Gelişimi ya da oluşumu sürecinde belirli bir millici, anti-emperyalist eğilim ve tavır içinde olsa da sosyalist jargon kullanmayan Jön Türk, İttihatçı, Kemalist türden hareketler inceleme konumuz içinde yer almayacak. Kendimizi şöyle ya da böyle sosyalist jargon kullanan eğilim ve hareketlerle sınırlıyoruz.
1917 Ekim Devrimi gerçekleşmiştir. Ertesi yıl 1918’de Osmanlı İmparatorluğu 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıkar. Sultan Sevr Antlaşması’nı imzalar, ancak savaş, Anadolu’yu işgale girişen Anglo-Fransız emperyalizmi ve maşası Yunan gericiliğine karşı bir kurtuluş savaşına dönüşür. Kemalistler, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve BMM’yi örgütleyerek bu savaşa damgalarını basmaya girişirler. Silahlı direniş güçleri ise daha çeşitlilik gösterir: Kemalistlerin örgütlemeye yöneldikleri Kuvayı Milliye’nin yanı sıra, Kuvayı Seyyare Çerkez Ethem’in girişimi olarak savaşçı bir güç olarak ortaya çıkar. Bu ikisiyle ilişki içinde örgütlenen çeteler de görülür: Demirci Efe ve Karayılan gibi. Ayrıca bir de Bolşevik Devriminin etkisi altında örgütlenmeye çalışan Yeşil Ordu’dan söz edilmelidir. Bu sonuncusu fazla bir gelişme kaydedemez.
Başlıca Osmanlı Ordusu’nun kalıntılarına dayanarak örgütlenen Kemalistlerin siyasal örgütü, sonradan Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)’ne dönüşecek olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’dir.
Kemalistler dışında kalan ama göreceğimiz gibi kendisini ondan kesin hatlarıyla ayırt edemeyen, düşünce, eğilim ve tutumlarıyla burjuvazi ve özel olarak Kemalizm’den beslenen, sahip olduğu türlü bağlantı ve geçişlerle ondan kopmamış olan başka sol partiler de kurulmamazlık edilmez. Sovyet Devrimi, bu sol örgütlerin ortaya çıkışı ve gelişmeleri üzerinde kesin bir etkide bulunur.
Ancak öte yandan, Türkiye’de kapitalizm pek az gelişmiştir, proletarya ve hareketi pek cılızdır. Kemalizm dışı sol hareket ve örgütler, belirli bir proletarya eylemi ve hareketi temeline dayanmaktan çok Sovyet Devriminin etkisine bağlı olarak sahneye çıkarlar. Türkiye’de sosyalist jargonlu sol hareketin oluşumunun, maddesi olan proletarya kuşkusuz gelişmemişli-ği içinde de olsa var olmakla birlikte, esas olarak doğrudan ya da Alman Spartakizmi dolayımıyla Sovyet Devriminin etkisine bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu, sınıf hareketi kaynaklı oluştaki eksiklilik gerçeği, Türkiye sol hareketini gelişimi süresince etkilemiş, hemen tüm zaaf ve hastalıklarının nedenini oluşturmuştur.
Sürekliliğini sağlayamayıp dağılan, Ankara’da kurulan Halk İştirakiyun Fırkası’nın yanı sıra, İstanbul’da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Türkiye Komünist Partisi kurulan başlıca partilerdir.
TİÇSF, Şefik Hüsnü Değmer ve TKP, Bakû’de Mustafa Suphi tarafından kurulmuştur.
Hem Ş. Hüsnü ve hem de M. Suphi İttihatçı kökenlidirler. Ş. Hüsnü, yüksek öğrenimi yaptığı Paris’te Jön Türklerin faaliyetleriyle oldukça yakından ilgilenmiş, Türkiye’ye dönüşünde önce Balkan sonra Çanakkale savaşlarına muvazzaf doktor olarak katılmış, 1919’da ise TİÇSP’ni kurarak Kurtuluş ve onun kapatılmasıyla ardından Aydınlık dergisini çıkarmaya başlamıştır.
Mustafa Suphi ise, savaş öncesi ittihatçılardan kopmaya yönelmiş, onlar tarafından yargılanıp cezalandırılmış, yollandığı Sinop’tan Rusya’ya kaçmıştır. Sovyet Devrimi Suphi’nin önünde yepyeni ufuklar açmış, başlıca savaş esirleri arasında yürüttüğü devrimci ve sosyalist faaliyet, Temmuz 1919’da TKP Kurucu Komitesi’nin, 10 Eylül 1920 Bakû Kongresi ile de TKP’nin kuruluşunun temel dinamiğim sağlamıştır. Bu kuruluşta Alman Spartakistleri arasında eğitilmiş Ethem Nejat gibi devrimcilerin yanı sıra grubuyla Şefik Hüsnü de yer almıştır. TKP, kuruluşunda, M. Suphi önderliğinde, Fransız ve Alman sosyalizminden etkilenmiş aydın gruplarıyla Sovyetlerdeki Osmanlı savaş esiri grupların birleşmesine dayanmıştır. Kadrolarını, bu gruplardan gelenler yanında 1922’de Moskova’da kurulan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin Türkiye’den gönderilme öğrencileri oluşturmuştur. Bu öğrenciler arasında Nazım Hikmet, Şevket Süreyya Aydemir, Laz İsmail (Bilen), Hasan Ali Ediz sayılabilir. Savaş esirlerinden derlenen ve büyük çoğunlukla esaretten kurtuluş amacıyla komünizme “eğilim gösterenler dışında bu kadroların ezici çoğunluğu aydındırlar.
MUSTAFA SUPHİ
TKP’nin devrimci ve sosyalist bir parti olarak kendini ortaya koyusu, Ethem Nejat gibi bir kaç yoldaşıyla birlikte M. Suphi’nin eseridir. Suphi’nin yalnızca örgütlenme faaliyeti ve genel pratiği değil, bu faaliyet ve pratiğe yön veren ideolojik ve siyasal tutumu da devrimci ve sosyalistti. Suphi, yalnızca Marksizm Leninizm’in genel önerme ve tezleriyle uyum içinde olmakla kalmıyor, Türkiye devrimine ilişkin çözümlemeleri, çağrıları ve pratik yöneliminde de bu uygunluğu sürdürüyordu. Suphi’nin düşünce ve özellikle çağrılarını içeren yazı ve TKP’nin kuruluş dönemi bildirilerinde kapitalizmin çıkmazına ilişkin inanç ve bey, ağa ve paşalara karşı savaş çığlığı okunur. Suphi, proletaryaya devrim çağrısı yapar, ezilen halkların kurtuluşunu öngörür ve iktidar sorununu ortaya koyar.
Buna rağmen Mustafa Suphi’nin önemli bir değerlendirme hatası, partinin kuruluşundan 4 ay sonra, Ocak 1921’de yalnızca 15 yoldaşıyla birlikte katledilmesine yol açmakla kalmamış, henüz kuruluş dönemini yaşamakta olan TKP’nin dağılmasına ve geçtiği ehil ve devrimci olmayan ellerde geleceğe inançsızlık uçurumuna yuvarlanmasına götürmüştür. Suphi, genel olarak Kemalistlerin niteliğini saptamada yanlış içinde olmamakla birlikte, onların ikiyüzlülüğü, komünizm karşıtlığı ve her şeyden çok düşman olduğu komünistlerin kanını dökmekten asla çekinmeyeceğini yeterince hesaba katmayarak, Kemalist burjuvazinin güvenilebilir bir müttefik olabileceğini düşünme yanlışına düşmüştür. Devrimde önderliği Kemalistlere terk etme ve devrimin zaferi için burjuvaziye bel bağlama zaafından uzakta olmasına rağmen Suphi, Kemalistlerin Sovyetlerle olan ittifakının onlara dayatacaklarını abartılı değerlendirmiş, ortak düşmana karşı mücadelede Kemalistlerin komünistlerle birlikte yürümeyi kolaylıkla kabul edebileceklerini düşünmüş, bu çerçevede de olsa onlara güvenme hatasına düşmüştür.
İKİNCİ YA DA SAHTE TKP, GRUPLAR, BİREYLER
Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’in hırçın dalgalarında yok edilmeleri sonrasında parti kesin bir dağınıklık süreci yaşamıştır. Henüz yeni örgütlenmekte olan, hem ideolojik ve siyasal hem de pratik örgütsel boyutuyla iç ilişkileri belirli bir olgunluk düzeyine ulaşmamış, birçok gruptan bileşmiş ve üstelik Türkiye proletaryasıyla oldukça cılız bağlara sahip TKP, henüz ancak partileşme yönünde bir atılım olarak nitelenebilecek durumdayken, kendisini, neredeyse kaçınılmazlıkla bir kargaşanın ortasında bulmuştur.
