Sivas olaylarından sonra, İslamiyetçin birçok özelliği yeniden konuşulmaya başlandı. Tartışmaların büyük bir bölümü, “din ve hoşgörü”, “laiklik ve düşünce özgürlüğü” gibi, bir bütün olarak bugünkü İslami hareketin temel yönelimlerini ve içeriğini açıklamaktan uzak kavramlar etrafında döndü.
Tartışmanın ekseninin bu biçimde seçilmesi, İslami hareketin bugünkü karakterinin tümüyle siyasi olduğunun görülmemesinin ya da bunun özellikle gizlenmek istenmesinin sonucuydu. Böylece, yakılan otuz yedi insanın, bilinçsiz kitlelerin inanç uyuşmazlığının, ya da inançlarına saldırılmış insanların tepkisinin kurbanı olduğu görüntüsü hâkim hale geldi.
Diğer yandan, mevcutlarıyla baş edemezken, yeni çatışma odaklarının ortaya çıkacağı korkusuyla paniğe kapılan devlet ve basın, olayların “Alevi- Sünni çatışması” olmadığının propagandasına özel bir önem verdi. Ama bunun karşısına, olayların nedeni olarak, “Aziz Nesin tahrikçiliği” öne çıkarıldı. Halka “tahriklere kapılmamaları” için art arda yapılan çağrılar, “suçluların yalnızca devlet tarafından cezalandırabileceği” biçiminde yapılan ve bugün hâlâ Başbakanın konuşmalarında ağırlıklı bir yer tutan sözler, tahrikçi durumunda bulunan ve eğer cezalandırılacaksa devlet tarafından cezalandırılacak olan tarafın Aziz Nesin ve yakılan insanlar olduğu fikrini yerleştirmeye yönelikti. Gerek genç ihtiyar otuz yedi savunmasız insanı vahşice katleden ideolojik ve siyasi yapıyı yakından tanıyabilmek için, gerekse, ikiyüzlüce, hem halka ve ilerici, devrimci-demokrat harekete yönelmiş her türden katliamcılığı uygulayıp destekleyen ve yedekte tutan, hem de sözde suçlu avına çıkan devlet politikasının deşifre edilebilmesi için, olayın üzerinde yükseldiği tümüyle siyasi zeminin yakından görülmesi gerekiyor.
İSLAMİYETİN KAYNAĞINDA SİYASET
Genel olarak bütün dinler, bir yandan maddi dünyanın bütün gerçek ilişkilerini tersine çevirerek yansıtırlarken, kendi varoluşlarına ilişkin gerçekleri de, aynı şekilde tersine çevrilmiş bir biçimde tarih haline getirirler. Hayatın kaynağını, evrenin ve dünyanın varoluşunu maddenin dışında bir güce bağlayan sistemli dinsel ideoloji, iktidarın ve toplumsal ilişkilerin varlık sebebini ve amacını da bu dünyanın ilişkilerinin dışında, insanın kendi amaçlarının ötesinde bir yere ait gösterir. Devlet gücü ve siyasi iktidarın Allah’a ait olduğunu, yöneten ve yönetilen ayrışmasının da tanrısal düzenin bir gereği olduğunu söyleyerek, yönetenlerle yönetilenlerin toplumsal yerinin değiştirilemeyeceğinin ileri sürülmesi, bütün gerçek ilişkilerin tepetaklak edilmesinin en tipik ve pratik bakımdan da en önemli örneklerindendir. Egemen sınıf elinde bu hali alan dinsel dogmalar, henüz bir muhalefet içeriği taşıdığı zamanlarda da, iktidarın kaynağını ve amacını, gökyüzüne bağlamaktan geri durmamıştır. Halk muhalefetinin bayrağı olduğu dönemlerde bile din, egemen sınıflara karşı, halkın elindeki kılıcın Allah’ın kılıcı olduğu tehdidini savurmuştur.
