da, yeni bir parti kurma girişimini sürdürürken, ordu içindeki huzursuzluk, yeni örgütlenmelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyordu. O sırada, Kara Harp Okulu Komutanı olan Talat Aydemir, ordu içindeki “cuntacı” gruplardan en güçlüsüne önderlik ediyordu. Talat Aydemir, önce, 21 Şubat 1962’de İnönü’nün başbakanlığı sırasında darbe girişiminde bulunmuş, başarısızlıkla sonuçlanan bu girişimden sonra affedilmiş, fakat 21 Mayıs 1963’te, tekrar, parlamentoyu dağıtarak reformları askeri yönetim altında sürdürmek üzere yeniden darbeye kalkışmıştı. Bir kısım aydın tarafından da desteklenen (Örneğin, o dönemde Akşam gazetesinde köşe yazarlığı yapan Aziz Nesin, Milli Birlik Komitesi’nin hiç değilse dört yıl daha iktidarda kalması gerektiğini savunuyordu. ) bu girişime temel olan düşünceye göre, mevcut siyasi partilerin tümü oy avcılığından öteye geçmiyorlardı, “memleket meselelerine vakıf değillerdi” ve parlamento seçimleri, yalnızca bu, gününü gün etmeye bakan partilerin yönetime gelmesine izin veriyordu. Bu durumda, “devrimi hedefine ulaştırmak için”, parlamentoyu feshetmek isteyenlerle, “sosyal reformları demokratik parlamenter yollardan gerçekleştirmek” düşüncesini Üniversite çevrelerinde, ordu yüksek kademesinde de hâkim hale getiren CHP, karşı karşıya geldi. DP’ye karşı orduyu kışkırtmış bulunan CHP, bu andan itibaren parlamentonun üstünlüğü ilkesini savunmaya ve orduyu “radikal” unsurlardan arındırma politikası uygulamaya başladı. Albay Talat Aydemir ve arkadaşları, ikinci girişimlerinden sonra idam edildiler.
Bu, 27 Mayıs’ın esas görevinin -özellikle ordu içindeki kontrolden çıkmış muhalefet odaklarını ABD’ye bağımlılık içinde uysallaştırma ve tasfiye etme, önemli ölçüde (Ordu içindeki denetlenemez grupların tasfiyesi için, 27 Mayıs’tan sonra da, uzun bir süre mücadele edilmesi gerekmiştir. Tasfiye sürecinin tamamlanması, ancak 12 Mart 1971 darbesinden sonra mümkün olabilmiştir.) tamamlandığı ve sistemin tekrar rayına oturduğu nokta olarak kabul edilebilir.
Ancak, 27 Mayıs darbesiyle sonuçlanan DP’ye karşı muhalefet döneminin şiarları ve bu şiarlar etrafında oluşturulmuş bulunan büyük ittifakın hedefleri, özellikle de bu ittifak içinde ordunun önemli bir kesiminin bulunabilmiş olması, önemli bir aydın kesiminin, bu model üzerinden devrim teorileri geliştirmeleri için etkili bir zemin oluşturmuştur.
O dönemden sonra, Türkiye’de, sol hareketin belli başlı karakteristiklerinin olgunlaşmaya başladığı ve bir siyasal hareket olarak nitelik kazandığı yeni bir dönem başlayacaktır.

“KALKINMA MODELLERİ” TARTIŞMASINDAN SİSTEM TARTIŞMASINA
‘60’lı yıllarda, siyasi partiler arasında ve kamuoyunda, başlıca tartışma konusunu, “kalkınma modeli”nin ne olabileceği oluştururken ve bu esas olarak yönetici sınıfların kendi iç tartışması halinde gelişirken, bu tarihten itibaren, egemen sınıfların dışına taşan bağımsız bir kamuoyu oluşmaya başlamış ve doğrudan doğruya sistemin kendisi tartışma konusu yapılır hale gelmiştir. O zamana kadar, “ilericilik ve gericilik”, hâkim sınıfların farklı grupları arasında bir çatışmanın kavramları olmayı aşamazken, bu tarihten itibaren, çalışan yığınların da taraf olduğu bir tartışma halini almıştır. İlericilik ve gericilik tartışması, ilk kez, “yobazlarla Atatürkçüler arasında” bir ayrımı anlatmaktan çıkarak, emekten yana ya da sermayeden yana olmak anlamını bu yıllarda kazanmaya başlamıştır. Gene, Türkiye tarihinde ilk kez, sosyalizm kavramı, büyük yığınları ve aslında birçoğu yalnızca burjuva reformlar peşinde olan aydın kesimlerini de kapsayacak ölçüde yaygın bir tartışma ortamı bulmuştur.
27 Mayıs askeri darbesiyle 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri arasındaki temel fark da, işte bu entelektüel ortamın özelliklerinde bulunabilir.
Yazımızın gelecek bölümünde inceleyeceğimiz YÖN-DEVRİM çizgisi, yalnızca 27 Mayıs darbesiyle birlikte açılan bu yeni entelektüel ortamın niteliklerini en karakteristik özellikleriyle yansıtmakla kalmamış, aynı zamanda, Türkiye sol hareketinin başlıca eğilimleri üzerinde de etkili olarak, günümüze kadar süregelen sonuçlar doğurmuştur. Bu yüzden, 27 Mayıs’ın diğer askeri darbelerden ayrılan özgün yanlarını, onun birer uzantısı olan asker-sivil aydınların oluşturduğu siyasi hareketleri inceleyerek açığa çıkarmanın önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Ağustos 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