İlk toparlanma çabası Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’ndan gelmiştir. Ağustos 1922’de Ankara’da 2. Kongresini toplayan bu Fırka, Kemalist sızmalara ve buradan kaynaklanan kanalize çabalarına rağmen dağınık haldeki komünistleri toparlamada başarılı ve kucaklayıcı olamamıştır. Şefik Hüsnü, bu partinin kongresine katılmamakla birlikte, gıyabında Merkez Komite’ye seçilmiştir. Bu seçimin, tümüyle gıyapta ve Ş. Hüsnü’den habersiz mi yoksa onun bilgisi dâhilinde ve açıktan parti ismi değiştirmeyi göze alamayan Ş. Hüsnü’nün değişik bir çatı altında ve kendi inisiyatifinde gerçekleşecek bir toparlanma girişimi mi olduğu belirsizdir.
Öte yandan bu parti ile TKP arasında bağlantı ve geçişler de vardır. Örneğin, işçi kökenli Hüsamettin Özdoğu, 1921’de THİF’nın yasaklanmasından sonra Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) öğrencilik yapmış, Ş. Hüsnü ile I yakın ilişki içinde TKP’ye üye olmuş, sonraları yönetici görevlerde bulunmuştur.
Şefik Hüsnü ve onun TİÇSF-Aydınlık çevresi, Hikmet Kıvılcımlı, Vedat Nedim Tör, Hasan Ali Ediz gibileriyle, ilk KUTV’cular ve (Sarı) Mustafa. Börklüce gibi Suphi’nin örgütlediği savaş esiri kaynaklı kadrolar, Ocak 1925’de, Şefik Hüsnü’nün girişimiyle ve Akaretler’deki kendi evinde topladığı 2. TKP Kongresinde bir araya geldiler. Bu Kongre, bir yanıyla 3. Enternasyonal’in baskısıyla bir araya gelme, bir yanıyla ve iç ilişkiler açısından grupların aralarındaki sürtüşmeleri erteleyerek uzlaşması, bir diğer yanıyla da partinin devrimci ve sosyalist amaç ve tutumlarından uzaklaşmasının onaylanma kongresi oldu. Şefik Hüsnü Parti Genel Sekreterliği’ne getirildi. Sarı Mustafa, Nazım Hikmet, Hüsamettin Özdoğu, Hikmet Kıvılcımlı, Hamdi Şamil(of), Hasan Ali Ediz, Şevket Süreyya, Vedat Nedim Tör gibi içimler, MK ve MK İcra Komitesine seçildiler. Dr. Hikmet, daha o günden kendi başına buyruktuk ve orijinalite yoluna girmişti. Ş. Süreyya, Sarı Mustafa, Nazım Hikmet, Şamil ve Özdoğu’nun oluşturduğu grubun başındaydı. Daha ilk tutuklama kampanyasında (1925), cezaevinde hem psikolojik olarak ve hem de hazırladığı bir rapor ve bunun bakanlıkça kabul edilmesi aracılığıyla Milli Eğitim Bakanlığı ile ilişki kurarak fiilen döneklik yoluna adım atan ve ikinci tutuklama kampanyası (1927) sonrası cezaevinden çıkarken yaşamını ciddi bir şekilde değiştirerek Kemalist “Kadro”culuğa yönelen Süreyya’nın ardından bu grubun başına Nazım Hikmet geçti. “Yakın adamı” Vedat Nedim, Ş. Hüsnü’ye kötü bir oyun oynayarak durumunu oldukça zayıflattı. Nedim, İcra Komitesi Sekreteriydi. Ancak Hüsnü tarafından bile fazla yumuşak ve yetersiz bulunmaya başlanmıştı. 1926’da Viyana’da toplanan Parti Konferansı değiştirilmesine ve ikinci bir İcra Komitesi oluşturulmasına karar verdi. Nedim, durumu öğrendiğinde, değişikliği gerçekleştirmek üzere ülkeye dönen Hüsnü’yü, Kıvılcımlı, Şamilof ve daha birçok partiliyle birlikte yakalattı. O da Kemalist “kadro”ya dâhil oldu.
Tutuklamada bir ilginçlik olarak, Ş. Hüsnü pencereye olması gereken işareti koymayarak Kıvılcımlı’nın yakalanmasına neden olmuş ve sonra da onun Komünist Gençlik Başkanlığı’nı polise açıklamıştır. Açıklamanın açıklaması: Hüsnü, Kıvılcımlı’nın konumunun sözü edildiği bir mektubu Şamilofa vermiş, ama ya geç vermiş ya da Şamilof postalamayı geciktirmiş ve mektup yakalanınca Hüsnü belgeyi kabullenmek zorunda kalmıştır. Kıvılcımlı ekstra işkenceden geçirilir, “suçu” kabullenmez, ancak hem onun Hüsnü ile hem de Hüsnü’nün Şamilof İle arası bu nedenle de iyice açılır. Ancak her şeye rağmen hem Hüsnü Genel Sekreterlikte hem de Şamilof İcra Komitesi üyeliğinde kalmaya devam ederler. Hüsnü ise, Şamilof ile birlikte Kıvılcımlı’dan da kurtulma kararı alır.
1929’da bir hırsızlık olayından kaynaklanarak İzmir’de tevkifat başlar. Kıvılcımlı, Laz İsmail, Özdoğu, Şamilof çok sayıda partili ile birlikte yakalanırlar. Şamilof bırakılır. Laz İsmail Yurtdışından yetkili olarak gelmiştir. Dr. Hikmet bu kez de Laz İsmail’in tutumu nedeniyle işkenceden geçirilir. İsmail Bilen, Komünist Enternasyonal adına Kıvılcımlı’nın kendisini MK’den attığını söylemiştir polise. Kıvılcımlı yine kabul etmemiştir.
Bu arada Nazım 1929 yazında Pendik’in karşısındaki Pavli adasında bir alternatif Kongre toplamıştır. Gizli bir matbaa kurar ve yayına başlar arkadaşlarıyla. Matbaanın teslimi istenir, Nazım direnir, vermez. Çatışma boyutlanmış, Nazım başkaldırmıştır.
1930’da Yurtdışından Hasan Ali Ediz tam yetki ile gelir. Komintern kararı ile Nazım, Özdoğu, Şamilof, Sarı Mustafa’nın partiden atıldıklarını açıklar. Ş. Hüsnü adına hareket etmektedir. 1933’te tahliye olan Kıvılcımlı ve Eczacı Vasıf’la birlikte partiyi yönetmeye başlarlar, araları iyidir. Yasal yayın faaliyeti sürdürürler. 1932’de 3. Kongre yapıldığı ve Hasan Ali’nin atıldığı iddia edilir. Ancak yönetim hâlâ ondadır. Ama karşı yönetim de ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde Ş. Hüsnü, 1928-35 arası Komintern’de Yürütme Kurulu üyesi olmuştur. 35’de çıkarılır. Bununla da kalınmaz, grup sürtüşmelerinden bıkılmış olsa gerek, TKP’nin faaliyetleri en alt düzeye indirilir, parti “likide” edilir.
1938’de Harp Okulu ve Donanma davası tutuklamaları gelir. Şiirleri ve şairliği dışta tutulursa, siyasal örgütsel yaşamı hakkında pek de olumlu konuşmak mümkün olmayan Nazım, kendisini ziyarete gelen bir Harb Okulu öğrencisini polis sanır, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Komünist Masası’na telefon açar. Tutuklama, Nazım’ın bu “ihbarı”yla başlar. Mahkemedeki savunmasında da kendisinin “muhbir” durumunda olduğunu, belirterek cezalandırılmaması gerektiğini ileri sürer. Ceza alır, ancak Dr. Hikmet’le birlikte gönderildikleri Çankırı Cezaevi’nde Emniyet kendisine makbuz ve imza karşılığı olarak 30 TL. yollar (Nazım, parayı almaz). Ama aynı zamanda, önceki tutuklamalarından birinde Kemal’e yazdığı af dilekçesinin benzerini bu kez Cumhurbaşkanı olan İnönü’ye hitaben yazar: “Öteden beri sizin sanayi kurma girişiminizi desteklediğim için, komünistler, aleyhimde: ‘Nazım Hikmet İsmet Paşa’nın uşağıdır1 diye beyanname dağıttılar.” Nazım, tahliyesinden sonra, 1951’de Sovyetlere kaçar. Şefik-Hasan Ali grubu tarafından parti bildirilerinde “Troçkist-polis muhalefeti” olarak suçlanmasına rağmen şiirlerinde savunduğu Stalin’in ölümü ve SBKP 20. Kongresi sonrasında, hiç değilse şiirlerinde gerekmiyorken, “bıyıkları çorbamızdan çekildi” diye yazar.
