I
SİSTEM İÇİNDE “SOSYALİZM”: “YÖN”CÜLÜK
27 Mayıs sonrasında, Türkiye aydınlarının tartışma gündeminin başlıca maddesini, “Ülkenin hangi yoldan kalkınabileceği” sorusunun oluşturduğunu ve başlıca siyasal ayrımların da, soruya verilen cevap ekseninde biçimlendiğini, yazımızın daha önceki bölümünde görmüştük. Tartışmanın, özellikle gelişen işçi sınıfı hareketinin etkisiyle, giderek daha net bir sosyal zemine oturmasının entelektüel düzeydeki ilk sonucu, “sol” içerikli ve “sosyalist eğilimli” bir yayın faaliyetinin doğup gelişmesi ve tartışan grupların bu yeni eğilim bakımından ayrışması oldu. Bu, söz konusu tartışmanın, “kalkınma davası” üzerine olmaktan çıkarak, bir rejim-düzen tartışması halini almasının da başlangıcını oluşturur.
1962 yılında yayınlanmaya başlayan YÖN dergisi etrafında toplanan bir grup aydın, derginin yayıncısı Doğan Avcıoğlu’nun teorisyenliğini ve örgütleyiciliğini yaptığı bir akım olma özelliğini, bu tartışmada tuttukları yer kadar, ileri sürülen tezlerin gerçekleştirilmesi yolundaki ciddi darbeci örgütlenme tarzlarıyla da kazandılar.
YÖN-DEVRİM çizgisi, 27 Mayıs darbesiyle birlikte açılan yeni siyasal ve entelektüel ortamın en karakteristik özelliklerini yansıtmakla kalmamış, aynı zamanda, o dönemde dünyada egemen olan başlıca reformcu düşünce ve siyaset akımlarının bir karmaşasını da temsil ederek, Türkiye sol hareketinin başlıca eğilimleri üzerinde de etkili olmuş ve günümüze kadar süregelen sonuçlar doğurmuştur. YÖN-DEVRİM çizgisinin incelenmesi bu bakımdan, 27 Mayıs darbesinin sosyal ve siyasal karşılığı olarak ortaya çıkan ve “asker-sivil-aydın hareketi” olarak adlandırılan akımın incelenmesi ile sınırlı kalamaz. Söz konusu hareket, Türkiye solunun teorik ve ideolojik başlıca özelliklerinin oluşumunu belirlemiş ve Türkiye solunun önemli bir kesimi, sosyalizme yöneldiği oranda, bu etkilerden kurtulma mücadelesine özel bir ağırlık vermek zorunda kalmıştır. Bu yazımızda, YÖN-DEVRİM çizgisinin başlıca özelliklerinin yanı sıra, bu çizginin etkilerini sol içinde güçlendiren Milli Demokratik Devrim çizgisini de ele alacağız.
YÖN VE DEVRİM DERGİLERİNİN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ
27 Mayıs darbesinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra yayın hayatına başlayan YÖN, her-şeyden önce, bu askeri darbenin ifade ettiği sosyal ve siyasal hareketi hemen hemen bütün yönleriyle içeriyordu. Dergi, her şeyden önce, darbeye destek olan ve bu yolla “ülke kalkınmasının önündeki engellerin” temizleneceğini uman ve siyasi görüşleri esas olarak Kemalizm’le tanımlanabilecek aydınlar için geniş bir platform oluşturuyordu. Ne var ki, Kemalizm, bugün olduğu gibi, o dönemde de, açık bir tanımı yapılabilmiş, unsurları netlikle saptanıp üzerinde anlaşılmış bir doktrin olmaktan çok, geniş anlamda yurtseverlik ve kalkınmacılık temalarını pratik politikanın temeli olarak gören, ama daha çok, 1961 Anayasası ile kesin bir devlet şemasının oluşturulmasına esas teşkil eden, CHP’nin Atatürk’ten devraldığı ve bayrağına yazdığı laiklik, cumhuriyetçilik, devletçilik, milliyetçilik, devrimcilik, halkçılık gibi kavramlara canlılık kazandırmayı hedefleyen bir akım olarak görünüyordu. Dolayısıyla, ekonomik programı bir bakıma hazır gibi kabul edilen bir iktidar planı sunduğu kanısı veriyordu.
Aydınlar arasındaki yaygın inanışa göre, 27 Mayıs, söz konusu ilkelerin hayata geçirilmesi için elverişli ortamı yaratmış, ancak iktidar, bunun uygulanmasını mümkün kılacak kadroların eline geçmemişti. Üstelik “demokrasiye geçilmesiyle birlikte”, yeni oluşan parlamentolar ve bunların ortaya çıkardığı hükümetler, bu ilkeleri, uygulamak bir yana, ülkeyi, git gide daha geri bir programla yönetiyorlardı.
Bu görüşü ortak paydaları olarak kabul eden ve kendi görüşlerini, bir tür “sosyalizm” olarak adlandıran, ancak bununla neyi kastettikleri çok açık olmayan bir grup aydın, YÖN dergisinin çıkış bildirgesini imzaladı.
YÖN Bildirgesi, Kemalizm’in ilkelerine uygun bir program önerisi sunuyordu ve bunun en geniş kesimlerce tartışılmasını öneriyordu. Gerçekten, bildirgeyi, içlerinde dönemin önde gelen isimlerinin de bulunduğu binin üzerinde aydın imzaladı.
Bildirge, dört ana maddeden ve bunlara açıklık getiren on beş bölümden meydana gelmişti.
Birinci madde, “Atatürk devrimleriyle amaç edinilen çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın”, ancak “milli istihsal seviyesini yükseltmekte gösterilecek başarıya” bağlı olduğunu açıklıyor ve sonraki bölümlerde de, “istihsal seviyesi” (üretim düzeyi)nin yükseltilmesinin sağlayacağı sonuçlar özetleniyordu. Buna göre, “memleketin sosyal yapısı değişecek, şehir-köy ikiliği ortadan kalkacak”, “kütlelerin kültür seviyesi yükselecek”, “yaşama içgüdüsünün öğrenme merakına ağır basması” önlenecek; “Türk demokrasisinin yaşaması” sağlanacak; “sosyal adalet” gerçekleştirilebilecekti.
İkinci madde, “Türk toplumuna yön verebilmek durumunda bulunan, öğretmen, yazar, politikacı, sendikacı, müteşebbis ve idareci gibi kimselerin, belli bir kalkınma felsefesinin ana hatları üzerinde anlaşmaya varmalarının” zorunlu olduğunu açıklıyordu. Bu maddede, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik krizin nedenleri ve bunun sonuçlan hakkındaki görüşler özetlenerek, “Türkiye’nin kaderine hâkim olabilecek durumda bulunan çevreler”in, bu durumun “şuuruna henüz varmamış” olduğu söyleniyordu. “Hem kalkınma istenmekte, hem de köklü reformlara karşı konulmakta ve yeni davranışlar yadırganıp kötülenmektedir. Böyle bir tutumun sonucu olarak, toplum hayatının gidişinde söz sahibi olacak birçok kimse, dış yardımların biraz genişlemesiyle, turizmin geliştirilmesiyle, sebze ve meyve ihracatının artmasıyla kalkınma davasının çözülebileceğine içten inanmaktadır.” Kalkınma felsefesinin esasını, planlı ekonomi kavramı oluşturmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın esas olarak bu planlan yapmaya yeterli olduğu söylendikten sonra, bu Teşkilata yön yerecek siyasi iktidar çevrelerinin bir kalkınma felsefesi üzerinde anlaşmamış olması, başlıca engel olarak gösterilmektedir.
Üçüncü madde, kalkınmanın nasıl sağlanacağına ilişkin bir plan önermektedir. “Kalkınma felsefemizin hareket noktaları olarak, bütün imkânlarımızı harekete geçirmeyi, yatırımları hızla arttırmayı, iktisadi hayatı bütünüyle planlamayı, kütleleri sosyal adalete kavuşturmayı, istismarı kaldırmayı ve demokrasiyi kütlelere mal etmeyi zaruri sayıyoruz.” denildikten sonra, bu amaca varmanın ancak “yeni bir devletçilik anlayışıyla” mümkün olacağı belirtiliyordu. “Yeni Devletçilik”, bir karma ekonomi sistemi olarak düşünülüyordu, ancak, “ağırlık merkezi özel teşebbüs olan bir iktisadi sistemin, bugünkü yapısıyla Türkiye’yi… çağdaş uygarlık seviyesine eriştirebileceğini sanmıyoruz” sözleriyle, karma ekonomi sisteminde, ağırlığın devlet sektörüne verilmesi öneriliyordu. “Özel sektöre dayanan bir kalkınma, yavaştır, ıstıraplıdır, ısrarlıdır ve sosyal adaletle bağdaşması, az gelişmiş bir memlekette, imkânsızdır.” Maddenin diğer bölümleri, özel sektör ağırlıklı bir kalkınma çabasının siyasi, ekonomik ve sosyal bakımdan yol açacağı sakıncaların anlatılmasına ayrılmıştı. Maddenin son paragrafı, bugün hala güncel olan bir tartışmaya yöneltilmiş bir cevaba ayrılmıştı:
“Bir takım devlet işletmelerinin verimsiz kalış sebeplerini, devletçilikte değil, aksine yeter derecede devletçi olmayışımızda ve devletçiliği sistemli bir şekilde uygulamayışımızda aramak gerektiğine inanıyoruz.”
Dördüncü madde ise, bütün bölümleriyle birlikte, devletçilik anlayışının açıklanmasına ayrılmıştır. Önceki maddelerde de söylenen pek çok tez, burada daha geniş bir biçimde tekrarlanmaktadır.
Bildirgeyi imzalayanlar arasında, hayatları boyunca böyle bir programı savunmuş bulunan Muammer Aksoy, Bahri Sava, İlhan Selçuk gibi Kemalistlerin yanı sıra, Sadun Aren (bir dönem başyazar), Yalçın Küçük, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer gibi “sosyalist”ler, Kemal Tahir, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Fakir Baykurt, Tahsin Saraç, Adnan Veli, Muzaffer Erdost gibi ünlü yazarlar, sanatçılar bulunuyordu. Bunların yanı sıra, emekli subaylar, milletvekilleri, bankacılar, sendikacılar, gazeteciler, üniversite öğretim üyeleri ve öğrencileri bildirgeyi imzalamışlardı.