Hıristiyanlık, yerleşik Yahudi ruhban sınıfı ile Romalı sömürgecilerin iktidarına karşı, Filistinli halk sınıflarının siyasi partisi olarak ortaya çıkmıştı. Ne var ki, halkın büyük bir bölümünü din aracılığıyla kontrol altında tutan Yahudi din sınıfına karşı, Yahya, İsa ve arkadaşlarının da bu dini (Yahudiliği) kendi sınıfsal çıkarlarına göre yorumlayıp onun ekseninde örgütlenmekten başka bir yollan yoktu. Roma sömürge yönetiminin egemen olduğu bütün Ortadoğu dünyasında, muhalefetin ve direnişin başlıca örgütleyicisi ve seferber edici kuru mu olarak, Hıristiyanlık, İsa’nın öldürülmesinden sonra da değişen dönemlerde> değişik siyasetlerin temeli ya da uygulama aracı olarak doğrudan doğruya bu dünyanın ilişkilerinin bir düzenleyicisi olmaya devam etti. Kaynağında olduğu gibi, gelişmesinde de, “öteki dünyanın işleri”, Hıristiyanlığın sadece görünüşü olarak kalmıştır. Bütün Hıristiyanlık kurumlarının esas ilgi alanı, bu dünyanın işleri olmuştur, bugün de öyledir.
İslamiyet de, siyasi ihtiyaçların ve hedeflerin bir ürünü olarak ortaya çıktı.
Muhammed’in temsil ettiği toplumsal güçlerin gerçekleştirdiği sosyal ve siyasal değişikliklerin başlıcaları, kabile bağlarının parçalanması ve özel mülkiyete dayanan bir devlet yönetiminin gerçekleştirilmesi olarak başlıca ana başlık altında toplanabilir. (Bkz. Faik Bulut, “Allah Devletinde Demokrasi”, sf. 17)
Bu başlangıç noktasında çok net olarak tespit edilebilecek özellik, İslamiyet’in bir “devlet düzeni” yaratmak üzere formüle edilmiş olduğudur. “Devlet düzeni” doğrultusundaki gelişmeler, Arap yarımadasında,
kabileler arasında bir federasyonun oluşması ve süreç içinde de, federasyona mensup kabileler arasında bir hiyerarşinin doğmasıyla netleşmiş, hiyerarşi çatışmalarının doğurduğu genel toplumsal sorunların zorunlulukla merkezi bir örgütlenme gereğini ortaya çıkarmasıyla da, bu düzenin siyasi ve iktisadi kurallarının formüle edilmesi gereğinden kaynaklanmıştır. Böylece İslamiyet, yeni siyasi düzenin kuralları biçiminde gelişmiştir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Maxim Rodinson, “Muhammed’in İzinde, İslam Külliyeti Yayınları, 1973- Aktaran, Faik Bulut, age. s.27-32.)
Bu siyasi faaliyet içinde de, Muhammed, geniş halk yığınlarının gücünü kendi etrafına toparlayabilmek için, onların bozulan sınıfsal dengeler karşısındaki durumunu değerlendirmiş, açık ve kaba sömürüye karşı cephe almış, köleciliği meşru görmesine rağmen, kölelere uygulanan zulmü kınamıştır. Gene, yağmacılıktan, çapulculuktan ve kaba sömürüden şikayetçi olan küçük tüccar zümrelerini, düzenli ve hukuka dayanan bir sömürü sistemi içinde güvenle ticaret yapabilecekleri bir ortam vaat ederek yanına çekmiştir. Bütün bunlar, aynı zamanda, daha geri bir toplumsal sistemi temsil eden sınıfların kültür ve ideolojilerine, hukuk sistemlerine karşı mücadeleyi de gerektiriyordu. Bütün bunların toplamı, İslamiyet’e ilk çıkış ve yerleşme dönemlerinde, tarihsel bir ilericilik ve yenilenme misyonu kazandırmıştır. Kuşkusuz, bu İslamiyet’in özünden gelen bir şey olarak tanımlanamaz. Çünkü bu ifade biçimi, onu, toplumsal ve tarihsel ilişkilerin dışında, “gökten gelen bir şey” olarak kabul etmeye benzer. Eğer onun kaynağını, gerçek toplumsal ilişkiler, insanlar ve sınıflar arasındaki ilişkiler olarak kabul ediyorsak; özünü de, bu ilişkilerde aramak ve bunun dinin değil, sınıflar arasındaki ilişkinin özü olduğunu ifade etmek durumundayız. Dolayısıyla, örneğin Cahiliyye’nin karanlığına karşı “İslamiyet’in aydınlığı” denilen şeyin, kabile egemenlerine karşı o dönemdeki halk sınıflarının tutumu olduğunu belirtmeliyiz.