’38 Tevkifatı ve estirilen terörün bir sonucu da, tutuklanmamalarına rağmen “tam yetkili” H. Ali Ediz ve yardımcısı Eczacı Vasıf’ın Milli Emniyet’e yazılı olarak başvurup “bundan böyle komünist faaliyette bulunmayacaklarına dair” güvence vermeleri ve Ş. Süreyya ile V. Nedim Tör’den sonra açık tescilli dönekliği bir kez daha tekrarlamalarıdır.
Sınıftan kopuk aydın grupları arasındaki çekişmeler, tutuklamalar, ’35’de Ş. Hüsnü’nün Komintern Yürütmesinden çıkarılması ve ’37’deki faaliyetleri en aza indirme kararıyla dağınıklık ulu ortalaşır. Ve ilginç gelişmeler görülür: On yıldır yurtdışında olan Hüsnü 1939’da yurda döner. Dünya çapındaki anti-faşist cepheye Türk- Ordusu saflarında çarpışarak katılmak üzere. Türkiye Alman-Nazi ve Anglo-Fransız yanlılığı arasında yalpalamakta, dünya politikasında etkinliği öne çıkan taraftan yana bir “tarafsızlık” politikası gütmektedir. Abidin Nesimi’ye göre, Şükrü Kaya, Nazım’a şöyle der: “Türkiye büyük bir hızla Mareşal F. Çakmak inisiyatifi ile faşizme doğru kaymaktadır. Ben bütün gücümle bunu önlemeye çalışıyorum. Fakat buna gücüm yetmiyor. Beni devirdikleri anda Türkiye faşizmin kucağına düşecektir. Faşizm geldiği an, benden evvel siz tasfiyeye uğrarsınız. Sosyalistlik, komünistlik propagandasını bırakın. Faşizme karşı mücadelemde bana yardımcı olun.” Nazım, politika yapmaktan kaçınır, “ben şairim” der. Ancak iletilen bu uyarımı sonuçları olur; Alman Nazizmini, faşizmi hedeflemekle sınırlı ve İngiliz yanlısı hükümetle işbirliğini gözeten, “gereksiz” sosyalizm lafları edilmeyen “cephe taktiği” izlenmeye başlanır. Ş. Hüsnü”nün yakalattığı bir raporda söylendiği üzere, “R. Saydam (İngiliz yanlısı-Ö.D) hükümetinin iktidarda kalması bütün diğer ihtimallere müreccah görülmüştü”, yani tercih edilmişti. Hüsnü’nün yurda dönüşü bu çerçevededir. 1941-43 arasında Hüsnü orduda doktor yüzbaşıdır. 1. Paylaşım savaşında aldığı rütbe ve nişanları kullanmaktadır.
Bu dönemde, parti yöneticileri olarak, Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli, Zeki Baştımar, H. Özdoğu faaldirler.
Büyük Savaş’ın sonuçlanmasıyla birlikte dünyada demokrasi rüzgârları esmeye başlar, “estirici” güçlerden biri de Anglo-Amerikan emperyalistleridir. “İki büyük garp demokrasisi” olarak nitelendirilirler TKP tarafından. Hayaller alır yürür. Cemiyetler Kanunu’nda da değişiklik yapılmasıyla yasal partileşmeye girişilir. Anti-faşist cephe taktiği, somut değişiklikler dikkate alınarak geliştirilir. “Saraçoğlu (Alman yanlısı eski Başbakan-Ö.D) gibi (faşizm yolunda) en ileri gitmiş idarecileri temizlenmek şartıyla halk Partisine de yer verecek faşizme ve vurgunculara karşı demokrat mücadele cephesi adı altında bir teşekkül yaratmaya çalışmak” kararlaştırılır. TKP Plenumu Türkiye Sosyalist Partisi’nin kurulması kararı alır. TKP İstanbul Vilayet Komitesi Sekreteri H. Özdoğu, Sarı Mustafa ve Cezaevi yöneticiliğinden gelme Esat Adil Müstecaplıoğlu’dan oluşan üç kişilik Politbürosuyla TSP, 1946’da kurulur. Anlaşmazlık vardır, gruplar çekişmektedir, 1,5 ay sonra Ş. Hüsnü doğrudan İçendi etrafında Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ni kurar. İki parti de “iki büyük garp demokrasisi”ne ve rüzgârlarına rağmen 6 ay sonra kapatılırlar! Yeni bir tutuklama kampanyası başlatılmıştır.
’50 affı tahliyeleri ancak bir yıl dayanırlar. ’51’de daha büyük bir tutuklama kampanyası gelmiştir. Nazım gibi yurtdışına kaçanlar ya da Laz İsmail gibi zaten ’34’den beri orada olanlar dışında hemen tüm kadroları içine alan 167 kişilik tevkifatla zindanlar dolar. Hemen bir Kıvılcımlı dışta kalmıştır, o yavaştan ve yasal olarak kendi grubunu örgütleme peşindedir; Hüsnü ile de, diğerleri ile de arası açıktır.
Tevkifat olağanüstü tartışmalara, suç atmalara yol açar. Artık çatışanlar Hüsnü’nün kendisinden çok “adamları” olan gençlerle, örneğin M. Belli ile Zeki Baştımar’dır. Bu ikincisi, parti Teşkilatlanma Sekreteri’dir ve poliste yediği-içtiğini söylemeye varan yüzlerce sayfalık ifadesi vardır. Üstelik sorulduğunda, konuşmadığını söyler, ifadesi mahkemede onaya çıkar. Kıvılcımlı’nın yorumuna göre, Baştımar aldatılmıştır, açıklanmayacağı vaat edilerek ifadesi alınmış, ancak bu ifadeye dayanarak ceza dağıtılabileceği açısından sonunda mahkemede açıklanmış ve Zeki bey ne yapacağını şaşırmıştır. Üstelik mahkemede bir “pislik” daha ortaya çıkmıştır: Tevkifattan uzun süre önce bir Milli Emniyet albayı Baştımar’la ilişkiye geçip işbirliği teklif etmiş, Baştımar bundan kimseyi haberdar etmemiş, aksilik, bu olay da mahkemede ortaya çıkmış ve Baştımar bu görüşmeyi reddedememiş, ancak işbirliğini kabul etmediğini söyleyebilmiştir. Baştımar, Ş. Hüsnü-R. Fuat Baraner yönetici grubu tarafından bu iki nedenle partiden atılır. Atılmasına atılır, ama bir gün Moskova’da aniden Parti Genel Sekreteri olarak ortaya çıkacaktır.
1950 de cezaevinden çıkan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, uzun yıllar içinde ortaya koyduğu ciltlerle teorik malzeme sahibidir. Çalışmaları genellikle görmezden gelinmiş, ancak o da, görüşlerine sahip çıkıp yayacak bir taban oluşturamamıştır. Özellikle ’50 sonrası ayrı bir grup olarak örgütlenmeye yönelerek teorisiyle var olmaya girişir. 1954’de Vatan Partisi’ni kurar, ’57 seçimlerine katılır. Kitlelerden kopukluğu ilginç yöntemlerle gidermeye çalışır; bunlardan biri, seçim konuşmalarında İslamı dayanak olarak kullanmaktır. Yazımızın diğer bölümlerinde eleştireceğiz. Ancak bir-iki değinmede bulunmak gerekirse, Şefik Hüsnü ve genel olarak TKP’yi karakterize eden burjuvaziye bel bağlama yöneliminin dışında kalamadığı, ayırt edici özellik olarak buna orijinal teorik temeller hazırlamaya çalıştığı söylenmelidir. Dr. Hikmet’e göre, barbarların taşıdığı “ilkel sosyalizm taze kanı”, özellikle Do-ğu’da toplumları İlerlettiği gibi, Türk Ordusu’nun “devrimci geleneği”nin de maddi-manevi koşullarını sağlamakta ve toplumsal dönüşümün manivelası olarak oynayacağı rolü koşullandırmaktadır. 27 Mayıs sonrası Cemal Gürsel’e yazdığı bir açık mektup’ olan “2. Kuvayı Milliyeçiliğimiz”de bunu görürüz örneğin. Mektupta, Gürsel proletaryanın yoluna davet edilir ve ona bir Anayasa taslağı önerilir. Benzer bir duruma Kıvılcımlı 12 Mart’ta düşer. Muhtıra’yı, çıkardığı “Sosyalist” gazetesinin manşetinden “Ordu kılıcını attı” diyerek selamlar. Ordudan radikal ve sol bir atılım beklemektedir. Nisan’da yurtdışına kaçar. Zeki Baştımar-Laz İsmail TKP’yi ellerinde tutmaktadırlar ve tam bir modern revizyonist ihanet şebekesine dönüştürmüşlerdir. Dr. Hikmet’i kanserli ölümcül haliyle ortada bırakırlar, Bulgaristan ve D. Almanya’ya kabul edilmemesini sağlarlar. Partiden atıldığı açıklanmıştır. Rahat ölmesi bile engellenir.