Bu geniş katılım yelpazesi, YÖN’e yazan imzalarla birlikte düşünüldüğünde, sorunun ortaya konuş biçiminin ve çözüm önerilerinin, ne ölçüde yaygın bir toplumsal kesim tarafından benimsendiğini göstermektedir. Derginin sürekli yazarlarının listesi, yalnızca YÖN’ün derleme başarısını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda, o dönemde Türkiye aydınlarına egemen olan genel düşünce yapısını da gösteriyor. Yazarların tümü, bugün de Türkiye’nin sanat, edebiyat, siyaset, ekonomi ve sosyal bilim konularında sözü geçen yazarlarıdır. Bu yazarlar arasında, yazımızın sonraki bölümünde üzerinde duracağımız Milli Demokratik Devrim çizgisinin teorisyenleri ve örgütçülerinin de (başta Mihri Belli olmak üzere, Ahmet Say, Muzaffer Erdost, Vahap Erdoğdu, Muvaffak Şeref) bulunduğunu ekleyelim.
YÖN, yalnızca bir politika dergisi değildi. Sanatın her dalına ilişkin eleştiri ve yorum yazılarının yanı sıra, başta Nazım Hikmet olmak üzere, Cahit Irgat, Ceyhun Atuf Kansu, Şükran Kurdakul, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Can Yücel gibi şairlerin şiirleri, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Memet Fuat, Attilâ ilhan gibi edebiyatçıların ürünlerine de yer veriyordu. YÖN’de, tarih, felsefe, anı, eğitim gibi konularda da, dönemin etkili yazarlarının çalışmaları yayınlanıyordu.
Bu yapısıyla YÖN, her hafta, otuz bin okuyucuya ulaşıyor, her konuda, Türkiye’nin gündemini etkileyen, geniş ölçüde tartışılan ve yankı uyandıran bir yayın hayatı sürdürüyordu.
YÖN’ÜN TEORİK VE İDEOLOJİK YAPISI
YÖN’ün kurucusu ve sürekli başyazarı Doğan Avcıoğlu, YÖN’deki yazılarından daha çok ve kalıcı etkisini sağlayan temel eseriyle tanınıyordu: “Türkiye’nin Düzeni”. Bu çalışma, Türkiye’nin sosyoekonomik tarihini, siyasi yapısındaki değişikliklerle birlikte bir bütün olarak “Marksist açıdan” inceleyen ilk eser olmak iddiasını taşımak bakımından, yayınlandığı andan itibaren, gerek YÖN kadrosunu, gerekse sonraki gelişmesi içinde Türkiye solunun bütün kesimlerini derinden etkilemiştir. Söz konusu eser, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak, geri kalmışlığının tarihini araştırıyor, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye’de kapitalizmin gelişememesinin koşullarını tartışarak o güne kadar bu kapsamda ve belli bir politik amaçla incelenmemiş olan bu konuda tezler sunuyordu. Ayrıntıları bakımından daha geniş bir inceleme ve eleştirinin konusu yapılması gereken “Türkiye’nin Düzeni”, ana çizgileri bakımından söylenecek olursa, tümüyle, YÖN’ün o dönemde propagandasını yaptığı genel “kalkınma yolu” tezinin kanıtlanması amacına yönelik bir tarih araştırması niteliği taşıyordu. Osmanlı’nın sömürgeleşmesinin ve Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizmin gelişememesinin tarihi, Avrupa kapitalizminin ve sonra da emperyalizminin etkisi ve ilişkileriyle açıklanıyor, günümüz sorunlarına da bu perspektifle bakılıyordu. Ona göre, Osmanlı imparatorluğu, kapitalizmin gelişebilmesinin bütün iç dinamiklerine sahip olduğu halde, sömürgeci ve emperyalist Avrupa ile olan ilişkiler bu geçişin önünü tıkamıştı. (Bu konuda, kısaca şunlar söylenebilir: Osmanlı İmparatorluğu, özellikle 16. yüzyıldan başlayarak güçlenen bir merkezi feodal yapıya sahipti. Bütün gelirin yağma ve ilhaka, üretimin de esas Olarak çok sınırlı bir tarıma ve önemli ölçüde ordunun ihtiyaçlarının belirlediği bir hayvancılığa dayandığı bu koşullarda, özellikle köylüler üzerinde yoğunlaşan feodal sömürü ve baskı, basit yeniden üretimin ve birikimin bütün koşullarını yok edecek ağırlıktaydı. Avrupa’da, Amerika’nın keşfinden sonra gelişen altın ve gümüş akışının sağladığı kapitalistleşme sürecinin hızlanmasının başlıca olanaklarını, Osmanlı İmparatorluğu, dış seferler aracılığıyla ve haraç alacağı ticaret yollarını ele geçirerek sağlamaya çalışıyordu. Sermaye birikimin ve iç pazarın oluşmasını önleyen ağır merkezi yapının yanı sıra, İmparatorluğun bütün olanaklarını heba eden ve hemen hemen hepsi başarısızlıkla sonuçlanan dış seferler de, olağan yollardan kapitalizmin gelişmesini engelleyen “iç faktörlerdi. Öyleyse, sömürgeleşme, kapitalizmin gelişmemesinin nedeni değil, sonucuydu. Kapitalizmin gelişememesinin başlıca nedeni olarak sömürgecilerle ve emperyalistlerle ilişkilerin gösterilmesi, Avcıoğlu milliyetçiliğinin özel siyasi amaçlı tarih yorumunun sonucudur.) Sonuçta, Doğan Avcıoğlu, çözümün “milliyetçi devrimcilik” yoluyla mümkün olduğu teziyle çalışmasını tamamlıyordu.
YÖN’ün savunduğu siyasi programının, böyle bir sosyo-tarihsel araştırma ile desteklenerek sunulması,, hegemonik bir etki yaratmış, böylece, YON çizgisi, 1960’tan sonra, “sosyalizm” adı altında ortaya çıkan değişik akımların en genel ve ortak noktalarını formüle etme başarısını göstermiş, Doğan Avcıoğlu ve çevresinin bir iktidar odağı olarak algılanmasını sağlamıştır.
“YENİ DEVLETÇİLİK”
“Yeni Devletçilik” akınımın başlıca kaynakları arasında, Türk aydınının geleneksel “Devleti Kurtarma” ideolojisinin bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye’de batılılaşma akımının, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş eğilimine girdiği bir dönemde, “Devleti kurtarma” hedefinin bir aracı olarak ortaya çıktığı düşünülürse, YÖN çizgisinde de, bu iki kavramın bir arada bulunmasının rastlantı olmadığı görülür.
YÖN dergisi içinde, bir ‘Türk sosyalizmi” arayışı içinde yapılan tartışmalarda az çok netleşen Yeni Devletçiliğin, başlıca üç temeli bulunmaktadır Kemalizm, Avrupa türü sosyal demokrasi ve “Azgelişmiş ülkeler sosyalizmi”.
Bu akımın siyasal ve sınıfsal içeriği hakkında, o dönemde YÖN’de incelemeleri yayınlanan Bulgar araştırmacı Dimitr Şişmanov, şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Türk sosyalizmi’nin Batı’daki anti-komünist sağ ‘sosyalist’ partilerin sosyalizm anlayışlarına olan yakınlığı nedeniyle, ‘Yön’ dergisinin de belirttiği gibi, sağ sosyalist partilerin örgütü olan ‘sosyalist enternasyonal’, SKD (Sosyalist Kütür Derneği)nin (SKD (Sosyalist Kültür Derneği) üyeleri arasında, Nihat Erim, Turhan Feyzioğlu, Atilla Karaosmanoğlu gibi, 12 Mart döneminin önde gelen yöneticilerinin de bulunduğu bir örgüttü. Doğan Avcıoğlu çevresi tarafından kurulmuştu.) faaliyetlerine ve Türk sosyalizmi’ne büyük ilgi göstermiştir. Gerçekten de, Türk Sosyalizmi, Batı’daki sağ sosyalizmin ve burjuva reformizminin bir başka çeşidiydi.” (Şişmanov, “Türkiye işçi Ve Sosyalist Hareketi- Kısa Tarih 1908-1965, Belge yayınlan, 1978. s. 226)
Gerçekten, bileşenleri açık bir biçimde, Avrupa sosyal demokrasinin öğelerinden oluşan bu akımın, kendisini “Türk” olarak nitelemesini haklı çıkaracak tek özelliği, Kemaliz-mi, kendi “sosyalizminin” temellerinden biri haline getirmeye çalışmasıydı. Kökeninde, Kemalizm’i canlandıran 27 Mayıs darbesi bulunan bu akımın, kendisini tanımlarken, onun ayrılmaz bir uzantısı olarak Kemalizm’i bir yana bırakması düşünülemezdi.
Bu akımın teorisyenlerine göre, “Sosyalizm”, Kemalizm’le ortak bir noktada buluşuyordu: Devletçilik.
YÖN’ün bir kurtuluş reçetesi olarak sunduğu devletçilik, özellikle o dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ekonomik politikası olmaya devam ediyordu. Ancak yukarıda da özetlediğimiz gibi, Avcıoğlu, bu devletçiliğin “tam ve doğru bir devletçilik” olmadığını ileri sürüyordu.
Türkiye’de devletçilik,, özellikle 20’li yılların sonlarında netleşen bir teori haline getirildi.
Bir araştırmaya göre, bunun başlıca üç nedeni vardı:
“—Devletçiliğin o döneme kadar uygulanan biçimi, beklenen sonuçları vermemiş, özel sanayi, teşvik yoluyla kalkındırılamamış ve gereken sermaye birikimi sağlanamamıştı.
— 1928’de, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı borçlarını ödemeyi kabul etti ve bu ödeme dengesini bozdu, döviz buhranı yarattı.
—1929 Dünya ekonomik krizi, Türkiye’nin başlıca ürünleri durumunda olan tahıl ve ham madde fiyatlarını düşürmüş, Türkiye, ihraç gelirleri bakımından büyük sıkıntıya girmişti.” (Bkz: Yıldız Sertel, Türkiye’de İlerici Akımlar”, Ant yayınları, 1969. s. 28 vd.)