Muhammed ve dört halife dönemini, “Asr-ı Saadet” (Mutluluk çağı) kavramıyla tanımlayan İslami çevrelerin ve onların dümen suyunda giden bazı “solcu” aydınların iddiasına göre, dönemin siyasi ilişkileri, “doğrudan demokrasi ve sivil toplum” ilişkilerine denk düşmekteydi.
Ancak, tarihsel gerçekler, bu “demokrasinin” nasıl bir demokrasi olduğunu açıkça göstermektedir. Muhammed’in rejimi, gerçekte, baskıya ve kaba güç kullanımına dayanıyordu. Muhammed’in, kendisini eleştiren Yahudi bir şairi öldürtmesi; Hz. Ömer’in, bir mecliste gene Muhammed’i eleştiren bir Müslüman’ı yumruklayarak kovalaması, Hz. Osman’la Ömer arasındaki anlaşmazlığın, Osman’ın Habeşistan’a göçmesine yol açması, Osman zamanında da Ali taraftarlarının baskıya ve saldırıya konu olmaları, “Asr-ı Saadet”in “demokratik” nitelikleri hakkında fikir veren örneklerdir.
İslamiyet’in gerek yönetenlerin kendi aralarındaki ilişkileri, gerekse yönetilenlerle yönetenler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir “şeriat” olarak tarihsel bir işlev taşıması, onun bir inanç, bir din olarak değil, bir siyasal sistem, bir toplumsal düzenleyici olarak tartışılmasını öne çıkarır. Bu da, İslamiyet’i saf bir inanç, yalnızca kişiye özgü, vicdani bir durum olarak anlamaya ve göstermeye çalışan iddiaların içi boşluğunu göstermeye yetmektedir.
OSMANLI’DA VE GÜNÜMÜZDE İSLAMİYET VE SİYASET
Kuruluşundan günümüze kadar İslamiyet, her dönemde, siyasi iktidar kavgasının bir aracı, siyasi örgütlenmenin bir biçimi olagelmiştir. Türkiye ile sınırlayarak söyleyecek olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı karşısında gerileyişinin ve sömürge alanlarını git gide emperyalistleşmeye başlamış olan Batılı devletlere kaptırması karşısında, İslamiyet’i bir dünya politikasının aracı olarak kullanmanın ilk biçimi “Pan-İslamizm” olmuştur. “Panislamizm” (ittihadı İslam, İslam birliği) fikrinin bilinçli bir devlet politikası haline gelmesi, II. Abdülhamit çağına rastlar. Abdülhamit’in, bir padişah olarak değil, bir halife olarak misyon yüklendiğini ilan ederek yürüttüğü politikanın başlıca hedefini, Ortadoğu ve Afrika’daki sömürgelerin elde tutulması oluşturuyordu. Dönemin modern bir emperyalizme doğru yükselen sömürgeci gücü durumunda olan İngiltere ve özellikle de Fransa’ya karşı Alman yardımıyla tutunmaya çalışan Abdülhamit, söz konusu coğrafya üzerinde, İslamiyet’in de güçlü bir araç olarak kullanılması için elverişli ortam bulunduğunu düşünüyordu. Hicaz Demiryolu projesi, Arap vilayetlerinin birinci sınıf vilayet haline getirilmesi, içeride din eğitimine ağırlık verilmesi de bu genel siyasetin bir parçasıydı. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu’nu hilafet unsurunu öne çıkararak ve Müslüman unsurlara dayanarak ayakta tutma siyaseti, gelişen ve tekelci aşamasına gelmiş kapitalist sömürgeciliğin teknik ve ideolojik gücü, politik ve Osmanlı imparatorluğu’nun işletme yeteneğinden uzak bir biçimde elinde tuttuğu sömürgeleri paylaşmak üzere başlıca emperyalistler arasında gelişen diplomatik ittifakları karşısında tutunamadı. Osmanlı, Afrika ve Ortadoğu’daki (Mısır ve Suriye) sömürgelerini İngilizlere ve Fransızlara kaptırdı. Bu hem Abdülhamit’in, hem de “Panislamizm” siyasetinin de sonu oldu. Abdülhamit’i deviren İttihat ve Terakki Fırkası, daha sonra Kemalizm biçiminde ortaya çıkacak olan ideolojinin temellerini, Abdülhamit politikalarına karşı mücadele içinde geliştirdiler. Bu örnek de gösteriyor ki, dinsel temaların politika aracı olarak kullanılmasında olduğu gibi, buna karşı mücadele de, tamamen siyasi içeriklidir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Osmanlı monarşisinin kalıntılarına karşı sürdürülen siyasi mücadele, dinsel örgütlenme ve din eksenli politikalara karşı mücadeleyi de öne çıkarmıştır. Şeyhülislamlık ve Hilafet makamlarının ilga edilmesi, Cumhuriyete karşı mücadele eden ve Osmanlı imparatorluğu’nun yeniden ihyası politikasını güden güçlerin esas olarak dinsel eksenli örgütlerde toplanmalarına yol açtı. Kemalist diktatörlük, bu örgütlenmeleri idam cezalarıyla ve şiddetle bastırdı.
Genel olarak emperyalist sömürgeciliğin, özel olarak da Türkiye Cumhuriyeti’nin konjonktürel çıkarları, Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde, İslami harekete karşı şiddeti ve dışlamayı gerektiriyordu. Özellikle Kemalist Türkiye Cumhuriyeti ile sıkı ilişkiler içinde olan Büyük Britanya imparatorluğu’nun Asya’daki çıkarları, Milli Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıkmış Türkiye’nin “Ezilen Müslüman ulusların önderi” gibi görünmesine bir son verilmesini gerektiriyordu. Özellikle Hindistan’daki egemenliğini büyük ölçüde Hindu-Müslüman çatışması üzerine kurmuş bulunan Britanya (İngiltere), anti-sömürgeci mücadelede İslamiyet’in bir politik hareket olarak içerik kazanmasına karşı tedbirler geliştiriyordu. (Bu, aynı zamanda, sömürgeciliğe karşı savaşan Asya halklarının Bolşeviklere yakınlaşmasına karşı da bir barikat kurma mücadelesiydi.) Dolayısıyla, İslamiyet’in birleştirici bir siyasi merkezden yoksun kılınması (hilafetin ilgası) ve politik aktivitenin dışında tutulması, Türkiye’de resmi tutum haline gelirken, Dünya’da da İngiltere’nin özel politik tercihi olarak gelişti. Bu noktada, önemli olan şudur: İngiliz emperyalizminin, ya da Kemalist diktatörlüğün İslami hareketlere karşı tutumu, İslamiyet’in ilericiliğinden, İslamiyet’in anti-sömürgeci bir karakter taşıyor olmasından dolayı değildir. Burada, anti-sömürgeci, ilerici, anti-Kemalist vs. olan İslamiyet değil, bütün bu akım ve uygulamalardan açıkça zarar gören, acı çeken sömürgelerde veya diktatörlük altında yaşayan, halk yığınlarıdır. İslamiyet, bir başka politikanın onlara ulaşamadığı yer ve zamanlarda, bu yığınların politik ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, özünü onların muhalefetinden, onların taleplerinden alan bir kimlikle ortaya çıkar. Harekete anti-sömürgeci