BAĞLANTILI YA DA BAĞLANTISIZ, TKP DIŞI SOL
Modern revizyonist acente durumuna dönüşme sürecinde yaşanan dağınıklıkta Mihri Belli, “dış TKP”ye karşı bir mücadele yürütür. TKP, dışta kaldıkça sınıf mücadelesinden tüm yönleriyle kopar ve uzunca süre, başlıca. ’71 devrimci eyleminin yenilgisine kadar sınıf mücadelesine reformcu platformuyla bile katılamaz. Doğu Almanya’dan yayın yapan’ radyosuyla var olmaya çalkan TKP, kendisinden haberim dar olanların dilinde “hariçten gazel okuyucu”dur.
Mihri Belli ’60 sonrası MDD, teziyle ortaya çıkar. MDD’cilik, aslında göreceğimiz gibi, Şefik Hüsnü’nün görüşlerinin, Kıvılcımlı kökenli “ordunun devrimci geleneği” teziyle geliştirilen cuntacılıkla takviyeli olarak günün koşullarına uydurulmasından başka bir şey değildi. Feodalizm abartısıyla Çin devrim deneyi ve Mao’nun düşüncelerine öykünülmüştü; ancak esas yönüyle tezin özelliği “asker-sivil aydın zümre” önderliğini öngörmesi, proletarya önderliği ve demokratik ve sosyalist devrimlerin kesintisizliğini reddetmesiydi. Bu yönüyle, olduğu gibi Hüsnü’nün görüşlerinin tekrarından ibaretti. ’68 ve ’71 devrimciliğinin önderliğini yakalama şansı ve aslında bu harekete, Sovyet ve halk demokrasileri deneyleriyle arasında köprü kurma yoluyla katacağı şeyler de olan Belli, en başta yöntem olarak cuntacılık aracılığıyla burjuvaziye bel bağlama, düzeni hedeflemeye bir türlü yönelmeme, reformculuk ve yasalcılıkta ısrarıyla bu şansını kullanamadı. Revizyonizmin batakçılığına ölesiye düşman 68 gençleri ve 71 devrimcileri, eğer devrime ve kendilerine elini uzatsaydı, gönül hoşluğuyla Bellinin ardı sıra yürüyeceklerdi. Ama Belli ne düzenden ne Sovyet revizyonizminden kopmayı göze alabildi.
Mihri Belli devrim ve devrimcilere yerine getirmekten kaçındığı köprü olma görevini, eski ve yeni Aydınlık revizyonizmini birbirine bağlayarak gerçekleştirdi. Ş. Hüsnü ile D. Perinçek arasında köprü oldu. Başlangıçta Belli ile aynı görüşleri, aynı MDD tezini, aynı biçimiyle savunan Perinçek, sonra Belli’den koptu. Ünce, kendi cuntacılığını (kuşkusuz, “asker-sivil aydın zümre” önderliğinde) yapan Perinçek, sonraları sağ-kanat Maoculuğa yöneldi, örneğin 12 Mart döneminde cuntacılıkla Maoculuğu kaynaştırarak savundu. Başbakan yapılan Nihat Erim’e destek için talepler ileri sürdü. Sonra Ecevit’e destek verdi. Her zaman mutlaka destek verecek bir burjuva kliğiyle, devlet yerine hedef göstereceği bir başka burjuva kliği buldu. Örneğin programını MC Hükümeti karşıtlığına, bir başka sefer Sovyet emperyalizmi karşıtlığına daraltırken, karşıt burjuva ve emperyalist güçlerle birleşmenin teorisini yaptı; işi, “Türkiye Ordusu Sovyet sınırına” diyecek kadar orduyu sahiplenmeye ve stratejisini yönlendirme çabasına vardırdı. Bu yaklaşımı Ş. Hüsnü’den devralmıştı, hakkını veriyordu.
’60 sonrası oluşan kısmi demokratik ortam yasalcılığı beslerken aynı zamanda parlamentarizmi de çekici kıldı. İlk kez, sendika bürokratları aracılığıyla ve “işçi siyaseti”nin burjuvaca yapılması yoluyla da olsa “işçiler”le bağlantı kuruldu. Ondan fazla sendikacı, TKP ile bağlantılı Behice Boran gibi ilericiler ve ’50’li yıllarda sol renkli parlamenter bir parti için yaptığı temaslardan sonuç alamayınca bekleyen Aybar ve arkadaşları bir araya gelerek Türkiye İşçi Partisi’ni kurdular. Parti, “sosyalist devrim”i savunuyordu, ancak “sosyalizm” kurulu düzen çerçevesi içinde, öyle kırıp dökmeden ve düzenin manivelaları, başlıca parlamentosu kullanılarak ve bu parlamento içinde halkın çoğunluğunun oyları kazanılıp “iktidar”a gelinerek gerçekleşecekti! TİP, gittikçe daha radikal sloganlarla eylem alanına çıkan halk ve özellikle gençlik hareketinden koptu; oy peşinde, ama sınıf mücadelesinin dışında, yasalcılığıyla etkisini yitirmeye ve küçülmeye yöneldi. TİP, TKP ideoloji ve siyasetinin günün şartlarına uyarladığı değişik (parlamenter) bir versiyonunu savunmaktaydı.
Bunca yılın solcu düzenciliğinin tepkiye yol açmaması, karşıtını üretmemesi ve maddi toplumsal koşulları da uygun olduğunda bu tepkinin kendisini açığa vurmaması olanaksızdı. Anti-emperyalist, anti-faşist bir zemin üzerinde yükseldi düzen dişilik. Devrimci tepki, ideolojik-teorik temellerini bir çırpıda kırıp geçememesine rağmen, siyaset ve örgüt alanında, sol uzlaşmacılığı, burjuvaziye bel bağlamayı, yasalcılığı ve militan ve savaşçı olmayan örgüt ve ruh halini, ideolojik alanda henüz reformculukla hesaplâşamamış oluşun kısırlaştırdığı çerçevesiyle aştı, yürüdü. Deniz Gezmiş’le, Mahir Çayan’la, İ. Kaypakkaya’yla, THKO, THKP-C ve TKP/ML-TİKKO ile Türkiye devrim ve devrimcilikle tanıştı.
Sonra, düzen-içi solculuğun, siyasette burjuvazi önünde diz çöküşün, iktidar hedefsizliğinin, uzlaşıcılık ve reformculuğun, örgütsel alanda yasalcılığın, militan olmayışın, bürokratlığın ideolojik-teorik temelleriyle hesaplaşma süreci geldi. Bu, aynı zamanda küçük burjuva ideolojisi, siyaset ve örgüt yöntem ve biçimlerini aşma süreci de oldu. Devrimci zeminde komünizm, komünist örgüt fidanı boy attı. Ortaya çıkıp gelişmesi hiç de kolay olmadı, olmuyor. Sancıları yaşandı, yaşanıyor. Yılları alan süreç, bilinç, siyaset ve örgüt alanında burjuva öz ve biçimlerin kalıntıları aşıla aşıla ilerliyor. Ancak şurası kesin: Türkiye proletaryası kendi partisine sahip artık ve nereye nasıl gidileceği biliniyor. Sorun, yolu yürümek. Ortaya çıkan ve daha da çıkacağı kesin olan engel ve ayak bağlarını aşarak.