Bunun sonucunda, devlet sermayesinin temel dayanak haline getirildiği, özel sektörün devlet denetimi altına alındığı ve ekonominin planlandığı bir sistemin kurulması fikri ağırlık kazandı. Bir yanda, kapitalizmin ağır bunalımı altında yıkım yaşayan kapitalist ülkeler, diğer yanda, her şeye rağmen büyük bir başarıyla sosyalizmi inşa eden Sovyetler Birliği örnekleri, devletçilik uygulamasının tercih edilmesinde önemli rol oynadı. Kemalizm’in o günkü sözcüleri, hem kapitalizme, hem de komünizme karşı olduklarını, kendi sistemlerinin, iki karşıt sistemin “en iyi yanlarını” almaya dayandığını ileri sürüyorlardı. Kapitalist değillerdi; çünkü özel teşebbüs, devlet sektöründen sonra geliyordu ve ekonomideki yeri küçüktü. Komünist de değillerdi; çünkü “hür teşebbüsün memleket için istifadeli” olduğuna inanıyorlardı.
Bu genel yapıya bakarak, Türkiye’de devletçiliğin, esas olarak “bir milli burjuva sınıfı yaratmak” amacıyla uygulandığı iddia edilmiştir. Bu iddia, Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” adlı eserinde enine boyuna işlenmiş ve Türkiye’deki hemen hemen tüm sol hareketler tarafından uzun zaman kabul edilmiştir.
Bu iddia, devletçiliğin “eksik ve yanlış” uygulaması olarak eleştirilirken, bir de “tam ve doğru devletçilik” bulunduğu düşüncesini ileri sürmeye yardımcı olmaktadır.
Bu iddianın Marksizm açısından en kabul edilemez yanı, mevcut devletin sınıf temelini gizlemesidir. Eğer devlet bir burjuva sınıfı yaratmak istiyorsa, onun sınıfsal dayanağı hangi sınıftır? Bu soru, yalnızca Marksizm açısından anlamlıdır. Devleti, sınıfların üstünde ve onlardan bağımsız bir örgütlenme olarak gören, burjuva ve küçük burjuva ideologlar açısından ise, devlet, sınıf çelişkilerinin bir ifadesi ye bu zemin üzerinde egemen sınıfların baskı aygıtı olmadığına göre, sınıflardan bağımsız kendi başına bir varlığı olduğuna göre, ister kendisine bir burjuva sınıfı yaratabilir, isterse, ondan vazgeçip sosyalizmi uygulayabilir! Kuşkusuz bu görüşlerin bu kadar çıplak olarak sunulması ve savunulması söz konusu değildir. Doğan Avcıoğlu, Türkiye tarihinin, çok eskilere uzattığı geçmişi içinden derlediği bütün malzemeyi, burjuvazinin yaratılmasının devlet eliyle gerçekleştiğini kanıtlamak için kullanmıştır. Bu tezin başlıca amacı, daha ileride göreceğimiz gibi, devletin egemen sınıfların iktidarının bir aygıtı olduğunu ileri süren Marksist önermeyi, ordunun devrimci rolü tezini güçlendirmek için geçersiz kılmaktır.
Devletçiliğin bir egemen sınıf politikası olarak doğmasının nesnel koşulları, doğrudan doğruya tarihin o döneminde burjuvazinin ulusal ve uluslararası ihtiyaçlardır.
Aynı dönemde, bütün dünyada, bütün burjuva devletler, krizin etkisiyle, kaynakların kullanılması ve sermaye birikiminin yollarının açılabilmesi için “müdahaleci politikalara” yönelmişlerdi ve bu politikaların teorisyeni olan Lord Keynes, bu yüzden “iktisat biliminin yeni peygamberi olarak” kabul ediliyordu.
Devlet ve burjuvazinin ayrı olgular olarak kabul edilmesi durumunda, Doğan Avcıoğlu’nun kanıt olarak ileri sürdüğü olaylar, bir bakıma yerli yerine oturmaktadır. “Özel teşebbüs, Türkiye’de devlet harcamaları ve ihaleleri ile gelişmiştir. … İkinci Dünya Savaşı yıllarında sert ve hayli keyfi bir devletçilik uygulandığı halde, kapitalizm büyük bir gelişme kaydetmiştir.”
Görülebileceği gibi, Avcıoğlu, devletçilikle kapitalizmin gelişmesini bir çelişki olarak görmektedir. Kapitalizm, devletçilik uygulandığı “halde” gelişmiştir!
Oysa burjuvazinin devlet aygıtını, yalnızca aşağı sınıfların üzerinde egemenliğini sürdürmenin bir aracı olarak değil, ayni zamanda sermaye birikiminin ve merkezileşmesinin bir aracı olarak da kullandığı gerçeği açısından bakılırsa, burada bir çelişki olarak görülen şey, olağan bir burjuva politikası olarak belirecektir. Devletçiliğin, burjuvazinin dışında birtakım bürokratların uygulaması olmadığı, aksine burjuvazinin sosyal ve ekonomik politikalarından biri olduğu görülebilecektir.
Fakat Avcıoğlu, burjuvazinin, Cumhuriyet devletini adım adım ele geçirdiğini ve Milli Kurtuluş Savaşı’nın zaferlerini kendi malı haline getirdiğini ileri sürmektedir. Ona göre, Kurtuluş Savaşı, başta Mustafa Kemal olmak üzere, her özelliğiyle devrimci bir kadronun eseriydi ve bu yeni devletin temel özelliği, kapitalizme ve emperyalizme karşı olmaktı. Burjuvazi, özellikle de İstanbul burjuvazisi, kurtuluştan sonra, devleti ele geçirmiş ve onun asli özelliğini değiştirmişti. Avcıoğlu’nun bu konudaki kanıtlan bilim dışıdır. Örneğin o, bu ele geçirme işleminin yöntemini şöyle anlatmaktadır: “Ankara Palas ve Karpiç, 1924’ten itibaren, Şişli burjuvazisi ve Babıâli kadrosuyla dolmuştur. Şişli, ihtilalci kadroya salonlarını açarak ve kızlarını vererek yakınlaşma ve durumunu sağlamlaştırma fırsatını kaçınmamıştır; Bu izdivaçlar, İş Bankası etrafında kümelenen bazı ihtilalcilerin iş hayatına atılmalarıyla pekiştirilmiştir.”
Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Devrimleri, YÖN yazarlarının ortak görüşüne göre, “Reformcu askerlerin ve uyanık memurların öncülüğünde başlamış ve yürütülmüş bir hareketti.” Bu görüş, daha sonra Milli Demokratik Devrim teorisini savunan bütün çevrelerde değişik biçimlerde kabul edilmiştir. Örneğin Mahir Çayan, hareketin önderliğini, “küçük burjuvazinin en devrimci kesiminin yaptığını söyleyerek bu iddiayı geliştirir. Mihri Belli ve THKO çevresi de aynı görüştedir, İbrahim Kaypakkaya ise, Kemalizm’den kopmak adına, bu görüşü mümkün en olumsuz haline çevirmeye ve Kemalistleri ve onların sınıfsal dayanağını, emperyalizmin uzantısı komprador burjuvazi olarak göstermeye çalışmıştır. Fakat bu görüşlerin ortak noktasını, Avcıoğlu’nun tezleri oluşturmaktadır. Devlet, bir biçimde, sınıfların dışında kurulmuş, sonra burjuvazi onu ele geçirmeye girişmiştir!
Doğan Avcıoğlu’nun “nikâh yoluyla devleti ele geçirme planı” olarak özetleyebileceğimiz görüşünün geçerliliğini tartışmanın bile anlamı yoktur. Bu açıdan bakıldığında, yüksek bürokratlarla tekelci burjuva aileleri arasında bugün de sürüp giden tantanalı düğünlerin, devletin ele geçirilmesi sürecinin tamamlanmamış olduğunun kanıtı sayılması gerekir! Bugünkü büyük otel lobileri, büyük lokantalar, eskinin Karpiç’i ve Ankara Palas’ı gibi, tekelci holding temsilcileri ve Babıâli kadrolarıyla, yüksek bürokratların buluşma yeri olmaya devam ediyor. Değişen hiç bir şey yoktur bu bakımdan.
Bugün olanlar da o gün olanların bir tekrarıdır. Burjuvazi, devlet ihalelerinin, kredilerinin ve diğer kaynak aktarma yollarının paylaşılması noktasında, daima kendi içinde bir rekabet yaşar. Değişik burjuva klikler, holdingler ve tekeller arasındaki rekabet, devletin kaynaklarını paylaşma noktasında, değişmeyen yöntemlerle yürütülür. Gazetecilerin arabuluculuğu, bürokratların satın alınması, elverişli yasaların neler olduğu konusunda telkinler, uluslararası bağlantıların sağlanmasında devletin sağlayacağı kolaylıklar, bu pazarlıkların ve ilişkilerin değişmeyen konularıdır. Deyim yerindeyse, bu ilişkiler, devletle burjuvazi arasındaki ilişkilerin teknik cephesini oluşturur. Burjuvazinin devleti ele geçirmeye çalışmasını değil, burjuvazinin kendi aygıtını teknik bakımdan daha elverişli işlemesi için güdümlemesini ifade ederler.
Devletçilik ve liberalizm, burjuvazinin koşullara göre tercih edebileceği iki burjuva politikadır. Dolayısıyla, sınıfsal içeriği sabit kalma koşuluyla, bu iki uygulamadan birini “sosyalizm”, ya da “sosyalizme yakın”, diğerini ise tam kapitalizm olarak adlandırmak, konuyu tamamen saptırmaktır. Böyle bir devletçilik anlayışının, sosyalizmle hiç bir ilgisi yoktur. Sosyalizm, işçi sınıfının iktidarıdır ve devletin açık ve net bir sınıf kimliği vardır: Proletarya diktatörlüğü. Böyle bir devletin ekonomik etkinliği ile burjuva bir devletin ekonomik etkinliğini, “devletçilik” soyutlaması altında özdeş göstermek, demagojiden ibarettir. Buradan hareket ederek, sosyalizmle Kemalizm’in ortak noktalarının bulunduğunu söylemek ise, Avcıoğlu’nun siyasi stratejisinin bir parçasıydı.
Avcıoğlu’nun devletçiliği kapitalizme karşı bir uygulama olarak adlandırmasının, devleti sınıflar-üstü bir konuma yerleştirmesinin ve burjuvazi ile devleti birbirinden soyutlamasının da, temel ve stratejik bir anlamı vardır.