bir karakter veren, Kemalist diktatörlüğe karşı mücadeleyi doğuran, İslam dini değildir; aksine, dine bu özelliği yakıştıran, doğrudan doğruya isyancı halk kitleleridir. Kaldı ki, İslam bayrağı altında sömürgeciliğe karşı savaşan halklar, bir süre bu sahte özgürlük bayrağının kendilerini bir başka teslimiyetin altına soktuğunu görmüşlerdir. Çünkü din, İslamiyet ya da Hıristiyanlık, er ya da geç, dünya kapitalizminin bir unsuru olarak etkisini göstermekte, sömürüye dayanan toplumların bir ideolojisi olarak nereye götürecekse halkları, oraya götürmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki gelişmeler, İslamiyet’le emperyalizm arasındaki ilişkilerde yeni bir içeriğin doğmasına sebep oldu.
Başında Stalin’in bulunduğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, dünya proletaryasının olduğu kadar, bütün ezilen dünya halklarının umudu haline gelmiş, sosyalizm dünyanın bütün insani değerlerinin en gelişmiş biçimi olarak yüksek bir itibar kazanmıştı. Devrim ve sosyalizm için çok olumlu bir ortamın bulunduğu koşullarda, ABD’nin başını çektiği emperyalizm, özellikle SSCB’yi coğrafi ve siyasi olarak kuşatmak, onu askeri bakımdan tehdit altında tutabilmek için, gerek SSCB içinde yer alan Müslüman halklar arasında, gerekse komşu Müslüman ülkelerde, dinsel gericiliğin egemenliği için büyük maddi olanaklar açtı ve bütün siyasi faaliyetini, gizli ve açık savaş tekniklerini, bu halkların SSCB’ye karşı örgütlenebilmesi için kullanmaya başladı. Pakistan’dan başlayıp Norveç’e kadar uzanan bir çevreleme projesinin, Müslüman ülkeleri kapsayan bölümüne “Yeşil Kuşak” adı verildi. Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye, ABD’nin SSCB’ye karşı politikalarında, kendilerine komşu olan ülkelerle birlikte stratejik bir konuma yerleştirildi. Bu ülkelerde, komünizme karşı Müslümanlık, başlıca ideolojik silah olarak desteklenirken, İslami harekete kendi içinde özel bir siyasi kimlik kazandırılmaya çalışıldı. Bu politika, 60’lı yıllarda, Arap ülkelerinde gelişmekte olan “Arap sosyalizmi”, “yeşil komünizm” gibi akımlara ve özellikle de, SSCB yanlısı askeri darbe ihtimallerine karşı bir örgütlenmeyi de birlikte geliştirdi. Genel kuşatma programının Arap ülkelerine ilişkin bölümü, öteden beri Amerikan petrol şirketlerinin kontrolü altında bulunan Suudi Arabistan ve Körfez şeyhlikleri aracılığıyla geliştirilen özel bir planın konusu oldu. Suudi Arabistan; Asya ve Afrika’daki bütün İslam ülkelerinde anti-komünist “İslam” örgütlerinin kurulması, İslamiyet’in bir barikat olarak geliştirilmesi için finans kaynağı olarak örgütlendiler. Türkiye’de, her il ve ilçede İmam Hatip okullarının, her mahallede bir Kur’an kursunun açılması, her mahallede bir cami yaptırılması için kampanyalar açılması, bu dönemin ürünü olmuştur. Amerikan emperyalizminin ve Türk egemen sınıflarının bu alana akıttıkları para, on yıllar boyunca kendilerine iktidarlarının geniş tabanı olarak dönmüştür.