* * *
Modern revizyonist ihanet şebekesine dönüşünceye kadar TKP, ilk bir kaç aylık Mustafa Suphi dönemi bir yana bırakılırsa, sınıftan kopuk aydınların çekişme ve çatışma alanıdır. Ayak sürüyenler ama aynı zamanda pek de otoriter edalarla, yetkiyle ortada dolaşanlar, polisten hemen sadece Kıvılcımlı dışında sağlam çıkmayanlar, TKP’yi -aslında burjuvaziyle birlikte- yönete-gelmişlerdir. Düzenle, Kemalist kadrolarla TKP arasında bağlantı hep olmuştur. Devrimci harekete, grupçuluk, yetki sopacılığı yanında, döneklik, itirafçılık gibi uç ve poliste dirençsizlik ve bunun doğal karşılanması gibi bundan bir geri noktada şekillenmeleriyle düzen içi eğilimler, düzenden ve burjuvaziden kopmamış, dünya görüşü, siyaseti, örgütlenişi ve ruh haliyle sınıftan uzak bir küçük burjuva aydınlar topluluğu olan TKP’den aktarılmıştır. TKP savaşçı militan bir örgüt hiç olamamış, örneğin tevkifatlarda en küçük bir direniş göstermeksizin polis tarafından kolaylıkla ve neredeyse yurt içinde olan tüm kadrolarıyla ele geçmiş; örgütlü faaliyet tevkifat aralarında sürekli yeniden ve yeniden başlamıştır. Kolay tevkifatlar ve örgütün çökertilmesi, yalnızca dirençsizlik ve militan olmayışın değil, aynı zamanda yasalcılığın da bir ifadesi ve göstergesi durumundadır. TKP yöneticileri, hemen her durumda yasal olarak mevzilenmiş pozisyonlarıyla yeni bir tutuklanmaya açık olmuşlar, TKP’nin gizli bir yeraltı örgütü oluşu yalnızca lafta kalmış, örgüt hiçbir zaman düzen örgütü olmaktan öteye geçememiştir. Bu hastalıkların da devrimci hareket üzerinde hâlâ şu ya da bu düzeyde etkilerini sürdürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Örneğin Dev Yol, bugün yalnız pratik örgütsel yaşamıyla değil ideolojik siyasal tutumuyla da TKP geleneğinin sürdürücüsü, hatta günümüzün TKP’si durumundadır.
Herhangi bir devrimci örgütün TKP örneğinde görülen zaafları olabilir. Yasalcı hatalar içine düşmüş, poliste çözülmüş, hatta itirafçılığa savrulmuş yönetici ve kadroları olabilir, zaman zaman içinde grupsal ve kişisel çatışmalar yaşanabilir. Ancak TKP açısından bunlar hata boyutunun ötesindedir. Yasalcılığın sürekli kılınması, gruplar ve çekişmelerinin devamlılığı, polis tavrı olumsuzluğunun arızi olmayışı ve yaşandıkça bu zaafların üzerine gidilmeyişi, örneğin poliste olumsuz tutum alanların yöneticiliklerinin devamı, TKP’yi zaaflı değil zaafın kendisi kılmış; devrimci olabilmek için TKP geleneğinin kırılmasını boyuna borç etmiştir.
Kuşkusuz, zaaf TKP’nin bu durumu, onun ideolojik siyasal duruşu ve tutumlarının, sınıf konumunun bir sonucudur, yoksa kadrolarının kötü niyetinden kaynaklanmamıştır.
ŞEFİK HÜSNÜ ÜZERİNE ÖZET
TKP’ye ideolojik siyasal olarak damgasını basan, grupların varlığı ve çekişmesine ve kendisi de bir grubun başı olmasına rağmen, ’25’deki 2. Kongre’den ’50’lerdeki ölümüne kadar resmen Parti Genel Sekreteri olan Şefik Hüsnü olmuştur. Parti içinde onunla çekişenler, onunla nüansları tartışmışlardır. Yalnız Kıvılcımlı kapsamlı orijinal görüşleriyle parti içinde farklı ve özel bir yere sahip olmuş, özel teorik bir temel geliştirmiş, ancak o da, genel teorik temelle uyum ve birliğini korumuştur.
Şefik Hüsnü’nün ve TKP’nin ideolojik siyasal tutum ve yaklaşımlarını karakterize eden ise, başından sonuna ve partinin bir türlü eleştirip aşmak için çaba içine bile girmediği sınıf işbirliği çizgisi olmuştur. Burjuvaziden kopamayış, onunla birlik ve bel bağlama, proletarya iktidarı perspektifine hiçbir zaman sahip olmama ve iktidardaki burjuvaziyi “yönlendirme”ye çalışma ve tavizler vermeye zorlama, izlenen çizginin özünü oluşturmuştur. Burjuva düzen bir çerçeve olarak kabul edilmiş, tüm yaklaşım ve politikalar bu çerçeve içinde geliştirildiği gibi, parti faaliyetinin yürütüldüğü zemin de burjuva düzen ve onun yasallığı olmuştur.
Çeşitli dönemlerde izlenen siyasal çizginin somut amaç ve hedefleri ve bunun gerekçeleri değişmiş, ancak çizginin belirtilen özünde değil değişiklik, bunun girişimi bile olmamıştır.
Şefik Hüsnü, 1924 Haziran’ına kadar Kemalistlerin yalnızca milli ve demokratik devrimi değil sosyal devrimi de gerçekleştirerek, ulusal kurtuluşun yanında sosyal kurtuluşu da sağlayabileceğini iddia etti. Ona göre, Kemalistler tefeci-ticaret burjuvazisinin (hem de toprak sahipleriyle ittifak halindeki) temsilcisi değil, sınıflar-üstü niteliklere sahip devrimcilerdi! Yapılacak tek şey, onlara proletaryanın “en kestirme” yolunu göstermekti! ’24’e kadar Hüsnü, yalnızca devrimi sosyal devrime kesintisiz olarak bağlamak açısından kaçınılmazlıkla gerekli olan ulusal ve demokratik devrimde proletaryanın önderliğini ve bunun için mücadele etmek gerekliliğini reddetmekle kalmadı; burjuvaziyi ileriye itmek “görevi” dışında, siyasal ve sosyal devrimi tümüyle burjuvazinin eline terk etti. Kemalistler zaten ulusal kurtuluşu gerçekleştirmişler, demokratik reformları yapıyorlar ve feodalizmin tasfiyesi için savaşıyorlardı, burjuva demokratik devrimi tamamlama olanakları vardı; ama önemlisi, sosyal devrimi gerçekleştirme ihtimalleri de vardı. Bu yaklaşım, sonranın “asker-sivil aydın zümre” cuntacılığının (Belli, Perinçek) olduğu gibi, “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” ve “ileri demokrasi” modern revizyonist tezlerinin (Z. Baştımar, Laz İsmail) de çıkış noktası oldu. Hem Hüsnü ve hem de onun izini sürenler, uygun uluslararası koşullarda (ki bu koşulu, başlıca Sovyetler Birliği’nin varlığı sağlıyordu) burjuvazi ya da sınıflar-üstü temsilcilerinin sosyalist devrime ve sosyalizmin inşasına girişebileceklerini düşündüler.
Ş. Hüsnü ’24’de “özeleştiri” yaptı:
“… Başlangıçta henüz siyasi inançları ve sınıfsal vasıfları şekillenmemiş bazı ülkücü önderlerin Kurtuluş Savaşımızı gereği gibi başardıklarını ve değeri inkâr edilmez bir siyasi devrimi başlattıklarını dikkate alarak Cumhuriyet yöneticilerine geniş bir kredi açmıştık… Bizim gibi halkı yoksul ve orta hallilerden ibaret olan bir ulusun yabancı kapitalizmin sömürü ve tahakkümünden uzak kalmasının, ancak ulusun büyük çoğunluğunu teşkil eden işçi ve köylü sınıflarından güç alan, kolektif yaşayışa dayanan ekonomik kuruluşlarla mümkün olabileceğini ileri sürüyor ve yazılarımızda bu yönde devrimimizi derinleştirmesini hükümetimizden temenni ediyorduk. Bu suretle mukadderatımıza hâkim olanlara, bizi kurtuluşa götürecek olan en kestirme yolu gösterdiğimiz kanısındayız… Biz özellikle uluslararası koşulların baskısı altında, bazı kökten tedbirlere başvurma zorunluluğunun duyulacağını mümkün görmüştük. Olaylar bunun da olamayacağını gösterdi.” (Seçme Yazılar, sf.218)
TKP 24’e kadar bütün politikasını Kemalistlerin “sosyal devrimciliği” üzerine kurdu; çünkü Hüsnü’ye göre Kemalistlerin siyasal devrimi tamamlaması ve sosyal devrime girişmesi öyle pek küçük bir ihtimal değildi:
“Halk Millet Meclisi’nden, her şeyden önce savaş ile beraber ortadan kalkması gereken yasal konuların düzeltilmesini veya ortadan kaldırılmasını beklemektedir. Bu fırsatla Meclisin çoğunluğu işçi ve köylü geniş halk kitlelerine dayanarak mı yoksa bazı imtiyazlı zümre çıkarları adına mı faaliyette bulunmak niyetinde olduğunu gösterecektir.