YÖN-DEVRİM ÇİZGİSİNİN SINIFLARA BAKIŞI VE “DEVRİM” ANLAYIŞI
Doğan Avcıoğlu ve çevresinin, ekonomik bakımdan devletçiliğe ve siyasi bakımdan da, tek parti yönetimine dayanan bir toplumsal projesi vardı. Genel hedefleri bakımından, “Atatürk’le başlayan hareketin, halka dönük, düzenli, planlı ve akılcı bir iktisadi kalkınma politikasıyla tamamlanması” olarak tanımlanan bu projenin gerçekleşmesinde öncü gücün “asker sivil aydın zümre” olacağına inanılıyordu. YÖN Bildirgesi, söz konusu programın kimler aracılığıyla gerçekleştirilmek istendiğine dair bir işaret vermektedir: “Türk toplumuna yön verebilmek durumunda bulunan, öğretmen, yazar, politikacı, sendikacı, müteşebbis ve idareciler…” Veya
“Kurtulmanın birinci şartı, Türk toplumunun çeşitli kesimlerinde görev almış olanların ve millet kaderine hâkim olacak mevkilere gelmiş bulunanların, düşüncelerini açıkça ortaya koyarak bir temel kalkınma felsefesi etrafında birleşmesidir.”
Burada, herhangi bir sınıf ayrımı gözetmeksizin, aydınlardan ve yöneticilerden söz edilmektedir. Bu, doğrudan doğruya, YÖN çevresinin “devrim” anlayışına bağlıdır.
Doğan Avcıoğlu, “Ulusal Kurtuluş Devrimi” olarak adlandırdığı programını şöyle açıklıyordu:
“Ulusal kurtuluş devriminin amaçları, tam bağımsızlık ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış bir Türkiye’yi en kısa zamanda kurmaktır.” … “Bu amaca ulaşmak için, kapitalist yapıların kırılması gerekmektedir. Bir ulusal kurtuluş devriminin programı, ana çizgileriyle şöyle özetlenebilir:
“—Tarımda, modern büyük işletme yapısını kurmaya yönelmiş bir toprak devrimi,
“—Dış ticaret, banka, sigorta ve büyük sanayinin devletleştirilmesi,
“—Özel kesim için de uyulması zorunlu bir kalkınma planı çerçevesinde ağır sanayinin temelini kurmayı amaç edinmiş sistemli bir devletçilik,
“—Halk kitlelerine geniş demokratik hakların sağlanması,
“—Bağımlı ilişkilere son verilmesi, ulusal ordu özleminin gerçekleştirilmesi ve bütün ülkelerle dostluğa dayanan Atatürkçü dış politikaya dönülmesi.” (Avcıoğlu, “Devrim Üzerine”, Bilgi Yayınevi, Şubat 1971. s. 10-1 1)
Görüldüğü gibi, “kapitalist yapıların kırılması gereklidir” sözünden sonra söylenenler, esas olarak kapitalizmin özüne dokunmayan, hatta “tarımda büyük işletme yapısına yönelik işletmeler” formülasyonuyla kimi kapitalize tedbirleri öneren bir programdan ibarettir. Dış ticaret, bankacılık, sigortacılık ve büyük sanayinin devletleştirilmesi formülü ise, bu devletin hangi sınıfın iktidarının devleti olacağı sorusunu açıkta bıraktığı (daha doğrusu, Avcıoğlu’nun diğer yazılarında cevaplandırıldığı gibi, mevcut burjuva devletten başka bir şey önerilmediği) için, “kapitalist yapıların kırılması” sözüyle hiç bir biçimde tutarlı değildir.
Avcıoğlu, aynı yazısının sonraki bölümünün başlığını, “DEVRİM, TOPLUMSAL BİR SAVAŞTIR” biçiminde koymuştur. Soyut olarak doğru olan bu önerme, Avcıoğlu’nun elinde, bir toplumsal savaş (sınıf savaşı) dışında her anlama gelebilecek bir belirsizliğe, ya da, sınıf savaşını kastetmemek bakımından tam bir açıklığa kavuşmaktadır. “İç ve dış çıkar çevrelerinin direniş ve sabotajlarının, akıllı fakat müsamahasız bir tutumla boşa çıkarılması gerekmektedir. Bu anlamda, devrim, bir toplumsal savaştır.” (age. s. 11)
Bu anlamı kapalı cümlenin tam olarak anlaşılabilmesi için, programın diğer bölümlerine bakmak gerekmektedir. Avcıoğlu, devrimin hasım güçlerini saptadığı bölümde şunları yazıyor:
“… Büyük arazi sahipleri ve tefeciler, toprak devrimine tabiatıyla karşı çakacaklardır. Zengin köylüyü ve orta köylünün bir kısmını peşlerinden sürükleyebileceklerdir. Hatta yoğun bir propagandayla, ufak köylüyü bile ürkütmeleri mümkündür.
“Dış ticaret, banka ve sigortacılık ile büyük sanayinin devletleştirilmesi, bundan çıkar sağlayan büyük burjuvazinin devrime karşı çıkmasına yol açacaktır.
“İşbirlikçi büyük burjuvazi, bir avuç insandan ibaret değildir. Yaygın bir ticaret, bayilik, mümessillik şebekeleriyle yeni yükselen Anadolu burjuvazisini kendisine bağlamıştır. Daha alttaki esnaf kesiminde de kapitalist gelişme, yan sanayi ve lüks hizmet, inşaat ve imalat kesimi olarak, iyi kazançlı yükselen bir esnaf zümresi yaratmıştır. Oto tamirciliği, mobilyacılık, lüks hizmetler ve lüks yan sanayi vb. tatlı faaliyet alanları haline gelmiş ve işbirlikçi büyük burjuvazinin doğal müttefiki sayılabilecek bir tutucu zümre yetişmiştir.
“Öte yandan işbirlikçi büyük burjuvazi, bürokraside, üniversitelerde kuvvetli dayanaklar sağlamıştır. Emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ideolojisini benimsemiş ve çıkarlarıyla onlara bağlanmış olan bu tutucu bürokratlar, önemli mevkilerde bulunmaktadır.
“Dikkat çekici bir başka nokta, Atatürk’ten sonra, cici demokrasi yıllarında hızla gelişen şeriatçı akımlarla, işbirlikçi büyük burjuvazi arasındaki ittifaktır…” (Avcıoğlu, age. s. 1 3)
Burada yapılan sınıf analizi görünüşte, Marksist bir tarzda yapılmış gibidir. Fakat bir devrimde, “hasım güçler”in tespit edilmesinde başlıca çıkış noktası, devrime esas karakterini verecek olan sınıfın bakış açısı olmalıdır. Eğer “hasım güçler”in, kimin açısından “hasım” olduğu konulmamışsa, devrim sürecindeki mücadeleyi de, devrimci iktidarın sosyal, iktisadi ve siyasal programını tanımlamak olanağı da olamayacaktır. Ancak bu belirlendikten sonra, “hasım güçler” hakkında söylenenlerin gerçekten Marksist’çe olup olmadığı anlaşılabilecektir.
Doğan Avcıoğlu, yazısının devamında, “DOST GÜÇLER” başlığı altında, devrim programının dayanacağı sosyal sınıfları sıralamaktadır:
“Demek ki, devrimci bir düzen değişikliğinin karşısına dikilecek iç ve dış hasım güçler, hayli kuvvetlidir.
“Bozuk düzenden yana güçlerin bu avantajına karşılık, ulusçu güçlerin bilinçli ve örgütlü sağlam bir halk desteğinden yoksun oluşu, ciddi bir zaaf teşkil etmektedir. Atatürk, büyük devrimci hamlelerin gerçekleştirilmesini engelleyen bu durumun ıstırabını devamlı çekmiştir. Cumhuriyetin gençliğe emaneti ve Bursa nutku, Atatürk’ün bir avuç genç devrimciyle devrim yapma durumunda kalışının ifadesidir. Nitekim Atatürk, 22 Şubat 1931 tarihinde Konya’da yaptığı bir konuşmada dayandığı sağlam güçleri şöyle açıklamıştır: ‘Türk ulusu ne vakit yükselme için bir adım atmak istemişse, bu adımın önünde daima öncü olarak, ulusal amacı gerçekleştiren kendi kahraman çocuklarından kurulu ordusunu görmüştür… Ben, yüksek ordumuzun subaylarından ve onlarla birlikte olan Türkün aydın evlatlarından konuştuğum zaman, fikren, vicdanen, ilmen ulusal kahramanlığa hazır bütün Türk gençliğinden söz ediyorum.
“Atatürk ne yaptıysa, yukarıda tanımladığı devrimci ordu gücüne dayanarak yaptı. Türkiye’nin o günkü şartlarında, bilinçli ve örgütlü bir halk desteğinden yoksun kaldı.” (Avcıoğlu, age. s. 18-19)
Bir başka yazısında, burada söyledikleri daha açık olarak söylenmiş şu sözlerin bir tekrarıdır:
“Halk kitleleri, tutucu güçlerin ideolojik ve ekonomik egemenliği altındadır. İşçi ve köylü, köydeki ufak ağa ile kasaba eşrafından (kompradorlar aracılığıyla) Wall Street’e ve Washing-ton’a kadar uzanan tutucu çember içindedir.” (Avcıoğlu, “1965 Yılında Atatürkçülük”, Yön, sayı 137)
İşte tam da bu noktada, devrimin nasıl bir devrim, hasım güçlere karşı düşünülen güçlerin nasıl bir sosyal güç olduğu açıklık kazanıyor.