İran İslam Devrimi, İslamiyet’le emperyalizm arasındaki ilişkilerde yeni bir dönem açmıştır. Amerikan emperyalizminin bölgede İran’a yüklediği misyon, Şah rejimi aracılığıyla yerine getiriliyordu: Şah, olabildiği kadarıyla Kemalizm’i örnek alan bir laisizm ve batılılaşma programı çerçevesinde, emperyalizmin “uygar” ajanlarından birisiydi. Diğer Asyalı şeyhler, şahlar, padişahlar gibi yarı aşiret reisi, yarı devlet başı yerine, Avrupalı krallar gibi görünmeye çalışıyor, karıları da kraliçeler gibi giyiniyor, onlara özeniyordu. Elinde çok güçlü bir ordu tutan ve petrol gelirleriyle beslenen Şah’ın, komünizme ve milli bağımsızlık mücadelelerine karşı savaşması için, kara sakallı bir molla gibi giyinmesi, dinsel propagandaya sırt vermesi gerekmiyordu. Aksine, modern ve batılı gibi görünmesi, Ortadoğu ve Avrupa ilişkileri bakımından da özel bir etki sağlıyordu. Şah’ın büyük bir halk hareketiyle yıkılması,- onun üzerindeki bütün simgelerin de yıkılması sonucunu verdi. Şah’ın, Avrupa kumarhanelerinde ve sefahat merkezlerinde itibar sahibi olarak dolaşmasına kolaylık sağlayan ve kendi halkına karşı suç işlerken arkasına gizlendiği bütün Batılı değerler, halk muhalefetine sahip çıkan ve ona önderlik eden mollaların darbesiyle yıkıldı.
Amerika ve diğer emperyalistler bakımından, “İslami devrim”, İslamiyet ve emperyalizm arasında kurulmuş ittifakın çok sağlam olmadığını, dinin, emperyalizme karşı bazen bir “sapma” haline gelebileceğini gösterdi. Ancak bunun koşulu, dinin egemen sınıf politikalarının bir aracı olarak işlevini korumasıydı. Din, kendi başına ne emperyalizmin aleti olabilirdi, ne de halkın isyan bayrağı. Her iki durumda da, bunu gerçekleştirecek bir sınıfın bulunması, o sınıfın politikalarının dine işbirlikçi ya da devrimci bir işlev yükleyebilecek derecede etkili olması gerekliydi. Dolayısıyla, İran’da Amerika’nın yenilgisini İslamiyet hazırlamamıştı: Aksine, İslamiyet’in zaferi gibi görünen şey, Amerikan emperyalizminin yıllar boyunca desteklediği işkencenin ve sömürünün timsali Şah’a karşı ayağa kalkmış halkların gücüydü. İsyancı halk kitleleri, dinle ayağa kalkmış değillerdi, fakat dinle yola getirildiler. Onları dinle ayağa kaldıracağını sananlar, köleliklerinin devamı için, kendi elleriyle boyunlarına zincir geçirirler. Humeyni’nin eliyle İslamiyet, devrimci politikanın egemen kılınamadığı bir ortamda, halkın ideolojik ve siyasi ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir bütünlük sundu. Daha sonraki süreçlerde ise, İslamiyet, halk düşmanı ve gerici Humeyni rejiminin baskı politikalarının omurgası haline getirildi.
Şu anda, İran’da rejime karşı bir devrim, dine karşı devrim mi olacaktır veya Türkiye’de ya da bir başka ülkede, devrimci mücadele dine karşı mücadele mi olacaktır?
İSLAMİ GERİCİLİĞE KARŞI MÜCADELE, DİNE KARŞI MÜCADELE DEĞİLDİR
Yukarıdaki sorunun cevabı, net olarak “hayır”dır.