Biz bu şıktan birincisinin gerçekleşeceği kanısındayız ve toplumun selameti adına böyle olmasını bütün varlığımızla temenni ediyoruz.”(Agy, sf.l64)
“Siyasal inançları ve sınıfsal vasıfları şekillenmemiş ülkücü önderler”, nasıl bir sınıf tutumu alacağına dair “niyeti” belirsiz Meclis ve egemenlerden proletarya ve halk yanlısı, “kolektif yaşayışa dayalı ekonomik kuruluşa”, yani sosyalizme yönelme ve geçiş “bekleyen” ve halka bu beklentiyi öneren bir Ş. Hüsnü. Onun sosyalistlik bir yana devrimcilikle bir ilgisinin varsayılamayacağı açıktır.
Hüsnü’ye göre, burjuvazi ile proletarya arasındaki siyasal ilişki, demokratik ve ulusal devrimde önderlik mücadelesi, proletarya açısından burjuvazinin etkisinin kırılması ve özellikle köylülüğün burjuvazinin değil kendi yedeği edinilmesi uğruna stratejik bir yaklaşım ve faaliyeti dayatan bir ilişki olmadığı gibi, sosyalist devrim için burjuvazinin devrilmesini dayatan bir ilişki de değildir; Kemalistleri her iki devrim açısından önder kabullenme ve etkileme, ileriye itme, yönlendirme ve ondan haklar talep edip tavizler koparma ilişkisidir. Kemalist Hükümet üzerine Hüsnü şunları yazar:
“… Kapitalist burjuva sınıfı pek küçük ve zayıf bir azınlık, işçi ve köylü sınıfı ise büyük bir çoğunluk teşkil ettiği için sınıf mücadelesi, yabancı kapitalist ve bunların uyduları durumunda kalan yerli eşraf ve servet sahibi ile halk arasında olur ve çoğu halde bir ulusal mücadele şeklini alır. Şimdiye kadar yerli hanedan hükümetleri bu mücadelede daima kapitalistlerin -yani ulus düşmanlarının- tarafına geçmişti… Bundan sonra iktidar gücünü ulusal egemenlikten alan halk hükümeti emeğin -yani ulusun- tarafına geçmeli ve bir iş ve işçi hükümeti olmalıdır. “(Agy, sf.176-77)
Kemalist Hükümet zaten halk hükümetidir, ulusaldır, ulusal amaçlara sahiptir, “gücünü, ulusal egemenlikten alan” bir hükümettir, üstelik sınıf mücadelesi böyle geri bir ülkede genellikle ulusal mücadele şeklini almaktadır; bu durumda, ulusal amaçlara sahip “ülkücü önderler”in, onların hükümetinin, ulusal selamet açısından, ulusun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin sosyal kurtuluşu için mücadeleyi sürdürmeye yönelmeleri olabilir ve büyük bir ihtimaldir, bu yöne sevk edilmeli, bir “iş ve işçi hükümeti olmalıdır”lar! Kemalistlerin ulusal bakış açısı onları sosyalizme girişmeye kuşkusuz elvermezdi, ama Hüsnü’nün proleterlikle ilgisiz ulusal (doğal ki, burjuva) bakış açısı, ona, proletaryanın ancak körce destekçisi olacağı ulusal amaçların sosyalizme bağlanabileceği burjuvaca yorumlarını yaptırtmıştır. İktidar görevi Kemalistlere, destekçilik ve beklentiler peşinde koşuş proletaryaya: Hüsnü yaklaşımının özü budur ve O, bu öze ölümüne dek sadık kalmıştır.
’24 Haziranı sonrası, “özeleştirisi”nde görüldüğü gibi, Hüsnü, Kemalistlerin “sosyal kurtuluşçuluğu’ndan umudunu keser. Başka türlü görünüşü kurtarmak, dağınık durumda ama Komintern’le bağlantılı TKP’nin başına geçmek olanaklı olmayacaktır. Çizgi, bu kez, Kemalistlerden sosyal devrim bekleme dışında aynen korunup sürdürülür. Yine iktidar Kemalistlere ve destek görevi proletaryaya düşer!
Sosyal kurtuluş beklentisi dolayımıyla değişiklik, çizginin özüne ilişkin olmaz. Kemalist sosyal kurtuluşçuluktan umut kesme, ’24’e kadar savunulan, burjuvazi ve proletaryanın rolleri ve ilişkisini Menşevik tarzda ele alışta bir değişikliği içermez, tersine bu yaklaşım derinleştirilir. Değişiklik, yalnızca Kemalistlerin sınıflar-üstü ülkücü önderler olmaktan küçük burjuvalığa “terfi” ettirilmeleriyle sınırlı kalır. Demokratik devrimde proletarya önderliği için burjuvazi ve Kemalistlerle mücadele ve köylülüğün kazanılması yerine, ulusal kurtuluşu gerçekleştirip emperyalizme karşı mücadeleyi sürdürdükleri ve feodalizmin tasfiyesine giriştikleri, burjuva demokratik devrimi tamamlayarak sosyalist devrimin koşullarını olgunlaştıracakları gerekçesiyle Kemalistlerin desteklenmesine devam edilir. Demokratik devrimde “iki taktik” yoktur, taktik tektir; siyaseti burjuvazi yapacak, onun iktidarı kabullenilecek ve ona destek verilerek tavizler koparılmaya çalışılacaktır. Hüsnü, proletaryanın demokratik devrime önderlik ederek ve işçi köylü demokratik diktatörlüğünü gerçekleştirerek, onu proletarya diktatörlüğüne dönüştürerek kesintisiz sosyalizme yürümesi Leninist tezini hiç savunmamış, bu yaklaşımla başlıca köylü ve ulusal yedekleri kazanmayı perspektif edinmemiş, tersine, köylülüğü, kendisi tefeci nitelikli feodal burjuvazinin temsilcisi Kemalistlerin şenine terke-derken, onların “cılız anti-emperyalizmi” (Stalin) ve olmayan anti feodalizmleri (“Kemalist devrim toprak devrimi ihtimaline karşı…” -Stalin-) lehine, Şeyh Sait örneğinde olduğu gibi, ulusal başkaldırıların kanla bastırılmasında Kemalistlere destek vermiştir. Hüsnü siyaseten iktidarsızdır, iktidar için mücadeleden, emekçi halkı iktidara hazırlamaktan her zaman uzak durmuş, demokratik ve sosyalist devrimler arasındaki -proletarya önderliği dolayımıyla- kopmaz bağı yadsımıştır. Dolayısıyla Hüsnü devrimde, bu kez demokratik devrimde burjuvaziye bel bağlamayı ve ona destek vermeyi sürdürür. Örnek vermek gerekirse:
“Türkiye’de milli devrimci hareket kuşkusuz ilerici bir etkendir. Bu hareket, toplumu feodalizmin ve padişahlığın kalıntılarından temizleyerek proletarya devrimine yaklaştırmakta, emperyalizmi can evinden vurmaktadır. Bu nedenlerden dolayı onu desteklemeliyiz.” (Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, sf.49)
Gerçek, Kemalistlerin anti-emperyalizminin cılız ve onların emperyalizm karşısında uzlaşmacı oldukları ve üst yapıda bazı demokratik reformlar (hilafetin kaldırılması, Sultanlığın ilgası ve diğer bazı yasal düzenlemeler) dışında, her şeyden önce kendi tefeci niteliği nedeniyle feodalizmle karşıtlık değil ittifak ve birlik halinde bulundukları şeklindeyken, Hüsnü, kendi hayallerini burjuva destekçiliğinin gerekçeleri yapmıştır.