“Hasım güçler” sınıflandırmasında, Avcıoğlu, Türkiye’nin o dönemdeki koşullarında, önemli bir devrimci potansiyel ifade eden emekçi köylülüğün hemen hemen tamamına yer vermişti. Küçük esnaf, işbirlikçi burjuvazinin bir parçası olarak nitelenmiş ve esas olarak hasım güçlerden sayılmıştı. Bütün ara tabakaları, devrimin öncüsü konumunu kazanmış bir sınıf için doğal müttefik haline getirecek sosyal ve siyasal koşullar, peşinen ve mutlak olarak yok sayılmış ve ayrışma, net olarak, Avcıoğlu ve çevresinin bütün teori ve pratiğinin arka planını oluşturan “halk ve aydın çelişkisi” şemasına göre kurulmuştur. Marksist-Leninist bakış açısından, böyle bir çelişkinin ve ara tabakaların mutlak olarak egemen sınıflar safında yer tutacağını varsayan bir analizin hiç bir geçerliliği yoktur. Marksist-Leninist açıdan, ara tabakalar, egemen sınıfların politikalarını izleyebilecekleri gibi, devrimin seyrine bağlı olarak ve devrimci proletaryanın öncü rolünü başarıyla oynaması koşuluyla, devrimci politikaları da izleyebilirler ve genel olarak bu ikincisi kuraldır. Fakat Avcıoğlu’nu, bu süreçler ve koşullar hiç bir biçimde ilgilendirmemektedir. Çünkü Avcıoğlu, bir “devrim süreci” ve buna uygun olarak sınıflar arasında bir dizi boğuşma sürecinde safların netleşmesi gibi bir perspektife sahip değildir. Ona göre “devrim”, bir anlık bir vuruştan ibarettir. Önemli olan da bu vuruşu yapacak gücün saptanması ve örgütlenmesidir. Ona göre, açıkça söylediği gibi, bu güç Türk ordusundan başka bir şey değildir. Bu örgütlenme ve devrim çalışmasında, halk nerede duruyor?
Avcıoğlu, bu soruya, yazısının “HALK GÜÇLERİNİN İNŞASI” başlıklı bölümünde cevap veriyor:
“Bugün, Atatürk günlerinin olumsuz şarttan, kapitalist gelişme sonucu, bir ölçüde değişmiştir. Bir isçi sınıfı vardır. Topraksız ve az topraklı köylüler seslerini yükseltmektedirler. Tefeci ve aracı sömürüsü altındaki üreticide bir kıpırdanış başlamıştır.
“Devrimci rejim, bu halk güçlerine dayanacaktır. Ne var ki bu güçler, henüz örgütsüzdür. Ne gerçek sendikalar, ne de bu halk güçlerini gerçekten temsil edecek siyasi partilerin var olduğu söylenemez. Devrimci rejim, tutucu güçler koalisyonunu etkisiz kılmak için, bu halk güçlerini inşa etmek, örgütlemek ve bilinçlendirmek durumundadır.” (Avcıoğlu, age. s 19)
Halk güçleri, devrimci rejim kurulduktan sonra, inşa edilecek, örgütlenecek ve bilinçlendirilecektir!
Halk güçlerinin örgütlenebilmesi ve “tutucu güçler koalisyonuna karşı” dayanılacak bir güç haline getirilmesi için, önce “kazanılması” gerekiyor. Bunun için Avcıoğlu, şu programı öneriyor:
“Devrimci yönetim, halk yararına zaman içinde gerçekleştirilecek tedbirleri en kısa sürede ilan edecek ve uygulamaya girişecektir: Tefeci borçlarının hükümsüz sayılması, tefeciliğin tasfiyesi, ürün fiyatlarının ayarlanması, kredi dağılımının iyileştirilmesi, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması, sağlık işlerinin düzenlenmesi, gecekonduların ıslahı ve ciddi bir sosyal mesken politikasına girişilmesi, ucuz ve sürekli adaletin sağlanması, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin azaltılması, vergi sisteminin düzeltilmesi, toprak dağıtımı vb. gibi halk güçlerinin yararına bir sürü tedbir, en kısa sürede gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.”
İktidar mücadelesinin dışında tutulan halk güçleri, iktidar ele geçirildikten sonra bu iktidara dayanak yapılmak için, ekonomik ağırlıklı tedbirlerle “kazanılmaya” çalışılacak. Bu bağlamda, işçi sınıfı, özel bir şekilde ele alınıyor:
“Sendikacılık, işçileri bilinçlendirici değil, uyuşturucu bir rol oynamıştır. Bu nedenle, kısa sürede devrimci bilinç kazandırılan genç işçi liderlerinin öncülüğünde, Türk sendikacılığını yeni baştan kurmak gerekmektedir. Sayıca gittikçe büyüyen Türk işçi sınıfı, devrimci bilinç kazandırma ve örgütleme yolunda girişilecek yoğun bir çabayla, devrimin kısa sürede temel dayanağı haline getirilebilir. Toprak devriminin yürütülmesinde, bilinçlendirilmiş ve örgütlenmiş tarım işçileri önemli bir rol oynayabilir.” (Avcıoğlu, age. s. 22)
Diğer halk kesimleri gibi, işçi sınıfının da örgütlenmesi ve bilinçlendirilmesi, devrimden sonra gerçekleştirilmesi gereken işler arasında sayılıyor.
Elbette halka ve işçi sınıfına bu yaklaşımın başlıca kaynağı, “devrim” anlayışıdır. Avcıoğlu’nun literatüründe devrim, “ilerici askeri darbe” ile aynı anlama gelmektedir. Yazımızın 27 Mayıs darbesini incelediğimiz ilk bölümünde aktardığımız gibi, o dönemde, bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, askeri darbelerle “ilerici rejim” kurmak, ciddi bir olanak olarak değerlendiriliyordu. Türkiye’de de, 27 Mayıs darbesinin, ilk anda değilse bile, zaman içinde “sosyalizme” yönelebileceğine inanan ve oldukça etkin bir kitle oluşturan aydınlar, özellikle 1965 seçimlerinde AP’nin büyük bir oy patlamasıyla iktidara gelmesi karşısında bu umutlarını terk etmişler ve 27 Mayısın yapamadıklarını yapacak yeni bir askeri darbeye bel bağlamışlardı. AP’nin oy oranı % 51’in üzerindeydi ve bu sonuç, Avcıoğlu gibi aydınların, “halkın gerici olduğu” saptamasına yapmasına dayanak sağlıyordu. Erişkin nüfusun büyük bir çoğunluğunun “emperyalistlerin ve işbirlikçilerin” siyasi partilerini desteklediği bir ülkede, halka dayanarak devrim yapmak, bu aydınlar açısından imkânsızdı. Öyleyse, kestirmeden ve “tepeden inme” bir biçimde, iktidarı ele geçirmek ve sonra da işçileri ve halkı bilinçlendirmek, en kolay, “akılcı” yol olarak görünüyordu. Çünkü işçi sınıfı başta olmak üzere, bütün halk kitleleri, egemen sınıfların ideolojik ve siyasi etkisi altında, kendi sorunlarına ve kendisi için mücadele edenlerin çabasına karşı kayıtsızdı.
Özellikle işçi sınıfı hakkında Yön’de yayınlanan yazıların genel içeriği, YÖN’ün devrimci-demokratik mücadele anlayışının kaynakları hakkında bir bilgi verecek niteliktedir.
“Mademki işçi sınıfı ilerici mücadeleci niteliklere sahiptir ve bu sınıfı ekmek, hürriyet, bağımsızlık, adalet ve hürriyet için savaşmaktadır da neden Türkiye’de işçi sınıfı bu meselelere karşı hemen tamamen ilgisizdir?
“Demokrasi, temel haklar, bağımsızlık, hürriyet gibi amaçlar bir yana işçi sınıfı, bugün Türkiye’de kendi yararına yapılan sosyal mücadeleye karşı bile ilgisiz ve hatta birçok defa karşıdır.”
Bu satırların yazıldığı tarih, 1967’dir. Oysa 1960 darbesinden o güne kadar, işçiler, en sansasyonel eylem biçimlerini uygulayarak bir çok gösteri, direniş ve grev yapmıştı. İlk “sessiz yürüyüş”, Yüksek Hakem Kurulu’nun aldığı ilk kararlara karşı protesto için yapılmış, işçiler, sakallı ve takunyalı yürüyüşler düzenlemiş, demiryolu işçilerinin on günlük yemek boykotu, Ankara Belediyesi otobüs sürücüleri ve DSİ işçileri yürüyüşler düzenlemiş, Çalışma Yasası’nın çıkışından önce İstanbul’da yüz binlerce işçinin katıldığı büyük bir miting düzenlenmişti. 1965’te, yani bu satırların yazılışından henüz iki yıl önce, Zonguldak’ta büyük bir işçi direnişi yaşanmış, jandarmayla çatışan işçiler çok sayıda ölü vermişlerdi. 1967 ise, neredeyse bir grevler yılı olarak anılmayı hak edecek ölçüde hareketli bir yıldı. Dolayısıyla, yukarıdaki sözleri haklı çıkaracak bir “ilgisizlik” söz konusu değildi. Bu ve benzeri yazılar, işçilerin sorunlara ilgisizliğini kanıtlamıyor, aydınların işçi hareketine ilgisizliğini gösteriyor.
“DEVRİMCİ PARTİ”
Doğan Avcıoğlu, devrim programını, devrimci bir parti ile yürütmenin zorunluluğunu öne sürüyordu. “Halk güçlerinin partisi” olan Devrim Partisi’nin, bütün dünyadaki pratik göz önünde tutularak, parlamenter yollardan iktidara gelmesinin çok mümkün olmadığını söyleyen Avcıoğlu, diğer yandan, Ortadoğu ve Latin Amerika’daki ilerici askeri darbelerin de, bir Devrim Partisi’ne dayanmadıkları için, başarılı olamadıklarını ve kısa sürede emperyalizm yanlısı güçler-tarafından iktidardan uzaklaştırıldıklarına dikkat çekiyordu. Ona göre, “su içinde balık gibi” kitlelerle kaynaşmış, bilimsel halkçı bir ideolojiyi benimsemiş partiler, toplumsal devrimin vazgeçilmez aracını teşkil etmektedirler. Devrimci parti, halka devrimci ideolojinin ve yeni değerlerin benimsetilmesinde, eğitim seferberliğinde ve halkın yaratıcı enerjisinin kalkınmaya yöneltilmesinde “öncülük” yapacaktır. (Avcıoğlu, age. s.38-39)
Devrim Partisi, bir sınıf partisi olarak değil, askeri darbeyi gerçekleştiren ve yöneten güçlerin, kısacası “asker sivil aydın zümre”nin partisi olarak düşünülmektedir. İşçiler, emekçi köylülük, bu partinin yalnızca nesnesi olabileceklerdir. Ne partinin kuruluşunda, ne de devrim sürecindeki mücadelesinin kademelerinde, halk kitlelerine yer yoktur. Parti ile kitleler arasındaki ilişki, bir yöneten ve yönetilen ilişkisinden başka bir şey değildir ve yöneticiler yalnızca, “asker-sivil aydınlar”dır.