Hiç kuşkusuz, komünizm, dinsel ideolojiyle asla bağdaşmaz ve dine karşı felsefi materyalist- ideolojik mücadele aralıksız sürdürülecektir. Fakat bu ideolojik mücadele, bir egemen sınıf politikası olarak örgütlenmiş dinsel gericiliğe karşı siyasi mücadelenin bir parçası olmadığı sürece, basit bir düşünce gösterisinden, anarşistçe din düşmanlığından öteye geçemeyecektir. Fakat bu, bir politika olan dinsel gericiliğe karşı mücadeleyle aynı şey değildir. Ve çoğu zaman ikisinin karıştırılması, bir egemen sınıf politikası olan dinsel gericiliğe karşı mücadelenin “dine karşı” anarşist mücadele biçiminde anlaşılması, sınıf mücadelesine zarar verecek provokatif boyutlar kazanabilir.
Dinsel gericiliğe karşı mücadele, bir sınıf mücadelesidir. Dinsel gericilik, daima bir egemen sınıf politikası olarak örgütlenir ve halkların devrimci geleceğine karşı baskının sürmesinin aracı olarak rol oynar. Bu bakımdan, dinsel gericiliğe karşı mücadelenin özü, dinsel gericiliğin sınıfsal kaynağına karşı mücadeledir.
Dinsel gericiliğe karşı mücadele, bir politika sorunudur. Din, bir politika olarak örgütlendiği, bir politikanın aracı olarak hareket ettiği sürece, bu mücadele, bir politikaya karşı başka bir politikanın mücadelesi olacaktır.
Sivas olayları, bu ve diğer dinsel eylem sonucu meydana gelen katliamları dinsel inancın bir sonucu olarak algılayanlar için uyarıcı olmalıydı.
Ankara’da, Sivas kurbanları için düzenlenen büyük kitlesel cenaze töreninde yürüyüş kolu Genelkurmay Başkanlığı’nın önünden geçerken “Atatürk’ün askeri yobazları kesecek” diye slogan attıran “sosyal demokrat” gericilik, Kemalist siyaset eliyle sallanan kılıcın, “yobaz”la birlikte işçi ve halk kellesi uçuracağını da bilmelidir.
Özellikle, siyasi bilinçten yoksun alevi kitlesi bakımından, “yobaz”, Sünni mezhebinden herkesi kapsayan bir kavramdır. Tıpkı bir kısım “ilerici”, “sosyal demokrat” ve “Atatürkçü” gibi, onlar da, gericiliği ve yobazlığı, egemen sınıfların politikasından ayrı bir inanç sorunu olarak düşünmektedirler. İlericilik ve gericilik, çağımızda artık yalnızca emek sermaye çelişkisi ekseninde tanımlanabilir. Dinsel inançlar karşısındaki tutum, ilericiliğin ölçüsü olamaz. “Yobazlığa” karşı Genelkurmay Başkanlığını yardıma çağıran bir siyasi tutum, gerçekten ve nesnel olarak “yobaz”dan daha gericidir. Bir politikaya karşı, ancak o politikanın sahibi olan sınıfa karşıt bir sınıfın politikasıyla savaşılabilir. Dinsel gericilik, mülk sahibi sınıfların politikalarının bir unsurudur; bu bakımdan, Genelkurmayla dinsel gericilik arasında, organik bir bütünlük vardır ve dinsel gericiliğe karşı mücadele, ancak mülksüzlerin mücadelesi içinde, burjuvazinin tüm kurumlarına karşı mücadele içinde, gerçek bir mücadele olabilir.
Burjuvazinin genel olarak her türden ilerici hamle için barutunu tükettiği bir çağda, dinsel gericiliğe karşı burjuva ilericiliğin ilk zamanlarına ait argümanlar ve sloganlarla savaşılamaz. Bugün tüm gericiliğe karşı savaş, yalnızca ve yalnızca proletaryanın komünist örgüt ve ideolojisi ile gerçekleşebilir.
Ağustos 1993