“…burjuva devriminin henüz sona ermediğini unutmamak gerekir. Ülkemizde derebeylik kalıntısı olan geleneklere, eğilimlere ve kurumlara hâlâ yer yer çok yaygın olarak Taşlanmaktadır. Bunlar ekonomik düzeyimizin hızla yükselmesine ve işçi sınıfımızın serbestçe örgütlenmesine engel oluyorlar. Bu alanda yolumuzun düzeltilmesi işçi sınıfı için hayati bir önem taşır. Geçmişin tutsağı olmaktan bizi kurtarmak ve çağdaş ihtiyaçlarla uyuşmayan yönetim kurumlarını silip süpürme işim Cumhuriyet partisi yerine getirmiş bulunuyor. Sınıfsal durumu gereği bu parti bu tür uygulamalarda tereddüt etmeye, ileri gitmeye zorunlu kalmadıkça köklü tedbirler almamaya yakındır. Bu tereddütleri gidermek, Cumhuriyet hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak, bulunduğumuz dönemde işçi sınıfının ihmal edilemeyecek bir görevidir.” (Seçme Yazılar, sf.219-20)
Hüsnü demokratik devrimde proletaryaya biçtiği görevi açık olarak formüle eder: Burjuva partinin tereddütlerini gidermek, hükümeti ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak. Görevin çerçevesi, destektir; proletaryanın, ona göre, önderlik için mücadeleye ve demokratik devrimi kendi önderliği altında gerçekleştirerek işçi köylü diktatörlüğüyle taçlandırmasına ihtiyacı yoktur. Burjuvazi demokratik devrimi tamamlayarak proletaryanın örgütlenmesi önündeki engelleri temizleyecek, yolunu düzleyecek ve Hüsnü’nün demokratik devrimden Menşevikçi kopardığı sosyalist devrim ve onun için mücadele sonraki bir tarihte başlayacaktır! Proletaryanın demokratik devrimde sosyalist görevleri yoktur! “Bugün” için ekonomik mücadele ve tavizler için zorlama ile yetinilmelidir. Bu, açıkça ilan edilmiştir:
“İşçilerimiz bugün mesleki dernekler çerçevesinde toplanıp ekonomik çıkarlarını savunacaklar, yarın da yoksul köylülerle birlikte bir sınıf partisi kurarak… Türkiye halkını gerçek bağımsızlık ve kurtuluşa kavuşturacaklardır.” (Agy, sf.281)
Ve verilen desteğe karşılık tavizler koparma siyaseti:
“Şimdiki yönetim karşı devrimin şiddetli bir saldırısına uğrarsa, işçi sınıfı Anadolu’nun genç burjuvazisi ile devrimin sonuçlarını savunacaktır, bu kesindir. Fakat bu yardımına karşılık asgari isteklerini gerçekleştirmeye ve devrimcilikte her gün biraz daha ileri gitmeye Cumhuriyet yönetimini zorlamazsa bilinçsizlik etmiş olur.”(Agy, sf.23D
Aslında feodalizm de “anti feodal” burjuvazinin tabandan “zorlanması” ile tasfiye olunacaktır:
“… Anadolu’da ekmeğini topraktan çıkaranların büyük bir kısmı topraksızlıktan muzdarip olduğundan derhal buna bir çare bulunmasını istemekte haklıdırlar… Buna dayanarak ilgili kitlelerin karar verme yetkisine sahip olanları, doğrudan doğruya acele olarak faaliyete sevk etmek için baskı yapmaları gereklidir. “(Agy, sf.289)
İşte, isçilerin taviz koparmak için yapmaları gereken baskıya bir örnek:
“… acele olarak sendikalar kurmaya izin veren bir kanun çıkarılmalıdır. Aksi halde üretici kitlelerin Cumhuriyet hükümeti hakkındaki güvenlerini yitirmelerinden korkulur.”(Agy, sf.259)
Zorlamanın zorlama ile, baskının baskı i’e ilgisi de yoktur, kısacası, aşağıdan örgütlü güçler ve eylemleriyle yapılmasına girişilecek bir zorlama ve baskı da öngörülmemekte, Kemalistlerin, taviz vermezlerle kitlelerin güvenini yitirecekleri “tehdidi” ile ürkütülmesi-ne çalışılmaktadır. Onlar da deneyin gösterdiği gibi pek ürkmüşler ve canları sıkıldığı zaman tevkifatlara yönelmişlerdir!
Şefik Hüsnü zaman içinde ve özellikle Komintern YK üyeliği döneminde Kemalistlere karşı kullandığı dili, onların niteliği, yapabilecekleri, yaptıkları ve bunların etkenlerine ilişkin değerlendirmelerini sertleştirdi. Özünü değiştirmedi, ama sertleştirdi, başka türlü konumunu ve yerini koruma olanağı bulunmuyordu.
Aynı durum, 1926 Viyana Konferansı’nda kabul edilen, bir Komintern komisyonu tarafından hazırlanıp KEYK tarafından onaylanan, Marksizm’in temel ilkeleri karşısında lafzıyla devrimci (Türkiye’ye ilişkin değerlendirmeler, -örneğin ülkenin yarı sömürgelikten kurtulmuş varsayılması-, devrimin görevleri ve müttefikleri gibi konularda program yanlıştı) ama Hüsnü ve arkadaşlarınca hiçbir zaman uygulanmayan TKP Programı’nı “kabullenmesi” söz konusu olduğunda da geçerliydi. Hüsnü kendi ideolojik siyasal yaklaşım ve tutumlarıyla çelişen bir belgeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Her zaman o burjuvaziyi “zorlamaca çalışacak değildi ya! Sertleşme örnekleri:
“İktidara geldikten sonra milliyetçilik, geçmişe ait olan ve akılcı kapitalist sömürü ile bağdaşmayan tüm mirası her bakımdan tasfiye edene kadar devrimci uygulamalarını sürdürdü.” (Komintern Organlarında Konuşmalar, sf.50)
Tarih, 1927’dir; Hüsnü, Kemalistleri yarım yamalak da olsa kapitalistlikle nitelemekte, ancak onlara kapitalizm öncesinin devrimci tasfiyecilik görevini hala yüklemektedir. Anti-feodal tasfiyecilikte, Hüsnü, Kemalistleri samimi bulmaktadır: “… Burjuva devrimini kuvvetle ve samimi olarak sonuna kadar götürmeye kararlı olan… Burjuvazi…” (Agy, sf.142)
’32’de daha da sertleşmektedir:
“… büyük toprak ağalarının ve Müslüman din adamlarının ayrıcalıklı iktisadi ve toplumsal durumunu hedef almak zorunda kaldılar. Milli zaferin hemen ardından, kısmen hala silahlı olan emekçi kitleler Kemalist burjuvaziyi, feodal kalıntıları tasfiye işini tamamlamaya zorladılar. Kemalist burjuvazi bunu istemeye istemeye yaptı.” (Agy, sf.218)
Ş. Hüsnü ne tutarlılığı ne de özeleştiriyi gereksinmiş, görüş ve tespitlerini sürekli değiştirmiş, ama mutlaka özünü korumaya devam etmiştir. Kemalistler sonunda kesinlikle burjuvadırlar artık, Hüsnü bunu kabul etmiştir ve üstelik Marksistlik görünüşünü kurtaracak daha uygun “burjuvaziyi zorlama” yolları yaratmaya yönelmiştir. Kemalistler, “samimi” ve “kararlı” burjuva devrimciliğinden kesinlikle gerçekte var olmayan “silahlı emekçi kitlelerin zoru” ile gönülsüz devrimciliğe rütbe tenziline uğratılmışlardır. Bu, Komintern’e yaslanmayı sürdürebilmenin gereği olmuştur. Marksizm’e verilmiş tavizdir.