SOSYALİZM
YÖN dergisi, sosyalizm sözcüğünün Türkiye’de yaygın bir biçimde kullanılmasının ve genel bir sosyalizm sempatisinin gelişmesinin yolunu açmıştır. Fakat bu kavramın ne anlama geldiği, nasıl bir dünya görüşünü ifade ettiği ve nasıl bir sosyal ve siyasal düzen önerdiği konusunda da, geliştirdiği sempati ölçüsünde karışıklık ve bulanıklık yaratmıştır.
YÖN yayınlarında sürekli görülen anti-kapitalist propaganda işe, daha çok yabancı sermaye ve “komprador kapitalizm” aleyhine yoğunlaşmış, buna karşılık, İsveç, İngiltere gibi bazı ileri kapitalist ülkeler, sosyal demokrat ya da işçi partilerin yönetimde bulunmalarından ötürü, “sosyalist ülkeler” olarak tanıtılabilmiştir.
Sosyalizmin modern proletaryanın devrimci teorisi ve siyaseti olduğu, sosyalist devrimin bir iş# sınıfı devrimi, sosyalist iktidarın ise proletarya diktatörlüğü olduğu yolundaki en temel ilkeler, bu karışıklık içinde hiç ağza alınmayan, ya da “sosyalizmin bir türü” olarak geçiştirilen konulardır. Bunun yerine, YÖN, “Türk Sosyalizmi” denilen bir teori ve politika inşa etmeye girişir.
“Türk Sosyalizmi”, YÖN çevresinde önce bir tartışma konusu olarak ortaya atılır ve “pek çok çeşidi” bulunduğu öne sürülen sosyalizmler içinde, “bünyemize en uygun” olanı seçme faaliyeti içinde ve etrafında birleşilecek ilkeler olarak süreç içinde formüle edilir.
“Türk Sosyalizmi”nin başlıca teorisyeni ve ideologu, TKP’nin ilk döneklerinden biri olan Şevket Süreyya Aydemir’dir. YÖN’ün sürekli yazarlarındandır ve eski Kadro dergisinin ’30lu yıllarda formüle ettiği birçok ilkeyi yeniden gündeme sokmaya çalışır.
Şevket Süreyya Aydemir’in, 12 maddede özetlediği “Türk Sosyalizminin ilkeleri” içinde, örneğin “anti-kapitalizm” de vardır ve şöyle tanımlanır: “Anti-kapitalizm: milli ve halkçı ekonomi; karma ekonomiyi reddetmeyen, fakat parazit bir istismarcılığı reddeden bir devletçilik.” … “Atatürk’ün iki ilkesi, halkçılık ve devletçilik, Türkiye’ye sosyalist bir yol çiziyor.” … “Atatürk ilkelerine, milli sosyalizm adı verilebilir.”
Milli Sosyalizm’in (ya da Türk Sosyalizmi’nin), başlıca hedefleri şunlardır:
“Türkiye’nin bugünkü temel meselesi, anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeledir. Bu safhada hedef, … ekonomik bağımsızlığın sağlanması, … toprak reformunun gerçekleştirilmesi, ve Anayasaca tanınan hak ve hürriyetlerin gerçekleştirilmesi ve korunmasıdır. Mücadele bu ana fikirler etrafında yapılmalı, her türlü ayırıcı düşünceden sıyrılarak, toplumun bütün tabakalarında yer alan milliyetçi ve demokratik kuvvetlerin bir araya getirilmesine çalışılmalıdır.” (Avcıoğlu, “Sosyalist Gerçekçilik” başlıklı makale. Yön, sayı 39. s. 20)
Devlet konusunda söylenenler, sosyalizm konusunda da tekrar edilmektedir.
Avcıoğlu ve çevresi, söz konusu politikalarını ve teorilerini, yazımızın önceki bölümlerinde de belirttiğimiz gibi, büyük ölçüde Sovyet revizyonizminin o dönemde bütün dünyadaki benzeri aydınlar arasında yaydığı “Kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisine dayandırıyorlar, sosyalizmin bu tahrif edilmiş ve özünden uzaklaştırılmış tanımını da, buradan alıyorlardı.
“Sosyalizme geçiş, kapitalist olmayan, halkçı ve devletçi bir politikanın kaçınılmaz bir sonucudur. Bu sebeple, sosyalistler, anti-emperyalist mücadelenin hayati önemini iyi kavramalı ve bütün öteki amaçlarını halen anti-emperyalist mücadeleye tabi olarak değerlendirmeye çalışmalıdırlar. “
Kendisini açıkça “milliyetçi devrimci, Atatürkçü” olarak tanımlayan bir hareketin, programının sınırlarını böylece belirlemesi ve sosyalizmi ve. sosyalist görevler anlayışını bu tarzda formüle etmesi son derece doğaldır. Fakat yazımızın sonraki bölümünde göreceğimiz gibi, bu çağrıya büyük bir istekle ve bu tezleri onaylayarak katılan “Marksist-Leninistler”in, “Proleter Devrimciler”in çıkmış olması, Türkiye sol hareketinin en ilginç dönemeçlerinden birisini oluşturmuştur.
Daha sonra, değişik siyasi hareketler tarafından birer “demokratik halk iktidarı programı” olarak savunulan birçok “asgari program” da, Kemalist YÖN çevresinin programlarından etkilenmiş, çoğu kez bu programı kopya etmekle yetinmiştir. Bu, bir ölçüde, YÖN çevresinin programının, bir demokratik-devrim programının bazı maddelerini içeriyor olmasıyla açıklanabilir. Fakat diğer yandan, YÖN, bu programı esas olarak 1961 Anayasası’nda ifade edilen hedefler olarak gösteriyor ve demokratik devrimin, Anayasanın uygulanmasıyla hedeflerine ulaşabileceğini öne sürüyordu. YÖN’cüler, kendi programlarını, “Sosyal adalet içinde hızlı kalkınma” olarak özetliyorlar ve bu soyutlama, “Anayasa’nın benimsediği bir formül”,olarak sunuluyordu. Devrim kavramının düzenin en temel belgesi açısından yozlaştırılmasını ifade eden bu tutum, dönemin, Milli Demokratik Devrim teorisini kabul etmiş “en radikal” silahlı hareketleri (THKO, TKP/ML ve THKP-C) tarafından da genel bir kabul görmüş durumdaydı.
YÖN, 1967 yazında yayınma son verdi. 1969’da, Doğan Avcıoğlu, DEVRİM gazetesini yayınlamaya başladı. İki yayının adları, bu siyasal akımın gelişme evrelerini özetleyecek biçimde seçilmişti: YÖN, hareketin siyasal ve ideolojik yönünün tartışılması ve netleşmesi işlevini yüklenmişti; DEVRİM ise, artık bir “Atatürkçü ordu hareketi”nin gündeme geldiği inancıyla, “devrim”in program ve taktiğini belirlemek ve yaklaşan iktidara hazırlanmak üzere yayınlanmaya başlamıştı. Bu dönem aynı zamanda, YÖN yazarları arasında yer alan bir kısım solcu aydının, kendi siyasal çizgilerini netleştirmek ve savunmak üzere yeni yayın organları çıkardıkları bir dönemdir.
Aydınlık, Türk Solu Ve İşçi-Köylü, üzerinde duracağımız MDD çizgisinin dergileri olarak bu dönemde yayınlandılar.
II
MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM TEORİSİ: MAOİZMLE SÜSLENMİŞ KEMALİZM
’60’h yılların.sonuna doğru, başta Mihri Belli olmak üzere bir,grup “eski tüfek”, oldukça radikal bir gençlik eyleminin de desteğiyle, TKP’nin eski ye mevcut görüşlerini “geniş cephe taktiği” ekseninde yeniden yorumlamaya giriştiklerinde, YÖN dergisinin (ve sonradan aynı çevre tarafından çıkarılacak olan DEVRİM gazetesinin) iki bakımdan önemli ölçüde etkisinde kaldılar.
Her şeyden önce, TKP revizyonizminin ve bu partinin etkisinde bulunan TİP’in, hareketi dar sendikal ve parlamenter çerçevede tutma gayretine karşılık, Mihri Belli ve çevresi, parlamenter ve “pasif-barışçıl” mücadele biçimlerine karşı haklı bir muhalefet teması geliştirmeye çalışıyorlar, bu noktada, mevcut rejimi “cici demokrasi” olarak niteleyen ve parlamentoyu başlıca mücadele hedefi haline getiren YÖN-DEVRİM çizgisiyle ortak bir zemin buluyorlardı. İkinci olarak, “geniş cephe”, “millici güçler” kavramıyla nitelendirilen ve Avcıoğlu çevresinin literatüründe, “asker sivil aydın zümre”ye karşılık düşen güçlere, özel bir ağırlık ve önem veriyorlardı. Bir bakıma, propaganda ve ajitasyon temalarıyla, pratik yakın hedefler formülasyonunda önem taşıyan sosyal tabakalar ve siyasal odaklar bakımından, bu iki çevre arasında birbirlerine kolayca eşitlenebilecek özellikler, bulunuyordu.