Hüsnü’ye göre, ülkenin kapitalizmin geliştirilmesi yoluyla sosyalizme yöneltilmesinden başka çare yoktur ve kuşkusuz proletarya önderliğinde bir demokratik devrim savunulmadan bunun başka yolu da yoktur: burjuvazinin iktidarı ve kapitalizm. Hüsnü bu görüştedir ve bu konuda da burjuvaziye akıl vermeyi görev edinmiştir:
“hızla ilerlemek ihtiyacı, yerli kapitalizmin tek tek çabalarıyla amaca ermenin imkânsızlığını bize anlatır. Üretim alanında az zamanda çok iş çıkarmanın tek yolu, ulusal çabalarımızı ortak ve belirli bir amaca bizzat devletin yöneltmesidir. Özel deyimle vakit geçirmeden bir devlet sermayedarlığı yapmaya koyulmalıyız. Biz bugün sosyalist olarak yalnız bunu temenni ediyoruz.’ (Seçme Yazılar, sf.212)
Ve bu “devlet sermayedarlığı”, tekelcilik olmalıdır: Tekel bu güç işi başarmak için akla gelen çarelerin en pratiği, en etkilisidir.”(Agy, sf.262)
Kapitalizmin buhran dönemidir ve Sovyetler Birliği Türkiye’de fabrikalar kurmaktadır. Kapitalizmi ve üstelik tekelci kapitalizmi, devlet tekelciliğini savunmanın tam zamanı olduğunu düşünmüştür Şefik Hüsnü. Ve o, solcu burjuva liberallere varıncaya kadar uzun süre tüm solu etkileyen “özel teşebbüsçülüğe karşı devletçilik” taraftarlığının Türkiye’de formüle edicisi olma şerefini taşımıştır:
“Kaynaklarımız, milletin ortak malı olarak devlet tarafından işletildiğinde, Avrupa kapitalizminin istila emellerine set çekildiğinden başka, geniş halk kitlelerinin çıkarları da kısmen tatmin edilmiş olacaktır. Çünkü devlet tekeli, açıkladığımız gibi tütün, ispirto gibi maddelerle sınırlı kalmayıp demiryolu, orman, maden işletmeleri, dış ticaret vb. içine alacağından, yerli burjuvazimizin büyük kapitalist olması olanağı gereği gibi azalacaktır. Geliştiği ve örgütlendiği oranda egemenliğini kurmaya başlayacak olan halk kitleleri, bu ekonomik koşullar gerçekleşirse, karşılarında kapitalistten değil, devlet ekonomisini elde tutan unsurlardan oluşan bir burjuvazi bulacaktır. Ve biz bununla hesaplaşmanın daha kolay olacağını sanıyoruz.”(Agy, sf.266)
Hesaplaşacağından değil kuşkusuz, çünkü böyle bir yönelimi yoktur Hüsnü’nün. O, bu kez artık burjuvaziyi yönlendirmeye çalışmaktan çok, emekçi kitleleri kapitalizme yönlendirmeye, ikna etmeye çalışmakta, bunun için dil dökmektedir. Kapitalizmde ekonomik mücadele ve bunun aracılığıyla sosyalizm için güç toplama! Belki, yarın…
Şefik Hüsnü, sınıf işbirliği ve burjuvaziye ya da onun gruplarından birine bel bağlama, onu “zorlama” ve “tavizler koparma” siyasetini 2. Dünya Savaşı ve anti-faşist mücadele perspektifi açısından da sürdürdü. Kemalist diktatörlüğe faşizmi yak ısınamayan Hüsnü, Alman Nazizmi yanlısı Saraçoğlu ve onu destekleyen burjuva grubu düşman ilan etmekle yetinerek, Amerikan ve İngiliz emperyalizmini ve onlarla işbirliği halinde olan egemen sınıf kanadını yalnızca dost değil, dayanılacak ve desteklenecek bir güç olarak gördü. Faşizme karşı mücadeleyi devlete karşı bir mücadele olarak görmüyordu; “anti-faşist mücadele”si, her şeyden önce kapitalizm çerçevesinde kalmakla reformcu bir nitelikteydi. Öte yandan o, faşizmin toplumsal temelini genel olarak tekelci burjuvazi değil, faşizmin iktidara geldiği ülkelerin tekelci burjuvazisiyle sınırlayarak kapitalist devlete karşı mücadeleden olduğu gibi, genel olarak tekelci kapitalizme ve özellikle Alman ve İtalyan faşizmiyle mücadele halindeki emperyalistlere karşı mücadeleden de kopararak daraltıyor, mücadeleyi reformize ediyordu. Buradan emperyalizmin demokratlığı ve ülkede demokrasiyi teşvik edip destekleyeceğine ilişkin hayaller gelişti:
“… Halk Partisi’nin idare edici kadrosu, başta Saraçoğlu ve arkadaşları olmak üzere, şüphe götürmez bir tarzda Sovyetlere aleyhtar ve Londra’nın Sovyetler Birliği ile dostluk ve işbirliği siyasetine açıktan açığa hasımdır. Bundan ötürü, iki büyük Anglo-Sakson demokrasisi de Türk hükümetinin ömrünü bir gün bile uzatmaya yardım etmek şöyle dursun, idare mekanizmasının demokratlaştırılması hususunda nüfuzlarını kullanmak suretiyle içerdeki demokrat kuvvetler cephesini desteklemek zorundadırlar. Bunun da memleketteki tek fırka hâkimiyetinin ve otoriter idarenin yıkılmasını ve Türkiye’de hakiki fiili demokrasi devresinin açılmasını çabuklaştıracağı besbellidir.” ( Ş. Hüsnü’nün yakalattığı rapordan)
Hüsnü’ye göre, ABD ve İngiliz emperyalizmi demokrasi gücüdür, Türkiye’ye demokrasi getirmeyeceklerse bile getirilmesini çabuklaştıracakları kesindir! Demokrasi karşıtı olanlar, Alman vb. faşistleriyle ülke içindeki işbirlikçilerinden ibarettir! Hüsnü faşizmin yıkılışını, emperyalistler ve gericiler arası çelişme ve mücadeleye bağlarken devrimin çok ama pek çok uzağındadır. Şimdi artık genel olarak Kemalistlere değil, burjuvazinin bir kesimine karşı diğer kesimine, emperyalist “demokrasi” devletlerine bel bağlamaktadır. Her koşulda ayrı ayrı var edilen destek verilecek burjuva güçler, Dünya Savaşı koşullarında, dışarıda Anglo-Sakson “demokrasileri” içerde ise onlarla işbirliği halinde olanlar, örneğin 1942’ye kadar süren Refik Saydam ve hükümetiydi. Raporda şöyle yazılıdır:
“… Kendisine (Refik Saydam hükümetine -Ö.D) sürekli olarak hücum eden yerli faşist harekete paralel bir duruma düşmekten ve kabine çekilecek olursa, o sıradaki şartlara göre, yerini daha ziyade Almanlara dost unsurlardan tamamıyla faşist eğilimli bir hükümetin geçmesi ve dış siyasette büsbütün müttefik devletlerden yüz çevirmesi muhakkak olduğundan, günün geçerli ve maddi şartlarına göre ve sol demokratik hareketin olgunlaşmaktan çok uzak bulunması dolayısıyla inkılâp hareketi için R. Saydam hükümetinin iktidarda kalması bütün diğer ihtimallere tercih edilmişti, inkılâp hareketi daimi surette onun yarım tedbirlerini ve sallantılarını eleştirmek, halk menfaatine ve demokrasi ve hürriyet lehine cesur ve sert tedbirler almaya kendisini zorlamak, kendi bağımsız inkılâpçı siyasetini daima ortaya koymak suretiyle ona karşı hoşgörülü bir tavır sürdürecek, çekilme meselesini ileri sürmekten sakınacaktı.”(Agy)
Yine “zorlama” ve destek! Ve bunlar faşist R. Saydam hükümeti için söz konusu ediliyor. Alman faşizmi ve işbirlikçilerinden duyulan korku, Anglo Amerikan “demokratlığı”na ve onların faşist işbirlikçilerinin kucağına savurmuştur. Cephe bütün bu gerici unsurları kapsayacaktır. Koşullar gerektirdiğinde bu tür cephelerde kurulmaz değildir ama öyle “zorlama” aracılığıyla değil. Sovyetler Birliğinin İngiliz ve Amerikalılarla kurduğu cephede olduğu gibi kendi güçlerine, silahlı güçlerine dayanarak ve emperyalizm ve faşizmden hiç de demokrasi çabuklaştırıcılığı beklemeden. Yoksa o tür düşmanlar bir başka düşmana karşı olsa dahi, cepheden söz açan devrimci ve hele komünistleri ciddiye ve dikkate bile almazlar. Hüsnü de ciddiye alınmaz ama öngörür:
“… Saraçoğlu gibi en ileri gitmiş idarecileri temizlenmek şartıyla Halk Partisine de yer verecek faşizme ve vurgunculara karşı demokrat mücadele cephesi adı altında bir teşekkül yaratmaya çalışmak kararlaştırılmıştır.” (Agy)
Saraçoğlu hükümeti kurulduktan sonra ise, Hüsnü’nün “sol demokratik hareket olgunluktan uzak olduğu” gerekçesi ortadan kalkmadığından, gerçekçi olanak olarak yeni bir R. Saydam hükümetini öngörüp önerdiğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Burjuva demokrasili ülkelerde bile bu sınırlılığıyla alındığında oportünizm olacak R. Saydam hükümetini işbaşındayken “demokrasiyi korumak” adına desteklemek, işbaşında olan faşist Saraçoğlu hükümetine karşı ise “demokrasiyi kazanmak” adına yine Saydam’ın kuracağı bir hükümeti öngörmek, Hüsnü’nün “kırk katır mı kırk satır mı” mantığını hiç aşamadığının bir örneği olarak kabul edilebilir.
Savaş sonrasında, özü değişmez Ş. Hüsnü yaklaşımı, yine onun koşullara uygun taktiklerine yön vermek üzere gereğince sergilenmiş, savaş içindeki tercihe şayan Anglo-Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçileri taktiği, o “demokrasi” havası içinde yaşama geçirilmiştir. Bu kez etrafında dolaşılan Demokrat Parti’dir, CHP’den ayrılan Mareşal Fevzi Çakmak’a varıncaya kadar çeşitli kaşarlanmış bürokratlardır.
Ş. Hüsnü bu sınıf işbirliği ve burjuvaziyi ya da gruplarını destekleme ve zorlama ama hiçbir zaman devrim için hazırlığa girişmeme, proletaryaya dayanmama ve onun devrimde önderliği için gerekenleri yapmama ve iktidarı amaç ve hedef edinmeme ve sosyalizm için hiç çalışmama çizgisini ne yazık ki mezara da götürmemiş, kendinden sonra gelen sınıf işbirlikçilerine gelenekleşmiş bir miras olarak aktarmıştır.
Ocak 1993