“Türk Solu” dergisi, yazarlarının birçoğu aynı zamanda YÖN ve DEVRİM dergilerinin de yazarı olan bir “geniş cephe” dergisi olarak yayın hayatına başladığında, aşağı yukarı hazır, bir teorik cephaneliği de beraberinde taşımıştı. Bu cephaneliğin başlıca silahları YÖN hareketi tarafından geliştirilmiş, kullanılmış ve genelleştirilmişti. MDD kadroları ise, TİP içindeki uzunca sayılabilecek bir teorik ve pratik mücadele sürecinde, TKP-TİP görüşlerine karşı bu malzemeyi kullanmış, özellikle de, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in yayınlanan eserlerine dayanarak, her bir kavramı Marksist teori içinde tanımlanabilir, uluslararası komünist hareketin belgeleriyle ilişkilendirilebilir kılmış ve derinleştirmişti. Bu yönelimde, TİP içindeki tartışmalarda, MDD’yi “sosyalizme karşı” bir küçük burjuva akımı olarak tanıtmaya çalışan TİP teorisyenlerinin ve önderlerinin tavrı etkili olmuştur. Böyle bir saldırı karşısında, “eski tüfek” Mihri Belli ve çevresindeki genç devrimciler, Lenin, Stalin ve Mao’da, kendi görüşlerinin dayanaklarını aramaya yönelmişler, özellikle o dönemde SBKP’ye karşı teorik ve ideolojik mücadelesiyle olduğu kadar, Büyük Proleter Kültür Devrimi’yle de dünya devrimci hareketinde büyük prestije sahip olan Mao’da, teorilerini savunabilecek pek çok referans elde etmişlerdir. Bununla birlikte, MDD, doğuşunda Maoist bir hareket değildir. Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde, Mao Zedung’un bazı yazıları yayınlanır ve dergilerin yazarları, Mao’yu başlıca alıntı kaynağı olarak görürler, İşçi-Köylü’nün teoriyi basitleştirerek anlatmak üzere düzenlenen köşesinin adı “Bilim Çinde…”dir (Bu, peygamber Muhammed’in “İlim Çin’de de olsa gidiniz” sözüne bir gönderme yapan popülist söylem, aynı zamanda teorinin kaynağının Çin olduğu yolunda bir propaganda ve koşullandırma yapmak üzere kullanılıyordu.): ne var ki, Doğu Perinçek çevresinin MDD’nin bu ilk biçiminden koparak “katıksız bir maoizm” çizgisini geliştirecekleri döneme kadar, bu organlara egemen olan esas eğilim, Sovyetler Birliği’yle Çin arasında ara bir yol arayan ve bu tutumu, emperyalizme karşı mücadelenin bir gereği olarak açıklayan Ho Şi Minh’in “kardeş partiler arasındaki mücadelede yansızlık” prensibidir.
Fakat bir yandan, devrimci gençlik kitleleri üzerinde çok olumlu etkiler yaratan Vietnam kurtuluş savaşının, bir “halk savaşı” biçiminde gelişmesi ve bununla Mao’nun “Halk savaşı teorisi” arasında dolaysız bir bağ kurulması gibi pratik ve güncel bir etkiyle, diğer yandan da, ÇKP’nin ve Mao Zedung’un dünya devrimci hareketi karşısında SBKP’ye göre çok daha militanca bir destek veriyor olmasının etkisiyle, MDD saflarında genel eğilim, Mao ve ÇKP tezleri lehine bir “yansızlık” olarak biçimleniyordu.
Ancak, MDD’nin, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı, Türkiye’de sınıfların durumu ve devrimin genel çizgisi hakkındaki temel tezlerinin, esas olarak Çin devrimine ilişkin belgelerde destek bulacak bir içerikte sunulmuş olması, söz konusu ilişkiyi güçlendiriyor ve harekette Maoist bir eğilimin giderek güç kazanmasını sağlayacak başlıca koşulu oluşturuyordu.
MDD’ye göre, Türkiye, “yarı-feodal ve yarı-sömürge” bir ülkeydi. Önündeki devrimci adım, anti-emperyalist ve anti-feodal içerikte “Milli Demokratik Devrim” aşamasıydı. Milli Demokratik Devrim, emperyalist ve feodal sömürüden zarar gören bütün “milli sınıfların” ortak mücadelesiyle gerçekleşecekti. Bu devrimde, hangi sınıfın önder olacağı, mücadele içinde belli olacaktı.
MDD’NİN SINIFLARA BAKIŞI VE DEVRİM ANLAYIŞI
Eğer YÖN çevresinin anlayışıyla kıyaslanarak söylenecek olursa, Milli Demokratik Devrim çizgisi, bir “devrim” kavramına çok daha yakın bir teori öne sürüyordu. Fakat bu teori, pratikte, yalnızca “Kemalistleri” daha ileri bir çizgiye çekmenin aracı olarak rol oynuyor, kendi adına bir örgütlenmenin ve kendi adına bir devrimci mücadele yürütecek bir sınıfın politikası biçimini alamıyordu.
Özellikle bir sınıf politikası olarak kesinleşememesinin başlıca nedeni, demokratik devrimi, bir ulusal kurtuluş devrimi olarak tanımlayan YÖN çizgisinin etkisiydi. Tıpkı Yöncüler gibi, MDD teorisyenleri de, Mustafa Kemal önderliğindeki kurtuluş savaşının, yarım kalmış bir burjuva demokratik devrimi olduğunu düşünüyorlar ve perspektiflerini, bunun tamamlanması olarak kesinleştiriyorlardı. (“Kemalist devrim”, gerçekten, yarım kalmış bir burjuva devrimiydi. Ancak bunun nedeni, bizzat Kemalist diktatörlüğün, “bir köylü toprak devrimi olasılığına karşı”, siyasi ve ideolojik bir saldırıyı başlatmış olmasıdır. Dolayısıyla, yeni bir devrimci hareket, “yarım kalanı tamamlamak” biçiminde değil, tamamen farklı bir sınıfsal temelde, bir halk devrimi olarak gelişebilirdi. Programı, bu biçimde, “yarım kalanı tamamlamak” düşüncesiyle formüle etmek, sonunda “kapitalizmin geliştirilmesi” ile sınırlamak anlamına geliyordu.) Bu durumda, demokratik devrim kavramı, “esas olarak burjuvazinin devriminin son noktasına kadar götürülmesi” biçimini alıyor ve Mao’nun anlayışına da uygun olarak “milli kapitalizmin geliştirilmesi”, demokratik devrimci iktidarın hedefi olarak formüle ediliyordu. Bu anlayışın doğal sonucu ise, “milli burjuvazinin”, demokratik devrime, tıpkı işçi sınıfı gibi, bütün gücüyle aşılabileceği varsayımının bir ittifak politikasının temeli halinde genelleştirilmesi oluyordu. Tanımı daima belirsiz kalan’ “milli burjuvazi”, MDD teorisyenlerinin gözünde, işçi sınıfıyla önderlik yarışma girişebilecek güç ve yetenekte bir devrimci sınıf niteliği kazanıyordu. Milli burjuvazi, kimler aracılığıyla temsil ediliyordu, demokratik devrim sürecinde bu sınıfla olan ilişki nasıl olacaktı gibi sorular ise, gene daima, Çin pratiğinin ortaya çıkardığı tarihsel örneklerle cevaplandırılıyordu. Türkiye’de egemen sınıflar, doğrudan doğruya dışarıya bağımlı “komprador burjuvazi” olarak tanımlanıyor, bu sınıfın emperyalist sermayenin dolaysız bir uzantısı ve “acentesi” olduğu tespit ediliyor ve buna karşılık da, milli burjuvazi, tümüyle ülkenin bir iç dinamiği olarak kabul ediliyordu. Bu ayrıştırmanın sonucunda, pratik olarak, proletarya, sınıf mücadelesinde, milli burjuvaziye karşı yalnızca ekonomik mücadelesinde desteklenebilir sonucu çıkarılıyor ve milli burjuvazinin emperyalizme karşı mücadelesinde, proletaryanın esas olarak ona destek olacağı bir siyasi şemaya ulaşılıyordu. Bu, yalnızca demokratik devrim sürecindeki bir ittifak politikası olmakla da kalmıyor, milli burjuvazinin devrimden sonra da uzun bir süre, milli kapitalizmin geliştirilmesi amacıyla desteklenmesini öneren bir program maddesi olarak formüle ediliyordu. Çin örneğine uygun olarak, “milli kapitalizmin geliştirilmesi”, daha sonra geçilecek sosyalizm aşamasının “maddi temelinin güçlendirilmesi” için bir koşul olarak öne sürütüyordu.
Bu formülasyon, yalnızca MDD’nin ilk döneminin bir anlayışı olmakla kalmamış, daha sonraki yıllarda da, bu kökenden gelen bütün hareketlerin “asgari programlarının” bir özelliği olmaya devam etmiştir.
Bu anlayışta, yalnızca Mao Zedung’un etkisinin bulunduğunu söylemek yeterli değildir. YÖN tarafından geliştirilen ve kökleri SBKP revizyonizminde bulunan, “kapitalist olmayan kalkınma yolu” teorisinin Kemalizm’e yedirilmiş olması ve ülke koşullarının yalnızca buna izin verecek bir maddi zemin sunduğunun geniş bir propaganda malzemesi ile desteklenerek kabul ettirilmiş olması, Mao’nun etkisinden daha belirleyici bir rol oynamıştır. Maoculuk, yalnızca bu teorinin “Marksist” bir kaynak tarafından da doğrulandığı güvenini vermeye yaramıştır. Köklerini MDD teorisinden alan bütün demokratik devrim programları, daha uzun yıllar, komprador kapitalizminin tasfiyesi ile milli kapitalizmin geliştirilmesi düşüncesini bir arada sunmaya devam etmiştir.
Sosyalizme geçişin, ancak gelişmiş bir kapitalizmin hazırlayacağı maddi koşullara bağlı olduğu yolundaki tez, esas olarak II. Enternasyonal revizyonizminin özelliği olmakla birlikte, Türkiye’deki kökenini, bu tür sosyal demokratizmin ilk savunucusu olan YÖN akımı teşkil etmektedir. Maoizm, Kemalizm kılığına sokulmuş bu burjuva reformizmine, devrimci bir kimlik kazandırılmasının aracı olmuştur. YÖN’ün tarihçileri ve teorisyenlerinin, özellikle de Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni adlı eserinde ortaya koyduğu görüşlerin, Marksist terminolojiyle dile getirilmesinden başka bir şey olmayan “yarı-feodal, yarı sömürge” ülke tespiti ile buna dolaysız olarak bağlanan “milli demokratik devrim” tezi, birbirinden ayrılamaz bir ikili olarak bütün teorik gelişmeyi belirlemiştir. Türkiye’de özellikle TİP çevresinin revizyonist “sosyalist devrim” tezine karşı, tek devrimci alternatif olarak MDD’nin ileri sürülmüş olması, bu milliyetçi ve sınıf kıstaslarından yoksun taktik ve strateji anlayışının en militan çevrelerde kabul görmesini kolaylaştırmıştır.
Önceki bölümde ele aldığımız gibi, YÖN, kendi programının herhangi bir sınıfla tanımlanmasına girişmemişti. O, “memleketin kaderi üzerinde etkili olan bütün çevrelere”, herhangi bir sınıf farklılığı gözetmeksizin çağrıda bulunuyor, “belli bir kalkınma felsefesi etrafında birleşme”nin, yeterli olacağını savunuyordu. MDD ise, “milli demokratik devrim”in, esas olarak bir “burjuva demokratik devrim” olduğu görüşünden yola çıkarak, bu devrime katılan sınıflar arasında bir sınıf mücadelesi olamayacağını öne sürerek, aynı kaba görüşü tekrarlıyordu. Ne var ki, burada, Kemalizm’in sınıf farklılıklarının üstünde bir milli ideoloji olduğunu öne süren görüşlerinin sözü edilmiyor, Mao’nun “halk sınıflan arasındaki ilişkiler” konusundaki tezlerine dayanılıyordu.
DARBECİ GELENEKLERİN MDD’YE ETKİSİ
Avcıoğlu, “devrimden sonra” halk güçlerinin inşa edileceğini, işçilerin ve yoksul köylülerin devrimden sonra bilinçlendirilip örgütleneceğini ileri sürerken, esas olarak, büyük halk kitlelerinin çok etkili bir biçimde, egemen sınıfların ideolojik ve politik hegemonyası altında bulunduğu görüşünden hareket ediyordu. Böyle bir kitlenin, devrimci mücadele sürecinde bilinçlendirilip örgütlenmesinin önündeki engelleri kaldırabilmek için, iktidar olmak zorunluydu. İktidar, “tutucu güçler koalisyonunun” elinde oldukça, halka devrimci fikirleri götürmenin olanağı yoktu.
İşçilerin ve halkın devrimci bilinçle donatılması ve devrimci tarzda örgütlenmesinin olanaksızlığı hakkındaki bu görüş, en etkili biçimde, Mahir Çayan’ın “suni denge” teorisinde yansımıştır. Mahir Çayan, bilinç ve örgüt kavramlarıyla ilgili bütün Bolşevik çalıma tarzını, dünyanın o dönemdeki koşulları bakımından geçersiz hale gelmiş “klasik anlayış” olarak eleştirmiş ve bunun yerine, “silahlı propaganda” diye adlandırdığı ve esas olarak işçilere ve halka güvensizliğin ürünü olan “dışarıdan müdahale ile” bilinç götürülebileceğini savunulan bir teoriyi öne sürmüştü. Burada, açık bir biçimde, YÖN çevresinin halka ve işçi sınıfına olan güvensizliğinin, halkın hemen hemen bütün sınıf ve tabakalarının gerici olduğu yolundaki propagandasının etkisi görülebilir.
MDD’nin daha önceki varyasyonlarında ise, bu etki, devrimci hamleyi halk dışındaki güçlerden bekleme biçiminde görülebilir. MDD’nin, bir halk devrimini örgütlemek yerine, ulaşabildiği halk kitlelerini, muhtemel bir “ilerici askeri hareket”e destek verecek biçimde yönlendirmesi, halkın ancak böyle bir “devrime” destek olabileceği, ama kendi adına bir devrimi başaramayacağı yolunda bir kanıya sahip olmakla ilgilidir.
“DEVRİMCİ PARTİ”
MDD çizgisi, hiç bir zaman bir proletarya partisinin örgütlenmesi görevini önüne koymadı. Aksine, partisizliğin teorisi yapıldı, ya da Doğu Perinçek gibi temsilcileri tarafından, “bizim partimiz, Mustafa Kemal’in partisidir” türünden, demagojik ve burjuva sloganlarla bu sorun geçiştirilmeye çalışıldı. MDD, temel örgütü DEV-GENÇ olan bir hareket halinde kalmayı tercih etti. Mihri Belli, çok sonraları, Özgürlük Dünyası’nın 53 ve 54. sayılarında yayınlanan bir tartışmada, parti konusundaki çekingenliklerini “temel bir hata” olarak değerlendirmiştir.
Ancak bu “temel hata”nın, savunulan devrim anlayışıyla, daha doğrusu, devrimci hareketi, “sol cunta” hareketinin bir yedek gücü olarak görmekle yakından ilgisi vardır.
MDD, devrimci taktik ve strateji konusundaki görüşlerini, önce TİP içindeki tartışmalarda, TİP yönetimine karşı geliştirip savundu. Bu tartışma sürecinde, MDD’nin TİP’e karşı tavrı, örgütün dışlanması ve karşısına da yeni bir örgüt konulmaması biçiminde gelişmiştir. TİP, alternatif bir parti düşüncesiyle değil, partisiz devrimcilik eğilimiyle birlikte eleştirilmiştir. Oysa TİP içinde yer alan bir çok aydın, işçi ve köylü, “partili mücadele” kavramına yatkın, fakat bu partinin nasıl bir parti olması gerektiği konusunda ise belirsizlikler içindeydiler. MDD, bu konudaki tavrını da YÖN-DEVRİM çizgisinden devralmıştır.
YÖN’ün TİP’e karşı tavrı, esas olarak sağdan muhalefet özellikleri göstermektedir. TİP’e karşı yöneltilen eleştirilerin başlıcaları arasında, “sınıf önderliği sorununu en önemli konu olarak ortaya atmaları” ve “demokratik devrim yerine sosyalist devrim önermeleri” olarak özetlenebilir. Gerçekte, TİP’in “işçi sınıfının devrimdeki öncülüğü”nde ısrarlı olduğu noktasından da, “sosyalist devrimi” önerdiği için de eleştirilmesi tamamıyla yersizdi. TİP, önümüzdeki sayılarımızda ele alacağımız gibi, bu kavramları tamamen içi boşaltılmış bir biçimde kullanıyor ve pratik olarak işçi sınıfını bir oy deposu olarak görüyor, “sosyalist devrim” programı olarak öne sürdüğü programda ise, Yöncülerin programından farklı bir şey söylemiyordu. YÖN ile TİP arasındaki tartışmanın özünü, gizli olarak, parlamento ve legal parti karşısındaki tutumları belirliyordu. TİP, legalizm ve parlamentarizm konularında tavizsiz ve katı bir çizgi benimsemişti ve özellikle de 1965 seçimlerinde kazandığı 15 milletvekilliğini, iktidara giden yolun açılması olarak propaganda ediyordu. YÖN-DEVRİM çevresi, parlamentoyu da, parlamentoyu oluşturan seçim sistemini de, “cici demokrasinin” öğeleri olarak stratejik bakımdan reddetmişti. Bu tutum, MDD’ye aynen yansıdı. MDD, “cici demokrasi” terimi yerine “Filipin tipi demokrasi” terimini geçirdi. Bununla birlikte, TİP’e karşı tutum, dönem dönem değişiklikler göstermiştir. MDD kurmayı, uzun süre TİP içindeki mücadeleyi, TİP’in ele geçirilmesi çizgisinde tutmuş, “TİP’i göz bebeğimiz gibi korumalıyız”, “TİP’i adına layık bir örgüt haline getirmeliyiz” gibi sloganlar, uzun bir dönem geçerli kalmıştır. Görülebileceği gibi, parti konusundaki tutum, legalizmle partisizlik arasında gidip gelmiş, fakat asla illegal bir komünist partisi düşüncesine ulaşmamıştır.
YÖN-DEVRİM çevresinin, TİP’e yönelttiği bir diğer eleştiri, “sosyalist devrim” sloganını öne sürerek, kendisini anti-emperyalist mücadelede rol oynayacak temel güçlerden soyut-lamasıydı. Bununla kastedilen de, açıkça YÖN-DEVRÎM çevresinin başlıca dayanağını oluşturan “asker-sivil aydın”lar, emekli subaylar, anti-komünist aydınlar vs. idi. Bu noktada ilginç bir bulguya değinmekte yarar var. TİP, 1965 seçimlerinde, üç büyük kentte, en çok oyu, subaylardan, memurlardan ve düzenli bir gelire ve görece iyi yaşam koşullarına sahip olan işçilerden almıştır. Araştırmacı Hikmet Özdemir’in verilerine göre, TİP, Ankara’da en çok oyu, Çankaya ve Yenimahalle’den almıştır. Yenimahalle’de en çok oy alınan semt ise, büyük çoğunlukla subayların oturduğu Bankaevleri’dir. Üç büyük ilde, gecekondu semtlerinden alınan oy ise son derece düşük bir oranda kalmıştır. YÖN’ün, TİP’e karşı cepheden ve en temel konulardaki ayrılığı öne çıkararak sert eleştiriler yöneltmesinin sebebi, bu etkide aranabilir. YÖN, bir vurucu güç olarak parlamentonun karşısına dikmeyi düşündüğü “ilerici subay” gücünün, parlamentoyu tek iktidar kurumu olarak onaylayan TİP’ten koparmak zorundaydı.
Parti ve sosyalizm kavramlarına karşı geliştirilen eleştirinin temelinde, YÖN-DEVRİM çizgisinin burjuva, küçük-burjuva sınıf karakteri belirleyiciydi.
MDD, parti ve sosyalizm kavramlarına, aynı gerekçelerle karşı durmuştur. Her şeyden önce, MDD kurmayları, parti kavramıyla sınıf kavramlarının birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilecek bir gelenekten geliyorlardı. Kurulacak devrimci bir partinin sınıf karakterinin belirlenmesi ise, tıpkı Avcıoğu çevresinde olduğu gibi, MDD çevresinde de “anti-emperyalist cepheyi bölücü” bir rol oynayacağı gerekçesiyle reddediliyordu. MDD’nin en çok öğrenci gençlik” içinde başarıya ulaşmasının, fakat işçiler arasında çok sınırlı bir etki yaratmasının bir nedeni, bu küçük burjuva program ve taktik anlayışı olmuştur. Aslında, işçi sınıfı, MDD’nin kazanmak ve örgütlemek için ele aldığı sosyal güçlerin içinde, öğrencilerden ve köylülerden sonra geliyordu. Bu yüzden, MDD’nin işçi sınıfı içindeki etkisizliğini, işçilerin MDD programını sınıfsal taleplerine uygun bulmamalarıyla açıklamak, kendiliğindenci bir bakış açısına karşılık düşecektir. İşçi sınıfı içindeki etkisizliğin asıl nedeni, MDD’nin işçi sınıfına uzak duruşudur.
İşçi sınıfı, daima kendisine “dışarıdan bilinç verilecek” bir yığın olarak görülmüş, bu doğru ilke, en olmadık biçimlerde, ya darbeciliğin gerekçesi ya da “silahlı propaganda” gibi sonradan etkili olacak perspektiflere doğru çarpıtılmıştır.
Ekim 1993